Yavuz Hakan Tok's Blog, page 44

October 28, 2018

Seyyal Taner Röportajı


"KİMSE KALBİNİN İŞİNE SON VERMESİN"

“Ülkü Aker o şarkıyı yazdığında benim yaşım çok gençti,” diyerek başlıyor anlatmaya. Şarkı birdenbire patladı, plağı çok sattı, Altın Plak aldı. “Hemen peşinden bir şey daha yapmak lazım,” diyorlar. Ülkü de diyor ki “Genç yaşında kalbinin işine son verdirttik kızın, bari bu defa kalbini affettirtelim.” Sonra da oturup “Kalbimi Affettim”i yazıyor. Ama ben sonra anladım ki bu işin yaşı başı yokmuş. Kalbin işine hiç son vermemek lazım.”



Röportajın tamamını okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 28, 2018 14:52

Rock Müzikaller

HÂLÂ MÜZİKAL, HÂLÂ ROCK



(Milliyet Sanat dergisi Eylül 2018 sayısında yayımlanmıştır.)
‘80’li yıllarda tek kanaldan yayın yapan siyah beyaz televizyonlarımızda az buz müzikal film izlemedik. İncir çekirdeğini doldurmayacak konuları, durup dururken şarkı söylemeye ve dans etmeye başlayan oyuncuları, neşeli şarkılarıyla o şahane müzikal filmler… Müzikallere tutkuyla bağlanmış bir kuşak varsa bu ülkede, bilin ki televizyon sayesindedir. Zira ne Braodway prodüksiyonlarının Türkiye’ye gelebilmesi ihtimali mümkündü o yıllarda ne de Türkiye’de kısıtlı imkanlarla sahneye konulan yerli ve yabancı müzikallerin Broadway ihtişamını yakalaması. İyisiyle kötüsüyle yapılanları da sevdik, bağrımıza bastık, o ayrı. Ama yurt dışına gidip yerinde izlemek gibi bir lükse sahip değilseniz, müzikalin hasını izlemek ancak filmler sayesinde mümkün oldu memlekette.
Şimdilerde zaman zaman yurt dışından büyük prodüksiyonlar gelip Türkiye’de perde açıyor açmasına ama bizim için o çapta müzikaller sahnelemek hâlâ zor.

Müzikaller tarihinde iz bırakmış müzikallerden temaları bir araya getiren Rock Müzikaller adlı gösteri on bir yıl aradan sonra ikinci kez sahneleniyor. Rock Müzikaller’in 2018 versiyonu 24 Eylül’de Harbiye Açık Hava Tiyatrosunda izleyici karşısına çıkacak.


Türkiye’de pek azı sahnelenebilmiş Hair, We Will Rock You, Rock of Ages, American Idiot, Jesus Christ Superstar, Footloose, Rent ve School of Rock gibi müzikallerden bölümlerin yer alacağı bu gösteri kalabalık bir kadroyla sahneye konuluyor. Aslı Gökyokuş, Ayça Varlıer, Erdem Yener, Evrencan Gündüz, Fatma Turgut, Ferman Akgül, Gripin, Güvenç Dağüstün, Özge Borak, Özge Fışkın, Seran Bilgi ve Şehnaz Sam’ın yanı sıra Zuhal Olcay da konuk sanatçı olarak sahnede olacak o gece. Bu ekibe genç yeteneklerden oluşan bir dans grubu ve koro da eşlik ediyor. Uniq İstanbul’da dansçı seçmelerinin yapıldığı gün gösteri ile ilgili detaylı bilgi almak üzere yapım ekibinin konuğu oldum.

Gösterinin yapımcılığını Nurcan Karaca, yönetmenliğini Onur Turan, müzik direktörlüğünü ise Tuluğ Tırpan üstlenmiş. Koreograf Nur Sonbahar, dekor tasarımı Aslı Varlıer, görsel sanat tasarımı ise Cevdet Canver imzası taşıyor.
“İlk kez 2006’da Broadway’den İstanbul’a Müzikaller projesini yapmıştık. Umulmadığı kadar ilgi görünce bir sonraki sene Rock Müzikaller’i yapmaya karar verdik. Geçtiğimiz yıl Broadway’den İstanbul’a Müzikaller projesini tekrar ettik. Bu sene de Rock Müzikaller’i yeni bir kadro ve güncellenmiş bir içerikle tekrar ediyoruz,” diye anlatıyor projenin mimarı Nurcan Karaca. Daha önce İbrahim Tatlıses ve Şebnem Ferah’ın senfonik konserlerine de imza atan Karaca gerçek bir müzikal tutkunu olduğunu da söylüyor.   

Sözü tam bu noktada yönetmen Onur Turan devralıyor. Onur Turan Haldun Dormen ekolünden yetişmiş genç bir yönetmen. “Aslında bu defa müzikalin bir şov olduğu mantığından bir tık öteye çıkarak, o müzikallerin kendi dönemlerinde anlatmak istediklerini, alt metinlerini çok da ajite etmeksizin seyirciye vermek istedik. Mesela bunlardan bir tanesi çocuk istismarı meselesi. Ayça Varlıer, Aslı Gökyokuş, Özge Borak ve Fatma Turgut, Spring Awakening müzikalinden ‘Mama Who Bore Me’ ve ‘The Dark I Know Well’ adlı şarkıları çocuk istismarına dikkat çekmek ve dur demek için söyleyecekler. Bunun gibi birçok kurgumuz var.”

Onur Turan bu gösterinin müzikal şarkılarından oluşturulmuş bir konser gibi algılanmamasını gerektiğinin altını çiziyor sonra: “Belli müzikallerin belli şarkılarından bloklar oluşturuyoruz evet ama her blokun kendi içinde bir teması var ve bütün bloklar birbirine bağlı. Hem müzikal anlamda hem de reji anlamında. Yani bu bir konser formatı değil. Öyle olsaydı zaten ne bana ne Tuluğ’a ihtiyaç olurdu ne de özel çok fazla prova yapmaya. Bir de şunun altını özellikle çizmek lazım: Biz sadece ‘rock’ müzik dinleyen insanlara hitap eden bir proje yapmıyoruz; müzikal tiyatro izleyicisine yönelik bir iş yapıyoruz. Nitekim kadromuz da geniş bir yelpazede ‘rock’ müzik yapan şarkıcılar ve müzikal tiyatro dünyasının yıldızlarından kurulu. Seçtiğimiz müzikaller arasında ‘hard rock’ türünde olan da var, ‘pop rock’ türünde olan da. Öyle bir denge kurduk. Yani sadece cayır cayır elektronik gitarların çalındığı bangır bangır bir müzik olmayacak o gece.”

Kullanılacak şarkıların nasıl seçildiğini ise müzik direktörü Tuluğ Tırpan anlatıyor: “Bir beyin takımımız var; birlikte seçiyoruz. Her ne kadar bu bir şovsa da kendi içerisinde dinamikleri olan bir iş. Bu işe gönlünü katarak dâhil olmuş arkadaşlarımızın da kendilerini en doğru şekilde prezante edebilecekleri şekilde bir şarkı dağılımı yapmaya çalışıyoruz ki bu çok önemli. Çünkü baştan sonra bir müzikali oynamasalar bile söyledikleri şarkılarda bir karakteri seslendiriyorlar aslında; sadece şarkı söylemiyorlar. Bu yüzden de biraz zorlanıyoruz hem kendimizi hem de onları mutlu etmek adına. Bir sürü şarkı geliyor gidiyor. O olsun, bu olmasın… Ama şimdiye kadar aşağı yukarı hep on ikiden vurduğumuzu düşünüyorum.”  

Tuluğ Tırpan Viyana Konservatuarı ve Viyana Müzik Akademisi’nden mezun bir klasik müzik ve caz piyanisti. Yıllardır Türkiye’de sayısız önemli müzikal işe imza atmış Tırpan, Avusturya’da yaşadığı dönemde de benzer projelerde çalıştığını söylüyor. “2007’de Türkiye’ye yeni dönmüştüm ve Sertab Erener beni Nurcan’la tanıştırınca Rock Müzikaller projesinde birlikte çalışmaya başladık. Bildiğim ve yaptığım bir işti aslında ama uzun yıllar yurt dışında kaldığım için Türkiye’de kimseyi tanımıyordum. Alman, Avusturyalı, İsviçreli müzikal yıldızlarının seslendirdiği şarkıları bir kez de bizimkilerden dinleyince bu beni olumlu anlamda şaşırtan bir deneyim oldu. Bizde de nasıl bir potansiyel olduğunu gördüm. Seyircinin ilgisi de bizi çok sevindirdi işin doğrusu.”

Nurcan Karaca on bir yıl önceki gösteride yaşadıkları bir deneyimi anlatıyor bunun üzerine: “Hayko Cepkin’in ilk müzikal tecrübesiydi. Tuluğ’un onun için seçtiği ve ona yakışacağını düşündüğü şarkıyı söylememek için epeyce direndi. Sonunda kabul edip söyledi ve o şarkı gösterinin en çok alkış alan, en beğenilen bölümlerinden biri oldu. Kimin neyi nasıl yapabileceğini, hangi şarkıyı doğru taşıyabileceğini çok iyi gözlemleyebiliyor Tuluğ. Bu konuda hem yeteneği hem de tecrübesi çok. Mesela o gösteride Hayko’nun söylediği şarkıyı bu defa Ferman Akgül söyleyecek. Parça aynı ama yorumlayacak kişiye göre hem şarkının icrası hem de reji değişiyor. Bambaşka bir şey çıkıyor ortaya.”

Nurcan Karaca “Aslında yola ilk çıktığımızda amacımız yeni bir müzikal yapmaktı,” deyince Tuluğ Tırpan da onaylıyor bunu. “Üçümüzün de hayali bu hâlâ. Gönül istiyor ki böyle bir tek bir gece de değil, Broadway’deki oyunlar gibi ya da Türkiye’deki Lüküs Hayat gibi on – on beş sene devam etsin, insanlar karakterleri tanısınlar, sevsinler, yıllar sonra çocuklarına anlatsınlar.”

Bunun eskiden olduğu gibi bugünkü Türkiye şartlarında da hiç kolay olmadığını, yakın zamanda bir müzikal projesinin içinde yer almış ve hâlâ yer almakta olan biri olarak çok iyi biliyorum. Ama her şeye rağmen yazının başında bahsettiğim o müzikal tutkusuna benim gibi kendini kaptırmışların arasında olmanın verdiği tanıdıklık duygusuyla içten bir “İnşallah”, diyorum. Sonra şeytan dürtüyor tabii ve sormadan edemiyorum: “Yeni bir müzikal yapılsa hem oyunculuk hem şarkıcılık hem de dans performansı açısından bu işin altından kalkabilecek kimler var Türkiye’de?”
“Bu Fatih Terim’e hangi oyuncuyu transfer edeceksin diye sormaya benziyor,” diyor gülerek Tuluğ Tırpan. “İsim vermeyeceğim ama ben şu anda Türkiye’de altmışa yakın ismin böyle bir projede neyi yapıp neyi yapamayacağını biliyorum.”

Sohbeti bitirip hep beraber bir üst kata çıkıyoruz. Seçmelere katılacak genç dansçılar bizi bekliyor. Derken gösteri dünyasında kullanılan tabiriyle “audition” başlıyor. Laf aramızda dansçıların oracıkta verilen koreografiyi nasıl kolayca ezber edip nasıl hatasız tekrar edebildiklerine yine şaşırıyorum. Buna hep şaşıracağım sanırım; zira o başka bir yetenek ve zekâ işi. Günün sonunda dilime takılıp kalansa “audition” sırasında defalarca kez çalınan aynı adlı Abba müzikalinin şahane şarkısı “Mamma Mia” oluyor haliyle. (Ama bu şarkı 24 Eylül’deki gösteride yokmuş, onu da söyleyeyim.)

AĞUSTOS 2018
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 28, 2018 14:25

Seninle Başım Dertte Müzikali

YEŞİLÇAM FİLMLERİ TADINDA MÜZİKAL


(Milliyet Sanat dergisi Temmuz 2018 sayısında yayımlanmıştır.)
İBRAHİM - “Şöhret olacaksın yani?”
NERİMAN - “E herıld yani. Yıllardır bunun için uğraşıyorum ben, olmayayım mı?
Taksi şoförü İbrahim, şantöz Neriman’a plak teklifi geldiğini öğrenince deliye döner. Neriman plak yapacak, belki de şarkı söylediği pavyondan ayrılacak, büyük bir gazinoya transfer olacaktır. Pavyonun kapısında taksi şoförlüğü yapan İbrahim için bu, Neriman’ı bir daha görememek demektir. Daha ona âşık olduğunu bile söyleyemeden…

Selami Şahin’in ‘60’lardan bugünlere dillerden düşmeyen şarkıları bir müzikalde bir araya getirildi. Hikâyesi 80’li yıllarda geçen Seninle Başım Dertte müzikali 21 ve 22 Temmuz’da Küçükçiftlik Park’ta perdelerini açıyor.

İki yılı aşkın bir süredir projesi tasarlanan, yaklaşık dört aydır da provaları devam eden müzikalin yazarı ve müzik danışmanı olarak her safhada işin içinde olsam da bu kez provalardan birini dışarıdan bir gözle izlemek ve dergiye yazmak için Tiyatro Kedi’nin Atölye Sahnesindeyim. Siyah duvarlar, kırmızı seyirci koltukları, dekor olarak kullanılan koltuklar, masa ve sandalyeler, irili ufaklı aksesuar, reji masasında üzerine sayısız not alınmış tekstler ve bir prova geleneği olarak simit ve gravyer peyniri…

Oyuncuların da yönetmenin de işi zor. Zira bir müzikal için bir tiyatro oyunundan çok daha fazla çalışmak gerekiyor. Sadece oyun provası değil; haftanın iki günü koreograf Gökmen Kasabalı eşliğinde dans provası, şan dersleri, müzik yönetmeni Semih Erdoğan’ın stüdyosunda devam eden şarkı provaları…

Lider Şahin ve Burçin Bildik’in epeyce hüzünlü ikili sahnesi prova edildikten hemen sonra Burçin’e müzikal hakkında neler düşündüğünü soruyorum. “Bu müzikal her şeyden önce Selami Şahin’in ne kadar büyük bir müzik adamı olduğunu, şarkılarının bilinçaltımızda ne kadar yer ettiğini bir kere daha gösterdi bana,” diyor Burçin Bildik.

Provada oyundaki şarkılar yeri geldikçe ‘demo’ kayıtlardan çalınıyor, sahne geçişleri, koreografiler çalışılıyor. Derken provayı filan unutup hep birlikte şarkılara eşlik ederken buluyoruz kendimizi. Şarkıları ezbere bilmeyen yok.

Hisarlı Pavyon’un dansözü manikürcü Okşan’ı Öncül Aktarıcı canlandırıyor. “Her kız çocuğunun bir dansöz olma hayali vardır ya işte… Bilirsiniz, böyle süslü taşlı elbiseler… Benim de vardı. Bu rol için teklif geldiğinde ilk düşündüğüm bu oldu,” diyor Öncil Aktarıcı. Oyunun diğer tüm kostümleriyle beraber, dansöz kostümünün de Sadık Kızılağaç gibi bir usta tarafından hazırlanıyor olmasını ise büyük bir şans olarak nitelendiriyor.

Müzikalin bir başka renkli karakteri Tanju’yu canlandıran Cenk Tunalı’ya oyunu bir cümleyle anlatmasını istediğimde şu cümleyi kuruyor: “Gerçek bir müzik ziyafeti, çok eğlenceli bir nostalji ve çok tanıdık ama bir o kadar keyif dolu bir aşk hikayesi...” Sürprizi bozmamak için bu yazıda Tanju karakterinden fazla bahsetmemeye de birlikte karar veriyoruz.

Aynı nedenle Şoför İbrahim’in oyunun sonunda ortaya çıkacak büyük sırrından da burada bahsetmeyeceğim ama İbrahim karakterini canlandıran Lider Şahin’e müzikal hakkında hissiyatını sorabilirim. “İlk oyunculuk deneyimimde bu kadar büyük bir projede bu kadar önemli isimlerle çalışmayı kendi adıma bir şans olarak görüyorum,” diyor Lider.  “Umarım müzikalimiz Türk müziğine değerli eserler bırakmış Selami Şahin'e layık bir yerde görülür.”

Selami Şahin’in oğulları Lider ve Emirhan Şahin kardeşler, babalarının ‘80’li yıllarda kurduğu ve şimdilerde Lider Entertaintment adıyla faaliyetlerini yürüten şirketi tam da bu kaygıyla yönetiyorlar. Selami Şahin markasına yakışır bir iş çıkarmak müzikal ekibindeki herkesin ortak kaygısı ama galiba bu yükün ağırlığı en çok Lider’in ve prodüktörlüğü üstlenen Emirhan’ın omuzlarında.

Lider Entertaintment’ın yapımcılığını üstlendiği müzikal, Tiyatro Kedi’nin bir projesi olarak hayata geçirildi. Usta oyuncu Hakan Altıner müzikalin Genel Sanat Yönetmenliğini üstenirken, oyundaki kilit karakterlerden birini, Cevdet Kanlıcalı’yı canlandırıyor. “Genel prova aşamasında; sağlam bir oyun metnini, olağanüstü müzikler, incelikli bir reji, sıra dışı sahne ve kostüm tasarımı, marifetli bir koreografi ve maharetli oyunculuklar ile izlerken düşünüyorum ki herkes elinden gelenin en iyisini yapmış,” diyerek ifade ediyor düşüncelerini Hakan Altıner.

GÜLTEN – Koskoca Neriman’ın annesiyim bugüne bugün. Ay nereye gitsek gazetelerde boy boy resimlerimiz çıkıyor. Halk bizden örnek alıyor giydiğimizi ettiğimizi. Sanatçıyız biz.
NERİMAN – Sanatçıyız… Biz?
İbrahim’in korktuğu başına gelmiş, Neriman şöhreti yakalamış ve büyük gazinolara transfer olmuştur. Bu durum en çok yıllardır kızını şöhret etmek için uğraşan Gülten Hanım’ı memnun eder. Deli dolu, telaşlı ve komik ama bir taraftan da atmaca gibi bir annedir Gülten. Türk tiyatrosunun duayen oyuncularından Suna Keskin, bu oyunda Gülten rolüyle izleyici karşısına çıkıyor. Her prova günü ekipteki herkesin Ortaçgil’in o meşhur şarkısındaki gibi yanına gidip “Merhaba,” demeye can attığı, herkesin “Suna Abla”sı o. “İnsanların duygularına hitap eden güzel müzikler, güzel sözcüklerle birleşince hem seyirciler hem oyuncular mutlu olacaktır eminim. Bu müzikal aynı zamanda benim tiyatro sahnesinde 55’inci yılımın bir kutlaması. Bunca yıldır oynadığım karakterlerden arasında Gülten’in ayrı bir yeri olacak benim için,” diyor Suna Keskin.  

Hasan karakteri için ‘oyunun kötü adamı’ ama bildiğiniz kötü adamlardan değil dersem bilmem ‘spoiler’ vermiş olur muyum. Karakteri canlandıran Anıl Yülek, “İzleyenlerin evlerine keyifli bir şekilde dönecekleri ve tadının damaklarında kalacakları bir iş çıkardığımızı düşünüyorum,” diyor. Genç bir oyuncu ve müzisyen olarak bu projenin bir parçası olmaktan duyduğu mutluluğu da ekliyor sözlerine.

Oyunun yönetmeni Damla Cercisoğlu’nun yanına gidiyorum bu defa. “Bu müzikal bir çoğumuz için meslek hayatımızda yeni bir sayfa,” diyor Damla. “Benimse yönetmen olarak kariyerimin çok önemli bir dönemeci. Bir kadın yönetmen olarak yola çıkarken istediğim şey, hayata tutunmak için mücadele eden bir kadın karakterle onu anlamaya çalışan bir erkeğin aşkını Yeşilçam hikayeleri tadında anlatabilmekti. Zira ben de Neşeli Günler filmi ile büyümüş nesildenim.”

Televizyon dizi izleyicilerinin yakından tanıdığı Toprak Sağlam oyunun başrollerinden birini, Neriman’ı canlandırıyor. “Kendimi içinde hayal ettiğim ve bunun için çok emek verdiğim rüyam gerçek olmak üzere. Hem de yaşayan bir efsanenin muhteşem eserleriyle. Toprak’a ne oldu derlerse mutluluktan öldü desinler,” diyor gülerek Toprak. Nitekim bu söylediklerini provanın her saniyesinde gözlemek mümkün. Özellikle Lider’le ikisinin ortak sahnelerinde yaptıkları muziplikler nedeniyle sık sık baştan almak zorunda kalıyorlar.

İnsanın 25 yıllık eşiyle röportaj yapması da bir tuhaf ama bu oyunla sahneye ilk kez oyuncu olarak çıkacak olan Elhan Tok’a da soruyorum düşüncelerini. Elhan oyunun en eğlenceli karakterlerinden birini, Yeşilçam sevdalısı ‘film ve ses yıldızı’ Aysel’i canlandırıyor. “Mucizeler aslında gerçektir; sadece zamana ihtiyaçları vardır. Bence bu müzikal de bir mucize. En kıymetli tarafı da hayalleri bir olanların bir araya gelmesi. Benim içinse hayatımın ‘bonus’u,” dedikten sonra “Boşvere Boşvere”yi söylediği sahnenin provası için yerini alıyor.  

İş bilir ve kurnaz plak yapımcısı Osman rolünde yılların usta oyuncusu İsmail Düvenci var. “Bugüne dek oynadığım ve izlediğim müzikallerin içinde en sürükleyici ve en güzel olanı bu,” diyor Düvenci. “Dilerim Selami Şahin gibi değerli diğer bestecilerimiz için de onlar henüz hayattayken buna benzer projeler yapılır.” Daha oyunun tekstini ilk okuduğunda plakçılar çarşısına gidip oradaki yapımcıarla tanışan, rolüne çalışan İsmail Düvenci provaya getirdiği kestane şekerleri ile de ağzımızı tatlandırıyor.

Son olarak meraklıları için müzikalin turne programını da not düşeyim: 17 Ağustos Antalya Konyaaltı Açık Hava, 18 Ağustos Alanya Açık Hava, 26 Ağustos Bodrum Antik Tiyatro, 28 Ağustos Kuşadası Amfi Tiyatro, 30 Ağustos Çeşme Açık Hava, 1 Eylül Ayvalık Amfi Tiyatro, 2 Eylül Altınoluk Amfi Tiyatro, 8 Eylül Bursa Açıkhava.

HAZİRAN 2018
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 28, 2018 13:55

September 24, 2018

Çadırsız Festival


FİZY İSTANBUL MÜZİK HAFTASI (18-23 EYLÜL 2018 ZORLU PERFORMANS SANATLARI MERKEZİ)

Müzik dünyası yeni bir festivale daha kavuştu. Ama bu festival diğerlerinden bir hayli farklı. Zira cazı, klasiği bir kenara koyarsak, popüler müzik festivali deyince akla açık alanlar, çadırlar, sırt çantaları filan geliyor ister istemez. Bir de “rock” müzik tabii doğal olarak. Ben hiç Türk sanat müziği festival yapıldığını görmedim, duymadım mesela. Keza arabesk… Ve dahi pop müzik festivali yapıldığı da görülmüş şey değildir memlekette.

Eskiden bir festival modası vardı ama o başkaydı. Karpuz festivalinden kiraz festivaline o beldenin nesi meşhursa onun festivali yapılır, festival kaç gün sürerse her gece bir başka şarkıcı sahneye çıkardı. Alaturkacılar, popçular, türkücüler filan karışık. O zamanlar “rock”ın esamisi okunmazdı tabii. Özellikle Çeşme, Kuşadası ve Marmaris festivalleri döneme damgasını vurmuştu ama onlar da sayılmaz. Onlar başka bir kafaydı zira.
Neyse şimdi yurdun festival tarihini anlatacak değilim. Bugüne bakalım. İlk cümlede verdiğim haberi ballandırayım biraz.

Fizy İstanbul Müzik Haftası etkinliğin tam adı. Adı üzerinde bir hafta sürüyor ve Zorlu Performans Sanatları Merkezinin türlü çeşitli salonlarında gerçekleştiriliyor. Bahis konusu merkezde çadır kurabilecek, hatta at koşturulabilecek kadar geniş alanlar var ama gerek yok. Zira evinizden kalkıp metroyla filan kolayca gelebildiğiniz için yatıya kalmak ihtiyacı hasıl olmuyor. Ayağınız bırakın çayırı, çimeni, tozu, toprağı, granitten gayrısına da değmiyor. Bunlar birer lüks mü? Vallahi araziye, toza toprağa, sırt çantasına filan yirmili otuzlu yaşlarında ziyadesiyle doymuş biri olarak benim için lüks. Tabii herkesin nereden baktığına bağlı ama zaten bu festivali diğerlerinden ayıran sadece konfor meselesi değil. Ne peki?

Bir kere programda müziğin sadece “rock” kanadına değil, pop kanadına da yer verilmiş. Bu bir ilk. Yani Selda Bağcan, Şebnem Ferah, Athena, Teoman, mor ve ötesi gibi festival kamberlerinin arasına Kenan Doğulu, Edis, Simge, Ece Seçkin gibi pop yıldızları serpiştirilmiş. Oran eşit değil belki ama olsun.  Fizy gibi müziğin her çeşidini barındırıp müzik dinleyicisinin her kesimini hedef kitle kabul eden bir platform sadece “rock” müzik festivali yapmamalıydı zaten.

Bunu yıllardır yazar, çizer, iddia ederim ki dinleyicisinden sponsoruna, müzik yazarından radyocusuna herkesin bu ülkede yapılan müziğin her türüyle barışması şart. Türkiye’de müzik sektörü ancak o zaman rönesansını yaşayabilecek. Önyargılar, kategorize etmeler, ötekileştirmeler, iteklemeler bittiği zaman… Kimse kimsenin ne dinleyeceğine karar verme yetkisini kendinde görmediği zaman. Seçme hakkı ve sevme hakkına saygı duymayı öğrendiğimiz zaman.

Bir Emel Sayın konseri neden olmasındı mesela bu haftada? Ya da bir Kibariye?.. Koliva, Kardeş Türküler, Suzan Kardeş?.. Zamanla oralara da geliriz umarım. Şimdilik popçuların varlığı bile az şey değil. En azından ufaktan bir seçme hakkımız doğmuş.

İkinci mesele programa dâhil edilen paneller. Evet, müziğin çeşitli boyutlarıyla tartışıldığı paneller, masaya yatırıldığı konferanslar, söyleşiler filan yapılıyor zaman zaman. İKSV’de vardı bir ara. Benzer şekilde kimi akademik etkinliklere de rastlıyorum bazen, özellikle üniversitelerde. Ama dört gün boyunca ardı ardına toplam on üç oturumluk bir paneller serisinin yapıldığına ilk kez şahit oluyorum. Çok iyi seçilmiş konular, yer yer nokta atışıyla seçilememiş olsa da alanında yetkin konuklar bir yana organizasyonun hem teknik hem de idari anlamda akıcılığı ve aksaksızlığı alkışa değerdi. 

İşin paneller kısmı bulunmaz Hint kumaşıydı benim için ve bendeniz naçizane bir talebe disipliniyle her gün iştirak etmeye çalıştım efenim. Ne var ki kendi kendime azmettiğimle kaldım. Çünkü geleneksel medyanın müzik köşelerini ellerinde tutan kıdemli müzik yazarlarından, sosyal medyanın kendini müzikle ilgili her konuda ahkam kesmeye adamış yeni yetmelerinden, müziği meslek olarak icra eden müzisyen tayfasından kimselere rastlamadım panelleri izlemeye gelenler arasında. 

Bunların dışındaki seyirci katılımı zaten azdı çünkü konular doğal olarak spesifikti ve bu bir ilgi alanı ve merak meselesiydi. Bir de hafta içi günlerde mesai saatlerindeydi paneller. Ama konuşmacı olarak işli güçlü adamların/kadınların, pazarlama müdürleri, direktörler, yayın yönetmenlerinin filan vakit ayırıp, hazırlanıp gelmeleri Fizy’nin, PSM’nin ve Mediacat’in ayrı ayrı marka değerleri ve saygınlıklarıyla doğru orantılı bir ciddiyetin göstergesiydi şüphesiz.

Ben kendi adıma çok şey öğrendim, ufkumu ve görüşümü açacak konuşmalar dinledim, düşündüm, kafa yordum ve bu beni mutlu etti. Yukarıda bir cümlede de bahsini geçirdiğim gibi, kimi konular için seçilen konuşmacılar en doğru isimler değildi belki ya da kimi konuların ucu fazlaca açıktı, verilen sürede toparlanmaları zordu. Ama bunlar ilk tecrübe için göz ardı edilebilecek kusurlardı.

Konserlerin tümünü takip etmek tabii ki mümkün değildi. Hem eni konu mesai harcamak icap ederdi hem de aynı anda üçe beşe bölünmek. Ben kendi adıma fırsat bulduğum zamanları değerlendirdim. Perşembe gecesi aynı anda Ortaçgil’in konser verdiği salonun kapısının önünden geçerken kafam o tarafa dönük kaldı ama ayaklarım beni Kalben konserine götürdü. 

Cuma gecesi Selda’yı izledik. O bittiğinde başka bir salonda devam eden Tuna Kiremitçi konserine iki-üç şarkılığına da olsa takılıp sonrasında yine salon değiştirip ucundan Athena izledik. Son gün ise önce Simge’yi, ardından Edis’i izleyebildim. Daha fazlasına ne zamanım ne de (salonların bütün konforuna rağmen) ayakta dikilme mecalim yeterli değildi. Yoksa gönül daha fazlasını da görmek isterdi.

Ama bu kadarcığı bile bir fikir edinmeme yetti. Bir kere konserlerde gördüğüm seyirci kalabalığı çok sevindiriciydi. Hatta benim gidemediğim cumartesi günü biletlerin tamamen tükendiğini öğrendim sonra. Henüz sezonun tam başlamadığı bir zamanda, bir geçiş döneminde ve de ekonomik bir krizin içinde olmamıza rağmen insanlar müziğe ve eğlenceye akın akın gelebilmişlerdi demek. 

Yaz aylarında sosyal medya vasıtasıyla takip ettiğim festivallerin, konserlerin doluluk oranları ve dahi bizim müzikale gittiğimiz şehirlerde gösterilen ilgiyi de üzerine koyduğum zaman şu sonuca varabilirdim: Kriz ve baskı dönemlerinde insanlar daha çok müziğe, sanata sarılıyor, müzik ve sanat üzerinden sosyalleşmeye, ortak duyarlılıklarla bir araya gelmeye daha fazla ihtiyaç duyuyorlardı. Tarih bunu zaten söylüyordu da bir kere de gözümle görmüş oldum.

İşin konserler kısmının da (en azından gördüğüm kadarıyla) tıkır tıkır işlediğini söyleyebilirim. Hiçbir kargaşa, karışıklık ve hataya şahit olmadım. Teknik olarak zaten her şey çok iyiydi. İstanbul’da aynı anda bu kadar çok sayıda konseri taşıyabilecek başka kapalı mekân da yok zaten. Bununla birlikte mevcut salonların hepsinde ışık, ses ekipmanları oturma ya da ayakta durma düzenleri, sahne tasarımları, konumlandırmaları gibi teknik konular ziyadesiyle tatmin edici. Konser çıkışında kulaklarınız şişmiyor, beyniniz zonklamıyor. Kimse size zorla içki satmaya çalışmıyor ama almak isterseniz de her yerde elinizin altında. Kalabalıktan bunaldığınızda çıkıp nefes alabileceğiniz alanlar fazlasıyla var.

Festival haftası içinde bir de ödül töreni vardı. Fizy Müzik Ödülleri töreni. Gayet minimalist, az kategorili, kısa bir sürede başlayıp biten bir ödül töreniydi bu. Bir son dakika kararıyla kendimizi törende bulduk Çarşamba gecesi.

Tabii memleketteki her ödül töreni gibi dağıtılan ödüller tartışmaya açıktı. Söylendiğine göre Fizy platformundaki dinlenme ve izlenmelerle belirlenmişti ödül sahipleri. Yani bir jüri ya da oylama yoktu. Televizyon tabiriyle “reyting” birincileri belirlenmişti bir nevi. İyi hoş ama akademik bir jürinin belirli kriterlere göre seçim yapmadığı bir ortamda birinci gelenlere “en iyi” demek doğru muydu? “En iyi” demek en çok izlenen, en çok dinlenen demek miydi? Peki tüm zamanların en iyi grubu kategorisindeki birinci nasıl belirlenmişti bu durumda? MFÖ’yü kim seçmişti?

Bunun yerine Fizy platformunda yılın en çok izlenen kadın / erkek şarkıcıları, şarkıları, albümleri, en çok izlenen klipleri filan ödül alsa ve böyle anons edilse, Ahmet Kaya, Sezen Aksu, MFÖ gibi isimlere Fizy Onur Ödülü filan gibi ödüller verilse kuşkusuz çok daha inandırıcı ve şık olurdu.
Kısa ama gösterişli ödül töreninde ödül alanların büyük kısmı yoktu. Hatta Mazhar Alanson ödül konuşmasında katılmayanlara dokundurmadan edemedi. Bu törenin ödül alan herkesin gelebileceği bir tarihe denk getirilmesi imkânsız mıydı onu bilemem ama ilk tören için talihsiz oldu bu durum.

Günahıyla sevabıyla ilk Fizy İstanbul Müzik Haftası böylece geldi geçti. Fizy, Zorlu PSM, Atlantis Yapım,  SM Production ve Mediacat’e bir müziksever ve de müzik yazarı olarak teşekkür etmek boynumun borcu.

Şimdi sırada ay sonunda başlayacak olan Ada Müzik etkinliği Burada Müzik Var’da sıra. Moda Kayıkhane’de gerçekleştirilecek etkinlik kapsamında da bir dolu konser var bizi bekleyen. Üstelik orada da çadır kurmaya gerek yok.
Böylesi etkinlikler, festivaller, konserler ne kadar çok olursa o kadar iyi. Hele ki böyle sponsorlu olursa hem etkinliğin kalitesi hem de müzisyenlerin maddi manevi konforu açısından çok çok daha iyi. Bize düşen de gitmek, takip etmek, tadını çıkarmak.

EYLÜL 2018
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 24, 2018 03:54

September 11, 2018

Kenan Doğulu Röportajı

"BU ALBÜM BUNDAN SONRA YAPACAKLARIMIN HABERCİSİ"


93’de ilk albümüm çıkarken yapımcım bana “Artık plaklar satılmıyor. Yine de plak basalım mı?” diye sordu. Sonra yıllar geçti, “Artık kasetler satılmıyor. Albümü sadece CD olarak basalım mı?” dedi bir başka yapımcı. Aradan yine yıllar geçti. Geçenlerde bu yeni albüm için bu defa “CD’ler artık satılmıyor. Yine de CD basalım mı?” diye sordular. Son bir CD daha basmaya karar verdik.



Kenan Doğulu’nun yedi şarkılık yeni albümü “Vay Be”, Doğulu Productions etiketiyle geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Doğulu'yla yeni albümünü ve daha fazlasını konuştuk.
Röportajı okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 11, 2018 14:40

September 7, 2018

"İlk Harbiye'm! Siz Ve Ben..."


EDİS HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ 8 AĞUSTOS 2018

“Ege sen ne zaman Harbiye Açık Hava’da konsere çıkacaksın?”
Anne ve babası olarak kızımıza böyle bir soru sormak en doğal hakkımızdı. Zira yememiş yedirmiş, içmemiş içirmiş, bu yaşına kadar getirmiştik. Bir de birkaç saat önce izlediğimiz konserde önümüzde oturan Edis’in anne ve babasına çok özenmiştik.

Bizim kız bunu kötü bir ebeveyn esprisi olarak alıp (ne zaman ona espri yapsam “dad jokes” deyip gülüyor zaten) güldü geçti, bir tarafına bile takmadı belki ama anne babaların kendi ilgi alanlarına bağlı olarak çocuklarından beklentileri, arzu ve ihtirasları farklı olabiliyor tabii; bizim kız da çocuğu olunca anlayacak nihayetinde. (Bunu okuyunca da “dad jokes” diyeceğini duyar gibiyim; kurt kocayınca kuzuların maskarası oluyor illa.)

Oysa Edis’in anne ve babası ne kadar “cool”du. Sevil Hanım (annesi) kuliste sohbet ettiğimizde “İki yaşından beri bizi karşısına oturtup şarkı söylüyor zaten. Sertab’ın ‘Sakin Ol’ şarkısını söylemeye çalışırdı. Dili de dönmezdi. Altı yaşında da sahneye çıkmaya başladı. Onun için bana o kadar doğal geliyor ki şimdi. Hep böyleydi çünkü,” diye anlatmıştı Edis’i.

“Bizim aile anaerkil bir aile,” demedi boşuna sahnede. Edis tam bir ana kuzusu. Bakmayın siz onun seyirci karşısında bir kurda dönüştüğüne. Ya da bakın. Hatta dikkatle bakın çünkü uzun zamandır olmayan bir şey oldu ve sahnelere bir kurt, kaplan, panter (ne derseniz deyin) düştü.

“Edis, sesi, şarkı söyleme biçimi ve klipteki görünümü, dans edişiyle filan da Türkiye’deki ortalama erkek popçu klişelerinin dışına çıkıyor. Çok dikkat çekici.”
Böyle yazmışım ilk teklisi “Benim Ol” çıktığında. İkinci tekli çıktığında ise şöyle: 
“Pop müzikle ilgili herkesin ortak kanaati, Edis’in önümüzdeki yılların pop yıldızı olacağı ve hatta şimdiden olduğu… ‘Star ışığı’ denilen şey tam da böyle bir şey. Ya da eskilerin deyimiyle ‘şeytan tüyü’ denilen şey. Nedenini niçinini açıklamak zordu ama Edis’de o ışık vardı ve kısa sürede herkesi etkisi altına kaldı.”

Gerçekten nedenini niçinini açıklayabilmek zor. Edis’in ilk Harbiye Açık Hava konserini izlerken, o gece en çok bunu anlamaya çalıştım. Daha salona girmeden önce, kapıdaki kuyrukta bekleyenlerin yüzlerindeki meraklı mutlulukta, konser başlarken, ışıklar söndüğü anda kopan çığlıklardaki heyecanda, gece boyu hiç susmayan alkışlardaki coşkuda… Bir tek albüm ve birkaç şarkıyla kırk yıllık star etkisini yaratabilmişti Edis. Orada sahte hiçbir şey yoktu.
Işıklar sönüp çığlıklar koptuğunda sahneyi örten perdede Edis’in albüm kapağındaki pozuna benzer videosunu gördük. Önce gözleri kapalıydı, sonra yavaş yavaş açıldı. 

Sonra “Olmamış mı?”nın ilk notaları duyuldu ve perde açıldı. Sahnede dans grubu vardı, Edis yoktu. Çünkü o, sahneyi protokol sıralarına bağlayan platformun ortasındaki boşluktan bir anda “fırlayarak” çıkıverecekti. Daha önce yapılmamış bir şey değildi belki ama sahneye ilk çıkış için çok etkili bir efekt yarattığı bir gerçekti bu numaranın. Hele ki birdenbire sahnede belirivermenin arkasını dans grubuyla koreografiye dâhil olarak getirince.

Lamı cimi yok; Edis fişek gibi dans ediyor. Sahnedeki profesyonel dansçılardan eksiği yok, fazlası var. Dahası dans etmek onda çalışılmış, zorlama, eğreti bir şey gibi durmuyor; aksine çok yakışıyor. O kadar ki ancak dans etmediği anlarda fark ediliyor sahnedeki heyecanı, yer yer tecrübe eksikliği.
“Olmamış mı?”nın ardından yine dans koreografisiyle Edis’i bize ilk tanıtan şarkı, “Benim Ol” geldi ve böylece konser sıkı bir açılışla başlamış oldu. Dansçılar sahneden çekildiğinde ise Edis albümünün çıkış şarkısı “Roman”ı söyledi.

“İlk Harbiye’m! Siz ve ben…”
Edis’in üç şarkıdan sonra ağzından dökülen ilk cümleler bunlardı. Çok heyecanlıydı. Olacaktı o kadar. “Ân”, “Köle” ve “Bana Ne” ile devam etti albüm şarkıları. Bu üç şarkıdan sonra ise bu defa albümde birlikte çalıştığı aranjörlere, bestecilere teşekkür etti. Osman Çetin ve Gürsel Çelik orada, protokol seyircilerinin arasındaydı zaten. Onur Özdemir de öyle. Ozan Çolakoğlu gelememişti ama adı anıldı haliyle.

“Doldur İçelim” sahnede albümde parladığından çok daha fazla parlayan bir şarkıymış, onu gördüm. Albümde Yasemin Mori ile düet söylediği “Sevişmemiz Olay”ı ise konserde solo söyledi Edis. Son ana kadar Mori bir yerlerden çıkıp gelir mi dedim ama gelmedi.

Bu şarkıda da koreografi olunca ve Edis dans edince bir kez daha, seyircilerden biri şarkının sonunda sahneye doğru bağırıverdi: “Sen dünya starısın!” Düşünün ki Edis’in dans etmesi nasıl ateşliyor izleyenleri; öyle bir yıldız çarpması. Edis güldü. “Dünya starıyım ama dünyanın bundan haberi yok!” Sonra içinden asıl geçeni söylemeden de edemedi: “Âmin!”

Protokol seyircileri arasında Simge ve Ece Seçkin de vardı. Pop müziğin bu yeni kuşağının birbirine verdiği desteğe ve aralarındaki samimiyete bayılıyorum, daha önce de yazmıştım. Yapay gelse bayılmam; içten geldiği için bayılıyorum. Nitekim Edis sahneden onlara geldikleri için teşekkür ettikten sonra Simge’ye “Ne güzel bir albüm yaptın. Senin albümün bana ilham verdi,” dedi. Sonrasında kuliste Simge de anlatacaktı bana: “Aynı dönemlerde ikimiz de albüm çalışması içindeydik. Sık sık birbirimize yaptıklarımızı dinletiyor, dinledikçe de birbirimizi gaza getiriyorduk.”

“Ân” albümünün çok sevdiğim iki yavaş şarkısını arka arkaya söyledi sonra Edis: “Sen Özgür Ol” ve “Dur De”. Peşi sıra Edis’in bir sinema filmi için seslendirdiği Sezen Aksu şarkısı “Vay” geldi. “Vay”ı sadece sahnedeki dört müzisyen (gitar, bas gitar, davul, klavye) çaldı.

Tam burada şunu söylemem lazım: Ben dahil birçok kişi Edis’in konserde “playback” yaptığını düşündü. Özellikle de dans ettiği şarkılarda. Bunun birinci nedeni bu kadar dolu dolu dans edip nefesi kesilmeden şarkı söylemenin pek de kolay olmadığını düşündüğümüzdendi. İkinci nedeni “Vay”a kadar söylenmiş şarkıların ve sonrasında da söylenecek bir dolu şarkının albüm ya da teklilerde duyduğumuz “sound”la çalınmasıydı. Dört kişilik bir orkestrayla bu mümkün değildi. Ve yer yer Edis’in sesi dubleli geliyordu ki bu da kaydın üstüne canlı söylediği hissi yarattı.

Konserden sonra Edis’e bunu sormadan edemedim. “Playback var mıydı Edis?”
“Altyapı desteği vardı abi. Altyapıda ‘back’ vokaller de vardı ama ben hep canlı söyledim. Bu şekilde dans edip şarkı söyleyebilmek için haftanın dört günü kondisyon çalışıyorum, şan dersi alıyorum. Hatta konser sonunda alkışlar kesilmeyince bir şarkı daha söyleyecektim ama artık nefesimin çıkmayacak diye tedirgin olup söylemedim. ‘Playback’ olsa söylerdim.”
Nitekim altyapı desteğinin olmadığı, sadece orkestranın çaldığı “Vay” ve sonrasındaki başka birkaç şarkı daha Edis’in bu performans, bu volüm ve hacimde şarkı söyleyebildiğini göstermişti.

İlk yarı “Yalan”la biterken, “Edis’in albümünde ‘hit’ yok,” diyenlere inat, seyircinin eşliği ile “Yalan”ın nasıl çoktan “hit”e dönüştüğünü görmüş olduk.
İkinci yarı başladığında perde yine kapalıydı ve bu defa perdede bir video klip yayınlandı. Edis’in Emina ile düet seslendirdiği ve Türkçe sözlerini de yazdığı “Güzelliğine” adlı şarkının klibiydi bu. Şarkının ve klibin asıl amacı Emina’nın Türkiye’de bir türlü parlamamış yıldızını parlatmak olsa da (ki biliyorsunuz kendisi memleketi Sırbistan’da çok sayıda albüm ve tekli yayımlamış, tanınmış bir şarkıcıdır) bu şarkının parlayanı yine Edis olmuş ne çare. Klibi ilk izlediğimde düşündüğüm buydu, o gece bir kez daha izleyince yine aynı şeyi düşündüm.

Derken perde açıldı ve Yıldız Tilbe Şarkıları projesi için seslendirdiği “Buz Kırağı” ile Edis bir kez daha sahnede belirdi. Ardından “Çok Çok” geldi ve haliyle seyirci epeyce coştu. Onlar hazır coşmuşken, daha ilk notaları duyulduğunda dinleyeni yerinden hoplayan “Çakkıdı” ile devam etti Edis. Bu şarkıyı yarım söyledi ve söyledikten sonra ilk “demo” kaydını Kenan Doğulu yaptığını anlattı. Bu vesileyle seyirciler arasında oturan (tam da yanımızda oturan) Şebnem Özberk’e teşekkür etti Edis. Zira Şebnem Özberk onu bir kareoke barda keşfedip Kenan Doğulu ile tanıştıran ve müzikte yolunun açılmasını sağlayan ilk menajeriydi.

Konserden sonra kuliste konuşurken “Siz bana söylemiştiniz,” dedi Şebnem Hanım. Birkaç yıl önce, henüz sadece iki şarkısı yayımlanmışken, Liselerarası Müzik Yarışması finaline hem jüri üyesi hem de konuk olmuştu Edis. O gün “Edis büyük bir yıldız olacak,” demişim Şebnem Özberk’e. Ben unutmuşum; o unutmamış.

Yine kendine ait olmayan bir şarkıyla, “Bir Derdim Var” ile devam etti konsere Edis. Ve bu şarkıdan sonra “Hayatımın en büyük aşkı,” diyerek annesini alkışlattı seyircilere. Sonra da o gece orada bulunanların ve benim de bilmediğim bir şey anlattı. Yakın zaman önce anneannesine, teyzesine ve annesine peş peşe kanser teşhisi konulduğunu. Güçlerini, cesaretlerini ve morallerini hiç bozmadan işlerine devam etmelerini… O zor günleri, o zor günlerin ona öğrettiklerini... Albümünün adının bu yüzden “Ân” olduğunu…

O an içinden geldiği gibi, hesapsız kitapsız, tüm samimiyeti ve gerçekliğiyle bunları anlatırken Edis, sadece annesini değil, bizi de ağlattı. Sezen’e selam olsun; “acıdan geçmeyen” şarkılar değil sadece, insanlar da biraz eksik kalıyor. Acı büyütüyor, öğretiyor, sevincin kıymetine uyandırıyor insanı. Benzer şeyler yaşamış biri olarak sahnede genç adamı hem çok iyi anlıyor hem de bu genç yaşta erdiği olgunluğu can-ı yürekten alkışlıyordum o dakika.

Sırada yine “cover” şarkılardan oluşan akustik bir sekans vardı. “Esmer Günler”, “Deli Mavi”, “Yerine Sevemem” ve “Pamuk”la ’80 ve ‘90’lara selam çakarken, şarkıcılığının kalibresini de bir kez daha göstermiş oldu Edis. Sonra Kalben’in “Sadece”si ile devam etti. Ne yalan söyleyeyim, Kalben’in kendine has ses ve yorumu bir yana, bu şarkının Edis’e de ayrı yakıştığını düşünmeden edemedim.

Sonra Edis gitti ve biz “Thriller” ve “We Will Rock You”dan kısa pasajlar dinledik. Sanırım bu iki yüksek enerjili, ateşleyici şarkının buraya konuma maksadı seyirciyi bir kez daha ateşlemekti. Ben yersiz buldum. Sahne boş kalmamalıydı bu kadar süre. Evet, Edis belli ki kostüm değiştiriyordu ama en azından vokalistlerden biri olmalıydı sahnede ve seçilen şarkı ya da şarkılar konserin bütününün dışında olmamalıydı.
Kostüm değiştirip tekrar sahneye geldiğinde “Dan Dan”la sıkı bir giriş yaptı Edis. Oradan da Justin Timberlake’in “SexyBack”ine geçti. Sırada yine albümden bir şarkı, “Eyvallah” vardı.

Albümün tek “cover” şarkısı “Gün Ola Harman Ola”yı albüme alış nedeninin babası olduğunu söyledi sonra. Çocukluğundan beri babası ile bu şarkıyı dinlerlermiş meğer. Bu şarkıyı vokalistlerini de yanına davet edip onlarla birlikte söyledi Edis.
Konser burada bitecekti ama bitmedi. Bu kadar coşkulu bir seyirci kolay kolay ikna olmazdı bittiğine. Alkışlar ve tezahüratlarla tekrar sahneye çıktığında “Yalan” ve “Dudak”la “bis” yaptı. O ara hepimiz ayaktaydık zaten. Ben de gaza gelip not almayı bırakmışım, başka şarkı söyledi mi, emin değilim valla yalan yok.

Yaş kemale erdikçe inandığın, güvendiğin, beğendiğin ve destek verdiğin gençlerin başarıları karşısında başka türlü bir heyecan ve mutluluk duyuyor insan. Bir ebeveyn şefkati, gururu duyuyorsunuz ister istemez. Mabel konserinde de yaşamıştım bunu, bizim müzikalin gala gecesi Lider’i (Şahin) sahne arkasından izlerken de. O yüzden Edis’in anne ve babasıyla henüz yeni tanışmış olsam da ahbaptım, gönül bağından, duygudaşlıktan akrabaydım artık. Onlara özenmekte ve kendi kızımdan Edis performansı beklemekte de sonuna kadar haklıydım velhasıl. Yazının başında bahsettiğim kötü şaka boşuna değildi anlayacağınız.

Konser sonrası kulisi de her zaman gördüğümüz konser sonrası kulislerinden farklıydı doğal olarak. Bir başarı kutlanıyordu orada ama daha önce çok kez kutlanmış bir başarının değil; bir ilkin kutlamasıydı şahit olduğumuz. Üstüne bir de Simge’nin doğum günü kutlaması eklendi sonra. Gülündü, eğlenildi, bol bol da kritik yapıldı tabii. Hiçbirimiz ayrılmak istemedik oradan. Onca yorgunluğuna ve menajerinin birkaç kez “Hadi artık,” demesine rağmen Edis’in bile daha durası vardı. Sabahlar olmasındı!

Taksiye binmiş eve dönerken konserden ve Edis’ten konuşuyorduk haliyle. Ege yurt dışında yaşıyor olmasından mütevellit sadece tek bir parçasını bildiği Edis’e basbayağı hayran olmuştu ki öyle kolay kolay kimseleri beğenip de hayran olmaz (yine yurt dışında yaşıyor olmasından mütevellit.) Ne çok beğendiğini anlatıyordu ha bire. Bense Sevil Hanımla Ayhan Beyin gururuna, sevincine takılıp kalmıştım. Takside önde oturuyordum. Arkama döndüm ve sordum: “Ege sen ne zaman Harbiye Açık Hava’da konsere çıkacaksın?”

NOT: Bu yazıyı aslında konserin hemen ertesi günü yazmaya başlamıştım ama sonrasında bizim müzikalin turne öncesi provaları, turnesi, bir de küçük bir bayram tatili girdi araya. Bu arada Edis Harbiye Açık Havada ikinci konserini de verdi, yani yazının haber değeri eskidi. Yine de tamamlamak ve yayımlamak istedim; öyle yarım haliyle bilgisayarımda kalmasına gönlüm razı olmadı. Gecikme için (yazıyı bekleyen vardıysa şayet) özür dilerim.

AĞUSTOS - EYLÜL 2018
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 07, 2018 13:21

August 7, 2018

Kenan Bizi "Beach"e Götür!


KENAN DOĞULU HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ 2 AĞUSTOS 2018

“Millet kendini ‘beach’de sanıyor!” diye söylendim bir ara. Herkes ayakta, ikişerli üçerli gruplar halinde sohbet halinde. Oturacağımız yere ulaşamıyorum bir türlü. Aşırı kalabalık sinir yapıyor bende. Bir Kenan Doğulu konserine geldiysen bunu göze almış olman lazım; İngiliz Kraliyet Orkestrası konseri değil nihayetinde. Öyle olsa frak giyerdik. Şort giyip gelmişsin, bir Birkenstock terlik eksik ayağında, el aleme laf ediyorsun beach meach diye.

Neyse ki oturabildik nihayetinde. Fakat o da ne, sahne önündeki orkestra çukuruna birtakım platformlar konulmuş. Konser başladı başlayacak derken bir sürü insan o platformlara doluşuvermesin mi? Meğer orada öyle bir düzen alınmış, konseri ayakta izleyeceklermiş sahne önündekiler (davetliler miydi biletli mi onu bilmiyorum.) Sen söylenir misin öyle? Al sana bedavadan “beach” atmosferi. Bereket görüşümüzü engellemiyorlar da daha fazla söylenmiyorum.
Ama dahası da var. Konserin ilk şarkısı “Issız Ada”. Haliyle “led” ekranlarda tropikal bir hava; deniz, kum, güneş tadı. Şarkının sonunda bir de Kenan demez mi “Bu bir rahatlama seansıdır,” diye. Çaresiz tatile çıkacağız bu gece; “beach”den kaçış yok yani.

Hakikaten bir tatil, bir festival, bir şölen, bir karnaval havasında başlayacak ve bitecek konser. Hani çok aksiyonlu, atraksiyonlu filmlerden çıkınca insan bir sersem olur da bir “huh” çeker ya; aynen o nidayı savuracağız salonu terk ederken. “Huh! O neydi be?”

Yeni albümün çıkış şarkısı “Issız Ada”nın ardından “İlk Adımı Sen At” ve “Yaparım Bilirsin” geliyor. Kenan da şarkı çok; “hit” de çok. Bakalım bu konserde hangilerini dinleyeceğiz derken anlıyoruz ki eskiler de olacak en yeniler de. Ama nasıl? Mesela “Yaparım Bilirsin” başka bir düzenlemeyle bugüne ayak uydurmuş bir “sound”la çalınıp söyleniyor. Konser boyu böyle olacak bu. Eski şarkılar da yeni tınlayacak.

Bunun ipucunu geçtiğimiz günlerde yaptığımız röportajda vermişti aslında Kenan. “Ken On The Beach” adını verdiği (yine “beach” yine “beach”) konser serisinden bahsederken aynen şöyle demişti: “Orkestradaki elemanlara söylenen de şu: "Şarkıları bildiğimiz şekillerde değil, bilmediğimiz ve keşfedeceğimiz yerlere götürmek üzere çıkın sahneye.’ ‘Jam-session’ gibi oluyor yani. O bana heyecan veriyor.”
Harbiye Açık Hava konserinde de işte aynen böyle oldu.

“Ara Beni Lütfen”in ardından yeni albümden iki şarkı arka arkaya geldi: “Yapma” ve “Boş Sayfa”. Sonra Kenan dedi ki “50 kişinin koltuğunun altında ‘sticker’ var. Onlara imzalı albüm hediye edeceğim.” Salon şöyle bir dalgalandı, herkes yerinden kalkıp poposunun altına bakmak mecburiyetinde hissetti kendini. Aynı röportajda Kenan bir de “Son bir kez CD basalım dedik,” gibi bir laf da etmişti. Artık CD’ler basılmaz olunca ne olacak diye düşündüm ister istemez. Dijital imzalı dijital albüm?.. Öf, düşünmesi bile sıkıcı.
“Tencere Kapak” şarkısı söylenirken sahnenin yukarısından yuvarlak aynalar indi, o aynalara yansıtılan ışıklarla sahnede masalsı bir görsel yaratıldı. Dikkat ettim, aynalar sadece o şarkı için kullanıldı konserde. Öyle bir ince düşünüş, detaycılık.

“Baş Harfi Ben”, “Olmaz”, “En Kıymetlim”, “Dön Gel”, “Sorma”yla romantik ama bir o kadar da ateşli devam etti konser. Her parçanın alışık olmadığımız biçimde çalınması, orkestranın müthiş enerjisi, “led” ekranlardaki görseller ve sahne ışıklarının göz alıcı renkleri, arada bir ama asla rastgele değil, belli ki yeri ve zamanı planlanmış bir biçimde sahne önünden çıkan ateşler, patlayan fişekler, sisler vs… Büyük bir şov izliyoruz. Hem üzerinde çalışılmış hem de iyi para harcanmış bir şov.
Bir de şunu söylemeliyim ki bu seneki Harbiye Açık Hava mesaimde şimdiye dek duyduğum en iyi sesi Kenan Doğulu konserinde duydum. Net, temiz, dengeli ve çapaksız.

Sırada “Çakkıdı” var. Arkasından da sıkı bir ‘90’lar sekansı. “Sımsıkı Sıkı Sıkı”, “Tak Etti Canıma”, “Tek Kürekçim”. Kenan oradan oraya koşuyor, atlıyor, zıplıyor, adeta ateş çıkarıyor sahnede. Sahne önündeki “beach” tayfası gibi arkamızdaki seyirci de ayaklanmış, kaptırmış kendini. İki yanımda oturan Simge bile ayakta eşlik ediyor şarkılara. Ne güzel tatil!

Bak yine kendimle çelişeceğim. Daha birkaç gün önce Duman konserini izledikten sonra şov yapmadan da konser oluyormuş diye yazmıştım. Ama ben şimdi şovdan da pek memnunum, nasıl olacak? Şöyle ki Kenan ve ekibinin yaptığını yapabilene pek rastlamadım bugüne dek. Bu başka bir şey. Kesintisiz ve aksaksız, hiç durmayan, teklemeyen, büyük bir prodüksiyon mantığıyla kotarılmış her şey. Sahne sahne, şarkı şarkı, parça parça değil. Böyle olsa hepsi, can kurban. (Sonrasında basın bülteninden öğrendim ki konserin şov direktörlüğünü Uğurhan Akdeniz yapmış ve Türkiye’de ilk defa bu konserde kinetik ışık ve lazer şov kullanılmış.)

Konserin ikinci yarısı yeni albümden şarkılarla başlıyor. Açılışta kanunuyla Hakan Güngör ve viyolonseliyle Yasemin Özler eşlik ediyor orkestraya ve “Vay Be”yi söylüyor Kenan. Bu şarkıda da bu defa sahnenin yukarısından kocaman beyaz küreler iniyor aşağı. Asimetrik bir biçimde inip çıkıyor, renkten renge giriyorlar. Görüntü muhteşem.

Ardından bu defa Cenk Erdoğan’ı sahneye davet ediyor Kenan. Cenk Erdoğan orkestraya perdesiz gitarıyla eşlik ederken Kenan “Yosun”u söylüyor. “Boğazımdan Geçmiyor”a da eşlik ediyor Erdoğan, sonra alkışını alıp gidiyor. 

Sadece bir şarkı, iki şarkı için enstrümanının virtüözlerini konsere davet edip sahneye çıkarmak işin sadece şovdan ibaret olmadığını gösteriyor aslında. İyi icra edilen müzik dinliyoruz çünkü başından sonuna dek. Konuk müzisyenler bir yana, Ozan Doğulu’su, Orhan Topçuoğlu’su, Murat Çekem’i, Nedim Ruacan’ı, Toygun Sözen’i, Mustafa Nuri Haybat’ı, Abbas Karacan’ı, Gökay Semercioğlu’su ile orkestra zaten yıldızlar takımı ve her biri maaşlı memur gibi değil, müzisyenliğin tadını çıkararak çalıyor, eğleniyor.

Sırada Ozan ve Kenan kardeşlerin şovu var. Orkestra susuyor, sadece Ozan piyano çalıyor, Kenan da söylüyor. Ama ne çalmak ve ne söylemek. Bir caz albümü olan “İhtimaller” hakkında yazarken şu cümleleri kurduğum geldi aklıma oracıkta: “Elbette Kenan Doğulu bir caz şarkıcısı gibi şarkı söylemiyor. O kadarını beklemek hata olurdu. Yine kendi gibi ya da belki bir parça daha bir pop şarkıcısının şımarıklığından, yersiz ve şuursuz neşesinden, kırılıp dökülmelerinden arınmış gibi ama hepsi bu.”
Kenan buna mı alındı da azmetti yoksa kendiliğinden tekâmül mü etti o zaman bu zaman bilemem ama tüm konser boyunca yer yer bir caz şarkıcısı gibi kullandı sesini. Özellikle de Ozan’ın piyanosu eşliğinde seslendirdiği bu iki şarkıda: “Kurşun Adres Sormaz ki” ve “Aşk Oyunu”. Ozan da caz çaldı zaten, bir “jam session” patlattılar orada ki dinlemelere doyulmaz. “Aşk Oyunu”nun sonuna doğru orkestra tekrar yerini aldı, şarkıyı hızlı bir ritimle bitirdiler ve hemen ardından “Kandırdım”a girdiler.

“Şans Meleğim” başladığında Açık Hava kocaman bir kulübe dönüştü. Özellikle Ozan’ın “synthesizer”ı bu tarz şarkıları ateşledikçe ateşledi gece boyu. Ben de bayılırım ya “synth” seslere, ufak ufak elim ayağım oynamaya başlamış o ara, neden sonra fark ettim.
Ardından tempoyu hiç düşürmeden “Harika”yı vokalistleri Duygu Soylu ve Sinem Akkaya ile birlikte seslendirdi Kenan. İki ses ki ikisi de yırtıcı birer kaplan gibi. Bakakaldık öyle.
Artık dur durak yoktu; belliydi. “Doktor”, “Kız Sana Hayran”, yeni albümden “Dansa Kaldır” ve olmazsa olmaz “Güzeller İçinden” arka arkaya geldi. Açık Havada herkes ayaktaydı, ayıptır söylemesi, ben bile.

“Bis” kaçınılmazdı çünkü gazımız gitmemişti daha. Alkış kıyamet geri geldi Kenan ve “Tutamıyorum Zamanı” ile yaptı “bis”ini. Yine gitti, yine geri gelmek zorunda kaldı. O ara söylediği “Herkes kendi diskosunu kendi yaratsın” lafına takıldım ben. İşte onu yapmak hiç kolay değildi be Kenan. Onun için koşa koşa geliyordu insanlar konserlerine. Kenan bizi diskoya (ya da “beach”e) götürsün diye. Götürmüştü de nitekim. Şimdi de o diskodan (ya da “beach”ten) çıkmak istemiyorduk işte.

O ara bütün orkestra sahne önünde gelip hep beraber selam verirken arkadaki ekranda, hani filmlerin sonunda künye akar ya, aynen öyle bir künye yazısı belirdi. Prodüksiyon ekibi, konsere emeği ve katkısı olanların isimlerinin yazıldığı koca bir künye. Böyle bir şeye daha önce rastladım mı bilmiyorum ama çok hoşuma gitti. Sonrasında Kenan yaklaşık seksen kişinin bu konser için emek verdiğini söyleyecekti. “Büyük bir prodüksiyon mantığıyla kotarılmış” diye yazarken tam da bunu kast ediyordum işte.

İkinci “bis”te “Pamuk” ve “Issız Ada” çalındı, söylendi. Bu arada Kenan’ın da dâhil olduğu gitar emprovizasyonlarıyla yine bir “jam session” havası hâkim oldu. Bu kısım konser sonunda adrenalini tavan yapmış müzisyenlerin kapıp koyverdiği anlardı ya da basbayağı bir son vuruş. Başta da dedim ya sersem olmuştuk zaten. Salon aydınlanırken “Huh! O neydi be?” demedik boşuna.

Bu arada “Issız Ada” ikinci kez çalınırken sahneye kocaman bir panda maskotu çıktı. Evet evet bildiğiniz panda. WWF Türkiye’nin maskotuymuş meğer. (Detaylı bilgi için  http://www.wwf.org.tr ) Konserin başlangıcı ve ikinci yarısında “led” ekranlarda izlediğimiz bazı filmlerle dengesi bozulan doğaya ve tek kullanımlık plastiklerin dünyamıza verdiği zarara da dikkat çekilmesinin ve WWF işbirliğinin bu şekilde vurgulanmasının yansı sıra bir de D&R işbirliği ile yapılan bir başka kampanya (Sen Konsere Çocuklar Okula Kampanyası) ile konsere gelenlerden kitap bağışı istenmiş ve en çok kitap bağışlayan beş kişi kuliste Kenan’la tanışma fırsatı yakalamış. İşe sosyal sorumluluk projelerinin dahil edilmesi ama doğrudan gözümüze sokulmaması da pek hoştu.

Yazının sonunda yine Kenan’la Milliyet Sanat dergisi için yaptığımız röportajdan bir bölümü buraya alıntılamak istiyorum. Bu yazının özeti Kenan’ın bu cümlelerinde saklı çünkü: 
“Eğlendirici insanların her şeyden önce kendilerinin eğlenmesi lazım ki karşılarında oturan seyirciye enerji ve heyecan yükleyebilsinler. İçerisinden geçtiğimiz dönemin üzerimize döktüğü ölü toprağı, bu renksizlik, tatsızlık, tekdüzelik hepimizi olumsuz yönde etkiledi. Bu seferki niyetlenişimde, pozitif bir dünya, sevginin kazanacağına emin olduğumuz, kötülüğün bir noktada, bir yerde kaybedeceğine inandığımız, insanların doğayla, dünyayla bir arada tek bir vücut olabileceğinin hatırlatılması ve ufukta bir umut olduğunu tekrar hatırlatmak göreviyle yola çıktım.”
AĞUSTOS 2018
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 07, 2018 01:36

August 6, 2018

N'aber Lan Erol?


EROL EVGİN HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ 31 TEMMUZ 2018

Benim Tarkan’ım Erol Evgin’di. Sadece benim mi? Benim çocuk yaşlarımda çocuk olanların, yeni yetme yaşlarımda yeni yetme olanların… Hepimizin… Erol Evgin kadar güzel şarkı söyleyebilmemiz ve yakışıklı olabilmemiz mümkün değildi. En fazla Erol Evgin kadar beyefendi olabilmeye çalışabilirdik. O da efendiliğin kabul gördüğü, yüceltildiği o zamanlarda bile kolay değildi. İnsanın içinde olacaktı her şeyden önce.
“Eskiden genç kızlar beni yolda görünce imza isterlerdi. Şimdi yine istiyorlar ama anneleri, hatta anneanneleri için,” diye anlatıyor Erol Evgin. Konserlerine serpiştirdiği anekdotların değişmezlerinden biri bu. “Bu yaşta olur böyle şeyler,” diyor bazen… Kendisiyle, yaşıyla ince ince dalga geçiyor. Bu yaşa gelene dek biriktirdiği müthiş anıları, yaşanmışlıkları da yeri geldikçe anlatıp olgunluğun en büyük kazancına bizi ortak ediyor.

Onun kuşağından hâlâ popüler ve hâlâ saygın kalabilmişlerin sayısı bir elin parmakları kadar bile değilse, bunun şifrelerini sadece şarkılarında aramak yanlış olur. Evet, genci yaşlısı Erol Evgin şarkılarını seviyor yıllardır bu ülkede ama şarkılarından bağımsız olarak Erol Evgin’i de seviyor. İkisi bir araya her zaman kolay gelmez.
Geçtiğimiz günlerde Harbiye Açık Hava Tiyatrosunda bir Erol Evgin konseri daha izledim ve buna bir kez daha şahit oldum.

“Daha” dedim zira bana kalsa nerede bir Erol Evgin konseri olsa giderim. Bunun “benim Tarkan’ımdı” takıntısıyla, nostaljik bir vefa duygusuyla ilgisi yok. Ben Erol Evgin konserlerinde mutlu insanlar görüyorum ve mutlu oluyorum. Bunu da bu zamanda her şeyden kıymetli buluyorum. Sanırım benim gibi düşünen çok ki, Erol Evgin’in iki yıldır sadece Açık Hava’da değil, ülkenin farklı şehirlerinde verdiği amfi tiyatro ve büyük salon konserlerinin hepsi tıka basa dolabiliyor. Nitekim o gece Açık Hava yine doluydu.

Konser Erol Evgin – Çiğdem Talu – Melih Kibar ortaklığından yadigâr kalmış şarkılarla başlıyor. “Söyle Canım”la yapılan coşkulu açılış, yüksek tempolu alkışlar eşliğinde bütün şıklığıyla Erol Evgin’in sahneye çıkışı… Sonra ardı ardına “Neydi O Yıllar?”, “Rüya”, “İçimdeki Fırtına”, “Bir Bakışın Yetti”, “Aldım Başımı Gidiyorum”.

Yılların tecrübesiyle seyircinin nabzını elinde tutmayı çok ama çok iyi biliyor Erol Evgin. Yavaş ve hızlı, coşkulu ve hüzünlü şarkılar arasında gidip gelirken öyle bir denge kuruyor ki seyircinin konserden kopmasına asla müsaade etmiyor. Şarkı aralarındaki şiirleri, sohbeti, anıları, fıkraları da cabası. Bir başkası çıkıp anlatsa sakil duracak o yarı müstehcen fıkralarda anlatılanlardan çok Erol Evgin’in bütün edepliliği ile onları anlatıyor olmasının müthiş tezadına gülüyorsunuz. Ya da daha önce pek çok kez dinlediğiniz Bedia Muvahhit – Vasfi Rıza Zobu hikâyeleri her defasında ilk kez dinliyormuş gibi güldürebiliyor sizi. Anlatan bu kadar beyefendi bir (tabirimi mazur görün) “fırlama” olunca.

Yine bizi kâh güldürüp kâh hüzünlendirerek devam ediyor konsere Erol Evgin. Zamansız yitirdiğimiz Çiğdem Talu ve Melih Kibar’ın oralarda bir yerde olduğunu ve aslında gitmediklerini, sadece suretlerinden sıyrıldıklarını hissediyorsunuz şarkılarını dinlerken. Derken o muazzam üçlünün Çiğdem Talu’nun ölümüyle yarıda kalan ortaklığı sonrasında Erol Evgin’in Bedri Rahmi Eyüpoğlu dizelerinden bestelediği “Sitem”e geliyor sıra. Ondan sonra da yıllar sonra Sıla düetiyle tekrar popüler olan “Ateşle Oynama”ya. Bu şarkıyı vokalisti Ezgi Gürbüz ile birlikte seslendiriyor Erol Evgin.

Geçen seneki konserde Sıla konuk sanatçı olarak çıkmış ve “Altın Şarkılar” albümündeki düet seyirci önünde tekrarlanmıştı ama bu sene konuk sanatçı bir başkası. Onun kim olduğu ise şimdilik sürpriz.
“Gelevera Deresi” ile anne memleketi Karadeniz’e doğru bizi şöyle bir götürdükten sonra, iki klasikleşmiş Erol Evgin şarkısı peş peşe geliyor: “Her Şey Seninle Güzel” ve “Hep Böyle Kal”. İkinci şarkıyı bu defa bir diğer vokalisti Yasemin Mira ile birlikte seslendiriyor Evgin. 

Bu romantik sekansın ardından “Bir Başkadır Benim Memleketim”le yine gaza getiriyor bizi. “İşte Öyle Bir Şey”le ezberlerimizi yokluyor (ki ezbere bilmeyen yok gibi salonda). 

“Aldırma Gönül”ün içinde Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanı’ndan “Şayak Kalpaklı Adam” diye bildiğimiz kısmını okuyor, İzmir Marşı’yla herkesi ayağa kaldırıp ilk yarıya noktayı koyuyor.

Arada oturduğumuz yerden şöyle bir kalkalım derken Gamze’yle karşılaşıyoruz. Konuk sanatçı sürprizini o dakika öğreniyorum tabii. Ama ondan önce size Gamze’den bahsetmeliyim. Gamze Karaman Bostan ve eşi Ali Bostan ya da nam-ı diğer Maksimum Medya. Müzik sektöründe “PR” alanında faaliyet gösterip de işini hakkıyla yapan üç firma say deseniz birisi Maksimum Medya olur. Zira Gamze ve Ali yaptıkları işlerle “PR” tanımının içini doldurabilenlerden. Her önlerine gelenle çalışmak yerine faydalı olabilecekleri, doğru işbirliği yapabileceklerine inandıkları isimlerle çalışıyorlar. Çalıştıkları isimler için bir yol haritası çiziyor, bir kariyer planı yapıyor ve arkasını takip ediyorlar.

“Arkasını takip etmek” kısmı özellikli önemli zira “PR”, sanıldığı gibi sadece basın bülteni göndermekten ibaret bir şey değil. İhtiyaç olduğu an ulaşılabilir olması, sorduğunuz bir soruya en kısa zamanda cevap, bir talebinize en akılcı yoldan karşılık verip üstüne bir de size alternatifler sunabilmesi bir “PR” danışmandan beklenenlerin başında gelir. Güleryüz, samimiyet ve incelik de olmazsa olmazdır. Ve de “PR” denilen şey (kaba tabirle yazacağım, mazur görün) eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmektir; eşeğin aklına karpuz kabuğu düşmesini beklemek ya da aklına karpuz kabuğu düşmüş eşeği oyalamak değil. Didaktik olmak pahasına bunları yazmam gerekiyor zira bu şartları yerine getirebilen çok az “PR” şirketi var müzik sektörüne hizmet veren.

Neyse, lafı uzatmayayım… Arada Gamze’den tüyoyu alıp kulise de geçince, sahne çıkışının önünde mavi elbisesi ile hazır bekleyen Kalben’i görüyorum ki onun orada olması bir sürpriz değil artık. “Üç gündür uyumadım Yavuz Abi,” diyor. Bunu söylememiş olsa da beden dili ele veriyor zaten heyecanını.

Kalben hemen ikinci yarının başında sahneye çıkacak. Ama ondan önce Gökçe Sönmemiş’in koreografisiyle Zuhal Balkan Karaca ve Olcay Tunçeli’nin “1+1=3” isimli aşk ve doğum temalı dansını izliyoruz. “Ben İmkânsız Aşklar İçin Yaratılmışım”ın ilk notalarıyla beraber önce Erol Evgin, ardından Kalben çıkıyor sahneye. Kalben seyircide sahiden sürpriz etkisi yaratıyor, alkışlardan belli. Öyle ya ben de önceden bilmesem ve dahi kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi (ki üstelik daha önce başka bir sebeple ikisinin bir araya gelmesi için uğraşmışlığım vardı ama kötü bir zamanlamaydı; olmamıştı.)

Birlikte söylerlerken Kalben kendine ait bölümlerde şahsına münhasır şarkıcılık tekniğiyle öyle başka türlü bir ruh getiriyor ki şarkıya, Erol Evgin dayanamayıp “Ben de senin gibi söyleyeceğim,” diyerek Kalben gibi söylemeyi deniyor esprili bir biçimde. İkisinin sesinin birbirine çok yakıştığı da alkışlarla tasdik ediliyor seyirci tarafından.
Kalben oracıkta uçtu uçacak. Heyecandan ve mutluluktan (e biraz da elinde gitarı olmadan şarkı söylüyor olmasından) elini kolunu nereye koyacağını, nereye bakacağını, ne yana döneceğini bilemiyor. Bu sarsak hali o kadar sahici ki güldürüyor izleyen herkesi.

Şarkıdan sonra “Bayılıyorum Kalben’in sesine, yorumuna,” diyor Erol Evgin. Sonra da ondan bir de kendi şarkısını söylemesini rica ediyor. Bu defa gitarını alıyor, rahatlıyor ve “Sadece”yi tek başına, sadece gitarı ile çalıp söylüyor Kalben.
Erol Evgin kıdeminde bir solistin Kalben gibi genç bir isme Açık Hava konseri gibi önemli bir konserde zaman ayırması tek başına çok kıymetli. Belki Kalben de birkaç yıla kalmadan Açık Havada solo konser verecek ama eminim ki bu iki şarkılık konukluğu hiç unutmayacak. Keza buna şahit olan bizler de öyle.

Konserin ikinci yarısında kendi döneminden önemli müzisyenlerin şarkılarını da seslendiriyor Erol Evgin. Sezen Aksu’dan “Beni Unutma”yı söylüyor örneğin. Ardından “Deli Divane”ye geçiyor ve bu defa yanına bir diğer vokalisti Yeşim Vatan’ı alıyor. Sonra Zülfü Livaneli’den “Yiğidim Aslanım”ı seyirci ile beraber seslendiriyor. Baba memleketi Van’a selamını ise “Aman Avcı Vurma Beni” ile gönderiyor.

“Bir de Bana Sor”, bir Erol Evgin klasiği olarak her konser gibi bu konserin de olmazsa olmazlarından biri olarak yine seyirci eşliğinde söyleniyor. Sonrasında Cem Karaca ve Barış Manço’ya birer selam çakıyor Erol Evgin. “Namus Belası” ve “Dağlar Dağlar” yitip gitmiş bir dönemden bugüne ulaşabilmiş şarkılar zincirinin bir halkası oluyor konserde. Nitekim peşi sıra birbirine bağlı olarak seslendireceği Yeşilçam şarkıları da öyle: “Şimdi Uzaklardasın”, “Yıldızların Altında”, “Bir İlkbahar Sabahı”, “Son Mektup” ve “Adını Anmayacağım”.         

Erol Evgin “Sevdan Olmasa” ile veda ediyor ama konser tabii ki burada bitmiyor. Alkışlarla tekrar sahneye geldiğinde “bis”i “Etme Eyleme” ile yapıyor. Konser sonunda herkes mutlu. Gülen gözler, gülen yüzlerle ağır ağır çıkarken Açık Havanın taş merdivenlerini, herkes bir başka Erol Evgin şarkısını mırıldanıyor.

Ne şanslıyım ki Erol Evgin’le defalarca bir arada olup sohbet etmişliğim, yemek yemişliğim, hatta onun iş toplantılarına katılmışlığım var. “İşte Öyle Bir Şey” 33’lüğünü pikabına takıp bütün şarkılarını onunla birlikte ezbere söyleyen, hatta kız arkadaşlarını çağırıp vokalistleri yapan, “neye yaradı, nere yaradı” diye onlara vokal yaptıran 8 yaşındaki çocuk bunu hayal bile edemezdi. Bundandır ki en yakınında olduğum anlarda bile erişilmezdir benim için. O gece de öyleydi. Hep öyle olacak.

Konser sonrası kuliste onu gördüğümde “N’aber lan Erol?” demediysem, sosyal medya çağının getirisi (ya da götürüsü) olarak herkesin dakikasında yüz göz olduğu, enseye tokat durumuna geçtiği bu zamanda ben yine “Nasılsınız Erol Bey?” diyerek söze başladıysam tek bir sebebi var: Çünkü o hâlâ benim Tarkan’ım. Ve Erol Evgin kadar güzel şarkı söyleyebilmem ve yakışıklı olabilmem hâlâ mümkün değil (çünkü aradan geçen bunca yıla rağmen bu konularda ne o bir tık geriye gitti ne de ben bir tık ileriye gidebildim.) Lakin Erol Evgin kadar beyefendi olabilme ihtimalim ve ümidim hâlâ var.
AĞUSTOS 2018    
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 06, 2018 03:55

August 2, 2018

Duman Bey Ne Yapıyorsunuz?


DUMAN KONSERİ HARBİYE AÇIK HAVA TİYATROSU 30 TEMMUZ 2018

Tam önümüzde Kaan Tangöze’nin annesi, babası oturuyordu. Civarda da diğerlerininki vardı belki; yaşı kemale ermişlerin protokolden bilet alıp geleceği bir konser olmadığına göre Duman konseri, akraba tayfasından olmalıydı 60 yaş üstü şık giyimli, bakımlı baylar bayanlar. Oysa bizim çocuklar (Duman’ı kast ediyorum) hiç de şık giyimli değildi. Bakımlı deseniz o da değil… Kaan’ın üstünde alelade beyaz bir tişört, altında bir eşofman vardı mesela. Ari deseniz işte siyah tişört, diz yeri yapmış siyah kot, belli ki epeyce giyilmiş bir spor ayakkabı filan işte… (Batuhan’ı ayrı tutarım; o zaten Norveç dolaylarından gruba iltica etmiş gibiydi yine.) Ve fakat onlar Duman’dı. Şayet o kadar şıklığa meraklıysam bir gün sonraki Erol Evgin konserini beklemeliydim.
Yalnız şunu söyleyeyim; Kaan’ın annesi Duman’ın bütün şarkılarını ezbere biliyormuş, onu bizzat gözlemledim. Sahnede çalınan her şarkıya eşlik etti vallahi.

Sahnede atlayan zıplayan dansçılar, arkada dev “led” ekranlar, tasarım harikası dekorlar, özel dikilmiş kostümler, arada bir patlayan ateşler, sisler, konfetiler filan olmadan kocaman bir sahne nasıl doldurulur? Peki kocaman Açık Havayı dolduran insanlar nasıl üç saat orada tutulur? Kolay mıdır bu? Söz konusu olan Duman’sa kolaymış. Onu gördüm.
Sadece dört kişi, dört enstrümanla, altyapı ve bilgisayar desteği de almadan çalıp söylese de olurmuş. Onu da gördüm. Gördüm görmesine ama memlekette bunu yapabilecek kaç grup, kaç kişi, kaç müzisyen sayabiliriz başka, onu da düşündüm tabii.

Bazen bazı şeyleri fazla düşündüğümü düşünüp kendime kızdığım oluyor. Abi otur tadını çıkar işte konserin değil mi? Ne diye bakıyorsun Ari’nin kotuna, Kaan’ın annesine, sahnedeki “case”lerin üzerinde duran ve birinin içinde su rengi, diğerlerinde portakal rengi sıvılar duran, çocukların gelip gidip o sıvılardan bir fırt aldığı şeffaf bardaklara? Detaylarda niye boğuluyorsun yani?

Şaka şaka… Konserin tadını çıkardım tabii. Çıkarılmayacak gibi değildi ki. Tertemiz, canavar gibi, cayır cayır gitarlar, gümbür gümbür davul, Kaan Tangöze’nin kendine münhasır çakır keyif şarkı söyleme biçimi ve gayet “rock’n roll” bir ergen ve ergen üstü tayfanın çığlık çığlığa eşlikleri. Gümbür gümbür davul demişken… Mehmet Demirdelen’in (davulcu) yerinde ben çalıyor olsaydım o gece (ki hiç çalamam, o ayrı) ertesi sabah en yakın hastaneye kaldırılmıştım herhalde. O nasıl azimle çalmak ve hiç yorulmamaktır bilmem.

O yorulmamak hali şeffaf bardaklardaki sıvılarla ne kadar ilgiliydi onu bilemem ama gruptaki diğer üçü de Mehmet’ten farklı değildi bu arada. Aslında hiç zahmet etmelerine gerek yoktu. Şöyle ki; zaten her şarkıyı daha ilk notasında, hatta ilk davul atağında tanıyan ve hemen ilk kelimesinden söylemeye başlayan bir seyirci vardı Açık Havada. Ne yaparsın? Piyano piyano çalarsın, atarsın topu da seyirciye, söylesin dursunlar. Ohhhh mis! Sen diye sololar atacağım, enstrümanımı coşturdukça coşturacağım diye ter dökersin ki Temmuz sıcağında? Alacağın para aynı değil mi?

Öyle değil işte. Adamlar zevk alıyorlar yaptıkları işten. Onlar kendileri mutlu oluyor. Öyle ki seyirciden bağımsızlar sanki. Kendi kendilerineler. Hatta Ege (kızım) şey dedi arada: “Babalarının garajında kendi kendilerine çalan gençler gibiler.” Tam da bu! O kadar kendilerinden geçiyor, tadını çıkarıyorlar ki çalarken, Açık Hava ya da değil, başka sahne numarasına gerek kalmıyor. Ondan yorulmuyorlar, belli. Şeffaf bardakla, portakal rengi sıvıyla filan olacak iş değil bu. Kafayı uçurmakla da ilgili değil. Kafayı uçursan o konsantrasyon öyle çıkmaz. Bakmayın siz, her şeyin farkındalardı başından sonuna. Bir tek vokal, bir tek “riff”, bir atak, bir tıngırdatma eksik, kusurlu, hatalı değildi.

Şimdi bu durumda kendi tezlerimi kendim çürütmüş oluyorum, o ayrı. Açık Hava özel bir yerdir, özel bir şeyler yapmak gerekir, barda, mekânda, orada burada çalmaya, söylemeye benzemez, repertuvar filan farklı olmalıdır diye diye tüy biten dillerim lal olsun. Duman ters yüz etti beni. “Duman Bey ne yapıyorsunuz?” dedim yani içimden. Böyle de olurmuş be! (Ferhat Göçer için yine olmaz, o ayrı.)

Ha bir de şu var ki, dinlenilecek on yüz bin şey ve senin de dinlemeye hevesin (daha doğrusu arsızlığın) varsa, “fan” olacak kadar kimseye takılıp kalamıyorsun ya… İşte ara ara ben de Duman’ı gözden kaçırmış mıyım, bütünü görememiş miyim neyim, “Abi ne kadar çok ‘hit’i varmış bunların yaa,” deyiverdim konser çıkışı mavrası çevirirken. Benim titrimde biri için ne ayıp şey! “Dj”lik yaptığım dönemde “Bu Akşam”ı çalmazsam dövüyorlardı en basitinden. “Senden Daha Güzel”i ona keza. Peki “Aman Aman”ı “Seni Kendime Sakladım”ı ne yapacaktık? Bunlar sadece dördüydü.

Dördüydü ama konserde bunun gibi kaç tane dört vardı. Her döneminden, her devrinden şarkılarla başından bu yana ne çok kulağımıza yer ettiklerini, hayatlarımıza ne çok iz sürdüklerini böyle film şeridi misali geçirdiler gözümüzün önünden konser boyunca. Neredeyse romantik olacaktım o dakika ama “sound” müsait değildi. O kadar romantik olmak istiyorsam şayet, bir gün sonraki Erol Evgin konserini beklemeliydim.  

Konser “Yalan”la başladı. “Dibine Kadar”, “Seviyorsan İnanıyorsan”, “Yürek” ve “Oje”yle devam etti. “Gurbet”, “Sor Bana Pişman mıyım?”, “Ah”, “Belki Alışman Lazım” ve “İstanbul” ilk yarının diğer şarkıları oldu.
İkinci yarının açılış şarkısı “Kolay Değildir” idi. Hemen ardından “Sevdim Desem” geldi. Sonra “Aman Aman”, “En Güzel Günüm Gecem”, “Yanıbaşımdan”, “Seni Kendime Sakladım”ı dinledik ardı ardına. Özellikle bu son şarkıda seyirci bayağı bayağı koptu. Aşağı yukarı beş bin kadar Kaan Tangöze gibi çakırkeyif şarkı söylemeye çalışan sesin “Seni Kendime Sakladım” çığlıkları yeri göğü inletiyordu. Laf aramızda, mümkünse Kaan’dan başka kimse Kaan gibi şarkı söylemeye çalışmasın (Özdemir Erdoğan hariç, tüm genç ve yeni “rock” grupları dahil); olmuyor zira.

Neyse işte sonrasında “Beni Yak Kendini Yak”, “Senden Daha Güzel”, “Köprü Altı”, “Yürekten” ve nihayet “Öyle Dertli” ile konser sona erdi. Erdi mi? Böyle erer miydi? Daha içecektik biz bu akşam. Bizim acelemiz yok, hedefimiz sağlam; Duman’ın yarını yok, seveni sağlamdı. Öyle dördü bir kolları omuzlara atıp, yarı beline kadar eğilip selam vermekle bitmezdi bu iş. Bitmedi de nitekim. Önce “Gönül”, ardından “Helal Olsun” çalındı “bis”te ve asıl son noktayı doğal olarak “Bu Akşam” koydu.

Arada kahve içmiştik, ikişer pet şişe soğuk su içmiştik (ki Açık Havaya gidenler bilir, yüksek maliyetli şeyler bunlar), e belki üstüne bir de Teşvikiye’ye kadar yürür, birer tavuk suyu çorba içerdik; o bizim bileceğimiz işti. Ama önce konser çıkışı bizi illa Bakırköy’e ya da Bostancı’ya götürmek isteyen taksi şoförlerinin ısrarından sıyrılıp kaçmamız gerekiyordu.

Konserden sonra kulise girmek mi?.. Ne yalan söyleyeyim, bizim çocukların birinden biriyle bir ahbaplığım yoktu hiç. Şayet o kadar kulise girmeye meraklıysam, bir gün sonraki Erol Evgin konserini beklemeydim. Ben de öyle yaptım.
NOT: Ha bu arada yanlış olmasın, Kaan’ın sevgilisi (ki hoş bir şarkı yazarı ve şarkıcıdır aslında) Kıvılcım Ural ile tanışlığım vardı ama onunla da selamlaşacak kadar yakın oturmuyorduk konserde. Kıvılcım’ın bacaklarıyla ise konserin basın bültenine iliştirilmiş fotoğraflardan biri sayesinde tanışmış oldum Bu gereksiz ayrıntıyı da bilin istedim. Madem PR ekibi öyle uygun görmüş. (Hayır, o fotoğrafı buraya koymayacağım tabii ki.)
TEMMUZ 2018   
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 02, 2018 06:05

August 1, 2018

Bir Küçücük Mabelcik

MABEL MATİZ HARBİYE AÇIK HAVA TİYATROSU KONSERİ 29 TEMMUZ 2018


Havada, ışıl ışıl, pırıl pırıl konfetiler uçuşuyor, Mabel sanki üç saati aşkın süredir sahnede şarkı söyleyen o değilmiş, hiç yorulmamış, hiç nefesi kesilmemiş gibi çılgınca dans ediyor, alkışlar durmak bilmiyordu. Bazı konserler öyledir. Konser olmaktan çıkar, binlerce kişinin birlikte hissettiği coşku ve mutlulukla bir ayine dönüşür bir yerden sonra. Biz mutluyduk, Mabel mutluydu. Onu en iyi ben anlıyordum.

Tam bir hafta önceydi. Harbiye Açık Hava Tiyatrosundan sadece birkaç yüz metre aşağıda, bir başka konser ve gösteri alanında, Küçükçiftlik Park’ta, hemen hemen aynı saatlerde, hayatımın en mutlu gecelerinden birini yaşıyordum. Tıpkı bir hafta sonra Açık Hava’da Mabel’in yaşayacağı gibi.

Çocuksunuzdur ya da büyük fark etmez. Bazen bir şeye özenir, bir yerde, bir anda, belki birinin yerinde, bir işin içinde olmak istersiniz. Ne buna yetecek gücünüz vardır henüz ne de yaşadığınız hayatın karşınıza böyle bir fırsat çıkarma ihtimali. Mesela harçlığınızdan biriktirdiklerinizde aldığınız Açık hava konser biletiyle oturduğunuz yer salonun çıkış kapısına yakın sıralarıdır da oradan kuş bakışı izlerken konseri, eşlik ederken söylenen şarkılara, o sahnede olmak isterseniz, hiç hesapsız. Ya da sahnede izleyemediğiniz bir müzikalin televizyon versiyonunu dalıp gitmişken siyah beyaz ekranda, Alice misali süzülmek istersiniz ekranın içine. O göz kamaştırıcı oyuncuların, o şahane kostümlerin, dansların, şarkıların bir parçası olmak… Kısa bir an… Belki hayal bile kuramayacak kadar kısa bir an…

Bir hafta önce Küçükçiftlik Park sahnesinde Seninle Başım Dertte müzikalinin yazarı olarak sahnedeydim. Bir hafta sonra Mabel Matiz, Harbiye Açık Hava sahnesinde verdiği ilk konserde sahnedeydi. Onu en iyi ben anlıyordum.
Eni konu heyecan duydum konser başlamadan. Mabel’in bu çapta bir konserin üstesinden gelebilecek yetkinliğe çoktan eriştiğinden şüphem yoktu belki ama onun yıllar içindeki yolculuğuna, başarı öyküsüne başından bu yana şahit olmanın verdiği babayani sahiplenme duygusu bir konser izlerken kaşlarımı çatarak kusur arama şeklinde tezahür eden mesleki deformasyonuma mâni olacaktı, bunun farkındaydım. Nitekim öyle de oldu. Kaş çatmak ne kelime; mutlu mutlu gülümsedim durdum konser boyunca.

Perdesiz sahne sevmiyorum; ona bir kere daha kanaat getirdim. Konser ya da gösteri, her neyse, başlamadan önce sımsıkı kapalı duran o perdelerin yarattığı gizemi seviyorum. Perde açılırken sahneden yükselen kokuyu, gözüme dolan ışığı, rengi, sesi, derinlik hissini seviyorum. O gece perde henüz kapalıyken Nazım’ın bir rubaisini okuyan Mabel’in sesini, orkestranın “intro”sunu da sevdim. Perde açıldığında dans grubuyla beraber dans ederek seyirciye görünen Mabel’i de. Son albüm “Maya”nın görsel estetiğine uygun bir biçimde kilimler asılmıştı sahneye. Orkestranın, Mabel’in ve dansçıların kostüm uyumu, renkler, ışıklar, her şey abartısız ama göz alıcıydı.

Açılış şarkısı “Ya Bu İşler Ne?” oldu. Hemen ardından yeni albümden “A Canım”la devam etti Mabel. Konser boyunca yeni albümün tamamına yakınını seslendirecekti ama şimdi sırada Mabel’in ana akımda kabul görmesine neden olan şarkılardan biri, bir Yıldız Tilbe “cover”ı olan “Aşk Yok Olmaktır” vardı. Bu şarkıya başlamadan önce Açık Hava’da konser veriyor olmasını kast ederek seyirciye “Gerçek mi bu?” diye sordu Mabel. Çok alkışlandı. Seyirci dosttu, ahbaptı, eşti, akrabaydı o dakika. Mabel hepsinin çocuğuydu sanki. Onlar da çocuklarının mürüvvetini görmeye gelmişlerdi. Bu yüzden, başka türlüydü… Nasıl desem… Şefkatliydi alkışlar.

“Yaşım Çocuk”un hemen ardından çocukluğunun hikâyesini anlattı Mabel. Tır şoförü olan babasını kardeşi ile birlikte nasıl beklediklerini, o bekleyişlerin hüznünü, güzelliğini… “Babamı Beklerken”di bu hikâyenin şarkısı. Gözyaşlarına mâni olamadı söylerken. Hangimiz çocukluğumuzun bir yerlerinde babamızı beklememiştik ki… Bizimkiler babamın görevi nedeniyle Kıbrıs’a gitmişti. Ben ilk okula başlamıştım o sonbahar. Anneannemlerde, Üsküdar’daki evde kalıyordum. Bir akşamüstü sokakta oynarken, yokuşun başında babamı gördüm. Muzip bir adamdı; severdi sürprizler yapmayı. Demek haber vermeden çıkıp gelmişti. Nasıl can havliyle koşarak inmiştim yokuşu. Uzaktan babam zannettiğim adama doğru… Değildi. Ama ben babamı çok özlemiştim. Yedi yaşımın bu buruk anısı bugün dahi çıkmadıysa aklımdan, “Babamı Beklerken” şarkısının adı bile insanın canını acıtmaya yeterdi.

Can acıtan şarkılar “Çukur” ve “Zor Değil”le devam etti. Sonra uzun süredir mustarip olduğu alerjiden bahsetti Mabel. Kaç doktor dolaşmış, neye alerjisi olduğu bulunamamıştı. Terapisti koymuştu teşhisi en son: “Senin dünyaya alerjin var!”
Ardı ardına söylediği “Atlar Yoruldu” ve “Dualar Değişir”, bu şarkıları yazan genç adamın terapistini haklı çıkarır gibiydi. İyi ki de öyleydi.  
“Isırılmış yerlerinden gülüyorsun bana
Metalin, betonun, asfaltın bu korkunç ormanında
Ben de sıkıldım bu seslerden, yollarımızdaki kafeslerden
Anlamıyorsan bile olsun gel, sıyrılalım örtümüzden”

Peşi sıra önce “Gel”, ardından “Sarışın”la devam etti konsere Mabel. Seyircinin ezbere bildiği bu iki şarkının ikincisinde onların arasına indi, salonda dolaştı. Tekrar sahneye çıktığında ise Sabi Saltiel’i davet etti yanına. “Maya” albümünün prodüktörlüğünü Mabel’le birlikte üstlenen Saltiel, yakın geleceğin parlak müzisyenlerinden biri olarak adından çokça söz ettirecek, ona şüphe yok. Müzik eğitimini Berklee Müzik Akademisi’nde aldıktan sonra bir süre Amerika’da çalışmalarına devam eden Saltiel, genç yaşına rağmen müziğimiz için bir kazanç olacağını “Maya” ile gösterdi.

Sahnede “Öyle Kolaysa” çalınırken gitarıyla orkestraya eşlik etti Sabi Saltiel. Mabel Matiz’in Sıla ile birlikte yazdığı “Sarmaşık” çalınırken ise bu defa Mustafa İpekçioğlu cümbüşüyle renk katıyordu bu güzelim şarkıya. Mabel şarkının hemen ardından Sıla’ya teşekkürü ihmal etmedi. “Gecenin ilerleyen saatlerinde bir sürpriz olabilir,” dedi bir de. Seyirci kaçın kurası; herkes anladı tabii sürprizin ne olacağını.
Sonrasına bir potpuri yaptı Mabel. Eğlenceli ve yüksek tempolu bu potpuride ardı ardına “Lambaya Püf De”, “Hey On Beşli”, “Şeker Oğlan” ve “Cartel” söylendi. İçine “Cartel”in de dâhil edildiği bu türküler buketi hiç de alakasız durmadı zira Mabel şarkılarının temel izleği başından beri bu coğrafyanın renklerini taşımıştı, taşıyordu zaten.

Konserin ilk yarısı “Maya”nın en sevdiğim şarkılarından biriyle, “Ayrılık Buna Denir”le gayet coşkulu bir biçimde sona erdi.
Sahneye çıkanın, ışıklar altında alkış duyanın bakışları değişir zamanla. Çekingenliğin yerini meydan okuma, utanmanın yerini kendinden emin olma, bazen kurnazlık, hesapçılık, bazen minnet ve şükür ama en çok da “ben hepinizden farklıyım”a inanmışlık açık eder kendini sahnedekinin gözlerinden. Hepsiydi ya da hiç biriydi… Ama “deli deli” bakıyordu Mabel. Bu pek azında olur. Zekânın ve farkındalığın delirttiği gözler, sahne ışıklarını deler geçer, oturduğunuz yerden sizi görür, içinizi okur. İlk yarıda muhtemel bir teknik hata sonucu Mabel’in sesini net duyamamış, şarkı sözlerinden çok orkestranın çok profesyonel performansına odaklanmak zorunda kalmıştık oysa. Ama Mabel şarkı söylemiyor, orada duruyor olsa bile bize bakıyordu ya öyle “deli deli”; savunmasızdık karşısında, çoktan teslim olmuştuk.           

İkinci yarıda siyah kostümü ile sahnede göründü Mabel ve ardı ardına “Maya”nın sıkı şarkılarını söyledi. “Fırtınadayım”, “Mendilimde Kırmızın Var”, “Boyalı da Saçların”, “Yaban” ve sonrasında “Canki”. Her bir şarkıyı nasıl ruhundan, canından, içinden kopararak yazdığını anlıyordunuz izlerken. Öyle bir iştahla, şevkle, arzuyla söylüyordu. Daha yeni çıkmış bir albümden bu kadar çok şarkıyı arka arkaya sıralamak riskli olabilirdi ama olmadı. Seyirci hepsini çoktan öğrenmişti bile.

“Canki”nin bir parça vahşi, bir parça edepsiz, bir parça da agresif havasının hemen ardından sahnenin yanındaki ekranlarda uysal, edepli, sakin bir Mabel görünüverdi. Bir Göksel konserinin kulisinde çekilmiş, yıllar öncesine ait bir videoydu bu. Derken Göksel bir su damlası zarafetiyle sahnede belirdi ve o su damlasının sesi Mabel’in sesiyle birleşip denize bıraktı bizi. “Denize Bıraksam” söylendi, iki arkadaşın seyirci önünde arkadaşlıklarını kutsamasına şahit olundu.

Göksel veda ederek sahneden ayrıldıktan sonra Mabel konsere “Ahu”yla devam etti. Ardından da “Alimisema” ve “Fena Halde Bela”yı birbirine bağlayarak tempoyu hızlandırdı iyice. Sonrasında yine yeni albümden “Mükemmeli” geldi.

Ve sırada beklendiği üzere Sıla vardı. Yine bir dostluk kutsaması ve yine iki üretken insanın ortaklığından doğmuş bir şarkı. Hayır, hayır, bu defa iki şarkı… Önce “Muhbir”, ardından “Sarmaşık”. Her ikisi de kendi ait bir üslubu ve dili olan şarkı yazarlarının, kendine ait bir şarkı söyleme biçimi olan şarkıcılarının işbirliği zordur hatta yıkıcıdır kimi zaman. Ama tıpkı Göksel gibi Sıla da çok yakışmıştı Mabel’e ya da Mabel her ikisine. Öyle olmasa bu şarkılar bu kadar sevilmezdi. Bu bir bakışta anlaması zor ortak payda üzerine kafa yormak lazımdı o vakit.

Yine “Maya”dan “Pembe”, “Comme Un Animal” ve “Yıldızların Peşinde” ardı ardına gelirken konserin de sonu gelmişti. Dile kolay, üç saati aşmıştık. Ve “Yıldızların Peşinde”deki performansına bakılırsa Mabel bir o kadar daha sahnede kalabilecek enerjideydi. Konserin başındaki heyecanını atmış, adrenalini giderek artmıştı. Bir konser için sürenin fazla uzun olması mazur görülebilirdi bu yüzden. Kaldı ki seyirci de yorulmamış olmalıydı. Zira Mabel’in veda etmesi, perdenin kapanması filan işe yaramadı. Alkışlar susmadı, perde tekrar açıldı, Mabel tekrar sahneye çıktı. “Bis”de “Ya Bu İşler Ne” ve “Yıldızların Peşinde” tekrar edildi.        
Kuliste Mabel’in bugünlere gelmesinde kendisinden sonra en büyük pay sahibi olan menajeri Engin Akıncı ile sohbet ettik ayaküstü. “Siz o ilk günleri biliyorsunuz,” dedi. İlk albüm sonrası küçücük bir bodrum kat barında verdiği konseri hatırladık, duygulandık. Üzerini değiştirdikten sonra Mabel de geldi. Gözlerindeki sevinç pırıltıları, az önce konserde etrafa saçılan konfetilerin ışıltısından daha parlaktı. Onu en iyi ben görüyordum.

O gece o konserde sahnede sadece Mabel Matiz yoktu. Sezen Aksu da vardı, Barış Manço da, Kayahan da vardı, Cem Karaca da… Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Ajda Pekkan… Her birinden bir ses, bir söz, bir duygu, bir an değip geçmişti sıcaktan nemlenmiş tenlerimize, kalplerimize. Her birinden el almıştı sahnedeki genç adam sanki. Kuliste “Mabel”e “Senin yerin onların yanı olacak zamanla,” derken abartmıyordum. İçimdeki his öyle söylüyordu.

Masal bu ya… Bir küçücük Mabelcik varmış… Kendini bildi bileli “yıldızların peşinde” koşmuş… Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş… Bir de bakmış ki ne görsün?.. Kendisi bir yıldız oluvermiş. Sonra gökten üç… Hayır hayır, üç değil; bu defa binlerce elma düşmüş. Konserden çıkan herkesin artık bir elması varmış.
Peki ben kendi elmamı ne mi yaptım? E sizinle paylaştım ya işte!
TEMMUZ 2018
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 01, 2018 01:45

Yavuz Hakan Tok's Blog

Yavuz Hakan Tok
Yavuz Hakan Tok isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Yavuz Hakan Tok's blog with rss.