Yavuz Hakan Tok's Blog, page 7

November 26, 2020

29 Yıl Sonra Nilgün Onatkut


Bazı seslere zaman hiç değmiyor. Bunun ne kadarı kendini ve sesini korumakla ilgili, ne kadarı Allah vergisi, onu bilemiyorum. Gelin görün ki Nilgün Onatkut’un sesini, tınısını uzun yıllar sonra yeni şarkılarda, zerre değişmemiş, hatırımda nasılsa öyle kalmış duyunca bir ürpermedim değil. Daha ilk şarkının ilk cümlelerinde ben hooop ışınlandım ‘80’lere…


Kâh 1982 yazında Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda Büyük Kabare Şov’dayım, kâh 5 Mayıs 1984 gecesi Lüksemburg’da, Rudi Sedlmayer Hall’de. Bir bakmışım siyah beyaz televizyonda en güzel Ajda Pekkan şarkılarını ardı ardına söyleyen Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’ya var gücümle eşlik ediyorum, derken bir bakmışım “Beş Vals On Tango” 33’lüğü pikabımda dönerken resimli etiketine dalıp gidiyorum. Fonda ayılıp bayıldığım o şarkı: “Beyaz beyazdı dalgalar, yaz bitiyorken kumsalda…”


Beş Yıl Önce On Yıl Sonra deyip geçmeyin. Elin oğlunun ABBA’sı varsa bizim de Beş Yıl Önce On Yıl Sonramız vardı. Adları biraz uzundu ama olsundu. Pırıl pırıl dört ses, her biri deneyimli dört müzisyen, dört farklı sesten vokal yaparak söylüyorlardı şarkılarını. Nilgün Onatkut da onlardan biriydi işte. Bir döneme damgasını vurmuş Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’nın “lead” kadın solisti.


Nilgün Onatkut’un Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’nın çok öncesinde başlayan bir müzik kariyeri vardı aslında. 1967 yılında Hafta Sonu gazetesinin düzenlediği Altın Ses Yarışması’nda iki İtalyanca parça seslendirip birinci olarak müziğe ilk profesyonel adımını atmıştı. 


Yarışmayı kazanmasının üzerinden dört ay geçmeden ilk 45’liği “Bilmece / Hayal Olan Bir Aşk”, Aras Plak etiketiyle yayımlandı. 


Plakta Arkun’a Doruk Onatkut Orkestrası eşlik etmişti. Doruk Onatkut ve Nilgün Arkun’un plak vesilesiyle başlayan tanışıklıkları bir süre sonra aşka dönüşecek ve çift 1968 yılının 10 Ekim günü dünya evine girecekti.


Nilgün Arkun’un ikinci 45’liği “Mahçup Delikanlı / Aşkı Sende Tanıdım” da aynı yılın yaz aylarında Odeon Müzik etiketiyle piyasaya çıktı. Bu, onun Arkun soyadıyla piyasaya çıkmış ikinci ve son 45’liği olacaktı. Nitekim sonrasında yine Odeon hesabına yapacağı iki plak, “Mutluyum Yanında / Öteki Kadın” ile “Gelin Dostlar / Aşk Oyunu” 45’liklerinde artık Nilgün Onatkut ismini kullanacaktı.


Son 45’liğini ise 1972 yılında Diskotür Plak hesabına yaptı Nilgün Onatkut: “Hopla Zıpla / Artık Boş”. Sonrasında plak doldurmasa da sahneye çıkmaya devam etti. Öte yandan kızı Nazlı ve oğlu Uğur’u dünyaya getirdi.


Nilgün Onatkut ismini tekrar bir plakta gördüğümüze takvimler 1979 yılını gösteriyordu. O yılın temmuz ayında Kent Plak etiketiyle piyasaya çıkan Doruk Onatkut Orkestrası’nın “Karışık Disko” adlı 33’lüğünde Zafer Dilek, Ertuğrul Çayıroğlu ve Mehmet Horoz hem çalıp hem söylerken, Ayşe Karataş ve Nilgün Onatkut da solist olarak yer alıyorlardı. 

Eski şarkıların potpuri şeklinde ardı ardına söylendiği bu proje, Beş Yıl Önce On Yıl Sonra projesinin de öncüsü olacaktı aslında ancak ona daha biraz zaman vardı.


1982 yılında Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye finalinde beş şarkı yarışıyor, enteresan bir biçimde bu şarkılardan dördünü Neco seslendiriyordu. Finalde Neco’nun seslendirmediği tek şarkının solistleri ise Cantekin ve Nilgün Onatkut’tu. 


Çetin Kaya’nın bestesi “Zannetme ki”, final gecesi dereceye giremese de biz Nilgün Onatkut’un ismini ve sesini pek yakında çok sık duymaya başlayacaktık. Nitekim Atakan Ünüvar, Mehmet Horoz, Şengün Tansel ve Nilgün Onatkut’tan kurulu Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’nın aynı adı taşıyan ilk 33’lüğü, o yılın mayıs ayında piyasaya çıktı.


Artık Nilgün Onatkut daha önce hiç olmadığı kadar göz önündeydi. Plak çok satıp çok ilgi çekince, Beş Yıl Önce On Yıl sonra hem sahnelerde hem de televizyonda sıklıkla boy gösterir olmuştu. Ayırt edilebilir, kendine has ses tınısı, tertemiz şarkıcılığı ile grubun bir elemanı olmasının yanı sıra adıyla sanıyla kendi başına bir solist olarak da 1987’ye dek devam edecek Beş Yıl Önce On Yıl Sonra macerası boyunca hem kulaklara hem gönüllere yer edecekti Nilgün Onatkut. 


Evet, biraz sert, mesafeli bir görünümü vardı. Orkestra şarkıcılığından gelme disiplini ile kendini ön plana çıkarmaya çalışmaz, grup içinde rol çalmazdı. Belki de yaşları, deneyimleri ve iş ciddiyetleri nedeniyle Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’nın şirin mi şirin bir grup olduğunu söyleyemezdik ama kabul etmeli ki iyi şarkı söylerler, işlerini iyi yaparlardı.


Öyle ki 1982 yazında Ajda’yla birlikte sahne aldıkları Büyük Kabare’de Ajda’dan daha fazla alkış almalarına Ajda’nın bozulduğu bile söylenmişti. Ne gam! Onlar Nükhet Duru ile de birlikte sahne yaptılar, Duru’nun 1984 çıkışlı albümünde birlikte bir şarkı da söylediler. 


Sonra bir baktık 1985 yılında bu defa Ajda’yla birlikte bir 33’lük plak yapmışlar. Plak kapağında “Bu albümün gerçekleşmesini mümkün kılan Sayın Ajda Pekkan’a sonsuz teşekkürlerimizle…” yazılmış olsa da bu albümün gerçekleşmesini biraz da Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’nın o günlerdeki popülerliği sağlamıştı kuşkusuz.


Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’nın ilk plağının yayımlandığı günlerde grupta bir ayrılık yaşanmış ve Şebgün Tansel’in yerini uzun yıllar Erol Evgin’e sahnede vokal yapan Esma Erdem almıştı. Sonrasında grup, bu kadroyla dört 33’lük plak daha yayımladı. 


1983’de “Beş Vals On Tango”, 1985’de “Ajda Pekkan & Beş Yıl Önce On Yıl Sonra” ve “Ekstra”, 1987’de ise “Beş Yıl Önce On Yıl Sonra ‘87”. Sonrasında grubun ismi devam etse de Nilgün Onatkut ve Esma Erdem artık grupta yoktu.


Tabii Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’nın bir de Eurovision macerası var. İlk kez 1983 yılında Attila Özdemiroğlu’nun bestesi “Atlantis” ile Türkiye elemelerinde yarışan grup, o yıl birinciliği “Opera”ya kaptırıp ikinci olmuştu. 


1984’te ise Selçuk Başar’ın bestesi “Halay” ile Türkiye’yi temsil etmeye hak kazandılar. Adından da anlaşıldığı üzere Türk ezgileri barındıran ve hatta içinde Arif Sağ tarafından saz çalınan şarkı “Acaba çok mu yerel kalırız da Batı’ya kendimizi beğendiremeyiz,” kaygılarıyla final için modernize edildi, saz partisyonları çıkarıldı ve grup “Halay”ı final gecesi, bir Eurovision gerekliliği olarak bir miktar koreografi ile dans da ederek seslendirdi. Sonuç, Türkiye’ye o güne dek aldığı en iyi dereceyi, 12’nciği getirdi ve bu “zafer”, grubun o günlerdeki şöhretine şöhret kattı.


Beş Yıl Önce On Yıl Sonra macerasından bir beş yıl kadar sonra Nilgün Onatkut’tun ilk solo albümü çıktı piyasaya. Yonca Plak etiketiyle, sadece kaset formatında yayımlanan bu albüm “Yağmurda” adını taşıyordu ve bir '90'lar modası olarak Nilgün Onatkut da kaset kapağında soyadını kullanmamıştı. 

Albümde pek de güzel, tam Nilgün Onatkut stili şarkılar vardı ama özel televizyonların henüz ilk adımlarını attığı, özel radyoların henüz faaliyete geçmediği, üstüne üstlük bir de Körfez Savaşı’nın patlak verdiği o günlerde albüm, ne çare fazla ses getirmedi. Üstelik sadece kaset formatında yayımlandığı için de arşivlere gömüldü, bugünlere ulaşmadı. Nitekim şimdi dijital platformlarda arasanız, Nilgün Onatkut’un 45’liklerini bile bulmanız mümkün ama bu albüm maalesef bulunmuyor.


Peki sonra ne oldu da ben Nilgün Onatkut’un sesini yıllar sonra yeniden duyup hislendim, yazının ilk cümlesini kurdum ve gerisini yazmaya koyuldum? Çıkarın 2020’den 1991’i… Olmuş mu tam tamına 29 sene?.. İşte 29 sene sonra Nilgün Onatkut tekrar stüdyoya girmiş ve üç yeni şarkı kaydetmiş. O üç şarkılık kısaçalar da günün gereğine uygun olarak dijital platformlarda Bugu Yapım etiketiyle yayımlanmış. 


Bilen biliyordur, bilmeyenler için söyleyeyim: Nilgün ve Doruk Onatkut çiftinin iki çocuğundan biri olan Uğur Onatkut da anne baba mesleğini seçmiş ve Yüksek Sadakat’in klavyecisi olarak karşımıza çıkmıştı. 


Hatta Yüksek Sadakat, 2011 yılında Eurovision’da Türkiye’yi temsil ederken, “annesinden sonra bu kez de oğlu Türkiye’yi temsil ediyor” minvalinden haberler de çıkmıştı ama muhtemelen Yüksek Sadakat ve Beş Yıl Önce On Yıl Sonra arasındaki bu bağlantı ancak bizim kuşak için bir haber değeri taşıyordu. Zira o dönemin genç kuşağı, Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’nın on yıl sonrasına bile yetişememişti.


İşte Nilgün Onatkut’un bu yeni şarkıları için de oğlu Uğur Onatkut ve eski damadı, torununun babası Selim Öztunç kafa kafaya vermişler. Hatta proje Doruk Onatkut’un hayatta olduğu dönemde başlamış ve bu şarkıları piyasaya sürmeyi biraz da onun vasiyeti gibi görmüşler, çünkü o da çok istiyormuş bunu.


Onatkut’un “Aşkın Yolu” adı verilmiş kısaçalarında seslendirdiği üç şarkının üçünün de söz ve müzikleri Selim Öztunç imzası taşıyor, düzenlemeler ise Uğur Onatkut tarafından yapılmış.  

‘Nilgün Onatkut stili’ dedim az önce yazının bir yerinde. Öyle bir stil var sahiden ve onu çok iyi tanıyanların elinden çıkan bu üç şarkı da bu stili bugünlere taşıyor. Dinleyenin nefesini tıkamayan, kulağını tırmalamayan ferah, açık, aydınlık bir ses. Düzgün diksiyonlu, artikülasyonlu, düzgün tartımlı, oyunsuz, nağmesiz, macunsuz bir şarkıcılık…


Bütün bunları üst üste koyunca, bugün de artık öyle şarkıcı kalmayınca, ister istemez eskiyi anımsatan bir tını geliyor kulağınıza. Zaten Nilgün Onatkut’un da z kuşağını yakalamak gibi bir kaygısı yok. Şarkılar bunun ispatı gibi. Daha olgun, geniş zamanlı şarkılar bunlar. 


Önce melodik bir disko şarkısı “Aşkın Yolu”, sonra içinden Latin ritimlerinin, gitar ve piyano partilerinin geçtiği orta tempo bir şarkı “Dalgalar”. Son olarak da inceden folk esintili melodisi ve sözleri, Beş Yıl Önce On Yıl Sonra döneminin naifliğini anımsatan vokalleriyle “Sen Gülünce”.


Bir kez daha söylemeden geçemeyeceğim… Sanki Nilgün Onatkut 1991 yılında o stüdyoya son kez girdiğinde bu şarkıları da söyleyip çıkmış gibi. Öyle genç, öyle taze bir sesle, sıfır deformasyonla hayat vermiş yeni şarkılarına.


Günün zevk (ya da zevksizlik) skalasında bu şarkıları bir yerlere koymak pek mümkün değil. Mümkün olmasın da zaten, kimin umurunda? Her üretim popülerin bağrından yeşermez. Bazen bir ses, bir şarkı duyarsınız ve ânınız, gününüz, mevsiminiz, ikliminiz değişir. Bu da hiç az şey değildir. Hoş geldiniz Nilgün Onatkut. İyi ki geldiniz. Esasen siz bizden hiç gitmemiştiniz.

KASIM 2020      

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 26, 2020 05:45

November 23, 2020

"Dolmuş Müziğine Bir Şaheser Hediye Edildi"

Seninle Üç Dakika

1980 - 3. Bölüm

"Dublör" Şarkıcılar 


Şarkıların bu ilk kayıtlarında, başından da kararlaştırıldığı gibi, Ajda Pekkan yoktu. Bu yüzden, bestesini piyano eşliğinde enstrümantal olarak kaydedip, sözleri yazılı olarak veren Şerif Yüzbaşıoğlu haricindeki diğer besteciler, stüdyoda “dublör” şarkıcılarla çalışarak, eserlerini kaydetmişlerdi.

Melih Kibar, şarkısını ‘70’li yıllarda Güzin ile Baha ikilisi  olarak eşi Baha Boduroğlu’yla birlikte ün yapan Güzin Boduroğlu’nun seslendirmesini uygun görmüştü.

Turhan Yükseler’in bestesi, yarışmanın 1979 finalinde Çetin Alp’in vokalistlerinden biri olan Meltem Yılmaz tarafından seslendirilerek kaydedilmişti.

Attila Özdemiroğlu’nun şarkısı, “bir amatör aile dostu” olarak nitelendirdiği Sevingül Bahadır’ın sesiyle banda alınmıştı.

Cenk Taşkan ise bestesini seslendirmek üzere, o günlerde Mehmet Teoman’la evlenen Ayşegül Aldinç’i seçmişti.

Ne enteresandır ki, çok değil, bundan tam bir yıl sonra Ayşegül Aldinç, altı yıl sonra ise bu kez Sevingül Bahadır, Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil eden ekiplerde yer alacaklardı ama şimdilik sadece “dublör” şarkıcıydılar.

Şarkıların TRT’ye teslim edilmesinin hemen ertesinde, 19 Ocak Cumartesi günü Beste Ismarlama ve Eleme Jürisi ve Ajda Pekkan, başından beri yarışmanın adeta karargâhı haline gelen İstanbul Radyosu’nda bir kez daha toplandı. Beş şarkıdan ikisi elenecekti. Jüri üyelerinden Gürer Aykal, rahatsız olduğu gerekçesiyle İstanbul’a gelemediğinden, Ankara’ya gönderilen bantlardan şarkıları dinleyerek, kararını telefonla bildirecekti. Şarkılar dinlendi, görüşler bildirildi ve çok geçmeden yapılan basın toplantısıyla finale kalan eserler kamuoyuna açıklandı. 

“Olsam”, “Pet’r Oil” ve “Bir Dünya Ver Bana”, 1980 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye finalinde Ajda Pekkan tarafından seslendirilerek jüri önüne çıkarılacak şarkılar olarak belirlenmiş “Cennet” ve “Sevgi Nedir Nasıl Sevilir?” elenmişti.


Bu arada yarışmanın Avrupa kanadından da haberler gelmeye başlamıştı. Lahey’de yapılacak organizasyonda daha önce hiç denenmemiş yeni bir uygulamaya gidilecekti. Yarışma gecesi her ülke, kendisini temsil edecek şarkıyı, kendi sunucusuyla ve kendi lisanında anons edecekti. Haber duyulur duyulmaz, kulislerde bu görevi yapsa yapsa Bülent Özveren’in yapabileceği konuşulmaya başlanmıştı bile. 


Finalde yarışacak besteciler için geri sayım başlamıştı artık. O günlerde Şerif Yüzbaşıoğlu ve Cenk Taşkan’ın şarkılarının aranjmanı için Onno Tunç’la anlaştıkları haberi gazetelere yansıdı. Attila Özdemiroğlu ise şarkısının düzenlemesini kendisi yapacaktı. Besteciliğinden ziyade orkestra şefi ve aranjör olarak ün yapmış olan Şerif Yüzbaşıoğlu’nun şarkısını bir başkasına aranje ettiriyor olması ilgi ve merak uyandırmıştı ama başından beri son derece ketum davranan Yüzbaşıoğlu’nun bu tercihinin ardındaki neden de hiçbir zaman öğrenilemeyecekti.


Finalin 17 Şubat günü yapılacağı daha önceden duyurulmuş olmasına rağmen, hazırlıkların yeterli safhaya gelebilmesi için bu tarih bir hafta ileri alındı. Buna göre, ülkeyi temsil edecek şarkı 24 Şubat Pazar gecesi belli olacaktı. Çalışmalar bütün hızıyla devam ediyor, besteciler şarkılarına son hallerini veriyorlarken, Ajda Pekkan bir yandan şarkıların çalışmalarında bulunuyor, bir yandan da hem Avrupa’da yapılacak tanıtım faaliyetleri için görüşmeler yapıyor, hem de final gecesi giyeceği kostümden saç modeline dek işin “artistik” yönü üzerine kafa yoruyordu.


Ajda, o günlerde boyadan yandığı için kısacık kestirdiği ve doğal rengine döndüğü saçlarıyla ülke genelinde yayılacak bir modanın öncüsü olmuş, bütün kadınlar saçlarını onun gibi kestirme derdine düşmüştü. Ancak Ajda’nın final gecesi ekrana perukla çıkacağını biz yine gazetelerden öğrenecektik. Adeta iple çektiğimiz, gün sayarak beklediğimiz final gecesi hakkında öğreneceğimiz ilk bilgi bu olacaktı.


Şarkıların stüdyo kayıtları için o günlerde çok revaçta olan Stüdyo Hayri’de karar kılınmıştı. Herkes her üç şarkının da aynı teknik imkanlar ve şartlarla kaydedilmesi konusunda hemfikirdi. Stüdyo Hayri’nin tüm günlerinin dolu olduğu öğrenilince TRT adına Bülent Özveren devreye girdi ve stüdyoyu daha önceden kiralamış müzisyenlerden müsaade isteyerek, üç şarkıya üçer günden toplam dokuz günlük stüdyo günü aldı.

Her bestecinin 45 kişilik orkestra kullanma hakkı vardı ve her üçü de üç beş eksikle bu hakkını kullanacaktı. Şerif Yüzbaşıoğlu şarkısında vokal kullanmıyordu. Cenk Taşkan’ın bestesinde Arto Tunç, Atilla Özdemiroğlu’nun bestesinde ise yine Arto Tunç ve yanı sıra, aslında Türk Hava Yolları’nda hosteslik yapmakta olan Aydan ve Nurdan adlı ikiz kardeşler vokal yapıyorlardı.


Kayıtlar esnasında gazetecilere verdiği demeçte Ajda Pekkan, yorgun ve gergin görüntüsüne rağmen, yüreklere su serpen sözleri sarf ediyordu: “Hangisi olursa olsun fark etmez. Üçünü de çok seviyorum. Herhangi birisi ile rahatlıkla katılabilirim yarışmaya. Çocuklar çok güzel şeyler çıkarttılar ortaya. Nefis şeyler... Çok sevdim... Moralim düzeldi.”


Ajda, bir yandan da Terzi Hayri’nin dikmekte olduğu kostüm provalarında görüntüleniyordu gazeteciler tarafından. Hangi şarkıya hangi kostümü giyeceği, hangi kumaşların ve hangi renklerin kullanılacağı uzun uzun konuşuluyor, terzi provaları da en az stüdyo provaları kadar hummalı geçiyordu. 

“Finale Birlikte Gideceğiz”

Takvimler 18 Şubat Pazartesi gününü gösterirken, şarkıların stüdyo kayıtları TRT yönetimine teslim edilecek, 21 Şubat Perşembe günü ise İstanbul Televizyonu Kuruçeşme Stüdyoları’nda renkli olarak yapılacak çekimlerle görüntü kayıtları tamamlanacaktı. Ancak biz 24 Şubat gününe kadar ne şarkıları duyma ne de görüntüleri izleme şansına sahiptik. Tek haber kaynağımız gazete ve dergilerdi. 

Şarkıların stüdyo kayıtlarında bulunan TV’de 7 Gün Dergisi muhabiri, besteler hakkında şu yorumları yapıyordu:


“Olsam”: “Yarışma hakkını kazanırsa, üç dakika boyunca en azından Türk müziğini milyonlara tanıtma şansı doğar bizim için. Üstelik nefis batı adaptasyonu ile, pek de yadırganmaz bu.”

“Pet’r Oil”: “Eser çok fazla Doğu motifi ile hazırlanmış, bizden, Orta Doğu’dan bir parça. Eurovision’da Doğu rüzgarları estirebilir.”

“Bir Dünya Ver Bana”: “Türkiye’den Batı’ya doğru uzanan bir parça. Melodik yapısının sağlamlığı, akılda kalıcı motifler taşıması bakımından, Avrupa finalinde şans getirebilecek bir parça.” 

Görünen oydu ki şartnamede özellikle istenen “Türk motifleri” unsurunu her üç besteci de göz ardı etmemişti. Ortaya neler çıkmıştı? Ajda’nın o güne kadarki Batılı kadın imajıyla bu şarkılar ne derece örtüşecekti? Birkaç gün sonra tüm bu soruların yanıtlarını hep birlikte, ekran başında alacaktık. 


Aynı günlerde Avrupa finali için kuralar çekilmiş ve ülkelerin sahneye çıkış sıraları belli olmuştu. Türkiye, ne yazık ki ikinci sırada sahne alacaktı. Bu tür yarışmalarda ilk sıralarda yer almanın dezavantaj olduğu söylenirdi. 

Üstelik o yıllarda aramızdaki politik gerginliğin had safhada olduğu Yunanistan’ın ekibi de Türkiye’den hemen sonra sahneye çıkacaktı. Yunanistan ve Türkiye, Eurovision Şarkı Yarışması tarihinde ilk kez bir araya geliyordu. Şimdilerde önemsiz görünen bu ayrıntı, sonraki günlerde Ajda Pekkan’ın, Yunanistan adına yarışacak Anna Vissi’yi yarışmadaki en büyük rakibi görmesiyle farklı bir boyut kazanacaktı.


İzmir’de ocak ayında başlayan Tariş grevi, işçilerin fabrikayı işgal etmesiyle eyleme dönüşmüş, 14 Şubat günü, askerlerin müdahalesiyle eyleme son verilmiş, 500’den fazla direnişçi gözaltına alınmıştı. 


Aynı gün İstanbul Valisi Nevzat Ayaz, kepenk kapatan İstanbul esnafına çağrı yaparak, dükkanlarını açmalarını istedi. Öğrenci olayları, yurt çapında devam ediyor, okullar adeta ülkedeki siyasi eylem ve gösterilerin merkezi haline geliyordu. 21 Şubat’ta uluslararası turizm acentesi TUI, yaşanan anarşi olayları nedeniyle Türkiye’yi kara listeye aldığını ilan ederek, yapılmış rezervasyonların yarısından fazlasını iptal ettiğini açıkladı. 


24 Şubat Pazar sabahı, soğuk bir kış gününe uyanan ülkenin, televizyon yayınları ulaşan her yerinde, her evinde heyecanlı bir bekleyiş vardı. Aylardır konuşulan şarkılar nihayet görücüye çıkacak ve büyük finalde Ajda Pekkan’ın seslendireceği şarkı, o gece belli olacaktı. 


Saat 12.25’i gösterdiğinde, Ajda Pekkan, üç finalist şarkısıyla ilk kez seyirci önüne çıkıyordu. Fonda “Eurovision 1980” yazan bir dekor önünde sırayla seslendirilen bestelerin görüntülü kayıtlarında, her şarkıda farklı bir kostümle, ama hep aynı siyah, uzun peruğuyla karşımızdaydı Ajda. 


Ekran başında şarkıları ilk kez izleyenler, her üçünü de ilk dinleyişte beğendi. Ajda Pekkan, gerek şarkıcılığı gerekse kostümleriyle farkını ortaya koymuştu. En çok da “Pet’r Oil”in oryantal ezgileri ve koreografisi ekran başındaki herkesi mest etmişti. Daha işin başında, “Pet’r Oil” öne geçmiş gibi görünüyordu. 

Oysa Ajda Pekkan, stüdyo kayıtları tamamlanır tamamlanmaz şarkıları, başından beri irtibatta bulunduğu dünyaca ünlü Türk prodüktör ve aranjör Arif Mardin’e göndermiş, ondan aldığı fikirlerin de ışığında, “Bir Dünya Ver Bana”nın kazanacağına neredeyse kesin gözüyle bakmaya başlamıştı. 


Bu durumu, şarkının bestecisi Cenk Taşkan, yıllar sonra şu cümlelerle anlatacaktı: “Şarkıların televizyon kaydının yapıldığı gün Ajda, stüdyoda Onno ve beni bir odaya çekti. ‘Çocuklar size çok çok iyi bir haberim var. Ben hepinizden gizli olarak şarkıları Arif Mardin’e gönderdim. Onun favorisi de sizin şarkınız. Buna çok sevindim çünkü benim de gönlüm bu şarkıdan yanaydı. Finale birlikte gideceğiz,’ dedi. El sıkıştık ve ben o gün eve büyük bir sevinçle döndüm.” 


24 Şubat günü öğleden sonra yayınlanan “Tatil Günü” kuşağı içerisinde şarkılar ikinci kez ekrana getirildi. Saat 13.30’da jüri, Kuruçeşme Stüdyosu’nda toplanmış ve şarkıları birkaç kez ardı ardına izlemiş ve aşağı yukarı fikir sahibi olmuştu. 


Televizyonda canlı yayın başladığında, saatler 20.45’i gösteriyordu. Yayının sunucusu yine Bülent Özveren’di. Ay Tarhan adında bir genç kız ise yayında Özveren’in hostesi olarak görevlendirilmişti. Aslında İstanbul Sheraton Oteli Genel Müdür Yardımcısının sekreteri olan Ay Tarhan’ın bu ilk ve son ekran deneyimi olacaktı.


22 kişiden kurulu büyük jüri stüdyoda yerini almıştı. Şarkılarda ismi olan tüm söz yazarı, besteci, aranjör ve vokalistler ve tabii ki Ajda Pekkan da oradaydı. Önce tek tek jüri üyeleri halka tanıtıldı, sonra şarkılar üçüncü ve son kez tekrar ekrana getirildi. 


Her jüri üyesi sadece bir şarkıyı birinciliğe seçme hakkına sahipti. Üçte iki çoğunluğu sağlayan, yani toplamda en az 15 oy alan şarkı birinci kabul edilecekti. 


Yapılan ilk oylamanın sonucu ekran karşısındaki çoğu kimse için sürpriz olmadı. Oylamada 11 jüri üyesi, oyunu “Pet’r Oil” den yana kullanmıştı. Kalan oyların dokuzu “Olsam”, ikisi de “Bir Dünya Ver Bana”ya gitmişti. 


Bu durumda çoğunluk sağlanamıyordu. Yarışmanın sunucusu Bülent Özveren, jüri üyelerinden ikinci bir oylama yapmalarını istedi. Ekranda Ajda Pekkan’ın arşivden çıkarılan “Bambaşka Biri” adlı şarkısı yayınlanırken, stüdyoda ikinci tur oylama yapıldı. Bu turda da “Olsam”ın alacağı 10 oya karşılık jüriden 12 oy almayı başaran “Pet’r Oil”, gecenin galibi oluyordu. 


Sonuç kesinleşmişti: 1980 Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye, Ajda Pekkan’ın seslendireceği “Pet’r Oil” adlı şarkıyla temsil edilecekti. 


“Dolmuş Müziğine bir Şaheser Hediye Edildi” 

Sıra ödül dağıtım törenine gelmişti. Sırasıyla üçüncü, ikinci ve birinci olan şarkıların ekipleri sahneye davet edildi, ödüller sunuldu. 


İşte ne olduysa, tam o sırada oldu. “Pet’r Oil”in şarkı sözü yazarı olarak ödülünü aldıktan sonra kendisine uzatılan mikrofona şunları söyledi:


Sunucu Bülent Özveren, herkesin şok yaşadığı o dakikalarda içine düştüğü sıkıntıyı yıllar sonra şu cümlelerle anlatacaktı: “O an çok sinirlendim. Bu bir müzik yarışmasıydı ve kişisel fikirlerin, hesaplaşmaların yeri canlı yayın olmamalıydı. Bir an müdahale edebilir miyim diye düşündüm ama orada TRT’nin yetkili bir sürü ismi var iken benim böyle bir müdahalede bulunmam doğru olmayacaktı. Bu konuda hala kendimi hatalı bulmam. Eğer müdahale etseydim, tepki toplardım.”


Peki neydi Şanar Yurdatapan’ı böylesi bir tepki vermeye iten sebep? Aslında her şey daha bestelerin şarkı sözleri TRT’ye ilk teslim edildiği günlerde ortaya çıkmıştı. Gerek Ajda Pekkan gerekse TRT yönetimi, politik hiciv içeren “Pet’r Oil”in sözlerinden memnun değildi. Zaten o günlerde yapılan basın toplantısında Ajda Pekkan bu şarkının sözlerinin değiştirilmesi talebinde bulunabileceğini açıkça söylemişti. Kapalı kapılar ardında bu konuşulmuş, hatta Ajda vasıtasıyla Attila Özdemiroğlu’na mesaj gönderilmek istenmişti.


Şanar Yurdatapan’ın iddiasına göre bütün bunlar TRT tarafından alenen ifade edilemiyor, 1978’de yaşanan “İnsanız Biz” hadisesine benzer bir sıkıntıyla karşı karşıya kalmamak için, şarkının yarışma dışı bırakılması fikri de gündeme getirilemiyor ve aba altından sopa gösteriliyordu. 


Bu noktada Atilla Özdemiroğlu’nun hakikaten iki cephede savaş verdiği doğruydu. Çünkü Ajda vasıtasıyla gelen haber Şanar Yurdatapan’ın kulağına gittiğinde gösterdiği sert tepki, yine bizzat Atilla Özdemiroğlu tarafından yumuşatılmış, Özdemiroğlu Yurdatapan’a: “Sen her şeyi bana bırak, ben onları ikna ederim,” demişti. 


Bu taahhüt üzerine suskun kalmayı yeğleyen ve sadece olup bitecekleri uzaktan izlemekle yetinen Şanar Yurdatapan, her şeye rağmen başından beri hissettiği baskıyı bir şekilde dile getirmeyi ve bunu final gecesi canlı yayında yapmayı kafasına koymuştu. Oysa onun istediği olmuş ve şarkı sözü, ilk halinden bu yana bir hayli değişmişse de TRT’nin rahatsızlık duyduğu cümleler yerli yerinde kalmıştı. Yapılan sadece, şarkının akışı ve prozodisi açısından müzikal anlamda gerekli olan değişikliklerdi ki zaten Yurdatapan’ın kendisi de Atilla Özdemiroğlu’nun besteci olarak bu konuda yetkisi olduğunu ifade etmişti.


O yıllar TRT denetiminin popüler müzik üzerinde Demokles’ in kılıcı misali sallandığı yıllardı. Üretilen şarkıların TRT’nin tekelinde bulunan televizyon ve radyo kanallarında yayınlanabilmesi için kılı kırk yaran Denetim Kurulu’ndan onay alması gerekiyordu. Müziğin ülkede yaşananlara koşut bir şekilde politize olduğu o günlerde, sadece müzikal yetersizlik ya da icra bozuklukları değil, kimi zaman şarkılarda kullanılan bazı kelimeler bile siyasi mesaj içerdikleri gerekçesiyle denetime takılıyor, Denetim Kurulu bu konuda gün geçtikçe daha katı ve daha şüpheci davranıyordu.


Başından beri popüler müziğin içinde muhalif tavrı ve duruşuyla bilinen Şanar Yurdatapan, hem denetim hem de telif hakları konusunda şarkıcı, söz yazarı ve bestecilerin TRT’ye karşı açtığı savaşın öncülerindendi. TRT’yle arasında zaten eskiden beri süregelen bir kan davası vardı. Bu dava 1978 Eurovision Türkiye finalinde yarışma dışı bırakılan, daha sonra Danıştay kararıyla finale katılma hakkı kazanan “İnsanız Biz” adlı şarkıyla iyiden iyiye ortaya çıkmış, “Pet’r Oil” bir anlamda bardağı taşıran son damla olmuştu.   


Şanar Yurdatapan, o gece yaşananları yıllar sonra şu cümlelerle anlatacaktı: “Ben final gününe kadar sözümü tuttum. Final günü de bir ikilem karşısındaydım. Şarkı eğer birinci olursa, Attila’ya verdiğim söz bitecek ve o güne dek yapılan baskıları açıklayacaktım. İkinci ya da üçüncü olursak ‘Birinci olamadı, ona tepki gösteriyor’ diyecekler diye tedirgin oluyordum. Ne olursa olsun, o gece oraya gitmek zorundaydım ve gittim. Birinci olup da ödül için sahneye çağrılınca o malum konuşmayı da yaptım. Önce anlamadılar. Ödülü reddettiğimi ifade eden son cümleyi söyleyince ortalık karıştı. Ben aslında hemen kapıdan çıkıp gidecektim ama kapıda bekleyen görevliye canlı yayın bitene kadar kimseyi dışarı bırakmaması tembihlenmişti. Kapıcı beni söylediklerimden dolayı tebrik etti ama gitmem için kapıyı da açmadı.”  


Tartışma uzadıkça uzayacak, o yıllarda güncel politika dışındaki konulara pek itibar etmeyen köşe yazarları bile köşelerinde günlerce Şanar Yurtapan olayını konu edeceklerdi. Olayın hemen ertesinde Attila Özdemiroğlu’nun TRT Genel Müdürlüğüne yazdığı özür içerikli mektup, 26 Şubat Salı gecesi TRT haberlerinde yayınlanacak, ancak sürmekte olan gerginliği azaltmak için yazılmış bu mektuba karşılık Şanar Yurdatapan’ın iddialarında ısrar etmesi, besteci ve söz yazarı arasındaki ilişkileri de kopma noktasına getirecekti. Dönemin en önemli müzik dergisi Hey’in Genel Yayın Müdürü ve başyazarı Doğan Şener’le Şanar Yurdatapan arasındaki söz ve tekzip düellosu haftalarca sürdü.


Ekran başındaki hemen herkes, zaten ilk dinleyişte çok sevdikleri “Pet’r Oil”in kazanmasından fevkalade memnundu memnun olmasına ama aynı şey Ajda ve TRT yönetimi için söylenebilir miydi?


Ajda Pekkan, hiç beklemediği bu sonuç karşısında neye uğradığını şaşırmış, hatta ağlamaklı olmuştu. Kuliste TRT yetkilileriyle konuşurken “Beni kandırdınız,” demesi boşuna değildi. En az ihtimal verilen şarkı, Ajda’nın en istemediği şarkı birinci olmuştu. Batılı imajı nedeniyle Batı’ya karşı silah olarak seçtiğimiz şarkıcıyı, alabildiğine oryantal bir şarkıyla bizi temsil etmek üzere görevlendirmiştik. İşin bu kısmı halk cephesinde çok da sorgulanmayacaktı. Herkes şarkıyı o kadar çok sevmişti ki, televizyondan yapılmış kayıtlar daha ertesi gün plak ve bant stüdyolarında çoğaltılmış korsan kasetlerle elden ele dolaşmaya başlayacak, “Pet’r Oil” birkaç gün içerisinde sokaklardaki çocukların dahi diline dolanacaktı.


Ajda Pekkan, o gece sonucu öğrenince hissettiklerini yıllar sonra şu cümlelerle anlatacaktı: “Jüri içerisinde benim çok eski arkadaşlarım da vardı; gerek basından, gerekse muhitimden. Bunların içinden ismi lazım değil, birisine çok güveniyordum. Jüriyi çok rahat etkileyebilecek birisiydi. ‘Olsam’ ya da ‘Bir Dünya Ver Bana’ yı tercih ettiğimi ona gayet güzel söyledim. Finalde oylamadan sonra heyecanla ‘İkisinden hangisi birinci?’ diye sordum. Suratını ekşiterek bana ‘Pet’r Oil’ dedi! ‘İnanmıyorum, şaka yapıyorsun herhalde,’ dedim. ‘Şaka yapmıyorum,’ dedi ve müthiş bir edayla çekti gitti yanımdan. Öyle kaldığımı hatırlıyorum. Herhalde birileri benimle alay ediyor ya da kuyumu kazmaya çalışıyor diye düşündüm içimden. O anda başka hiçbir şey aklıma gelmedi.”


Yarışmada birinciliği “Pet’r Oil”e kaptıran diğer iki şarkının yaratıcılarının yarışmadan hemen sonra verdikleri demeçlerse yenilir yutulur gibi değildi:

Şerif Yüzbaşıoğlu: “Eğer Hollanda için yeniden bir düzenleme yapılacaksa ne ala... Yoksa ülkem ve Türk müziği adına utanırım. Çünkü bu şarkı yalnızca Suudi Arabistan’ı temsil edebilecek bir görüntüde. Karar verdim, artık Ferdi Tayfur’dan ders alacağım.”


Cenk Taşkan: “Eğer yarışmalarda kıstas buysa, bundan böyle bu tür yarışmalara katılmayacağım. Çünkü Eurovision benim ekolüme ters düşüyor.”


Onno Tunç:
“Yıllarca boş yere çalışmış, boş yere uğraşmışım. Meğer derece almak ne kadar da kolaymış, bizim de haberimiz yokmuş.”

Fikret Şeneş: “Geçerli olan buysa, biz de bundan sonra arabesk şarkılara söz yazalım madem öyle.”


Bu tepkiler ve Şanar Yurdatapan hadisesi, finalden sonra Sheraton Oteli’nde verilecek yemeğin de tatsız tuzsuz geçmesine neden olacak, gece boyunca fısıltılı konuşmalar, asık suratlar gözlerden kaçmayacaktı.


Ajda Pekkan, daha baştan bir-sıfır mağlup olduğunun çoktan bilincine varmışsa da profesyonellik neyi gerektiriyorsa onu yapmaktan kuşkusuz geri kalmayacaktı. Artık dönüşü yoktu. Finalin hemen ertesinde basına yaptığı açıklama da bunu gösteriyordu: “Benim için artık şu parça iyiydi, bu parça kötüydü tartışmaları bitti. Ben bu işin neferiyim. Benim davam artık ‘Pet’r Oil’ davası değil; Türkiye davasıdır.”


Haksız sayılmazdı. TRT yönetimi bile TRT yayın ilkelerine ve Denetim Kurulu kurallarına hiç ama hiç uymayan bu şarkının birinci seçilmesinden memnuniyetsizliğini ifade etmekten geri durmuyor, Ajda ise arkasına aldığı halk desteğine rağmen yalnız kaldığını hissediyordu. TRT Yönetim Kurulu üyelerinden Mukbil Özyörük’ün o günlerde bir gazetede yayınlanan köşe yazısında yer alan şu cümleleri aslında her şeyi çok net bir şekilde özetliyordu:

“Haydi bakalım Ajda Hanım. Yıllardır Avrupa’da biriktirdiğin sanat mevduatının birazını itibar bankasından çek, Darülaceze’ye bağış kabilinden harca da bize bir şeyler getir.”

Yazıda geçen bir başka cümle, TRT’nin şarkıya bakış açısını da anlatır gibiydi: “’Pet’r Oil’le son yılların dolmuş müziğine bir şaheser hediye edildi!” (O yıllarda gittikçe popüler olmaya başlayan arabesk müziğe, minibüs, dolmuş ve taksilerde sıklıkla çalınmasından yola çıkarak bazı çevrecilerce “dolmuş müziği” adı takılmıştı.)

Her şeye rağmen ne yapılacak edilecek, yarışmaya bu şarkıyla gidilecek ve muhakkak başarı kazanılacaktı. Ajda'nın kitabında başarısızlığın yeri yoktu. Kaldı ki olası bir başarısızlığı Ajda’nın kendisi kadar halkın kabul edebilmesi de pek mümkün görünmüyordu bu saatten sonra.


Betül Mardin, Nino Varon ve Ajda’nın bağlı bulunduğu Philips Plak şirketinin de dâhil olduğu ekip, çalışmalarına hızlı bir şekilde başladı. Hem dört koldan Avrupa’da tanıtım çalışmaları yapılacak, hem de şarkı Batılı kulakların da sevebileceği bir şekle sokulacaktı. Şarkının Fransızca ve İngilizce versiyonları da derhal kaydedilecek, basılacak plaklar yayın yasağı sona erer ermez Philips tarafından Avrupa ve Türkiye’de piyasaya sürülecekti. 


En az öncekiler kadar zorlu, yeni bir süreç başlıyordu şimdi. Artık tek hedef, 19 Nisan 1980 gecesi Hollanda Lahey’de yapılacak büyük finaldi.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: "İLK BEŞE GİRMEMİZ KESİN!"

YAZI DİZİSİNİ İLK BÖLÜMÜNDEN İTİBAREN OKUMAK İÇİN TIKLAYIN

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 23, 2020 03:50

November 13, 2020

Şımartın Duygu'yu

Duygu Soylu - "Kara Elmas" 


Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, kameraların objektiflerinden ekranlara yansıyanlar hiçbir zaman gözün gördüklerinin yerini alamayacak. İnsan sadece gözüyle görmüyor, kulağıyla duymuyor çünkü. Dokunarak, koklayarak, tadarak da görüyor, duyuyor.


Hâl böyleyken Duygu Soylu’nun mecburen mecburen mecburiyetten “online” olarak yapılan albüm dinleme ve lansman etkinliği, şarkılarını ilk kez dinleyen ben ve bencileyin birkaç şanslı fani için iki boyutlu bir deneyim olarak kaldı. Ne o heyecanın içine tam olarak girebildik, ne de coşkunun. Konuşurken, nefes alıp verirken ağzımızdan, burnumuzdan ister istemez çıkan o damlacıkların da Allah cezasını versin. Bizi göz göze, el ele değmeden iletişim kurmaya mahkûm ettiler.


Oysa küçük yaşlarından itibaren müziğin içinde yoğrulmuş, hayatını müziğe adamış, bu uğurda çıktığı yolda adım adım ilerlemiş bir genç müzisyen için günün birinde bir albüm sahibi olmak ne kıymetli bir şeydir. “İşte bu benim. Bu da bütün tecrübem, emeğim, eğitimim, hevesim, gücüm… Şimdi beni tanıyın, beni dinleyin,” deme cesaretini bulduğu o an ne eşsizdir. Bu cümleleri hiç dillendirmese bile gözbebeklerinde görmek, oraya gelmek için özene bezene hazırlanırken sıktığı parfümün kokusunu duymak, elini sıkarken ne kadar heyecanlı olduğunu hissetmek…


Müzik böyle bir şey değil midir zaten? İnsandan insana bir alışveriş… İnternetten sipariş verilebilecek bir şey değildir; bizzat gidip almak gerekir. Onun seni ayağına kadar gelmesi yetmez; senin de onun ayağına gitmen gerekir. Konserler bunun için vardır. Albümler bunun için vardı. Bir süredir ikisi de yok denecek kadar az.


Bereket ki Duygu Soylu, “Şimdi size bir tek parçayla kendimi anlatayım; yok eğer anlamazsanız bir parçayla daha denerim. Bir parça, bir parça daha derken öyle parça parça, bölük pörçük giderim,” dememiş. Tutmuş, adıyla sanıyla, boyu bosu endamıyla, anlı şanlı bir albüm yapmış. Adını da babasının ona hitabından yola çıkarak “Kara Elmas” koymuş.  


Zaten bir Kenan Doğulu konserine gitmiş iseniz Duygu Soylu ismi muhakkak hafızanızda yer etmiştir. Uzun yıllar Kenan’ın vokalisti olan Duygu, konserlerde kendisine solo verilen anlarda müthiş sesiyle seyirciyi şaşkınlığa uğratırdı her defasında; benim de en az dört-beş kez şahit olmuşluğum vardır bu duruma. Rezonansı, tartımı, volümü ender bulunur, Tanrı vergisi sesi ve sesini gürül gürül, çağıl çağıl kullanma biçiminden etkilenmemek mümkün değildir.


Tabii şimdi dijital platformunuza tıklayıp albümün ilk şarkısını dinlemeye başladığınızda “Bu ses mi gürül gürül, çağıl çağıl?” diye sorabilirsiniz. Yattığınız ters köşeden kalkabilmek için albümün tamamını dinlemeniz gerekir. Albüm demek de zaten en çok bu demektir.


Albümün açılışını yapan ve aynı zamanda ilk klip şarkısı olan seçilen “Oldu Olacak”, sözleri Duygu Soylu’ya, müziği Duygu Soylu ve Nedim Ruacan’a ait bir şarkı. Düzenlemeyi ise Kenan Doğulu yapmış. Kenan Doğulu, Doğulu Productions etiketiyle yayımlanan “Kara Elmas”ın sadece prodüktörlüğünü üstlenmemiş nitekim; bütün düzenlemelere de kendisi imza atmış.


“Oldu Olacak” nefis bir “riff” ve salınımla yürüyen, inceden alaturka melodik yapısıyla kulağı yakalayan kadife yumuşaklığında bir şarkı. Duygu Soylu böylece “Sesim çok güçlü ve ben bunu avaz avaz göstermeliyim” yanılgısına kafa atarak giriyor albüme ve müzik kariyerinin en önemli virajına ki yakın kalibrede sese sahip solistlerin dakika bir gol bir düştüğü tuzağa düşmemeyi başarıyor.


Kenan’ın 2019 Harbiye Açık Hava konserini yazarken şöyle de bir çekince iliştirmişim yazıya: “Duygu Soylu deseniz gerçekten inanılması güç, çağıl çağıl ama bir o kadar da riskli bir sese sahip. Kenan ona bir albüm yapıyor, ne zaman çıkar bilmem ama albümde de sahnedeki kadar çığlık çığlığa şarkı söylüyorsa çok sevmek ve beğenmekle dayak yemiş kadar olmak arasında bir yerlerde kalmayız umarım.”

Hah işte, bu korktuğum şey olmamış.


Tabii ki albümün tamamı bu kadar sakin sularda gezmeyecek. Duygu Soylu, Bergüzar Korel’e rakip çıkmadı nihayetinde. Biliyorum, artık hiçbir şeye 15 saniyeden fazla odaklanamıyorsunuz ama siz yine de acele etmeyin, yavaş yavaş dinlemeye devam edin. Sırada “funky” bir şarkı var çünkü.


Sözleri Kenan Doğulu’ya ait “Şımart Beni”nin müziğinde Kenan Doğulu ve Devrim Karaoğlu imzası var. Bir önceki şarkıdan tamamen farklı olarak, son derece Batılı bir melodik yapı üzerine kurulu bu parça, Duygu Soylu’nun şarkıcılığı konusunda bir başka keşif yapmamızı sağlıyor. Bu tarz ve türde Türkçe bir parçayı, hele ki geçmişinde İngilizce şarkı söylemişlik deneyimi çok olan bir şarkıcının Türkçe vurgularını ve diksiyonunu sağa sola kaydırmadan söylemesi pek görülmüş şey değil. Memleket sınırları dâhilinde çok ama pek çok örnek gösterebilirim bu konuda. Hep bir İngiliz/Amerikan aksanı festivali, yanlış vurgu bayramı, bozuk prozodi şölenidir Batılı tarzda Türkçe parçalar. Duygu Soylu bu tuzağa da düşmemiş. “Online” lansmanda bunu söylediğimde Kenan ve Duygu şöyle bir bakıştılar, gözümden kaçmadı. Muhtemelen albüme çalışırken bu meselenin üzerinden geçmişlerdi.


Özellikle piyano akorları ve şarkının sonuna adeta saklanmış gibi duran soloyla cazın kıyılarında gezinen “Rüzgâr Gibi Geçti”, albümün en güçlü şarkılarından biri. Söz ve müziği Kenan Doğulu’ya ait bu şarkıda Duygu Soylu, sesini genişçe bir aralıkta peslerden tizlere dolaştırırken çok rahat.


Aynı rahatlığı peşi sıra gelen “O İş Bende”de de duymak mümkün. Kenan Doğulu’ya ait bu besteye Saadettin Dayıoğlu, oyuncaklı, hınzır sözler yazmış. Düzenleme, bu defa nefeslilerin de katılmasıyla yine “funky” bir havada ilerliyor. ‘90’larda olsak “Kandırdım” gibi, “Ben Güzelden Anlarım” gibi “hit” bir dönem şarkısı olması çok muhtemeldi ama bu haliyle daha geniş zamanlı bir yerden ses veriyor şarkı.


Sırada bir Evrencan Gündüz bestesi var. Albümün ikinci şarkısından buraya kadar gelen seyri zaten sırada bir Evrencan Gündüz bestesi olmasını doğal olarak gerektirmiş gibi. Sözleri Tuğrul Cettahoğlu, Ceyl’an Ertem, Kenan Doğulu ve Saddettin Dayıoğlu ortaklığıyla yazılmış “Senlensem Ya”, “blues” sınırlarında dolaşan, şahane bir balad. Hani yaz üstüne İngilizce sözler, sal Amerika’ya, Kanada’ya, dinlensin; o derece. Açıkçası cayır cayır bir elektrogitar solo beklemedim değil ama velakin şarkının içinde usul usul gezinen “synth” sesler de az havalı değil.


Sözleri Kenan Doğulu ve Fikri Karayel, bestesi Kenan Doğulu imzası taşıyan “İncilerin Dökülür”, albümün Kenan Doğulu kokusu en çok hissedilen şarkılarından biri. Hani 40 metre öteden duysak “Bu bir Kenan şarkısı,” diyebileceğimiz türden. Sözlerdeki Fikri Karayel imzası için de bir şey söylemek lazım. Şarkı yazma pratiğinin tezini çoktan vermiş Kenan Doğulu, onun kıdeminde birinin kendinde hak göreceği “en doğrusunu ben bilirim, benim her yaptığım şahanedir” kafalarını hiç yaşamıyor olsa gerek. Albüm lansmanında kimi şarkıları anlatırken, “Bu şarkı epeydir duruyordu, yazdığım sözleri beğenmiyordum,” ya da “Sözlerin bir kısmını yazamadım bir türlü, sonra Fikri tamamladı,” gibi cümleleri açık açık söylemekten hiç çekinmiyordu. Pişmek başka bir şey, böyle bir şey.


“İncilerin Dökülür”ü dinlerken, Kenan’ın dokunaklı melodilerine mi, Cenk Erdoğan’ın perdesiz gitarına mı, Duygu Soylu’nun benim diyen nice şarkıcıya taş çıkaracak nüanslarına mı daha çok bayılırsınız, orası sizin bileceğiniz iş.


Yine kendini çok belli eden bir Kenan Doğulu bestesi var sırada. Hem sözü hem müziğiyle albümün alışageldik pop skalasına en kolay oturtulabilecek şarkısı “Can Kenarı”, tam da bu sebeple ortalama dinleyiciyi en kolay oltaya alacak şarkı olabilir. Davulun “kick”i boşa değil. Hafif oryantal nağmeler ona keza. Bu şarkı şunu da gösteriyor ki Duygu Soylu, sesiyle sadece Batılı değil, Doğulu tınılara da hâkim olabiliyor.


Aynı minvalde, nefeslilerin Balkan, buzukinin Akdeniz sıcaklığıyla ısıttığı, şahane vokal kompozisyonlarının neşesine neşe kattığı “Dediydin”, ilk dinleyişte kulağı yakalayan bir şarkı ve söz ve müziğinin Kenan Doğulu tarafından yazıldığını kartonete bakmadan tahmin etmek mümkün. Bu şarkı da dâhil olmak üzere, ben diyeyim üç, siz deyin dört tane “hit” olabilecek şarkısını gözü kapalı Duygu’ya emanet eden Kenan’ı alkışlamak lazım. Lansmanda tam da bu sebeple Kenan’a “Duygu sana kaç para verdi?” diye soğuk bir espri bile yaptım ama ne yapayım? Kaç babayiğit usta, çırağının elinden bu kadar sıkı tutabilir?


Hayır, albümde “Kara Elmas” diye bir şarkı yok ama “Kara Kaşık” var; o da albümün son şarkısı. Tıpkı ilk şarkı gibi bunun sözlerini de Duygu Soylu yazmış, besteye ise Duygu Soylu ve Nedim Ruacan ortak imza atmış. Bu ferah, püfür püfür şarkıyla ve yine pop-caz tınılarıyla tamamlanıyor böylece albüm. Dinlediğimiz hiçbir şeyden rahatsız olmadan, kulağımız yorulmadan, canımız sıkılmadan.


Bundan 10 sene sonra da açıp dinleseniz, “sound”u eskimeyecek bir albüm bu. Türler arasında ustaca gezinirken kendi içinde tutarlılığını hiç kaybetmemiş, müziğin gelip geçişi olmayan evrensel kabullerine sırtını sağlam dayamış bir albüm. Pandemi halet-i ruhiyesi, “rap” modası, “trap” modası gibi günden, gündemden etkilense, bugün yeterince el üstünde tutulmasa da olur. Uzun vadede değerini daha çok bulacaktır. Albüm çıkışının üzerinden bir hayli zaman geçmesine karşın bu yazıyı yazmak istemem de bundandı zaten.


Tebrikler Duygu Soylu, Kenan Doğulu ve albüme emeği geçen herkes. Hani albümün ikinci şarkısının adına da gönderme yapmak icap ederse, sizi ne kadar şımartsak, o kadar yeri. Her şeye rağmen iyi müzik yapılabileceğine dair inancımızı tazelediniz çünkü.

KASIM 2020

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 13, 2020 12:02

October 29, 2020

Bu Hande Nimet Nimet!

Hande Yener - "Carpe Diem"
Müziğin geldiği yer çok a-acayip. Geldi mi yoksa gitti mi, o da tartışılır. Şarkı/albüm servis edilen platformlarda vitrine çıkarılan her şey şarkı mı, bunlar şarkıysa müzik ne, müzik buysa Bhrams kim, Albinoni kim filan gibi kafamda deli sorular dönenip duruyor nicedir. Bir besteci, bir bestecinin bulduğu bir melodi, bir armoni, bir nezaketli ince söz ve o nezaketli ince sözü söyleyecek şarkıcı olmadan da “şarkı” yapabilmenin ve satabilmenin, böylece maliyeti alabildiğine düşürmenin yolunu buldu global müzik piyasası. Bir dönem elektronik dans müziği ambalajına sarıp sattılar bu ucuz malı, şimdilerde “hip hop” ambalajıyla satıyorlar. Oysa her iki müzik türünün de kendi içinde artistik ve teknik dinamikleri, iyi kötü bir felsefeleri vardı. Hâlâ var ama artık pek az bir kısmında.

Türkiye’de bu yeni sürüm “hip hop” çok ama pek çok sevildi. Belki de “sevdirildi” demeliyim. Çünkü şöhret olmak ve öyle 15 dakikalığına filan değil; alabildiğine şöhret kalmak, daha doğrusu paraya tahvil edilebilen bir tanınırlık kazanmak isteyen kuşağı Instagram, YouTube, Tik Tok filan kesmiyordu. Neden “müzisyen” de olmasındı? Bunun için bir bilgisayar, birkaç paket program ve biraz da çalakalem laf öbeği yeterdi.

Yetti de nitekim. Geldi “Mary Jane”ler, gitti “Nimet”ler. Dijital müzik platformları elbette bu (şarkı demeye dilim varmıyor) “şey”leri destekleyecek, memlekette evvel ezel bunlar dinleniyormuş gibi gösterecekti. Ne de olsa ticaret denilen şey, ucuz malı allayıp pullayıp değerli diye satmak, böylece gerçekten değerli olanı da değersizleştirmek becerisi değil miydi? Memleket topyekün “Dedim götür beni aya,” dinlerken, “Bir yemin ettim ki dönemem,’ demek için 50.000 dolar verilir miydi? Verilse, kimse dinler miydi?

Belki buna alışmamız lazım. Belki hayatın yeni formu bu. Belki de artık daha az bilgi, daha az beceri, daha az emekle üretilen, daha amatör, daha kısa ömürlü ve hatta süresi de daha kısa şeyler daha değerli. Hatta belki filan değil; kesin öyle. Bu saatten sonra biz ne desek ne söylesek “boomer” duracağız. Gelin görün ki, “boomer”lar da vardır.

Bildiğim kadarıyla ülkemiz yasalarında henüz pop müzik dinlemek için 14-18 yaş aralığında olma zorunluluğu da. Dolayısıyla pop müzik yapmak için de 14-18 yaş aralığına hitap etme zorunluluğu yok. Ecnebiler buna “adult pop” da diyorlar. Gayet seksi bir isim bence.

2000’ler popunun şanlı bayrağını dalgalandırarak “teenage”, “adult” demeden gönülleri fethetmiş, peşi sıra gözünü karartıp kendi trendini yaratmaya cesaret etmiş bir ikon Hande Yener. İkon gibi ikon. Öyle ya; müziğini tutarsızlık pahasına evirip çevirmek onda, yaptığıyla ettiğiyle, dediğiyle demediğiyle konuşulmak onda, saçını yirmi yılda otuz beş ayrı renk ve model yapıp sürreal kostümler, imajlar ve kliplerle beyin yakmak onda. Bir müzik ikonundan daha ne bekleyebiliriz ki? Tabii ki Madonna’yla kıyasladığınızda çakma durur. Türk müzik sektörünü Amerikan müzik endüstrisiyle kıyaslandığınızda ne kadar benziyorlarsa, Hande Yener de Madonna’ya o kadar benzeyebilir. Orasını geçelim.

Severiz, sevmeyiz, beğeniriz, beğenmeyiz, eleştiririz, göklere çıkarırız. E biz de ne yapalım? Elimizde bu var. En azından yan gelip yatmadı. Cin de kovalasa, kuş da uçursa, yetmedi üstünü kremayla sıvasa bile denedi. Çok yanıldı ama çok da denedi. Yerinde saymak değil belki ama biraz istikrar hiç fena olmayabilirdi. Olmadı. Kimisi de öyledir. Her yaptığını çok beğenir. Gözü kör, kulağı sağır olur yaptığını beğenirken. Hâlâ da beğeniyor olmalı ki en son izlediğim devlet garantili konserinde, kaynına kız istemeye giden edepli yenge kostümüyle, “yalanların aktığı bir yerde susamak” istediğini söylüyordu (ki sahiden de o sebepten bir susama isteği için biçilmiş kaftandı içinde bulunduğu yer ve durum.)

Neyse… “Konumuz o değil”e gelene kadar yine bir araba laf ettim. Hande Yener’in 20’nci yılına özel, özene bezene hazırladığı, hazırlamalara ve bu yüzden de ertelemelere doyamadığı yeni albümü “Carpe Diem”, bir süre önce Poll Production etiketiyle piyasaya çıktı. Daha da çıkmasaydı, “Spotify Top 50 müziği”nden içimizin çıkması an meselesiydi. Bize de bir değişiklik oldu. Şarkı söyleyen bir ses duyduk en azından.

Bak konuya neresinden girdim şimdi… Hande Yener’in ilk yıllarında pek sevdiğim ses rengi ve şarkı söyleme biçiminin zaman içerisinde evrilmesi, daha doğrusu devrilmesinden pek rahatsız olduğumu, bu konuda Hande’yi fırsatını buldukça cümlelerimle dövdüğümü bilen bilir. Neyse ki Hande bir süredir bu duruma aydı. Biz baymadan o aydı ve az önce bahsi geçen konserinde de görüldüğü üzere eski sesini ve şarkı söyleme biçimini kaybetmediğini biz naçiz dinleyicilerine gösterdi (ki o konser de pek güzel “mix”lenmişti; canlı söylemesine rağmen adeta “playback” yapar gibiydi ama şimdi onun konumuzla bir alakası yok.)

Diyeceğim o ki, “Carpe Diem”de, her şeyden önce sesinin rengini ve tınısını şöyle doğru dürüst dinletebilen bir Hande Yener var. Ara ara, “bu gece yaşananların en uzuuuuuunu” derken yaptığı gibi bilgisayarla üretilmiş metro anonslarının yanlış vurgularına kendini kaptırsa da (ki Sinan Akçıl’la çalışıp da bu kötü alışkanlığı edinmeyen kimse yok sanırım), neredeyse 10 yıl sonra kendi sesine ve şarkı söyleme biçimine bu kadar yaklaşmış olması sevindirici. Albümü dinlemeye başladığımda, daha ilk şarkıda bunu fark ettim ve derin bir oh çektim.

Berksan ve Mişa ortaklığından çıkmış “Aşk Sandım”, albüme “cool” bir açılış yapıyor. Ben bu ‘80’ler “synthesizer sound”unun 2020’lere uyarlanmış halini pek seviyorum. Yakın dönemde buradan yürüyen çok sayıda genç müzisyen var. Hande de trendi doğru bir yerden yakalayarak 20’nci yılına bugünün tam içinden bir adım atarak giriyor. Şarkının sonlarına doğru duyduğumuz gitar solo da nefis.

Yine aynı ikilinin yazdığı “Bulut”, robotik yapısı ve sofistike sözleriyle, “Apayrı” ekolünden izler taşıyan bir şarkı. En yakın rakibi, bir televizyonun sabah programında sevenlerini Flash TV estetiğine doyurmaya azmetmişken, Hande çıtayı yukarı çakarak devam ediyor albüme. Nitekim peşi sıra gelen “Senden Çok”, daha ilk saniyelerinde dinleyeni içine çeken “riff”i ve “groove”uyla aynı etkiyi sürdürüyor. “Senden Çok” bir Berksan şarkısı ama Misha’nın bütün albüme hâkim olmuş müzikal anlayışının şarkıyı bir hayli parlattığı da bir gerçek.

Albümde Hande Yener’in Altan Çetin dönemine yakın duran şarkılar da var. Fikri Karayel’in elinden çıkmış “Aşk Elinde” bu türden bir şarkı. Doğrusu, yaptığı birçok işi çok beğendiğimiz Fikri Karayel’in albümün bütünü üzerine çıkamayan, yeni bir önerme getirmeyen bu şarkısı bir parça hayal kırıklığı yaratıyor. Kaldı ki “aşk şöyle yapıyor böyle ediyor, öyle uçuyor böyle kaçıyor” türevi şarkı sözlerinden de bir miktar sıkılmış olabiliriz.

Bu şarkı sözü meselesi albümün yumuşak karnı, yeri gelmişken söyleyeyim. Albüm hakkında yazılan çizilenlerden de gördüğüm kadarıyla bu konuda dertlenen bir tek ben değilim. Şimdi yine kıyaslamak gibi olmasın ama, geçenlerde Madonna’nın gelmiş geçmiş bütün kliplerini içeren DVD’lerini izleyesim geldi. Madonna’yı elbette politik bir yerde konumlandıramayız. Sonuçta politik her söz, her tavır onun için amaç değil; müziğini ve imajını satmak için bir amaç. Bununla birlikte kadının her klibinde, her şarkısında az ya da çok bir dünya görüşü, bir fikir, subliminal ya da değil, bir mesaj var. Hadi onlardan geçtim, bir söylenmemiş söz, bir slogan, dile pelesenk olacak bir cümle olsun. “Carpe Diem”in bu tarafı, albümün iddialı adına rağmen epey zayıf. Aynı mevzularda sıkışıp kalmış gibi.

Misal, hemen sıradaki şarkı, “Başka Dudaklar”da, “boza boza kesin kuralları, öpüyorum başka dudakları” gibi sert iki cümleyi öncesi ve sonrasındaki cümlelerle destekleyemiyor Berksan. Sanki o iki cümleyi önce bulmuş da kalan satırları çalakalem yazmış gibi.

“Başka Dudaklar”, 2000’lerde “Dance eJay” programı kullanılarak yapılmış “remix”ler gibi tınlayan düzenlemesiyle modernle demode arasında bir yerlerden ses veren bir şarkı ve albümün bütünü içerisinde “sound”uyla biraz ayrıksı duruyor.
Buna karşın peşi sıra gelen ve Mete Özgencil’le Devrim Karaoğlu’nun elinden çıkmış “Boşuna”, ritim yürüyüşüyle bugüne selam çakıp, eski Hande şarkılarının tadını veriyor. Albümdeki iki yavaş şarkıdan biri bu.

Evveliyatı epey eskiye dayansa da son dönemde pek bir moda olan “reggaeton” memleketimizde de çok sevildi, malum. Nasıl sevilmesin? Bildiğin bizim halay havası aslında; bir davul zurnası eksik. Buyurun “Carpe Diem”e. Beyaz Show devam ediyor olsaydı, Beyaz’ın Hande’yi konuk ettiğinde, şaka olsun torba dolsun diye bu şarkıyı davul zurnayla çaldırması yüzde yüz ihtimaldi. Öyle bir şey “Carpe Diem”. Sevmemek, bir dinleyişte hafızaya alıp, nerede duysak eşlik etmemek, omuz oynatıp diz kırmamak imkânsız gibi. Yapışkan, kışkırtıcı, sinir bozucu ve eğlenceli. Hayır, adı “Carpe Diem” olunca da ne bileyim, insan daha serin bir şarkı bekliyor. Alakası yok.

Oradan tekrar “Apayrı” dönemine el uzatan “Melekler Şeytanlar”a geliyoruz. Bu stil Hande’nin üzerinde çok iyi duruyor. Bunun bir tık fazlası da bir tık azı da avam kaçıyor. Daha önce denedi, hep beraber gördük sonuçlarını.

Daha genç kuşak Hande’nin kariyerinde “Apayrı”yı mihenk taşı alır; ben “Aşk Kadın Ruhunda Anlamıyor”u alırım. “Apayrı” bir kırılma noktasıdır, farklıdır. “AKRA” ise o dönem popunun tam orta yerinden ses vererek o türde ve tarzda yapılabilecek en iyi şarkıları çıkarmış, bir bakıma noktayı koymuştur. Zaten Hande istese de (bakkal, çakkal ya da ne derseniz ne deyin adına) o türde, o albümün üzerine çıkamazdı. Doğru yerde ve zamanda rotayı değiştirdi.

Yine Berksan ve Mişa ortaklığıyla yazılmış melodisi ve sözleriyle sanki “AKRA”dan çıkıp gelmiş gibi tınlayan “Kaç”ı bu albümde ayrı bir yere koydum bu yüzden. Sevdim, bağrıma bastım, öptüm, kokladım. Hiç inkâr etmedim, popun eğlencesini severim. Benim olayım bu. “Kaç”ı da bu bakımdan pek sevdim.

Söz ve müziğini Berksan’ın yazdığı “Yolcu”, albümün diğer yavaş şarkısı. Batılı, hoş bir balad. Biraz karanlık, depresif ama müzikal tadı yüksek bir kapanış yapıyor albüme. Bir kere daha "oh be" diyorsunuz Hande’nin şarkı söyleyişini duydukça. Allah bir daha “Kraliçe”ler, “Kış Kış”lar filan yaşatmasın ne Hande’ye ne de bize. Âmin.

Şimdi yazının başında söylediklerimi buraya bağlayacak olursak; Memlekette epeydir ihmal edilen, neredeyse yok farz edilen “adult pop” hedef kitlesini, üstelik de zamanında bu kulvarlarda at koşturmuş çok sayıda müzisyen “trap”lere, “rap”lere teslim olmuş, Feride Hilal Akınlara, Irmak Arıcılara, Bilal Sonseslere, olmadı Ezhellere, Eypiolara, Murdalara filan yanlamışken, Hande’nin neredeyse tek başına kucaklaması yabana atılmayacak kadar kıymetli. Hadi gençlerin de anlayacağı dilden söyleyeyim (bu kadar uzun cümleyi okumaya üşenmiştir onlar şimdi): “Bu Hande nimet nimet!”

Tabii müzik sektörünün çarkları eskisi gibi dönmüyor artık. Dijital platformlar albüm sevmiyor mesela. Satış yok; sayısal parametreler, algoritmalar var. Aptal dijital zekâ belirliyor neyi sevip neyi sevmeyeceğimizi. İsteseniz de o döngüden çıkamıyorsunuz. Haliyle bu albümün şarkılarını “Spotify Top 50”de görmek mümkün değil. Ne gam!

“Teenage”ler gece gündüz “hip hop” dinliyor olabilir ama biz orta yaş ve üstü gece gündüz Zeki Müren, Müzeyyen Senar dinlemiyoruz; bize hitap eden pop müziği de pekâlâ dinliyoruz. Dedim ya, “boomer”lar vardır. Pop müzik de vardır (Bknz: “Carpe Diem”) ve hep var olmaya devam edecektir. Beğenmeyenler yallah Kaliforniya’ya; “hip hop”ın hası orada!
EKİM 2020
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 29, 2020 12:44

June 13, 2020

"Ay Em Kulum Deme Bana!"


Geçtiğimiz şubat ayında müzik yazarı Hikmet Demirkol’un YouTube’da yayınlanan programına konuk olmuş Onurr. Orada, Sakin döneminden “Küçük Prens” adlı şarkıyı da söylemiş ve bu kayıt aynı kanala performans kaydı olarak da konulmuş.

Yıl 2020, yani Sakin döneminin üzerinden neresinden baksanız 10 yıldan fazla bir zaman geçmiş. Bu süre zarfında Onur Özdemir, Onurr olarak sayısız pop şarkısına imza atmış, “Nerdesin Aşkım?” gibi, “Çak Bir Selam” gibi “hit”ler çıkarmış, ayrıca şarkıcı olarak da tekliler ve bir de albüm yayımlamış.

Gelin görün ki onun hakkında internette okuyabileceğiniz on yorumdan sekizi, “rock”çıyken popçu olması üzerine hâlâ. Hâl böyleyken yukarıda bahsi geçen “Küçük Prens” videosunun altına yazılanlara artık sessiz kalamamış ve şu cevabı vermiş Onur:
“Ya bir şeyi de lağım ağzınızı açmadan izleyin, bir sevin ya. Aynı senin gibi boş aptal tipler, biz zamanında Peyote'de çalarken yeterince ‘etnik rock’ olmadığımız için de dalga geçerdi... O zaman da yeterince iyi değildik birileri için. Albüm çıktı, bu sefer de fazla ‘indie’ olduğumuz için dalga yerdik. Ulan grup dağıldı başka türlü dalgalar. Çıktık şarkı okuyoruz başka türlü. Gerçekten Allah belanızı versin ya. Hayatta başka insanlarla dalga geçip, kendi varlığını ancak oradan kurabilen asalak tiplersiniz. Hep dalga geçin, makara yapın e mi! Sizin gibi denyolar yüzünden sıçıyor dünya... İki tane daha böyle mesaj okursam zaten tüm çocuksu hevesim kaçacak; bir daha da sittin sene ne sakin dinlersin benden ne de bi’ şey! Senin yüzünden de binlercesi de hasret kalır, mutlu olursun evinde oturup tüm mutsuzluğunla. Ulan ufacık heveslerle giriyoruz yaptığımız her şeye ama senin gibi merhametsiz birkaç tane tip yüzünden her şey mahvolur gider, hayat... Neyse köpeklerimle mutluyum; dönerim hayatıma, yazarım şarkılarımı, yaşar giderim zaten. Sana gelince: çünkü mutsuzsun!”

Biraz hırçın bir cevap mı? Belki evet ama hak vermemek de elde değil. Bu internetteki yorum terörü ayrı ve uzun bir tartışma, hatta araştırma konusu, onu geçiyorum. Onur’un canı istemiş, kulvar değiştirmiş, üstelik koştuğu yeni kulvarda da başarısız olmamış. Ha siz beğenmezsiniz, dinlemezsiniz, o tür size hitap etmez ya da değiştirdiği kulvarda o kadar başarısız olmuştur ki söylenmekte beis görmezsiniz o ayrı. Ama aradan geçen onca yıla, bu kulvarda yapılmış onca iyi işe rağmen hâlâ “Ya senin cidden 'artistim benim' diye şarkın mı var yaa” diyerek yorum yapmak da zorbalık artık.

Onur bir süredir “Onurr aka Onur Özdemir” adını verdiği YouTube kanalında çeşitli “demo” ve konser kayıtlarını yayınlıyor. Bunların arasında Sakin’in konser kayıtları da var, İzel’e, İrem Derici’ye verdiği şarkıların “demo” kayıtları da. Meraklısı için gayet eğlenceli. Bu yakınlarda ise aynı kanalda iki yeni şarkı servis etti ve bu şarkıları diğer dijital platformlarda da kendi hesabına yayımladı.

Şarkılarla ilgili detayı Onur’un video altı açıklamasından öğreniyoruz:
“Kenarda kalmış bazı şarkılarımı, arkadaşlarımla söyleyip, evde kaydedip, el-yapımı kliplerle burada paylaşacağım :) Genelde dört başı mamur lansman hazırlıkları bende yüksek anksiyeteye sebep olduğundan, bir süre böyle low-profile takılıp, müziğin keyfini sürerken, beni duymak isteyen insanları da kendimden mahrum bırakmamış olacağım. Umarım seversiniz.”

Bu şarkılardan ilki “rap”çi INS’in de eşlik ettiği “Erken Final”. Söz, müzik, düzenleme ve video prodüksiyonu Onurr tarafından yapılmış. Bir hafta arayla yayımlanan ikinci şarkı da her şeyiyle Onurr’un elinden çıkmış ve “Son Gecemiz Gibi” adını taşıyor.

Her iki şarkı da hiç “low-profile” hissi yaratmayan, gayet profesyonel kaydedilmiş işler, onu söyleyeyim. O hissi yaratan ama ciddi ciddi firmaların etiketiyle çıkmış nice şarkı var ortalıkta. Bunun da ötesinde her ikisi de güçlü kuvvetli, tertemiz pop şarkıları. Ben daha ziyade “Erken Final”i sevdim ve nicedir arayıp da bulamadığım, eğlenceli, akılda kalıcı, eşlik ettiren ve hatta dans ettiren bir pop şarkısı bulmaktan gayet memnun kaldım. 


Zaten içimiz daralmış aylardır pandemi mandemi derken… Öte yandan ülke gündeminin sinir bozuculuğu… Bir de bir süredir üzerimize boca edilip duran, en popçumuzun bile fasulye gibi nimetten sayıp can simidi gibi sarıldığı “arabesk trap” kafalardan ikrah etmişiz. Hakikaten şarkıdaki gibi “biri gelip bizi kurtarsın” yani.


Ha bu arada şarkıda geçen İngilizce cümleyi dinlerken hiçbir şekilde anlamadım. Ta ki sözlerine bakana kadar. O vakte dek “Ay em kulum deme bana” ne demek diye dolandım durdum ki meğerse “I’m cooler than ever” diyormuş Onurr orada.


Diğer şarkı “Son Gecemiz Gibi” ise yine günü yakalamış “sound”u, yüksek temposu, dile kolay gelen sözleriyle ama en çok da düzenlemesinin incelikli girdi çıktısıyla kulağı dolduruyor. 


“Artistim Benim” diye şarkı mı olur lan diye vır vırlanana kadar oturup Onurr’un bugüne dek yaptığı işleri, en çok da 2017 yılında yayımlanan “Bir Kahramanlık Hikâyesi” adlı albümünü dinleyin. Dikkatle kulak verirseniz, Türkçe pop kulvarında nasıl zekice, ne kadar sınırların dışında işler yaptığını fark edeceksiniz zaten, benim söylememe gerek yok. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 13, 2020 07:56

June 10, 2020

"Ajda Saçmalıyor!"

Seninle Üç Dakika
1980 - 2. Bölüm


“Hızlı, Ritimli, Bol Vokalli...”

“Daha önceden asil listedeki bestecilerin eserlerini hiç söylediniz mi?

Şarkı siparişi verilecek bestecilerin adları belli olduğunda İstanbul Radyosu’nda bekleyen gazetecilerin Ajda’ya sordukları ilk soru buydu. Ajda’nın cevabı kısa ve netti: “Hayır. İlk kez onların bestelerini söyleyeceğim.”


Şerif Yüzbaşıoğlu ve Ajda Pekkan, Atina'ya gitmek üzere uçağa binerken, Yeşilköy Havalimanı, 1969
Ajda, o anın heyecanıyla unutmuş olmalıydı. Zira 1969 yılında, üstelik yine bir uluslararası yarışma olan ve Yunanistan’da düzenlenen Apollonia Müzik Festivali’nde Şerif Yüzbaşıoğlu’nun bestesi “Perhaps One Day” ile dördüncü olmuştu. 


Ajda Atina'da, 1969
Attila Özdemiroğlu ise Ajda’nın ilk plaklarına aranjör olarak imza atmış, hatta o yıllarda Ankara’da yaşayan Özdemiroğlu, Odeon Plak’la 10 Ajda plağına düzenleme yapmak için anlaşma imzalayınca İstanbul’a taşınmıştı.   
Attila Özdemiroğlu
Tabii şu da bir gerçekti ki, Ajda’nın kariyeri boyunca bestelerini seslendirdiği yerli besteci sayısı bir elin parmakları kadar bile değildi. Yani Ajda sadece bir yarışma girmiş olmanın riskini almıyor, aynı zamanda kendi kariyeri için de risk unsuru yüksek bir işin içine giriyordu.
Seçilen bestecilere görev tebliğ etme işi Bülent Özveren’e verilmiş, Özveren de toplantıdan sonra konuştuğu Hulusi Tunca’dan bestecilerin adres ve telefonlarını bulmak konusunda yardım istemişti. Böylece ertesi gün, yani 2 Aralık 1979 Pazar günü, Bülent Özveren, yine TRT’den Bülent Varol, Hey dergisinden Hulusi Tunca ve foto muhabiri Haluk Aktar’la birlikte tek tek bestecilerin evlerine gidecek ve TRT tarafından kendilerine verilen görevin tebligatını yapacaktı.

Öğle saatlerinde Taksim’deki Keban Oteli’nde buluşan ekip, önce Şerif Yüzbaşıoğlu’nun Gümüşsuyu’ndaki evine gitti. Onu evde bulamayınca Esentepe’ye geçip, Attila Özdemiroğlu’nun kapısını çaldılar.

Özdemiroğlu sözleşmeyi okuyup imzaladıktan sonra ekip bu defa Turhan Yükseler’i ziyaret etmek üzere Şişli’ye gitti.    
Şişli’den sonra istikamet Kurtuluş’taki Cenk Taşkan’ın eviydi. Taşkan’a da görev tebliğ edilip sözleşme imzaladıktan sonra bu defa Anadolu yakasına geçmek üzere yola çıkıldı.

O günlerde Bursa’da askerliğini yapmakta olan Melih Kibar, hafta sonu için İstanbul’a gelmişti Feneryolu’ndaki evindeydi.

Pazar günü evinde bulunamayan Şerif Yüzbaşıoğlu ise pazartesi günü Stüdyo Hayri’de bulunacak ve sözleşmeyi orada imzalayacaktı.

Böylece beş bestecinin beşi de TRT tarafından verilen görevi kabul etmişti. Bu durumda, aksi bir şey olmadığı sürece süreçte yedek bestecilere iş düşmeyecekti.
Beş besteci, Ajda Pekkan, Beste Ismarlama ve Eleme Jürisi üyeleri ve TRT yetkilileri 4 Aralık Salı günü İstanbul Radyosu’nda ilk kez bir araya geldi.

Bu ilk toplantı gayet olumlu bir havada geçti. Orada bulunan herkes, yarışmanın şartnamesi ve bundan sonrasındaki gidişatıyla ilgili fikir ve görüşlerini beyan etti ve görüşülen bazı hususların TRT yönetimine teklif olarak götürülmesi kararı alındı.

Şartnamede, şarkı sözlerinin 10 Aralık tarihine kadar teslim edilmesi isteniyordu ki besteciler önlerinde kalan sürenin buna yeterli olmayacağı görüşünde fikir birliği ediyorlardı. Yine şartname gereği şarkıların tek bir piyano eşliğinde kaydedilerek teslim edilmesi gerekiyordu. Peki bu bantlarda şarkıları kim seslendirecekti? Tek bir piyano ile şarkının havasını doğru yansıtmak mümkün olabilecek miydi?

Beş besteciden istenen beş şarkının, halka sunulmadan önce üçe indirilecek olması da bestecilerin pek aklına yatmamıştı. Finalde doğrudan doğruya beş eserin de yarışması isteniyordu. Bütün bu hususlar TRT yönetimine sunulmak üzere yazıya dökülecek, bir kısmı kabul görürken, bir kısmı göz ardı edilecekti. Yine de TRT’nin bestecilerle böylesi bir işbirliğine gitmesi herkesi memnun etmişti. Ajda Pekkan’ın göreve seçilmesiyle doğan iyimser hava, giderek artıyordu.



Bu ilk toplantıda Ajda Pekkan bestecilere karşı hem çok sıcak hem de bir o kadar mesafeliydi. Bestecilerden hiçbir özel isteği olmadığını beyan edecek, hatta şimdiden tartışılmaya başlanan vokal grubu ve şarkı söz yazarı seçimlerinde bestecilerin tamamıyla özgür olduklarını söyleyecekti. “Benim tarzımı ve ses rengimi biliyorsunuz zaten,” diyordu Ajda. “Biliyorsunuz Eurovision’da ritmik parçalar geçerli. Hızlı, ritimli, bol vokalli bir beste bize çok şey kazandıracaktır.”

Görevlendirilen beş besteci bir anda gündemin baş köşesine oturmuştu. Gazete ve dergilerde sürekli haberleri çıkıyor, demeçleri baş sayfalarda yer buluyordu. Ortada hem bir dayanışma, hem bir rekabet, hem bir milli görev bilinci hem de içten içe bir soğuk savaş vardı. Kabul etmeli ki bu beş besteci arasında mekik dokumak zorunda kalacak olan Ajda Pekkan’ın işi en zoruydu. Her birine aynı mesafede durabilmek, tarafsız kalabilmek ve bunu kamuoyuna da net bir şekilde gösterebilmek gerekiyordu.

Oysa daha şarkılar ortaya çıkmamışken bile herkes Ajda’nın gönlünün en çok kimden yana olduğunu merak ediyordu. Kuşkusuz besteciler de… Öyle ki, beş besteciden dördü, yıllardır Ajda şarkılarına imza atmış söz yazarı Fikret Şeneş’le çalışmaya çoktan niyet etmişti bile. Fikret Şeneş kuşkusuz ülkede bu işi en iyi yapabilecek birkaç isimden biriydi. Ancak bestecilerin bu düşüncesi daha ziyade taktik hesap nedeniyleydi.
Fikret Şeneş ve Ajda Pekkan
Öte yandan ismi yedek listede kalan besteciler cephesinde tepki vardı. Bunlardan biri olan Selmi Andak şöyle diyordu:
“TRT’nin beş kişilik bir kurul kanalıyla, bestecileri - başvuruları olmadan – asil ve yedek diye ayırması ve adlarını yayınlaması sınıf, renk, ırk ayrımı gibi bir klas farkı yaratmaktadır. Bu yakışıksızdır ve insan haklarına aykırıdır.”

Bir başka “yedek besteci” olan Esin Engin de Selmi Andak’la aynı fikirdeydi:
“Kesinlikle böyle bir görevi kabul etmiyorum. Jüri böyle bir ayrım yaparak bizi halkın gözünden düşürdü, küçülttü. Yapılan komediden başka bir şey değil.”

Seçilen ilk on besteci arasında adı geçmeyen Ali Kocatepe de tepkisini şöyle dile getiriyordu:
“Jürinin bestecileri seçerken hangi ölçüleri dikkate aldığını gerçekten anlayamadım. Eğer akademik bir kariyer ölçü olarak alınmışsa, listede bu niteliğe sahip olmayanlar var. Eğer bestecilerin bundan önce ürettikleri eserleri dikkate alınmışsa, hayatlarında bugüne kadar bir – iki beste yapmış arkadaşlar var listede.”   
Bu konudaki tartışmalar süredursun, o hafta sonunun cumartesi gecesi Ajda Pekkan televizyonda Halit Kıvanç’ın sunuculuğunu üstlendiği “Zaman Zaman İçinde” adlı eğlence programının konuklarından biriydi. Ancak bu konukluk Eurovision’la ilgili değildi. Hatta programda izleyeceğimiz Ajda, bildiğimiz Ajda da değildi. Programın formatı gereği her bölümde bir Türk müziği solisti pop şarkısı, bir pop şarkıcısı da alaturka şarkı söylüyordu. Ajda da o gece ekranda ilk kez bir alaturka şarkı söyledi.  



Özenli Türkçe telaffuzu, ölçülü gırtlak nağmeleri, bir süre önce boyadan yandığı için kısacık kestirdiği koyu renk saçları ve alaturka tuvaleti ile Ajda “Ayrılık Yaman Kelime” adlı şarkıyı öyle güzel söyleyecekti ki, ekran başındaki herkes Eurovision için Ajda’nın seçilmiş olmasına bir kez daha sevinecekti. Ajda’nın başaramayacağı iş yoktu. Şüphesiz bunu da başaracaktı.


“Ajda’ya Danışmaya Hiç Niyetim Yok!”
Bestecilerle yapılan ilk toplantıdan beş gün sonra Ajda Pekkan, Çiğdem Talu'nun evindeydi. Melih Kibar o yine askerlik nedeniyle sadece hafta sonu için İstanbul’daydı ve bu yüzden fazla zamanı yoktu. Görüşmede Melih Kibar’ın besteleri dinlendi, şarkı sözleri okundu ve Eurovision için hangi şarkıların uygun olabileceği konuşuldu. Bu ilk görüşmeden çıkan haber, Ajda’nın Melih Kibar’ın bestelerinden çok etkilendiği ve Eurovision haricinde de birlikte çalışmak istediği, hatta üç besteyi de yeni uzunçalarına koymak üzere satın aldığı yolunda idi ancak bu haber hiçbir zaman gerçeğe dönüşmeyecekti.    

İkinci görüşme Atilla Özdemiroğlu ile oldu. Fikret Şeneş’in de katıldığı bu görüşmede yine kimi besteler dinlendi, fikir alışverişinde bulunuldu. Ancak Atilla Özdemiroğlu, görüşmeden sonra yapacağı açıklamada söz yazarı olarak Fikret Şeneş’le çalışmayacağını, şarkının sözlerini kendisinin de yazma ihtimali olduğunu ifade edecekti.

Fikret Şeneş, Ajda Pekkan’ın Cenk Taşkan’la görüşmesi esnasında da hazır bulunuyordu. Cenk Taşkan, hazırda var olan bestelerini dinletti, Ajda, şarkıları beğendiğini söylemekle yetindi.

Turhan Yükseler besteci olarak görevlendirince, hemen bir şarkı bestelemişti ve Ajda’yla görüştüğünde henüz bestesinin rötuşlarını yapma aşamasındaydı.

Besteciler arasında Ajda Pekkan’la görüşmeye ihtiyaç duymayan tek isim Şerif Yüzbaşıoğlu olacaktı. Yüzbaşıoğlu hem “Bu konuda Ajda’ya danışmaya hiç niyetim yok çünkü yıllardır Ajda’yı da sesini de tanırım,” diyerek tavrını başından ortaya koyacak, hem de diğer besteciler gibi açıklamalar yapmaktan kaçınarak sessiz ve derinden ilerlemeyi tercih edecekti.



Hey dergisinin 17 Aralık 1979 tarihli sayısında Hulusi Tunca tarafından kaleme alınan “Besteler Yarı Hazır Ama Sözler Hâlâ Yazılmadı” başlıklı haber, şarkılar konusundaki son gelişmeleri ilk kez bestecilerin ağzından kamuoyuna aktarıyordu.


Attila Özdemiroğlu: “Önce bestemi yapıp, ondan sonra da ona göre söz yazdıracağım. Bu konuda Fikret Şeneş ile temaslarımız oldu. Fakat kesinlikle onun yazması söz konusu değil.”

Cenk Taşkan: “Hazırladığım iki besteyi Fikret Şeneş’e verdim. Birinin sözleri hemen hemen tamam. Hatta adının da ‘Hoş Geldin Dünyama’ olmasını düşünüyoruz. İkinci bestenin sözleri de bugün yarın belli olur. O da hazır olunca hemen Ajda Hanım’a dinletecek ve onun da görüşlerini aldıktan sonra ikisi arasında bir seçim yapacağım.”

Melih Kibar: “Çiğdem Talu ile birlikte gene ortak bir çalışmanın içine girdik. Aklımıza geldikçe ben notaya, o da kağıtların üzerine döküyor içinden geçenleri. Anlayacağınız benim bestem sözü ve müziği ile aynı anda ortaya çıkacak.”

Şerif Yüzbaşıoğlu: “Benim anlayışıma göre önce beste yapılır, sonra ona göre söz yazılır. Bestemi hazırlamaya başladım. Önümde abartmasız yüzlerce söz var. Bu arada her gün bir yığın şarkı sözü yazarı telefon edip birlikte çalışmamızı teklif ediyor. Bestem tamamlansın, sözlere sonra sıra gelecek.”

Turhan Yükseler: “Büyük jüri Ajda Pekkan’ı seçince hemen onun için bir parça hazırlamaya başladım. 5 Aralık’ta piyanonun başına oturdum. Hemen hemen bitti sayılır. Yalnızca finali kaldı. Vokalli, ritmik bir parça. Sözlerini Fikret Şeneş yazacak.”

Şartname gereği besteciler şarkıların sözlerini 10 Ocak 1980 tarihine kadar TRT’ye teslim etmek zorundaydılar. Zaman giderek daralıyor, bestecilerin tamamıyla iletişim kuramayan Ajda'nın tedirginliği gün geçtikçe artıyordu. Şarkılar kısmında yeterince etkin olamadığı düşünen Ajda cephesi bir yandan da yurt dışı bağlantıları ve tanıtım üzerine kafa yoruyordu. 



Ajda'nın menajeri Egemen Bostancı, bu maksatla Ajda'yla birlikte Ankara'ya gideceklerini, Başbakan Süleyman Demirel, Mieclis Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil, Turizm Bakanı Barlas Küntay ve TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu'nu ziyaret edeceklerini açıklamıştı basına. Açıkça dile getirilmese de Ajda, TRT'nin bu safhada onu yalnız bıraktığını düşünüyor, bu söylenti kulaktan kulağa yayılıyordu.   

"Ajda Saçmalıyor!"

Tam da o günlerde Ajda'nın 4 Ocak 1980 tarihli Gong dergisinde  yayımlanan sözleri ortalığı karıştıracaktı. Ali Rıza Türker'in Ajda'yla yaptığı kısa röportaj şöyleydi:



Ali Rıza Türker: Eurovision şartnamesinin "Türk Motifli" beste ilkesine Eurovision kalıplarına uygun düşmediği için karşı çıktığın söyleniyor. Sen ne diyorsun?..

Ajda Pekkan: Şartnamenin öngördüğü bir noktaya itiraz etmem olanaksız. Yalnız ben, hazırlanan bestelerin sesime uygun, pop ritminde ve canlı olmasını istiyorum. 

Ali Rıza Türker: Sonuçta kendine uygun görmediğin bir besteyle karşılaşırsan ne yapmayı düşününürsün?

Ajda Pekkan: Vallahi şu Zerrin'in söylediği Orhan Gencebay'ın bestesi "Gönül"ü koltuğumun altına alır, giderim. 

Ali Rıza Türker: Fakat nasıl olur?.. Plak olmuş bir parçayla Eurovision Yarışması'na katılman olanaksız. 

Ajda Pekkan: Evet biliyorum. Verdiğim bir örnekti. "Gönül" benzeri bir parça demek istedim. Akdeniz havasını verecek bir parça olmalı. Gencebay'ın "Gönül" parçasında bu motif çok güçlü.  



“Gönül”, Orhan Gencebay’ın eski bir bestesiydi ve arabesk formundaydı ancak o günlerde şarkının Esin Engin tarafından düzenlenen yeni versiyonu çok popüler olmuştu. Bu versiyon disko ritmindeydi, çok hızlı ve dinamikti ve bir anda “hit” haline gelmiş, şarkıyı seslendiren genç şarkıcı Zerrin Özer’i de zirveye taşımıştı.


Yarışmanın herkes tarafından çok iyi bilinen şartnamesi gereği, daha önce yayınlanmış bir şarkıyla ülkeyi temsil etmek mümkün değildi. Şüphesiz bunu Ajda Pekkan da biliyordu. “Gönül”den çok etkilenen Ajda Pekkan, görüştüğü bütün bestecilere o şarkıyı örnek vermişti ve onun için hazırlanan bestelerden umduğunu bulamadığı için mi bilinmez, “Gönül”ü bir kez de basında gündeme getirmişti. 



Bu demece Şerif Yüzbaşıoğlu ve Cenk Taşkan’ın yanıtları ise bir hayli sert olacaktı:

Şerif Yüzbaşıoğlu: “Ajda saçmalıyor! ‘Gönül’ plak olmuş bir şarkıdır ve Ajda’nın bu iddiası saçmadır. Gencebay Türkiye’de ünlü bir müzisyen. Ajda, Gencebay’ın bir bestesiyle yarışmaya katılırsa, belki onu Avrupa çapında da meşhur edebilir. Kaldı ki Orhan Gencebay bestelerine akor koyuyor, daha geniş orkestrasyon da yapıyor... Fena mı?..”

Cenk Taşkan: “Ajda benimle görüştüğünde de ‘Gönül’den söz etmişti. Parçalarda aradığı Akdeniz havasını Gencebay’ın bestelerinde buluyorsa haklı olabilir. Çünkü Mısır’ın da Akdeniz bölgesinde toprakları var. Madem Ajda gitmek için işi yokuşa sürüyor, versinler bana Nükhet Duru’yu, gidip ilk on arasına girelim.”



TRT'ye teslim edilen şarkı sözlerinin basına yansıması için fazla zaman geçmesine gerek kalmadı. Böylece o güne dek ortalıkta dolaşan söylentilerin yerini somut bilgiler alıyordu. Şerif Yüzbaşıoğlu’nun sözlerinin büyük ihtimalle eşi Şenay tarafından yazılması beklenen şarkısında söz yazarı olarak hiç umulmayan bir ismin, Adnan Yumuk’un imzası vardı. Şarkı “Olsam” adını taşıyordu.

Melih Kibar’ın bestesinin sözleri, zaten bilindiği üzere Çiğdem Talu tarafından yazılmıştı ve şarkının adı “Cennet”ti.

Turhan Yükseler’in sözleri Fikret Şeneş tarafından yazılan şarkısı ise “Sevgi Nedir, Nasıl Sevilir?” adını taşıyordu.

Cenk Taşkan’în bestesinin sözlerini de Fikret Şeneş yazmıştı. Ancak bu şarkı Taşkan’ın daha önce adını telaffuz ettiği “Hoş Geldin Dünyama” değildi; “Bir Dünya Ver Bana” adını taşıyan bir başka şarkıydı.

Atilla Özdemiroğlu’nun bestesine beklendiği üzere Şanar Yurdatapan tarafından söz yazılmıştı. “Pet’r Oil” adını taşıyan şarkının sözleri o yıllarda yaşanan petrol darboğazını anlatan, politik göndermelerle dolu, esprili bir şarkıydı ve beş şarkı arasında sözleri en çok şaşırtan bu olmuştu. Okuyan hiç kimse bu sözleri Ajda’ya yakıştıramamış, herkes onun böyle bir şarkıyı nasıl söyleyeceğini merak etmeye başlamıştı.

Şimdi sıra bestelerin stüdyoda kaydedilip, bantlarının TRT’ye teslimine gelmişti. Teslim edilecek beş şarkının halkın önüne çıkmadan Beste Ismarlama ve Eleme Jürisi tarafından üçe indirilecek olması heyecanı bir kat daha arttırıyordu.



"Ajda Pekkan Yalnız Kalmayacak"

Herkes bestelerin TRT’ye son teslim tarihi olan 18 Ocak’a odaklanmışken, Ajda Pekkan, o güne kadar suskun kalmayı tercih edecekti. Kimseyle görüşmek istemiyordu. Yakın çevresinden alınan haberlere göre Ajda’nın kendisine karşı düzenlenen bir “komplo”dan bahsettiği söyleniyor, ancak söz konusu “komplo”nun kimler tarafından ve ne maksatla düzenlendiği konusunda kimse bir fikir yürütemiyordu. Çok belli ki zamanın gittikçe daraldığı o günlerde, tedirginlikler, huzursuzluklar iyiden iyiye artmıştı. Kim bilir belki de Ajda Pekkan, üzerine aldığı sorumluluğun ne kadar ağır olduğu konusunda gün geçtikçe daha fazla fikir sahibi oluyor ve bu da ister istemez onu baskı altına sokuyordu.

Bestelerin teslim tarihi olan 18 Ocak’tan bir gün önce, TRT’nin göreve başlayalı bir ayı henüz doldurmuş olan yeni Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu ve Ajda Pekkan bir araya gelecek ve basının karşısına çıkacaktı. 



Şarkıların hazırlık aşamasında aktif rol oynamayan TRT, bazı çevreler tarafından Ajda’yı yalnız bırakmakla suçlanıyordu ve bu basın toplantısı bir nevi iddiaların aksini ispat için yapılmış bir gövde gösterisi idi. Ajda’nın eserlerin teslimden hemen önce söyleyeceği son sözler merakla bekleniyordu. Nitekim o da şarkılar hakkında daha önce hiç vermediği kadar bilgi verecekti bu basın toplantısında.

Ajda Pekkan sözlerine, Eurovision’u “sportif” bir yarışma olarak ele aldığını, amacının Türkiye’yi milyonlarca kişiye, en iyi şekilde tanıtmak olduğunu, bu ulusal görevde el birliği ile destek beklediğini söyleyerek başlayacaktı. 



Ardından besteler hakkında sorular soruldu. Ajda “Ne yazık ki kolektif bir çalışmaya giremedik, fikir alışverişi yapamadık,” diyerek Atilla Özdemiroğlu ve Şerif Yüzbaşıoğlu’nun bestelerini henüz dinleyemediğini manidar bir dille ifade etti.
Dinlediği şarkılar hakkında yorum yapması istendiğinde ise “Üçü de nefis... Hepsini çok beğeniyorum,” diyerek orta yolu bulmaya çalışacak ama ısrarlar karşısında dinlediği her şarkı için ayrı ayrı da yorum yapmak zorunda kalacaktı.
Ajda Pekkan ve TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu
“Cenk’in bestesi nefis bir latin disco havasında. Ayrıca introduction (giriş) kısımlarında kulağa çok hoş gelen Türk ezgileri var. Çok sükse yapabilir yarışmada. Melih’in parçası nefis Türk ezgileriyle hazırlanmış. Çok çok sempatik bir parça. O da Eurovision’da ilgi çekici olacaktır kuşkusuz. Turhan’ın parçası çok Avrupai, Abba tarzı nefis bir parça.”

Ya diğer parçalar? Bestelerini duymasa bile sözleri okumuştu Ajda.
“Şerif Yüzbaşıoğlu’nun 'Olsam' adlı bestesinin sözleri çok güzel bir şiir. Ama beste ile ne derece uyum sağlayacak, dinlemeden bilemem. 'Pet’r Oil', fikir olarak çok güzel, harika. Ancak bence sivri bir konu. Uluslararası bir yarışmada çok şimşekleri çekebilir. Bu yüzden beste seçilirse ki Atilla Özdemiroğlu’ndan çok güzel bir şey çıkacağından yüzde yüz eminim, belki sözlerin değişmesi için öneride, istekte bulunabilirim.”

Ertesi gün takvimler 18 Ocak Cuma gününü gösteriyordu. Heyecanla beklenen gün nihayet gelmişti. Saat 13:00’da İstanbul Radyosu’na eserini teslim etmek üzere gelen ilk isim Cenk Taşkan oldu. Ardından sırasıyla Turhan Yükseler, Melih Kibar, Şerif Yüzbaşıoğlu ve Atilla Özdemiroğlu geldiler ve hazırladıkları bantları Bülent Özveren’e imza karşılığı teslim ettiler. 



Dananın kuyruğu böylece kopmuştu. Bestecilerin görevi şimdilik bitmiş, beş besteden üçünün seçilmesi için top tekrar jüriye atılmıştı.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: "DOLMUŞ MÜZİĞİNE BİR ŞAHESER HEDİYE EDİLDİ!"

YAZI DİZİSİNİ İLK BÖLÜMÜNDEN İTİBAREN OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 10, 2020 07:52

June 8, 2020

"Hiç Hayır Dedin mi, Soru Sordun mu?"


Sezen Aksu - "Kaybedenler"

Sezen Aksu 2018 yılında çeşitli dönemlerde yapılmış “demo” kayıtlarını resmi YouTube kanalı üzerinden yayımlamaya başlamış ve sonrasında bu 12 kayıt “Demo” adı verilmiş bir albüme dönüşmüştü. Şahane bir projeydi; tam da akustik furyasının alıp başını gittiği günlerde, bildiğimiz bilmediğimiz makyajsız Sezen kayıtlarını dinlemek, Sezen’in kendini neredeyse görünmez kıldığı son yılların acısını çıkarıp sesini soluğunu daha yakın mesafeden duyabilmek onu seven herkese iyi gelmişti.

“Demo” projesini ikinci ayağı, geçtiğimiz ocak ayında “Yetinmeyi Bilir misin?”le başladı. Ardından beklenmedik bir biçimde sıfır kilometre bir şarkıyla “Ben de Yoluma Giderim”le devam etti. Pandemi süreci başlayıp da Sezen cephesi de herkes gibi bir süreliğine durunca, “Ne Yapayım Şimdi Ben?”in gelişi Nisan ayını buldu ve geçtiğimiz günlerde de projenin dördüncü şarkısı “Kaybedenler” servis edildi.

“Kaybedenler” ilk kez 2001 yılında Ebru Gündeş tarafından seslendirilmiş, 2004’de ise Levent Yüksel’in “Uslanmadım” adlı albümünde yer almıştı. Şarkıyı Sezen’in sesinden de dinledik sonra; 2009 yılında yayımlanan “Yürüyorum Düş Bahçelerinde” adlı albümde. Günışığına çıkan bu farklı kayıt ise videonun altında bizzat Sezen Aksu tarafından kaleme alınan açıklamadan anlaşıldığı üzere Aykut Gürel tarafından yapılan ilk düzenlemesiymiş. İnsanı damardan yakalayan, deşen Sezen şarkılarından biri. Bu versiyon, şarkının ruhuna pek uygun alaturka düzenlemesiyle önceki Sezen versiyonunun bir tık üstünde bence. 

“Yakın mesafeden duyabilmek” dedim az önce. Sahiden öyle. Zaten bu “Demo” projesi başlamadan önce de Sezen’in başka isimlere verdiği şarkıların “demo” kayıtları dolaşıp dururdu internette. Ben gibi meraklısı da bayılırdı bunları dinlemeye; kimisinin kayıt kalitesi düşük olsa da. Mesela benim hepsini internetten indirip bir klasör yapmışlığım vardır. Başka seslerden aşina olduğumuz o şarkılar Sezen’in sesinde nasıl tınlamış, şarkıların neresinde, ne değişiklikler yapılmış… Üstelik bir de resmi kayıt değiller düşünsenize, bir şekilde sızmışlar stüdyodan işte… Gayri resminin yasak tadı da var. Dinleme de yanında yat!

“Demo” projesiyle artık resmileşmiş olsa da bu kayıtlar Sezen’in şarkı yazıp çizdiği, müzisyen klanıyla söyleyip kaydettiği stüdyonun, evin ya da artık her neresiyse orası, şarkıların hayata geldiği ama bizim tam olarak adresini bile bilmediğimiz yerlerin arka kapılarını açıyor bize. İçeri sessizce giriyor, o üretim anlarının, o deneme yanılma ve bulma heyecanlarının, o uhrevi meclisin içine sızıyor, bir köşeye ilişip, şarkılara şahit yazılıyoruz.

Bu bana çok heyecan verici geliyor ve tam da bu yüzden bu “demo” kayıtların biraz daha eşelenmesini istiyorum bütün kalbimle. Daha eskileri mesela; Onno’lu, Attila’lı Uzay’lı zamanları… Yok mudur oradan kayıtlar? İllaki vardır. Belki kayıtları çok temiz değildir, belki şimdi dinleyince kulağa hoş gelmiyordur ya da yarım yamalaktır. Varsın olsun! Biz gönüllü şahitler olarak hepsine razıyız.    
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 08, 2020 11:51

June 4, 2020

Çiğdem Erken - "Uyandım Yoksun"


"Hayal Et Kendini Yollarda"

2011 yılında Çiğdem Erken’in ilk albümü “Kız Kafası” hakkında yazdığımda “Yüksek Ökçeli, Kırmızı Şarkılar” başlığını uygun görmüşüm yazıya. Yeni albümünü yazmaya başlamadan önce o yazıyı tekrar okumak istedim. Uzun uzun, girdili çıktılı cümlelerle anlattıklarım bir yana, başlığın ne kadar doğru atıldığını görüp kendi kendime şişindim, böbürlendim.



O albümün kapak fotoğraflarının bana verdiği ilhamla attığım başlık, albümü değil, Çiğdem Erken’in müziğini tanımlamış aslında. Erken’in yeni albümü “Uyandım Yoksun”u dinlerken bunu bir kez daha anladım. Zira kendi içinde devinen, evrilen müzikal anlayışa rağmen bütüne sinmiş o dişil enerji hâlâ yerli yerinde.

Geçtiğimiz günlerde Ada Müzik etiketiyle yayımlanan “Uyandım Yoksun”, Çiğdem Erken’in dördüncü albümü. 2011’den bu yana iki de film “soundtrack” albümü yayımladı Erken: “Benim Adım Feridun” ve “Bizi Hatırla”. Bir de “Gülizar” adlı televizyon dizisinin albüme dönüşmemiş müzikleri, şarkıları var. Bu üç çalışma da Çağan Irmak projesiydi ki “Uyandım Yoksun”da Çağan Irmak’ın kendisi ile beraber bu çalışmalardan da izler var.


Albümdeki üç şarkı “Gülizar” dizisinden. Dizi için bestelenen ve dizinin başrol oyuncusu Farah Zeynep Abdullah tarafından seslendirilen “Hüzün Dibi” ve “Kanatsız Kızlar” bu kez Çiğdem Erken’in sesiyle çıkıyor karşımıza. 

Dizi, bir genç kızın içinde doğduğu ve yaşadığı tüm zorlu şartlara rağmen güçlü olabilme ve kalabilme hikâyesiydi zaten ki bu iki şarkının dinleyene doğrudan verdiği his de o. 
Yine aynı diziden “Ben Seçtim Yolumu” ise albümde bir Çiğdem Erken – Halil Sezai düetine dönüşmüş.

Erken ve Sezai, bir önceki albümde de “Dünyayı Durduran Şarkı”yı birlikte seslendirmişlerdi ve o şarkı bir hayli ilgi görmüştü. “Ben Seçtim Yolumu” da bu albümün en büyük kozlarından biri. Zira Çiğdem Erken ve Halil Sezai’nin hem müzikal anlamda şahane bir uyumları var hem de aynı duygunun iki yüzünü dinleyene geçirebilen çok farklı ve çok benzer bir his ortaklıkları. Doğan Duru tarafından yapılmış düzenlemedeki klasik yaylı partisyonları ve özellikle giriş kısmı şarkının etkisini daha da arttırıyor.

Doğan Duru albümün tamamında aranjörlüğü ve prodüktörlüğü üstlenmiş. Böylece yıllardır alışkın olduğumuz Çiğdem Erken tavrının ana yolundan yer yer yan yollara da sapan, başka çeşniler de deneyen bir müzikal biçem çıkmış ortaya. 

Albümdeki iki şarkı, “Sanki Bir Masalmışız” ve “Kafamız Yıldızlı Pekiyi” de Duru’nun söz ve müziğini yazdığı şarkılar. Albümü ilk kez, daha kartonete bakmadan dinlerken Doğan’a ait şarkıların bunlar olduğunu anlamam zor olmadı. Hem melodik hem de sözel üslup olarak kendini hemen hissettirdi zira şarkılar. İlginçtir ki Çiğdem Erken müziğinin içinde hiç aykırı durmuyorlar öte yandan. İhtimal vermezdim ilk bakışta ama her ikisinin de klasik müzikten geliyor oluşlarının ve elbette birbirine yakın dünya görüşlerinin ortak dilinde buluşurken belli ki hiç teklememişler. Hatta teklemek ne kelime, iki taraf için de yenilenmeyi, sınır dışına çıkmayı beraberinde getiren bir güç birliği olmuş bu.

Çiğdem Erken’in en eski bestelerinden biri olan ama bugüne dek albümlerine girmemiş, ilk kez “Benim Adım Feridun” filmi için Halil Sezai tarafından seslendirilmiş “Yeniden Doğar mıyım?”, albümün bir diğer tanıdık şarkısı. İlk klip de bu şarkıya, dönemin gereği olarak karantina şartlarında, Çiğdem Erken’in evinde çekilmiş. Yıllar sonra izlendiğinde bile bugünleri anımsatacak, bu dönemde çekilmiş benzer klipler gibi tarihe bir belge olarak kalacak olması bir yana, o şarkıların yazıldığı o eve, o salona, o piyanonun durduğu köşeye konuk olmak da farklı bir dinleyici deneyimi getiriyor aslında.

Albümün bizim için yeni şarkılarından “Hayal Et” de bir kısa film için yazılıp, proje iptal olunca kullanılmamış bir şarkıymış. Zor zamanlara, umudun tükendiği anlara eşlik edebilecek, öyle anlarda omzuna yaslanılabilecek bir şarkı “Hayal Et” ki “hayal et kendini yollarda” cümlesi bile tek başına evlerde tutsak geçirdiğimiz günlere merhem edilebilirdi misal.  

“Bir Kutuya Topla ve Çöpe At Beni” ise aslında Çiğdem’in yazdığı bir şiirmiş. Çağan Irmak bu şiiri bestelemesi için ısrar edince ortaya böyle bir şarkı çıkmış ve bu nedenle de Çiğdem şarkıyı albümde Çağan’la birlikte seslendirmiş. 

Kendi yazdığınız bir şiir olsa bile şiiri müziklemek zordur ve sonuç çoğunlukla zorlama olmuş hissi verir. Bu şarkıda onu hissetmiyorsunuz ki daha adından belli şarkıya gelir bir şiir olmadığı. Tiyatro oyunu şarkıları da öyledir ya hani. Şarkı sözleri müzikten çok oyuna hizmet eder çünkü. Çiğdem Erken yakın dönemin en iyi tiyatro müziği bestecilerinden biri olmanın avantajını kendi şiirini şarkıya dönüştürürken de kullanmış belli. İlk dinleyişte kulağa takılan melodisi, Çağan Irmak’ın kadife, Çiğdem Erken’in dingin sesi aslında bir yanı öfkeli bu şiiri, iç acıtıcı bir şarkıya dönüştürüyor böylece.

“Çok Uzak Yollarda” ise albümün ilk kez dinleyici karşısına çıkan şarkılarından biri. Akustik kayıtlarda, YouTube videolarında filan acemi gitarların tonsuz seslerinden gına getirdiğimiz şu zamanlarda Cem Tuncer’in ustalığını konuşturduğu gitarının eşliğiyle albümün en sakin, ama en etkili şarkılarından biri “Çok Uzak Yollarında”.

Albüm henüz CD olarak basılmamış olsa da Muhsin Akgün’ün fotoğrafları ve Hayalgücü Tanıtım’ın tasarımıyla tıpkı önceki Çiğdem Erken albümleri gibi bu da sade, özenli bir kartonetle sunuluyor dinleyiciye. Sonsuza dek elle tutulur, basılı materyal taraftarları kalacak olanlara da bunu şimdiden söylemiş olayım. Bir CD ya da bir plak, artık bahtımıza ne çıkarsa önümüzdeki günlerde…

Bütünüyle güzel, çatısı da sağlam çatılmış, müzikal niteliği ve tadı yüksek bir albüm “Uyandım Yoksun”. Her albüm kendi zamanı ve zemininde anlam ve değerini bulur kuşkusuz. Bu albüm de bu zamanların anlamlı ve değerli albümlerinden biri olarak anılacak; en azından ben öyle anacağım.          
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 04, 2020 07:27

June 2, 2020

Süper Star Eurovision'da

Seninle Üç Dakika
1980 - 1. Bölüm

Eurovision Türkiye’de Yapılabilir
[image error]
1978 yılında aldığı birincilikten sonra 1979 finalinin de galibi olan İsrail, aynı yılın yaz aylarında Avrupa Yayın Birliği’ne organizasyonu ikinci kez daha üstlenmek istemediğini bildirdi. 

Bunun üzerine 1980 finaline ev sahipliği yapacak bir ülke arayışına giren Avrupa Yayın Birliği, üye ülkelere birer teleks mesajı gönderdi. İstekli ülkelerin 31 Ağustos tarihine kadar başvuruda bulunmaları gerekiyordu. 



Bu haber Türkiye’de büyük yankı buldu. Yarışmada birinci olmak suretiyle organizasyonu üstlenmek Türkiye için kısa vadede hayal gibi görünüyordu. Oysa şimdi elimize kırk yılda bir yakalanacak bir fırsat geçmişti. Üstelik istekli ülkeler arasında yapılacak seçimde, organizasyonu daha önce üstlenmemiş ülkelere öncelik tanınacağı için Türkiye’nin bu konuda şanslı olduğu da söylenmekteydi.

Eurovision Şarkı Yarışması büyük finaline ev sahipliği yapma fikri, aynı günlerde TRT koridorlarını da hareketlendirecek, tartışmalar devletin üst kademelerine kadar sirayet edecekti. Televizyon Daire Başkanı Yılmaz Dağdeviren, TRT’nin pekâlâ Avrupa finalini düzenleyebilecek yeterliliğe sahip olduğu düşüncesindeydi. 



Oysa TRT Genel Müdürü Cengiz Taşer’in bu konuda ciddi endişeleri vardı. Taşer’e göre elimizde mevcut araç, gereç ve kadroyla bu işi yüzümüze gözümüze bulaştırmamız işten bile değildi.

Avrupa Yayın Birliği’ne başvuruda bulunulması için TRT Yönetim Kurulu’nun kararı gerekiyordu. Oysa Yönetim Kurulu’nun yapılacak en erken toplantısı 17 Eylül tarihinde idi. Bu tarihte Avrupa Yayın Birliği’nin verdiği mühlet zaten doluyordu. Nitekim TRT Genel Müdürlüğü, Avrupa Yayın Birliği’nden 17 Eylül’e kadar ek süre talebinde bulundu.

Avrupa Yayın Birliği bu talebi kabul etti ve başvuru süresini uzatıldı. TRT içinde Genel Müdür'le aynı fikirde olanlar da vardı, bu yarışma organizasyonunun altından rahatlıkla kalkabileceğimizi, bunun Türkiye’nin tanıtımı için çok büyük bir fırsat olduğunu ve kaçırılmaması gerektiği fikrini savunanlar da.

Nitekim tezat fikirlerin yansıması önce Turizm Tanıtma Bakanlığı’na, ardından Dışişleri Bakanlığı’na, derken dönemin Kültür Bakanı olan Ahmet Taner Kışlalı’ya kadar uzanacaktı. Tartışmalardan Başbakan Bülent Ecevit’in de haberdar olması için çok uzun bir süre geçmedi. 



Başbakanın emriyle durum bir kez daha masaya yatırıldı ve nihayet 17 Eylül günü yapılan TRT Yönetim Kurulu toplantısında nihai karar verildi. Cengiz Taşer’in toplantıda sıraladığı olumsuz şartlar karşısında Yönetim Kurulu üyeleri de ikna olacak ve 1980 Eurovision Şarkı Yarışması’na sadece yarışmacı olarak katılmak, organizasyonu üstlenmemek kararı kurul tarafından oybirliğiyle alınacaktı.



Söylenenlere göre bu kararın alınmasında Dışişleri Bakanlığının etkisi olmuştu. Zira Televizyon Daire Başkanlığı ve Turizm ve Tanıtma Bakanlığı ve Kültür Bakanlığının ortak isteği yarışmayı üstlenmek için Avrupa Yayın Birliği’ne başvuruda bulunmak iken, yapılan ortak toplantıda Dışişleri Bakanlığı bu öneriyi şiddetle reddetmiş ve yarışmanın Türkiye’de yapılmasının dış politikamız açısından sakıncalı olacağı konusunda görüş bildirmişti. 



Dışişleri Bakanlığının bu itirazının arkasında da yine İsrail meselesinin olduğu, Türkiye’de yapılacak yarışmaya İsrail’in katılmasının “Arap dostlarımızı” kızdıracağı endişesinin açıkça dile getirilmese de fısıltılarla konuşulduğu söyleniyordu.



Türkiye’nin yarışmayı düzenleme fırsatını göz göre göre kaçırdığını düşünenler ve bu işi üstlenmememizin çok daha hayırlı olduğunu düşünenler tartışmaya devam ededursun, Avrupa Yayın Birliği, ekim ayında yarışmayı düzenleyecek ülkeyi açıklayarak tartışmalara son noktayı koydu. Açıklamaya göre Avrupa Yayın Birliği’nin bu konu üye ülkelere gönderdiği teleks mesajına ilk cevap veren Hollanda, 1980 yılı Eurovision Şarkı Yarışması’nı düzenlemekle görevlendirilmişti bile.

[image error]  “Ajda ve Nükhet Beraber Gitsin!”Ekim ayı sonunda Avrupa Yayın Birliği’nin Cenevre’de yapılan yıllık toplantısında yarışmaya dair detaylar da netleşti. Toplantıya TRT adına katılan Televizyon Daire Başkan Yardımcısı Tarcan Gönenç’in verdiği bilgiye göre yarışma 19 Nisan 1980 gecesi La Hey’de yapılacaktı, Türkiye, yarışmaya katılacak ülkeler arasında yer alıyordu ve yarışmaya katılacak eseri 22 Mart tarihine kadar Avrupa Yayın Birliği’ne bildirmemiz gerekiyordu.  

Peki şimdi ne olacaktı? TRT yönetimi bu kez nasıl bir Türkiye elemesi yapacaktı?
TRT koridorlarından sızan dedikodulara göre önceki yıllardaki elemelerde ağzı epeyce yanan yönetim bu defa farklı bir eleme yöntemi ile seçim yapmayı düşünüyordu. Bu kez önce şarkı, sonra şarkıcı seçilecekti. TV’de 7 Gün dergisinin 29 Ekim 1979 tarihli sayısında Güneş Tecelli, bu konuda duyduklarını şöyle kaleme alacaktı:

“TRT bir beste yarışması açıp besteyi seçecek ve bunu üç veya dört tane batı müziği sanatçısına okutacakmış. Sonra bu dört sanatçı halkın karşısına çıkacakmış ve en çok oy alan Hollanda’ya gidecekmiş. Bunlar şimdilik ‘miş’li haberler…”

Dedikodu çarkları yine dönmeye başlamıştı. O günlerde gazetelerde çıkan bir haber gündeme bomba gibi düştü. 1980’de Türkiye’yi Ajda Pekkan ve Modern Folk Üçlüsü’nün temsil edeceği söyleniyordu. Ne var ki haberin doğru olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Yarışmanın Türkiye ayağında sürecin nasıl işleyeceği henüz belli olmamıştı. Nitekim bu konuda TRT içinde yapılan toplantı sonrasında kamuoyuna ilk açıklama kasım ayında yapıldı.   


Türkiye finali iki aşamada yapılacak ve her bu iki aşama için iki farklı jüri teşkil edilecekti. Öncelikle Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil edecek şarkıcı seçilecekti. Şarkıcının tespitinden sonra ikinci jüri de görevlendirilecek bestecileri seçecekti. Seçilen besteciler seçilen şarkıcıya uygun şarkılar hazırlayacaklar ve yapılacak Türkiye finaliyle bu şarkılar arasından bir tanesinin ülkeyi temsil etmesine karar verilecekti.
TRT yönetimi, bu defa şaibeye meydan vermemek için, görevlendirilecek şarkıcının seçimini yapacak kurulu, çeşitli çevrelerden oldukça geniş bir yelpazede teşkil edecekti. Belli başlı basın kuruluşlarının temsilcileri, Kültür ve Turizm Bakanlıklarından yetkiler, Ankara, İstanbul, İzmir Devlet Tiyatrolarından ve Devlet Operasından temsilciler, müzisyen ve gazeteci sendikalarından elemanlar ve konservatuar temsilcilerinden müteşekkil Seçici Kurul üyelerinin, kimsenin söz söylemesine fırsat vermeden, temsil ettikleri kesimlerin adına oy kullanmaları ve böylece en adil seçimi gerçekleştirmeleri planlanmıştı.
Besteci seçimini yapacak jüri ise Nejat Kenderli, Gürer Aykal, Süheyl Denizci ve Timur Selçuk’tan oluşacaktı. Bu jüri, beş asil, beş de yedek besteci seçmekle yükümlüydü.
Detaylar netleşince her zaman olduğu gibi yine her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştı. En çok sorulan soru da şarkıcı ve besteci seçimlerinin neye göre, kime göre yapılacağı idi. O günlerde müzik camiasından yükselen farklı sesler, gazete ve dergilere şöyle yansıyacaktı:
Cem Karaca: “Beni seçerlerse severek ve kıvançla kabul ederim görevi, ancak şarkının sözlerinin topluma iyi ve güzeli verici olmasını şart koşarım.”

Melike Demirağ: “Bugüne kadar gördüğümüz kadarı ile seçici kurullara ahbap dost işleri karışıyor. Beş kişinin beğenisi ile koca bir ülkeyi temsil edecek kişiyi seçmek yanlıştır.”
[image error]
Özdemir Erdoğan: “Şarkıcı olarak teklif edilse bile tek başıma değil, bir ekip ile birlikte gitmek isterim. Üstelik böyle yarışmalarda erkeklerin pek şansının olmadığını da unutmamak gerek.”
[image error]
Zerrin Özer: “Bu yıl olmasa bile gelecekteki yıllarda Türkiye’yi Eurovision’da en iyi biçimde temsil edeceğime inanıyorum. 1980 kuşağı gençlerinin popüler müziğimizde devrim yapacağını iddia ediyorum.”

Sezen Aksu: “Uluslararası yarışmada kendime güvenmiyorum ve Ajda’yı öneriyorum.”
[image error]
Seyyal Taner: “Gidecek şarkıcının önce kendisine inancı olmalı, Batı’nın kurallarını bilip, doğunun mistik kavramlarını kullanmalı.”
[image error]
Barış Manço: “Bu yıl yarışmaya ben gitmeliyim. Çünkü televizyon tekniği, Batı’daki müzik piyasası konusunda bilgimiz var. Eh, herhalde mikrofon tutmayı da biliyoruz. Yorumculuğumuza da kimsenin diyecek bir şeyi de yok. Çarpıcılık ise, tipimiz de çarpıcı. Yani kısaca ben gidersem Hollanda’ya, ödül bile getiririm. Bundan önce Eurovision’a katılanlar gibi saçmalamayız.”

Ali Kocatepe: “Geniş tabanlı bir jürinin kurulması olumlu. Ancak besteciler neye göre seçilecek? Hangi ölçüler içinde?”
Nükhet Duru: “Seçici kurul beni göndermeye karar verirse seve seve giderim Türkiye’yi temsil etmeye. Ancak geçtiğimiz yıllardaki gibi yarışmalara katılmam, çünkü bu tip çabalar sıhhatli olmuyor.”

Erol Evgin: “Böylesine uluslararası bir yarışmada ulusal espri kazanmış bir sanatçının başarılı olacağına inanıyorum.”

Ali Rıza Binboğa: “Besteciler neye göre seçilecek? Halkın dilindeki eserleri yaratanlar mı, yoksa TRT’ye yakın isimler mi?”

Ajda Pekkan: “Bu kadar yılki yenilgiden sonra akılları başlarına geldi galiba ve beni seçmeye karar verdiler. Eğer bana resmen başvururlarsa tabii seve seve kabul ederim.”

Tüm bu farklı düşünceler bir yana, en ilginç öneri besteci Cenk Taşkan’dan gelecek ve Taşkan, Türkiye’yi temsil etmek üzere Ajda Pekkan ve Nükhet Duru’nun birlikte görevlendirilmesini önerecek, hatta bu ikilinin Nilüfer de dahil edilerek üçlü haline getirilmesinin bile mümkün olabileceğini söyleyecekti.

Söylenenler ve ortaya atılan öneriler jürilerin kararlarını ne derece etkileyecekti? Şimdi herkes merakla seçimleri bekliyordu.


“Bülent Bey, Biz Katılmıyoruz”

30 Kasım 1979 Cuma günü, görevlendirilecek şarkıcıyı seçmekle yükümlü Seçici Kurul, TRT İstanbul Radyosu’nun Mesut Cemil Stüdyosu’nda toplandı. Toplam 28 kişiden oluşan kurul, 4 üyenin eksikliğiyle 24 kişi olarak stüdyoda yerini almıştı.

Bestecilere seçmekle görevli olan Beste Ismarlama ve Eleme Jürisi de Seçici Kurul’a dâhil edilmişti. Bu arada kurulda da değişiklikler olmuş ve ilk belirlenen isimlerden Nejat Kenderli’nin yerine Zekai Apaydın, Timur Selçuk’un yerine ise Ergüder Yoldaş gelmişti.
[image error]
Toplantıya TRT Genel Müdürlüğü Baş Hukuk Müşaviri sıfatıyla Tekin Gürzumar başkanlık ediyordu. Mine Ongun, Bülent Özveren ve Bülent Varol da TRT temsilcileri olarak Seçici Kurul’da yer alıyordu.

Toplantı sabah saat 10:00’da başladı. Kısa bir tanışmanın ardından her bir üye kendisine verilen 10 dakika boyunca yarışmayla ve seçim usulüyle ilgili görüşlerini dile getirdi. Bütün konuşmalar TRT yetkilileri tarafından banda alınıyordu. Bu bant daha sonra yazıya dökülerek TRT Yönetim Kurulu’na sunulacak ve bu ve bundan sonra yapılacak yarışmada, bu toplantıda dile getirilen hususlar göz önünde bulundurulacaktı. Nitekim toplantı sırasında en çok zikredilen husus, şarkıcının değil, şarkının önce seçilmesi yolunda olacak ve TRT, bir sonraki yıl, Eurovision Şarkı Yarışması şartnamesini bu minvalde hazırlayacaktı.


Bülent Özveren
Seçim için oldukça enteresan bir yöntem belirlenmişti. Seçici Kurul’daki her üç üye bir ismi aday olarak önerme hakkına sahipti. Böylece toplam dokuz isim tespit edildi ve yeşil çuha örtülerle kaplanmış L şeklindeki toplantı masasının tam karşısında hazır edilmiş kara tahtaya Bülent Özveren tarafından tebeşirle yazıldı. Yazılan isimler şunlardı: Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Barış Manço, Neco, Modern Folk Üçlüsü, Ayla Algan, Tanju Okan, Sezen Aksu ve İbo.
[image error]
Adaylar, aşağı yukarı beklenen isimlerdi. O güne dek yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da başarılı işlere imza atmış Ajda Pekkan, Neco, Tanju Okan ve Ayla Algan’ın listede olması kadar, o günlerde ülkede çok popüler olan Sezen Aksu, Nükhet Duru ve Modern Folk Üçlüsü’nün adlarının geçmesi de sürpriz değildi.

Listedeki belki de tek sürpriz isim İbo’ydu. “Benim Balonlarım Vardı” şarkısı ile gecikmiş bir şöhret yakalayan İbo (İbrahim Sesigüzel), Norveç’te yaşıyordu ve bir yıl önce Eurovision’a Norveç adına katılacağını açıklayarak adından söz ettirmişti. Her ne kadar bu açıklamanın doğru olmadığı sonradan anlaşılsa da güçlü sesi ve sempatik görüntüsünün yanı sıra yurtdışı bağlantıları sebebiyle de olsa gerek, İbo, Seçici Kurul’un aday listesine girmeyi başarmıştı. 


Kapalı zarf usulüyle yapılan oylama, bir ikinci oylamaya gerek kalmaksızın kesin bir sonuçla nihayetlendi. Oy tasnifi sonunda ortaya çıkan tablo çok netti. Ajda Pekkan 24 kişilik jürinin 18’inden oy alarak birinci seçilmiş, geriye kalan üç oy Modern Folk Üçlüsü’ne, iki oy Nükhet Duru’ya ve bir oy da Tanju Okan’a gitmişti.

Kararı veren kurulda yer alan Bülent Özveren, yıllar sonra bu seçimi şöyle yorumlayacaktı: 

“Avrupa’nın bazı ülkelerinde, yarışma için görevlendirilecek sanatçıyı ülkenin resmi televizyonun yetkilileri seçiyordu. Bunu biz de yapabilirdik ama eğer böyle yapsaydık bizde dedikodu olurdu. Seçici Kurul oluşturma fikri böyle ortaya çıktı. Ancak bu bir nevi kamuflajdı. Sağır sultan bile biliyordu ki böyle bir seçme yapılırsa, çıkacak karar yüzde doksan dokuz Ajda Pekkan olacaktı.”

Nitekim öyle de oldu. 1980 yılı Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi Ajda Pekkan temsil edecekti.

Bülent Özveren kararın tebliği için, o yıllarda Ajda Pekkan’ın menajerliğini yapmakta olan Egemen Bostancı’nın Taksim’deki ofisine gittiğinde, kendisini bekleyen sürprizden tamamıyla habersizdi. Egemen Bostancı’nın Seçici Kurul kararını duyunca verdiği cevap kesin ve net oldu: “Bülent Bey, biz katılmıyoruz! Ajda Pekkan görevden affını istiyor.”


[image error]
Kuşkusuz bu cevap, o anda verilmiş bir karar değildi. Öyle ki Egemen Bostancı, doğacak olası tepkilere karşı Ajda Pekkan’ın ağzından yazılmış basın bildirisini çoktan hazırlamıştı bile. Bildiride Pekkan’ın görevi reddetme nedeni şu cümlelerle izah ediliyordu:
“Üzerime göre dikilmeyen bir elbiseyi giymem isteniyor. Elime bir çıkın veriliyor, içinde ne olduğu belli değil. Eurovision’da söyleyeceğim şarkıyı bilmeden, ses rengime, tarzıma gidip gitmeyeceğini anlamadan nasıl peşinen kabul edebilirim bu görevi? Ya seçilecek beste bana uygun değilse? Ya beğenmezsem, nasıl geri dönebilirim? Bu neye benziyor biliyor musunuz, evde oturuyorsunuz, kapınız çalınıyor, gelen gazinocu, hemen yarın sahneye çık diyor, olacak iş değil... Hem sonra ben profesyonel bir sanatçıyım, amatörlere açık bir yarışmada yarışamam.”

Ne var ki bu hayli sert ve kesin açıklama, basına dağıtılmadan yırtılıp atılacak, ret kararını Bülent Özveren’in hemen oracıkta telefonla TRT yönetimine bildirmesiyle, yoğun bir telefon trafiği başlayacak ve ne olacaksa olacak, üç buçuk saat gibi kısa bir süre sonra Ajda Pekkan, menajeri Egemen Bostancı’yla birlikte İstanbul Radyosu’nda TRT’yle sözleşme imzalarken görüntülenecekti. 



Bu ani karar değişikliğinde neyin ve kimlerin etkili olduğunu biz hiç bilemeyecektik, ancak Ajda’nın basın bildirisinde yer alan kimi tereddütlerin zaman içerisinde gerçeğe dönüşeceğini hep birlikte görecektik.
[image error]
Süper Star Eurovision’da
‘60’lı yılların başından beri müzik piyasasının içinde olan ve bu sürenin önemli bir bölümünü isminin başında “Süper Star” unvanını taşıyarak geçiren Ajda Pekkan, kariyerinin en büyük riskini aldığının şüphesiz ki farkındaydı. Ancak ülkede Ajda dışında hemen herkes, onun bir şekilde ikna edilmesinden son derece memnundu.

Zaten başından beri Batılı görüntüsü ve şarkılarıyla Batı’ya özentimizin bir simgesi haline gelmiş Ajda Pekkan, bu imajının üzerine inşa ettiği Fransa macerası, Enrico Masias’la Olympia sahnesine çıkışı, yaptığı Fransızca, Yunanca, İspanyolca, Almanca hatta Japonca plaklar, Apollonia ve Tokyo festivallerinde kazandığı başarılarla da bizi batıya karşı temsil edebilecek yegâne şarkıcı olmayı hak ediyordu gözümüzde. 



Dahası o günlerde ülkede de şöhretinin zirvesindeydi Ajda. Mayıs ayında piyasaya çıkan “Süper Star 2” adlı 33’lüğü çok tutulmuş, şarkıları çok sevilmiş, en çok da “Bambaşka Biri” kısa sürede büyük bir “hit”e dönüşmüştü. 



Öyle ki ağustos ayında Ajda Pekkan’ın bu albüm şarkılarını seslendireceği televizyon konseri, ilan edildiği gece bir yanlışlık sonucu yayınlanmayınca kıyametler kopmuş, ülkede günlerce bu olay konuşulmuş, neyse ki konser bir hafta sonra yayınlanınca ortalık durulmuştu.

Ajda’ya ve onun mutlak gözüyle baktığımız başarısına o derece inanıyorduk ki, seçilecek şarkının ne olacağı, nasıl olacağı bile o derece önemli değildi artık.

Ajda Pekkan, TRT yönetimiyle sözleşme imzalamak üzere masaya oturduğunda saatler 18:00’ı gösteriyordu. Bestecilerin seçimi ise ertesi gün, yine İstanbul Radyosu binasında yapılacaktı.

Takvimler 1 Aralık Cumartesi gününü gösteriyordu. Beste Ismarlama ve Eleme Jürisi toplantı saatinde bir eksikle bir araya gelmişti. Jüri üyelerinden Gürer Aykal, Ankara’da bulunduğundan, seçimlerini telefonla bildirecekti. Toplantı, Ajda Pekkan’ın 20 dakika gecikmeli olarak radyo binasına gelmesiyle başladı ve yaklaşık iki saat sürdü. Toplantı sonucunda dışarıda beklemekte olan basın mensuplarına ilk açıklamayı jüri üyelerinden Zekai Apaydın yaptı.

Şartname gereği jüri beş asil, beş de yedek bestecinin yer aldığı iki ayrı liste oluşturmuştu. Yedek listede Selçuk Başar, Doğan Canku, Özdemir Erdoğan, Selmi Andak ve Esin Engin’in isimleri vardı. Asil liste ise Melih Kibar, Turhan Yükseler, Atilla Özdemiroğlu, Şerif Yüzbaşıoğlu ve Cenk Taşkan’dan oluşuyordu.
[image error]
Böylece Ajda Pekkan’a şarkı hazırlayacak besteciler de belli olmuş, daha önce hiç denenmemiş bambaşka bir yola resmen girilmişti. Bu yıl her şey önceki yıllardan farklı olacaktı. Neler olacağını ilerleyen günlerde hep birlikte görecektik.  
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: "AJDA SAÇMALIYOR"

YAZI DİZİSİNİ İLK BÖLÜMÜNDEN İTİBAREN OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 02, 2020 14:03

May 31, 2020

1979 Ekstra



1979 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye elemeleri, günün popüler müziğine hem şarkı hem de besteci ve şarkıcı kazandırma açısından pek de verimli olmayacaktı. Yarışmadan ne önceki yıllarda olduğu “hit” şarkılar çıktı ne de finalistlerden birilerinin şöhretine bu yarışma fazladan bir katkı sağladı. Hatta Kuzenler bu durumdan o kadar dertliydi ki "Popüler olmak için tek çaremiz kadın olmak," diyerek kadın kılığında poz bile vereceklerdi. 

Daha yarışma süreci devam ederken piyasaya sürülen “Sevgiliye” adlı 33’lük, İlhan İrem’in elenmesine neden olurken, yarışma şarkısı “Bir Yıldız” böylece plağa geçmiş oluyordu. 

İlhan İrem bu kaydı 1995 yılında yayımlanan “Sevgililer Günü” adlı albümünde bir kez daha kullandı ve fakat kendisi de dâhil olmak üzere bu “Bir Yıldız”ı 1979 yılından bu yana kimse yeniden seslendirmedi.

Yarışmadan sonra Kuzenler’in “Çağrı”sı ile Behiç ve Füsun Altındağ’ın “Burçlar”ı 45’lik plak olarak piyasaya sürüldü.

Çetin Alp’in “Elveda”sı ve Cantekin’in “Ayrılmak Olmasa” adlı şarkısı da 45’lik olarak yayımlanan şarkılar arasındaydı.

Cantekin, “Ayrılmak Olmasa”yı 1987 yılında sadece kaset formatında yayımlanan “Geçmiş Zaman Olur ki” adlı albümünde yeniden seslendirdi. Potpurilerden oluşan albümde bu şarkı da bir potpurinin içinde yer alıyordu ve düzenleme Osman İşmen tarafından yapılmıştı.  

Yarışmanın talihsiz birincisi “Seviyorum”, o günlerde 45’lik olarak yayımlanamadı ancak 21. Peron’un 1979 yılı mayıs ayında piyasaya sürülen “Tanışma” adlı 33’lüğünde şarkının hem Türkçe hem de İngilizce versiyonu yer alıyordu. Şarkının İngilizce sözleri de Maria Rita Epik tarafından yazılmıştı.  

“Seviyorum”, Maria Rita Epik tarafından 2005 yılında bir kez daha seslendirildi. Epik’in bu kez solo olarak ve caz formunda seslendirdiği bu versiyon, o yıl yayımlanan “Aradan Uzun Zaman Geçti” adlı albümünde yer alıyordu ve düzenleme Yavuz Darıdere tarafından yapılmıştı.



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 31, 2020 12:04

Yavuz Hakan Tok's Blog

Yavuz Hakan Tok
Yavuz Hakan Tok isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Yavuz Hakan Tok's blog with rss.