Yavuz Hakan Tok's Blog, page 46

October 3, 2017

Gökhan Türkmen Röportajı

"Daha İyisi, Daha İyisi..."
En çok kullandığı kelimeler “birazcık” ve “mevzu”. Konuşurken çok heyecanlı, çok içten ve çok gerçekçi. Popüler olmanın getirdiği sözünü sakınma refleksi sıfır ki buna pek ender rastlarım, özellikle de karşımdaki beni bir “röportaja gelmiş gazeteci” yerine koyuyorsa. Kırk yıldır ahbap olduklarımın bile kayıt cihazını açtığımda başkalaştıklarını görmüşlüğüm vardır. Sanırım Gökhan Türkmen sahiden röportaja gelmiş bir gazeteci ile konuşuyor olsa da bundan farklı konuşmazdı. Dedim ya, “çiğ yemedim ki karnım ağrısın” tavrında, içten ve dürüst bir genç adam.


Gökhan Türkmen’le Göksu’daki evinin bahçesinde, yağmurda ıslanmış bir Eylül sonu Cuma öğleden sonrasının serinliğinde, müzikten, onun müzik yolculuğundan, arada müzik sektöründen ve daha fazlasından konuştuk. Sonra ben yine birlikte fotoğraf çektirmeyi unuttum ve aşağıda gördüğünüz fotoğrafı röportajdan dört gün sonra Zorlu PSM Studio’da vereceği konser öncesi kuliste çektirebildik ancak. Neyse, fotoğraf bahane… Siz anlattıklarını okuyun.       

Röportajın tamamını okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 03, 2017 11:31

September 16, 2017

Mavi Röportajı

"İYİ MÜZİK YAPMAYA ÖZENİYORUM"

"Mesela televizyon programını izlediğinde aslında ne kadar kaşının gözünün seğirdiğini, utandığını, o anda özgüvensiz olduğunun çok belli olduğunu fark ediyorsun. Kendini çirkin buluyorsun filan. Sonra bir de şeyler başlıyor… Mesela klip çekerken yönetmen “Öyle durma, sola doğru bak,” diyor, sen anlıyorsun ki sağ tarafında hiç iş yok. Stüdyoda kayıt yapıyorsun, aranjör “Şurada sesini Melodyne’la düzeltmek gerekebilir,” diyor. Yani her şekilde egon törpülenmeye başlıyor. "

Geçtiğimiz aylarda Pasaj Müzik işbirliğiyle hayata geçirdiği "Saz Söz Mavi" projesi kapsamında her ay yeni bir şarkıyla dinleyici karşısına çıkıyor Mavi. Mavi'yle müzik yolculuğunu, müzik sektörünü ve daha fazlasını konuştuk. 

Röportajı okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 16, 2017 15:17

August 31, 2017

Okay Barış Röportajı


Levent Yüksel’in söylediği, sözleri Sezen Aksu tarafından yazılmış “Kadınım” şarkısına gönderme yapan, bir bakıma o şarkının anti-tezi bir şarkı yazar 2013 yılında Okay Barış. “Kadınım Diyorsan” adını taşıyan bu şarkı onun ilk albümünde yer alacak şarkılardan biridir. Albümü dinletmek için götürdüğü Aykut Gürel şarkıyı duyunca “Ben bunu Sezen’e dinleteceğim,” der ve dinletir de. Okay Barış’ın (kendi tabiriyle) “Sezen’e atarlandığı” şarkı sandığı gibi onu kızdırmaz, aksine hoşuna gider, ilgisini çeker ve hikâye öyle başlar. 

Geçtiğimiz günlerde DMC etiketiyle yayınlanan yeni teklisi “Beter Ol” ile dinleyici karşına çıkan Okay Barış ile Sezen Aksu’nun Göksu’daki stüdyosunda bir araya geldik. 
Röportajı okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 31, 2017 05:24

August 28, 2017

Türküola'dan Yeni Baskı Plaklar


Ne güzel oluyor böyle eski albümler birer birer plak olarak basılıyor yeniden. Önceleri tek tüktü, şimdilerde hemen her müzik firmasının katalogundaki albümleri plak olarak basma projesi var. Şu ana dek basılandan çok daha fazlası basılmak üzere hazırlanıyor. İçlerinde çok da güzel sürprizler var.

Ülkenin eski ve köklü müzik firmalarından biri olan Türküola da katıldı bu kervana. Türküola etiketli iki ‘80’li yıllar albümünün, Zeki Müren’in “Eskimeyen Dost” ve İbrahim Tatlıses’in “Mutlu Ol Yeter” albümlerinin plak baskılarını geçtiğimiz günlerde satışa sunuldu.

Türküola enteresan bir firmadır. Türkiye’de de faaliyet göstermiş ama daha ziyade Almanya’da bastığı plak ve kasetlerle bir efsane olmuştur. O plak ve kasetler arşivciler arasında bugün bile çok revaçtadır. Buna iki sebep var. Birincisi plakların ses kalitelerinin Türkiye baskılarına göre çok daha iyi olması ve elden ele fazla dolaşmadıkları için temiz kalmış olmaları. İkincisi ve daha bence daha önemlisi ise Türküola’nın Almanya katalogunda Türkiye’de hiç basılmamış albümlerin, bazen de şarkıların bulunması.

Peki bu nasıl olmuş?.. Türküola Almanya’da sadece kendi Türkiye katalogundaki albümleri yayımlamamış. Almanya’da kendi başına plak basıp dağıtacak ağı olmayan başka Türk firmalarına ait albümlerin yurt dışı basım haklarını da almış. Ve bu albümleri de çoğunlukla farklı kapak tasarımları, farklı şarkı dizimleri ve hatta bazen farklı isimlerle yayımlamış. Ve bir şekilde kaydedilip bir nedenle albümlere konmamış kimi şarkılar da bu transferler esnasında Almanya’ya gidivermiş.

İşin bu kısmı en konusuna hâkim arşivciyi bile zora sokacak kadar kafa karıştırıcı ve hâlâ sürprizlere açık. Bir bakıyorsunuz Ajda’nın 1980 Eurovision Türkiye finalinde seslendirdiği üç şarkının Türkiye’de hiç yayımlanmamış orijinal stereo kayıtları çıkıyor bir Türküola etiketli Almanya baskısı Ajda Pekkan kasetinden. 

Bir bakıyorsunuz Erol Evgin’in yine Almanya baskısı Türküola etiketli ‘70’ler plağında “Etme Eyleme” şarkısının daha önce hiç duymadığınız sazlı bir versiyonu var. Bir başka Türküola etiketli Erol Evgin kasetindense hiç bilmediğiniz, duymadığınız bir şarkı çıkıyor. 

Esmeray’ın, Asu Maralman’ın, Nurhan Damcıoğlu’nun ve daha bir sürü şarkıcının Türkiye’de hiç yayımlanmamış şarkıları, hatta albümleri… Daha neler neler…

İşte İbrahim Tatlıses’in yeni yayımlanan Türküola etiketli plağı “Mutlu Ol Yeter” de böyle bir albüm. Albümün detayına girmeden kısaca Tatlıses’in o dönemini anlatmak lazım tabii.

İbrahim Tatlıses’in meşhur oluşu 1978 yılına rastlarsa da aslında öncesinde epeyce çabalamışlığı var. Bir dolu plak ve mahalli kasetler de doldurmuş ‘70’lerde. Hatta onu meşhur eden “Ayağında Kundura” türküsünü ilk plağa okuması 1975 ama türkü çok daha sonra, Tatlıses tek kanallı televizyona çıkıp seslendirdikten sonra dillere düşüyor. 1978’de ise amatörlük ve tanınma devresini tamamlayıp profesyonelliğe geçiş yapıyor. Büyük gazinolarda solist altı çalışmaya başlıyor, film çeviriyor ve de Türküola firması ile anlaşarak ilk profesyonel 33’lüğünü dolduruyor (Öncesinde iki 33’lüğü daha var ama onlar 45’lik derlemeleri.)

“Ayağında Kundura” türküsünün yeni versiyonunun da yer aldığı ve albüme adını verdiği bu plak tamamen türkülerden oluşuyor. Yine Türküola’dan 1979 yılında çıkan “Ceylan” da bir türkü albümü. Aynı yıl aynı firma hesabından yayımlanan 45’liği “Sabuha / Ayrılık Kolay Değil” ile türkü-arabesk sularında da dolaşıyor ama Tatlıses’in adlı adınca ilk arabesk plağının 1980 çıkışlı “Seni Yakacaklar / Ölürsem Kabrime Gelme” olduğu söylenebilir. 

Nitekim yine 1981 yılında çıkan üçüncü Türküola etiketli Tatlıses 33’lüğü “Gülmemiz Gerek”in bir yüzü arabesk şarkılardan, bir yüzü türkülerden oluşuyor. 1981 yılının sonlarına doğru ise “Mutlu Ol Yeter / Bir Kulunu Çok Sevdim” 45’liği yayımlanıyor.

Türküola – Tatlıses ortaklığı 1982 yılında yayımlanan “Yaşamak Bu Değil” 33’lüğü ile sona eriyor.

Bu kısa diskografi hikâyesinden de görüldüğü üzere Türkiye’de yayımlanmış Türküola etiketli ve “Mutlu Ol Yeter” adını taşıyan bir Tatlıses 33’lüğü yok. Bu plak aslında Türküola’nın Almanya’da Tatlıses’in yayımlanmış ve yayımlanmamış kayıtlarından oluşturduğu bir derleme.

İlk iki şarkı, “Mutlu Ol Yeter” ve “Bir Kulunu Çok Sevdim” zaten 1981 çıkışlı 45’likte yer alan şarkılar. Ardından gelen “Dert Sayanım”, “Yaşamak Bu Değil” 33’lüğünden alınmış. Plağın B yüzünde yer alan “Gönül Senin Elinden” ve “Yoğurt Koydum Dolaba” adlı türküler de yine “Yaşamak Bu Değil” 33’lüğünden.

B yüzünün açılışında yer alan “Ceylan” adlı türkü, aynı adlı, 1979 çıkışlı plaktan alınmış. Geriye kalan üç şarkı ise Tatlıses’in Türküola döneminde kaydedilip albümlerine girmemiş, yayımlanmamış şarkıları: “Daldalanım Dalım Yok”, “Yaz Gelsin de Gidelim” ve “İsyan Etmek Boşuna”.

CD furyasının yeni başladığı dönemde, muhtemelen ‘90’ların başında bu albüm Türkiye’de CD formatında yayımlandı. Aynı dönemde Tatlıses’in Türküola kayıtlarından derlenmiş ve “Acı Gerçekler” adı verilmiş bir başka CD’si daha yayımlanmış, hatta 2003 yılında bu iki CD bir “box-set” olarak ADS Müzik etiketiyle “İmparatorun Mazisi” adıyla yeniden piyasaya sürülmüştü. Dedim ya, çok karışık.

Sonuç olarak eski baskısı az bulunan çünkü Türkiye’de satışa çıkmamış bir Tatlıses albümü şimdi yeni baskısıyla elimizde. Ses kayıtları da gayet güzel. Bazı şarkılarda, özellikle Tatlıses’in sesinde yer yer distorsiyon duyar gibi oluyorsunuz ama CD kayıtlarıyla mukayese ettim, o kayıtlarda da var o distorsiyon. Muhtemelen kayıtlardan ya da ilk “mastering”den kalan arızalar. Bir de özellikle “Ceylan” türküsünde sesin zaman zaman birkaç saniyeliğine de olsa tek kanala yaklaşması sorunu var ki enteresan bir biçimde CD kayıtlarında da var bu arıza. Plağın ilk baskısı elimde olmadığı için o karşılaştırmayı yapamadım; yapan olursa bana da söylesin.

Gelelim Türküola’dan yayımlanan diğer plağa, Zeki Müren plağına. Tabii yine önce Zeki Müren’in o dönemini özetleyerek gelelim.
Zeki Müren’in taş plaklar döneminde, yani 1950’lerde başlayan ve epeyce hızlı giden plak kariyeri 1975 sonrasında yavaşlamaya başlamıştır. Kendisi artık eskisi kadar sıklıkla plak doldurmak için stüdyoya girmez ama eski 45’liklerinin toplamalarından oluşan albümler yayımlanmaya devam eder. 

Grafson’un dört 33’lükten oluşan  “Pırlanta” serisi, Sahibinin Sesi firmasının taş plak kayıtlarından derlediği “Altın Eserler” 33’lüğü, yine Grafson’un “Hatıra” ve “Anılarım 1” adı verilmiş 33’lükleri, 1975-1980 arası Zeki Müren ismini yine plak dükkanlarının baş köşelerinde tutacak toplama albümler olur.

Müren özellikle 1976’dan sonra çok az plak doldurur. Mesela 1976 ve ‘77’de birer 45’lik doldurur sadece. ‘76’da Odeon hesabına “Güneşin Oğlu”, ‘77’de Coşkun Plak hesabına “Mücevher 1” 33’lüklerini kaydetmek için stüdyoya girer. 

Sonra Elenor Plak’la anlaşır, 1978 yılında “Sükse” ve “Nazar Boncuğu” adları verilmiş iki yeni Müren 33’lüğü ve 1979 yılında bir de Elenor etiketli 45’lik çıkar piyasaya.

Dönem arabeskin giderek etkisini arttırdığı bir dönemdir. Zeki Müren de bu furyaya ayak uydurmaktan geri kalmaz. Plak ve sahne kariyeri boyunca ağır alaturka eserlerin yanında popüler alaturka şarkılar, dönemin moda fantazi şarkıları, türküler hatta aranjmanlar da söylemiştir ama dönemin arabesk anlayışına “Dost Bildiklerim”, “Hayat Harcadın Beni” gibi şarkılarla o yıllarda yavaş yavaş ısındığı söylenebilir. 

Bu ısınmanın sonucu ise Türküola Plak ile anlaşması sonrasında yayımlanan ilk 33’lükle belirginleşir.

1980 yılı sonunda yayımlanan “Kahır Mektubu” enteresan bir denemedir. Plağın A yüzünde yer alan 26 dakikalık bu şarkı bir alaturka – arabesk eserdir ve Arap müziğinin o bitmek bilmeyen şarkılarını andırmaktadır. Nitekim Müren’in sesinden “Kahır Mektubu” çok sevilir ve ilgi görür.

1982 yılında ise Zeki Müren bu defa Selami Şahin’in prodüktörlüğünde stüdyoya girer ve bu iki büyük ismin ortak çalışması “Eskimeyen Dost” adlı bir albüm olarak dinleyici karşısına çıkar. 

Bu albüm “Kahır Mektubu”nun yarattığı etkiyi ikiye katlayacak ve Zeki Müren’i o dönem tekrar popüler kılacak bir albüm olacaktır. Zira 1980 yılında geçirdiği kalp krizi sonrası sahnelerden uzaklaşan Müren daha sakin bir döneme girmiştir ve en dişli rakibi Bülent Ersoy’un plak dünyasında değil belki ama sahnelerde ve magazin dünyasında fırtına gibi estiği, manşetlerde başı tuttuğu bir dönemdir.

1982’de Türkiye’de Türküola etiketiyle yayımlanan “Eskimeyen Dost”, her nedense ve nasılsa Almanya’da farklı bir biçimde basılır. Kapak fotoğrafı aynıdır ama grafik tasarımındaki çerçeve ve fotoğraf renklendirmesi yoktur Almanya baskısı plağın kapağında. Fakat daha da önemli bir eksik vardır bu plakta. Türkiye baskısındaki bir şarkı Almanya baskısında yer almaz. Şarkıların sıralaması da değişmiştir.

Selami Şahin bu albümün sadece prodüktörü değildir; albümde aynı zamanda beş de bestesi vardır. İşte o beş şarkıdan biri de sözlerini Ahmet Selçuk İlkan’ın yazdığı “Acaba”dır ve plağın Türkiye baskısında B yüzünün ikinci yer almaktadır. Almanya baskısının kayıp şarkısı da “Acaba”dır.

Genellikle tam tersi olup Almanya baskılarına fazladan şarkı konurken bu şarkı neden çıkarılmış bilinmez. Ancak sonrasında bu albüm Türkiye’de hep bu şekilde yayımlandı. Dokuz şarkı olarak ve farklı şarkı sıralamasıyla.


Çok kez farklı kapaklarla (kimi zaman "Sev Beni" adıyla) CD formatında yeniden basıldı, hatta 1986 yılında Özer Plakçılık etiketiyle basılmış bir kaseti de var ve şu anda dijital platformlarda hem o kaset hem de Türküola’nın CD baskısı yüklü ama bunların hepsi Almanya’daki baskının uzantıları. Türkiye’deki baskı ise sadece o dönem basılan o seride kalmış vaziyette.



Nitekim bu yeni basım plak da yine aynı Almanya baskısının üzerinden yapılmış. Şarkıların sırası orijinal plaktan farklı, “Acaba” yine yok, “Kayboldum Aşk Yollarında”nın adı “Sev Beni Beni” olmuş. Türkiye baskısındaki açılır kapaksa (ki ortasında şahane bir Zeki Müren sahne fotoğrafı vardır) bu baskıda tek kapağa dönüşmüş. Ses kalitesi (en azından benim elimdeki CD baskısına kıyasla) çok daha iyi ama kusursuz değil. Sanki ses seviyesi olmadı gerekenin biraz üstüne çekilmiş gibi. Kapak fotoğrafı ise maalesef epeyce kötü.

Şunu da söylemek lazım ki bu albümle başlayan Zeki Müren – Selami Şahin ortaklığı 1987 yılına kadar sürmüş ve Müren bu plaktan sonra Selami Şahin’in kurduğu Lider Plak’a transfer olup, o firma hesabına dört albüm doldurmuştu.  

Yine de Zeki Müren diskografisinin bu önemli ve kıymetli plağına yıllar sonra kavuşmuş olmak sevindirici. Daha genç kuşak Müren’i ağırlıklı olarak ’90 yılında yaptığı albümlerle biliyor çünkü. TRT arşivinden en çok o döneme ait görüntüleri yayınlanıyor, en çok o şarkıları dolaşıyor internette. Oysa Zeki Müren’in artık çok yorgun ve hasta olduğu o dönem şarkıcılığında da gözle görülür bir düşüş vardır o yıllarda. Sözgelimi bu albümdeki şarkıcılığı ile kıyaslanmaz. Zeki Müren - Selami Şahin ortaklığının “light arabesk” tavrı, Metin Alkanlı’nın şahane düzenlemeleri de plağın yapıldığı dönemin bir yansıması olarak ayrıca dikkate değer.  
Bakalım Türküola Plak bundan sonra nasıl sürprizlerle karşımıza çıkacak, arşivlerde kalmış hangi albümler tekrar raflara çıkacak?
AĞUSTOS 2017  
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 28, 2017 06:26

August 12, 2017

Onurr Röportajı


"Ben İzmir’deydim. Sezen Hanım aradı, “Okuyacağım ben bu şarkıyı,” dedi. Ben ağlamaya başladım heyecandan. Ertesi gün İzmir’den döndüm, stüdyoya gittim. O akşam da Sezen Hanım’ın vokal kaydı vardı. Rüya gibiydi. Kendi kendime dedim ki “Onur en dibe vurduğun, en kötü olduğun anlarda bu geceyi hatırlayacaksın. Hayattan daha büyük bir beklentin yok artık.” 

Sakin grubunun şarkı yazarı ve solisti Onurr Özdemir'in Onurr olma hikâyesi. 
Onur Özdemir bestesi "Günaydın Memur Bey" Sezen Aksu'nun albümüne nasıl girdi?
Alper Narman - Onur Özdemir şarkılarının formülü ne? 
Onurr'un kafası neden şişti?

Yeni albümü "Bir Kahramanlık Hikâyesi" bugünlerde raflara çıkan Onurr'la yaptığımız röportajın tamamını bu cümlenin üzerini tıklayarak okuyabilirsiniz.  
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 12, 2017 07:11

August 2, 2017

Geçmişe Mazi Demeyen Bir Diva


(Milliyet Sanat dergisi Temmuz 2017 sayısında yayımlanmıştır.)
Yıllar önceydi… Selda Bağcan’la radyo programım için bir röportaj yapmış, röportaj sonrasında ise tanıtımlarda kullanmak üzere programın adına gönderme yapan “Ben Selda Bağcan, ben de ‘Ah Mazi’deyim,” cümlesini ona söyletmek istemiştim. Bir an tereddüt etmiş sonra da gülerek “Ben de ‘Ah Mazi’deyim ama ‘âtî’de olmayı tercih ederim,” deyivermişti. Manasını ancak yıllar sonra anlayacakmışım. Selda hakikaten mazide değil âtîdeymiş meğer. Geçmişte değil, gelecekte.

Müzik sektörünün ana yurtlarından birinde doğmamışsanız, yaşınız 20’yi geçmişse, dünya dillerinden birinde şarkı söylemiyorsanız, yaptığınız müzik popüler müzik normlarında değilse ve arkanızda dünya müziğini elinde tutan kartellerden birinin desteği yoksa dünya starı olmanın hayallerini kurmayın der pop müzik endüstrisinin yazılmamış kutsal kitabı. Şimdilerde bu beş kaideye bizim memleketten biri el yazısıyla altıncısını ekledi: “Şayet Selda Bağcan değilseniz.”

Olympia Konser Salonunda konuk solist olarak boy göstermek, Avrupa’da yaşayan Türklerin doldurduğu Gurbet Kervanı konserlerinde sahneye çıkmak, bilemediniz Eurovision’da birinci olmak filandı bizim Avrupa’yı müziğimizle fethetme hayallerimizin en uç noktası. Klasik müzik ve caz müzisyenlerimizi (bir de Tarkan’ı) tenzih edersek tabii. Bir Türk müzisyenin plakları dünyanın her yerinde satılacak, şarkıları ezber edilecek, dünya çapında festivallerde sahneye çıkacak, dünyanın en önemli müzik dergileri ve gazetelerinde hakkında övgü dolu yazılar yazılacak ve dahi “diva” unvanına layık görülecek deseler güler geçerdik. Hatta bu kişi Selda Bağcan olacak deseler “Yok artık!” bile diyebilirdik.

Çünkü biz “diva” kelimesinin karşılığını yıllar yılı hep genç (genç olmasa da öyle görünmeye ölümüne azmetmiş) ve güzel ve alımlı ve de çalımlı, tavus kuşu ihtişamında kadınlar sanmıştık. Çünkü biz Selda Bağcan’ı bir dönem (sırf söylediği şarkılar nedeniyle)yargılamış, hapiste yatırmış, dile kolay 20 yıl televizyona çıkmasını yasaklamış ama şimdilerde muktedir sofralarında baş köşelere kurulan “diva”mızın, ardında 12 Eylül yönetiminin mi yoksa bir gazino patronunun mu olduğunu asla bilemediğimiz yedi yıllık sahne yasağı kadar dert etmemiş, konuşmamıştık. Hadi itiraf edelim, biz Selda Bağcan’ın kıymetini yeterince bilememiştik. Gelin görün ki “eller” bilmişti işte.

Muğla’da doğan, öğrencilik yıllarını Ankara’da geçiren Selda Bağcan, 10 yaşında eline aldığı gitarıyla ilk şarkılarını kaydettiğinde henüz üniversite öğrencisidir. 1971 yılında piyasaya çıkan “Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle / Mahpushane İçinde Mermerden Direk” 45’liği ile bir anda ülke çapında tanınır. Dünyada Joan Baez fırtınası eserken Türkiye’de 1969 yılında Hümeyra, 1970 yılında ise Esin Afşar benzer bir biçimde tek bir gitar eşliğinde şarkılar söyleyerek ilk plaklarını yapmıştır. Ancak Selda’nın benzersiz sesiyle yarattığı etki çok başka olur ve hemen ardından gelen “Tatlı Dillim Güler Yüzlüm / Mahpushanelere Güneş Doğmuyor” 45’liği ile birlikte ilk iki 45’liğin satışı az görülmüş bir başarı kazandırır bu gencecik şarkıcıya.

1971-1975 yılları arası yayınlanan on yedi 45’lik plakla adını iyiden iyiye kabul ettirmiştir Selda Bağcan. Halk türküleri ve türkü formunda besteler seslendirir, müziği giderek tek bir gitardan, Anadolu-pop-‘rock’ üçgeninde zengin bir müzikal forma evrilir ve dönemin siyasal atmosferinde müzikle dile getirilen düşüncelerin yegâne seslerinden biri olarak şarkıları birer slogana dönüşür.

Aşkı anlatmak kadar doğaldır şarkılarda düşünceyi, hâli anlatmak. Oysa resmi ideolojinin güdümündeki TRT’de aynı günlerde Yasemin Kumral elinde Pembe Panter oyuncağıyla “Bim Bam Bom”u söyleyip kim bilir kaçıncı defa artık onun da bir sevgilisi olduğunu ilan ederken Doğu’da bebeklerin öldüğünü anlatan “Anayasso”yu söyletmezler Selda Bağcan’a. Plakları ve konserlerinde söyleyebilir sadece.

1976 yılında yayınlanan ve kendi adını taşıyan ilk 33’lük plağının, ‘âtî’de ona dünya starlığının kapılarını açacak plak olacağını kimse tahmin edemez o günlerde. Bu plak 2006 yılında İngiltere menşeli Finder Keepers Records firması tarafından tekrar basılacak ve albümden “İnce İnce Bir Kar Yağar” başta olmak üzere birçok şarkısı kısa sürede birer “hit” e dönüşecektir.

Aslında ‘70’lerin saykodelik müziğinin yeniden keşfedildiği 2000’lerden çok daha eskidir Selda Bağcan’a Türkiye dışında duyulan ilgi. Daha 1986 yılında Woomad Festivaline davet edilmiştir ama Türkiye’de pasaportuna el konulduğu için ancak bir yıl sonra, pasaportu tekrar verildiğinde gidebilir. Aynı yıl festivalin plağında yer alan şarkısı dünya radyolarında çalınmaya başlayınca Selda Bağcan ismi giderek tanınır hale gelir. 

Giderek artan ilginin yansımaları ise 2000’li yıllara kendini göstermeye başlayacaktır. Skate 2 adlı bilgisayar oyununda ve ardından Rap yıldızı Mos Def’in bir şarkısında “İnce İnce Bir Kar Yağar”ın kullanması, “Yuh Yuh”un, “Yaz Gazeteci”nin Türkçe halleriyle ezber edilmesi, Elijah Wood’un Selda hayranlığına dair o meşhur fotoğraf ve haberler, Times gazetesinin ‘dünya müziğinde yaşayan efsane ve tarihi kadın şarkıcılar’ listesine dâhil edilmesi, Selda’nın dünyanın farklı şehirlerinde festivalden festivale koşması, 2015 yılında Boom Pam ile birlikte sahne aldığı Le Guess Who festivalindeki performansının plak olarak yayınlanması…

İlk plağından bu yana yaptığı müziğin ve dünya görüşünün iktidarlarla uyuşmaması nedeniyle yaşadığı sıkıntılara rağmen, Türkiye’de müzik giderek daha kolay tüketilir bir metaya, bir cilalı imaj paketine dönüşüyorken o, 2000 yılında geçirdiği çok ciddi trafik kazasının travmatik ve fiziksel etkilerine de kafa tutarak tavizsiz ve müdanasız tavrıyla hiç ara vermeden, hiç yorulmadan, hiç de sitem etmeden, küsmeden, kırılmadan albüm yapmaya, konser vermeye devam etti, ediyor. Geçmişte yayınlanmış bütün kayıtlarının haklarını devralıp yıllar sonra onları dinleyicisine tekrar sunmakla kalmadı, 2015 yılında plak formatında da yayınlanan “40 Yılın 40 Şarkısı” albümüyle bir kez daha bu çok kıymetli müzikal geçmişin özetini çıkardı. Bu serinin ikinci albümü de bu yıl bitmeden yayınlanacak. Ama şimdi sırada çok başka bir proje var.

Türkiye ve dünyanın farklı ülkelerinden ‘dj’ler Selda Bağcan şarkılarını yeniden düzenlediler. İçlerinde David Guetta da var Bedük de.  İpek İpekçioğlu da var Doğukan Manço da. Önümüzdeki günlerde yayınlanacak albüm, niye “artık bizim de bir dünya starımız var” diyerek böbürlendiğimizi dosta düşmana bir kez daha gösterecek. Selda’nın neden “mazide değil, âtîde olduğunu da.
HAZİRAN 2017
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 02, 2017 11:23

July 13, 2017

Sezenli Yıllarımız


(Temmuz 2015 tarihinde GZone dergisinde yayımlanmıştır.)
“Yok, artık bundan daha iyi bir şarkı sözü yazılamaz, bu son nokta!” dediğim ne çok şarkı sözü yazdı. Nasıl yazdı bilmiyorum. Şarkıcılığından, besteciliğinden filan çok daha önemliydi benim için şarkı sözü yazarlığı. Şarkı sözlerinde anlattıklarına yürekten inanıyordum çünkü. Bazen anlıyor ve o anladığım şeyin bir tek cümleye nasıl sığdırabildiğine hayret ediyor, bazen de içinden çıkmaya, anlamaya çalışıyordum. Bazen öğreniyordum. Bazen bilip de unuttuklarımı hatırlıyordum. Röportajlarını okuyordum sonra, izliyordum. Nasıl yaşar, ne yapar, ne yer, ne içer de böyle olurdu bir insan. Bu kadar bilge, bu kadar dilbaz?.. Bilmek marifet değildi tek başına çünkü. Bildiğini söyleyebilmek marifetti. Ve o marifet, her bilene nasip olmuyordu.

Hangi birini sayayım ki? “Dua” bir doruk noktasıdır mesela. Levent Yüksel’in söylediği “Kırık Telli”, Kenan Doğulu’nun söylediği “Eksik Hayatlar”, Erol Evgin’in söylediği “Seçilmiş Hayatlar”, sonra “Farkındayım”, “Memet”… Her biri ayrı ayrı birer doruk noktasıdır. Saymakla biter mi?

İşin aşk tarafı en kolay kopyalanabilecek tarafıydı. Herkes de öyle yaptı zaten. “Kor ateşler”, “yürek yangınları”, “koku”, “beden”, “ciğerin yanması” gibi kalıplardan onlarca, yüzlerce şarkı üretildi yıllar boyu. Hep söylerim; “Sen Ağlama” albümü tek başına Türk popuna yirmi yıldan fazla bir sürelik malzeme verdi. Hâlâ da vermeye devam ediyor. “Cover” yapılan şarkılarını saymıyorum ki “Gülümse” albümünün “cover” yapılmamış şarkısı kalmadı en basitinden. 

Eğlenceli, hınzır ve hatta komik sözler, deyimler, tamlamalar kullanmak da kolay kopyalanabilecek bir şeydi; onu da yaptılar. Ama ne yapılamadı biliyor musunuz? O derin bilgelik, o sahicilik, o yaşamışlık ve görmüşlük kopyalanamadı. Şarkı yazarken ona öykünen herkes işte tam orada çuvalladı kaldı. O yüzden onun gibi bir şarkı yazarı daha çıkmadı. O yüzden onun yazdığı şarkıların yeri ve değeri ayrı, ona mahsus kaldı. Çünkü başka kimsenin adı Sezen değildi; kimse onun kadar sezemiyordu hayatı, aşkı, dünyayı, yaşamayı…

O kadar çok şey yazılıp çizilmişti ki hakkında… Ben dâhil o kadar çok kimse kalem oynatmıştı Sezen Aksu’yu yazmak, anlatmak, tanımlamak için… Benden böyle bir yazı istenince ne yazabilirim diye düşünmeden edemedim. Son yıllarda pek röportaj vermemesini hem haklı hem de haksız buluyorum tam da bu yüzden. Bir taraftan hakkında bu kadar çok şey yazılıp çizilirken, kendini şarkılarıyla bu kadar açık ve net anlatmış birinin, o şarkılarının üzerine fazladan bir söz söylememek istememesini anlıyor ve kabul ediyorum. Bir taraftan da daha ondan öğrenecek çok şeyimiz olduğu kaygısıyla konuşsun, durmadan konuşsun, anlatsın istiyorum.

Konserlerinde çok konuşuyor mesela. Ben ona bayılıyorum. Oturup Youtube’dan sadece konser konuşmalarını izlediğim çok olmuştur. O, kendisi başta olmak üzere herkesle ama en çok da hayatla dalga geçişinde, o komikliğindeki serdengeçtilik, cesaret, yüz yüzelik hep iyi gelmiştir bana. “Böyle olmalı insan,” demişimdir. Bu kadar gönül gözü açık, bu kadar yürekli… 

Sahnede söylenen sözlerin ne kadarı şovdur, ne kadarı gerçektir diye düşünmemişimdir hiç, başkalarını izlerken düşündüğüm gibi. Muhtemelen herkes öyle ki aynı şarkıları bir daha bir daha dinlemenin, onunla birlikte söylemenin ötesinde, onun sohbetinden payını almak isteyenlerin de konser salonlarını doldurduğu bir sır değil. Eskisi kadar iyi şarkı söyleyemiyormuş, sesi yorgunmuş artık… Kimin umurunda? O anlatsın, biz dinleyelim, şarkıları bir ağızdan söyleriz nasılsa. Hepsini ezbere bilmiyor muyuz zaten?

1978 yılında gecelerden bir gece televizyonda “Serçe” albümünün reklamını görüşüm. Hani durağan reklamlar olurdu böyle, resmin üzerine konuşulurdu sadece. “Kusura Bakma”, “Olmaz Olsun”, “Seni Gidi Vurdumduymaz” şarkılarına zaten bayıldığım o kepçe kulaklı, kocaman dudaklı, ufak tefek genç kızın çift plaktan oluşan bu yeni “longplay”inin reklamını dedeme gösterip, onu bana almasını isteyişim… (Gişe memurluğu yaptığı Eminönü vapur iskelesinde hazır bir plakçı vardı zaten, ara sıra beni de yanında götürdüğünde, akşamları Üsküdar’a dönerken beni sevindirmek için istediğim bir 45’lik plağı alırdı. Bir kere de “longplay” alıversindi, ne olurdu?)

1981 yılında “Ağlamak Güzeldir” 33’lüğünü pilli pikabımda çevire çevire dinlerken, en çok “En Uzun Gece”nin içindeki ney solosuna ölüp bitmem, ertesi yıl çıkan “Firuze” 33’lüğünde de bu defa “Bazen”in başındaki ney solosunu aynı iştahla binlerce kez dinlemem… (Bir ortaokul öğrencisi için bu derin huşu hali ne mene bir şeydir, onu hâlâ anlamam.)

1984 yılında etrafımdaki yaşıtım hiçbir arkadaşım Türkçe pop dinlemezken, “Sen Ağlama” kasetinden bilmem kaç tane satın alıp her birine hediye etmem… (Dinlesinlerdi, sevsinlerdi, Michael Jacksonlar Madonnalar nereye kadardı?)

1991 yılında “Gülümse” albümünün ilanı gazetelerde çıktığı gün, benim okulda kalmam gerekirken, arkadaşımın belki bir kilometre uzaklıktaki kasetçiye gidip kaseti alıp bana getirmesini istemem, onun haliyle kabul etmeyişi ve benim o geceyi hezeyanlarla geçirip, ancak ertesi günü yeni Sezen kasetine kavuşabilmem… (Ankara’ya bir gün sonra gelmiş meğer; yani boşuna kıvranmışım.)

1993 yılında “Deli Kızın Türküsü” albümünün fon müziği olarak eşlik ettiği, evliliğimin ilk günleri… O günlerde deliler gibi dinlediğimiz “Kalbim Ege’de Kaldı”nın doğacak kızımıza Ege ismi vermemizin sebeplerinden biri oluşu…

Hepsini anlatmaya kalksam sayfalar dolar. Hani Sezenli Yıllar diye bir gösteri sahnelenecek ya bu yakınlarda, sadece bu ülkenin tarihinde değil aslında, her birimizin kişisel tarihinde uzun, upuzun Sezenli yıllar var. Kayıplarımıza, hüzünlerimize, kazançlarımıza, sevinçlerimize, aşklarımıza, anılarımıza, zaferlerimize, yenilgilerimize eşlik etmiş, onları daha sevilir, daha kabul edilir kılmış, kimi zaman güldürmüş, kimi zaman ağlatmış ama hep dibine kadar yaşatmış nice Sezen şarkısı var.


Doğum gününüz kutlu olsun Sezen Aksu. Sizinle aynı zaman diliminde bu hayattan geçmiş/geçiyor olmak hayatı daha heyecan verici, daha renkli, daha mutlu ve en önemlisi de daha anlaşılabilir ve katlanılabilir kıldı benim için. Biliyorum ki çok ama çok sayıda kişi için de böyle bu. Bunun farkında olsalar ya da olmasalar da… İyi ki doğdunuz.
HAZİRAN 2015
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 13, 2017 03:25

June 26, 2017

Kenan Köfte Yedi mi?

KENAN DOĞULU HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ21 HAZİRAN 2017

“Kenan Doğulu bile buradan yedi!” diye bağırıyordu seyyar köfteci. Hava çok güzeldi. Köfte kokuları da öyle. Konser bitmişti. Etraftaki bütün taksiciler uzak mesafeye götürecek müşteri arıyordu. Ancak bir konser kadar, bir film kadar, bir albüm, bir kitap kadar sürerdi hayatın sertliklerinden uzaklaşmanız. Sonra hoooop tekrar içine çekerdi sizi gerçekler. Taksicilerin “Bakırköy, Bostancı, Bakırköy!” köftecinin “Gel abi gel, Kenan Doğulu bile buradan yedi!” nidaları gibi.

Geçen yaz caz albümünün konserinde izlemiştim Kenan Doğulu’yu. Bu yaz bir de pop halini görmek istedim. Son birkaç yıldır, ‘90’lardan bu yana yaptıklarının üzerine daha iyilerini, daha olgunlarını koyarak yoluna devam kaç şarkıcımız, müzisyenimiz var ki? Tam da yeni yeni albümler çıkmışken üst üste, bu soruyu daha sık soruyor olmuşken... Sağdan say, soldan say hesap aynıyken… (Ve evet, benim başka derdim yok iken.)

Konserden sonra eve bir geldik ki Kenan Doğulu Twitter’da “trend topic” olmuş. Neden? Çünkü Kenan konserde düştü. Oraya sonra geleceğim ama konserde Kenan’ın düşmesinin dışında haber değeri taşıyan ne vardı, hemen ilk ağızda onları sıralayayım…
İlk yarı ve ikinci yarı için görkemli açılışlar, sahneye gidip gelen farklı müzisyenler, hangi şarkının hangi dakikasında yapılacağı milimetrik hesaplanmış görsel sürprizler… Patlayan havai fişekler, çıkan ateşler, dumanlar, sisler, uçuşan konfetiler, “video-wall” görselleri… İyi düşünülmüş ve çalışılmış bir repertuar sıralaması, zımba gibi çalan bir orkestra, taş gibi şarkı söyleyen bir şarkıcı…

Bütün bunları topladığınız zaman izlediğimiz konser Kenan’ın düşmesiyle ya da ne bileyim konseri izlemeye gelen ünlüler nedeniyle filan konuşulacak bir konser değildi. Ama tabii bir pop yıldızının sahnede düşmesi dünyanın her yerinde haber değeri taşır, bunu da bilmiyor değilim ki yapacak bir şey yok.

Zubizu sponsorluğunda Atlantis Yapım organizasyonuyla gerçekleşen konser, orkestranın girişi ve peşi sıra gece boyu vokalde Kenan’a eşlik edecek üç solistten biri olan Sibel Gürsoy’un tüyleri diken diken eden vokaliyle başladı. Hemen ardından Kenan sahnenin geri ortasındaki platformun üstünde elinde gitarıyla belirdi ve bu albüm kapak fotoğrafı misali tablo, şarkı söylemeye başlamasıyla birlikte ete kemiğe büründü. Açılış şarkısı “Susma” idi. Şarkı boyunca orkestraya eşlik eden bendir grubu da açılışa hem ses hem de görüntü olarak ihtişam kattı.

Peşi sıra iki “hit” şarkısıyla ateşi harladı Kenan: “Ben Senin Her Şeyinim” ve “Yaparım Bilirsin”. Ardından da en yeni şarkısı “İlk Adımı Sen At” geldi. Kenan’ın bu yeni şarkısını ne kadar sevdiği anlaşılabiliyordu gözlerinden, coşkusundan. Şarkı yazanlar için en iyi şarkı genellikle en son yazılandır ama bu şarkı gerçekten iyi. Seyirciden gördüğü karşılık da çoktan kulaklara yer ettiğini gösterdi zaten.

İlk şarkıların arasında yaptığı hoş geldiniz konuşmasında Harbiye’nin kendisi için ne kadar önemli ve özel olduğundan bahsetti. Nedenini biraz sonra öğrenecektik. Şimdi sırada en sevilen yavaş şarkılarından oluşan bir seçki vardı: “Bir İleri İki Geri”, “Kurşun Adres Sormaz ki”, “Rica”, “Aşka Türlü Şeyler”, “Ara Beni Lütfen” ve “Baş Harfi Ben” bu sekansta kısa kısa ardı ardına geldi. Külliyat kallavi olunca böyle bir formül bulmuş, az zamana çok şarkı sığdırmak için repertuarı bu şekilde (Kenan’ın deyimiyle) “projelendirmiş”lerdi. İyi de oldu. Sıralama, bağlantılar ve geçişler iyi planlanınca su gibi akıp gitti bu bundan sonraki “medley”ler nitekim.
Bu arada “Baş Harfi Ben”in “rock” formundaki konser düzenlemesi bir şekilde bir Kenan albümünde ya da teklisinde kullanılmalı, konserde kalmamalı çünkü çok iyiydi diye not düşeyim de dinleyemeyenler azıcık merak etsin.

Sonra “Rüzgâr”la devam etti konsere Kenan. Ve ardından Açık Hava anısını anlattı. 15 yaşındaymış. Kültür Koleji orkestrası olarak Milliyet Liselerarası Müzik Yarışmasında dereceye girmişler. O yıl dereceye giren grupların yer aldığı bir Açık Hava konseri yapılmış ve Kenan, Açık Hava’da ilk kez o gece sahneye çıkmış.

Geçen yıl da yazmıştım. Bazı binalar, mekânlar, artık işlevlerini yitirseler, eskisi gibi kullanılmıyor olsalar bile (ki Açık Hava öyle değil) sadece durdukları yerde, varlıkları ve değişmemiş, değiştirilmemiş görüntüleri ile bir şehrin, bir ülkenin, bir toplumun ortak hafızasında, tarihinde, anılarında yer ederler. Aradan yıllar geçse de onların orada duruyor olmaları güven vericidir her şeyden önce. Ve bir şehrin, bir ülkenin, bir toplumun kimliğinin tescili, belki de garantisidirler. Ancak kimliksizleşmeye başlamış toplumlarda onları yok etme, yıkma, yenileme eğilimi görülür. Bizdeki gibi yani…

Çocukluğumda, Ajda’nın o meşhur Süper Star konser serisi var iken Açık Hava’da, sadece yanından geçerken bile “Bu Akşam burada Ajda Pekkan şarkı söyleyecek,” diye içim titreyerek baktığım o taş duvarlarının yerine ne koysalar şimdi aynı yere dokunmayacak kalbimde, anılarımda, geçmişimde. Kenan Açık Hava’da her konser verdiğinde 15 yaşındaki Kenan’ı görecek orada. Ama ne yazık ki bu ve buna benzer nice mekânın, binanın kaderi oralarda hiç anısı olmamışların, yanından geçerken hiç içi titrememişlerin elinde nicedir. Tabii ki Kenan bu yazdıklarımı sahnede söyleyemezdi doğal olarak ama ben ilave edeyim dedim.

Aslında Kenan’ın bu anısını anlatmasının bir sebebi daha vardı çünkü sahneye bir konuk müzisyen davet edecekti hemen peşinden. 11 yaşında bir müzisyen: Hakan Başar. Hakan takım elbisesi ve olanca sevimliliği ile gelip piyanonun başına kuruldu ve kısa bir solo geçti önce. Ardından da sahneye Ferit Odman, Ozan Musluoğlu ve Tolga Bilgin geldi. Kenan Doğulu’nun sahnesinde, dünyaca tanınmış usta müzisyenlerle birlikte Kenan’a eşlik etmek 11 yaşında bir çocuk için öyle kocaman bir gurur ve o kadar izi silinmeyecek bir anı ki, benim o yaşlarda Ajda afişlerine filan bakıp iç geçirmemin lafı bile edilmez.

Bu şahane dörtlüyle birlikte caz albümün tek yeni ve en caz şarkısı “İhtimal”i seslendirdi Kenan. Ardındansa bu defa sahneye Bade Karakoç’u davet etti. O Ses Çocuklar yarışmasında da birinci olmuş Bade. Hiç izlememiş, duymamış olmak benim ayıbım. Genç kızlığa yeni yeni adım atan bir kız çocuğu Bade ama nasıl büyük bir ses, nasıl iyi şarkı söylüyor, inanılmaz. Öyle ki Kenan bile gözlerini sildi Bade’nin şarkısı sonrası.

Övgüde de yergide de ifrada kaçılmasından haz etmem ama gel de kaçma. Sen Kenan Doğulu olacaksın, yılda iki bilemedin üç Açık Hava konseri yapacaksın ve bir konserin iki saatlik zamanı içinde genç yetenekleri lanse etmeye zaman ayıracaksın. Kusura bakmayın da pek öyle her starım diyenin harcı değil böyle şeyler. Vokalistinin, enstrümanistinin bile adını anlamaya zaman ayırmayanlar var sahnede.
Sahneden alkışlar içinde uğurladığı Bade’nin arkasından “Ne güzel değil mi? Bu yaşında ne kadar güçlü. Ben ayakları üzerinde duran, güçlü kadınları seviyorum,” diyerek “dünyayı tersyüz eden kadın”ın şarkısına, “Sorma”ya geçti Kenan. “Aşk İle Yap” ise ilk yarının final şarkısı oldu.

Konserin ikinci yarısı yine orkestranın gümbür gümbür girişiyle “Sımsıkı Sıkı Sıkı” ile başladı. Ardından da “Tak Etti Canıma” ve “Tek Kürekçim”le ‘90’lı yıllarda gezinmeye devam etti Kenan. Sonra yine yavaş şarkılardan oluşan ikinci bir sekans başladı. Ardı ardına “Olmaz”, “En Kıymetlim” ve “Dön Gel” söylendi bu bölümde. Ardından ise sahneden seyirci sıralarına doğru uzanan merdivenin başında oturup sadece gitarıyla çalıp söylemeye başladı Kenan. Bunu geçen sene de yapmıştı. Bu akustik bölümde ise “Aşkım Aşkım”, “Aklım Karıştı”, “Bal Gibi” ve “Tencere Kapak” vardı ki şarkıların hepsine seyirci de var gücüyle eşlik etti.

İşte o dakikaya kadar kusursuz bir akış ve performansla devam eden konserin talihsiz anları da bundan sonra yaşandı. Geçen seneki konserinde Kenan Doğulu’nun sahnesinde sürpriz bir evlilik teklifi yapılmış ve epeyce de coşku yaratmıştı. Bu sene de benzer bir sahne yaşanacaktı. Kenan’ın sahneye davet ettiği genç “Kandırdım”dan bir kuble söyledi sonra kız arkadaşını sahneye çağırdı. Kenan da onları biraz daha ortaya bir yere almaya çalışırken geri geri iki üç adım attı. Ne yazık ki tam da arkasında, sahne üzerindeki iki derin çukurdan biri vardı.

Açık Hava’da sahne önündeki orkestra çukuru kimi konserlerde açık bırakılıyor, kimilerinde kapatılarak sahne genişletiliyor. Aslında bu konserde de kapatılmış, ancak iki boşluk bırakılmıştı. Bu boşluklara sis ve ateş çıkaran cihazlar yerleştirilmiş ve konser boyunca da kullanılmıştı. Kenan da konserin başından beri oradan oraya gidip geliyor, dans ediyor, o çukurların etrafında dolanıyordu. Elbette temkinliydi ama o anın heyecanıyla olsa gerek, bir an boş bulunmuştu işte.

Hiç basit bir düşme değildi. Zira konser sonrasında sahne sökülürken de gördük ki epeyce derindi çukur ve zemin betondu. Orada duran cihazlar da cabası. Çok ciddi şeyler olabilirdi. Seyircilerden çığlıklar yükseldi, orkestra sustu. Beren Saat kulisten sahneye fırladı can havliyle. Biri onu tutmaya çalıştı, kolunu hışımla kurtarıp çukura doğru yöneldi. Sadece seyirciydik, öylece bakakaldık. Ne yapılır bilemedik. Zaten görevliler hemen sahnenin altına koşup aldılar Kenan’ı, yan merdivenlerden çıkarıp kulis kapısından içeri soktular. İki dakika ya geçti ya geçmedi, “İyiyim iyiyim bir şeyim yok” diyerek, elinde mikrofonuyla sahnedeydi Kenan.

Dedim ya, basit bir ayak kayması, dans ederken düşme filan olsa güler geçer, komiğini çıkarırdık ama hiç de öyle değildi ve şahsen ben Kenan kadar soğukkanlı olamadım ve konserin geri kalanını asabım bozuk geçirdim. Şarkılara değil, Kenan’a odaklandım. Muhakkak ki canı yanıyor ama zerre belli etmiyor, bir şey olmamış gibi devam ediyordu. Profesyonellik böyle bir şeydi. Daha fazla alkışladım her şarkıdan sonra.
Tabii bu arada Kenan’ın tekrar sahneye çıkması ile evlilik teklifi tamamlandı ve ardından “Gelinim”le konser devam etti. “Çakkıdı” çalmaya başlayınca da seyirci kaldığı yerden eğlenmeye, şarkı söylemeye devam etti.

Sonra Tahribad-ı İsyan’ı sahneye davet etti Kenan. Bu üç çakı gibi gençten oluşan bu “rap” grubunun ilk albümüne prodüktör olarak imza atmıştı birkaç ay önce. “Rap” müziğin doğduğu yerden, sokaktan yetişmiş ve henüz çok genç yaştaki bu çocukları desteklemesi boşuna değildi zira “rap”e yakın mesafede olmama rağmen albümü dinlediğim zaman şarkılarında söylediklerine, kendilerini ifade ediş biçimlerine, kendilerince felsefelerine filan ben bile hayran olmuştum. Ne var ki konserde seslendirdikleri tek şarkı, “Hamam” dinleyici tarafından pek anlaşılamadı zira ya orkestra fazla “forte” çaldı ya çocuklar mikrofonları fazla yakın kullandılar bilmiyorum, söyledikleri seçilmiyordu.

Tahribad-ı İsyan’ın ardından Konser “Şans Meleğim” ile devam etti. Sonra bu defa konser boyunca kendisine vokal yapan solistleri yanına çağırdı ve “Harika”yı onlarla birlikte söyledi. Yani albümdeki Ajda Pekkan’ın yerini konserde Sibel Gürsoy, Tuba Önal ve Sinem Yalçınkaya aldı. Üçü de şahane sesler zaten ve üçü de kendi başına birer solist aslında. Hâl böyle olunca da o benim pek de sevmediğim “Harika” başka türlü güzel oldu sahnede.

Ardından “Doktor”, “Bunlar da Geçer”, “Kız Sana Hayran” ve “Güzeller İçinden” geldi. Yani anlayacağız eğlence dozu arttı, tempo iyiden iyiye yükseldi, halaylar çekildi, göbekler atıldı. Ama konser burada bitmedi. “Aşk Kokusu” ve Kenan’ın artık klasiklerinden biri olmuş “Tutamıyorum Zamanı” ile gelecekti final. Ya da final değil de “bis” öncesi diyelim.

Bu sene konserlerde yeni bir şey fark ettim. “Bir daha bir daha” tezahüratının modası mı geçti nedir?.. Ya da tempolu alkışın?.. Sahneden inmiş şarkıcıyı geri çağırmak için bunlar yapılırdı oysa. Ama şimdilerde herkes bir ıslık tutturmuş gidiyor. Benim bildiğim ıslık iyi bir manaya gelmez oysa. Daha ziyade protesto anlamı taşır, hatta yuhalamanın kibarcasıdır. Nereden çıktı bu ıslıkla beğeni ifade etmek bilmem.
Neyse ki Kenan geri geldi. Puantiyeli gitarıyla “Pamuk”u çaldı söyledi ve ardından da “Kalp Kalbe Karşı” ile konseri bu kez gerçekten bitirdi.

Ne kadar profesyonel davranmış olsa da etkilenmişti tabii düşmeden. Yüzüne bir bulut inmişti bir süre. Konserin sonuna doğru onu da sildi attı. O kadarcık morali bozulduysa o da can acısından çok güzel giden bir konserin bu talihsizlikle sekteye uğraması nedeni ileydi muhtemelen. Anlayabiliyordum o hayal kırıklığını. Yine de gösteri nasıl devam edere yakından şahit olmuştuk biz seyredenler. Önünde şapka çıkarsak yeriydi.

Açık Hava her yıl nelere nelere şahit oluyor. Kimisi bir bar sahnesinden ya da bir ekstra sahnesinden farksız kullanıyor o sahneyi, kimisi ise kendini ispat ve de el âleme nispet meydanı olarak. Açık Hava’yı Kenan Doğulu kadar bilinçli ve doğru kullanana ise çok az denk geliyoruz. Ne kendini ispata, âleme nispete ihtiyacı var çünkü ne de bir ekstra programı ya da ücretsiz belediye konseri kurgusunu Açık Hava’ya taşıyacak kadar özensiz. Bir de yazının başında bahsettiğim gerçek var. Yani yıllardır ördüğü duvara sırtını yaslayıp rahata ermek varken hâlâ üzerine birkaç taş daha koymaya çabalaması.

Tam bu noktada alkışlar artarak sürer ve Açık Hava tamamen boşalana dek devam eder. Dışarı çıkarız ve mırıldandığımız Kenan şarkılarına köftecinin sesi karışır: “Kenan Doğulu bile buradan yedi!”  

Peki Kenan sahiden o gece o köfteciden köfte yemiş miydi? İnanın bilmiyorum zira konserden sonra kulise girmedim. Hem zaten yeterince kalabalıktı hem de Kenan'ı görseydim "Ah ne fena düştün öyle, ölümü öp bir doktora görün," filan deyip anca düzelmiş moralini oracıkta yeniden bozmam ihtimal dahilindeydi ki bunu istemezdim. Ama çok merak ediyorsanız bir ara sorup öğrenir, size de söylerim.

HAZİRAN 2017 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 26, 2017 02:56

June 22, 2017

Ciddi Ciddi Athena

ATHENA HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ 16 HAZİRAN 2017


Bu zamanda akustik konser vermek mümkün müdür? Ne saçma bir soru değil mi? Akustik konserin zamanı mı olur? Türkiye’de yaşıyorsanız olur. Zira biz ne kadar bar bar bağırsak, “müzik sadece eğlence değildir,” diye söylenip dursak boş… Bu ülkede yaşayan insanlar müzikle eğlenmek istiyor. Buna olan ihtiyaçları her zamankinden fazla. Haksız da değiller. Sıkıldılar, bunaldılar, daraldılar ve dahi içleri karardı yıllardır.

Ama öte yandan müzisyen de müzik yapmak istiyor; sadece eğlendirmek değil. Her zaman yaptığından farklı bir şeyler yapmak, yeni şeyler denemek, müzisyenliğini daha çok göstermek, müzisyen tatmini yaşamak istiyor. Zira ayan beyan ki sahnede tek bir darbuka çalınsa insanlar eğlenecek ama müzisyen bunu doğal olarak kendi başarısı kabul etmeyecek.
Akustik konseri barda yapsan olur mu? E oralara da eğlenmeye gidiyor insanlar. Eğlenmeye, bol bol sohbet etmeye ve piyasaya yapmaya. Aslına bakarsanız canlı müzik yapılan mekânlar arasında en az müzik dinlenilen mekânlar barlar. Bunu herkes biliyor.

Geriye bir tek biletli, oturmalı küçük salon konserleri kalıyor. Tiyatro ya da sinema salonları filan gibi. Onların da getirisi malum. Yani müzisyen tatmininin parasal karşılığı varla yok arası bir şey. Ne yazık ki gerçek bu.
Geçtiğimiz günlerde 2017 Açık Hava yaz konserlerinin ilkinde, Zubizu ve Atlantis Yapım ortaklığında gerçekleştirilen Athena konserindeydim. Yukarıda yazdıklarımın sebebi de o konserin “akustik” alt başlığı taşıması idi zaten.

“Ska” ve “punk rock” arasında gidip gelen bir dolu eğlenceli şarkısı var Athena’nın. O kadar çok ki isteseler bir konser boyu zıplatabilirler gelenleri. Onlarsa bir süredir, sanırım iki yıldır bu akustik konseptle çıkıyorlar kimi konserlere, bar programlarına. Konser bakımından çok rağbet gören, sevilen bir grup Athena. Sıklıkla da kapalı gişe yapıyorlar zaten. Nitekim Açık Hava da tıklım tıkış doluydu o gece. “Akustik” alt başlığına rağmen böyleydi bu.
Ama sanırım gelenler o alt başlığı pek de umursamamış hatta belki de görmemişlerdi. Zira seyirci konser boyu hep bildik Athena şarkılarının bildik icralarını duymaya odaklanmış gibiydi. Ucundan yakaladıklarında hemen ayağa fırladılar nitekim. Yakalayamadıklarındaysa sahneye istek şarkı adlarıyla seslendiler.

Dedim ya, iki taraf da haklı aslında. Ama benim kantarım müzisyenden yana ağır basıyor. Müzisyenler kendi istediğini değil de halkın istediğini yapsaydı hep (ki öyle yapanlar da yok değil) nice olurdu halimiz? Mesela Athena’nın 1998 tarihli ilk “official” albümü “Holigan”ın ‘90’lar Türkçe pop “sound”unda (Korg klavye “sound”u da denilebilir ona) kaydedildiğini hayal edebiliyor musunuz? Evlerden ırak!

Sonuçta konsere eğlenmeye gelenler belki umdukları kadar coşup taşamadılar ama o gece Açık Hava’da bulunan herkes iyi müzik dinledi. İyi, saf, arı müzik. Çünkü Athena müziğinin bildik katmanlarını açmış, aşmış, siz deyin saykodelik, ben diyeyim tasavvufi türlü çeşitli renklere boyanmış çıktı karşımıza. Bildik ya da daha az bildik şarkılarına biçtikleri bu yeni formlar, eğlenmeyi filan bir kenara koyup dikkat kesilerek izlenecek, tadına varılacak türdendi. Böyle bakarsanız meseleye, akustik ya da değil ama bir konserde bir grubun ya da şarkıcının şarkılarını albümlerdekilerden farklı biçimde dinlemek şahane bir şey değil mi aslında?

Grubun mevcut kadrosu Gökhan ve Hakan kardeşlerin yanı sıra (ki onlar demirbaş zaten malum) davulda Sinan Tinar, bas gitarda Umut Arabacı ve klavyede Emre Ataker’den oluşuyor. Konserde kadroya ilaveten perküsyonda Hüseyin Cebeci eşlik ediyordu gruba. Bu kadarcık bir ekipten çıkan “sound” Açık Hava’yı çınlatmaya yetti de arttı bile. Sahnede senfoni orkestrası çalarken bile altyapı kullanan müzisyenlerimiz var biliyorsunuz (ya da bilmiyorsunuz.) O sebeple bu durum altı çizilesi bir şey oldu artık.

Tabii bir de konserin konseptine uygun olarak son derece minimalist bir sahne yerleşimi ve kullanımı söz konusuydu. Televizyondaki malum yarışmadan da bilindiği üzere doğal hali hiperaktif bir çocuktan farksız Gökhan’ın daha sahneye çıkar çıkmaz “Ben bu kadar ciddi yapamam yahu,” demesi boşuna değildi. Şurada ciddi ciddi Athena izleyecektik ve Gökhan’ın da konsept gereği oturması gerekiyordu. Oturabildi mi? Eh işte, zaman zaman. Ama etrafında çevrili cihazlar nedeniyle hareket alanı o kadar dardı ki istese de sahnede şöyle bir turlayamadı. Zaten o ne zaman rayından çıkmaya niyetlense, Hakan bakışlarıyla hizaya sokuyordu Gökhan’ı. Öyle bir etkileşim vardı aralarında. Bunca yıldır fark etmişsinizdir nitekim; fiziksel olarak da pek benzemeyen ikizler aynı insandan iki tane gibi değil de bir tek insanın iki ayrı parçası gibiler. Biri yanı uslu diğer yanı yaramaz, bir yanı planlı programlı, diğer yanı dağınık iki parçası.

Sahnenin tepesine asılı duran ve sadece “Dilek Taşı” şarkısı için aydınlatılan disko topundan yayılan ışıltının klavyenin sesiyle bir olup yarattığı ambiyans ne kadar ‘80’lere benzettiyse Açık Hava’yı, “Kara Toprak”, “Ötme Bülbül”, “Çanakkale İçinde” gibi türküler, düzenlemelerinin sosuyla bir o kadar ’60, ‘70’lerden, yani Anadolu “rock”ın altın çağından ses verir gibiydi. Ama bir taklit, bir öykünme gibi değil, Athena kokusu belirgin denemelerdi bunlar.

Bir ara seyirci kendiliğinden başlayıverince “İzmir Marşı”nı çalmak zorunda kaldılar. Öte yandan son dönemde cesur klibiyle çok konuşulmuş “Ses Etme” ve Nazım Hikmet şiirinden bestelenmiş “Geberiyorum” da vardı repertuarda. Hatta konserin “bis” kısmında “Kanlı Pazar”ı bile söylediler. “Bis”ten hemen önce konserin vedasını “Daha güzel, daha aydınlık günlerde görüşmek üzere,” diyerek yaptı Gökhan. Bütün bunlar protokol sıralarının şerefiyesi en yüksek koltuklarından birinde oturan Acun Ilıcalı’nın gözü önünde cereyan etti. (Bazı fotoğrafların, karikatürlerin altına YORUMSUZ yazılır ya hani, paragrafların altına da yazılabilmeli bence. Mesela bu paragrafın.)

Özetle ya da (Hande Yener ve Mert Ekren’in güzel Türkçemize yakınlarda armağan ettiği kelime ile) “özeten”, müzikal açıdan doyurucu, damakta tat bırakan, diş kamaştıran, kulak dolduran güzel bir konserle Açık Hava 2017 sezon açılışını yaptı Athena. Oldu olacak “set-list”i de yazayım da tam olsun.
"                    “Davet”                       “Kafama Göre”                      “Aşk Meşk Yok”                      “Bu Adam Fezadan”5                   “Geberiyorum”6                   “Her Şey Güzel Olacak”7                   “Yaşamak Var Ya”8                   “Dilek Taşı”9                   “Kime Ne”
          ARA
1                  “Yalan”1                  “Ses Etme”1                  “Beni Hor Görme Kardeşim” ve bağlı olarak “Ötme Bülbül”1                  “Arsız Gönül”1                  “Kara Toprak”1                  “Bahçe Duvarını Aştım”1                  “Çanakkale İçinde”1                  “Kalem”1                  “Serseri Mayın”1                  “Öpücük”2                  “Ben Böyleyim”
          BİS
2                  “Kanlı Pazar”2                 “Arsız Gönül”

Bu arada son noktayı koymadan bir detayın üzerine gitmek istiyorum birkaç cümleyle. Athena ile başlayan ve Zubizi sponsorluğundaki bu konser serisinin etkinlik organizatörü Atlantis Yapım idi. Bu alanda epeyce deneyimli ve daha önce başka Açık Hava konserleri de yapmış bir firma Atlantis Yapım. Bu yüzden yönetici ve çalışanlarının bu konuları iyi biliyor olması lazım. Konserlerde protokol koltukları (her ne kadar bir kısmı biletli satılıyor olsa da) büyük yüzdeyle sahnedekilerin eşini dostunu, tanıdığını ya da bir şekilde konserle bağlantısı olanları (mesela benim gibi konser hakkında yazacak olanları) ağırlar ki o gece de öyleydi.

Haliyle bu insanlar konserden sonra sahnedekileri tebrik etmek, onlarla iki laflamak isteyebilirler (şahsen ben şayet çok kalabalıksa bu konuda hiç ısrarcı olmam, çıkar giderim.) Konser girişinde zaten güvenlik araması yapılıyor ve bugüne kadar hiçbir şarkıcı da konser kulisinde suikasta uğramadı bildiğim kadarıyla. Yani bu kadar korkacak, kulis girişlerine korumalar yığacak, demir parmaklıklar koyacak kadar tehlikeli bir durum yok ortada. Kulis kapısında “görevli kartı olmayanı almıyoruz” deyip görevli olmadığı çok belli ama meşhur olması hasebiyle tanıdık simaları içeri alıp diğerlerine kabalık yapmak oraya dikilmiş korumaların haddi değil. En kötü ihtimalle bilen birileri kapıda durur ve içeri girmek isteyenlerden kimin iyi niyetli kimin kötü niyetli (ne demekse o) olduğuna onlar karar verir; korumalar değil. Ya da gerçekten hiç kimseyi almazsınız ki bu da sanatçının ya da ekibinin tercihi olabilir, kimse de bir şey diyemez.
Bunları yazarken hicap duyuyorum ama demek ki yazmak gerekiyormuş demek.
HAZİRAN 2017
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 22, 2017 05:43

May 3, 2017

Funda Arar Röportajı


“Gazino zamanlarına geri dönmek mümkün olsa, yine pop söyleyen bir şarkıcı mı olurdunuz, yoksa assolist mi?” diye soruyorum. “Tabii ki assolist,” diyor gülerek. “Hiç kendimi yormazdım. Nasıl olsa eğitimini de almışım, direkt Türk müziğini patlatır giderdim.”


Funda Arar’la geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan (Kıraç’la yaptığı düet mini albümü saymazsak) on birinci stüdyo albümü “Aşk Hikâyesi”ni konuşmak için bir araya geldik. 

Röportajın tamamını okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 03, 2017 15:08

Yavuz Hakan Tok's Blog

Yavuz Hakan Tok
Yavuz Hakan Tok isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Yavuz Hakan Tok's blog with rss.