Yavuz Hakan Tok's Blog, page 50

January 8, 2016

Nuri Harun Ateş'le Bir Gün


"NİYE PUCCİNİ'DEN MAHRUM OLALIM Kİ YA DA SEZEN AKSU'DAN?" 
(Milliyet Sanat dergisi Aralık 2015 sayısında yayımlanmıştır.)

Nuri Harun Ateş, “kafası karışık kontrtenor” olarak tanınıyor. Bu tanımlama adının bile önüne geçmiş durumda. Kontrtenor olmanın az bulunurluğu ile kafası karışık olmanın (hele ki bu ülkede) çok bulunurluğunu aynı tamlamada bir araya getirmiş olması, yaptığı işin de özeti aslında. Türkiye’de ve yurt dışında yıllar süren şan eğitimi, tiyatro, opera ve müzikal kariyeri bir yana, Bergen’den Yıldız Tilbe’ye, Puccini’den Ajda Pekkan’a uzanan geniş bir yelpazede, müzikte tür ve tarz ayrımlarına adeta kafa tutan repertuarı ile son birkaç yıldır sahnesi büyük ilgi gören, adından çok söz edilen bir isim Nuri Harun Ateş.

Nuri Harun Ateş’in “Kafası Karışık Kontrtenor” adı verilmiş ilk albümü DMC etiketiyle piyasaya çıktı. Albümde sahne repertuvarından küçük bir kesitin yanı sıra, Ateş’in kendi besteleri de yer alıyor.
ŞARKICILIĞI AJDA'DAN ÖĞRENDİ

Nuri Harun Ateş’in Ajda hayranlığı, daha çocuk yaşlardayken yolunu çizmesine neden olmuş. Onun aryalar söylediği bir konserini izleyip, arya söylemeye merak sarmış ve kontrtenor olduğunu da böyle keşfetmiş. “Bir sürü hocam olmasına rağmen, şarkıcılık konusunda ne öğrendiysem ondan öğrendim,” diyor Ajda Pekkan için. “O ne yapıyorsa, ben de onu yapıyordum.” Boynunda bir Ajda Pekkan dövmesi var. Albümdeyse üç Ajda şarkısı… ‘60’lı yıllarda Ajda’nın İngilizce sözlerle plak yaptığı “Bang Bang”in Güneri Tecer tarafından seslendirilmiş Türkçe versiyonu “Dan Dan” bunlardan biri. “Dan Dan” 45’liği ilk aldığı plaklardan ve bu şarkı da sahne repertuvarına dâhil ettiği ilk şarkılardan biriymiş. Sözleri Fecri Ebcioğlu tarafından yazılmış “Serseri” de yine Ajda’nın 60’lı yıllar döneminden bir şarkı. Bir de ‘70’lerden “Varsın Yansın Dünya” var.  

“Ajda ile birlikte bir konsere çıkmak ister misiniz?” diye soruyorum. “Çok isterim,” diyor. “İnşallah, inşallah…” diye ekliyor ardından. O kadar yürekten bir “inşallah” ki bu, gözleri dolu dolu oluyor.
"CARMEN", "BAĞDAT YOLU"NDA
“Benden ilk konser projesi istendiğinde repertuar hazırlamaya koyuldum. Seçtiğim şarkıların listesine bir baktım ki çıfıt çarşısı gibi bir şey olmuş. Ya ayrı ayrı konser projeleri yapacaktım ya da bu şarkıları birbirine eklemleyecektim. Sonra düşündüm. Müslüm Gürses de, Maria Callas da, Sezen Aksu da, Ajda Pekkan da aslında aynı yere dokunmaya çalışıyorlar. Biri arya söyleyerek, biri arabesk söyleyerek dokunuyor belki ama söylediklerinin birbirleriyle bağı var, aynı amaca hizmet ediyorlar ve yan yana çok da güzel duruyorlar,” diyor Nuri Harun Ateş. Bizet’nin Carmen operasından o çok tanıdık aryası “L’amour Est Un Oiseau Rebelle” ile bir dönem Sevim Tuna’nın sesinden dillere düşmüş “Bağdat Yolu” art arda gelebilir mi mesela? Gelebiliyormuş; albümde görüyoruz.

Bir Tanju Okan şarkısı da var albümde. Türkçe sözleri Mehmet Teoman’a ait “Şerefe”, Tanju Okan tarafından 1974 yılında plak yapılmıştı. O günlerde şarkının orijinali olan “El Bimbo”, dünyada fırtınalar estiriyordu. ‘80’lerde ise Polis Akademisi filminin meşhur Blue Oyster Bar (Mavi İstiridye Barı) sahnesi ile şarkı bir kez daha hafızalara kazındı. Nuri Harun Ateş de izlerken çok eğlendiği o sahne nedeniyle bu şarkıya sempati duyduğunu ve albüme aldığını söylüyor.
SAKİN VE SADE DÜZENLEMELER

Fikret Kızılok’un 1995 çıkışlı “Yadigâr” albümünün açılış şarkısı “Baş Başa” yıllar sonra ilk kez Nuri Harun Ateş tarafından bu albümde yeniden seslendiriliyor. “Çok sevdiğim, sahnede mutlaka söylediğim bir şarkı,” diyor Ateş. “Olmazsa olmazdı.”   
“Albümde yer alan şarkıları ben seçtim,” diye anlatıyor sonra. “Aslında neredeyse sahne repertuarının tamamını kaydettik ama sonra eleye eleye bu sayıya ulaştık. Düzenlemeleri de ben ve orkestram birlikte yaptık. Ancak Febyo Taşel profesyonel dokunuşları ve düzenlemeleri ile albüme büyük katkıda bulundu.” Albümün bütününde sade, sakin ve akustik düzenlemeler tercih edilmiş. Böylece ’60 ve ‘70’lerde orkestra ve şarkıcının birlikte stüdyoya girip canlı kaydettiği şarkılarının sıcaklığını yakalayabildiklerini düşünüyor Ateş. Doğrusu dinlerken ben de aynı şeyi hissettim. 

Albümün çıkış şarkısı olarak seçilen “Sevgilinden mi Ayrıldın?” Türkçe sözleri Ülkü Aker tarafından yazılmış bir ‘70’li yıllar aranjmanı. Kamuran Akkor’un “Sağlık Olsun” adıyla 1975 yılında plağa okuduğu bu şarkı, “Kafası Karışık Kontrtenor” albümün en eğlenceli şarkılarından biri olmuş. “Bu şarkıyı sahnede söylemeden önce ‘sevgilisinden ayrılanlar el kaldırsın,’diyorum. Sonra yalnızların da el kaldırmasını istiyorum. ‘Şimdi bana bakmayı kesin ve birbirinize bakın,’ diyorum,” diyerek ve gülerek anlatıyor şarkının hikâyesini Nuri Harun Ateş. Bu şarkıyı plak koleksiyoncusu bir arkadaşının önerisiyle keşfetmiş ve dinler dinlemez vurulmuş. Albümde de mutlaka olsun istemiş.  

Albümde bir de “arietta” var. Bellini’nin “Per Pieta”sını seslendiriyor Nuri Harun Ateş. Tam da bu noktada “Acaba isminizin başındaki kontrtenor kelimesinin operayı çağrıştırması popüler müzik dinleyicisini uzaklaştırır mı?” diye soruyorum. “Ben de kestiremiyorum ama öyle olmayacağını umuyorum,” diye cevaplandırıyor. “Pop müzikten uzak bir şarkıcı değilim; hiçbir zaman öyle olmadım. Zira bir opera şarkıcısı gibi şarkı söylemiyorum. Bunun üzerine çok düşündüm ve mesai harcadım. ‘Bu çocuk da bu şarkıyı söylemese iyiymiş,’ demezler diye umut ediyorum.”
RENKLİ SAHNE KOSTÜMLERİ

Sadece sahne repertuvarı ve konsepti değil kuşkusuz Nuri Harun Ateş konserlerini cazip ve popüler kılan. Sahnesini kendi tasarladığı kostüm ve aksesuarlarla da renklendiriyor Ateş. Tüller, tüyler, püsküllerle süslü kostümleri ile aynalı ceketler, tavşan kulakları gibi göz alıcı, çarpıcı ve şaşırtıcı öğelerin desteklediği şaşaalı görselliğini kimi zaman sahne üzerinde bir dönme dolap, kimi zamansa pop-art bir dekor tamamlıyor. “Tüm bunları bir konser mekânı içerisinde yapıyor olmak ile ülke çapında tanınmış bir şarkıcı olduktan sonra yapmak arasında bir cesaret payı farkı var. Ne olacak bundan sonra?” diye soruyorum. “Bunu yapmaktan vazgeçmem,” diyor. “Aksi beni mutsuz eder. Sevmediğim bir şarkıyı söyleyemem, istemediğim bir kıyafetle sahneye çıkamam. O kişi ben olamam o zaman.  O değişmez, onu bırakamam. Zaten güzel bence, severler diye düşünüyorum.“

Albümde üç de kendi bestesi var Nuri Harun Ateş’in. Sözlerini de kendisinin yazdığı “Uyandır Beni”, Ateş’in ilk yazdığı şarkıymış. Mehmet Bilal Dede’nin sözlerinden bestelediği “Yaban Kedisi” bir diğer yeni şarkı. “Benim için çok özel bir şarkı,” diye anlattığı “Makyaj”ın sözlerini ise Çağlar Yerlikaya yazmış. Albümün ilk yarısı ne kadar eğlenceli ise, son üç sıraya yerleştirilmiş bu üç şarkı da bir o kadar hüzünlü. Bununla birlikte Nuri Harun Ateş sadece iyi bir şarkıcı değil, iyi bir şarkı yazarı olduğunun da sinyallerini veriyor bu şarkılarla.
CİDDİ BİR ÖNERİ

Sahnede pop şarkıları söylediği için konservatuar hocalarının gazabına uğrayan, hatta okuldan atılan şan öğrencilerinin hikâyelerini bildiğimiz ya da her gün sosyal medyada birinin sevdiğini sevmeyen diğerinin verip veriştirmelerine şahit olduğumuz bir ülkede eğitimli bir müzisyenin “İnsanlar ‘ben caz severim’ ya da ‘ben arabeskçiyim’ diyerek kendilerini diğer müzik türlerinden mahrum bırakıyorlar. Niye Puccini’den mahrum olalım ki ya da Sezen Aksu’dan?” demesi de, bu fikrini yaptıklarıyla hayata geçirmesi de az şey değil. “Kafası karışık” değil aslında. Ne yaptığını ve ne istediğini çok iyi biliyor. Ve bu albümle ciddi bir öneri sunuyor aslına bakarsanız. Kabul görüp görmeyeceğini ise kuşkusuz zaman gösterecek.  
Fotoğraf: Hüseyin Özdemir
Mekân: Eski Kapı Pera
KASIM 2015
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 08, 2016 05:41

January 6, 2016

6 Ocak 2016


Dün Tepe Nautilus alışveriş merkezindeki müzik pazarına gittim. Ben daha kapsamlı bir şey hayal etmiştim ama bayağı mini bir pazardı. Beş bilemediniz altı stant vardı sadece. Ağırlıklı olarak plak, bir miktarda video kaset, DVD, CD gördüm. Birkaç pikap dışında elektronik pek bir şey de yoktu. Hammer Music, Rainbow45 Records, Mega Müzik gibi ciddi plak dükkânları stant açmıştı neyse ki. “Yam yam” tabir ettiğim sahaflar yoktu. Plaklar makul fiyattaydı. Ben de uzun bir zaman süre ilk kez iki eski baskı plak aldım. Mega Müzik standındaki plak “box-set”lerine ağzımın suyu aktı tabii (özellikle Beatles kutusuna) ama elbette benim için öncelik her zaman yerli plaklarda. Sözgelimi bir Kibariye plağı, Beatles plağından daha önemli benim için, öyle bir manyaklık işte ne yaparsınız.

Eve gelip internete girince Zehra Eren’i kaybettiğimizi öğrendim. İçim acıdı. Bu Ocak-Şubat ayları hep böyle kayıplarla geçiyor nedense.

Duyduğum en etkileyici kadın seslerinden biri, gördüğüm en güzel kadınlardan biriydi Zehra Eren. Ben çok geç tanıdım onu. 2003 yılında Ankara’da Kavaklıdere Rotaract kulübünün düzenlediği, benim de hasbelkader danışmanlığını yaptığım Tangoya Saygı gecesinde ödül alanlardan biriydi. Yirmi yıldır sahneye çıkmayan Zehra Eren, o gece orkestra eşliğinde üç şarkı seslendirmişti. Büyülenmiştim adeta. O dakika hayranı olmuştum. Nezaketi, zarafeti, “aura”sı ama en çok sesi…

Yıllarca radyo emisyonlarında ve sahnede tango söylemiş ama gelgelelim pek az sayıda plak doldurmuştu Zehra Eren. Kalan Müzik’in bastığı “Tangolar” albümündeki tek tangosu dışında ona ait bugünlere ulaşan yayımlanmış bir kayıt yoktu. Bu nedenle TRT, 2014 yılında arşivindeki emisyon kayıtlarından derlediği bir Zehra Eren seçkisini, üstelik plak formatında yayımlayınca çocuk gibi sevinmiş, duyduğum gün koşa koşa Harbiye’deki radyo binasına gidip, plağı satın almıştım. Hatta Erdener Abi’yi (Koyutürk) aradığımı hatırlıyorum o heyecanla. Tango dünyasının cengaveridir çünkü Erdener Abi. Yaparsa bir tek o yapabilir, Zehra Eren’i o yaşında stüdyoya sokup yeni tangolar kaydedebilirdi belki. O da böyle bir niyetinin zaten var olduğunu söylemişti bana. Ne çare, olamadı. Bir devrin son tanıklarından, son izlerinden birini daha yitirdik. 
Aşağıdaki video, yukarıda bahsi geçen Tangoya Saygı gecesinde Zehra Eren'in sahneye çıktığı bölüm. Yıllar sonra arşivden bulup çıkardım ve internete yükledim. Bugüne kısmetmiş.


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 06, 2016 14:12

January 3, 2016

Vefa Bu Kez Yakınlarda


(Milliyet Sanat dergisi Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.)

“Binlerce, on binlerce, kanayana kadar alkışlayan ellerden sonra, bir yatak odası ve dört duvar, bir ayna… Elbette ki yavaş yavaş başlayan bir bunalım. Günde otuz dört ilaç ve iki insülin iğnesi… Ve bununla yaşayan yapayalnız, evet hayret edeceksiniz ama yapayalnız bir Zeki Müren…”

1996 yılının yaz aylarında çekimine başlanan Batmayan Güneş Zeki Müren belgeseli için uzunca bir inziva döneminden sonra ilk kez kamera karşısına geçen Zeki Müren, bir süredir kendini dinlediğini, dinlendiğini anlatırken, yıllardır içinde yaşadığı büyük yalnızlığı da bu cümlelerle ele veriyordu. Yalnızdı. Kimseyle görüşmüyordu. Bodrum’daki evinin kapısına gelenler onu göremeden geri dönüyor, evinin telefonları açılmıyordu. Yorgun, bitkin ve hasta haliyle görünmek istemiyordu kimselere. Sahnedeki, ekrandaki, gazete ve dergi sayfalarını dolduran fotoğraflarındaki ihtişamlı, ışıltılı, pullu, payetli, fönlü, makyajlı haliyle hatırlansın istiyordu. Yıllardır canla başla, iğne oyası işler gibi yarattığı illüzyon bozulsun istemiyordu. Belki ölümünün ardından çok kez yazılıp çizildiği gibi, son nefesini adeta bile isteye, kameraların karşısında, spot ışıklarının altında vermesi de bu yüzdendi.

Zeki Müren’i 24 Eylül 1996 günü kaybettik. Ölümünün üzerinden geçen on dokuz yıla rağmen, sadece sesi ve şarkılarıyla değil, yaptıkları, ettikleri, giydikleri, taktıklarıyla, içinde yaşadığımız toplumun en derin tabularına “saygılı” kafa tutuşuyla da ikonik bir figür olarak hâlâ konuşuluyor. O günleri yaşayanlar kadar, Zeki Müren’in sahnelerde fırtınalar estirdiği, plaklarının peynir ekmek gibi satıldığı, televizyona çıktığında hayatın durma noktasına geldiği günlere yetişememiş bir nesil de var. Ve pek yakında onun kaleminden, kabinden dökülmüş şarkıları bir kez daha, bu defa başka başka seslerden dinleyeceğiz. Uzun süredir çalışmaları devam eden “Zeki Müren’e vefa” albümü tamamlanmak üzere çünkü.
SÜRPRİZ ŞARKICI HALİT ERGENÇ

Daha önce Kayahan ve Aysel Gürel için yapılmış saygı albümlerine prodüktör olarak imza atan Murat Yıldırım, bu defa bir başka proje için kolları sıvamışken, gördüğü bir haber üzerine fikrini değiştirmiş. Zeki Müren’in ölüm yıldönümünde mezarına müzik camiasından kimsenin gitmediği haberine içerleyen Yıldırım, Müren’in tüm mirasını bağışladığı vakıflarla iletişime geçerek vefa albümünün ilk adımlarını atmış. Albümde Zeki Müren’in besteci ve şarkı sözü yazarı olarak imza attığı şarkılar var. Bir şarkı hariç… Söz ve müziği Sait Ergenç’e ait olan ve Müren’in 1972 plağa okuduğu “Şeytana Uyduk Bir Kere”, albümde Sait Ergenç’in oğlu Halit Ergenç tarafından seslendiriliyor. Her ne kadar yakın geçmişte Sultan Süleyman rolüyle hafızalara yer etmiş olsa da, opera ve müzikal oyunculuğu eğitimi olan ve kariyeri boyunca çok sayıda müzikalde rol alan Halit Ergenç, albümdeki sürpriz şarkıcılardan biri.

'BEKLENEN VARİS' VİETNAM'DA

Alaturka müzikte Müren’den sonra kendi ekolünü yaratmayı başarmış sayılı şarkıcıdan biri olan Muazzez Abacı, “Bir Gönül Hikâyesi” ile albüme dâhil olmuş. Zeki Müren’in en çok bilinen dört şarkısı ise dört popüler şarkıcı tarafından seslendiriliyor albümde. “Şimdi Uzaklardasın” Funda Arar, “Beklenen Şarkı” Mustafa Ceceli, “Bir Demet Yasemen” Göksel ve “Manolyam” Sibel Can yorumlarıyla albümde yer alacak. Zeki Müren’in ilk sinema filmine de adını veren ve kariyerindeki dönüm noktası şarkılardan biri olan “Beklenen Şarkı”nın söz yazarı olan ve 2002 yılında kaybettiğimiz Sabih Gözen’in varislerine bir türlü ulaşılamamış albüm çalışmaları başladıktan sonra. Murat Yıldırım şarkı sözlerini kullanmak için izin almak üzere Gözen’in varislerini bulabilmenin yolunu gazetelere ilan vermekte bulmuş. İşe de yaramış bu yöntem. Ve nihayet “beklenen varis”, Sabih Gözen’in kızı, Vietnam’da ortaya çıkmış, şarkı da böylece albüme girmiş.

Zeki Müren ilk bestesini henüz lise öğrencisi iken, İstanbul’dan Bursa’ya yarıyıl tatili için geldiğinde babasıyla birlikte gittiği kaplıcada yapar. Bursa’daki müzik hocası şarkıyı çok beğenir, notaya alır ve İstanbul Radyosunun müdürü olan arkadaşına gönderir. Henüz 18 yaşındaki Zeki, o günden sonra her radyo başına geçtiğinde kendi şarkısını duyabilmenin ümidiyle geçirir günlerini. Ve bir gün o hayali gerçeğe dönüşür. Sesine hayran olduğu Suzan Güven tarafından seslendirilir üstelik şarkısı. Güven, bestesinden çok etkilendiği bu genç bestekârı görmek üzere okuluna gider, onu ziyaret eder ve Müren’in İstanbul Radyosu’na girmesini ve sesini radyo vasıtasıyla geniş bir dinleyici kitlesine duyurmasını sağlayacak süreç böyle başlar. İşte her şeyin başlamasına sebep olan o ilk beste, “Zehretme Hayatı Bana Cananım”, albümde alaturka müziğin genç temsilcilerinden Yaprak Sayar tarafından seslendiriliyor.

İLK ÖPÜCÜKLÜ ŞARKI

Müren’in yine erken dönem şarkıları arasında yer alan ve çok fazla bilinmeyen iki şarkısı daha var albümde. Her iki şarkı da ‘50’li yıllarda ilk olarak taş plak formatında yayınlanmış. Birisi, bir filmine de adını veren “Berduş”, Kıraç tarafından yeniden seslendirilmiş. Diğer şarkı “Öpücük”ü ise bu satırlar kaleme alındığında henüz kimin seslendireceği belli değildi. Yalnız şunu söylemeliyim ki, memleketin ilk öpücüklü şarkısı, Tarkan’dan çok önce Zeki Müren tarafından seslendirilmiş ve bu şarkı gün ışığına çıkınca bunu bilmeyenler de öğrenecek.

Zeki Müren’e vefa albümünün sürprizlerinden biri de Boğaziçi Caz Korosu olacak. Masis Aram Gözbek şefliğinde uzunca bir süredir hem yurt içi hem de yurt dışında bir hayli ses getiren koro, Gezi direnişi günlerinde yaptıkları “Çapulcu musun Vay Vay” uyarlamasıyla da çok konuşulmuştu. Boğaziçi Caz Korosu, Müren’in bir nevi iç döküşü gibi de dinlenebilecek “Ben Zeki Müren” adlı o çok meşhur şarkısını farklı bir yorumla, ‘a capella’ olarak seslendirmeye hazırlanıyor.

Zeki Müren’in hem sahnede hem de plaklarında, alaturka eserlerin yanında, zaman zaman türkü, arabesk ve pop gibi farklı türlerde şarkılar söylediği biliniyor. 1972 yılında, Türkiye’de aranjman furyasının alıp başını gittiği günlerde, dünya çapında bit ‘hit’ olan “Ne Mes Quitte Pas”yı kendi yazdığı Türkçe sözlerle, “Beni Terk Etme” adlıyla seslendirmişti Müren. Bu şarkı bu albümde Türkçe-Fransızca bir düetle karşımıza çıkacak. Fransızca kısmını Enrico Masias’ın söylemesi kesinleşmiş ki malum olduğu üzere Türkçe’ye adapte edilmiş çok sayıda şarkısıyla Enrico Masias, bir dönemin Türk popuna kendisi bile farkında olmadan damga vurmuş bir isim. Bu şarkıda Masias’la düet yapacak Türk şarkıcının ismi ise bu yazı yazıldığında henüz belli değildi.
ÖZENER - YARKIN DÜETİ

Albümdeki bir başka düet ise Belkıs Özener ve Ferda Anıl Yarkın tarafından yapılıyor. Hak ettiği vefayı henüz hayattayken görebilmiş ender isimlerden biri olan Belkıs Özener bir dönem Zeki Müren’e vokal yapmış. Ferda Anıl Yarkın henüz küçük bir çocukken, sahnede kemanıyla eşlik etmiş Müren’e. Belkıs Özener ve Ferda Anıl Yarkın, bu albüm için “Tekrar Bana Dönsen” adlı Zeki Müren şarkısını seslendirmek üzere birlikte girmişler stüdyoya.

Albümde yer alması kesinleşen şarkılar ve şarkıcılar bunlar olmakla birlikte, böylesi projelerde alışık olduğumuz üzere, son dakika sürprizleri her zaman olasıdır. Mesela günümüz gençliğinin çok sevdiği bir erkek pop şarkıcısının daha (bu defa Tarkan değil, hayır) albüme gireceğini öğrendim ama sürprizi bozmamak için onu yazmıyorum.

Büyük yıldızlar, ışığı çok parlak yıldızlar hep yalnız mıdır? Müren’in hayat hikâyesi üzerine çalışırken bu sorunun cevabını çok düşünmüştüm. Bahsi geçen belgeselde söylediklerini duymamış olsam bile onun yalnızlığının ipuçlarını bütün bir hikâyenin içinde fark etmemek mümkün değildi. Çünkü bir isim, bir marka, bir illüzyon yaratmaya soyunduysanız, bunun yolu en çok kendinizi korumaktan geçiyor. Kendinizi korudukça da içinize kapanıyor, dışarıdan gelecek tehditlere karşı kılıçlarınızı kalkanlarınızı hep hazır ediyorsunuz. Bedeli çok ağır bir yaşam biçimi bu... Zeki Müren böyle bir hayat yaşadı. Bedelini de ağır ödedi. Işıkların altında, kameraların karşısında noktalanmış bir hayatın, mikrofonlarla kayda alınmış şarkıları, objektiflerle tespit edilmiş fotoğrafları kaldı geriye. Yani Zeki Müren’in sadece bize gösterdiği kadarı. “Vefa uzaklarda kalan bir his,” demişti sözlerini kendi yazdığı “Kandil” şarkısında. Bir albüm vesilesi ile bile olsa, vefayı yakınlarda hissetmek, en çok da içinden geçtiğimiz bugünlerde şüphe yok ki iyi gelecek hepimize. 
EKİM 2015
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 03, 2016 14:56

December 16, 2015

Dinlediklerim...

SERKAN FERAT – “SICAK GELDİYSE ÇIKAR”

Sadece iki albüm yayımlamış olmasına rağmen, Türkçe rock müziğin 2010’lu yılları anlatıldığında es geçilmeyecek, adından mutlaka söz edilecek bir gruptu Kreş. Di’li geçmiş zaman kullandım çünkü Kreş artık yok. Grubun solisti Serkan Ferat ise geçtiğimiz günlerde ilk solo teklisini yayımladı. Söz ve müziği kendisine ait “Sıcak Geldiyse Çıkar” adlı şarkı Jeton Yapım etiketiyle servis edildi.

Geçtiğimiz yıl “Türkçe Rock’ın Güzel Adamları” başlıklı bir yazı yazmıştım. İşte Serkan Ferat tam da o listeye dâhil edilebileceklerden. Aynı çizgide. Başından beri yaptığı işin bütün zorluklarına rağmen mücadele etmiş, çok iyi işler yapmış ve daha iyisini de yapacağını çok önceden taahhüt etmiş bir adam. Nitekim grubun dağıldığını duyduğum zaman Serkan Ferat’ın tek başına da en az Kreş’deki kadar iyi bir şeyler çıkaracağına neredeyse emindim. Öyle de oldu.

Kreş’in “disko soslu patlamış rock” diye tabir ettiği müzikal anlayışından biraz farklı Serkan Ferat’ın solo işleri. Daha “easy-listening”, daha melodik her şeyden önce. Buna karşın yine bal gibi “rock”. Yalansız, dolansız, hilesiz, hurdasız. Şahsen benim “rock” müzikte en sevdiğim form bu. Temiz bir “sound”, pırıl pırıl bir kayıt, şahane bir “riff” üzerinden yürüyen, bir parça eskileri, sözgelimi (özellikle de seksi sözleriyle) The Rolling Stones’u anımsatan sıkı bir şarkı.

Şarkının düzenlemesini Ahmet Kalabay yapmış. Yapımcı ise Tolga Akış.
Ancak sadece bu şarkıya değil, Serkan Ferat’ın Youtube’daki resmi hesabından “demo” kaydıyla yayımladığı bir başka şarkıya daha dikkat çekmem lazım. Zira son zamanlarda Türkçe “rock” müzikte duyduğum en iyi şarkılardan biri olabilir. Söz ve müziği yine Serkan Ferat’a ait “Manzara” adlı bu şarkıyı da mutlaka dinlemelisiniz ve hatta Serkan Ferat mutlaka en kısa zamanda bu şarkının stüdyo kaydını alıp teklisini yayımlamalı.

Yanı sıra yine Youtube hesabında Serkan Ferat’ın birkaç başka akustik kaydı da var. Hatta ben bu yazıyı yazadururken Youtube’da Groovypedia kanalında Ferat’ın “Sis Okyanusu” adlı yeni bir şarkısı daha akustik kaydıyla yayınlandı. Onları da izleyin ve bu güzel adamı geç kalmadan keşfedin.
OZAN ÜNLÜ – “PUSLU MAVİ”

Aydın, Söke doğumlu Ozan Ünlü, Üniversite eğitimi için gittiği Eskişehir’de barlarda çalmaya başlayarak müziğe profesyonel olarak adım atmış. Fanta Stage 2010'da"Bu Yüzden" adlı bestesiyle birinci olması ona Fanta Gençlik Festivali 2010 kapsamında Şebnem Ferah, Ceza ve TNK ile birlikte 16 şehirde turne yapma şansını kazandırmış. Yarışmayı kazandığı şarkı ise Pasaj Müzik etiketiyle yayımlanan “Festival 2010” albümünde yer almış.

Ozan Ünlü ismini geniş kitlelerle tanıştıran ise İskender Paydaş’ın “Zamansız Şarkılar 2” albümünde, Türkçe “rock” müziğin klasikleşmiş şarkılarından “Gemiler”i seslendirmesi oldu. Yıllar önce birinci olduğu yarışmanın jüri üyelerinden biri olan İskender Paydaş’ın Ozan Ünlü’yle işbirliği sadece bu şarkıdan ibaret kalmadı. Zira Ozan Ünlü’nün ilk albümünde 2 şarkıda prodüktör olarak, albümün tamamında ise aranjörlerden biri olarak Paydaş’ın da imzası olacaktı.

Prodüktörlüğünü Ozan Tügen’in, yardımcı prodüktörlüğünü ise aynı zamanda Ozan Ünlü Band’in üyelerinden de biri olan Alişan Göksu’nun üstlendiği “Puslu Mavi” adlı albüm, 2015’in Nisan ayında DMC etiketiyle yayımlandı. Ancak Ünlü, albümün ilk konserini geçtiğimiz Kasım ayının ilk günlerinde verdi.

Arada ne oldu bilmiyorum ama albümün tanıtım safhası bir parça ağır yürüdü sanki. Albümün çıkış şarkısı bir “cover”dı. Kayahan’ın 2014 sonlarında piyasaya sürülüp epeyce konuşulan “En İyileri 1” albümüne girmemiş, ancak o albümdeki birçok kayıttan çok daha iyi aranje edilip seslendirilmiş bir Kayahan şarkısıydı “Kızıl Siyah Bulutlar”. Kabul etmeli ki bir Kayahan “cover”ı için ilk aklınıza gelecek 10 hatta 20 şarkı arasına bile girmezken bu şarkı, Ozan Ünlü – İskender Paydaş marifetiyle çok dikkat çekici bir hale bürünmüştü. Ancak nedense bu şarkıdan sonra Ozan Ünlü’den albüme dair ikinci bir hamle gelmedi.

Albümün kapağında her ne kadar Ozan Ünlü’nün ismi yazıyor olsa da aslında bu bir Ozan Ünlü Band albümü. Alişan Göksu’nun ve Muzaffer Kalyoncu’nun albüm kartonetinde birer teşekkür notu yazmaları boşuna değil. Sahneye de “band” olarak birlikte çıkıyorlar zaten. Albümdeki Kayahan şarkısı dışında kalan 10 şarkının söz ve müziği ise Ozan Ünlü’ye ait.

Ozan Ünlü’nün şarkı yazarlığı, şarkı sözlerinden ziyade bestelerinde fark edildiği üzere türdaşlarına nispetle farklı bir çizgide. Geniş bir ses aralığında, bildik yürüyüşler ve melodik yapılar üzerinden gitmeyen, farklı ve şaşırtıcı yollara sapan bir bestecilik anlayışı var Ünlü’nün. Mesela “Beş Buçuk” adlı şarkı adeta bir “rock-opera” havasında. Buna karşın bu şarkılar daha sağlam bir şarkıcılık tekniği istiyor gibi. Bence albümün zayıf halkası da bu. Daha net, daha sağlam basan ve daha agresif bir vokal bekliyorsunuz ister istemez. Belki bu kadar sık “falsetto” da duymak istemiyorsunuz. Buradan bakınca albümün açılışında yer alan “Nereye Kadar?” ve isim şarkısı olan “Puslu Mavi” kulağa daha etkili geliyor. Bu iki şarkı daha kolay anlaşılır olmaları sebebiyle de albümün kozları gibi. “Falsetto” çekincesini bir kenara koyarsak, “Kelebeklere Sor” da albümün akılda kalan şarkılarından biri olabilir.

Albüm kartonetinde kapak fotoğrafları ve grafik tasarımına ait bir bilgiye rastlamadım ama albümün adıyla koşut bir rengin hâkim olduğu kartonetin de doğru bir tasarıma sahip olduğu söylenebilir.
Her şeyden önce çok profesyonel bir ekibin elinden çıkmış, besteler ve düzenlemelerle ortalama Türkçe “rock”ın klişelerine yüz vermemiş, iyi bir albüm bu. Bu da önemsemek ve zaman ayırmak için yeterli sebep.
CEM BAŞAK – “BIRAKTIM DENİZE”

Cem Başak, uzun yıllar süren müzik yolculuğunun ilk albümünü 2013 yılında piyasaya sürmüştü. “Tek Kişilik” adını taşıyan bu albüm, dönemin ve piyasanın şartlarına göre sıkı bir “rock” albümüydü. O albüm hakkında yazarken, bu durumun albümün ticari şansını ne çare ki azaltacağından dem vurmuştum. 

Aradan iki yıl geçtikten sonra Cem Başak ardı ardına iki tekli yayımladı. 2015 Haziran’ında “Sen Bana Bakma”, Ekim ayında ise “Bıraktım Denize” teklileri dijital platformlarda satışa sunuldu. Teklilerin her ikisi de Süper Müzik Yapım etiketiyle yayımlandı.

Zaten iyi bir şarkı yazarı ve solist olduğunu ilk albümü ile tescillemiş Cem Başak, bu iki şarkısında bunu bir kez daha gösteriyor. 

Başak bu defa albümdekine kıyasla daha yumuşak bir “sound” seçmiş. Böylece ortalama dinleyicinin, hatta “rock” dinlemeyen dinleyicinin bile ilgi alanına girecek bir çizgi yakalamış. Mesela “rock” şarkılarında duymaktan nicedir sıkıldığımız klarnet bile var “Bıraktım Denize”de. Ama her şey dozunda ve dengeli. Yani ortada piyasa işi değil, hem müzikal açıdan iyi hem de piyasaya hitap edebilecek türden iki şarkı var.

Youtube videolarının altına yazılanları okuyunca ister istemez gülümsedim. Teoman’a benzetmişler Cem Başak’ı ve hatta “Teoman çakması” bile yazmışlar. Her şeyden önce Cem Başak, Teoman çakması olmaya ihtiyaç duymayacak kadar donanımlı ve rüştünü ispat etmiş bir müzisyen. Ne var ki müzik sektöründe müzisyenler yalnızca yetenekleri ve donanımları ile yol alamıyorlar. Önlerine sunulan imkânlardan, birtakım ticari manevralara, stratejik hesaplardan, içlerine girdikleri ya da girmedikleri ilişkiler ağına ve elbette şans faktörüne kadar sayısız parametre var şöhretin kapılarını açan, bazen de kapatan. Tabii hepsinden önce de bu bir de tercih meselesi. 

Buradan yola çıkarsak, “bu şarkıları Teoman söylemiş olsaydı şimdi tık sayıları yüz binleri aşmış olabilirdi”ye varabiliriz. On binlerde kalmışsa, bu Cem Başak’ın değil, dinleyicinin ayıbı sayılabilir pekala. Çünkü bu şarkılar çok daha fazla ilgiyi hak ediyor. Dinleyin, pişman olmazsınız.
KAAN TANGÖZE – “GÖLGE ETME”

Kaan Tangöze’nin uzun süredir beklenen ilk solo albümü nihayet yakın zamanda Ada Müzik etiketiyle piyasaya çıktı ve çıkar çıkmaz da büyük bir coşkuyla karşılandı. Özellikle de memleketin müzik yazarları cephesinde. Albümü daha çıkmadan yazan da oldu, çıkar çıkmaz kaleme sarılan da. Hepsinin ortak fikri bu albümün çok iyi, çok çok iyi, en iyi, en şahane olduğu idi. Zaten yılsonu listelerinde de bu durum kendini göstermeye başladı.

Ne yalan söyleyeyim, albümü dinlediğim zaman bende de benzer bir coşku hâkim oldu. Yıllardır kimsenin yapamadığını yapmıştı Kaan Tangöze. Muhalif bir söylem, ironik bir dil, halk ozanlarından bestelenmiş kimi şarkılar ve sadece bir tek gitar ve ağız armonikasıyla yapılmış bir kayıt… Neresinden baksanız buram buram ’60’lar sonu ‘70’ler başı. İster Bob Dylan’a benzetin, ister Selda Bağcan’a. İster Joan Baez tadı alın, ister Cem Karaca.

Bunu bugünün Türkiye’sinde, bugünün siyasi ortamına, bugünün müzik dinleyicisinin beğeni kriterlerine filan rağmen yapabilmek neresinden baksanız cesaret işi. Nitekim ben de yürüyüş yaparak albüm dinleme seanslarımda, kulağımda Kaan Tangöze, yüzümde kocaman bir gülümseme ile şehrin caddelerinde dolaşıp dururken, yer yer bağıra çağıra eşlik etmek istedim şarkılara: “Arkanda hükümet varsa, benim de şarkılarım var!”

Bu albümü Gezi zamanında yazılmamış olmasına karşın, Gezi direnişinin şarkılarından biri olmuş “Eyvallah”ın bir uzantısı, devamı gibi görmek de mümkün. En azından birçok şarkısını… “Gölge Etme”nin yanı sıra “Şanlı Millet”, “Taksim Meydanı” bunlar arasında sayılabilir. Albümün bir Duman albümünde de duysak yadırgamayacağımız şarkısı ise hiç kuşkusuz “Bekle Dedi Gitti”. 

Bir tarafta ise Özdemir Asaf şiirlerinden bestelenmiş iki şarkı, Âşık Mahzuni Şerif ve Karacaoğlan’dan bestelenmiş iki şarkı ve bir de türkü var albümde. ‘70’lerin hemen başında Selda, Hümeyra, Esin Afşar başta olmak üzere birçok isim bu formülle müzik yapmış ve kıyametler koparmıştı. Kaan Tangöze’nin o yılların Anadolu-pop müziğine selam çakması beklenmedik ama şaşırtıcı değil. Çünkü her ne kadar yüzü daha batıya dönük, “şehirli rock” diye tanımlamaya müsait olsa da, Duman’ın müziği hep bu topraklara ait bir şeyler de taşıdı. Özellikle de Kaan Tangöze’nin sonrasında epeyce taklit edilen, örnek alınan vokal tekniği, şarkı söyleme biçimi.

Eğer Anadolu-popa gönderilen o selamı alacak yaştaysanız, üstüne bir de Kaan’ın şarkılarında söylediklerine katılıyor, onunla aynı şekilde düşünüyorsanız, bu albümle zaten anında duygusal bir bağ kuruyorsunuz ki benim ve sanırım (özellikle ikinci sebeple) müzik yazarlarımızın da duyduğu(muz) coşkunun açıklaması bu. Ama…

Bir “ama” var evet. Bu albüm sadece gösterilen cesaretinden ötürü (hem muhalif tavrı hem de müzikal biçimi açısından) yılın en iyi albümlerinden biri sayılmayı hak ediyor. Ama teknik açıdan hiç de kusursuz değil, aksine sakat bir albüm olduğu gerçeğini de görmezden gelmemek lazım. Mesela ben albümü dinlerken, Kaan Tangöze’nin söylediği yerlerde ne söylediğini anlamak için sesi açmaktan, sonra ağız armonikası devreye girdiğinde kulağıma batan sesi kısmaktan bir hal oldum. Armonika zaten şahane tınlayan bir enstrüman değildir kabul ama bundan daha iyi tınlayabildiğini biliyorum, en azından birkaç Bruce Springsteen şarkısı bile bu konuda bir fikir verebilir.

Aynı şekilde gitar tonu da pürüzsüz değil albüm süresince. Hatta şöyle söyleyeyim, albüm şarkıları internete ilk düştüğünde dinlediğim zaman ya bu kayıtların albümün “demo”su olduğunu ya da kötü kalite ile korsan yüklendiğini  düşünmüştüm. Sonra CD geldi ve takıp dinleyince bir fark olmadığını gördüm. Buna Tangöze’nin savruk, yer yer anlaşılamaz hale gelen şarkı söyleme biçimini dâhil etmiyorum; onu çoktan bu şekilde bağrımıza bastık diye.

Bu da bir stil olmaya başladı artık. İnsanlar Youtube’daki amatör kayıtları, ses kalitesini umursamaksızın bayıla bayıla dinleyebiliyorlar. Evde yapılmış, doğru düzgün bir “mix”ten bile geçmemiş albümler rafa çıkabiliyor sonra. Buna da tamam. Ama bu albüm ve bu şarkılar bence daha iyi bir kaydı hak ediyordu.

Çünkü uzun yıllar sonra bugünlerin müzik tarihini yazanlar bu albümü ayrı bir yere koyacak, “O dönemde bu adam bu albümü nasıl yapabilmiş?” diyecekler. Bu albüm önemli bir albüm. Belki benzer sözler söylemek isteyenlere de cesaret verecek, sadece söz ve müzikten gücünü almış, makyajsız, boyasız, alsız pulsuz da müzik yapılabileceğine dair yol gösterecek, güç verecek. Belki kısa vadede değil ama uzun vadede etkisi çok daha derin ve kalıcı olacak. Tıpkı Gezi gibi…

ARALIK 2015
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 16, 2015 14:28

December 2, 2015

Şimdi Haberler!

MİSAFİR ŞARKILAR

Pınar Ayhan, 2000 yılı Eurovision Şarkı Yarışmasında Türkiye’yi temsil etmiş, yıllarca hem televizyon programları, hem de sahne performanslarıyla adından söz ettirmiş, iki de albüm yayımlamış, Ankaralı bir müzisyen. 

Aslında doktor ama aynı zamanda müzisyen olan eşi Sühan Ayhan ile birlikte müziğin içinde deyim yerindeyse kendi yağları ile kavruluyorlar yıllardır ve sektörün alengirli saflarından bile isteye uzak duruyorlar. Haliyle de çok göz önünde değiller belki. Ama boş da durmuyorlar.

Misafir Şarkılar, Pınar ve Sühan Ayhan’ın Haziran 2014’de başlattıkları bir “online” konser projesi. Önceden duyurdukları bir tarih ve saatte internet başına geçip, Misafir Şarkılar internet sitesinden canlı yayınla, bir nevi televizyon programı izler gibi izleyebiliyorsunuz konseri. Yayın bazen evden, bazen bir kafeden yapılıyor. Ama bu sizi yanıltmasın. Koca bir orkestra çalıyor, güzel bir repertuar yapılıyor; yani öyle aklımıza esti hadi çalıp söyleyelim gibi değil, ciddi bir hazırlıkla kamera karşısına geçiliyor. Pınar Ayhan zaten hem şarkıcılık hem de sunucukta yetkin olmanın gücüyle başından sonuna kadar yayını alıp götürüyor.

Misafir Şarkılar bugüne dek 13 kez yapıldı. Bu programlarda Vedat Sakman, Demir Demirkan, Metin Uca, Jale, Tayfun Talipoğlu gibi konuklar da ağırlandı. Birlikte çalındı, söylendi, sohbet edildi.

Televizyonların reklam ve reyting kaygılı yayın akışlarında bu tarz programların hemen hiç şansı kalmadı artık. Bu kaygıları gütmeden yayın yapan tek tük kanalın da genellikle siyasi tercihlerle oluşturulmuş kriter barajları var. İnternet bunlardan azade olması nedeniyle hem programı yapan, hem de izleyen için bir nefes alma alanı belki. Ancak yapanın bu işten gelir kazanması da kısa vadede çok kolay gözükmüyor. Mesela Misafir Şarkılar’ın bir sponsoru var ama sponsorun varlığı harcanan emeği karşılıyor mu onu bilmiyorum. Bu ayrı bir tartışma konusu.

Sonuçta bilgisayar başında şarkılı sohbetli iki saat geçirmek ve Pınar Ayhan ve ekibinin samimi ve sıcak ortamına dâhil olmak hiç fena bir şey değil. Üstelik ses kalitesi de gayet iyi. Görüntü kalitesi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ne yazık ki.

Bugüne dek yayınlanmış bölümleri Youtube’da Pınar Ayhan hesabından veya misafirsarkilar.com adresinden izleyebilmek mümkün. Bir göz atın, pişman olmazsınız.
RİZİKO SERHAT ŞARKICI OLMUŞ!

Onun adı hepimizin hafızasına bir dönemin fenomen yarışması Riziko ile kazınmış olsa da, Serhat Hacıpaşalıoğlu için sunuculuk, yaptığı işlerden sadece bir tanesi. Sahne önünde ve arkasında, perde önünde ve arkasında, yani işin hem vitrininde, hem de mutfağında müzik, gösteri, organizasyon alanlarında özellikle yurtdışı bağlantılı sayısız işe imza atmış bir nevi şahsına münhasır adam Serhat.

Geçtiğimiz günlerde onu Altın Kelebek ödül töreninde şarkı söyleyip dans ederken görenlerin büyük kısmı şaşırdı. Bunu sosyal medyada o an yazılanlardan anladım. Yadırgamadım. Ortalama bir popçumuzun sözgelimi Almanya’da, sadece orada yaşayan Türklerin gittiği bir barda “playback” konseri bizim gazeteler için bir haberdir de Serhat Hacıpaşalıoğlu’nun şarkısıyla yurt dışında önemli müzik listelerine girmesi haber değeri taşımaz. Zira Serhat popüler bir figür değildir. Bilirsiniz işte.

Evet, Serhat Hacıpaşalıoğlu’nun şarkıcılık macerası yeni değil. 1997 yılında “Rüya” ve “Ben Bir Daha” adlı şarkıların yer aldığı bir tekli yayımlamıştı. 2005 yılında ise dünyaca ünlü Fransız şarkıcı Victor Lazio ile birlikte seslendirdiği “Total Disguise” adlı şarkı, sadece Türkiye’de değil, Avrupa’nın birçok ülkesinde de satışa sunulmuş ve epeyce ses getirmişti. 

2006’da ise Lazio ve Serhat bu defa “Chocolate Flavour” adlı ikinci bir tekliye imza attılar birlikte.

2008 yılında, Rusya’nın en en önemli yıldızlarında Tamara Gverdtsiteli ile İngilizce ve Rusça seslendirdiği “I Was So Lonely” ve “Moscow-Istanbul” adlı şarkılarla adından söz ettiren Serhat, Kremlin Sarayı’nda konser veren ilk Türk sanatçısı oldu.

Serhat’ın Altın Kelebek gecesi seslendirdiği “Je M’adore” adlı şarkı ise uzunca bir süredir yine Avrupa listelerinde boy gösteriyor.  

Sözleri, Celine Dion’a yazdığı şarkılarla tanınan Jacques Veneruso’ya, müziği ise Olcayto Ahmet Tuğsuz’a ait olan “Je M’adore” un video klip çekimleri, uluslararası müzik dünyasının en önemli isimlerinden, aynı zamanda Serhat’ın menajeri olan Valerie Michelin önderliğinde, Paris’te gerçekleştirilmiş.  Klipte görünen ve farklı ülkelerden gelen 40 dansçının kıyafetleri ise pek çok yıldızın stil danışmanı olan Lia Dillenseger tarafından tasarlanmış ve dikilmiş. Yani neresinden baksanız yine uluslararası bir proje yapılmış ve nitekim tıpkı önceki projeler gibi bu da karşılığını da bulmuş.

Yani Riziko’dan tanıdığınız Serhat ile Altın Kelebek’te izlediğiniz Serhat arasında alınmış onca yol, kazanılmış bir dolu başarı ve harcanmış çok emek var. Bilin istedim.
NASIL KLİP OYUNCUSU OLDUM?

Derya ve Serdar Heper çiftiyle birkaç yıl önce bir vesileyle tanışmış idim. Yaş kemale erince insan yeni tanıştığı birilerini tartmakta ve anlamakta çok zorlanmıyor. Nitekim Derya ve Serdar için de ilk izlenimim müzik dünyasında dişleriyle tırnaklarıyla bir şeyler yapmak için uğraşan, işlerini iyi niyetle, iyi kalple, iyilikle yapmaya çalışan insanlar oldukları idi. Takdir edersiniz ki, sektörde sık rastlanılan bir şey değildir bu.

Neyse, sözü uzatmayayım… Serdar bana aylar önce hazırladıkları şarkıdan bahsetmiş ve bana da “Abi klibimde oynar mısın?” diye sormuştu. “Seve seve,” diye cevap verdim. Başıma gelecekleri bilseydim yine de bu cevabı verir miydim onu bilmiyorum.
Aradan aylar geçti. Bir gün Derya beni aradı ve klip çekimlerini yapacaklarını söyledi. Senaryoyu kardeşi Gökçe Güneyoğlu ile birlikte hazırlamışlardı ve benim dışımda yakın çevrelerinden arkadaşları da rol alacak, herkes kamera karşısında farklı kostümlerle çıkacaklardı. Ben de bir yazarı canlandıracaktım klipte.

Çekim günü Samatya meydanına Aksaray’dan yürüyerek gittim. Çocukluğuma dair çok ama çok anılar taşıyan ve şimdi ne yazık ki yok edilmek üzere olan Sirkeci-Halkalı banliyö tren hattının bir kısmı boyunca da olsa yürümek beni hüzünlerden sevinçlere gark etti yol boyunca. Bir duygu şelalesi halinde vardım çekim alanına. Haliyle bana giydirdikleri kıyafete hiç itirazım olmadı. Samatya meydanında o kıyafetle dolaşırken herkesin bana bakıyor olmasını da önemsemedim zerre kadar. 

Yüzümde tatlı bir tebessüm, Derya ve Serdar’ın ve teknik ekibin koşuşturmasına bir yanından dâhil oldum, sıramı beklerken hasır taburelerde oturdum, çay içtim.
Şaka bir yana, kostümüm çevredekilerden çok övgü aldı ve geçmiş zamandan çıkıp gelmiş ama her nedense elinde Acıların Kadını Bergen kitabı bulunan o tuhaf yazarı (sanırım) başarıyla canlandırdım. İyi niyetle, özveriyle, sevgiyle yapılan bir işe ucundan kıyısından dâhil olmaktan kim hoşnut olmaz ki? Dize kadar uzanan çorap ve askılı kısa pantolon karizmayı çizdirmişim, ne gam?

Serdar Heper’in klipte seslendirdiği şarkının özel bir değeri var. Grup Vitamin elemanlarından genç yaşta hayata gözlerini yuman Gökhan Semiz’e ait bir şarkı “İstanbul’da”. Semiz’in ilk ve tek solo albümünden bir şarkı. Yıllar sonra ilk kez bir başkası tarafından yeniden seslendiriliyor. Klipte Grup Vitamin’in şu anki kadrosunun da rol alması boşuna değildi. Hatta şarkının tanıtım gecesinde Vitamin üyelerinin “Bu şarkı bizim için çok kıymetli bir şarkı, başkası isteseydi vermezdik,” demeleri de boşuna değildi.

Yani benim klip oyuncusu olmam aslında bu klip ve şarkı için pek haber değeri taşımıyor. Ben sadece güzel bir anı koydum bir kenara ve sevdiğim insanların yanında durdum. Bu vesileyle hem Gökhan Semiz’e bir selam gönderelim, hem de Serdar Heper’e bu kıymetli şarkıyı hakkıyla sahiplendiği için bir dinleyici olarak teşekkür edelim.    

ARALIK 2015        

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 02, 2015 06:44

November 24, 2015

Bir Eski İstanbul Havası


(Milliyet Sanat dergisi Ekim 2015 sayısında yayımlanmıştır.)
Kılıfını kemerinize geçirdiğiniz ‘walkman’ belinizde, süngerli kulaklıkları kulağınızda, yolda yürürken, otobüste giderken müzik dinlemek nasıl büyük bir lükstü, nasıl havalı bir şeydi ancak yaşayanlar bilir. ‘Mobil’ müzik dinlemenin en ilkel formuydu ‘walkman’ler ve kasetler. Bizim kuşak müziği çok sevdiyse, bu sevgide ‘walkman’lerin ve ileri geri sardırdığımızda cihazın pili çabuk bitecek diye şarkı atlamadan başından sonuna dinlediğimiz kasetlerin payı büyüktür.

Elden ele dolaşırdı kasetler; arkadaşlar arasında ödünç verilir, alınır, dinlenilirdi. Şimdilerde dijital platformların algoritmalarla yaptığı işi o zamanlar arkadaşlar yapar, “Bak bunu da seversin,” diye yeni müzikler önerirlerdi. O ara sevmiştik Ezginin Günlüğü’nü de. Darbe sonrasının kara kuru günlerinde, ya TRT tarafından tektipleştirilmiş ya da Unkapanı tarafından pespayeleştirilmiş müziğe mahkûm edilmiştik. Ezginin Günlüğü yeniydi, farklıydı, özgürdü, cesurdu, iyiydi. 1985 yılında yayınlanan ilk albüm “Seni Düşünmek”le sevdik önce. Sonra hep sevdik.
YUMUŞAK BİR MUHALEFET
Zaman içerisinde Ezginin Günlüğü de her şey gibi, herkes gibi değişti, dönüştü. Geride kalan 30 yıla dönüp baktığımızda, grubu solist seslerinden ayırt edenler için Emin İgüs’lü ve Hüsnü Arkan’lı dönemlerin tatları ayrı ayrıdır. 2010 yılında Hüsnü Arkan’ın ayrılmasıyla başlayan yakın dönem ise bugünlere kadar gelen Ezginin Günlüğü’nün vardığı son nokta. Aslına bakarsanız, solistler bir yana, grup zaman içerisinde çok sayıda eleman değişikliği ile sürdürdü müzik yolculuğunu. Bugün ilk kadrodan sadece Nadir Göktürk kaldı geriye. Göktürk’se başından bu yana grubun bel kemiği olma özelliğini koruyor. Nitekim geçtiğimiz günlerde Çimens Yapım etiketiyle piyasaya çıkan yeni Ezginin Günlüğü albümü “İstanbul Gibi”de yer alan 13 şarkının tamamı Nadir Göktürk tarafından bestelenmiş.

Nadir Göktürk grubun dünden bugüne gelişini şöyle özetliyor: “Böyle, 32-33 senelik bir grupta eleman değişiklikleri çok doğal. Ama müziğin özüne ilişkin değişiklik ne kadar oldu, ona bakmak lazım asıl. Bugün Anadolu'da yaşayan insanlarda, Hititlilerden ne kaldıysa, bizde de “Seni Düşünmek”ten o kaldı diyebilirim. İlk bakışta benzemez gibi görünebilir ama araştırdığınız zaman birçok ortak özellik bulursunuz. Hatta “Aaa, aynıymış...” bile dersiniz eminim. Ezginin Günlüğü'nün müziğe başladığı günlerden bugüne 3-4 kuşak değişti. Dolayısıyla bizim de değişmemiz çok normal. Aynı yerde kalamazdık zaten. Yani biz de değiştik. Hem de çok değiştik... Aynen "İstanbul Gibi"...”

“İstanbul Gibi”, sadece albümün ya da albümdeki bir şarkının adı değil sanki. Bu yeni albüm, müzikal açıdan da bir eski İstanbul havası estiriyor. Albümün açılışında yer alan “İnsan Sever Bir Kere” başta olmak üzere, birçok şarkıda Ezginin Günlüğü, sırtını hiç yaslamadığı kadar çok alaturkaya yaslamış bu defa. Albümü oluştururken bunu hedeflediklerini söylüyor Nadir Göktürk de: “Bu albümde, özellikle kanun, ud gibi sazlarımızı biraz daha yoğun olarak kullandık. Göksel Baktagir, Yurdal Tokcan gibi, yıllardır albümlerimizde bizimle birlikte olan, çok değerli müzisyen dostlarımız, iş "İstanbul Gibi" olunca, İstanbul'da, güneşin batışından doğuşuna, doğuşundan batışına kadarki bütün renkleri bol bol sergilediler. Ayrıca, bazı şarkılarımızda, Türk Sanat Müziği beste formlarını kullandık. Zaten her albümün kendine has bir rengi, kokusu vardır; hiçbiri bir diğerinin aynısı olmaz. Aynısı olursa, iş bitmiş demektir.”

Grubun tarihçesinde özellikle 12 Eylül sonrası döneme vurgu yapılıyor. Zira muhalif bir söylemi de olan bir grubun o günlerde ortaya çıkması, kendini göstermesi, albüm yapıp konserler vermesi hiç kolay değildi. Ezginin Günlüğü’nün fısıltılarla artan tanınırlığında bu durumun da etkisi büyüktü. Bugün de ülkenin içinden geçtiği günler, o günleri aratmıyor. Ezginin Günlüğü hâlâ muhalif mi peki? Eskisi gibi değil sanki. “İstanbul Gibi” ağırlıklı olarak aşk üzerine şarkılar söyleyen bir albüm. Tıpkı 2010’da yayımlanan “Eski Arkadaş” albümü gibi.

“Bizim muhalefetimiz, hiçbir zaman yüksek sesli bir üslupta olmadı,” diyor Nadir Göktürk. “Ama gene de, ilk yıllarda çok yoğun baskılara maruz kaldık. Bizim bu üslubumuz değişmedi, ama şimdi pek ciddiye alınmıyor galiba bu üslup. Çünkü ortam o kadar gergin ki, insanlar küfre falan alıştılar; bizim muhalefetimiz çok yumuşak kalıyor. Elbette ki yolda yürüyüş yapan bir kortej marş eşliğinde daha uygun adımlarla yürür. Ama hiç kimse, yatağına uzanıp da kendi kendisiyle baş başa kaldığı zaman, kulaklığıyla bir marş dinlemez. Öyle durumlarda, yüreğinin daha derinliklerine işleyen şarkıları tercih eder... ”
MUZİP BİR DİL
Albümdeki “Aşıkçı” “Pazara Çıktım”, “Vakt-i Kerahat” gibi kimi şarkılarda muzip bir dil kullanan Göktürk, bunun grubun müziği içerisinde yeni bir şey olmadığını vurgularken, Gezi direnişinden aldığı ilhamı da saklamıyor: “Gezi olayı Türkiye için gerçekten bir devrim olmuştur bence. Türkiye'de ilk defa kadınların da, 'kadın olarak' katıldıkları bir direniştir. Elbette ki daha önceki gösterilerde de kadınlar vardı, ama çok az sayıda ve 'bacılar' olarak hatırlıyorum hep. Oysaki Gezi'de, 'kadınlar' olarak varlardı. E, kadınların bu kadar yoğun olarak katıldığı bir protestonun böyle, ince, esprili, renkli ve güzelliklerle dolu olması da çok normal. "İstanbul Gibi" de bu tadı veriyorsa, ne mutlu bize...”

Nitekim albümde yer alan “Hikâyemiz” adlı şarkının kırgın ama yine de umutlu sözleri de yakın dönemde yaşadıklarımıza gönderme yapar gibi. “Hani uyuyan dev uyanacaktı, günah cehennemde yanacaktı? Siz bana yalan söylediniz, hani iyiler kazanacaktı?”
“Hikâyemiz”in hikâyesini şu cümlelerle anlatıyor Nadir Göktürk: “Aslında, bu şarkının çıkış noktası biraz insanın evrimine dayanıyor. Ben hep zannediyordum ki, insan daima iyi ve güçlü genler üzerinden evrimleşiyor. Daha doğrusu bize öyle öğretilmişti. Meğerse iyiler, güçlüler, kahramanlar savaşa gidip ölürlermiş ve meydan korkaklara, pısırıklara, savaştan kaçan üçkağıtçılara kalırmış... Güçlü olanlar ava gidermiş, güçsüz olanlar da yere dökülen tohumlardan nemalanır, toprakların etrafını çevirip ağalıklarını ilan ederlermiş... Oysaki biliyorsunuz, bütün Yeşilçam hikâyelerinde hep iyiler kazanır. Çocukluğumuzdan beri de hepimiz böyle yetiştirildik. Yani bu, bizim kültürümüzün özü. En kötü ihtimalle, öbür dünyada cennete gidersin diye avutulduk hep... "Hikâyemiz"de de biraz buna gönderme yapmaya çalıştık. Aslında, tarihe baktığımız zaman, sonunda, hep kötülerin kazandığını görüyoruz. Yoksa dünyamız bugünlere gelir miydi?”

Ezginin Günlüğü’nün alamet-i farikalarından biri de şiirlerden bestelenmiş şarkılar hiç kuşkusuz. Başından bu yana Nazım Hikmet’ten Oktay Rifat’a, Şükran Kurdakul’dan Ataol Behramoğlu’na dek nice şairin mısraları geçti Ezginin Günlüğü şarkılarından. Bu albümde de gelenek bozulmuyor. “İstanbul Gibi” için biri Ahmet Arif’e, biri Gündüz Göktürk’e, ikisi ise Ahmet Erhan’a ait olmak üzere dört şiir bestelemiş Nadir Göktürk. Ahmet Arif’in daha önce Ahmet Kaya tarafından da bestelenmiş “Diyarbekir Kalesinden Notlar” şiirinin bir bölümünü “Diyarbekir” şarkısına dönüştürmüş Göktürk. Ahmet Erhan’ın “Oğul” şiiri ise daha önce Selda Bağcan tarafından bestelenerek “Anne Ben Geldim” adıyla bir şarkı olmuştu; aynı şiir bu kez “Oğul” adıyla, başka notalardan geçen bir şarkı olmuş. Özellikle bu iki şarkının albümün bütün akışı içerisinde çok yerli yerinde durduğunu söylemek mümkün değil. Belki Ezginin Günlüğü’nün eski günlerine bir selam niteliği taşıdıkları söylenebilir.


Şöyle ya da böyle, eski hâliyle ya da yeni hâliyle, ne dersek diyelim, Ezginin Günlüğü, şarkılarıyla hayatlarımıza ve ülke müziğine 30 yıllık bir zaman dilimi boyunca şahitlik etti. Bizimki kadar hafızası zayıf, beğeni kriterleri oynak ve vefası eksik bir toplumda bu hiç de azımsanacak bir süre değil. Bir 30 yılı daha var mıdır onu kestiremeyiz belki ama Nadir Göktürk’ün bu konuda söyledikleri, grubun geleceği hakkında bir fikir vermeye yeter sanırım: “Hayat devam ediyorsa, elden ayaktan da düşmediyseniz, sevdiğiniz bir şeyden neden vazgeçecekmişsiniz ki?”
EYLÜL 2015
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 24, 2015 01:24

September 22, 2015

"Bi' Büyük Devirdik" O Gece

ZİYNET SALİ HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ20 EYLÜL 2015

“Yaşlanınca hassas olunur,” dedi o malum şarkının malum cümlesini değiştirerek Ziynet Sali. Daha önce televizyonda da görmüştüm; nicedir böyle söylüyor. Orijinali “yaşlanınca hasta olunur”, biliyorsunuz. VaŞaka bir yana, demek bir şarkı sözü yazarken ilk aklına geleni yazmakla iş bitmiyormuş. Biraz durup düşününce, tekrar üzerinden geçince, en azından daha mantıklı kelimeler, cümleler bulmak da mümkünmüş. Neyse… Konumuz o malum şarkının yazarı Sinan Akçıl değil; konumuz Ziynet Sali. Ama yazıdan Sinan Akçıl ismi geçince, çok okunuyor mu bilmem ama çok tıklanıyor; “fan”ları çok çalışkan. E, bu zamanda kim yüksek reyting almak istemez ki? Hepimiz bunun için yaşamıyor muyuz?

Bakın Ziynet’e… Konser boyunca gözümüzü ondan alamayalım diye ne yapılması gerekiyorsa yapmıştı. Hani bazı konserlerde yaptığımız gibi arada bir “zap” yapıp şöyle Twitter’a, Instagram’a bakmak filan ihtiyacı yaratmadı dinleyicide. Öyle izleyedurduk.
2013’de Küçükçiftlik Parkı’nda verdiği “Bir Akdeniz Rüyası” başlıklı konser, geçen sene Açık Hava’da Despina Vandi’yi konuk ettiği konser derken bu sene de “Deniz Kokusu” üst başlıklı Açık Hava konseriyle yine iddialıydı. İddialı başladı, iddialı sürdürdü ve iddialı bitirdi konseri. Baştan söyleyeyim; beklediğim çok üzerinde bir performanstı. Çok iyi hazırlanılmış, bütün detaylar ince düşünülmüş ve hayata geçirilmişti. Haliyle bedeninizin orada kalıp ruhunuzun başka diyarlara seyahate çıktığı konserlerden olmadı. Bu yüzden konser boyunca daha sonra yazıya dökmek üzere bilumum hinlikler ve komiklikler düşünemedim; onu da itiraf edeyim.

Sahnenin önüne gerilmiş tül perdeye yansıyan deniz görüntüleri ve “Karayip Korsanları” filminin müziğiyle başladı konser. Sonra perdede “Ziynet Sali Deniz Kokusu” yazısı belirdi. Jenerik bitmişti böylece. Perde yavaş yavaş açılırken Ziynet Sali, sahneye kurulmuş bir korsan gemisinin üzerinde “Mevsimsizim” şarkısını söylemeye başlamıştı bile. Dansçılar eşliğinde tamamlanan tablo, Ziynet’in gemiden inmesiyle tamamlandı ve es vermeksizin “Deli”nin ilk notaları duyuldu. Bu iki hareketli şarkıyla, yüksek enerjiyle yapılan açılışın ardından ilk konuşmasını yaptı Ziynet. Bu seneki hemen her konserin ortak sloganını o da dillendirdi: “Müzik birleştiricidir, müzik ayrıştırmaz,” dedi. Bu yüzden oradaydık. Alkışladık. Oradan “Bugün Adım Leylâ”ya geçtik sonra. Hemen ardından da ilk paragrafta bahsi geçen “Her Şey Güzel Olacak” söylendi. Nefis bir gitar “intro”suyla “Beş Çayı”na bağlandı bu şarkı da.

Zaten konserin bütününde en dikkat çeken şeylerden biri de şarkı sıralamasının çok doğru yapılmış olmasıydı. Tempoyu düşürmeden ya da sürekli yüksek tempoyla yormadan, hem çok dengeli hem de müzikal biçimleri açısından da çok doğru bir biçimde sıralanmıştı şarkılar. Nitekim bu üç yavaş şarkının ardından Ziynet kostüm değiştirmek için kulise giderken, tül perde tekrar çekildi ve perküsyon ve davulun solosuna Sali’nin dans eden görüntüleri eşlik etti bir süre. Bu aslında “Diken” adlı şarkısının “intro”suydu ama Ziynet’e kıyafet değiştirecek zamanı vermiş, böylece sahne boş kalmamıştı. 

Şarkının ardından “Diken”in söz ve müziğini yazan Mete Özgencil’e teşekkür etmeyi ihmal etmedi Ziynet. Özgencil aynı zamanda konserin sahne tasarımını da yapmıştı ve konsept gereği sahnenin tamamını beyaz halıyla kaplayacak kadar da detaycı davranmıştı. Şarkı yazarlığını, yönetmenliğini filan koyun bir kenara, Mete Özgencil’in görsel vizyonundan bize yansıyan herhangi bir şeyi beğenmediğimiz vaki değildir yıllardır. Nitekim Ziynet Sali’nin sahnesi de adeta bir müzikal sahnesi gibiydi o gece; masalsıydı, iç açıcıydı.

“Diken”in ardından yine son albümden “Geldim Oyununa”yı söyledi Ziynet. “Gelemiyorum Yanına” ve “Alışkın Değiliz”le tekrar tempoyu yavaşlattı ve sonra yeni albümün ikinci video klibini ilk kez görücüye çıkarmak üzere “Dağınık Yatak”ı anons etti. O tekrar kulise giderken, biz klibi izlemeye koyulduk. Şarkı bittiğinde Ziynet üçüncü kostümüyle tekrar sahnedeydi ve “Dağınık Yatak”ın nakarat kısmını bir kez de canlı olarak söyledi. Klip, herhangi bir yavaş şarkıya çekilebilecek türden, sıradan bir klip; öyle sürprizli filan değil, onu da söyleyeyim. Ama madem Ziynet o gece oraya gelenlere bir jest olarak sunmak istemişti bu klibi, bize kuzu kuzu izlemek düşerdi ki zaten öyle yaptık.

Sonra hoooop, bir anda kıvrak bir ritme bağlandık. “Yalnız Kullar” ya da bilinen adıyla “Tanrım”ı söylüyordu çünkü Ziynet. Bu şarkının arasına Levent Yüksel’in “Dedikodu”sunu da karıştırmışlardı ve o kısımları vokalist mikrofonunun başında duran Murat Aziret söyledi. Hoştu, iyiydi, eğlenceliydi ama Ziynet şarkının sözlerini karıştırmasaydı daha iyi olacaktı tabii. Gerçi “Yalnız Kullar”ın mâni düzenindeki sözlerini başından sonuna doğru söyleyebilen çok az şarkıcı izledim ama Ziynet konser boyunca kendisine ait olmayan hemen her şarkının sözlerinde hata yapınca, bu şarkıları bu konser için repertuara aldığına ama nedense yeterince çalışmadığına kanaat getirdim.

Bu iki karşının karışık kokteylinden sonra Ziynet Sali sahneye Yunanistan’dan gelen bir buzuki ustasını, Cris Olympos’u davet etti. Cris abi elinde buzukisiyle ayakta dikilerek eşlik etti Ziynet’e bir süre. Ama ne eşlik ediş... Hem ağlattı buzukiyi, hem de şov yaptı.

Buzukili kısım, deniz kokusunu Ege kıyılarından estirecekti tahmin ettiğiniz üzere. Ziynet Sali’nin eski albümlerinde de seslendirdiği “İstasyon (Treni)”, “Mor Yıllar (San Anemos)” ve “Bu Nasıl Veda (Etsi Ksatnika)” adlı şarkılar yarı Türkçe yarı Yununca olarak ardı ardına geldi önce. Ardından da Yunanistan’ın dünya çapında şöhretlerinden biri olarak hafızalara yer eden Demis Roussos’un İngilizce sözlü “My Friend The Wind” adlı şarkısını söyledi Ziynet. Derken “Zorba” duyuldu ve sahneye gelen iki dansçı, sirtaki dansı ile iyice kabarttı Ege damarımızı. Komşu kıyılarla baba tarafından gelen akrabalık bağlarım mı yoksa bu yaz Ege kıyılarına hiç uğrayamamış olmam mı daha çok nostalji yarattı bende bilmiyorum ama pek bir içlendim. Konserlerde içki satışının yasaklanmış olmasına saydırmış da olabilirim o dakika. Meğer bu daha bir şey değilmiş. Asıl rakı sofrası ikinci yarıda kurulacakmış.

Neyse… Sirtaki dansının “İzmir’in Kavakları”na ve oradan zeybeğe bağlanması da hoştu. İlk yarı da o gazla bitti zaten.
Yeri gelmişken, bu da önemli bir şey… Bazı konserlerde araya gidiş belli belirsiz oluyor, pat diye bitiveriyor ilk yarı. Oysa seyirciyi yükseltip ara vermek çok daha etkili bir yöntem. Araya gidiş, en az konserin girişi ve bitişi kadar vurucu olmalı bence.
Arada konseri izlemeye gelen Ece Seçkin’le lafladık. Giydir önlüğü, elinden tutup götür ilköğretim okuluna, kimse “Niye getirdin bu kızı?” diye sormaz. Öyle ufak tefek… Kızımdan da üç yaş büyükmüş zaten, ilk kez tanıştık. “Kaç şarkıda ağla ağla bir hâl oldum Yavuz abi,” dedi bana Ece. “Demek ki sadece yaşlanınca hassas olunmuyormuş!” diye geçirdim içimden. Ama bunu Ece’ye söylemedim tabii. Kulisteydik o sıra ama Ziynet muhtemelen bilmem kaçıncı kostümünü giyiyordu yukarıda. Görsem ona söyleyecektim aslında. “Hadi, konser başlıyor,” dediler. Biz de yerimize geçmek üzere çıktık.

İkinci yarının açılışında tül perdede Aşık Veysel vardı bu defa. Veysel’in “Birlik Destanı”, kendi sesi, fotoğrafları ve Devrim Karaoğlu’nun müziği eşliğinde yansıdı perdeye. Şiiri bilenler ya da bilmese de merak edip açıp okuyacaklar, nerelerde alkış koptuğunu zaten kestireceklerdir. Bir şiir, bir şarkı, bir fotoğraf, bir film, bir öykü… Bazen ne düşündüğünüzü doğrudan söylemekten çok daha etkili, anlamlıdır. Veysel’in dizeleri de, o an orada karşımıza çıkması da aynen öyleydi işte.  

İkinci yarıda sahnedeki gemi dekoru kalkmış, yerine üzerinde mavi beyaz keten örtüsüyle bir çay bahçesi masası ve tahta sandalyeler konulmuştu. Örtü mavi beyaz keten değil de kirli beyaz muşamba olsaydı, kesin Sezen’in şarkıda bahsettiği “asmanın altında”ki masa bu diyecektim. Yine güzel olacağımız o derece belliydi çünkü. Bir de sandalyelere Cris Olympos, Fatih Ahıskalı ve Mehmet Akatay oturmaz mı? Ud (sonra perdesiz gitar), buzuki, bendir, masa, tahta sandalyeler ve baştan ayağa kırmızı kostümüyle Ziynet Sali… İlk şarkı “Çeyrek Gönül”. Zaten “Çeyrek Gönül”ün bestesi de Fatih Ahıskalı’ya ait, biliyorsunuz. Ziynet de Ahıskalı ile çok eski, neredeyse yirmi yıllık arkadaş olduğunu, böyle çok masalar kurduklarını, o masalarda çok dertleştiklerini anlattı şarkıdan sonra ve “Senin Olsun”la devam etti masa faslı.

Ardından da doğal olarak ortama uygun bir başka şarkı, “Bir Büyük Devirdik” geldi. Fatih Ahıskalı’nın da içinde olduğu Eşref Vakti grubunun “Sevda Yolları (O Fantaros)” adlı şarkısını yine Türkçe ve Yunanca sözlerle söyledi Ziynet Sali ve bu şarkıyı Türk-Yunan ortak türkülerinden biri olan “Pencereden Ay Doğdu”ya bağladı. Bu türküyü söylerken de sahneden indi, salonda gezindi, izleyiciyi iyice bir coşturdu.

Alkışlarla coşkulu bir bölüm daha biter, masa dağılır ve kaldırılırken Murat Aziret aldı mikrofonu ve “Yemen Türküsü”nü söylemeye başladı. Masa dağıldı dedim ama masayla ilgili bir şey söylemeden edemeyeceğim… Masa sahnenin çok içerisindeydi. Oysa önde çok boş alan vardı ve masada söylenen şarkılar sırasında o alan boş kaldı. Keşke masa, sahnenin öndeki uzantısına yakın bir yere konulsaydı ve ona özel ışık yapılsaydı; daha etkili bir kompozisyon ortaya çıkardı.

Yeri gelmişken Murat Aziret’in yıllardır müzik piyasasında yetkin bir müzisyen ve albümler de yapmış bir şarkıcı ve besteci olduğunu hatırlatmakta da fayda var. Bakmayın bu konserde vokalistlik görevini üstlendiğine; orası Murat’ın mütevazılığı. En son Ajda Pekkan’ın “Heves” şarkısı ona aitti; yeni Ajda albümünde de Aziret’ten şarkı var, benden duymuş olun.

“Yemen Türküsü”nün ardından Ziynet Sali farklı bir kostümle bir kez daha sahneye gelirken, “Adeta Müebbet” çalınmaya başlamıştı. Son albümde benim en sevdiğim şarkı olan bu şarkıyı da Ziynet Sali konserin başından beri olduğu gibi yine çok iyi bir performansla söyledi (ki zor bir şarkı) ve şarkının bestecisi Mete Özgencil’e bir alkış daha gönderdi. Alkışlardan Sıla da payını alacaktı zira sırada bir Sıla şarkısı olan “Kırk Yılda bir” vardı. Albümün bütünü içerisinde fazla öne çıkmasa da, hiç fena şarkı değilmiş “Kırk Yılda Bir”. Öyledir ya, bazı şarkılar canlı söylendiğinde/dinlenildiğinde başka bir etki yaratır. Aynen öyle oldu. Sonra kırk yıllık “Memleketim” söylendi bir ağızdan. Ziynet bu şarkının da sözlerini karıştırdı, bu kez itiraf edip “Heyecandan,” dedi ama hepimiz zaten ezbere biliyorduk, dert etmedik; yani en azından benim dışımda kimse dert etmedi.

Bu şarkıdan sonra Ziynet gecenin son kostümünü giymek üzere bir kez daha sahneden ayrılırken, biz dansçıların cep fenerleriyle yaptığı gösteriyi izlemeye koyulduk. Bu da “Başrol” şarkısının “intro”suydu aslında. İşte burada akışın tek aksaklığı yaşandı ve Ziynet şarkının başına yetişemedi ve bir kısmını kulisten söylemek zorunda kaldı. O kadarcık olsundu, ne yapalım.

“Sen Mutlu Ol” ve “Umurumda Değil”le yüksek tempo ve dans devam etti. Ziynet’in davetiyle salondaki herkes ayaklandı. Orkestra elemanlarını küçük sololarıyla birlikte tek tek tanıdık, alkışladık ve “Ağlayan Gülmedi mi?” şarkısı ile finale gittik. Bütün gecenin en alakasız şarkısı da bu oldu sanırım. Konsere son noktayı koymak için de doğru bir şarkı değildi üstelik. Belki sadece şarkının “Rakı içen öldü de su içen ölmedi mi?” cümlesi benim konser boyunca geri planda isyan ettiğim konserlerde içki satışı yasağına bir gönderme olabilirdi ki “bi’ büyük devirmiş” kadar olmuştuk zaten şarkılarla.

Neyse ki konser söyle bitmedi. Yoğun alkış ve tezahüratla yeniden sahneye çıkan Ziynet, son olarak “Mevsimsizim” ve “Deli”yi birer kez daha söyledi. Sonra ışıklar yandı, perde kapandı, “Deniz Kokusu” bitti.
Bir an nedense, sahiden de deniz kokusunu duyarak, nemini, tuzunu tenimizde hissederek izlediğimiz konserler geldi aklıma. Rumeli Hisarı konserleri yani… Nasıl yakışırdı bu konser mesela Hisar’a. Bir inat gibi, bir hınç gibi konser alanının tam ortasına dikilen mescidin fotoğrafı, sanattan, müzikten, tiyatrodan, iyiden, güzelden yana her şeye duyulan öfkenin bir sembolü gibi, bir kutsal mekânın bir öfkeye kalkan edilmesinin sembolü gibi duracak hatırımızda, ne acı. Neyse dedim sonra… Ama Ali Rıza Bey dedim, tadımız kaçmasın. Nasılsa sanat bulur yolunu, müzik bulur… Tarih şahit. Dünya şahit. Şehir de şahit olacak nasılsa bir gün; deniz de şahit olacak. Deniz kokusu bir şekilde gelecek burnumuza ama uzak, ama yakın.

Sözün kısası (artık nasıl kısa olacaksa bu kadar yazdıktan sonra) pek dozunda, pek ayarında, her şeyin yerli yerinde olduğu, iyi şarkı söyleyen bir şarkıcının performansından kaybetmeden sürükleyip götürdüğü, akışından kostümüne, dekorundan, orkestrasına, izleyeni memnun bırakan bir konser izledik o gece. Bir müzik yazarı olarak değil ama (çünkü o başka bir bakış açısı) bir dinleyici olarak öznel hayranlık ve beğeni skalamda Ziynet Sali’nin yeri değişmiş de olabilir bu konserden sonra. Hatta seneye konseri olursa diye fikir bile üretmiş olabilirim Sali için. Bu kadar Ege ve Akdeniz sularında dolaştıktan sonra bir de Doğu Akdeniz ve Arabistan yarımadasına gitse, şöyle “Ziynet Sali Oryantal” üst başlıklı bir konser yapsa fena mı olur? Bence hiç de fena olmaz.

EYLÜL 2015    
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 22, 2015 14:12

September 21, 2015

İyi Geldik Birbirimize

ŞEBNEM FERAH HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ19 EYLÜL 2015

“Sevgili arkadaşlarımız,” diye başlıyor her defasında söze. Sanırsınız ki Harbiye Açık Hava’da konser vermeye çıkmış bir “rock star” değil, lise çayında sunuculuk yapması için öğretmenleri tarafından görevlendirilmiş ürkek genç kız. Şarkı söylerken hiç öyle değil ama konser boyunca her konuştuğunda hep öyle. O kanlı şarkıları yazan o değilmiş gibi. Öyle sakin, güleç, masum, sempatik, öyle evimizin kızı…

Rüküş bir “rocker”dır Şebnem Ferah. Hani “rocker”lık müessesinin giyim kültürü içerisinde “grunge”ı anlarsınız, “gothic”i de öyle. Ama Şebnem’in sözgelimi o gece giydiği ve kendisini olduğundan çok daha geniş gösteren metalik duman rengi, bir omuzu dişli paltoyu, altındaki alakasız botları, çorapları filan anlayamazsınız. O da bunu itiraf etti zaten. “Buraya çıkan arkadaşlarımı izlemeye geliyorum bazen; hepsi iki dirhem bir çekirdek. Ben de öyle olmak istiyorum. Ama olmuyor,” dedi gülerek. Olmamıştı sahiden. Çok da üstünde duracak değildik. Müzik iyiydi; biz de oradan yürüdük.

Zımba gibi bir orkestrası vardı Şebnem Ferah’ın (klavyede Ozan Tügen, gitarlarda Metin Türkcan, bas gitarda Buket Doran, davulda Aykan İlkan, yan flütte Serdar Barçın ve vokalde Ceren Tügen.) Böyle bir orkestrayla ben bile şarkı söylesem, alır götürürüm herhalde. Ama Ferah, solist olarak orkestranın hakkını öyle bir veriyor ki işte ben onu yapamam. Kolay kolay kimse yapamaz. Bu güçte şarkıları bu volümde ve bu entervalde aralıksız ve kayıpsız söylemek yorar biraz (kibarlık olsun diye “sıkar biraz” demiyorum ama öyle aslında.) 

Ne Şebnem Ferah, ne de orkestra bir şarkıda olsun aksadı, tekledi, taca düştü. Ne fazladan bir dekor, köstüm, aksesuar ne de dansçılar vardı. Peki solist dâhil 7 kişi o koca sahneyi nasıl dolduracaktı? Doldurdular vallahi. Her bir müzisyen tek başına bir “star”dı her şeyden önce. Davulu ayrı, gitarı, bas gitarı, klavyesi ayrı, yan flütü, vokalisti ayrı göz dolduruyordu. Hem yaptıkları müzik, hem de çalarken aldıkları zevki ve heyecanı yansıtma biçimleriyle… Sözün özü, başrolde müzik olunca fazladan bir atraksiyona hiç gerek kalmıyormuş; onu şöyle bir iyice görmüş olduk.

Konserin başlarında bir yerlerde yaptığı konuşmada: “Zor zamanlarda müzik yapmak çok tartışılan bir şeydir her zaman, kimse tam olarak ne yapması gerektiğini bilemez, ben de bilemiyorum.  Biz sadece birbirimize biraz daha iyi gelmek için, içimizden geleni yapmaya karar verdik. Öyle görüyorum ki siz de öyle yaptınız, tekrar hoş geldiniz,” dedi Şebnem. Zaten bu ara hangi konseri izlesek sahnedekiler bir şekilde mahcubiyetini ifade etmek zorunda kalıyor, “böyle bir zamanda” konser verdikleri için adeta özür diliyorlar dinleyiciden. Ama Şebnem’in sözlerinde geçen “iyi gelmek” tabiri duyduğum en geçerli mazeretti sanırım.  

Daha önce nedense hiç Şebnem Ferah konserine gitmemiş bir masum köylü olarak, ilk kez şahit olduğum kimi şeylerin, Şebo konserlerinin ritüeli olduğunu da o gece öğrendim. Mesela her şarkı arasında bir an sessizlik olduğunda mutlaka seyirciler arasında birileri “Şebneeeeem” diye çığlıklar atıyor. Şebnem onların her birini duyduğunu ısrarla vurguladı birkaç kez; hatta bazen “Efendiiiiiim” diyerek yanıt da verdi. Böyle bir iletişim dili kurmuşlar aralarında. Bu şekilde yazınca komik gelebilir ama değil. Aksine, seyircide hâsıl olan yüksek enerjinin ve duygu patlamasının doğal süreci gibi kabulleniveriyorsunuz bu durumu oradayken. Herhangi bir insan, herhangi bir Şebnem Ferah konserinde kendini bir anda sahneye doğru “Şebneeem” diye haykırırken bulabilir ve bunu yaptığı için de hiç utanmayabilir. Öyle bir gaza geliniyor çünkü.

Meraklılarının yazının bu noktasında Şebnem’in hangi şarkıları hangi sırayla söylediğini yazmamı beklediğini biliyorum ama yazmayacağım bu defa. Çünkü konser esnasında aldığım tüm notların kayıtlı olduğu dosya, telefonumun küçük bir azizliği sonucu gaibe karıştı ve ben de bunu hiç dert etmeden konserin kalanının tadını çıkardım, not almayı bıraktım. Konser sonrası kulise de gitmediğim için içeride sağa sola asılı duran “setlist”lerden birini aşırmam da mümkün olmadı. Ezberim de kuvvetli değil ki şimdi sayıp dökeyim ne söylendi, ne söylenmedi. Ama çok kısa bir özetle şunu söyleyebilirim: İlk albümünden son albümüne hemen bütün “hit” şarkılarını sığdırmıştı konsere Şebnem. Bazı şarkıları yarım söyledi, sanırım bununla da ilgili. Zira ara vermeden kemiksiz iki saat süren ve haliyle emsallerine kıyasla erken biten bir konserde o kadar şarkı nasıl söylendi ben de anlamadım.

Her bir şarkıyı daha “intro” melodisi duyulduğu anda kapıyordu seyirci. İtiraf edeyim ben “rock” şarkılarında “aranjman”larda olduğu kadar başarılı değilim bu anlamda. Seyirci hiç sektirmedi. Ama en çok kıyamet “Sil Baştan”da, “Fırtına”da, “Bu Aşk Fazla Sana”da, “Sigara”da, “Yağmurlar”da, “Mayın Tarlası”nda… Yok yok, çok şarkıda kıyamet koptu. Az buz “hit” yazmamış Şebnem de; böyle topyekun dinleyince idrak ediyor insan.

Fazladan bir dekor, kostüm, aksesuar, dansçı filan yoktu dedim ya... Buna karşılık bir “rock” konserinin hissiyatına uygun bir ışık düzeni, lazerler, ateşler, sisler, buharlar filan hiçbir masraftan kaçınmaksızın kullanıldı konser boyunca. Ama öyle rast gele değil… Belli ki çalışılmış, planlanmıştı. Hangi şarkının hangi cümlesinde ateşler çıkacak, hangi kısımda gökten kıvılcımlar yağacak, konfetiler nerede patlayacak filan hepsi ince ince hesaplanmıştı önceden ve yerli yerince de yapıldı. Verdiler coşkuyu, verdiler coşkuyu… Eve döndüğümüzde, ayıptır söylemesi oramızdan buramızdan hâlâ pırıltılı konfetiler çıkıp duruyordu; o derece…

Konserin bir kısmında ise sahneye getirilen kadife bir koltuğa oturdu Şebnem. Orkestradakiler de birer ikişer yanına yöresine ilişti. Tek bir akustik gitar eşliğinde söylediler böyle birkaç şarkıyı (Basın bülteninden alıntıyla; “Uçurtma”, “Mülteci”, “Sana Bilmediğin Bir şey Söyleyemem" ve “Bırak Kadının Olayım”ı.) Hani evde oturmuş da meşk eder gibi. Ama hafif rokoko havasında bir evdi ki o esnada yukarıdan dört tane eski görünümlü avize iniverdi tabloyu tamamlamak üzere.

Konserin başında sahnedeki “led” ekrana yansıyan ülkedeki kadına şiddet haberlerinin manşetleri, sahnede söylenen şarkılarla koşut bir duyarlılığa işaret ediyordu. Konserin “bis” bölümünde “Eski” ve “Hoşça Kal”  şarkıları söylenirken yine aynı ekrandan geçen, ülkenin sanatına, müziğine, edebiyatına, tiyatrosuna imzasını atmış isimlerin fotoğrafları da öyle… 
Büyük alkış alan o bölümün ardından son selamını vermeden önce “Fırsatları değerlendirmeyi seven biri değilimdir ama gördüğünüz resimler de Türk de vardı Kürt de; biz onları ne olduklarına bakmaksızın sevdik,” dedi. Siyasetin ayrıştıran dilini sanat inkar ediyordu böyle; hep etmişti, edecekti. Bu “zor zamanlar”da bunu söyleyebilmek de ne acayiptir ki cesaret işiydi artık.      

Sözün özü, küçük ve sade detaylar ama en çok ışık kullanımıyla yaratılmış atmosfer, konser boyunca müziği iliklerimizde hissetmemizi sağlayan ses düzeni ve iyi çalıp iyi söyleyen bir ekiple Şebnem Ferah, “Burası Türkiye, yok öyle!” mazeretini kalkan edinip bu işi yurt dışındaki emsallerinden daha eksik ya da daha kusurlu yapmayı kader sayanların ders alabileceği bir konser verdi o gece Harbiye Açık Hava sahnesinde. Ben çok etkilendim. Tam da onun başta söylediği gibi “iyi gelmiştik” birbirimize. Demek ki iyilikten yana her zaman umut vardı. Yapan için de, yaptığını alkışlayan için de… O gece rahat uyurdum ben bu iyimserlikle. Öyle de yaptım.

EYLÜL 2015  
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 21, 2015 14:00

August 17, 2015

Depresyondaki Kız, Türkan Şoray ve Oryantal Dans Yapan Küçük Kız Çocuğu...

GÖKSEL HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ 15 AĞUSTOS 2015

Seyircinin “biz hazırız, artık başlayabilirsiniz,” anlamına gelen alkışları üzerine kararıyor ışıklar. Adap bu olmuş. Seyirci geç geldiği, yerine geç yerleştiği için hiçbir konser zamanında başlayamıyor. Neden sonra yerleştiklerinde ise kuliste çoktandır hazır bekleyenlere alkışlarla haber veriyorlar. Önce ışıklar kararıyor, sonra perdede Turkcell reklamı dönüyor, ardından müzik başlıyor, perde açılıyor.

Orkestranın açılış müziğinden sonra asıl şarkı başlıyor ve siyah beyaz kostümüyle sahneye çıkıyor Göksel. Nasıl biliyorsak öyle, hüzünlü, buruk, kırılmış, incinmiş, hani sanki az önce kuliste sevgilisinden ayrılıp da sahneye çıkmış gibi. İlk şarkısının ilk kelimeleri de tıpkı kostümü gibi “Siyah beyaz”; çünkü “Sen Orda Yoksun”u söylüyor. Çok heyecanlı olduğu her halinden belli. Ama şarkının havasından da çıkmıyor heyecanına kapılıp; şarkıdaki kadını sahnede yaşıyor. Konser boyunca zaman zaman yapacak bunu. Seyirciye, kameralara, kendine oynamayacak, bazen de şarkıya oynayacak sadece; şarkı olacak. Bunu Nükhet Duru dışında pek az kimsede, o da zaman zaman görmüşümdür. Etkilenmedim desem yalan olur.

Sahnede 7 kişilik bir orkestra ve 6 kişilik bir yaylı grubu var. Hazır altyapı yok, “half-playback” yok; çok genç ama çok yetenekli müzisyenlerden kurulu orkestranın tamamen organik müziği ve Göksel’in tertemiz sesi var başından sonuna dek. Ses renginin kendine has kırılganlığı, naif şarkı söyleme biçimi sizi yanıltmasın, basbayağı teknik kullanarak ve gayet iyi şarkı söylüyor Göksel sahnede. Yer yer emprovizasyonlar yapıyor, albümlerinde yapmadığı türden oyunlarla şarkılarına farklı lezzetler katıyor. Orkestra elemanlarının yeteneğine dair kanaatim ise konser boyunca iyi çalmalarından değil sadece, bir çoğunun birden fazla enstrüman çalarak, yedi kişilik orkestrayı 14 hatta 21 kişilik orkestraya çıkarmalarından.

“Sen Orda Yoksun”un ardından hiç konuşmadan ardı ardına “Aşkın Yalanmış” ve “Acıyor”u söyledi Göksel. Hoş geldiniz faslına ondan sonra girdi. Albüm kariyerinde enikonu 18 seneyi geride bıraktığını söyleyip sözü ilk albümündeki şarkılardan biri olan “Sabır”a bağladı. Seyirci çoktan onunla birlikte söylemeye başlamıştı bile. O da sık sık mikrofonunu seyirciye doğru uzatmaktan geri kalmadı.

Son albümden “Açık Yara” ve hemen ardından da bir önceki albümden “Gidemiyorum” vardı sırada. Bu şarkı esnasında Göksel’in “Işıklarınızı yakar mısınız bana?” çağrısına bütün Açık Hava hiç vakit kaybetmeden cevap verdi ve koca tiyatro bir anda ateş böcekleri basmış gibi oldu. Eskiden biz çakmak yakardık konserlerin böyle duygusal anlarında. Genellikle de elimizi yakardık uzun süre yanık kalan beşinci kalite “çakar çakmaz yanan” çakmaklarımız ısındığı için. O da konserden kalan bir anı olur, acısı çok sürmez, geçerdi. Şimdi cep telefonlarının flaşları aynı işi görüyor ve bu da demektir ki teknoloji romantizmi öldüremiyor.

“Gidemiyorum”un ardından gecenin ilk nostalji sekansı başladı ve “Gülmek İçin Yaratılmış”ın ilk notaları duyuldu saksafondan. Ardı sıra Göksel sahnenin bir köşesine konulmuş otrişleri boynuna dolarken “Sevil de Sevme” başladı. Ve bu nostaljik dakikalar “Dudaklarında Arzu” ve “Başıma Gelenler”le devam etti.

Göksel gibi daha ziyade depresif, hüznü bol şarkılarla hafızalara yer etmiş şarkıcılar için konserlerde bir denge kurmak zordur. Neyse ki bu konserde başından sonuna o denge iyi kurulmuştu. Yavaş ve hareketli şarkıların dağılımı temponun düşmesine hemen hiç mahal vermedi konser boyunca. Mesela “Başıma Gelenler”in yüksek enerjisi, ardından gelen “Gittiğinde”nin hüznünü dengeledi. 

Ama asıl denge esprisi bundan sonra geldi. Çünkü Göksel “Depresyondayım”ı birlikte söylemek için sahneye iki seyirci çağırdı. Gelen iki seyirciden biri Göksel’in son albüm kapak fotoğraflarını çeken ve protokol sıralarında oturan Aytekin Yalçınkaya idi ama olsundu. O, ismiyle müsemma depresif şarkıyı, sahnedeki şarkıcıdan gayri iki seyircinin söyleme çabaları sayesinde gülerek dinledik. 

Meğerse Göksel bu şarkının yıllardır üzerine yapışıp kalmasından ve “depresyondaki kız” diye hatırlanmaktan duyduğu rahatsızlığı böyle bertaraf ediyor, konserlerinde bu şarkıyı illa ki sahneye çıkardığı birileriyle söylüyormuş. Bunu anlattıktan sonra “Ben depresyonda değilim,” dedi gülerek. “Yalnız olabilirim belki ama depresyonda değilim!”

Ardından özellikle pes sesleriyle bir şarkıcıyı sahnede gayet zorlayabilecek “Yalnız Kuş”un üstesinden hakkıyla geldi Göksel ve ilk yarı “Uzaktan”la gayet neşeli bir biçimde sona erdi.

Anlamaya çalıştım. Ne dansçılar vardı sahnede, ne acayip kostümler, ne “led” ekran, ne özel dekorlar… Yine de kapılmış gitmiştik işte Göksel’e ve şarkılarına. Öbür türlüsüne de amennaydı ama böyle de olabiliyordu konser dediğin işte. Bazen şarkıcının kendisi ve şarkılarıyla yarattığı enerji, başka hiçbir takviyeye gerek duymadan alıp götürebiliyordu.
İkinci yarı için perde açıldığında sahnede sadece beş parça alaturka saz vardı. Demek ki şimdi sıra, Göksel’i sosyal medyada ipucunu verdiği alaturka sekansındaydı. Aslına bakarsanız popçuların alaturka sevdasından yeterince irrite olduk yıllardır ama söz konusu Göksel olunca başka bir şey oldu. Sahneye pelerinli kostümüyle bir çıkış çıktı ve “Duydum ki Unutmuşsun”un ilk cümlelerine bir başladı ki biz doğrudan bir Yeşilçam filminin içine ışınlanıverdik. Nasıl ışınlanmayalım? Göksel o dakika bildiğin Türkan Şoray. Hani Yeşilçam filmlerinde o şahane kostümleriyle salına salına şarkılar söyleyen, dudakları titrerken gözleri işve saçan, edalı, havalı, bir içim su Türkan Şoray… Hâl ve tavır olarak tam da öyle… Hem çekingen, ürkek, neredeyse sosyofobik ama bir o kadar da kendine baktıran, hayran bıraktıran…

Galiba Göksel için konserin en zor kısmı buydu. Zira ilk yarıda ne yapsa o heyecanını atamamış, zaman zaman doğrudan hissettirmişti. Şimdiyse rahatlamış görünüyordu. Nitekim ikinci yarı bu rahatlıkla devam edecekti. “Duydum ki Unutmuşsun”un ardından “Elbet Bir Gün Buluşacağız” geldi ve yine nihavend makamından “İçin İçin Yanıyor”la sona erdi alaturka faslı. Tam o coşmuştuk bu son şarkıda oysa. Tadında bıraktı, uzatmadı. Keman virtüözü İlyas Tetik’in aynen bir gazino atmosferinde, assolistin peşinde dolanan kemancılar gibi ayakta durduğu, Göksel’inse kablolu mikrofonla söyleyerek bu resmi tamamladığı alaturka kısmından sonra sazlar sahneden ayrılırken Göksel kuyruklu piyanonun yanına gitmiş, “Kurşuni Renkler”i söylemeye hazırlanıyordu.

“Çok şanslıydım ben, yolum hep iyi müzisyenlerle kesişti,” diyerek şarkının bestecisi Onno Tunç’a bir selam gönderdi öncesinde. Bu şarkıyı tam 30 yıl önce, Şan Tiyatro’sunda, Sezen Aksu’dan ilk kez dinlediğim gece geldi aklıma. Yayınlanmamış bir şarkıydı, daha önce duymamış ama hemen hafızama kazımıştım. Sonra konserin video kaseti çıkınca, hemen bu şarkıyı kaydetmiştim kasete, teybi televizyonun hoparlörüne yanaştırarak. 85’ten 97’ye, yani Göksel’in ilk albümünün çıkışına dek bu şarkı, o kaydıyla başucu şarkılarımdan biri olmuştu. Göksel söyleyince de yakıştıramamıştım. O kadar gençti ki… Şarkının bir orta yaş ve üstü durumu vardı oysa. O da konserde söylemeden önce bunu itiraf etti zaten. Aradan geçen yıllardan sonra, sesinde gerçek anlamını bulmuş gibiydi “Kurşuni Renkler”.

Konser, “Karar Verdim” ve “Aşk Kahrolsun”la devam etti. Ve sonra son albümden ilk albüme geri gittik bir kez daha. “Uzun Uzun Yollar” vardı çünkü sırada. Bu şarkı nefis bir saksafon soloyla renklenirken Göksel kulise doğru süzüldü. Şarkı bittikten sonra da gelmedi. Onun yerine konserin başından beri bateri çalmakta olan Can Güngör oturduğu yerden kalktı ve sahne önüne geldi.

Bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var; Can Güngör, sadece bir baterist değil, birçok albümde aranjörlük ve prodüktörlük yapmış bir müzisyen. Mabel Matiz’in son albümündeki şahane düzenlemeler de onun elinden çıkmıştı. 2015 Şubat ayında ilk solo albümünü “Silik Düşler”i yayımlayan Can Güngör’ün, 2014 yılında 45’lik plak formatında yayımlanmış bir de teklisi var. Albüm ve tekli Olmadı Kaçarız etiketiyle yayımlanmıştı. Olmadı Kaçarız bağımsız bir firma olduğu için genel dağıtım ağında albümlerini bulmak her zaman mümkün olmuyor ancak hem tekli hem de albüm dijital platformlardan, bağımsız plak dükkânlarından ve Olmadı Kaçarız’ın resmi internet sitesinden satılıyor. Henüz dinlemediyseniz, dinlenilecekler/satın alınacaklar listesine almanızı öneririm.

Can Güngör, gitarıyla albüme adını veren “Silik Düşler”i seslendirdi ve şarkının sonlarına doğru kulisten kostüm değiştirmiş olarak geri dönen Göksel de ona eşlik etti. Can Güngör yerine geçtikten sonra ise Göksel konsere “Rüzgâr”la devam etti. Ardından sürpriz bir şekilde “Ah Bir Ataş Ver”in ilk notaları duyuldu. Epeyce düşük metronomla çalınan bu türkü, herhangi bir Ege türküsünün dinleyiciye kolayca geçen coşkusundan biraz uzak kaldı haliyle. Ama Ege’ye boşuna uzanmamıştık. Bu türkünün hemen ardından “Denize Bıraksam” geldi ve konserin en fazla reaksiyon alan şarkılarından biri oldu.

Sanırım bu reaksiyonun da verdiği cesaretle bu şarkıyı söylerken seyircilerin arasına indi Göksel. Gelin görün ki ne üzerine atlayan oldu ne de fotoğraf çektirmek için onu çekiştiren. Zaten konser boyunca hep çok ama çok edepli duran, Göksel ne derse yapan seyirci, o sahneden indiğinde de edebini bozmadı, taşkınlık yapmadı. Buradan çıkardığım sonuç şu oldu: Bana seyircini söyle, sana nasıl bir şarkıcı olduğunu söyleyeyim (ya da tam tersi.)

Hazır buzuki çalmaya başlamışken, arkasını getirmemek olmazdı. Göksel de öyle yaptı ve “Senden Başka”yla Ege turuna devam etti. Haliyle yeni bir nostaljik sekansta başlamış oldu. Önce “Olmaz Olsun”la coştuk, ardından “Hasretinle Yandı Gönlüm”le bir kez daha telefon flaşlarını yaktık. Ardından da kaçınılmaz olarak “Günün Birinde” geldi.

Tam da bu şarkı sırasında not almışım ama aslında konser boyunca çok kez oldu. Göksel sık sık sahnenin sağ ve sol üst kenarlarında duran ve kameraların tespit ettiği görüntüleri yayınlayan “led” ekranlara göz attı. Kendine bakıyordu haliyle, ayna niyetine. Bunu Ajda yapar hep. Ondan sonra ilk kez Göksel de gördüm.

“Günün Birinde”nin sonuna doğru Göksel bir kez daha sahneden kulise girdi. Orkestra şarkıyı bitirdi, sonra oryantal bir parça çaldı ve sonra “Bi’ Seni Konuşurum”un ilk notalarıyla Göksel kostüm değiştirmiş olarak tekrar sahnede belirdi. Ama ne belirmek! Bu kez oryantal dans yapan, oryantal kostümlü bir Göksel vardı karşımızda. İşte konserin en eğlenceli dakikaları da burada yaşandı.

Küçük bir kız çocuğu getirin gözünüzün önüne. Annesiyle beraber komşunun kabul gününe gitmiş. Komşular bunu gaza getirmiş, bu da başlamış oynamaya. Aynı öyle bir yüz ifadesi, öyle bir coşku, neşe. Bir yandan kıvrak figürler yapıyor, bir yandan maharetini sergilemenin coşkusuyla gözlerinin içi gülüyor ama öbür yandan kendisiyle ve yaptığıyla da dalga geçiyor sanki. Elbette Prenses Banu gibi dans etmiyor ama o kadar eğleniyor ki… Biz de eğleniyoruz. O dakika Göksel’in artık depresyonda olmadığına kesinkes inanıyorum. Sahneye çıkıp yanaklarını sıkasım geliyor dahası. Galiba herkes benim gibi düşünüyor ki tezahürat gırla gidiyor. Hele ki şarkının “Bi’ seni konuşurum,” kısımlarında bir bacak atışı var ki… Görmelere seza!

Konser bu şahane şovla sona erdi ama alkış kıyamet sonucu Göksel bir kez daha sahneye çıktı. “Dansöz kıyafetimle geldim,” dedi gülerek. Gitarını boynuna astı ve “Benden Geçti Aşk”ı hem çalıp hem söyledi. Ve sonrasında konser, “Uzaktan”ın tekrar seslendirmesiyle bu sefer gerçekten bitti.

Bu sezon Harbiye Açık Hava’da seçtiğim birkaç konseri izledim ve doğrusunu söylemek gerekirse galiba en çok keyif aldığım konser bu oldu. Her şeyden önce samimiyet vardı çünkü. Duygusu, hüznü, eğlencesi tam dozunda, üstelik müzikal açıdan da tatmin edici bir konserdi. Göksel’i zaten severdim ama bu kez başka bir gözle gördüm, başka bir kulakla dinledim ve galiba bundan kelli sıkı “fan”ı oldum. Nerede sahneye çıksa giderim artık, kaçırmam yani.   
AĞUSTOS 2015
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 17, 2015 15:39

August 12, 2015

Ses Dergisi Yazıları (Temmuz 2015)

41 YIL ÖNCE SES
(Ses dergisi Temmuz 2015 sayısında yayımlanmıştır.)

Ajda Pekkan ve Tarık Akan, Ses dergisi objektiflerine niçin birlikte poz verdi? Yaşından ve boyundan büyük şöhret sahibi liseli genç kız kim? Memlekette yakıt sıkıntısı baş gösterirse ünlü yıldızlarımız ne yapacak? Tüm bu soruların cevapları 1974 yılına ait Ses dergilerinin sayfaları arasında gizli. Buyurun ‘70’lere!
SİNEMADA YENİ BİR ÇİFT

Habere göre Ses dergisi sinema artisti yarışmasının 1963 yılı birincisi Ajda Pekkan ve 1972 yılı birincisi Tarık Akan, birlikte bir film çevireceklermiş. Yönetmen Ertem Eğilmez’in yazıhanesinde bir araya gelen iki yıldız, bir yandan da Ses dergisi objektiflerine poz vermişler.

Ertem Eğilmez, “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar” filminin uyarlaması olacak bu filmin baş aktrisi Ajda Pekkan için bakın neler demiş: “Ajda’yla film yaparken onun bütün özelliklerinden faydalanmak isterim. Avrupalı kadın havasındaki Ajda Pekkan’ı kaldırıp, normal bir Türk kadını özelliğine sokup sunileştirmek istemiyorum. Seyirci Pekkan’dan aşk ve seks isteyecektir.”

Haberin devamında Ertem Eğilmez’in bu fikrini Ajda ve Tarık Akan’ın olumlu karşıladığı ve prensipte anlaşmaya vardıkları da yazıyor. Ne var ki Ajda sonradan filmde oynamaktan vazgeçmiş. Sebebini de şöyle açıklamış: “Evli ama eşine ihanet eden bir kadını oynamak istemem. Sonra filmde benden aşırı seks sahneleri isteniyordu. Batıda olsa bu rolü seve seve kabul ederdim. Ama Türkiye’de hayır.  Durup dururken halkın nefretini neden üzerime çekeyim?”

Haberde Ajda’nın Tarık Akan’ın çorabına doğru elini uzatarak verdiği pozun sebebine ilişkin bir açıklama yok.  

NİLÜFER ADINDA BİR KÜÇÜK GENÇ KIZ

“Şişli Koleji 10 Edebiyat A sınıfı öğrencisi 1404 Nilüfer Yumlu, her akşam yatağına yatarken ertesi günkü derslerinin heyecanını duyuyor,” deniliyor haberde. “Her sabah kitaplarını alıp okulunun yolunu tutuyor.”

Tutuyor tutmasına ama bir yandan da iki senedir müzik dünyasında şöhreti yakalamış bir genç kız, hatta çocuk Nilüfer. “Yaşından, boyundan büyük şöhreti var,” diye boşuna bahsedilmiyor haberde. 

Kim derdi ki o liseli genç kız, hayatlarımızın 43 yılına şarkılarıyla damgasını vuracak ve 60 yaşına geldiğinde de biz onu dinlemeye devam edeceğiz? Nilüfer’in de söylediği gibi: Hey gidi günler!

TEK ÇARE BİSİKLET

O zamanlar tabii şimdiki gibi trafik sorunu da yok çevre bilinci de… Tek dert, yakıt sıkıntısının baş  göstermesi… “Tanrı esirgesin ve hükümetler korusun, bizde de bir yakıt sıkıntısı olsa ne yapardık? Herhalde batılıların yaptığını…”

Haberde “batılıların yaptığı” diye bahsedilen çözüm ise bisiklet kullanmak. “Bir zamanlar bütün dünyanın eğlence aracı olarak kullandığı velespit, günümüzdeki adıyla bisiklet, batının birçok kentinde yeniden moda oluverdi.”


Sırf bu nedenle ünlü yıldızlarımız da bisiklete alışmaya çalışıyorlarmış. ‘70’lerin İstanbul’unda buna ne kadar alışabildiler, orasını bilmiyoruz ama en azından bisikletleriyle poz vermekten geri kalmamışlar. 

Fatma Girik’in o maksi eteğiyle, Barış Manço’nun o günlerde çok meşhur olmuş “Lambaya Püf De” şarkısına atıfta bulunmak maksadıyla elinde tuttuğu lambası ile nasıl bisiklet kullanabildiği ise meçhul.

MÜZİK GÜNDEMİ TEMMUZ 2015
STAR ÇIKARAMAYAN STAR YARIŞMALARI

Önce Pop Star vardı. Allah için iyi reyting yaptı, çok konuşuldu, çok izlendi. Sonra gelsin Akademi Türkiyeler, gitsin Star Avı, Profesyonel ve daha niceleri… 

Sokaktaki insanlardan star yaratma fikri tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ilgi gördü ama bizde uzun vadede kalıcı star olabilen pek çıkmadı. Çünkü ne izleyicinin, ne de bu tip yarışmaları ekranlara taşıyanların star aradığı filan yoktu. İzleyici geçici bir süre eğleniyor, yapımcılar da para kazanıyordu. Zaten bir süre sonra da sıkıldık bu yarışmalardan.

Son yıllarda bir tek O Ses Türkiye’nin reytinglerde başarı kazanabildiği aşikâr. Çünkü Acun Ilıcalı, yapımcısı olduğu her televizyon programı gibi bu yarışmayı da asıl amacından azade, izleyenlerin kâh kahkahalarla güldüğü, kâh gözyaşlarına boğulduğu bir şova dönüştürmeyi, elindeki “insan” malzemesini (jüri olsun, yarışmacılar olsun) tepe tepe kullanmayı bir şekilde becerdi/beceriyor. Ne var ki O Ses Türkiye’nin alternatifi olmak üzere start alan X Factor, Ve Kazanan, Sesi Çok Güzel gibi yarışmaların sonu hep hüsran oldu. İşte şimdi de “Rising Star” Türkiye başlıyor.

Bu yazının yazıldığı sırada “Rising Star” Türkiye jürisinde Demet Akalın ve Hülya Avşar’ın olacağı kesinleşmişti ama bu işler son dakikaya kadar belli olmaz biliyorsunuz. Prodüksiyon yine Acun Ilıcalı’ya aitmiş ve yarışma TV 8’de yayınlanacakmış. Haliyle “total” izleyici nabzına göre şerbet bulacak, Acun Medya’ya çokça para kazandıracaktır bir kez daha; aksi düşük ihtimal. Peki bu yarışmadan bir star çıkar mı acaba? Hiç sanmam. Görünen köy kılavuz istemez.

Yarışmalardan söz açılmışken, bir de Mustafa Ceceli ve Bengü’nün takım kaptanları olarak yer alacağı ve Show TV’de yayınlanacak “Kapışma” diye bir yarışma var ki, onun bırakın star çıkarmayı, ömrünün uzun olabileceğini dahi düşünmüyorum.
YAZ GELMEDEN GELEN ALBÜMLER
Geçtiğimiz ayın seçim gündemi, tahmin edilenin aksine müzik piyasasındaki ivmeyi durdurmadı; sadece biraz yavaşlattı. Ani gündem değişikliklerinin en az ekonomi kadar etkilediği bir başka alan olan müzik piyasası, yavaş yavaş bu konularda şerbetlenmeye başladı galiba.

Haziran ayında konsept albümlerin yegane şarkıcısı Şevval Sam’ın “Toprak Kokusu” adlı yeni albümü Kalan Müzik etiketiyle çıktı karşımıza. Sam, tangolardan sonra bu defa türkülere vermiş sesini. Kalan Müzik’in piyasaya sürdüğü bir başka türkü albümü ise tam 35 Ege türküsünü bir araya getiren “Ege’ye Kalan” albümü oldu. Daha önce iki albümlük “Karadeniz’e Kalan” setini yapan Kalan Müzik, bu defa Hale Gür, Tolga Çandar gibi adı Ege türküleriyle özdeşleşmiş isimlerin de bulunduğu bu seçkiyle Ege’ye şahane bir selam çakıyor.

Haziran’ın getirdiği en güzel albümlerden biri de Nilüfer’in “Kendi Cennetim” adlı yeni albümü oldu. Uzun süredir yeni şarkısını duymadığımız Nilüfer’in DMC etiketiyle yayımlanan bu albümünde tam 13 sıfır kilometre şarkı var. Sezen Aksu, Nazan Önce, Şehrazat, Adnan Ergil gibi bir A takımıyla ortaya çıkarılmış “A+” bir Nilüfer albümü bu.

Demet Akalın’ın DMC etiketiyle çıkacak “Pırlanta” adlı yeni albümü de beklenenler arasındaydı. Yıllardır sektörün popüler kanadında lokomotiflerden biri olan Akalın’ın bu albümün de ses getireceği şüphesiz. Yaz başı iyiden iyiye kızışan Gülşen – Hande – Demet rekabetinin varacağı sonucu Akalın’ın albümünün tirajı belirleyecek gibi görünüyor.  

“Yeni bir Serdar Ortaç albümü çıkmadan yaz gelmez,” esprisi yavaş yavaş gerçeklik payını yitiriyor galiba. Zira Ortaç’ın Emre Müzik etiketiyle yayımlanan yeni albümü “Çek Elini Kalbimden” Mayıs sonunda rafa çıktı ama Haziran’ı ortalarken dahi yaz henüz bize yüzünü göstermemişti. O bir yana, yeni Serdar Ortaç şarkılarının eskileri kadar ses getirmediği de bir gerçek. Galiba kendini sürekli tekrar eden Ortaç müziğinden bir parça sıkıldık artık.
HAZİRAN 2015
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 12, 2015 03:25

Yavuz Hakan Tok's Blog

Yavuz Hakan Tok
Yavuz Hakan Tok isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Yavuz Hakan Tok's blog with rss.