Yavuz Hakan Tok's Blog, page 51
August 8, 2015
Açık Hava'da Ekstra*
FERHAT GÖÇER HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ
5 AĞUSTOS 2015
Müzik devam ederken o bir an duruyor, gözlerini dikip sahneden aşağı doğru bakmaya başlıyor. Üstüne alınıyor insan ister istemez, oturduğun yerde bir toparlanıyorsun. Sonra ansızın silkinip kaldığı yerden devam ediyor. Kâh orkestrayı mahir hareketlerle yönlendiriyor, kâh seyirciye pas atıyor. Sonra tanıdık birine, bir göz işaretiyle “gördüm seni, buradasın, hoş geldin,” dediğini hissettiriyor, ardından çok uzaklara bakıyor, söylediği şarkının derinlerinde kayboluyor, adeta transa geçiyor.
Şarkı söylemeyi bu kadar sevdiğini bilmiyordum. Doğruya doğru. Bir şarkıcıyı sahnede şarkı söylerken izlemediğiniz vakit, hakkında yürüteceğiz bütün fikirler biraz eksik kalır. Ferhat Göçer’i sahnede çeşitli defalar izlemiş olsam da, solo bir konserinde ilk defa izledim. Ve hakkındaki fikrim galiba şimdi bütünlendi.
Kimi ünlülerin kaderidir; bir yanda çok sevenleri vardır, bir yanda da nefret edenleri. Ortası yoktur nedense. Ya en başından ya da zamanla oluşur bu algı. Niyesi bilinmez. Ancak tahmin edilir. Mesela çok ama çok fazla görünür olmak, tabiri caizse her taşın altından çıkmak çok kârlı sanılsa da popüler piyasada, uzun vadede zarar vermesi kaçınılmaz olur. Muazzez Ersoy bunun en belirgin örneğidir. Kimisi, söyledikleri ve yaptıklarıyla yerle yeksan eder etrafında oluşan haleyi. Orhan Gencebay misali… Kendini sürekli tekrar ederek sıkıcılaşanlar olur ya da kısa bir süre elde tuttuğu başarıyı bütün bir kariyer hikâyesine yaymaya çalışarak komik duruma düşenler… Velhasıl çeşit çeşittir nedeni.
Görüyorum, okuyorum… Göçer’in bir dönem, yine tabiri caizse her taşın altından çıkmasından sıkılmış olmamız yüksek ihtimal. Ama bundan ziyade, onun “çok bağırarak” şarkı söylemesine tahammül edemediğini yazan, çizen, söyleyen çok kişiye denk geldim. Bir de adam bebek yüzlü değil, “çıtır” değil; hatta mimikleri ve beden dilinde bir parça öfkeli ve hırslı bir ifade var. Hal böyle olunca, alıp pamuklara saracağımız, bakmalara, sevmelere doyamayacağımız “star” algısının bir anti-tezi gibi duruyor. Buna karşın…
Ferhat Göçer tam da tekniğiyle şarkı söylüyor. Diyafram nefesini kullanışı, ses frekansına hâkimiyeti ve beden duruşu bir opera sanatçısından farksız… Haliyle de şarkı söylerken yüksek perdelerde gezinmekten hiç çekinmiyor ve hatta göründüğü kadarıyla bunu seviyor. Ancak bir opera aryasında ya da şan tekniğiyle söylenmiş bir şarkıda gayet etkileyici bu ses frekansı, pop şarkılarda, türkülerde ve alaturka şarkılarda her zaman aynı etkide tınlamayabiliyor. Hele ki sahnede neyse de, stüdyo kaydında bunu yaptığınız zaman. İşte halk arasında “çok bağırıyor” diye tanımlanan şey tam da o noktada başlıyor.
Ferhat Göçer sahneyi çok iyi kullanıyor. Bir erkek olmanın dezavantajını (görsel malzeme eksikliğini) bertaraf etmeyi iyi biliyor, sahnede yere sağlam basıyor. Orkestrası zımba gibi ve bir ani el hareketiyle “piano” ya da “forte” çalacak, bir şarkıyı bitirip bir diğerine başlayabilecek kadar uyumlu, profesyonel. Sadece bir şarkıcıyı izlemiyorsunuz, bir grubu izliyorsunuz böylece. Ferhat Göçer Portekizceden Rusçaya, arabeskten türküye, alaturkadan popa her türden şarkıdan oluşan repertuarıyla dinleyicinin nabzına göre şerbeti o an, oracıkta verebilecek malzemeye sahip.
Neden bugünün şartlarında Açık Hava’yı doldurabilecek birkaç erkek şarkıcıdan biri olduğu, neden en çok konsere,” extra”ya giden birkaç şarkıcıdan biri olduğu ve bunu “Ferhat Göçer mi? Hiç sevmem!”cilere rağmen ve yukarıda bahsi geçen “anti-star”lık durumuna rağmen nasıl başarabildiği böylece anlaşılıyor.
Gelelim konserin detaylarına…
Konser, “Gidemem”le başladı, “Gülümse” ile devam etti. Göçer’in daha ikinci şarkıda vokalist mikrofonunun önünde duran Gözde Ural’ı sahnenin önüne doğru getirmesi boşuna değildi. “Gülümse”nin “intro”sunu soprano vokaliyle şahlandıran bu genç şarkıcı, sahnede en az Ferhat Göçer kadar profesyoneldi. Bilkent Üniversite’sinde opera eğitimi almış Gözde Ural. Yıllardır da Ferhat Göçer ile birlikte çalışıyor, yanı sıra solo çalışmalar, orkestra solistliği de yapıyormuş. Nasılsa fark etmemişim ama 1998 Eurovision Türkiye elemelerinde, 2003, 2004 ve 2010 yılı Kuşadası Altın Güvercin Şarkı Yarışmalarında da yarışmış; hatta 2003 Altın Güvercin’inde kendi yazdığı şarkıyla ikinci olmuş.
Çok ama çok iyi bir şarkıcı Gözde Ural. Her şan tekniğiyle söyleyen soprano şarkıcı aynı etkiyi yaratamaz dinleyicide. O ise tekniği kadar duygusuyla da etkiliyor. Bunu bir tek “Gülümse”deki vokali için söylemiyorum. Zira “Gülümse”den sonra, Ferhat Göçer ve Gözde Ural birkaç şarkıyı daha birlikte seslendirdiler. Portekizce bir şarkı olan “O Mare E Tu” bunlardan ilkiydi. Ferhat Göçer’in solo seslendirdiği “Sessiz Gemi”den sonra ise Gözde Ural “Derniere Danse”ye girdi. “Vur Kadehi Ustam”ın ardından ise yine Gözde Ural’ın seslendirdiği bir başka şarkı (daha doğrusu bir arya) vardı sırada. Carmen’in meşhur şarkısı “L'amour Est Un Oiseau Rebelle". Bu aryanın içinden iki şarkı daha geçirdi Göçer ve Ural: “Sensiz Olmuyor” ve “Dance Me To The End Of Love”.
Bir opera aryası, bir arabesk şarkı ve bir Leonard Cohen klasiğinin birbirine bağlı söylenmesi, böyle yazınca çok saçma duruyor ama sahnede hiç de öyle olmadı. Enteresan ve etkileyici bir bileşimdi.
Sonra Ferhat Göçer, Anjelika Akbar’ı sahneye davet etti. 1993 yılından bu yana Türkiye vatandaşı olan Kazakistan doğumlu Anjelika Akbar, ülkenin önde gelen piyanistlerinden biri olmasının yanı sıra besteleri ile de tanınıyor. Nitekim Akbar, solo bölümüne kendi bestesi “Love”ı çalarak başladı. Ardından Bach’ın çello için yazdığı bir eserinden piyanoya uyarladığı “Like Bach”ı çaldı. Ardındansa “Game of Thrones”un tema müziğini. Bu sonuncusu Ferhat Göçer’in fikriymiş.
Anjelika Akbar’ı da ilk kez izledim sahnede. Kusursuz bir tekniği, lirik ve yumuşak bir tuşesi var. Tabiatı da öyle... Şarkı aralarında kırık Türkçesiyle kısa sohbetleri ve nazik vücut dili bunu hissettiriyordu. Gönül, Akbar’ın perfomansını arada mikrofon ve diğer ses yükselteçleri olmadan dinlemek isterdi ama Açık Hava’nın şartlarında elbette böyle bir şey mümkün değil.
Üçüncü parçadan sonra Ferhat Göçer tekrar sahneye geldi ve Akbar’ın eşliğiyle “Uzun İnce Bir Yoldayım”ı söyledi. La Traviata operasının en popüler aryası “La Donna E Mobile” ile devam etti ikili konsere. Ardından ise Ferhat Göçer Rusça iki şarkıyı, yine Akbar’ın piyanosu eşliğinde söyledi: Türkiye’de çok bilinen ve sevilen “Katyuşa” ve “Oçi Çorniye”.
Konserin ilk bölümü Anjelika Akbar ve Ferhat Göçer’in seyirciyi selamlamasıyla sona erdi.
Buraya kadar dinlediklerimizin, konserin “Anadolu Aryaları” olan ismini ne kadar doğruladığı tartışılırdı. “Uzun İnce Bir Yoldayım” dışında hava pek de Anadolu’dan esmemişti henüz. İkinci yarıda da durum pek değişmedi aslına bakarsanız. Hatta ikinci yarı neredeyse başından sonuna dek herhangi bir Ferhat Göçer konseri olarak sürdü ve “Anadolu Aryaları” başlığı biraz havada kaldı. Buna karşın, Ferhat Göçer şarkılarını dinlemek için gelenler ikinci yarıdan daha fazla memnun kalacaklardı.
Nitekim perde ikinci kez açılırken “Cennet”in ilk notaları duyuldu ve tiyatroda büyükçe bir alkış koptu. “Kalp Kalbe Karşı” ile de alkışlar devam etti haliyle.
Göçer de o dakikalarda iyiden iyiye havaya girmişti. Artık Harbiye Açık Hava’da değil de, Ferhat Göçer’in sahneye çıktığı bir gazinoda ya da gece kulübündeydik sanki. Öyle ki Göçer bir ara ön sırada oturan Hıncal Uluç’a dönüp, “Bir isteğiniz var mı Hıncal Abi?” bile dedi. “İspanyol Meyhanesi”ni ise yine ön sıralarda Bircan Usallı Silan için söyledi. Söylemeden önce de Timur Selçuk’la arasında geçen bir anısını anlattı.
“Kalamış” şarkısını albümünde kullanmak için Timur Selçuk’tan izin almaya gitmiş Ferhat Göçer. “Ben seni biliyorum,” demiş Selçuk. “Sen berbat şarkı söylüyorsun. O yüzden onu okuma, benim şarkılarımdan birini oku, “İspanyol Meyhanesi”ni oku!” Timur Hoca’nın muzip aksiliğine hep beraber güldük ve peşi sıra “İspanyol Meyhanesi”ni yine hep beraber söyledik.
Ardından yine Ferhat Göçer şarkılarına dönüldü ve önce “Yastayım”, ardından da son “hit” şarkısı “Yıllarım Gitti” söylendi. Protokol koltuklarında oturan Erol Köse’ye bu şarkıyı bulduğu ve önerdiği için teşekkür edildi. Sonra “Biri Bana Gelsin”i söyledi Ferhat Göçer. Ve ben Hande Yener konserinden sonra bu yaz Açık Hava sahnesinde yaşanan ikinci evlilik teklifine de şahit oldum. Ferhat Göçer, orkestrasında klavye çalan Ulaş Önal’ı sahnenin önüne doğur çıkardı ve Ulaş, seyirciler arasında bulunan kız arkadaşına evlenme teklif etti. Evet evet diz çökerek ve cebinden bir de yüzük çıkararak.
Bu romantik anlar alkışlarla tamamlanırken Ferhat Göçer bu defa orkestrasından bir başka müzisyeni ön plana çıkarmıştı. Şükrü Kabacı’nın muazzam klarnet solosunu takiben “Deli Gibi Sevdim”, Adnan Şenses’in anısına söylendi. Doğrusu bu ya, Ferhat Göçer bu şarkıyı söylerken o kadar yüksek perdelerde dolaştı ki, bu konuda Adnan Şenses’i hiç aratmadı. Zaten buradan sonra da o perdelerden hiç aşağı inmedi. “Dök Zülfünü Meydana Gel” de aynı yerden devam etti.
Gürkan Çakmak’ın duduk solosunun ardından bir halk müziği sekansı yaşadık. Ardı ardına “Dostum Dostum”, “Ah Yalan Dünya” ve “Tatlı Dillim Güler Yüzlüm” söylendi. “Ah Yalan Dünya”nın “ömrümü boş yere çalan dünyada” cümlesinde, en ön sırada oturan Ömür Gedik’e bir bakış attı, hatta gülümsedi Ferhat Göçer. “Gülümse”yi söylerken de “bir kedim bile yok” cümlesinde eliyle “beş” işareti yapıp yine bir bakış atmış, gülümsemişti ama her iki bakış da yerini bulmadı. Ömür Gedik konser boyunca sahneden çok telefonuyla ilgilendi zira. Araya fitne sokmak gibi olmasın ama ön çaprazımda oturuyordu, ister istemez göz misafiri oldum, ne yapayım.
Bu arada “Dostum Dostum” demişken gereksiz bir bilgiyi de sizinle paylaşmak isterim. Çocukluğumda TRT’de bu “Dostum Dostum” türküsünü çok duyardım. Kanal değiştirme şansı da yok o zaman, mecburen dinlerdik. En çok da Can Etili söylerdi. Can Etili de ömrü çok olsun, (o zamanın ‘hanımefendi sanatçı’ kavramı gereği olsa gerek) nasıl mesafeli, nasıl mimiksiz türkü söylerdi üzerinize afiyet… Hafta sekiz gün dokuz Can Etili televizyonda “Dostum dostum dostum dostum dostum dostum dostum gelsene canım.” Gitsen gidilmez, kaçsan kaçılmaz. Öyle de bir çocukluk travmam vardır bu türküyle ilgili, hâlâ nerede duysam ürperirim. Neyse… Nerede kalmıştık?
“Tatlı Dillim”in ardından Bahadır Şener’in kanun taksimi “Aldırma Gönül”e bağlandı. “Aldırma Gönül” ise enteresan bir biçimde “We Will Rock You”ya ve o da “Fesuphanallah”a. Ama yalan yok, orkestra o kadar iyi çalıyor ki, buradan da “Talk Dirty”ye bağlansa zerre yadırgamayacağım. Öyle bir yemiş yutmuşluk, sindirmişlik hali.
Konser burada bitti. Ama bitmedi haliyle; alkışlar ve tezahüratlar nedeniyle “bis” kaçınılmaz oldu. “Bis” şarkısı da manidardı tabii: “Hayde Gidelum Hayde!” Ben o salondan “Kış Kış”la kovulmuş bir izleyiciyim; “Hayde” keser mi? Kesti mecbur çünkü konser bu defa gerçekten bitti.
Konserdeki bence iyi şeylerden biri solistin sesinin çok net ve temiz duyulmasıydı. Özellikle sahneye yakın oturduğunuzda bu çok mümkün olmuyor oysa. Ayrıca pop konserlerinde orkestranın solistin sesini bastırması özellikle tercih ediliyor. Ama ben solist sesini net ve temiz duymayı sevenlerdenim. Bir detone, sürtone olacak, çatlayacak patlayacak o ses ki canlı dinlediğimizi anlayalım. E bir de tabii bana yazacak malzeme çıksın. Ancak Ferhat Göçer buna fırsat vermedi. Başından sonuna dek hiç falso vermeden söyledi.
Tek sorun, özellikle ikinci yarının bir yerinden sonra kendini tamamen kaptırıp tamamen sesine yüklenmesiydi. Rahat söyleyebilen için bu acayip bir keyiftir, onu kabul ediyorum ama bir yerden sonra dinleyeni yorduğu da bir gerçek. İstense bazı şarkılar bir ses, hatta iki ses, yahut alt oktavından söylenebilirdi. Göçer’in ses aralığı buna müsait. O da olmadı, araya Gözde Ural’dan birkaç şarkı daha eklenip, denge sağlanabilirdi. Ama bu haliyle şu malum “çok bağırıyor” tenkidine (bunun teknik olarak “bağırmak” olmadığını bilsem bile) bir parça hak vermedim değil.
Ferhat Göçer’in bir Açık Hava konserini başından sonuna götürecek sayıda “hit” şarkısı var aslında. 2005 yılında başlamış (yani sadece 10 yıllık) bir albüm kariyerine rağmen böyle bu. Yalnızca albümlerinde “hit” olmuş şarkılarından bir konser belki Açık Hava için daha uygun olabilirdi. Evet, Anadolu Aryaları adı ve Anjelika Akbar eşliği çok havalı ama sanki öbür türlüsü oraya Ferhat Göçer şarkıları için gelen dinleyiciyi daha çok memnun ederdi. Ya da ben öyle düşündüm en azından. Bu anlamda konser biraz konser, biraz gazino, biraz bar, ama en çok da ekstra programı gibiydi.
Yine de bunları bir kenara koyduğumda, müzikal açıdan beni memnun eden, bana bir şeyler öğreten, katan, izlediğime pişman etmeyen bir konserdi. Bugünün şartlarında bu da az şey değil takdir edersiniz ki.
* Müzisyenlerin bayi toplantıları, açılışlar, şirket yemekleri, düğünler, özel geceler ve buna benzer tek gecelik organizasyonlarda sahne alması müzik piyasasında ekstra diye tabir edilir.
AĞUSTOS 2015
5 AĞUSTOS 2015

Müzik devam ederken o bir an duruyor, gözlerini dikip sahneden aşağı doğru bakmaya başlıyor. Üstüne alınıyor insan ister istemez, oturduğun yerde bir toparlanıyorsun. Sonra ansızın silkinip kaldığı yerden devam ediyor. Kâh orkestrayı mahir hareketlerle yönlendiriyor, kâh seyirciye pas atıyor. Sonra tanıdık birine, bir göz işaretiyle “gördüm seni, buradasın, hoş geldin,” dediğini hissettiriyor, ardından çok uzaklara bakıyor, söylediği şarkının derinlerinde kayboluyor, adeta transa geçiyor.

Şarkı söylemeyi bu kadar sevdiğini bilmiyordum. Doğruya doğru. Bir şarkıcıyı sahnede şarkı söylerken izlemediğiniz vakit, hakkında yürüteceğiz bütün fikirler biraz eksik kalır. Ferhat Göçer’i sahnede çeşitli defalar izlemiş olsam da, solo bir konserinde ilk defa izledim. Ve hakkındaki fikrim galiba şimdi bütünlendi.

Kimi ünlülerin kaderidir; bir yanda çok sevenleri vardır, bir yanda da nefret edenleri. Ortası yoktur nedense. Ya en başından ya da zamanla oluşur bu algı. Niyesi bilinmez. Ancak tahmin edilir. Mesela çok ama çok fazla görünür olmak, tabiri caizse her taşın altından çıkmak çok kârlı sanılsa da popüler piyasada, uzun vadede zarar vermesi kaçınılmaz olur. Muazzez Ersoy bunun en belirgin örneğidir. Kimisi, söyledikleri ve yaptıklarıyla yerle yeksan eder etrafında oluşan haleyi. Orhan Gencebay misali… Kendini sürekli tekrar ederek sıkıcılaşanlar olur ya da kısa bir süre elde tuttuğu başarıyı bütün bir kariyer hikâyesine yaymaya çalışarak komik duruma düşenler… Velhasıl çeşit çeşittir nedeni.

Görüyorum, okuyorum… Göçer’in bir dönem, yine tabiri caizse her taşın altından çıkmasından sıkılmış olmamız yüksek ihtimal. Ama bundan ziyade, onun “çok bağırarak” şarkı söylemesine tahammül edemediğini yazan, çizen, söyleyen çok kişiye denk geldim. Bir de adam bebek yüzlü değil, “çıtır” değil; hatta mimikleri ve beden dilinde bir parça öfkeli ve hırslı bir ifade var. Hal böyle olunca, alıp pamuklara saracağımız, bakmalara, sevmelere doyamayacağımız “star” algısının bir anti-tezi gibi duruyor. Buna karşın…

Ferhat Göçer tam da tekniğiyle şarkı söylüyor. Diyafram nefesini kullanışı, ses frekansına hâkimiyeti ve beden duruşu bir opera sanatçısından farksız… Haliyle de şarkı söylerken yüksek perdelerde gezinmekten hiç çekinmiyor ve hatta göründüğü kadarıyla bunu seviyor. Ancak bir opera aryasında ya da şan tekniğiyle söylenmiş bir şarkıda gayet etkileyici bu ses frekansı, pop şarkılarda, türkülerde ve alaturka şarkılarda her zaman aynı etkide tınlamayabiliyor. Hele ki sahnede neyse de, stüdyo kaydında bunu yaptığınız zaman. İşte halk arasında “çok bağırıyor” diye tanımlanan şey tam da o noktada başlıyor.

Ferhat Göçer sahneyi çok iyi kullanıyor. Bir erkek olmanın dezavantajını (görsel malzeme eksikliğini) bertaraf etmeyi iyi biliyor, sahnede yere sağlam basıyor. Orkestrası zımba gibi ve bir ani el hareketiyle “piano” ya da “forte” çalacak, bir şarkıyı bitirip bir diğerine başlayabilecek kadar uyumlu, profesyonel. Sadece bir şarkıcıyı izlemiyorsunuz, bir grubu izliyorsunuz böylece. Ferhat Göçer Portekizceden Rusçaya, arabeskten türküye, alaturkadan popa her türden şarkıdan oluşan repertuarıyla dinleyicinin nabzına göre şerbeti o an, oracıkta verebilecek malzemeye sahip.

Neden bugünün şartlarında Açık Hava’yı doldurabilecek birkaç erkek şarkıcıdan biri olduğu, neden en çok konsere,” extra”ya giden birkaç şarkıcıdan biri olduğu ve bunu “Ferhat Göçer mi? Hiç sevmem!”cilere rağmen ve yukarıda bahsi geçen “anti-star”lık durumuna rağmen nasıl başarabildiği böylece anlaşılıyor.
Gelelim konserin detaylarına…
Konser, “Gidemem”le başladı, “Gülümse” ile devam etti. Göçer’in daha ikinci şarkıda vokalist mikrofonunun önünde duran Gözde Ural’ı sahnenin önüne doğru getirmesi boşuna değildi. “Gülümse”nin “intro”sunu soprano vokaliyle şahlandıran bu genç şarkıcı, sahnede en az Ferhat Göçer kadar profesyoneldi. Bilkent Üniversite’sinde opera eğitimi almış Gözde Ural. Yıllardır da Ferhat Göçer ile birlikte çalışıyor, yanı sıra solo çalışmalar, orkestra solistliği de yapıyormuş. Nasılsa fark etmemişim ama 1998 Eurovision Türkiye elemelerinde, 2003, 2004 ve 2010 yılı Kuşadası Altın Güvercin Şarkı Yarışmalarında da yarışmış; hatta 2003 Altın Güvercin’inde kendi yazdığı şarkıyla ikinci olmuş.
Çok ama çok iyi bir şarkıcı Gözde Ural. Her şan tekniğiyle söyleyen soprano şarkıcı aynı etkiyi yaratamaz dinleyicide. O ise tekniği kadar duygusuyla da etkiliyor. Bunu bir tek “Gülümse”deki vokali için söylemiyorum. Zira “Gülümse”den sonra, Ferhat Göçer ve Gözde Ural birkaç şarkıyı daha birlikte seslendirdiler. Portekizce bir şarkı olan “O Mare E Tu” bunlardan ilkiydi. Ferhat Göçer’in solo seslendirdiği “Sessiz Gemi”den sonra ise Gözde Ural “Derniere Danse”ye girdi. “Vur Kadehi Ustam”ın ardından ise yine Gözde Ural’ın seslendirdiği bir başka şarkı (daha doğrusu bir arya) vardı sırada. Carmen’in meşhur şarkısı “L'amour Est Un Oiseau Rebelle". Bu aryanın içinden iki şarkı daha geçirdi Göçer ve Ural: “Sensiz Olmuyor” ve “Dance Me To The End Of Love”.

Bir opera aryası, bir arabesk şarkı ve bir Leonard Cohen klasiğinin birbirine bağlı söylenmesi, böyle yazınca çok saçma duruyor ama sahnede hiç de öyle olmadı. Enteresan ve etkileyici bir bileşimdi.
Sonra Ferhat Göçer, Anjelika Akbar’ı sahneye davet etti. 1993 yılından bu yana Türkiye vatandaşı olan Kazakistan doğumlu Anjelika Akbar, ülkenin önde gelen piyanistlerinden biri olmasının yanı sıra besteleri ile de tanınıyor. Nitekim Akbar, solo bölümüne kendi bestesi “Love”ı çalarak başladı. Ardından Bach’ın çello için yazdığı bir eserinden piyanoya uyarladığı “Like Bach”ı çaldı. Ardındansa “Game of Thrones”un tema müziğini. Bu sonuncusu Ferhat Göçer’in fikriymiş.

Anjelika Akbar’ı da ilk kez izledim sahnede. Kusursuz bir tekniği, lirik ve yumuşak bir tuşesi var. Tabiatı da öyle... Şarkı aralarında kırık Türkçesiyle kısa sohbetleri ve nazik vücut dili bunu hissettiriyordu. Gönül, Akbar’ın perfomansını arada mikrofon ve diğer ses yükselteçleri olmadan dinlemek isterdi ama Açık Hava’nın şartlarında elbette böyle bir şey mümkün değil.
Üçüncü parçadan sonra Ferhat Göçer tekrar sahneye geldi ve Akbar’ın eşliğiyle “Uzun İnce Bir Yoldayım”ı söyledi. La Traviata operasının en popüler aryası “La Donna E Mobile” ile devam etti ikili konsere. Ardından ise Ferhat Göçer Rusça iki şarkıyı, yine Akbar’ın piyanosu eşliğinde söyledi: Türkiye’de çok bilinen ve sevilen “Katyuşa” ve “Oçi Çorniye”.
Konserin ilk bölümü Anjelika Akbar ve Ferhat Göçer’in seyirciyi selamlamasıyla sona erdi.
Buraya kadar dinlediklerimizin, konserin “Anadolu Aryaları” olan ismini ne kadar doğruladığı tartışılırdı. “Uzun İnce Bir Yoldayım” dışında hava pek de Anadolu’dan esmemişti henüz. İkinci yarıda da durum pek değişmedi aslına bakarsanız. Hatta ikinci yarı neredeyse başından sonuna dek herhangi bir Ferhat Göçer konseri olarak sürdü ve “Anadolu Aryaları” başlığı biraz havada kaldı. Buna karşın, Ferhat Göçer şarkılarını dinlemek için gelenler ikinci yarıdan daha fazla memnun kalacaklardı.

Nitekim perde ikinci kez açılırken “Cennet”in ilk notaları duyuldu ve tiyatroda büyükçe bir alkış koptu. “Kalp Kalbe Karşı” ile de alkışlar devam etti haliyle.
Göçer de o dakikalarda iyiden iyiye havaya girmişti. Artık Harbiye Açık Hava’da değil de, Ferhat Göçer’in sahneye çıktığı bir gazinoda ya da gece kulübündeydik sanki. Öyle ki Göçer bir ara ön sırada oturan Hıncal Uluç’a dönüp, “Bir isteğiniz var mı Hıncal Abi?” bile dedi. “İspanyol Meyhanesi”ni ise yine ön sıralarda Bircan Usallı Silan için söyledi. Söylemeden önce de Timur Selçuk’la arasında geçen bir anısını anlattı.

“Kalamış” şarkısını albümünde kullanmak için Timur Selçuk’tan izin almaya gitmiş Ferhat Göçer. “Ben seni biliyorum,” demiş Selçuk. “Sen berbat şarkı söylüyorsun. O yüzden onu okuma, benim şarkılarımdan birini oku, “İspanyol Meyhanesi”ni oku!” Timur Hoca’nın muzip aksiliğine hep beraber güldük ve peşi sıra “İspanyol Meyhanesi”ni yine hep beraber söyledik.

Ardından yine Ferhat Göçer şarkılarına dönüldü ve önce “Yastayım”, ardından da son “hit” şarkısı “Yıllarım Gitti” söylendi. Protokol koltuklarında oturan Erol Köse’ye bu şarkıyı bulduğu ve önerdiği için teşekkür edildi. Sonra “Biri Bana Gelsin”i söyledi Ferhat Göçer. Ve ben Hande Yener konserinden sonra bu yaz Açık Hava sahnesinde yaşanan ikinci evlilik teklifine de şahit oldum. Ferhat Göçer, orkestrasında klavye çalan Ulaş Önal’ı sahnenin önüne doğur çıkardı ve Ulaş, seyirciler arasında bulunan kız arkadaşına evlenme teklif etti. Evet evet diz çökerek ve cebinden bir de yüzük çıkararak.

Bu romantik anlar alkışlarla tamamlanırken Ferhat Göçer bu defa orkestrasından bir başka müzisyeni ön plana çıkarmıştı. Şükrü Kabacı’nın muazzam klarnet solosunu takiben “Deli Gibi Sevdim”, Adnan Şenses’in anısına söylendi. Doğrusu bu ya, Ferhat Göçer bu şarkıyı söylerken o kadar yüksek perdelerde dolaştı ki, bu konuda Adnan Şenses’i hiç aratmadı. Zaten buradan sonra da o perdelerden hiç aşağı inmedi. “Dök Zülfünü Meydana Gel” de aynı yerden devam etti.

Gürkan Çakmak’ın duduk solosunun ardından bir halk müziği sekansı yaşadık. Ardı ardına “Dostum Dostum”, “Ah Yalan Dünya” ve “Tatlı Dillim Güler Yüzlüm” söylendi. “Ah Yalan Dünya”nın “ömrümü boş yere çalan dünyada” cümlesinde, en ön sırada oturan Ömür Gedik’e bir bakış attı, hatta gülümsedi Ferhat Göçer. “Gülümse”yi söylerken de “bir kedim bile yok” cümlesinde eliyle “beş” işareti yapıp yine bir bakış atmış, gülümsemişti ama her iki bakış da yerini bulmadı. Ömür Gedik konser boyunca sahneden çok telefonuyla ilgilendi zira. Araya fitne sokmak gibi olmasın ama ön çaprazımda oturuyordu, ister istemez göz misafiri oldum, ne yapayım.

Bu arada “Dostum Dostum” demişken gereksiz bir bilgiyi de sizinle paylaşmak isterim. Çocukluğumda TRT’de bu “Dostum Dostum” türküsünü çok duyardım. Kanal değiştirme şansı da yok o zaman, mecburen dinlerdik. En çok da Can Etili söylerdi. Can Etili de ömrü çok olsun, (o zamanın ‘hanımefendi sanatçı’ kavramı gereği olsa gerek) nasıl mesafeli, nasıl mimiksiz türkü söylerdi üzerinize afiyet… Hafta sekiz gün dokuz Can Etili televizyonda “Dostum dostum dostum dostum dostum dostum dostum gelsene canım.” Gitsen gidilmez, kaçsan kaçılmaz. Öyle de bir çocukluk travmam vardır bu türküyle ilgili, hâlâ nerede duysam ürperirim. Neyse… Nerede kalmıştık?
“Tatlı Dillim”in ardından Bahadır Şener’in kanun taksimi “Aldırma Gönül”e bağlandı. “Aldırma Gönül” ise enteresan bir biçimde “We Will Rock You”ya ve o da “Fesuphanallah”a. Ama yalan yok, orkestra o kadar iyi çalıyor ki, buradan da “Talk Dirty”ye bağlansa zerre yadırgamayacağım. Öyle bir yemiş yutmuşluk, sindirmişlik hali.

Konser burada bitti. Ama bitmedi haliyle; alkışlar ve tezahüratlar nedeniyle “bis” kaçınılmaz oldu. “Bis” şarkısı da manidardı tabii: “Hayde Gidelum Hayde!” Ben o salondan “Kış Kış”la kovulmuş bir izleyiciyim; “Hayde” keser mi? Kesti mecbur çünkü konser bu defa gerçekten bitti.
Konserdeki bence iyi şeylerden biri solistin sesinin çok net ve temiz duyulmasıydı. Özellikle sahneye yakın oturduğunuzda bu çok mümkün olmuyor oysa. Ayrıca pop konserlerinde orkestranın solistin sesini bastırması özellikle tercih ediliyor. Ama ben solist sesini net ve temiz duymayı sevenlerdenim. Bir detone, sürtone olacak, çatlayacak patlayacak o ses ki canlı dinlediğimizi anlayalım. E bir de tabii bana yazacak malzeme çıksın. Ancak Ferhat Göçer buna fırsat vermedi. Başından sonuna dek hiç falso vermeden söyledi.

Tek sorun, özellikle ikinci yarının bir yerinden sonra kendini tamamen kaptırıp tamamen sesine yüklenmesiydi. Rahat söyleyebilen için bu acayip bir keyiftir, onu kabul ediyorum ama bir yerden sonra dinleyeni yorduğu da bir gerçek. İstense bazı şarkılar bir ses, hatta iki ses, yahut alt oktavından söylenebilirdi. Göçer’in ses aralığı buna müsait. O da olmadı, araya Gözde Ural’dan birkaç şarkı daha eklenip, denge sağlanabilirdi. Ama bu haliyle şu malum “çok bağırıyor” tenkidine (bunun teknik olarak “bağırmak” olmadığını bilsem bile) bir parça hak vermedim değil.

Ferhat Göçer’in bir Açık Hava konserini başından sonuna götürecek sayıda “hit” şarkısı var aslında. 2005 yılında başlamış (yani sadece 10 yıllık) bir albüm kariyerine rağmen böyle bu. Yalnızca albümlerinde “hit” olmuş şarkılarından bir konser belki Açık Hava için daha uygun olabilirdi. Evet, Anadolu Aryaları adı ve Anjelika Akbar eşliği çok havalı ama sanki öbür türlüsü oraya Ferhat Göçer şarkıları için gelen dinleyiciyi daha çok memnun ederdi. Ya da ben öyle düşündüm en azından. Bu anlamda konser biraz konser, biraz gazino, biraz bar, ama en çok da ekstra programı gibiydi.
Yine de bunları bir kenara koyduğumda, müzikal açıdan beni memnun eden, bana bir şeyler öğreten, katan, izlediğime pişman etmeyen bir konserdi. Bugünün şartlarında bu da az şey değil takdir edersiniz ki.
* Müzisyenlerin bayi toplantıları, açılışlar, şirket yemekleri, düğünler, özel geceler ve buna benzer tek gecelik organizasyonlarda sahne alması müzik piyasasında ekstra diye tabir edilir.
AĞUSTOS 2015
Published on August 08, 2015 05:09
August 1, 2015
Cin Çıkmadı!
HANDE YENER HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ31 TEMMUZ 2015
Merak ediyorsanız, baştan söyleyeyim Cin çıkmadı! Tövbe estağfurullah! Hayır, bu kelimenin öyle şakası filan da yapılmaz diye öğretti bana büyüklerim; maazallah çarpılıverir insan. Küçüklüğümde sahiden ağzım çarpılmıştı da komşu kadınlar şerbet kaynatıp dua okuya okuya evin bahçesinin orasına burasına döktürmüşlerdi bana. Üç harflileri incitmiş olabilirmişim, şerbet döküp dua okununca geçermiş. Meğerse “poliomyelit” (geçici çocuk felci) olmuşum; doktor öyle söyledi sonra.
Neyse… Konu dağılmasın. Hande Yener’in Açık Hava konserine gittim sözün özü. Gitmeden önce tesadüfen Periscope’da yapılmış kulis röportajını izledim. “Kış Kış”ı nazara karşı söylediğinden bahsetti. Üç harfliler çıksın gitsin diye(yerseniz.) Ama üç harfli filan çıkmadı konserde. Çıksaydı böyle geçmezdi. Nasıl mı? Yazacağım…
Gene çok iddialıydı, “yılın en büyük şovu”ydu, çok çalışmıştı… Geçen sene de yazmıştım, yineleyeyim… İşin bu kısmını alkışlamak lazım. Sadece şarkılarını söyleyerek de bir konser yapabilir Hande Yener. Hatta seyirci mevzuya daha fazla dâhil olacağı için (ve seyirci zaten öylesini pek de sevdiği için), bir sürü de “hit” şarkı var, bir ağızdan söylenir ve konser biter. Bundan fazlasını yapmak için gösterilen her çaba, her çalışma, yapılan her masraf, bu ülkenin şartlarında tebrik edilir. Ama işte bir çuval inciri berbat etmek de var işin ucunda.
Hemen söyleyeyim de rahatlayayım. Konserin en büyük kusuru koordinasyon eksikliği idi. Hemen her şarkının arasında boşluklar vardı. Sahne kararıyor, dansçılar salına salına içeri giriyor, bu arada sessizlik oluyor ve seyirci soğuyor, enerji düşüyordu. Hadi sahne arkasında aksilikler oldu diyelim (ki olmuş) ama bir olur iki olur. Her şarkıdan sonra da olmaz ki. Bu akış sorunu konserin başından sonuna dek vardı. Öyle ki, kostüm filan değişmiyor, Hande sahnede, çerçeve aynı ama ardı ardına iki şarkı söylenemiyor. İlla bir duraklama, bir bekleme…
Bu kusur konseri çok aksattı bence. Yoksa tek tek düşünüldüğünde tablolar, koreografiler, şovlar, görsel zenginlik yerli yerindeydi. Mesela konsere havada başladı Hande. Bayağı yerden birkaç metre yüksekte, beyaz kostümüne bağlı kanatlar sahnenin iki yanına doğru uzarken, havada öylece duran ve şarkının bir kısmını bize tepeden bakarak söyleyen bir Hande görüntüsü açılış için yeterince çarpıcıydı.
Bu tabloda “subliminal” bir mesaj vardı belki de; belki bize “ayağınızı yerden kescem sizin” mesajı veriyordu ya da “ayaklarım yerden kesik benim, yaptıklarımı ve yapacaklarıma öyle değer biçin,” diyordu. Onu bilemem ama Hande Eurovision’a gitse (ki gitmeli) ve bu şarkısını bu tabloda söylese, kesin ilk beşe girerdik, onu biliyorum.
Hande’nin havada söylemeye başladığı şarkı “N’aber?”di. Ardından “Alt Dudak” geldi ama gelmeden önce Hande kulise girip saçına duvak taktı. Duvak dediysem ancak öyle tanımlayabildiğimden; yoksa gelinliklerin altına giyilen tarlatanları biliyorsanız şayet, ona benzer ama sarı renkli bir şeyi Hande’nin kafasında düşünün; öyle bir şeydi işte. Gece boyunca bu acayip aksesuar ve kostümler nedeniyle Hande için çok endişe ettiğim anlar oldu. Mesela bu sarı duvak sahne kenarındaki vantilatörlerden birine kapılıp Hande’yi yerlere çalabilirdi. Neyse ki bir şey olmadı, “Alt Dudak” kazasız belasız bitti.
Sonra Altan Çetin külliyatından devam edildi ve arka arkaya (arada boşluklar olmak kaydıyla tabii) “Yalanın Batsın”, “Acele Etme” ve “Acı Veriyor” söylendi. “Acı Veriyor”u söylerken Hande seyircilerin arasına indi ve kendi deyimiyle onlarla “göz göze” söyledi şarkısını. Tabii onların gözleriyle Hande’nin gözleri arasında İzbandut gibi korumalar vardı ama olsun, millet en azından Hande’yi yakından fotoğrafladı.
Zaten anladığım kadarıyla konsere gelenlerin büyük çoğunluğu fotoğraf çekmek için oradaydı. Ne zaman arkama dönüp baksam havada binlerce cep telefonu görüyordum. Kadın yanına kadar gelmiş, tadını çıkarsana! Yok hayır, illa bir fotoğraf çekmeli, hatta mümkünse Hande’ye aynı kadraja girmeli eciş bücüş de olsa. Kendimi düşünüyorum mesela, Bostancı Gösteri Merkezi’nde Ajda lütfedip yanımıza kadar gelmiş (ki salonun bayağı gerisindeydik), elimi uzatsam dokunacağım… Ben orada kaskatı… O zaman cep telefonu filan da yok. Olsa ne? Büyülenmişim, kadına bakıyorum, fotoğrafı bırak, nefes almayı unutmuşum. Neyse… Devir bu devir, yaşadığımızı, var olduğumuzu fotoğraflarla kanıtlıyoruz artık.
Dansçılarda, daha doğrusu koreografilerde bir 19 Mayıs coşkusu vardı bu sene. Şemsiyeli gösteriden sonra, “Sopa” şarkısında (haliyle) sopalı bir gösteri izledik. Akrobasi gösterisi ise ilerleyen dakikalardaydı. Ha bir de yine “Sopa” şarkısında hani çocuk parklarında elle döndürülen dönme dolaplar olurdu ya eskiden, hah işte ona benzer bir şeyin üstüne çıktı Hande. Dansçılar başladı döndürmeye ama Hande’nin topuklar iki karış. Bir de hafif titredi mi… Dedim şimdi tepetaklak düşecek; Madonna bile düşmüş dünyanın gözü önünde, Hande’nin nesi eksik? Neyse o da olmadı ve “Ya Ya Ya Ya” ile konser devam etti.
Geçen seneki konserinde Ahmet Kaya’ya bir şarkısıyla selam göndermişti Hande Yener. Bu sene de Amy Winehouse nasibini aldı. Ama Winehouse’ın şarkısı “Back To Black”i Hande değil, vokalistleri söyledi. Bu esnada da arka fonda Amy görselleri dönüyordu. Yeri gelmişken söylemem lazım, vokalistler Özge Öztimur ve Altay Oktar idi ve her ikisi de başından sonuna dek kendilerine çok iş düşmesine rağmen çok iyi ve çok profesyonellerdi.
Yine uzunca bir boşluktan sonra nihayet “Rüya”nın ilk notaları duyuldu da, Tuna Velibaşoğlu geldi sahneye. O boşluğun sebebi şarkıdan sonra Hande’nin yarım yamalak söylediklerinden anlaşıldığı kadarıyla kuliste monitör kulaklığının kaybedilmesi imiş meğerse.
Neyse… Tuna (Grup Seksendört’ü temsilen) ve Hande “Rüya” yı bir şekilde söylediler. Bu şarkı için yine kostüm değiştirmiş ve kafasına bir de siyah taç kondurmuştu Hande Yener. Kafasında o taç durduğu sürece, “Kraliçe” şarkısı ha geldi ha gelecek diye bekledim, ne yalan söyleyeyim. Gelmedi neyse ki. “Hasta” geldi ama. “Hasta” söylenirken ateş dansçıları eşlik etti Hande’ye. Hah dedim şimdi bir kıvılcım tutuşturacak kadının saçını; tam da ortasında duruyor iki dansçının. Saç neyse de, taç yanarsa fena; hanedanın karizması gitti gider. Bereket yanan eden olmadan bitti şarkı.
Sonra gene bir durduk, Hande bir kulise gitti geldi ve sağ omzundan pörtlemiş kocaman bir gülle aynı renk etekliği ile karşımıza çıktı ve “Bana Anlat”ı söyledi.
İlk yarının son şarkısı “Kış Kış” oldu. Bu şarkıda dansçılar ve Hande dans edip cin çıkartmaya çabalarken sahnenin her iki yanına sıralanmış dörder kişinin işaret diliyle şarkının sözlerini anlatması manidar oldu tabii. Şarkının sözlerini anlamamıştık, değerini bilememiştik belki de. İşaret diliyle anlar mıydık acaba? Anlardık belki de… De işaret dilini kullananlar neden ortaçağ keşişleri gibi giyinmişti, işte onu anlayamazdık. Oysa Kemal Sunal’ın malum filmindeki sahne canlandırılsaydı yeniden fena mı olurdu? Hande başına bir kasket geçirip yere otursa, dansçılar etrafında davul çala çala cin kovsalar?.. Ortaçağ keşişiyle cin çıkarıldığı nerede görülmüş? (“Kış Kış”a fazla sardırdım farkındayım, toparlıyorum.)
Böylece kısa bir ara vakti geldi. Bir soluklandık, Akbil basıp (çok af edersiniz) tuvalete girdik, tost kokuları arasında kanımızdaki karbonmonoksit miktarını arttırmış olmanın keyfiyle de yerlerimize döndük. Sonra ışıklar karardı, perde tekrar açıldı. Fakat o da ne?
Tamam, şarkıyı biliyoruz, “Hatayı ben en başında yaptım,” diye başladığına göre şu bizim “Kırmızı” bu. Ama sahnenin orta yerinde ben diyeyim heyula, siz deyin gulyabani gibi duran kıpkırmızı şey ne?
Kafası bildiğin türbanlı ama hani türbanın içine sünger koyuyorlar ya böyle dik duruyor, onun beş misli filan abartılmışı. Elbise de boğazına kadar kapalı. Eteklerse yerden üç metre yukarıda… İçi belli ki tarlatanlı (bir müzik yazısı içerisinde bu kelimeyi, hem de iki kere kullanan tek kişi olarak tarihe geçmiş olabilirim şu an); yani böyle belden ayaklara doğru açılarak genişliyor. (Hadi meraklısına teknik bilgi de vereyim; etek 4 metre çapında imiş ve 50 metre kumaş kullanılarak yapılmış.)
Postmodern bir “first lady” (saray eşrafından) enstalasyonu desem, değil. “Bu piyasadaki herkes benim rakibim, hatta Niran Ünsal bile!” iddiası desem, o da değil. Geriye ne kalıyor? Bir Hakan Akkaya-Hande Yener tuhaflığı. Ona da kabul. Yani Hande’nin her giydiğini ettiğini Lady Gaga özentiliğine yormamak lazım. Böylesi tuhaflıklar bu işin doğasında var; olmalı da. Gaga’dan önce de yapılıyordu, sonra da yapılacak. Türkiye’de, hem de ‘70’lerde, Seyyal Taner, Füsun Önal, Sibel Egemen gibi isimler de yaptı böyle şeyler. Bak ben bile kaç paragraf ayırdım bu kostüme; maksadına ulaştı yani bu tuhaflık.
Ha tabi Hande o kostümü boydan boya sergilemek için üzerine çıktığı yükseltiden düşebilir ve bir faciaya ramak kalabilirdi. Bitmiyordu felaket senaryolarım, hezeyanlarım… Neyse ki Hande’nin yanındaki akrobat dansı yapan kız ve erkek dansçı değil ama öyle manasızca duran ikiz abiler tutarlardı onu eğer düşerse. Ki düşmedi.
“Kırmızı”nın ardından “Sebastian” geldi ve konserin açık ara en fazla reaksiyon alan şarkısı oldu. Sonra Hande seyirciler arasında bulunan bestecilerine teşekkür etti. Ersay Üner, Altan Çetin, Berksan (Hayır, Sinan Akçıl’ın adını anmadı; Mete Özgencil’in de.) Ama vokalistleriyle birlikte “Kelepçe”yi söyledi hemen ardından.
Konser, “Armağan” ve “Bodrum”la devam etti. Sonra Berksan’ı çağırdı ve birlikte “Haberi Var mı?”yı söylediler. Geçen seneki konserde bu şarkının lansmanı yapılmıştı; onu yad ettiler. Berksan bu defa seyirci koltuğundan kalkıp geldi, sahne arkasından değil. Haliyle özel bir kostüm filan giymemişti. Mert Ekren'e teşekkür ederken ise “Bana çok güzel bir albüm yaptı,” dedi Hande. Yani yeni albüm yoldaymış.
Şarkının sonunda Berksan, Hande’yi yere yatırıp öptü ve sonra gidip yerine oturdu. Hande bu defa “Yoksa Mani”yi söyledi. Ardından şu ikinci yarının açılışında sahnede beliren ikiz abiler, bu defa gladyatör kılığında çıkageldiler ve bir dövüştüler. “Hande için savaşan iki cesur yürek”miş onlar; sonradan basın bültenini okuyunca öğrendim. Zaten konser boyunca sahne üzerinde o kadar çok “tanımlanamayan cisim” vardı ki, basın bültenindeki açıklamalar olan biteni anlamak için çok faydalı oldu. Keşke opera temsillerindeki gibi, gösterinin içeriğini açıklayan broşürler bastırılsa ve salonda dağıtılsa imiş. En basitinden sahnedeki dekorun (basın bülteninden alıntıyla) “bilinmeyen bir gelecekte Hande Yener’in lideri olduğu kolonisiyle birlikte yerleştiği eskilerden kalma terk edilmiş Kraliçe’ye özel bir malikâne olarak” tasarlandığını anlardık o zaman. Ama anlayamadık haliyle; öyle baktık boş boş.
Bu arada ikiz abiler de gladyatör şovlarıyla dünyaca tanınan Stunttwins kardeşlermiş ve isimleri Ivan ve Petro imiş. Neyse… Gladyatörlerin savaşından sonra Hande de gladyatör kostümüyle sahneye gelip “Atma”yı söyledi. Artık şarkı ve gösteri arasındaki bağlantıyı siz kurun, ben ipin ucunu kaçırdım.
Şarkıdan sonra konuşurken, bir vesileyle “Düşmanlarım her yerde,” dedi Hande. “Bu meslek yüzünden paranoyak oldum” da dedi. Kafamı sallayarak onayladım ama görmedi galiba. “Herkes kendi ekmeğini yer, sen işine bak abla,” diye laf da atacaktım ama kahvehane muhabbeti yapmak bana yakışmaz diye vazgeçtim. Hem karşımdaki her ne kadar kabul günü muhabbeti yapsa da, kolonisiyle birlikte bilinmeyen bir gelecekte yaşayan koskoca bir kraliçeydi nihayetinde.
Şaka bir yana, böylesi konuşmalar şov içerikli bir gösteride çok faul duruyor sahiden. Karşılıklı sohbet muhabbet bir konser olsa neyse… (Yine basın bülteninden alıntıyla) “200 kişilik bir ekibin, 2 aylık çalışması”na yazık.
“Dünyanın 3 ayrı köşesinden gelen 3 ayrı müzisyenden oluşan dünyaca ünlü grup M3 Show Live grubu” yani Micah, Ruben Moran ve Leon, ışıklı saksafon, keman ve gitarlarıyla Hande’ye eşlik etmeye üzere sahneye çıktılar ve Hande “Aşkın Ateşi” ve “Kibir”le devam etti konsere.
Sonra demir parmaklıklar getirildi sahneye. Hande “Romeo”yu şahane bir Dilberay’la Kader Mahkumları kompozisyonunda söyledi. Şaka şaka… Bu şarkıdaki koreografi çok ama çok iyiydi.
Sonra “Hani Bana” söylendi ve tekrar “Kış Kış” girdi devreye. Hâlâ cin çıkmamıştı ama galiba bizim artık çıkmamız gerekiyordu. Çünkü konser bitivermişti. Oraya zorla getirilmiş gibi, konserin biteceğini hissettiği an topukları yağlayan bir seyirci kesimini saymazsak (ki onlar her konserde var), salonun yarısı kadar bir kesim öyle abandone vaziyette kaldı. Tempo tutsak mı, alkışlasak mı, tezahürat yapsak geri gelir mi hezeyanlarıyla ne yapacağını bilemeden devinen kalabalık, perde kapandıktan neredeyse bir on beş dakika sonra Hande’yi tekrar sahneye çıkarmaya muvaffak oldu.
Bu havada kalmışlığın nedeni çok belliydi. Konser sonuna doğru yükselmesi gereken ve seyirciye finalin geldiğini hissettirecek coşku ve enerji eksikti son bölümde. Zaten konser boyunca aradaki boşluklar, sanki her söylenecek şarkıya o an, orada karar veriliyormuş gibi bir kopukluk, konserin sonunu da o an bitirmeye karar verilmiş havasına soktu. Seyirci hızını alamadı sözün özü. Hande çıktı; “Bodrum” ve “Sebestian”ı yeniden söyledi. Ardından bir erkek dansçısının sevdiği kıza evlilik teklifine şahit olduk canlı canlı ve böylece Esra Erol tadında bir kapanış yapıldı.
Yazıyı bağlamadan şunu da söylemek lazım ki, sahne üzerinde sadece bir klavye, bir bas gitar, bir gitar ve bir davul vardı. Barlara bile daha büyük orkestralarla çıkanları gördüm. Ama “sound” hiç de fena değildi. Elbette altyapı takviyesi vardı işin içinde. Öyle olmasa, şarkılar kesintisiz söylenmezdi. Mesela hiç seyirciye eşlik esi vermedi Hande, çünkü altta altyapı akıyordu. Şarkıcılık performansı açısından geçen seneye göre biraz yorgun buldum Hande Yener’i. Yer yer sesten kaydığı, nefesinin tükendiği ve vokalistlere pas attığı anlar oldu ama bütünde iyi bir şarkıcı olduğunu bir kez daha gösterdi. Yaptığı hiç de kolay bir iş değildi çünkü. Bırakın dans etmeyi, o “zor” kostümleri taşırken şarkı söylemek bile tek başına bir iş.
Başta bahsettiğim Periscope röportajında geçen seneki konserden daha iyisini yapmak için çalıştığını söylemişti Hande. Haliyle kıyas kaçınılmaz olmuştu benim için. Şunu diyebilirim ki bu seneki konser için daha detaylı bir ön hazırlık, özellikle kostüm, dekor, konsept gibi konularda fazladan bir mühendislik çalışması yapılmış olsa da, bunun seyirciye ne kadar yansıtılabildiği tartışılır. Sanki geçen seneki konser seyirciyi daha fazla tatmin etmişti; en azından benim gözlemlediğim o. Bu sene detaylarla uğraşılırken, bütün (mesela akış hızı) gözden kaçırılmış gibi geldi bana. Mesela basın bülteninde uzun uzun anlatılan bir eldiven var ama keşke o eldivene harcanan zaman ve emek gösterinin teklememesi için harcansaymış diye düşünmeden edemiyor insan. Eldiveni sadece yakından görenler gördü ama aksaklıklar her yerden görülebiliyordu.
Ama eğlendik mi, eğlendik o ayrı. Hande düşecek mi, saçı yanacak mı, vantilatörlere kapılacak mı diye hop oturup hop kalktık; heyecan ve coşku bir aradaydı yani. E sevdiğimiz, ama çok sevdiğimiz şarkılar da vardı arada. Bir pop konserinden daha ne bekler insan? Cin çıkmasını mı?.. Yok. O çıkmadı işte!
TEMMUZ 2015

Merak ediyorsanız, baştan söyleyeyim Cin çıkmadı! Tövbe estağfurullah! Hayır, bu kelimenin öyle şakası filan da yapılmaz diye öğretti bana büyüklerim; maazallah çarpılıverir insan. Küçüklüğümde sahiden ağzım çarpılmıştı da komşu kadınlar şerbet kaynatıp dua okuya okuya evin bahçesinin orasına burasına döktürmüşlerdi bana. Üç harflileri incitmiş olabilirmişim, şerbet döküp dua okununca geçermiş. Meğerse “poliomyelit” (geçici çocuk felci) olmuşum; doktor öyle söyledi sonra.

Neyse… Konu dağılmasın. Hande Yener’in Açık Hava konserine gittim sözün özü. Gitmeden önce tesadüfen Periscope’da yapılmış kulis röportajını izledim. “Kış Kış”ı nazara karşı söylediğinden bahsetti. Üç harfliler çıksın gitsin diye(yerseniz.) Ama üç harfli filan çıkmadı konserde. Çıksaydı böyle geçmezdi. Nasıl mı? Yazacağım…

Gene çok iddialıydı, “yılın en büyük şovu”ydu, çok çalışmıştı… Geçen sene de yazmıştım, yineleyeyim… İşin bu kısmını alkışlamak lazım. Sadece şarkılarını söyleyerek de bir konser yapabilir Hande Yener. Hatta seyirci mevzuya daha fazla dâhil olacağı için (ve seyirci zaten öylesini pek de sevdiği için), bir sürü de “hit” şarkı var, bir ağızdan söylenir ve konser biter. Bundan fazlasını yapmak için gösterilen her çaba, her çalışma, yapılan her masraf, bu ülkenin şartlarında tebrik edilir. Ama işte bir çuval inciri berbat etmek de var işin ucunda.

Hemen söyleyeyim de rahatlayayım. Konserin en büyük kusuru koordinasyon eksikliği idi. Hemen her şarkının arasında boşluklar vardı. Sahne kararıyor, dansçılar salına salına içeri giriyor, bu arada sessizlik oluyor ve seyirci soğuyor, enerji düşüyordu. Hadi sahne arkasında aksilikler oldu diyelim (ki olmuş) ama bir olur iki olur. Her şarkıdan sonra da olmaz ki. Bu akış sorunu konserin başından sonuna dek vardı. Öyle ki, kostüm filan değişmiyor, Hande sahnede, çerçeve aynı ama ardı ardına iki şarkı söylenemiyor. İlla bir duraklama, bir bekleme…

Bu kusur konseri çok aksattı bence. Yoksa tek tek düşünüldüğünde tablolar, koreografiler, şovlar, görsel zenginlik yerli yerindeydi. Mesela konsere havada başladı Hande. Bayağı yerden birkaç metre yüksekte, beyaz kostümüne bağlı kanatlar sahnenin iki yanına doğru uzarken, havada öylece duran ve şarkının bir kısmını bize tepeden bakarak söyleyen bir Hande görüntüsü açılış için yeterince çarpıcıydı.

Bu tabloda “subliminal” bir mesaj vardı belki de; belki bize “ayağınızı yerden kescem sizin” mesajı veriyordu ya da “ayaklarım yerden kesik benim, yaptıklarımı ve yapacaklarıma öyle değer biçin,” diyordu. Onu bilemem ama Hande Eurovision’a gitse (ki gitmeli) ve bu şarkısını bu tabloda söylese, kesin ilk beşe girerdik, onu biliyorum.

Hande’nin havada söylemeye başladığı şarkı “N’aber?”di. Ardından “Alt Dudak” geldi ama gelmeden önce Hande kulise girip saçına duvak taktı. Duvak dediysem ancak öyle tanımlayabildiğimden; yoksa gelinliklerin altına giyilen tarlatanları biliyorsanız şayet, ona benzer ama sarı renkli bir şeyi Hande’nin kafasında düşünün; öyle bir şeydi işte. Gece boyunca bu acayip aksesuar ve kostümler nedeniyle Hande için çok endişe ettiğim anlar oldu. Mesela bu sarı duvak sahne kenarındaki vantilatörlerden birine kapılıp Hande’yi yerlere çalabilirdi. Neyse ki bir şey olmadı, “Alt Dudak” kazasız belasız bitti.

Sonra Altan Çetin külliyatından devam edildi ve arka arkaya (arada boşluklar olmak kaydıyla tabii) “Yalanın Batsın”, “Acele Etme” ve “Acı Veriyor” söylendi. “Acı Veriyor”u söylerken Hande seyircilerin arasına indi ve kendi deyimiyle onlarla “göz göze” söyledi şarkısını. Tabii onların gözleriyle Hande’nin gözleri arasında İzbandut gibi korumalar vardı ama olsun, millet en azından Hande’yi yakından fotoğrafladı.

Zaten anladığım kadarıyla konsere gelenlerin büyük çoğunluğu fotoğraf çekmek için oradaydı. Ne zaman arkama dönüp baksam havada binlerce cep telefonu görüyordum. Kadın yanına kadar gelmiş, tadını çıkarsana! Yok hayır, illa bir fotoğraf çekmeli, hatta mümkünse Hande’ye aynı kadraja girmeli eciş bücüş de olsa. Kendimi düşünüyorum mesela, Bostancı Gösteri Merkezi’nde Ajda lütfedip yanımıza kadar gelmiş (ki salonun bayağı gerisindeydik), elimi uzatsam dokunacağım… Ben orada kaskatı… O zaman cep telefonu filan da yok. Olsa ne? Büyülenmişim, kadına bakıyorum, fotoğrafı bırak, nefes almayı unutmuşum. Neyse… Devir bu devir, yaşadığımızı, var olduğumuzu fotoğraflarla kanıtlıyoruz artık.

Dansçılarda, daha doğrusu koreografilerde bir 19 Mayıs coşkusu vardı bu sene. Şemsiyeli gösteriden sonra, “Sopa” şarkısında (haliyle) sopalı bir gösteri izledik. Akrobasi gösterisi ise ilerleyen dakikalardaydı. Ha bir de yine “Sopa” şarkısında hani çocuk parklarında elle döndürülen dönme dolaplar olurdu ya eskiden, hah işte ona benzer bir şeyin üstüne çıktı Hande. Dansçılar başladı döndürmeye ama Hande’nin topuklar iki karış. Bir de hafif titredi mi… Dedim şimdi tepetaklak düşecek; Madonna bile düşmüş dünyanın gözü önünde, Hande’nin nesi eksik? Neyse o da olmadı ve “Ya Ya Ya Ya” ile konser devam etti.

Geçen seneki konserinde Ahmet Kaya’ya bir şarkısıyla selam göndermişti Hande Yener. Bu sene de Amy Winehouse nasibini aldı. Ama Winehouse’ın şarkısı “Back To Black”i Hande değil, vokalistleri söyledi. Bu esnada da arka fonda Amy görselleri dönüyordu. Yeri gelmişken söylemem lazım, vokalistler Özge Öztimur ve Altay Oktar idi ve her ikisi de başından sonuna dek kendilerine çok iş düşmesine rağmen çok iyi ve çok profesyonellerdi.

Yine uzunca bir boşluktan sonra nihayet “Rüya”nın ilk notaları duyuldu da, Tuna Velibaşoğlu geldi sahneye. O boşluğun sebebi şarkıdan sonra Hande’nin yarım yamalak söylediklerinden anlaşıldığı kadarıyla kuliste monitör kulaklığının kaybedilmesi imiş meğerse.

Neyse… Tuna (Grup Seksendört’ü temsilen) ve Hande “Rüya” yı bir şekilde söylediler. Bu şarkı için yine kostüm değiştirmiş ve kafasına bir de siyah taç kondurmuştu Hande Yener. Kafasında o taç durduğu sürece, “Kraliçe” şarkısı ha geldi ha gelecek diye bekledim, ne yalan söyleyeyim. Gelmedi neyse ki. “Hasta” geldi ama. “Hasta” söylenirken ateş dansçıları eşlik etti Hande’ye. Hah dedim şimdi bir kıvılcım tutuşturacak kadının saçını; tam da ortasında duruyor iki dansçının. Saç neyse de, taç yanarsa fena; hanedanın karizması gitti gider. Bereket yanan eden olmadan bitti şarkı.

Sonra gene bir durduk, Hande bir kulise gitti geldi ve sağ omzundan pörtlemiş kocaman bir gülle aynı renk etekliği ile karşımıza çıktı ve “Bana Anlat”ı söyledi.

İlk yarının son şarkısı “Kış Kış” oldu. Bu şarkıda dansçılar ve Hande dans edip cin çıkartmaya çabalarken sahnenin her iki yanına sıralanmış dörder kişinin işaret diliyle şarkının sözlerini anlatması manidar oldu tabii. Şarkının sözlerini anlamamıştık, değerini bilememiştik belki de. İşaret diliyle anlar mıydık acaba? Anlardık belki de… De işaret dilini kullananlar neden ortaçağ keşişleri gibi giyinmişti, işte onu anlayamazdık. Oysa Kemal Sunal’ın malum filmindeki sahne canlandırılsaydı yeniden fena mı olurdu? Hande başına bir kasket geçirip yere otursa, dansçılar etrafında davul çala çala cin kovsalar?.. Ortaçağ keşişiyle cin çıkarıldığı nerede görülmüş? (“Kış Kış”a fazla sardırdım farkındayım, toparlıyorum.)

Böylece kısa bir ara vakti geldi. Bir soluklandık, Akbil basıp (çok af edersiniz) tuvalete girdik, tost kokuları arasında kanımızdaki karbonmonoksit miktarını arttırmış olmanın keyfiyle de yerlerimize döndük. Sonra ışıklar karardı, perde tekrar açıldı. Fakat o da ne?

Tamam, şarkıyı biliyoruz, “Hatayı ben en başında yaptım,” diye başladığına göre şu bizim “Kırmızı” bu. Ama sahnenin orta yerinde ben diyeyim heyula, siz deyin gulyabani gibi duran kıpkırmızı şey ne?

Kafası bildiğin türbanlı ama hani türbanın içine sünger koyuyorlar ya böyle dik duruyor, onun beş misli filan abartılmışı. Elbise de boğazına kadar kapalı. Eteklerse yerden üç metre yukarıda… İçi belli ki tarlatanlı (bir müzik yazısı içerisinde bu kelimeyi, hem de iki kere kullanan tek kişi olarak tarihe geçmiş olabilirim şu an); yani böyle belden ayaklara doğru açılarak genişliyor. (Hadi meraklısına teknik bilgi de vereyim; etek 4 metre çapında imiş ve 50 metre kumaş kullanılarak yapılmış.)

Postmodern bir “first lady” (saray eşrafından) enstalasyonu desem, değil. “Bu piyasadaki herkes benim rakibim, hatta Niran Ünsal bile!” iddiası desem, o da değil. Geriye ne kalıyor? Bir Hakan Akkaya-Hande Yener tuhaflığı. Ona da kabul. Yani Hande’nin her giydiğini ettiğini Lady Gaga özentiliğine yormamak lazım. Böylesi tuhaflıklar bu işin doğasında var; olmalı da. Gaga’dan önce de yapılıyordu, sonra da yapılacak. Türkiye’de, hem de ‘70’lerde, Seyyal Taner, Füsun Önal, Sibel Egemen gibi isimler de yaptı böyle şeyler. Bak ben bile kaç paragraf ayırdım bu kostüme; maksadına ulaştı yani bu tuhaflık.

Ha tabi Hande o kostümü boydan boya sergilemek için üzerine çıktığı yükseltiden düşebilir ve bir faciaya ramak kalabilirdi. Bitmiyordu felaket senaryolarım, hezeyanlarım… Neyse ki Hande’nin yanındaki akrobat dansı yapan kız ve erkek dansçı değil ama öyle manasızca duran ikiz abiler tutarlardı onu eğer düşerse. Ki düşmedi.

“Kırmızı”nın ardından “Sebastian” geldi ve konserin açık ara en fazla reaksiyon alan şarkısı oldu. Sonra Hande seyirciler arasında bulunan bestecilerine teşekkür etti. Ersay Üner, Altan Çetin, Berksan (Hayır, Sinan Akçıl’ın adını anmadı; Mete Özgencil’in de.) Ama vokalistleriyle birlikte “Kelepçe”yi söyledi hemen ardından.

Konser, “Armağan” ve “Bodrum”la devam etti. Sonra Berksan’ı çağırdı ve birlikte “Haberi Var mı?”yı söylediler. Geçen seneki konserde bu şarkının lansmanı yapılmıştı; onu yad ettiler. Berksan bu defa seyirci koltuğundan kalkıp geldi, sahne arkasından değil. Haliyle özel bir kostüm filan giymemişti. Mert Ekren'e teşekkür ederken ise “Bana çok güzel bir albüm yaptı,” dedi Hande. Yani yeni albüm yoldaymış.

Şarkının sonunda Berksan, Hande’yi yere yatırıp öptü ve sonra gidip yerine oturdu. Hande bu defa “Yoksa Mani”yi söyledi. Ardından şu ikinci yarının açılışında sahnede beliren ikiz abiler, bu defa gladyatör kılığında çıkageldiler ve bir dövüştüler. “Hande için savaşan iki cesur yürek”miş onlar; sonradan basın bültenini okuyunca öğrendim. Zaten konser boyunca sahne üzerinde o kadar çok “tanımlanamayan cisim” vardı ki, basın bültenindeki açıklamalar olan biteni anlamak için çok faydalı oldu. Keşke opera temsillerindeki gibi, gösterinin içeriğini açıklayan broşürler bastırılsa ve salonda dağıtılsa imiş. En basitinden sahnedeki dekorun (basın bülteninden alıntıyla) “bilinmeyen bir gelecekte Hande Yener’in lideri olduğu kolonisiyle birlikte yerleştiği eskilerden kalma terk edilmiş Kraliçe’ye özel bir malikâne olarak” tasarlandığını anlardık o zaman. Ama anlayamadık haliyle; öyle baktık boş boş.

Bu arada ikiz abiler de gladyatör şovlarıyla dünyaca tanınan Stunttwins kardeşlermiş ve isimleri Ivan ve Petro imiş. Neyse… Gladyatörlerin savaşından sonra Hande de gladyatör kostümüyle sahneye gelip “Atma”yı söyledi. Artık şarkı ve gösteri arasındaki bağlantıyı siz kurun, ben ipin ucunu kaçırdım.

Şarkıdan sonra konuşurken, bir vesileyle “Düşmanlarım her yerde,” dedi Hande. “Bu meslek yüzünden paranoyak oldum” da dedi. Kafamı sallayarak onayladım ama görmedi galiba. “Herkes kendi ekmeğini yer, sen işine bak abla,” diye laf da atacaktım ama kahvehane muhabbeti yapmak bana yakışmaz diye vazgeçtim. Hem karşımdaki her ne kadar kabul günü muhabbeti yapsa da, kolonisiyle birlikte bilinmeyen bir gelecekte yaşayan koskoca bir kraliçeydi nihayetinde.

Şaka bir yana, böylesi konuşmalar şov içerikli bir gösteride çok faul duruyor sahiden. Karşılıklı sohbet muhabbet bir konser olsa neyse… (Yine basın bülteninden alıntıyla) “200 kişilik bir ekibin, 2 aylık çalışması”na yazık.
“Dünyanın 3 ayrı köşesinden gelen 3 ayrı müzisyenden oluşan dünyaca ünlü grup M3 Show Live grubu” yani Micah, Ruben Moran ve Leon, ışıklı saksafon, keman ve gitarlarıyla Hande’ye eşlik etmeye üzere sahneye çıktılar ve Hande “Aşkın Ateşi” ve “Kibir”le devam etti konsere.

Sonra demir parmaklıklar getirildi sahneye. Hande “Romeo”yu şahane bir Dilberay’la Kader Mahkumları kompozisyonunda söyledi. Şaka şaka… Bu şarkıdaki koreografi çok ama çok iyiydi.

Sonra “Hani Bana” söylendi ve tekrar “Kış Kış” girdi devreye. Hâlâ cin çıkmamıştı ama galiba bizim artık çıkmamız gerekiyordu. Çünkü konser bitivermişti. Oraya zorla getirilmiş gibi, konserin biteceğini hissettiği an topukları yağlayan bir seyirci kesimini saymazsak (ki onlar her konserde var), salonun yarısı kadar bir kesim öyle abandone vaziyette kaldı. Tempo tutsak mı, alkışlasak mı, tezahürat yapsak geri gelir mi hezeyanlarıyla ne yapacağını bilemeden devinen kalabalık, perde kapandıktan neredeyse bir on beş dakika sonra Hande’yi tekrar sahneye çıkarmaya muvaffak oldu.

Bu havada kalmışlığın nedeni çok belliydi. Konser sonuna doğru yükselmesi gereken ve seyirciye finalin geldiğini hissettirecek coşku ve enerji eksikti son bölümde. Zaten konser boyunca aradaki boşluklar, sanki her söylenecek şarkıya o an, orada karar veriliyormuş gibi bir kopukluk, konserin sonunu da o an bitirmeye karar verilmiş havasına soktu. Seyirci hızını alamadı sözün özü. Hande çıktı; “Bodrum” ve “Sebestian”ı yeniden söyledi. Ardından bir erkek dansçısının sevdiği kıza evlilik teklifine şahit olduk canlı canlı ve böylece Esra Erol tadında bir kapanış yapıldı.

Yazıyı bağlamadan şunu da söylemek lazım ki, sahne üzerinde sadece bir klavye, bir bas gitar, bir gitar ve bir davul vardı. Barlara bile daha büyük orkestralarla çıkanları gördüm. Ama “sound” hiç de fena değildi. Elbette altyapı takviyesi vardı işin içinde. Öyle olmasa, şarkılar kesintisiz söylenmezdi. Mesela hiç seyirciye eşlik esi vermedi Hande, çünkü altta altyapı akıyordu. Şarkıcılık performansı açısından geçen seneye göre biraz yorgun buldum Hande Yener’i. Yer yer sesten kaydığı, nefesinin tükendiği ve vokalistlere pas attığı anlar oldu ama bütünde iyi bir şarkıcı olduğunu bir kez daha gösterdi. Yaptığı hiç de kolay bir iş değildi çünkü. Bırakın dans etmeyi, o “zor” kostümleri taşırken şarkı söylemek bile tek başına bir iş.

Başta bahsettiğim Periscope röportajında geçen seneki konserden daha iyisini yapmak için çalıştığını söylemişti Hande. Haliyle kıyas kaçınılmaz olmuştu benim için. Şunu diyebilirim ki bu seneki konser için daha detaylı bir ön hazırlık, özellikle kostüm, dekor, konsept gibi konularda fazladan bir mühendislik çalışması yapılmış olsa da, bunun seyirciye ne kadar yansıtılabildiği tartışılır. Sanki geçen seneki konser seyirciyi daha fazla tatmin etmişti; en azından benim gözlemlediğim o. Bu sene detaylarla uğraşılırken, bütün (mesela akış hızı) gözden kaçırılmış gibi geldi bana. Mesela basın bülteninde uzun uzun anlatılan bir eldiven var ama keşke o eldivene harcanan zaman ve emek gösterinin teklememesi için harcansaymış diye düşünmeden edemiyor insan. Eldiveni sadece yakından görenler gördü ama aksaklıklar her yerden görülebiliyordu.

Ama eğlendik mi, eğlendik o ayrı. Hande düşecek mi, saçı yanacak mı, vantilatörlere kapılacak mı diye hop oturup hop kalktık; heyecan ve coşku bir aradaydı yani. E sevdiğimiz, ama çok sevdiğimiz şarkılar da vardı arada. Bir pop konserinden daha ne bekler insan? Cin çıkmasını mı?.. Yok. O çıkmadı işte!
TEMMUZ 2015
Published on August 01, 2015 05:23
July 30, 2015
20 Yıldır Candan
CANDAN ERÇETİN HARBİYE AÇIK HAVA TİYATROSU KONSERİ 29 TEMMUZ 2015
Bizim ses sanatkârlarımız, sahne performansı için bir sporcu gibi çalışmak, kondisyon tutmak gerektiğini pek bilmezler. “Her gün spor yapıyorum şekerim,” diyenini çok görürsünüz. Yapanı da vardır sahiden. Sporun da bir modası vardır zaten. Bir bakarınız “aeorobik,” bir bakarsınız “step”, bir bakarsınız “pilates”, o da olmadı “cardio” moda olmuş. İşte bizimkiler de modayı takip eder gibi severler genellikle sporu; e tabii bir de zayıflatsın, vücutlarını forma soksun diye. “Sahnede kondisyonum düşmesin, şarkı söylerken nefes nefese kalmayayım,” diye spor yaptığını söyleyen ya bir kişi olmuştur bugüne dek, ya iki.
Bu mevzu nereden çıktı şimdi? Candan Erçetin’in 2015 Harbiye Açık Hava konserini izledim çünkü. Ve konser boyunca en çok şunu söyledim: “Vay be kondisyona bak!”
Candan Erçetin spor yapıyor mu bilmiyorum. Ama ben sahnede şarkı söylerken nefesine bu kadar hâkim çok az şarkıcı izledim bu ülke sınırları içerisinde. O yüzden bir sürü başka şeyden önce bunu yazmak istedim.
Bu seneki konserin ayrı bir ehemmiyeti varmış Candan Erçetin için. Müzikte yirminci yılıymış. Daha doğrusu ilk albümüyle dinleyici karşısına çıkışının yirminci yılı… Nasıl bilmem? Tam dört senemi geçirmek üzere o uzak, çok uzak ve çok sıcak, bir tek ahbabımın bile olmadığı o şehre adım attığım 1995 Temmuz’unda, en çok üç kaset arkadaş olmuştu bana: Nazan Öncel’in “Göç”ü, Sezen Aksu’nun “Işık Doğudan Yükselir”i ve Candan Erçetin’in “Hazırım”ı. Her satırını, her notasını ezbere bilirim bu üç kasetin de. Öyle yakın dostumdur onlarla hâlâ.
Tabii aslında bakarsanız, reklam müziklerini, Eurovision maceralarını filan da katacak olduğumuzda, Candan Erçetin’in müzikte temiz bir 30 yılı var. Hatta Klips ve Onlar’la yapılmış bir albüm de var bu otuz yılın ilk on yılını kapsayan amatörlük kariyerinde. Ama ben de yirmi yılda bu kadar çok sayıda hafızalara kazınmış şarkıya sahip olsam, ben de dönüp “Ha Halley haha Halley”i hatırla(t)mazdım herhalde.
Konser repertuarı, geride kalan bu yirmi yılın bir özetini çıkarmak üzere çatılmış gibiydi. İlk Candan Erçetin “hit”i olan “Umurumda Değil”le başlaması boşuna değildi. Ve yakınlarda piyasaya çıkacak yeni albümden bir şarkı olan “Allı Yemeni (Pencere Açıldı Bilal Oğlan)” ile bitmesi de… Tabii ki “Bilal Oğlan” yeni bir şarkı değil ama yeni albüm de yeni şarkılardan oluşmuyormuş zaten. Bunu da konserde öğrenmiş olduk. Meğerse Erçetin’in “konsept” albüm zamanı gelmiş. Meğerse her beş sene de bir “konsept” albüm yapar imiş. Yaptığını biliyorum ama periyodunu takip etmemişim demek. Beşinci yılda Fransızca albüm, onuncu yılda Türk-Yunan şarkıları, on beşinci yılda aranjmanlar derken, yirminci yıla alaturka albüm denk gelmiş. “Bilal Oğlan”ın sebebi hikmeti anlaşıldı şimdi sanırım. (Bu yeni albümden başka şarkı tüyoları da var. Az sonra!)
Konserin ilk yarısını sahne ışıklarında mora çalan ama sahnenin her iki yanındaki “led” ekranlarda basbayağı mavi görünen ışıltılı bir kostümle geçirdi Candan Erçetin. 12 kişilik orkestrası kelimenin tam anlamıyla “zımba” gibiydi ve bir an bile teklemedi, aksamadı, gümbür gümbür başladı, öyle de bitirdi. Konserin sonuna doğru öğrendik ki Candan Erçetin zaten yirmi yıldır aynı orkestra ile çalışır imiş. Bu uyumun, bu “plak gibi” çalışın açıklaması da buymuş meğer.
“Umurumda Değil”le başladığı konsere “Onlar Yanlış Biliyor”la devam etti Candan Erçetin. Zamanında kendi deyimiyle “kendi iç meselesi”yle halleşmek için yazdığı bu şarkıyı çok, pek çok severek bizim onu şaşırttığımızı söyledi. Sonra bu “iç meselesi” tabirini kimi şarkılarda tekrar kullandı. Şarkılarını biz sevelim diye yazmadığının altını özellikle çizdi. Sanırım onu en çok bu mutlu etmişti/ediyordu. Birileri sevsin, beğensin diye hesap gütmeden, iç dökerek yazdığı şarkıların sahiplenilmesi, karşılığını bulması. Kim mutlu olmaz ki böyle bir şeyden? Sanırım hesapsız şarkı yazmanın ne demek olduğunu bilmeyenler. Neyse…
“Yalan”, “Olmaz” ve “Elbette” ardı ardına geldi sonra. Her birince seyirci de eşliğini esirgemedi haliyle. “Elbette”yi de kendini avutmak için yazdığını anlattı. Bense tam o anda, sadece toprağı değil, ruhlarımızı da derinden sarsan o büyük deprem sonrası bu şarkının toplum üzerinde nasıl bir iyileştirici etki yaptığını düşünüyor, hatırlıyordum. Hayat dediğimiz şey “Yalan” ve “Elbette” arasında gelip giden yaşanmışlıklarımızdan, duygu ve düşüncelerimizden ibaret değil miydi aslında?
Sonra “Sensizlik” ve yarı Fransızca, yarı Türkçe söylediği “Le Meteque (Hasret)”, “Meğer” ve melodik yapısıyla “Meğer”in kan kardeşi “Kırık Kalpler Durağı”nı seslendirdi Candan Erçetin. “Kırık Kalpler Durağı” şarkısı Erçetin’i üzen bir şarkı olmuş; çünkü şarkının klibinde oynayan üç kişi ölmüş, bir kişi bir gözünü kaybetmiş, dahası klibin çekildiği Haydarpaşa Garı’nın bir kısmı yanmış. (Yangını biliyorum elbette ama diğerlerini bilmiyordum, sahiden enteresanmış.)
Ve işte Candan Erçetin, konserin tam bu noktasında alaturka albümünün haberini verdi ve orkestraya ilave olunan birkaç parça alaturka sazla birlikte albümde yer alan şarkılardan dördünü arka arkaya söyledi: “Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun”, “İçin İçin Yanıyor”, “Silemezler Gönlümden” ve “Unuttun Beni Zalim”. Bu sonuncusu zaten geçtiğimiz ay bir konser klibi olarak servis edilmişti.
Kaldı ki Erçetin’in alaturka söylemesi de çok şaşırtıcı değil. “Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar”, “Bir Yangının Külünü”, “Unuttun Beni Zalim” gibi alaturka “cover”lar var diskografisinde. Bir de izleyenler bilir, başrollünü Beyazıt Öztürk’le paylaştığı “Yıldızların Altında” müzikalinde başından sonuna dek alaturka Yeşilçam şarkıları söylüyordu. Haliyle bu yeni projenin pek bir esprisi yok gibi. Gerçi “Aranjman” albümünün de bir esprisi yoktu ama Candan’ın bir bildiği vardır elbet. Ben kendi adıma konserin bu kısmında fazladan bir heyecan duymadım. Sanırım seyirci de duymadı ki Açık Hava’da enerji ve konsantrasyon biraz düştü o dakikalarda. Buna karşın Candan’ın bu şarkıları söylerken çok zevk aldığı da vücut dilinden anlaşılabiliyordu.
Ara verildiğinde konser boyunca tost kokularını üzerimize üzerimize üfleyen sağlı sollu büfelerden birine yanaştık bir kahve içelim diye. “Sigara içenler buradan aşağıya, buraya, ilerle ilerle!” şeklindeki nidalarıyla şehirlerarası otobüs terminali çığırtkanlarını anımsatan büfe satıcılarının emirlerine uyduk çaresiz. Bu büfeleri bir hale yola koymak neden mümkün değildir anlamam. Hem üçüncü sınıflar, hem de üçüncü sınıf bir büfeden beş kat fazla paraya satılıyor her şey.
Konserin ikinci yarısına beyaz, çiçekli bir elbise ve çıplak ayaklarla çıktı Candan Erçetin. “Söz Vermiştin”in arkasından son albümden “Yalnızlık” geldi. Sonra Candan’ın 2009 yılında yeniden söylediği Esmeray şarkısı “Unutama Beni” vardı sırada. Orkestra bu şarkıda kelimenin tam anlamıyla “pik” yaptı. Tüyleri diken diken eden bir düzenleme, icra ve yorum dinledik. Ardından yine son albümden “Güle Güle” ve peşi sıra da “Gamsız Hayat” geldi. Sonra Candan güldü. “Gülüyorum çünkü bu şarkıyı o kadar farklı sözlerle söylendi ki kaç defa, orijinal sözlerini neredeyse ben de unutacağım,” dedi. “Git”den bahsediyordu. Hani şu Beyaz’la haftalar boyu karşılıklı atıştıkları şarkıdan. Beyaz ve kendisinin yaptıkları bir yana, şarkının bir de internette farklı versiyonları olduğunu, bazılarına, özellikle de 112 Acil servis ambulans çalışanlarının yaptığına çok güldüğünü söyledi.
Pek kimse bilmez; bir de tersi bir durum var oysa. Candan Erçetin’in Cemal Safi’nin dizelerinden bestelediği bir şarkı bu. Aynı dizelerle yapılmış bir başka şarkı daha var. Hem de Candan Erçetin’inkinden çok daha önce. Orhan Gencebay’ın 1990 yılında yayımlanan “Utan / Dokunma” adlı albümündeki “Hadi Git” adlı şarkısı da aynı şiirle yapılmış bir başka şarkı. Erçetin şiiri bestelerken bunu biliyor muydu, bilmiyorum.
“Git” söyledikten sonra “Her an bir yerlerden Beyaz çıkacak diye korkuyorum,” dedi Candan Erçetin ve “Milyonlarca Kuştuk”la devam etti. “Melek”ten hemen sonra ise “Dalga” geldi. İkinci yarıda son albümden çok şarkı vardı anlayacağınız ama seyirci genellikle son albümün şarkılarına pek eşlik edemedi, eskilerde daha fazla reaksiyon verdi.
Bu konserde bilmediğimiz bir şey daha çıktı ortaya. Meğerse Candan Erçetin, Cep Sahne Akademisi diye bir oluşumla meşgulmüş bir süredir. Farklı meslek dallarında çalışan, ancak şarkı söylemek isteyen, müziği seven insanların bir araya geldiği, bir nevi bir “workshop” çalışması imiş bu, anladığım kadarıyla. İşte o oluşumun 22 kişiden oluşan korosunu davet etti sahneye Candan Erçetin. Hepsi farklı farklı ama siyah renkli kostümleriyle, farklı yaş gruplarından bir avuç insan doldurdu sahneyi bir anda. Ve Candan Erçetin konsere, onlarla birlikte devam etti. Önce “Sevdim Sevilmedim”, ardından “Vay Halime” ve “Ramo Ramo”yu birlikte söylediler. Daha doğrusu birlikte söyledik. Çünkü şöyle enteresan bir şey oldu; Candan bir onlara söz verdi, bir bize, yani seyircilere. Böylece sahnedeki koro ile salondaki seyirciler karşılıklı söylediler. Gereğinden uzun sürdü biraz ama yine de eğlenceli dakikalar yaşandı.
Sonra yine yakında çıkacak albümden iki şarkı vardı sırada: “Erkilet Güzeli” ve “Vardar Ovası”. Bu anlar, Candan Erçetin’in çıplak ayaklarıyla, gerçekten eğlenerek ve bunu bize hissettirerek sahnenin ortasında dans ettiği anlar oldu.
Sonra yaklaşık bir yirmi dakika süren orkestra müzisyenlerinin tanıtım faslına geçildi. 12 müzisyenin her biri bir solo yaptı, küçük mizansenler ve esprilerle bu bölüm bir şova dönüştü. Mustafa Süder, Göksun Çavdar, Şafak Özdoğan, Nuri Irmak gibi her biri virtüöz derecesinde yetkin bu ekibin şovunu izlemek de eğlenceliydi; yine gereğinden biraz fazla uzun sürse de. Orkestranın bu bölümü yine “Git” şarkısına bağlaması ve şarkının bir kez daha değiştirilmiş sözlerle söylenmesi ise bir başka sürpriz oldu. Bu defa sözler gecenin anlam ve önemine uydurulmuştu:
“Bir büyük bir aileyiz, birbirimizi severiz, konu müzik olunca, yeri gelir kavga ederiz, ama günün sonunda, birlik olur, kenetleniriz, bir yirmi sene daha, inşallah konserler veririz, hep birlikte çalıp söyleriz.”
Ve gece, “Bilal Oğlan” türküsü ile sona erdi. Biz alkışladık, Candan Erçetin selam verdi ve gitti. “Bis” olmadı çünkü seyircilerin büyük kısmı arkalarından atlı kovalıyormuşçasına salondan çıkma telaşına düşmüştü. Her konserde olduğu gibi yine, konser başladıktan yarım saat sonra bile gelenlere, konser bitmeden salonu terk edenlere şaşırdığım ve kızdığımla kaldım. Böyle şeyler artık ayıp sayılmıyor ne çare; biz eskide kalmışız.
Başta da söylediğim gibi, bende konserin bıraktığı en derin iz, Candan Erçetin’in şarkıcılık performansı oldu. Enteresan bir gırtlak yapısı ve sesi var Erçetin’in. Şarkı aralarında konuşurken her an sesi kısılacakmış hatta kısılmış gibi geliyor kulağa. Albümlerinde de çok belirgin nefes sesleri hep rahatsız etmiştir beni. Bazen zorlandığı hissine kapılırım. Ama hiç öyle değilmiş. Ya da en azından o gece öyle değildi.
Bir de tabii, yirmi yılda ne çok şarkısını ezber ettiğimizi, ne çok anımıza, yaşanmışlığımıza ortak ettiğimizi toplu halde görmüş oldum. Erçetin’in fazladan hiçbir şova, atraksiyona gerek duymadan, sadece şarkılarını söyleyerek en çok konser salonu dolduran şarkıcılardan biri olabilmesinin sırrını da biraz çözdüm sanki. Konser gibi konserdi çünkü. Sadece iyi şarkılar, iyi çalınan, iyi söylenen şarkılar vardı (alaturkalar bir yana; onlar ne de olsa “konsept”.)
Açık Hava konserlerinin olmazsa olmazı sucuk ve köfte kokuları eşliğinde, en uzak mesafeye müşteri arayan taksilerin arasından Nişantaşı’na doğru dağılan kalabalık memnun ve mesut görünüyordu. Ben de öyle. Yoksa üç saatlik konserden sonra eve gidip gece uyumaya yattığımda, kulaklığımda niye yine Candan Erçetin şarkıları olsundu ki?
TEMMUZ 2015

Bizim ses sanatkârlarımız, sahne performansı için bir sporcu gibi çalışmak, kondisyon tutmak gerektiğini pek bilmezler. “Her gün spor yapıyorum şekerim,” diyenini çok görürsünüz. Yapanı da vardır sahiden. Sporun da bir modası vardır zaten. Bir bakarınız “aeorobik,” bir bakarsınız “step”, bir bakarsınız “pilates”, o da olmadı “cardio” moda olmuş. İşte bizimkiler de modayı takip eder gibi severler genellikle sporu; e tabii bir de zayıflatsın, vücutlarını forma soksun diye. “Sahnede kondisyonum düşmesin, şarkı söylerken nefes nefese kalmayayım,” diye spor yaptığını söyleyen ya bir kişi olmuştur bugüne dek, ya iki.
Bu mevzu nereden çıktı şimdi? Candan Erçetin’in 2015 Harbiye Açık Hava konserini izledim çünkü. Ve konser boyunca en çok şunu söyledim: “Vay be kondisyona bak!”

Candan Erçetin spor yapıyor mu bilmiyorum. Ama ben sahnede şarkı söylerken nefesine bu kadar hâkim çok az şarkıcı izledim bu ülke sınırları içerisinde. O yüzden bir sürü başka şeyden önce bunu yazmak istedim.
Bu seneki konserin ayrı bir ehemmiyeti varmış Candan Erçetin için. Müzikte yirminci yılıymış. Daha doğrusu ilk albümüyle dinleyici karşısına çıkışının yirminci yılı… Nasıl bilmem? Tam dört senemi geçirmek üzere o uzak, çok uzak ve çok sıcak, bir tek ahbabımın bile olmadığı o şehre adım attığım 1995 Temmuz’unda, en çok üç kaset arkadaş olmuştu bana: Nazan Öncel’in “Göç”ü, Sezen Aksu’nun “Işık Doğudan Yükselir”i ve Candan Erçetin’in “Hazırım”ı. Her satırını, her notasını ezbere bilirim bu üç kasetin de. Öyle yakın dostumdur onlarla hâlâ.

Tabii aslında bakarsanız, reklam müziklerini, Eurovision maceralarını filan da katacak olduğumuzda, Candan Erçetin’in müzikte temiz bir 30 yılı var. Hatta Klips ve Onlar’la yapılmış bir albüm de var bu otuz yılın ilk on yılını kapsayan amatörlük kariyerinde. Ama ben de yirmi yılda bu kadar çok sayıda hafızalara kazınmış şarkıya sahip olsam, ben de dönüp “Ha Halley haha Halley”i hatırla(t)mazdım herhalde.

Konser repertuarı, geride kalan bu yirmi yılın bir özetini çıkarmak üzere çatılmış gibiydi. İlk Candan Erçetin “hit”i olan “Umurumda Değil”le başlaması boşuna değildi. Ve yakınlarda piyasaya çıkacak yeni albümden bir şarkı olan “Allı Yemeni (Pencere Açıldı Bilal Oğlan)” ile bitmesi de… Tabii ki “Bilal Oğlan” yeni bir şarkı değil ama yeni albüm de yeni şarkılardan oluşmuyormuş zaten. Bunu da konserde öğrenmiş olduk. Meğerse Erçetin’in “konsept” albüm zamanı gelmiş. Meğerse her beş sene de bir “konsept” albüm yapar imiş. Yaptığını biliyorum ama periyodunu takip etmemişim demek. Beşinci yılda Fransızca albüm, onuncu yılda Türk-Yunan şarkıları, on beşinci yılda aranjmanlar derken, yirminci yıla alaturka albüm denk gelmiş. “Bilal Oğlan”ın sebebi hikmeti anlaşıldı şimdi sanırım. (Bu yeni albümden başka şarkı tüyoları da var. Az sonra!)

Konserin ilk yarısını sahne ışıklarında mora çalan ama sahnenin her iki yanındaki “led” ekranlarda basbayağı mavi görünen ışıltılı bir kostümle geçirdi Candan Erçetin. 12 kişilik orkestrası kelimenin tam anlamıyla “zımba” gibiydi ve bir an bile teklemedi, aksamadı, gümbür gümbür başladı, öyle de bitirdi. Konserin sonuna doğru öğrendik ki Candan Erçetin zaten yirmi yıldır aynı orkestra ile çalışır imiş. Bu uyumun, bu “plak gibi” çalışın açıklaması da buymuş meğer.

“Umurumda Değil”le başladığı konsere “Onlar Yanlış Biliyor”la devam etti Candan Erçetin. Zamanında kendi deyimiyle “kendi iç meselesi”yle halleşmek için yazdığı bu şarkıyı çok, pek çok severek bizim onu şaşırttığımızı söyledi. Sonra bu “iç meselesi” tabirini kimi şarkılarda tekrar kullandı. Şarkılarını biz sevelim diye yazmadığının altını özellikle çizdi. Sanırım onu en çok bu mutlu etmişti/ediyordu. Birileri sevsin, beğensin diye hesap gütmeden, iç dökerek yazdığı şarkıların sahiplenilmesi, karşılığını bulması. Kim mutlu olmaz ki böyle bir şeyden? Sanırım hesapsız şarkı yazmanın ne demek olduğunu bilmeyenler. Neyse…

“Yalan”, “Olmaz” ve “Elbette” ardı ardına geldi sonra. Her birince seyirci de eşliğini esirgemedi haliyle. “Elbette”yi de kendini avutmak için yazdığını anlattı. Bense tam o anda, sadece toprağı değil, ruhlarımızı da derinden sarsan o büyük deprem sonrası bu şarkının toplum üzerinde nasıl bir iyileştirici etki yaptığını düşünüyor, hatırlıyordum. Hayat dediğimiz şey “Yalan” ve “Elbette” arasında gelip giden yaşanmışlıklarımızdan, duygu ve düşüncelerimizden ibaret değil miydi aslında?

Sonra “Sensizlik” ve yarı Fransızca, yarı Türkçe söylediği “Le Meteque (Hasret)”, “Meğer” ve melodik yapısıyla “Meğer”in kan kardeşi “Kırık Kalpler Durağı”nı seslendirdi Candan Erçetin. “Kırık Kalpler Durağı” şarkısı Erçetin’i üzen bir şarkı olmuş; çünkü şarkının klibinde oynayan üç kişi ölmüş, bir kişi bir gözünü kaybetmiş, dahası klibin çekildiği Haydarpaşa Garı’nın bir kısmı yanmış. (Yangını biliyorum elbette ama diğerlerini bilmiyordum, sahiden enteresanmış.)

Ve işte Candan Erçetin, konserin tam bu noktasında alaturka albümünün haberini verdi ve orkestraya ilave olunan birkaç parça alaturka sazla birlikte albümde yer alan şarkılardan dördünü arka arkaya söyledi: “Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun”, “İçin İçin Yanıyor”, “Silemezler Gönlümden” ve “Unuttun Beni Zalim”. Bu sonuncusu zaten geçtiğimiz ay bir konser klibi olarak servis edilmişti.
Kaldı ki Erçetin’in alaturka söylemesi de çok şaşırtıcı değil. “Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar”, “Bir Yangının Külünü”, “Unuttun Beni Zalim” gibi alaturka “cover”lar var diskografisinde. Bir de izleyenler bilir, başrollünü Beyazıt Öztürk’le paylaştığı “Yıldızların Altında” müzikalinde başından sonuna dek alaturka Yeşilçam şarkıları söylüyordu. Haliyle bu yeni projenin pek bir esprisi yok gibi. Gerçi “Aranjman” albümünün de bir esprisi yoktu ama Candan’ın bir bildiği vardır elbet. Ben kendi adıma konserin bu kısmında fazladan bir heyecan duymadım. Sanırım seyirci de duymadı ki Açık Hava’da enerji ve konsantrasyon biraz düştü o dakikalarda. Buna karşın Candan’ın bu şarkıları söylerken çok zevk aldığı da vücut dilinden anlaşılabiliyordu.

Ara verildiğinde konser boyunca tost kokularını üzerimize üzerimize üfleyen sağlı sollu büfelerden birine yanaştık bir kahve içelim diye. “Sigara içenler buradan aşağıya, buraya, ilerle ilerle!” şeklindeki nidalarıyla şehirlerarası otobüs terminali çığırtkanlarını anımsatan büfe satıcılarının emirlerine uyduk çaresiz. Bu büfeleri bir hale yola koymak neden mümkün değildir anlamam. Hem üçüncü sınıflar, hem de üçüncü sınıf bir büfeden beş kat fazla paraya satılıyor her şey.

Konserin ikinci yarısına beyaz, çiçekli bir elbise ve çıplak ayaklarla çıktı Candan Erçetin. “Söz Vermiştin”in arkasından son albümden “Yalnızlık” geldi. Sonra Candan’ın 2009 yılında yeniden söylediği Esmeray şarkısı “Unutama Beni” vardı sırada. Orkestra bu şarkıda kelimenin tam anlamıyla “pik” yaptı. Tüyleri diken diken eden bir düzenleme, icra ve yorum dinledik. Ardından yine son albümden “Güle Güle” ve peşi sıra da “Gamsız Hayat” geldi. Sonra Candan güldü. “Gülüyorum çünkü bu şarkıyı o kadar farklı sözlerle söylendi ki kaç defa, orijinal sözlerini neredeyse ben de unutacağım,” dedi. “Git”den bahsediyordu. Hani şu Beyaz’la haftalar boyu karşılıklı atıştıkları şarkıdan. Beyaz ve kendisinin yaptıkları bir yana, şarkının bir de internette farklı versiyonları olduğunu, bazılarına, özellikle de 112 Acil servis ambulans çalışanlarının yaptığına çok güldüğünü söyledi.

Pek kimse bilmez; bir de tersi bir durum var oysa. Candan Erçetin’in Cemal Safi’nin dizelerinden bestelediği bir şarkı bu. Aynı dizelerle yapılmış bir başka şarkı daha var. Hem de Candan Erçetin’inkinden çok daha önce. Orhan Gencebay’ın 1990 yılında yayımlanan “Utan / Dokunma” adlı albümündeki “Hadi Git” adlı şarkısı da aynı şiirle yapılmış bir başka şarkı. Erçetin şiiri bestelerken bunu biliyor muydu, bilmiyorum.
“Git” söyledikten sonra “Her an bir yerlerden Beyaz çıkacak diye korkuyorum,” dedi Candan Erçetin ve “Milyonlarca Kuştuk”la devam etti. “Melek”ten hemen sonra ise “Dalga” geldi. İkinci yarıda son albümden çok şarkı vardı anlayacağınız ama seyirci genellikle son albümün şarkılarına pek eşlik edemedi, eskilerde daha fazla reaksiyon verdi.

Bu konserde bilmediğimiz bir şey daha çıktı ortaya. Meğerse Candan Erçetin, Cep Sahne Akademisi diye bir oluşumla meşgulmüş bir süredir. Farklı meslek dallarında çalışan, ancak şarkı söylemek isteyen, müziği seven insanların bir araya geldiği, bir nevi bir “workshop” çalışması imiş bu, anladığım kadarıyla. İşte o oluşumun 22 kişiden oluşan korosunu davet etti sahneye Candan Erçetin. Hepsi farklı farklı ama siyah renkli kostümleriyle, farklı yaş gruplarından bir avuç insan doldurdu sahneyi bir anda. Ve Candan Erçetin konsere, onlarla birlikte devam etti. Önce “Sevdim Sevilmedim”, ardından “Vay Halime” ve “Ramo Ramo”yu birlikte söylediler. Daha doğrusu birlikte söyledik. Çünkü şöyle enteresan bir şey oldu; Candan bir onlara söz verdi, bir bize, yani seyircilere. Böylece sahnedeki koro ile salondaki seyirciler karşılıklı söylediler. Gereğinden uzun sürdü biraz ama yine de eğlenceli dakikalar yaşandı.
Sonra yine yakında çıkacak albümden iki şarkı vardı sırada: “Erkilet Güzeli” ve “Vardar Ovası”. Bu anlar, Candan Erçetin’in çıplak ayaklarıyla, gerçekten eğlenerek ve bunu bize hissettirerek sahnenin ortasında dans ettiği anlar oldu.
Sonra yaklaşık bir yirmi dakika süren orkestra müzisyenlerinin tanıtım faslına geçildi. 12 müzisyenin her biri bir solo yaptı, küçük mizansenler ve esprilerle bu bölüm bir şova dönüştü. Mustafa Süder, Göksun Çavdar, Şafak Özdoğan, Nuri Irmak gibi her biri virtüöz derecesinde yetkin bu ekibin şovunu izlemek de eğlenceliydi; yine gereğinden biraz fazla uzun sürse de. Orkestranın bu bölümü yine “Git” şarkısına bağlaması ve şarkının bir kez daha değiştirilmiş sözlerle söylenmesi ise bir başka sürpriz oldu. Bu defa sözler gecenin anlam ve önemine uydurulmuştu:
“Bir büyük bir aileyiz, birbirimizi severiz, konu müzik olunca, yeri gelir kavga ederiz, ama günün sonunda, birlik olur, kenetleniriz, bir yirmi sene daha, inşallah konserler veririz, hep birlikte çalıp söyleriz.”

Ve gece, “Bilal Oğlan” türküsü ile sona erdi. Biz alkışladık, Candan Erçetin selam verdi ve gitti. “Bis” olmadı çünkü seyircilerin büyük kısmı arkalarından atlı kovalıyormuşçasına salondan çıkma telaşına düşmüştü. Her konserde olduğu gibi yine, konser başladıktan yarım saat sonra bile gelenlere, konser bitmeden salonu terk edenlere şaşırdığım ve kızdığımla kaldım. Böyle şeyler artık ayıp sayılmıyor ne çare; biz eskide kalmışız.
Başta da söylediğim gibi, bende konserin bıraktığı en derin iz, Candan Erçetin’in şarkıcılık performansı oldu. Enteresan bir gırtlak yapısı ve sesi var Erçetin’in. Şarkı aralarında konuşurken her an sesi kısılacakmış hatta kısılmış gibi geliyor kulağa. Albümlerinde de çok belirgin nefes sesleri hep rahatsız etmiştir beni. Bazen zorlandığı hissine kapılırım. Ama hiç öyle değilmiş. Ya da en azından o gece öyle değildi.

Bir de tabii, yirmi yılda ne çok şarkısını ezber ettiğimizi, ne çok anımıza, yaşanmışlığımıza ortak ettiğimizi toplu halde görmüş oldum. Erçetin’in fazladan hiçbir şova, atraksiyona gerek duymadan, sadece şarkılarını söyleyerek en çok konser salonu dolduran şarkıcılardan biri olabilmesinin sırrını da biraz çözdüm sanki. Konser gibi konserdi çünkü. Sadece iyi şarkılar, iyi çalınan, iyi söylenen şarkılar vardı (alaturkalar bir yana; onlar ne de olsa “konsept”.)

Açık Hava konserlerinin olmazsa olmazı sucuk ve köfte kokuları eşliğinde, en uzak mesafeye müşteri arayan taksilerin arasından Nişantaşı’na doğru dağılan kalabalık memnun ve mesut görünüyordu. Ben de öyle. Yoksa üç saatlik konserden sonra eve gidip gece uyumaya yattığımda, kulaklığımda niye yine Candan Erçetin şarkıları olsundu ki?
TEMMUZ 2015
Published on July 30, 2015 14:58
July 26, 2015
Ses Dergisi Yazıları (Haziran 2015)
49 YIL ÖNCE SES
Genç film yıldızı Fatma Girik, evinin yatak odasında “gizlice “nasıl görüntülendi? Gülriz Sururi’nin kaç kürkü, kaç pabucu var? Ayhan Işık’ın çıplaklığı adilik derecesine düşürmeyen rol arkadaşı kim? Tüm bu soruların cevapları 49 yıl öncesinin Ses dergilerinde saklı. 1966 yılında bir gezintiye buyurun.
FATMA SERESERPE
Ses dergisi muhabiri, Fatma Girik’in evinin karşısındaki apartman dairelerinden birine tele-objektifini kurmuş ve Girik’in perdeleri açık yatak odasının güya gizlice fotoğraflarını çekmiş.
Fotoğraflar çekilirken Fatma Girik önce uyuyormuş, sonra uyanmış ve annesinin getirdiği mecmuaları okumaya başlamış, daha sonra ise bir telefon görüşmesi yapmış ve tüm bu anlar saniye saniye fotoğraf karelerine aktarılmış.
“Sereserpe Yatıyordu” başlığıyla yayımlanan haberin metni ise ayrı şenlik : “Eğer o gün Fatma Girik, gizlice ‘baby-doll’lü resimlerini çektiğimizi bilseydi, belki de bizden şikâyetçi olur, en azından perdelerini sıkı sıkıya kapardı… Fakat nereden bilsin Fatmacık başına gelecekleri?.. Fatma yatağa serserpe uzanmış, göğüsleri ‘baby-doll’ün yakasından adeta taşmıştı. Bembeyaz bacakları, tatlı yüzü ile Fatma yatakta bir aşk anıtını andırıyordu.”
GÜLRİZ’İN GARDIROPUNDAN
Ses dergisinin her hafta başka bir artistin evine konuk olup, kostümlerini fotoğrafladığı yazı dizisinin adı: Artistlerin Gardıropları. Haftanın konuğu ise o günlerin en popüler tiyatro artistlerinden Gülriz Sururi.
“Gülriz Sururi sahnede nasıl kimseye benzemeyen, kişilik ve üslup sahibi bir sanatçıysa, günlük hayatının her anında, üstündeki elbiseye renk, ruh ve şahsiyet veren ve değişik giyim zevkine sahip bir kadın,” deniliyor haberde.
Doğru söze ne denir. Gülriz Sururi gardırobundan seçtiği kostümlerle verdiği pozlardaki zarafetiyle mankenleri aratmamış. Tabii o zamanlar böyle şeyler ayıp sayılmadığından olsa gerek, haberin sonunda Sururi’nin gardırobunun dökümü de yapılmış: “Gülriz Sururi’nin gardırobunda 3 tayyör, 3 rob, 3 kürk, 10 eteklik, 12 süveter, 3 pantolon, 10 çift pabuç vardır.”
KALİTELİ ÇIPLAK
Habere göre, “Kanun Benim “ adı verilmiş yeni filminde Ayhan Işık’a Alman aktrist Glori Lee eşlik ediyormuş. Bu durumu şöyle açıklamış Ses dergisi: “Filmcilerimiz Avrupalı kadın oyuncuları kadrolarına alıp seyircilerine güzel vücut, güzel yüz göstermek istiyor. Ayhan’ın yeni filminin özelliği bu artisttir.”
Bu artist hanım kızımızın özelliği ise haberin devamında yazıyor: “Ayhan Işık’ın Alman rol arkadaşının en büyük özelliği, çıplaklığı adilik derecesine düşürmemesidir. Bazı yerli film sahnelerini hatırlayanlar, ‘Galiba açık saçık sahneler için filmcilerimiz yabancı kadın kullanmak zorunda kalacaklar. Çünkü onların çıplaklığı galiba daha kaliteli oluyor,’ diyorlar.”
Haber, Ayhan Işık’ın “kaliteli çıplak” rol arkadaşıyla verdiği poz poz fotoğraflarla süslenmiş.
MÜZİK GÜNDEMİ HAZİRAN 2015
AZERBAYCAN DİYARINDAN NİGAR
Azerbaycan halkıyla ne kadar kardeş olduğumuzu, 2012 yılında Eurovision Şarkı Yarışmasını izlemek için Bakü’ye gittiğimde anlamıştım en çok. Türkiye’den geldiğimizi fark ettikleri anda gözlerinin nasıl içten güldüğünü, bize nasıl izzeti ikramda bulunduklarını, nasıl bağırlarına bastıklarını anlatamam. Maalesef biz artık o kadar misafirperver ve sevecen değiliz ama onlar hâlâ öyle.
Azeri şarkıcılar için Türkiye pazarına girmenin de ayrı bir kıymeti, önemi var. Azerbaycan’da Türkiyeli şarkıcılar çok dinleniliyor, seviliyor, takip ediliyor zaten ama Azeri müzisyenlerin ta Rusya zamanından gelen köklü bir müzikal birikimi ve görgüsü var ki, bu anlamda bizden çok daha ileride olduklarını söyleyebilmek mümkün. Buna rağmen Azeri şarkıcıların Türkiye’de başarı kazanması, tanınması onlar için değerli bir şey.
Geçtiğimiz yıllarda Azerbaycan’ın popüler şarkıcılarından Röya, Türk müzik piyasasına başarılı bir giriş yapmıştı. Yakın zamanda ise O Ses Türkiye yarışması sayesinde Elnur’u bağrımıza bastık. Şimdilerde de Nigar Jamal Türkiye’de şansını deniyor. Biliyorsunuz, Elnur, Azerbaycan’ın eski Eurovision temsilcilerinden biriydi. Nigar da öyle... Nigar, 2011 yılında Eldar Kasımov ile birlikte seslendirdiği “Running Scared” adlı şarkıyla yarışmada Azerbaycan’a birincilik getirmişti üstelik. İşte o Nigar, şimdi “Herhalde” adı verilmiş iki şarkılık bir tekliyle Türkiye müzik pazarında. Bu teklide Berksan, Mert Ekren ve Turaç Berkay’la çalışan Nigar, oyunu Türk popunun kurallarına göre oynuyor.
Çok iyi bir şarkıcı Nigar Jamal. Çok da yetenekli… Azerbaycan’da çok seviliyor ve Türkiye’de de sevilmemesi için hiçbir sebep yok. Bakalım Nigar’ın bu denemesi başarıya ulaşacak mı?
HAREKETLİ VE BEREKETLİ GÜNLER
2015’i neredeyse yarılamak üzereyiz. Müzik dünyası açısından hayli hareketli ve bereketli geçiyor bu yıl. Ardı ardına çok sayıda yeni şarkı/albüm çıktı piyasaya. Üstelik önceki yıllarda görülen o tekdüzelik de yok bu sene. Farklı türlerde, çok iyi albümler de yapılıyor artık. Mesela İskender Paydaş’ın rahle-i tedrisinden geçmiş iki müzisyenin birden albümü yayımlandı geçen ay: Ozan Ünlü’nün “Puslu Mavi” ve Yılmaz Kömürcü’nün “Yeni Aşk” adlı albümleri. Her ikisi de ana akım popun klişelerine yüz vermeden, kendilerine ait müzikal kimlikleriyle dikkat çekiyor.
Gülşen’in yeni albümü “Bangır Bangır”, müzik sektörünü bir hayli hareketlendirdi ve Gülşen bu yaz da şarkılarının her yerde çalınmasını şimdiden garantiledi.
Ferhat Göçer bu defa Erol Köse’nin prodüktörlüğünde, “Sığmıyorsun Geceye ve Zaman” adı verilmiş yeni bir albüm yayımladı. Seversiniz sevmezsiniz o ayrı ama 2000’lerde imza attığı albümler düşünüldüğünde, Erol Köse’nin yıldız parlatma konusunda çok başarılı olduğu bir gerçek. Ferhat Göçer’le ortaklığının parlak bir sonuç vermesi de kuvvetle muhtemel.
Nükhet Duru tam da adına yakışır türden, dört dörtlük yeni albümü “Aşkın N Hali” ile geçtiğimiz ayın müzik gündeminde en çok dikkat çekenler arasındaydı. Ona keza, Ayşegül Aldinç’in, bir Mabel Matiz şarkısıyla, “Bir Tek Gördüğüm”le geri dönüşü de çok konuşuldu.
Son dönemin en güzel sürprizlerinden biri de ‘90’ların fenomen grubu Vitamin’in geri dönüşü oldu. “Endoplazmik Retikulum” adını taşıyan yeni albüm, genç yaşta kaybettiğimiz Gökhan Semiz’in yokluğuna rağmen Vitamin hayranlarını çok memnun edeceğe benziyor.
Türk popuna çok fazla emeği geçmiş, Sezen Aksu başta olmak üzere, çok sayıda yıldızın ilk dönemlerine tanıklık etmiş Baha Boduroğlu’nun proje albümü “Baha’nın 40 Yıllık Şarkıları” da geçen ayın bir başka sürpriziydi. Sezen Aksu, Erol Evgin, Yeliz, Yeşim, Nur Yoldaş ve daha niceleriyle epeyce renkli bu albümde Baha Boduroğlu’nun kırk yıllık müzik serüveninde ürettiği şarkılar ve o serüvenin tanıkları var.
MAYIS 2015
Genç film yıldızı Fatma Girik, evinin yatak odasında “gizlice “nasıl görüntülendi? Gülriz Sururi’nin kaç kürkü, kaç pabucu var? Ayhan Işık’ın çıplaklığı adilik derecesine düşürmeyen rol arkadaşı kim? Tüm bu soruların cevapları 49 yıl öncesinin Ses dergilerinde saklı. 1966 yılında bir gezintiye buyurun.
FATMA SERESERPE


Ses dergisi muhabiri, Fatma Girik’in evinin karşısındaki apartman dairelerinden birine tele-objektifini kurmuş ve Girik’in perdeleri açık yatak odasının güya gizlice fotoğraflarını çekmiş.

Fotoğraflar çekilirken Fatma Girik önce uyuyormuş, sonra uyanmış ve annesinin getirdiği mecmuaları okumaya başlamış, daha sonra ise bir telefon görüşmesi yapmış ve tüm bu anlar saniye saniye fotoğraf karelerine aktarılmış.


“Sereserpe Yatıyordu” başlığıyla yayımlanan haberin metni ise ayrı şenlik : “Eğer o gün Fatma Girik, gizlice ‘baby-doll’lü resimlerini çektiğimizi bilseydi, belki de bizden şikâyetçi olur, en azından perdelerini sıkı sıkıya kapardı… Fakat nereden bilsin Fatmacık başına gelecekleri?.. Fatma yatağa serserpe uzanmış, göğüsleri ‘baby-doll’ün yakasından adeta taşmıştı. Bembeyaz bacakları, tatlı yüzü ile Fatma yatakta bir aşk anıtını andırıyordu.”

GÜLRİZ’İN GARDIROPUNDAN

Ses dergisinin her hafta başka bir artistin evine konuk olup, kostümlerini fotoğrafladığı yazı dizisinin adı: Artistlerin Gardıropları. Haftanın konuğu ise o günlerin en popüler tiyatro artistlerinden Gülriz Sururi.


“Gülriz Sururi sahnede nasıl kimseye benzemeyen, kişilik ve üslup sahibi bir sanatçıysa, günlük hayatının her anında, üstündeki elbiseye renk, ruh ve şahsiyet veren ve değişik giyim zevkine sahip bir kadın,” deniliyor haberde.


Doğru söze ne denir. Gülriz Sururi gardırobundan seçtiği kostümlerle verdiği pozlardaki zarafetiyle mankenleri aratmamış. Tabii o zamanlar böyle şeyler ayıp sayılmadığından olsa gerek, haberin sonunda Sururi’nin gardırobunun dökümü de yapılmış: “Gülriz Sururi’nin gardırobunda 3 tayyör, 3 rob, 3 kürk, 10 eteklik, 12 süveter, 3 pantolon, 10 çift pabuç vardır.”
KALİTELİ ÇIPLAK

Habere göre, “Kanun Benim “ adı verilmiş yeni filminde Ayhan Işık’a Alman aktrist Glori Lee eşlik ediyormuş. Bu durumu şöyle açıklamış Ses dergisi: “Filmcilerimiz Avrupalı kadın oyuncuları kadrolarına alıp seyircilerine güzel vücut, güzel yüz göstermek istiyor. Ayhan’ın yeni filminin özelliği bu artisttir.”


Bu artist hanım kızımızın özelliği ise haberin devamında yazıyor: “Ayhan Işık’ın Alman rol arkadaşının en büyük özelliği, çıplaklığı adilik derecesine düşürmemesidir. Bazı yerli film sahnelerini hatırlayanlar, ‘Galiba açık saçık sahneler için filmcilerimiz yabancı kadın kullanmak zorunda kalacaklar. Çünkü onların çıplaklığı galiba daha kaliteli oluyor,’ diyorlar.”

Haber, Ayhan Işık’ın “kaliteli çıplak” rol arkadaşıyla verdiği poz poz fotoğraflarla süslenmiş.

AZERBAYCAN DİYARINDAN NİGAR
Azerbaycan halkıyla ne kadar kardeş olduğumuzu, 2012 yılında Eurovision Şarkı Yarışmasını izlemek için Bakü’ye gittiğimde anlamıştım en çok. Türkiye’den geldiğimizi fark ettikleri anda gözlerinin nasıl içten güldüğünü, bize nasıl izzeti ikramda bulunduklarını, nasıl bağırlarına bastıklarını anlatamam. Maalesef biz artık o kadar misafirperver ve sevecen değiliz ama onlar hâlâ öyle.

Azeri şarkıcılar için Türkiye pazarına girmenin de ayrı bir kıymeti, önemi var. Azerbaycan’da Türkiyeli şarkıcılar çok dinleniliyor, seviliyor, takip ediliyor zaten ama Azeri müzisyenlerin ta Rusya zamanından gelen köklü bir müzikal birikimi ve görgüsü var ki, bu anlamda bizden çok daha ileride olduklarını söyleyebilmek mümkün. Buna rağmen Azeri şarkıcıların Türkiye’de başarı kazanması, tanınması onlar için değerli bir şey.

Geçtiğimiz yıllarda Azerbaycan’ın popüler şarkıcılarından Röya, Türk müzik piyasasına başarılı bir giriş yapmıştı. Yakın zamanda ise O Ses Türkiye yarışması sayesinde Elnur’u bağrımıza bastık. Şimdilerde de Nigar Jamal Türkiye’de şansını deniyor. Biliyorsunuz, Elnur, Azerbaycan’ın eski Eurovision temsilcilerinden biriydi. Nigar da öyle... Nigar, 2011 yılında Eldar Kasımov ile birlikte seslendirdiği “Running Scared” adlı şarkıyla yarışmada Azerbaycan’a birincilik getirmişti üstelik. İşte o Nigar, şimdi “Herhalde” adı verilmiş iki şarkılık bir tekliyle Türkiye müzik pazarında. Bu teklide Berksan, Mert Ekren ve Turaç Berkay’la çalışan Nigar, oyunu Türk popunun kurallarına göre oynuyor.

Çok iyi bir şarkıcı Nigar Jamal. Çok da yetenekli… Azerbaycan’da çok seviliyor ve Türkiye’de de sevilmemesi için hiçbir sebep yok. Bakalım Nigar’ın bu denemesi başarıya ulaşacak mı?
HAREKETLİ VE BEREKETLİ GÜNLER

2015’i neredeyse yarılamak üzereyiz. Müzik dünyası açısından hayli hareketli ve bereketli geçiyor bu yıl. Ardı ardına çok sayıda yeni şarkı/albüm çıktı piyasaya. Üstelik önceki yıllarda görülen o tekdüzelik de yok bu sene. Farklı türlerde, çok iyi albümler de yapılıyor artık. Mesela İskender Paydaş’ın rahle-i tedrisinden geçmiş iki müzisyenin birden albümü yayımlandı geçen ay: Ozan Ünlü’nün “Puslu Mavi” ve Yılmaz Kömürcü’nün “Yeni Aşk” adlı albümleri. Her ikisi de ana akım popun klişelerine yüz vermeden, kendilerine ait müzikal kimlikleriyle dikkat çekiyor.


Gülşen’in yeni albümü “Bangır Bangır”, müzik sektörünü bir hayli hareketlendirdi ve Gülşen bu yaz da şarkılarının her yerde çalınmasını şimdiden garantiledi.
Ferhat Göçer bu defa Erol Köse’nin prodüktörlüğünde, “Sığmıyorsun Geceye ve Zaman” adı verilmiş yeni bir albüm yayımladı. Seversiniz sevmezsiniz o ayrı ama 2000’lerde imza attığı albümler düşünüldüğünde, Erol Köse’nin yıldız parlatma konusunda çok başarılı olduğu bir gerçek. Ferhat Göçer’le ortaklığının parlak bir sonuç vermesi de kuvvetle muhtemel.


Nükhet Duru tam da adına yakışır türden, dört dörtlük yeni albümü “Aşkın N Hali” ile geçtiğimiz ayın müzik gündeminde en çok dikkat çekenler arasındaydı. Ona keza, Ayşegül Aldinç’in, bir Mabel Matiz şarkısıyla, “Bir Tek Gördüğüm”le geri dönüşü de çok konuşuldu.

Son dönemin en güzel sürprizlerinden biri de ‘90’ların fenomen grubu Vitamin’in geri dönüşü oldu. “Endoplazmik Retikulum” adını taşıyan yeni albüm, genç yaşta kaybettiğimiz Gökhan Semiz’in yokluğuna rağmen Vitamin hayranlarını çok memnun edeceğe benziyor.


Türk popuna çok fazla emeği geçmiş, Sezen Aksu başta olmak üzere, çok sayıda yıldızın ilk dönemlerine tanıklık etmiş Baha Boduroğlu’nun proje albümü “Baha’nın 40 Yıllık Şarkıları” da geçen ayın bir başka sürpriziydi. Sezen Aksu, Erol Evgin, Yeliz, Yeşim, Nur Yoldaş ve daha niceleriyle epeyce renkli bu albümde Baha Boduroğlu’nun kırk yıllık müzik serüveninde ürettiği şarkılar ve o serüvenin tanıkları var.
MAYIS 2015
Published on July 26, 2015 15:02
July 9, 2015
Nilüfer Röportajı

"Zor bir hayat yaşadık biz. Sabah kalktığınızda sizin hakkınızda nasıl bir haber çıkacak diye düşünmek, hele ki artık internet sayesinde bazen hoşunuza gitmeyen şeyleri de görmek… Hiç de kolay bir şey değil yani."

"Kayahan’a karşı bütün kalelerimi, bütün duvarlarımı yıkmış, bütün kalkanlarımı kaldırmıştım. Öyle bir ilişkimiz vardı bizim onunla. Ben onun bütün zaaflarını biliyordum, o da benim."

"“Dünya Dönüyor”u hiç sevmemiştim. Çünkü ben evde İtalyanca şarkılar filan dinliyordum, öyle şeyler seviyordum. O şarkıyı bana zorla söylettiler. İyi ki de söyletmişler diyorum şimdi."

"Neler yaptırıyorlardı bize. Cam silerken bile fotoğraflarım var. Diyorum ya, saftım ben de yani. “Mutfağa gir, yemek yapıyormuş gibi poz ver,” diyorlardı, giriyordum. Bana cam sildirip “Nilüfer cam siliyor,” diye haber yapıyorlardı."

"Bir tane hayatımız var ve hepimiz eminiz ki bir gün öleceğiz. Ben eskiden “Yüz yaşıma kadar yaşayacağım,” diyordum ama bu hastalıktan sonra hiç bu iddiada değilim artık."
Röportajın tamamını okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz.

Published on July 09, 2015 15:34
July 3, 2015
Soner Arıca Röportajı

"Ben şu yirmi yılda sürekli olarak bir gün koltukları değişecek müdürlerle karşı karşıya geldim. Ama onlar koltuklarının kendilerine ait olmadığının hiç farkında değillerdi. O koltuklarda çok da havalılardı. Bunların bazıları arkadaşımdı ama o koltuklarda oturdukları için bana müdürcülük oynadılar. Ama hepsi günü geldi o koltuklardan kalktı. Şimdi hayat içinde zaman zaman karşılaşıyoruz onlarla. Şimdi benim kliplerim şu manaya geliyor: Siz, bulunduğunuz geçici pozisyonlarla oyalanırken ben bunları yapmaya devam ediyorum. Siz hayatlarınızın sonrasında nerede olacaksınız bilmiyorum ama bir gün ben hayatta olmadığımda bile bu klipler bir yerlerde paylaşılıyor, izleniyor olacak. Koltuğum yok ama kliplerim, şarkılarım var. "

Röportajı okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz.
Published on July 03, 2015 16:49
June 30, 2015
Ses Dergisi Yazıları (Mayıs 2015)
35 YIL ÖNCE SES
1980 yılı. İhtilal kapıda ama müzik, magazin ve sinema dünyasının pek de umuru değil sanki. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi, o günlerde de herkes ayrı havadan çalıyor. 35 yıl öncesinden Ses dergilerinin sayfaları arasında bir yolculuğa buyurun.
REKLAM KIZI BANU
O zamanlar Yugoslavya’ya bağlı olan Dubrovnik’de dünyaya gelen Liz Remka Rebronja, 12 yaşındayken ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç eder. Bu Yugoslav güzeli, daha çocuk yaşlarında güzelliyle dikkatleri çekip sinemaya adım atacak ve Banu Alkan ismiyle ‘80’lerin en popüler Yeşilçam yıldızlarından biri olacaktır. Oyunculuğa pek yeteneği yoktur ama o yılların Yeşilçam’ında bunun pek de önemi yoktur zaten.
Ses dergisinin sayfaları arasında kalmış bu fotoğraflar, bir iç çamaşır markasının reklamları için çekilmiş. Banu Alkan, reklam gereği “eşine ait” kırmızı bir erkek donuyla objektife çapkınca gülümsüyor. Diğer fotoğrafta ise bu defa aynı markanın geceliği ile yine şuh bir poz vermiş. “Afrodit”in bir ev hanımı olduğuna inanıp inanmamaksa size kalmış.
GİZLİ RANDEVU
Habere göre bir Ses okuru, Zeki Müren’in Levent’teki evine Orhan Gencebay’ın girdiğini görünce hemen dergiyi arayıp haber vermiş. Ses dergisi de durur mu, muhabir Tayyar Yıldız, bu gizli randevunun ardındaki sırrı ortaya çıkarmak için soluğu hemen Zeki Müren’in evinde almış.
Aklınıza yanlış bir şey gelmesin. Bir baskın sonucu ortaya çıkan bu randevuda iki müzisyen oturmuş, birlikte neler yapabileceklerini konuşuyorlarmış meğerse. Zeki Bey diyormuş ki, “Orhan Bey benim için bir beste yaparsa haz duyarım. Hele müzikal bir filmde müzisyen iki kardeşi oynamak beni ne kadar mutlu eder bilemezsiniz.”
Orhan Gencebay da şöyle cevap vermiş: “Evet paşam… En kısa zamanda sizin için bir beste yapacağım. Söz veriyorum, eğer sizi bu kadar mutlu edecekse…”
Birlikte çalışırken poz vermeyi de ihmal etmemişler tabii. Gerçi bildiğim kadarıyla böyle bir müzikal ortaklık hiç kurulmadı ama Zeki Müren’le Orhan Gencebay’ın bir filmde iki kardeşi oynama fikri gayet enteresanmış; keşke olsaymış.
UÇTU UÇTU SERPİL UÇTU
‘70’lerin popüler şarkıcılarından Serpil Barlas, Amerikalı bir pilotla evlenince oraya yerleşmiş ve New York’da bir gece kulübünde sahneye çıkmaya başlamıştı. Hatırlarsınız, Serpil Barlas, ‘90’ların meşhur 900’lü hatlarında “en çılgın” Amerika anılarını, zencileri, Hollywood ünlülerini filan anlatmıştı sonra uzun uzun. İşte o anılar, o günlerden kalmadır.
Haberde Serpil Barlas Amerka’da neler yapıp ettiğini anlatmakla kalmıyor, kendisine özenen meslektaşlarına da fena ayar veriyor: “Amerika tutkunu sanatçılara tavsiyem olumsuz yöndedir,” diyor Barlas. “Hiç boşuna masraf edip, ümitlenip de Amerika’ya gelmesinler. Çünkü hiçbiri Amerika’da dikiş tutturamaz. Her şeyden önce çok iyi lisan bilmeleri gerekir. Ayrıca sürekli kalmaları yasal açıdan olanaksız… Eğer ki ben de bir Amerikalıyla evli olmasaydım, orada barınamazdım.”
Haberi süsleyen fotoğraflardan biri ise Serpil Barlas’ın Amerika’da sahneye çıktığı kulübün ilanı. Serpil Barlas, isminin İngilizce telaffuzu zor olduğundan olsa gerek, kendisine “Sugar Baby (Şeker Bebek)” lakabını uygun görmüş. Bunu da ilandan öğreniyoruz.
MÜZİK GÜNDEMİ MAYIS 2015
KAYAHAN PLAKTA
2015 müzik ve sanat dünyamıza pek de uğurlu gelmedi. Ardı ardına çok kıymetli, çok özel, tabirin tam anlamıyla yeri doldurulamayacak isimleri kaybettik. Müzeyyen Senar, Fikret Şeneş, Erol Büyükburç, Yaşar Kemal derken, son olarak da Kayahan eklendi kayıplarımız arasına.
Kayahan’ın albümlerini ve onun imzası olan şarkıları dijital platformlarda bulmak mümkün değil. Zira hayattayken sürdürdüğü telif hakları mücadelesinin bir yansıması olarak şarkılarının dijital platformlarda satışına izin vermiyordu. Neyse ki albümleri CD formatında müzik marketlerde bulunabiliyordu.
Kayahan’ın en iyi şarkılarına imza attığı döneme ait albümlerinin yayın haklarını elinde bulunduran Yaşar Plak, bugünlerde bir sürpriz yaptı ve o albümleri plak formatında da satışa sundu. Plak meraklıları için Kayahan’ın “Siyah Işıklar”, “Yemin Ettim” ve “Odalarda Işıksızım” albümleri, müzik marketlerin plak raflarında artık.
Bu arada 2000 yılında yayımlanmış “Gönül Sayfam” adlı albümün plak baskısının, Kayahan’ın ölümünden sonra ikinci elde 900 liraya kadar ulaşan rakamlara satıldığını da söyleyeyim.
GELECEĞİN YILDIZLARI
Herkes müzik sektöründen dert yanıyor ama sektörde üretimin hızı hiç kesilmiyor. Hemen her gün yeni bir isimle, yeni albümlerle, şarkılarla karşılaşmak mümkün. Başarılı olan var mı derseniz, işte ona cevap vermek kolay değil. Artık öyle tek bir şarkıyla, bir gecede “star” olmak pek mümkün görünmüyor. Uzun uzun uğraşacak, tuğlaları tek tek öreceksiniz.
Son yılların en iyi çıkışını İrem Derici’nin yaptığı bir gerçek. Erkekler kulvarında ise Edis’in bir önceki paragrafta yazdıklarımı haksız çıkaracak bir biçimde, tek bir şarkıyla çok parlak bir çıkış yakaladığını söylemek mümkün. “Star” ışığı denilen şey kendini tek şarkıyla da gösterebiliyor işte böyle. Bu çok sık olan bir şey değil. Ancak “Benim Ol” şarkısıyla herkesin diline düşen Edis’in yolu çok açık, orası kesin.
Ömrü çok uzun olmayan X Factor yarışması ile adını duyuran İlyas Yalçıntaş da bir başka yıldız adayı. “İncir” adlı şarkısıyla dikkatleri üzerine çeken Yalçıntaş, pek yakında ilk albümüyle dinleyici karşısına çıkmaya hazırlanıyor.
Yakın dönemin dikkat çekici isimlerinden biri de İrfan Özata oldu. Bir tekli ve bir albüm yayımlayan İrfan Özata, sonrasında Sony Müzik’e transfer oldu ve bu aralar yeni şarkısı ile “Emir Büyük Yerden” ile adından söz ettiriyor. Farklı ses rengi ve şarkılarının yanı sıra, çok sayıda enstrüman da çalan bir müzisyen olmasının avantajıyla İrfan Özata, önümüzdeki yıllarda adını sıkça duyacağımız isimlerden biri haline gelirse şaşırmayın.
“DEMBABA DEMBABA”
Bir şarkı kitlelerin diline slogan/tezahürat olarak düşerse, üzerinden bin yıl da geçse unutulmuyor. Bugün stadyumlarda “I Love You Fener” şarkısını söyleyen kaç kişi, o şarkının aslında Ömür Göksel’in ‘70’lerde meşhur ettiği “Sevemem Artık” adlı şarkının melodisinden uydurulduğunu biliyor?
Gezi direnişi günlerinde dillerden düşmeyen “Sık Bakalım”ın, aslında Pınar Altınok’un söylediği çok sıradan bir alaturka-arabesk şarkıdan, “Dur Bakalım”dan türetildiğini de pek kimse bilmedi uzun zaman.
Bu sıralar “Dembaba” versiyonuyla herkesin diline yerleşen “Hangimiz Sevmedik”de ise farklı bir durum oldu. “Dembaba” tekrarları şarkının “intro” melodisi ile söyleniyor ama şarkının devamını da herkes biliyor. Öyle ki, Gürses’in 1994 yılında yayımlanan “Senden Vazgeçmem” adlı albümünde yer alan şarkı, bugünün birçok “hit”ini geride bırakıp dijital platformlarda haftalarca liste başı oldu.
Popüler müzik tam da böyle bir şey… Neyin ne zaman, ne kadar sevileceğini kestirmek hiç kolay değil.
NEREYE GİDELİM?
Bahar geldi, festivaller yüzünü gösterdi. 2 Mayıs’ta Life Park İstanbul’da, Parkta Bahar Festivali var. Festivalde MFÖ , Şebnem Ferah, Sattas, Esin İris ve DJ Nadir Duman sahne alacak. 10 Mayıs’ta ise Küçük Çiftlik Park’ta, müzik, moda ve alışverişin bir arada olduğu ParkFest var. Festivalde The Dø, Kadebostany, Princess Chelsea gibi alternatif müzik grupları yer alıyor.
Balkan müziğinin tanınmış ismi Goran Bregoviç, 7 Mayıs’ta İstanbul Volkswagen Arena’da, 8 Mayıs’ta İzmir Container Hall’de birer konser veriyor.
Gitar tutkunları için, 21-24 Mayıs tarihleri arasında dört gün boyunca Cemal Reşit Rey konser salonunda devam edecek CRR II. Gitar Festivali, kaçırılmayacak bir fırsat. Festival kapsamında bir klasik gitar yarışmasının yanı sıra, Sinan Erşahin, Ricardo Moyano, Willam Anderson, Christian Lavernier ve Canizares gibi gitar virtüözlerinin resitalleri de var.
‘80li yılların o meşhur “L’italiano” şarkısıyla hafızalarımıza yer eden, o günlerde birkaç kez Türkiye’ye de gelen dünyaca ünlü İtalyan şarkıcı Toto Cutugno, 28 Mayıs Perşembe gecesi Cemal Reşit Rey Konser Salonunda, yıllar sonra ilk kez tekrar Türk dinleyicisinin karşısına çıkacak.
28 Mayıs gecesi için bir başka alternatif de ünlü keman virtüözü Itzhak Perlman’ın Zorlu Center PSM’de vereceği konser olabilir.
NİSAN 2015
1980 yılı. İhtilal kapıda ama müzik, magazin ve sinema dünyasının pek de umuru değil sanki. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi, o günlerde de herkes ayrı havadan çalıyor. 35 yıl öncesinden Ses dergilerinin sayfaları arasında bir yolculuğa buyurun.
REKLAM KIZI BANU

O zamanlar Yugoslavya’ya bağlı olan Dubrovnik’de dünyaya gelen Liz Remka Rebronja, 12 yaşındayken ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç eder. Bu Yugoslav güzeli, daha çocuk yaşlarında güzelliyle dikkatleri çekip sinemaya adım atacak ve Banu Alkan ismiyle ‘80’lerin en popüler Yeşilçam yıldızlarından biri olacaktır. Oyunculuğa pek yeteneği yoktur ama o yılların Yeşilçam’ında bunun pek de önemi yoktur zaten.

Ses dergisinin sayfaları arasında kalmış bu fotoğraflar, bir iç çamaşır markasının reklamları için çekilmiş. Banu Alkan, reklam gereği “eşine ait” kırmızı bir erkek donuyla objektife çapkınca gülümsüyor. Diğer fotoğrafta ise bu defa aynı markanın geceliği ile yine şuh bir poz vermiş. “Afrodit”in bir ev hanımı olduğuna inanıp inanmamaksa size kalmış.
GİZLİ RANDEVU

Habere göre bir Ses okuru, Zeki Müren’in Levent’teki evine Orhan Gencebay’ın girdiğini görünce hemen dergiyi arayıp haber vermiş. Ses dergisi de durur mu, muhabir Tayyar Yıldız, bu gizli randevunun ardındaki sırrı ortaya çıkarmak için soluğu hemen Zeki Müren’in evinde almış.

Aklınıza yanlış bir şey gelmesin. Bir baskın sonucu ortaya çıkan bu randevuda iki müzisyen oturmuş, birlikte neler yapabileceklerini konuşuyorlarmış meğerse. Zeki Bey diyormuş ki, “Orhan Bey benim için bir beste yaparsa haz duyarım. Hele müzikal bir filmde müzisyen iki kardeşi oynamak beni ne kadar mutlu eder bilemezsiniz.”

Orhan Gencebay da şöyle cevap vermiş: “Evet paşam… En kısa zamanda sizin için bir beste yapacağım. Söz veriyorum, eğer sizi bu kadar mutlu edecekse…”

Birlikte çalışırken poz vermeyi de ihmal etmemişler tabii. Gerçi bildiğim kadarıyla böyle bir müzikal ortaklık hiç kurulmadı ama Zeki Müren’le Orhan Gencebay’ın bir filmde iki kardeşi oynama fikri gayet enteresanmış; keşke olsaymış.
UÇTU UÇTU SERPİL UÇTU

‘70’lerin popüler şarkıcılarından Serpil Barlas, Amerikalı bir pilotla evlenince oraya yerleşmiş ve New York’da bir gece kulübünde sahneye çıkmaya başlamıştı. Hatırlarsınız, Serpil Barlas, ‘90’ların meşhur 900’lü hatlarında “en çılgın” Amerika anılarını, zencileri, Hollywood ünlülerini filan anlatmıştı sonra uzun uzun. İşte o anılar, o günlerden kalmadır.

Haberde Serpil Barlas Amerka’da neler yapıp ettiğini anlatmakla kalmıyor, kendisine özenen meslektaşlarına da fena ayar veriyor: “Amerika tutkunu sanatçılara tavsiyem olumsuz yöndedir,” diyor Barlas. “Hiç boşuna masraf edip, ümitlenip de Amerika’ya gelmesinler. Çünkü hiçbiri Amerika’da dikiş tutturamaz. Her şeyden önce çok iyi lisan bilmeleri gerekir. Ayrıca sürekli kalmaları yasal açıdan olanaksız… Eğer ki ben de bir Amerikalıyla evli olmasaydım, orada barınamazdım.”

Haberi süsleyen fotoğraflardan biri ise Serpil Barlas’ın Amerika’da sahneye çıktığı kulübün ilanı. Serpil Barlas, isminin İngilizce telaffuzu zor olduğundan olsa gerek, kendisine “Sugar Baby (Şeker Bebek)” lakabını uygun görmüş. Bunu da ilandan öğreniyoruz.

MÜZİK GÜNDEMİ MAYIS 2015
KAYAHAN PLAKTA
2015 müzik ve sanat dünyamıza pek de uğurlu gelmedi. Ardı ardına çok kıymetli, çok özel, tabirin tam anlamıyla yeri doldurulamayacak isimleri kaybettik. Müzeyyen Senar, Fikret Şeneş, Erol Büyükburç, Yaşar Kemal derken, son olarak da Kayahan eklendi kayıplarımız arasına.

Kayahan’ın albümlerini ve onun imzası olan şarkıları dijital platformlarda bulmak mümkün değil. Zira hayattayken sürdürdüğü telif hakları mücadelesinin bir yansıması olarak şarkılarının dijital platformlarda satışına izin vermiyordu. Neyse ki albümleri CD formatında müzik marketlerde bulunabiliyordu.

Kayahan’ın en iyi şarkılarına imza attığı döneme ait albümlerinin yayın haklarını elinde bulunduran Yaşar Plak, bugünlerde bir sürpriz yaptı ve o albümleri plak formatında da satışa sundu. Plak meraklıları için Kayahan’ın “Siyah Işıklar”, “Yemin Ettim” ve “Odalarda Işıksızım” albümleri, müzik marketlerin plak raflarında artık.

Bu arada 2000 yılında yayımlanmış “Gönül Sayfam” adlı albümün plak baskısının, Kayahan’ın ölümünden sonra ikinci elde 900 liraya kadar ulaşan rakamlara satıldığını da söyleyeyim.

GELECEĞİN YILDIZLARI
Herkes müzik sektöründen dert yanıyor ama sektörde üretimin hızı hiç kesilmiyor. Hemen her gün yeni bir isimle, yeni albümlerle, şarkılarla karşılaşmak mümkün. Başarılı olan var mı derseniz, işte ona cevap vermek kolay değil. Artık öyle tek bir şarkıyla, bir gecede “star” olmak pek mümkün görünmüyor. Uzun uzun uğraşacak, tuğlaları tek tek öreceksiniz.

Son yılların en iyi çıkışını İrem Derici’nin yaptığı bir gerçek. Erkekler kulvarında ise Edis’in bir önceki paragrafta yazdıklarımı haksız çıkaracak bir biçimde, tek bir şarkıyla çok parlak bir çıkış yakaladığını söylemek mümkün. “Star” ışığı denilen şey kendini tek şarkıyla da gösterebiliyor işte böyle. Bu çok sık olan bir şey değil. Ancak “Benim Ol” şarkısıyla herkesin diline düşen Edis’in yolu çok açık, orası kesin.

Ömrü çok uzun olmayan X Factor yarışması ile adını duyuran İlyas Yalçıntaş da bir başka yıldız adayı. “İncir” adlı şarkısıyla dikkatleri üzerine çeken Yalçıntaş, pek yakında ilk albümüyle dinleyici karşısına çıkmaya hazırlanıyor.

Yakın dönemin dikkat çekici isimlerinden biri de İrfan Özata oldu. Bir tekli ve bir albüm yayımlayan İrfan Özata, sonrasında Sony Müzik’e transfer oldu ve bu aralar yeni şarkısı ile “Emir Büyük Yerden” ile adından söz ettiriyor. Farklı ses rengi ve şarkılarının yanı sıra, çok sayıda enstrüman da çalan bir müzisyen olmasının avantajıyla İrfan Özata, önümüzdeki yıllarda adını sıkça duyacağımız isimlerden biri haline gelirse şaşırmayın.
“DEMBABA DEMBABA”
Bir şarkı kitlelerin diline slogan/tezahürat olarak düşerse, üzerinden bin yıl da geçse unutulmuyor. Bugün stadyumlarda “I Love You Fener” şarkısını söyleyen kaç kişi, o şarkının aslında Ömür Göksel’in ‘70’lerde meşhur ettiği “Sevemem Artık” adlı şarkının melodisinden uydurulduğunu biliyor?
Gezi direnişi günlerinde dillerden düşmeyen “Sık Bakalım”ın, aslında Pınar Altınok’un söylediği çok sıradan bir alaturka-arabesk şarkıdan, “Dur Bakalım”dan türetildiğini de pek kimse bilmedi uzun zaman.

Bu sıralar “Dembaba” versiyonuyla herkesin diline yerleşen “Hangimiz Sevmedik”de ise farklı bir durum oldu. “Dembaba” tekrarları şarkının “intro” melodisi ile söyleniyor ama şarkının devamını da herkes biliyor. Öyle ki, Gürses’in 1994 yılında yayımlanan “Senden Vazgeçmem” adlı albümünde yer alan şarkı, bugünün birçok “hit”ini geride bırakıp dijital platformlarda haftalarca liste başı oldu.

Popüler müzik tam da böyle bir şey… Neyin ne zaman, ne kadar sevileceğini kestirmek hiç kolay değil.
NEREYE GİDELİM?
Bahar geldi, festivaller yüzünü gösterdi. 2 Mayıs’ta Life Park İstanbul’da, Parkta Bahar Festivali var. Festivalde MFÖ , Şebnem Ferah, Sattas, Esin İris ve DJ Nadir Duman sahne alacak. 10 Mayıs’ta ise Küçük Çiftlik Park’ta, müzik, moda ve alışverişin bir arada olduğu ParkFest var. Festivalde The Dø, Kadebostany, Princess Chelsea gibi alternatif müzik grupları yer alıyor.

Balkan müziğinin tanınmış ismi Goran Bregoviç, 7 Mayıs’ta İstanbul Volkswagen Arena’da, 8 Mayıs’ta İzmir Container Hall’de birer konser veriyor.
Gitar tutkunları için, 21-24 Mayıs tarihleri arasında dört gün boyunca Cemal Reşit Rey konser salonunda devam edecek CRR II. Gitar Festivali, kaçırılmayacak bir fırsat. Festival kapsamında bir klasik gitar yarışmasının yanı sıra, Sinan Erşahin, Ricardo Moyano, Willam Anderson, Christian Lavernier ve Canizares gibi gitar virtüözlerinin resitalleri de var.

‘80li yılların o meşhur “L’italiano” şarkısıyla hafızalarımıza yer eden, o günlerde birkaç kez Türkiye’ye de gelen dünyaca ünlü İtalyan şarkıcı Toto Cutugno, 28 Mayıs Perşembe gecesi Cemal Reşit Rey Konser Salonunda, yıllar sonra ilk kez tekrar Türk dinleyicisinin karşısına çıkacak.

28 Mayıs gecesi için bir başka alternatif de ünlü keman virtüözü Itzhak Perlman’ın Zorlu Center PSM’de vereceği konser olabilir.
NİSAN 2015
Published on June 30, 2015 15:38
June 26, 2015
Atlas Röportajı

Tuna Kiremitçi, Burak Aldinç, Selim Öztunç, Hasan Köseoğlu ve Murat Kulaksızoğlu’ndan kurulu Atlas, 2013 yılında piyasaya çıkan ilk albümü “Selam Yabancı”dan iki yıl sonra, bu defa üç şarkılık bir mini albümle dinleyici karşısına çıkıyor. “Bir Uyumsuz Bulut” adı verilmiş bu albümü ve Atlas’ı konuşmak için grup üyeleriyle, Sony Müzik Türkiye ofisinde bir araya geldik.

Röportajı okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz.
Published on June 26, 2015 07:58
June 20, 2015
Nükhet Duru Röportajı (2015)

Nükhet Duru, “Aşkın N Hali” adı verilmiş yeni albümünde, Tanju Okan, Hümeyra, Selda Bağcan ve Nilüfer gibi kendi döneminin şarkıcılarının yanı sıra, Şebnem Ferah, Halil Sezai, Cem Adrian ve Redd gibi bugünün popüler isimlerinin şarkılarını da söylüyor. Duru’yla hem yeni albümü, hem de ‘Nükhet Duru olmak’ üzerine konuştuk.

Röportajı okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz.
Published on June 20, 2015 11:45
June 16, 2015
Meyra Röportajı

Müzik sektörüne henüz 15 yaşındayken yayımlanan “Bana Gel” adlı albümüyle, Hümeyra adıyla adım attı. Daha sonra onu “Nur Topu” Meyra olarak tanıdık. Aradan yıllar geçti. Bugün Meyra, Ilıcak ailesinin gelini, Kemal’in annesi ve bunların ötesinde bir şarkıcı olarak da kariyerini sürdürüyor. Meyra’yla, geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan yeni şarkısı vesilesiyle, Beykoz’daki evinde bir araya geldik ve geçmişten bugüne uzanan bir söyleşi yaptık.
Röportajı okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz.

Published on June 16, 2015 15:44
Yavuz Hakan Tok's Blog
Yavuz Hakan Tok isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.
