Yavuz Hakan Tok's Blog, page 49
April 26, 2016
Onur Ataman'la Caz ve İnovasyon Teknikleri

Türkçe “rock” müziği yakından takip edenlerdenseniz, 2011 yılında “Gelecek” adını taşıyan bir albüm yayımlamış Planeur grubundan mutlaka haberdarsınızdır. Onur Ataman ve Serkan Modalı tarafından kurulmuş Planeur, Türkçe “rock” standartlarının epey dışında, sağlam bir ilk albümle dikkatleri üzerine çekmişti. Sonrasında gruptan ikinci bir albüm gelmedi, sadece Serkan Modalı gruptan bağımsız olarak solo çalışmalar yaptı. Ama ben bu yazıda ondan değil, Planeur’un diğer elemanı Onur Ataman’dan bahsedeceğim. Çünkü Ataman, az bulunur bir müzisyen, bir müzik adamı ve çok daha fazla bilinmesi gereken, çok acayip işler yapıyor bu sıralar.

Onur Ataman, 1995 yılında girdiği İstanbul Devlet Konservatuarı’nda opera ve şan eğitimi alarak başlıyor müzik tahsil etmeye. 2001 yılında Lahey’deki Hollanda Kraliyet Konservatuarı Caz Gitar Bölümü’ne kabul edilen ilk Türk müzisyen oluyor. 2006 yılında Hollanda hükümeti tarafından üstün yetenekli öğrencilere verilen “top talent” bursunu almaya hak kazanıyor. Aynı okulda lisans ve master eğitimini tamamlıyor ve iki yıl boyunca da Hollanda’da Leiden Üniversitesi ve Belçika Ghent’te Orpheus Instute’de doktora eğitimine devam ediyor.

Doktora eğitimi boyunca İngiltere’de Royal College of Music ve Oxford Music Faculty’de caz müziğinin Türk Müziği ile entegrasyonu ve emprovizasyon üzerine araştırmalarda bulunuyor. Bu süreçte Onur Ataman Ensemble ve İstanbul Connection çatısı altında Avrupa ve Türkiye’de birçok konser veriyor, albümler kaydediyor. Dahası North Sea Jazz Festivali, İstanbul Jazz Festivali, Delft Jazz Festivali ve Turkey Now Festivali Amsterdam gibi festivallerde sahneye çıkıyor.
Yani toplamda 12 yıl süren bir eğitim/akademik süreçle ve dahası sahne, stüdyo deneyimi ile kendini yetiştirmiş, deyim yerindeyse müziğin ilmini yapmış bir müzisyen Onur Ataman. Yazarken ben yoruldum, varın siz hesap edin.

2010 yılında Türkiye’ye döndükten sonra organizatörlük, prodüktörlük ve eğitmenlik diye özetleyebileceğim bir dolu iş var Ataman’ın portföyünde. Planeur albümü de bu dönemde yapılmış zaten. 2015 yılından itibaren Motto Müzik web TV’de programlar yapan Onur Ataman, halen Ataman Müzik Atölyesi bünyesinde, atölye ve seminerler düzenlemeye ve eğitmenlik yapmaya devam ediyor.

Bunları kısaca da olsa özetlemem lazımdı çünkü şimdi bahsedeceğim Onur Ataman projesi, ancak bu altyapıda bir müzisyenin altından kalkabileceği türden bir proje. Ya da bu deneyimde bir müzisyenin üstelenebileceği diyelim. Ve asıl meseleye gelelim.
“Caz bir demokrasidir” mottosuyla yola çıkmış Onur Ataman bu projeyi tasarlarken. Çünkü caz müziğinin herkesin eşit hakka sahip olduğu ama özgürce kendini ifade edebildiği, yani doğaçlama yapabildiği, bunun yanı sıra takım ruhundan beslenen ve her zaman yeniliğe açık olan bir müzik türü olduğunu düşünüyor ki haksız değil. Bu yüzden de hazırladığı seminerlere “Inovation is the tradition of jazz music " (yani “inovasyon, caz müziğinde bir gelenektir”) sloganını uygun görmüş.

Buradan hareketle, konuşmaları ve seminerlerinde katılımcıları bir caz ve inovasyon yolculuğuna çıkarıyor. Çeşitli örneklerle müzikler dinletiyor, hikâyelerini anlatıyor ve dönemleri incelerken kimler ne gibi riskler almış, nelerden vazgeçmişler, bu müziğe neler katmışlar, onları irdeliyor. Bir takım örnek alıştırma ve teknikler uygulayarak, katılımcılara cazdan esinlenerek yaptıkları herhangi bir iş içerisinde yaratma noktasına nasıl geleceklerini anlatıyor. Bunun için geliştirdiği “öğrenmede transfer teknikleri”ni aktarıyor.

İlginç değil mi? Yani bir müzisyen olmanız, müzikle içli dışlı olmanız gerekmiyor. Bambaşka bir iş de yapıyor olabilirsiniz. Ama yaptığınız işte caz müziği size yol gösterici, ilham verici olabilir. Bunun nasıl olabileceği ise Onu Ataman’ın seminerlerinde anlatılıyor.Meraklısı için seminerlerden konu başlıklarını da vereyim:
Bir iletişim biçimi olarak caz müziği ve caz müziğinin dili
Caz müziğinde zaman anlayışı
Caz müziğinde devirler ve inovasyon
Caz Müziğinde yaklaşım (Miles Davis Yaklaşımı)
Caz müziğinde perspektif ve doğaçlama
Kendi zaman anlayışımızı geliştirmek ve caz müziğinde zamanlama
Zamanı etkin kullanmak için teknikler ve müzikal örnekler
Çalışma ve teoriden nasıl yaratıcı sürece geçiş
Öğrenme prensipleri ve rastgele öğrenme
Planlama, çalışma, inovatif yaklaşım ve yaratıcı çalışma
Geleneksel yaklaşımlar ve modern zamanlar savaşında kişinin yaklaşımı ve tutumu nasıl olmalıdır? Müziğin gerçekliği ve boyutları, kişiyi nasıl başka bir yaratıcılık boyutuna taşıyabilir? Yaratıcılık ile iş hayatında fark yaratma.

Onur Ataman yakın zamanda Ford Otosan Arge bölümü çalışanlarını verdi bu semineri. Benim de ilgimi o zaman çekti zaten ve detay öğrenmek için, nedir ne değildir diye sormak için aradım Onur’u. 7-28 Mayıs tarihleri arasında ise İstanbul Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsünde, bir dizi ders halinde meraklısına sunmaya hazırlanıyor “Caz ve İnovasyon Teknikleri”ni.

Uzun vadede amacı ise bu dersleri, konuşmaları ve seminerleri yaygınlaştırarak, farklı üniversitelerde ve farklı şehirlerde sürdürebilmek. Şahsen ben ilk fırsatta bulduğumda gidip yerinde izleyeceğim anlattıklarını. Zira yukarıda da bahsettiğim gibi, bu derece müziğin ilmini yapmış bir müzisyenin anlatacaklarından kendi payıma bir kazanım çıkarabileceğime şüphem yok. Müziğin sadece dinlemek için, eğlenmek için, duygulanmak için var olmadığını düşünenlerdenim çünkü. En az matematik kadar, fizik kadar, mühendislik kadar var müzik hayatımızın her alanında. Müzikten ilham alarak gündelik hayat içerisinde çok şeye başka gözle bakmayı, başka türlü yaklaşmayı, kim bilir belki de başka türlü yaşamayı öğrenebiliriz. Onur Ataman tam da bu iddiada zaten. Bu yüzden de anlattıklarını can kulağıyla dinlemek, anlamaya, öğrenmeye çalışmakta fayda var.

Onur Ataman’ın Bilgi Üniversitesi’nde vereceği Caz ve İnovasyon Teknikleri derslerine katılabilmek için detaylı bilgiyi aşağıdaki adresten edinebilirsiniz:
http://www.bilgi-egitim.com/tr/programlar/570/caz-ve-inovasyon-teknikleri/
NİSAN 2016
Published on April 26, 2016 03:46
April 24, 2016
Tenkyu Veri Maç Teperim Geri Kaç!

(Blue Jean dergisi Şubat 2016 sayısında yayımlanmıştır.)
Konçlu Converse ayakkabılarımın beyaz bağcıklarını söküp, yerine o sıralar her köşe başında satılmakta olan fosforlu bağcıklardan almıştım. Studio 54’de “Brother Louie” çalarken piste çıkıp dans edeceksem, turuncu fosforlarım cayır cayır göstermeliydi kendini. Kollarını dirseğime kadar sıvadığım ceketimin vatkaları omuzlarımı olduğundan geniş gösterir, yüksek belli ve pilili kot pantolonumun içine soktuğum Shetland kazağım pembe yeşil desenleri ile göz alırdı. Ray-Ban güneş gözlüğümse kenarı kıvrılarak pantolonumun üzerine doğru sarkıtılmış örme kemerime takılı kutusunda durur, havama hava katardı o esnada. Kelebek tokalı tunikli, taytlı, tozluklu kızlar Flashdance figürleri yaparken karşımda, ben kâh Tolga Savacı sanırdım kendim, kâh Patrick Swayze.

İkinci kanal yeni açılmıştı. Perihan Abla’ya bayılıyorduk. Ayşe Egesoy, Bir Cumartesi Gecesi programında şarkıcıları sunmadan evvel buğulu buğulu şiirler okuyordu. Videoya kaydedip tekrar tekrar izliyorduk. Olmazsa üç beş film kiralıyorduk köşedeki videocudan. Rambo’yu daha sinemalara gelmeden izleyebilmek büyük lükstü. Varsın Çince altyazılı olsundu. Jaws III’ü üç boyutlu seyretmiştim sinemada, dünyam değişmişti. Ray-Ban gözlüklerim Top Gun’daki Tom Cruise olabilmek içindi. Oysa daha River Raid oynamayı bile beceremiyordum. Ya yakıtım bitiyordu erkenden ya da karaya çarpıp infilak ediyordum. Neyse ki Commodore bilgisayara oyun yüklemek için kullanılan teybin ince tornavidayla kafa ayarını yapmak konusunda benden iyisi yoktu evde. Basic’de yazdığım satır satır programları kaydedebiliyordum kasetlere böylece. Basic deyip geçmeyin, durup durup “syntax error” vermeyen bir program yazmak deha işiydi, herkes beceremezdi.

Kasetler önemliydi. Sokakta yürürken müzik dinleyebiliyorsak, kasetler sayesindeydi. Sony “walkman” sahibi olmak bir imtiyaz göstergesiydi. “Walkman”de dinlemek için kaydettiğimiz karışık kasetler bir gusto meselesiydi. Her bir yüzü 30 dakikalık boş kaseti doldururken bir yüzün sonunda şarkı yarım kalmayacak şekilde sıralayabilmek şarkıları, maharet isterdi.

Konu en son çıkan yabancı şarkıları dinlemekse, TRT Radyo 3 dinlemek icap ederdi. Hey dergisinde haftalık yayımlanan radyo programı listelerini takip eder, hangi programda hangi şarkının çalınacağını önceden bilir, zamanı geldiğinde kaydetmek üzere teybi hazır tutardım. Sebla Özveren, Sizler İçin’de Duran Duran’ın yeni Bond filmi şarkısı “A View To A Kill” i çalacakmış mesela. Bas düğmeye kaydetsin. Ama bir yandan da dua et ki Sebla Hanım o sırada şarkının üzerine konuşmasın.

Bir de plaklar vardı tabii. Blam serisi, Galaxy serisi korsan morsan, günün en popüler şarkılarını bir araya getirirdi. Hakan Gündüz’ün Studio 54 serisi sadece kaset olarak basılırdı öte yandan. Orijinal Michael Jackson, Madonna, Aha, Sandra, Nena albümlerini de kaset olarak almak daha ucuzdu. Plaklar pek pahalıydı.

Eurovision Türkiye finalinde konuk sanatçı olarak sahneye çıkmak üzere Gazebo, Toto Cutogno, Al Bano-Romina Power ikilisi gelmişti. Johhny Logan, Burçin Orhon’la aşk yaşıyordu. Dolly Dots, Mazhar Fuat Özkan’la Şan Tiyatrosunda konsere çıkıp “playback” yapmıştı. Hisseli Harikalar Kumpanyası çok tutulunca, Şen Sazın Bülbülleri müzikalini gururla sunmuştu Egemen Bostancı. Erol Evgin bir müzikal yıldızı, Ajda Pekkan Açık Hava’daki şovu için Amerika’dan zenci dansçılar getirten bir “Süper Star”dı. Devekuşu Kabare’nin “Yasaklar” oyunu kaset olarak piyasaya çıkınca bir koşu gidip almış, her repliğini ezber etmiştik.

Dallas bizim bir ilimiz, Sue Ellen, Jeyar, Pamela, Bobby ve Bayan Ellie bizim çok dalavereci ailemizdi. Şahin Tepesi’ni o kadar sevmedik mesela, Flamingo Yolu’nu da. Cenk Koray’ı çok sevdik ama. Her Pazar ekran başında o kutulardan neler çıkacak diye öldük öldük dirildik. Akşam çökünce Kav tutuşturucularla banyo sobaları yakılır, ev halkı sırayla banyoya girerken, Hacı Şakir kalıp sabunun ve Tursil 76 çamaşır deterjanının kokusuyla, har har har dönüp duran merdaneli çamaşır makinesinin ve televizyonda maç anlatan spikerin sesi birbirine karışırdı.

İlk Mc Donalds Taksim’de açılmıştı. Değil içine girip o karmaşık menülerden bir tane seçmek, kapısının önünde bir arkadaşla buluşmak bile çok havalıydı. “Milkshake” dünyanın en lezzetli içeceği olabilirdi; hamburgerse en lüks, en pahalı ve en gösterişli yiyeceği.

Hey’in beş altı haftada biriktirilen ve birleştirildiğinde gerçek boyutlu hale gelen posterlerinden birini sahiden birleştirip asmıştım odamın duvarına. Madonna’ydı elbette. Blue Jean’in çıkartmalarını ise oraya buraya yapıştırıyordum habire. Müslüm Gürses’in “Güldür Yüzümü” plağı pikapta dönerken, Ajda Pekkan, Madonna’nın karşı duvarında bana gülümsüyor, yataklı kütüphanenin üzerinde duran Müzik Magazin dergisinin kapağında Mahmut Tuncer, mavi lensleriyle tabloyu tamamlıyordu. Playmen, Erkekçe, Playboy dergileri siyah poşetle satılmaya başlanmıştı. Sybil Danning rüyalarımı süslüyordu. Samantha Fox için o dergileri almaya gerek yoktu, Hey de basıyordu boy boy resimlerini. O da olmazsa Ahu Tuğba vardı, Serpil Çakmaklı’nın Banu Alkan’ın Marmaris’te Bodrum’da geçen bol havuzlu, plajlı, bikinili Yeşilçam filmleri vardı. Sevtap Parman henüz “Que Sera Sera”yı söylememişti ama “Bayan Popo” olarak kalbimizdeki yeri ayrıydı. Müjde Ar İffet’ti, Fahriye Abla’ydı, Ah Belinda’ydı. TRT’de türkücü Bircan Pullukçuoğlu’nun solo konseri hafta içi bir gecenin tek eğlencesi olabilirdi. Yılbaşı geceleri ise dansöz demekti. Üstelik dansöz, siyah beyaz ekran için dünyanın en edepsiz şeyiydi.

Kutu kola diye bir şey çıktı dediler. Bixi’ydi markası. İçip bitirdikten sonra kutuları atmaya kıyamazdık, öyle güzel gelirdi gözümüze. Karmen çikolatasının önce dış kenarlarını tırtıklar, sonra içindeki fındıkların tadını çıkarırdım. Panda’nın çubuklu dondurmaları adeta bir devrimdi. Cornflakes denilen şeyi süt ve toz şekerle karıştırıp yediğimizde, televizyondaki Amerikan ailelerinden hiçbir farkımız kalmazdı.

Küçük Ceylan mı daha küçüktü, Küçük Emrah mı bilmiyordum. Sandra Kim’in 16 yaşında Eurovision birinci olması daha önemliydi benim için. Tarabya sahilindeki tavernalarda Ümit Besen, Arif Susam’la, Cengiz Kurtoğlu, Nejat Alp’le yarışıyordu. Güzellik kraliçesi tacı elinden alınan Hülya Avşar, Maksim’e assolist olmuştu. Bülent Ersoy’un yasağı nihayet bitmiş, Acıların Kadını Bergen kocası tarafından öldürülmüştü. Çalıkuşu’nun fotoromanında oynayan Sezen Aksu, dizisinde oynayan Aydan Şener’den daha güzeldi gözümde. İbrahim Tatlıses’in oynadığı fotoromanın televizyon reklamında sevdiceğine “Benden nefret et ama bana acıma,” demesi çok dokunmuştu kalbimize. O ara Nokta dergisi “Sosyete artık Tatlıses dinliyor,” haberini yapmıştı. Tatlıses, Perihan Savaş’ı hastanelik etmiş, bu haber Tan gazetesinde “Türk erkeğini görünce Helga’nın dudağı uçukladı!” haberinin altında bir yerlerde çıkmıştı. Turgut Özal, “Koy bir kaset de neşemizi bulalım Semra,” diyerek kendi kullandığı arabayla ikinci köprüden geçiyordu. Hava biraz sıcaksa ben deri montumun fermuarlı kollarını söküp, yelek olarak giyiyor, üzerine de Blue Jean’in hediye verdiği armaları iğneliyordum.

Velhasıl-ı kelam,’80’ler hiç de öyle aynı adlı televizyonda dizisinde anlatıldığı/gösterildiği gibi steril, tatlişko bir şey değildi. Çok karmaşık, çok “kitsch”, patalojik, travmatik, kasvetli, über sıkıcı, ultra itici, uzaktan bakınca hafif mide bulantısı ile hatırlanacak, hiç mi hiç “ah nerede o günler” dedirtmeyecek günlerdi. Tıpkı bugünler gibi. E herıld yani! Ne?.. Zzzttt Erenköy! Tenkyu veri maç, teperim geri kaç!
OCAK 2016
Published on April 24, 2016 14:40
April 21, 2016
Giden Gidene

Attila Özdemiroğlu’nu alkışlarla uğurladık dün. Sonsuzluğa… O, neresi olduğunu bilmediğimiz ama varlığına inanarak, oraya uğurladıklarımızın acısına bir nebze olsun teselli bulabildiğimiz yere…

Demeye kalmadan Prince’in ölüm haberi düştü sosyal medyaya. Herkes bir şeyler yazmaya başladı. Dünyanın bir ucunda bir müzisyen ölüyor ve sen hiç aynı havayı solumadığın, yüz yüze gelmediğin bir adamın/kadının ardından hüzünlere boğuluyorsun. Bunu ancak müzikle, sanatla açıklayabilirsin. Gerisi hikaye… İlham almışsın, ışık almışsın, güç almışsın, el almışsın belki de… Yol almışsın onlarla birlikte. Duygulanmışsın, gülmüşsün, ağlamışsın, büyümüşsün… Tanışsan ne tanışmasan ne?

Ki benim Attila Abi ile tanışmışlığım, oturmuşluğum, kalkmışlığım vardı sık aralıklarla olmasa da. “Yavuzcuğum” diye telefon açışı gitmeyecek kulaklarımdan. Çocuk gözlerindeki muzır bakışları, neşeli, esprili hali, tavrı, ne çok şey bildiğini ancak kurcalayarak keşfedebileceğiniz, hayat bilgisini, bilgeliğini öyle olur olmaz ortalığa saçmayan mütevazılığını… Çok yakınımı kaybetmiş gibi hissediyorum iki gündür. Eminim ki çok kişi de aynı şeyi hissediyor. Cenaze töreninde konuştuğum herkes benzer sözler sarf etti onun için. Gidenin ardından edilen beylik lakırdılar değildi.
Şimdi dönüp baktığım zaman bir dönem dalgasını geçtiğimiz ‘80’leri tam da ergen-genç yaşlarda yaşamış olmak ne büyük nimetmiş. Ne bereketli, ne zengin bir müzikal devirmiş o. David Bowie’si, Tina Turner’ı, Michael Jackson’ı, Queen’i, Prince’i… Saymakla bitmez.

Bir de tam İngilizce eğitimi aldığım yıllar. Her bir şarkıyı ezber ediyorum, sözleri anlamaya çalışıyorum, Hey dergisi, Blue Jean dergisi filan posterlerle, haberlerle, röportajlarla iyice açıyor iştahımı. Bir USA For Africa konseri yapılıyor, soluğum kesiliyor televizyon başında. TRT’de klip filan görmek ne mümkün. Devir video kaset devri neyse ki. Özel video kasetler var böyle yabancı kliplerin olduğu (korsan tabii), onlara dadanıyorum. Prince bir ikon, bir deli, bir deha… En çok “Raspberry Beret”i severdim ben nedense. “When Doves Cry”dan, “Kiss”den filan daha çok. Yıllardır da dinlememişim. Ölüm haberini alınca açıp ilk onu dinledim. Ne diyeyim... İlhamımız azalıyor böyle böyle. Dünyanın giderek kuraklaşması sadece küresel ısınmadan değil.
NİSAN 2016
Published on April 21, 2016 15:33
March 7, 2016
Gökhan Türkmen Akustik Konseri
(SES TİYATROSU 2 MART 2016)
Gökhan Türkmen’in akustik konserine gitmek istedim çünkü 2000’lerin ikinci yarısından sonra adını duyurmuş olmasına, yani sektörde nispeten daha yeni olmasına rağmen, ancak kıdemlilerin sahip olabileceği türden bir dinleyici kitlesine sahip olduğunu biliyordum ve bu kitleyi bir bar ortamında değil, akustik bir konser ortamında gözlemlemek için bu konser iyi bir fırsattı. Üstelik konserin Ses Tiyatrosu gibi çok kıymetli, çok özel bir salonda yapılıyor olması da cabasıydı.
Tabii “akustik konser” deyince beklentim, tıpkı şu ara Youtube platformlarında pek popüler olduğu üzere, üç beş parça enstrümanla yapılacak bir konserdi. Ama gelin görün ki öyle olmadı. Sahnede koca bir orkestra vardı. Yaylı kuarteti, bir ara sürpriz kabilinden ortaya çıkıveren nefesli ekibi ile filan enine boyuna bir orkestra.
İtiraf edeyim, Gökhan Türkmen şarkılarının büyük çoğunluğu ezber ettiğim şarkılar arasında değildir. Müzikal niteliğine, düzenlemelerine filan bayılsam da ilk albümünden bu yana, Türkmen’in nazal şarkı söyleme biçimi onu uzun uzadıya dinlemekten hep alıkoymuştur beni. Bunu da yazmışımdır birkaç kez. Onun popüler olmasından sonra onun gibi şarkı söyleyen başka isimlerin çıkması da muhtemelen tesadüf değildir. Biraz çabayla (ya da fizyolojik sebeplerin ortadan kaldırılması için yapılacak müdahalelerle) düzeltilebilecek bu defoyu düzeltmemekteki ısrarı da öyle. Sevenler onu böyle sevmiş. O da bunun farkında belli ki.
Gelgelelim, benim kimisini iyi bildiğim, kimisine ise sadece kulak aşinalığım olan şarkılarını, konsere izlemeye gelen kitle başından sonuna ezbere biliyordu. Gökhan Türkmen topu ne zaman izleyiciye atsa, hiç sektirmeden eşlik ettiler, bir ağızdan söylediler. Bu haliyle bu sakin ama coşkulu konser bana bir Bülent Ortaçgil konseri havası yaşatmadı değil. Şarkıların akustik düzenlemelerini orkestranın icrası ise bir caz konseri (hadi pop-caz diyelim) kalibresindeydi.
Özellikle “Oysa ki” ve “Çatı Katı” performansları sahiden çok etkileyici idi. Hatta “Çatı Katı”nda seyirciler olarak o kadar yükseldik ki, tam orada bir virgül atıp kısa bir ara verilseydi çok daha iyi olurdu, çünkü o an konserin pik noktası idi. Ne var ki iki saatten biraz uzun süren konser, arasız devam etti. Öyle eller havaya durumuna filan geçmeden, sahnede takla atan dansçılar mansçılar olmadan, solistin bile oturarak şarkı söylediği bir konserde, katıksız müzik dinlemekten hoşnuttuk hoşnut olmasına ama hem salonun sıcaklığı ve havasızlığı, hem de kimi zaman çok üst üste gelen düşük tempolu şarkılar bir yerden sonra bir parça yordu bizi (ya da en azından beni.)
Gökhan Türkmen şarkı söylemeyi çok seviyor. Özellikle de insanlara sevdirmeyi başardığı şarkılarını onlarla birlikte söylemeyi çok seviyor. Adrenalini çok yüksekti ve belli ki ara vererek o enerjiyi düşürmek istemedi. Seyirciye de sordu zaten. “Devam,” denilince devam etti.
Gökhan Türkmen iyi bir hatip değil. Sahnede şarkı aralarında konuşarak seyirciyi yükseltmek ayrı bir beceri işi ve her şarkıcının bu beceriye sahip olması beklenemez. Bu noktada illa konuşmak istiyorsanız, profesyonel davranıp yazılı metin desteği almakta fayda var. Yoksa “Bu şarkıyı ben tuvalette yazdım,” gibi saçma bir yere varabilir konuşmalarınız ve toparlamakta güçlük çekebilirsiniz. Espri oldu, güldük ettik filan ama olmasa da olurdu (hatta daha iyi olurdu) sanki.
Bununla beraber orkestra ile uyumu, her bir şarkının falsosuz çalınması ve söylenmesi, sahnedeki herkesin ne zaman ne yapacağını çok iyi biliyor olması gibi detaylar, Türkiye’de her konserde sık rastlamadığım türdendi.
Bir de değinmeden geçmemek lazım, konserin müzik dışında bir misyonu da vardı. “Geleceğe Işık Tut” adlı sosyal sorumluluk projesine destek veren Türkmen, konseri izlemeye geleceklere yanlarında kitap, oyuncak ve kırtasiye malzemeleri getirmeleri konusunda çağrı yapmıştı. Nitekim salonun fuayesindeki karton kutularda birikmiş oyuncak, kırtasiye malzemeleri ve kitaplar, gelenlerin bu çağrıya uyduğunu gösteriyordu. Bu toplananlar, ihtiyacı olan okullara gönderilecekmiş.
Ancak Gökhan Türkmen bir parça (belki de her şarkıcı kadar) “egosantrik” bir adam. Daha önce tanışmamıştım, ilk kez bu konserde gözlemledim onu. Mesela bu önemli sosyal sorumluluk desteğini, konser sırasında çok da umuru değilmişçesine sadece birkaç cümleyle geçiştirmesi… Ya da seslendirdiği her bir şarkının söz yazarı ve bestecisini (ki çoğu kendisine ait zaten malum) tek tek zikrederken “Sen İstanbul’sun” un söz yazarı ve bestecisi olan ve üstüne üstlük o anda salonda seyirciler arasında bulunan Murat Güneş’in adını anmaması, daha önce de birçok konsere ev sahipliği yapmış Ses Tiyatrosu’nda konser vermek için Ferhan Şensoy’un ona özel izin verdiğini anlatıp (belki de bilmeden) ilk ve tek konser veren oymuş gibi bir algı yaratması, sık sık “sizin de çok sevdiğiniz” diyerek şarkılarını anons etmesi ve konser sonrası kuliste gördüğüm hal ve tavrı gibi küçücük detayları toplayarak vardım bu kanıya. Kayahan’dan Ajda Pekkan’a dek birçok yıldıza uzaktan ya da yakından bakınca şahit olduğum ve anlaşılabilir bulduğum bu “egosantrik” hâl, onda biraz “erken” duruyor henüz. Zamanla ya azalacak ya da çoğalacaktır, orasını bilemem.
Konserde konuk olarak sahneye çıkan Ayşegül Aldinç’le “Durum Leylâ”yı, Aslı Demirer’le ise “Korkak” adlı şarkısını birlikte söyledi Gökhan Türkmen. Aslı Demirer’i görmek belki sürpriz değildi ama Ayşegül Aldinç kelimenin tam anlamıyla konserin kreması oldu.
Gökhan Türkmen’in Ses Tiyatrosu’ndaki ikinci konseriymiş bu. İlkini neden bilmem kaçırmışım. Bir üçüncüsü ise Nisan ayında yapılacakmış. Gökhan Türkmen şarkılarıyla çok ilgili olmasanız bile, Ses Tiyatrosu’nun büyülü atmosferi ve tarihi dokusunda, müzikal tadı yüksek bir akustik konser izlemek hiç de azımsanacak bir şey değil. Bu deneyimi yaşamakta fayda var. Öneririm.

Gökhan Türkmen’in akustik konserine gitmek istedim çünkü 2000’lerin ikinci yarısından sonra adını duyurmuş olmasına, yani sektörde nispeten daha yeni olmasına rağmen, ancak kıdemlilerin sahip olabileceği türden bir dinleyici kitlesine sahip olduğunu biliyordum ve bu kitleyi bir bar ortamında değil, akustik bir konser ortamında gözlemlemek için bu konser iyi bir fırsattı. Üstelik konserin Ses Tiyatrosu gibi çok kıymetli, çok özel bir salonda yapılıyor olması da cabasıydı.

Tabii “akustik konser” deyince beklentim, tıpkı şu ara Youtube platformlarında pek popüler olduğu üzere, üç beş parça enstrümanla yapılacak bir konserdi. Ama gelin görün ki öyle olmadı. Sahnede koca bir orkestra vardı. Yaylı kuarteti, bir ara sürpriz kabilinden ortaya çıkıveren nefesli ekibi ile filan enine boyuna bir orkestra.

İtiraf edeyim, Gökhan Türkmen şarkılarının büyük çoğunluğu ezber ettiğim şarkılar arasında değildir. Müzikal niteliğine, düzenlemelerine filan bayılsam da ilk albümünden bu yana, Türkmen’in nazal şarkı söyleme biçimi onu uzun uzadıya dinlemekten hep alıkoymuştur beni. Bunu da yazmışımdır birkaç kez. Onun popüler olmasından sonra onun gibi şarkı söyleyen başka isimlerin çıkması da muhtemelen tesadüf değildir. Biraz çabayla (ya da fizyolojik sebeplerin ortadan kaldırılması için yapılacak müdahalelerle) düzeltilebilecek bu defoyu düzeltmemekteki ısrarı da öyle. Sevenler onu böyle sevmiş. O da bunun farkında belli ki.

Gelgelelim, benim kimisini iyi bildiğim, kimisine ise sadece kulak aşinalığım olan şarkılarını, konsere izlemeye gelen kitle başından sonuna ezbere biliyordu. Gökhan Türkmen topu ne zaman izleyiciye atsa, hiç sektirmeden eşlik ettiler, bir ağızdan söylediler. Bu haliyle bu sakin ama coşkulu konser bana bir Bülent Ortaçgil konseri havası yaşatmadı değil. Şarkıların akustik düzenlemelerini orkestranın icrası ise bir caz konseri (hadi pop-caz diyelim) kalibresindeydi.
Özellikle “Oysa ki” ve “Çatı Katı” performansları sahiden çok etkileyici idi. Hatta “Çatı Katı”nda seyirciler olarak o kadar yükseldik ki, tam orada bir virgül atıp kısa bir ara verilseydi çok daha iyi olurdu, çünkü o an konserin pik noktası idi. Ne var ki iki saatten biraz uzun süren konser, arasız devam etti. Öyle eller havaya durumuna filan geçmeden, sahnede takla atan dansçılar mansçılar olmadan, solistin bile oturarak şarkı söylediği bir konserde, katıksız müzik dinlemekten hoşnuttuk hoşnut olmasına ama hem salonun sıcaklığı ve havasızlığı, hem de kimi zaman çok üst üste gelen düşük tempolu şarkılar bir yerden sonra bir parça yordu bizi (ya da en azından beni.)
Gökhan Türkmen şarkı söylemeyi çok seviyor. Özellikle de insanlara sevdirmeyi başardığı şarkılarını onlarla birlikte söylemeyi çok seviyor. Adrenalini çok yüksekti ve belli ki ara vererek o enerjiyi düşürmek istemedi. Seyirciye de sordu zaten. “Devam,” denilince devam etti.
Gökhan Türkmen iyi bir hatip değil. Sahnede şarkı aralarında konuşarak seyirciyi yükseltmek ayrı bir beceri işi ve her şarkıcının bu beceriye sahip olması beklenemez. Bu noktada illa konuşmak istiyorsanız, profesyonel davranıp yazılı metin desteği almakta fayda var. Yoksa “Bu şarkıyı ben tuvalette yazdım,” gibi saçma bir yere varabilir konuşmalarınız ve toparlamakta güçlük çekebilirsiniz. Espri oldu, güldük ettik filan ama olmasa da olurdu (hatta daha iyi olurdu) sanki.
Bununla beraber orkestra ile uyumu, her bir şarkının falsosuz çalınması ve söylenmesi, sahnedeki herkesin ne zaman ne yapacağını çok iyi biliyor olması gibi detaylar, Türkiye’de her konserde sık rastlamadığım türdendi.

Bir de değinmeden geçmemek lazım, konserin müzik dışında bir misyonu da vardı. “Geleceğe Işık Tut” adlı sosyal sorumluluk projesine destek veren Türkmen, konseri izlemeye geleceklere yanlarında kitap, oyuncak ve kırtasiye malzemeleri getirmeleri konusunda çağrı yapmıştı. Nitekim salonun fuayesindeki karton kutularda birikmiş oyuncak, kırtasiye malzemeleri ve kitaplar, gelenlerin bu çağrıya uyduğunu gösteriyordu. Bu toplananlar, ihtiyacı olan okullara gönderilecekmiş.

Ancak Gökhan Türkmen bir parça (belki de her şarkıcı kadar) “egosantrik” bir adam. Daha önce tanışmamıştım, ilk kez bu konserde gözlemledim onu. Mesela bu önemli sosyal sorumluluk desteğini, konser sırasında çok da umuru değilmişçesine sadece birkaç cümleyle geçiştirmesi… Ya da seslendirdiği her bir şarkının söz yazarı ve bestecisini (ki çoğu kendisine ait zaten malum) tek tek zikrederken “Sen İstanbul’sun” un söz yazarı ve bestecisi olan ve üstüne üstlük o anda salonda seyirciler arasında bulunan Murat Güneş’in adını anmaması, daha önce de birçok konsere ev sahipliği yapmış Ses Tiyatrosu’nda konser vermek için Ferhan Şensoy’un ona özel izin verdiğini anlatıp (belki de bilmeden) ilk ve tek konser veren oymuş gibi bir algı yaratması, sık sık “sizin de çok sevdiğiniz” diyerek şarkılarını anons etmesi ve konser sonrası kuliste gördüğüm hal ve tavrı gibi küçücük detayları toplayarak vardım bu kanıya. Kayahan’dan Ajda Pekkan’a dek birçok yıldıza uzaktan ya da yakından bakınca şahit olduğum ve anlaşılabilir bulduğum bu “egosantrik” hâl, onda biraz “erken” duruyor henüz. Zamanla ya azalacak ya da çoğalacaktır, orasını bilemem.

Konserde konuk olarak sahneye çıkan Ayşegül Aldinç’le “Durum Leylâ”yı, Aslı Demirer’le ise “Korkak” adlı şarkısını birlikte söyledi Gökhan Türkmen. Aslı Demirer’i görmek belki sürpriz değildi ama Ayşegül Aldinç kelimenin tam anlamıyla konserin kreması oldu.
Gökhan Türkmen’in Ses Tiyatrosu’ndaki ikinci konseriymiş bu. İlkini neden bilmem kaçırmışım. Bir üçüncüsü ise Nisan ayında yapılacakmış. Gökhan Türkmen şarkılarıyla çok ilgili olmasanız bile, Ses Tiyatrosu’nun büyülü atmosferi ve tarihi dokusunda, müzikal tadı yüksek bir akustik konser izlemek hiç de azımsanacak bir şey değil. Bu deneyimi yaşamakta fayda var. Öneririm.
Published on March 07, 2016 14:19
February 29, 2016
Pinhâni Röportajı

"Çok fazla göz önünde olursak o zaman başka sorunlarla karşılaşacağız. Mesela bugün buraya metroyla geldik. Öyle olsa gelemeyiz."
"Bizim için olabildiğince çok çalmak ve insanlara olabildiğince fazla müzik götürmek esas."
"Bir ara insanlar mesleğimizin dizi müziği yapmak olduğunu sanmaya başlamışlardı. Dizi ekibiyle birlikte sete gidip, onlarla yatıp onlarla kalktığımızı düşünenler vardı."
"Bazen soruyorlar, 'Bu adamlar ne yapıyorlar da koskoca Akın Eldes bunlarla birlikte çalıyor?' Sebebi belli."
"Biz müziği çok seven insanlarız ve bunu ticaret olarak yapmak ağrımıza gidiyor. Müzik bizim hobimiz aslında. Bundan para kazanıyor olmamız bu durumun değişmesini gerektirmez."

Başka türlü bir grup Pinhâni. Yeni albümleri “Kediköy”, geçtiğimiz günlerde DMC etiketiyle yayımlandı. Bu vesileyle Pinhâni’den Sinan Kaynakçı, Selim Aydın ve Hami Ünlü ile bir araya geldik.
MİLLİYET SANAT DERGİSİ ŞUBAT 2016 SAYISINDA YAYIMLANAN RÖPORTAJI VE RÖPORTAJIN DERGİDE YAYIMLANMAMIŞ BÖLÜMLERİNİ OKUMAK İÇİN BU CÜMLENİN ÜZERİNİ TIKLAYABİLİRSİNİZ.
Published on February 29, 2016 15:28
February 20, 2016
Öneririm
TWO TENORS (ATILGAN GÜMÜŞ & CENK BIYIK)
Uzun süredir bu kadar iyi bir gösteri izlememiştim, ne yalan söyleyeyim. İçim aydınlandı, ferahladım. Kendimi bir süreliğini de olsa içinde geçtiğimiz karışık ve karanlık günlerden, kaostan, kardan kıştan, soğuktan soyutladım, müziğin, dansın, ışığın, sesin büyüsüne kaptırdım. Bana çok iyi geldi. Hele ki amatörlüğün artık neredeyse bir paye, bir övünç payı, iş alma kriteri haline geldiği ve bunun adına da “samimiyet” dendiği bu dönemde, her bakımdan profesyonel bir iş izlemek üzerimdeki karamsarlığı biraz olsun atmama sebep oldu. Tazelendim.
Atılgan Gümüş ve Cenk Bıyık’ın ortak gösterisi “Two Tenors”dan bahsediyorum. Biri lirik, diğeri “theatrical” iki tenorun çatışması üzerine kurulmuş bir müzikal şov bu. Konu bütünlüğü içerisinde metne dayalı skeçler, dans ve cazdan, “rock”a, operadan popa geniş bir yelpazede şarkılar basbayağı bir müzikal dramaturjisi içerisinde sunuluyor seyirciye.
Genellikle “cool” ve ciddi adamlardır ya opera solistleri. Ya da en azından bize öyle görünürler… Cenk Bıyık gördüğüm en sempatik ve hareketli tenor olabilir. Zaten tiyatro oyuncusu da olan ve bir süre dans eğitimi almış da olan Atılgan Gümüş ise tüm bu birikim ve becerisini adlı adınca gösterebileceği bir rejiyle gösteriyi hayata geçirmiş ki sahiden harikalar yaratıyor. Özellikle beden dilini kullanmadaki ustalığı uluslar arası bir “star” yetkinliğinde.
İkisinin de sesi şahane. İkisi de çok iyi şarkı söylüyor ve ikisi de sahne üzerinde enerjileriyle de göz kamaştırıyor. Bu işi iş olsun diye değil, çok severek yaptıkları çok belli. O kocaman salonun hayli mesafeli havasını kırıp izleyiciyi sarmalamayı fevkalade iyi başarıyorlar bu yüzden. Habire ayağa kalkıp kalkıp alkışlayasanız geliyor.
Beyonce’nin “All The Single Ladies”ini opera versiyonuyla dinlemeniz de mümkün bu gösteride, nefes kesen akrobasi gösterileri izlemeniz de… Kendinizi Lido’da, Olympia’da ya da Broadway Hall’da filan hissetmeniz çok mümkün.
Two Tenors şimdilik her pazartesi Gayrettepe’deki Masquerade Clup’da sahneleniyor. İmkânınız ve fırsatınız olursa mutlaka izlemenizi öneririm. Ben de ilk fırsatta bir kez daha gideceğim.
BİR EFSANEDİR ERSEN DADAŞLAR (SEDAT ERDOĞDU)
Memlekette popüler müzik tarihimiz üzerine yazılmış araştırma, anı, biyografi kitabı parmakla sayılacak derecede az. Arşivcilik geleneğimiz pek köklü değil, malum. Müzik yayıncılığımız da öyle. Kaldı ki kılı kırk yararak yapılan tek tük çalışmalar, yazılan kitaplar da hak ettiği ilgiyi görmüyor. Ne yayınevleri meraklı böyle kitaplar basmaya ne de okuyucu satın almaya. Yine de bu işe gönül vermişleri yolundan döndürmüyor bu durum.
İşte yazar Sedat Erdoğdu da bunlardan biri. Erdoğdu’nun geçtiğimiz günlerde Pamiray Yayınları tarafından basılan Bir Efsanedir Ersen Dadaşlar adlı kitabı, Türk popüler müziğinin bir dönemine ışık tutuyor.
Dadaşlar grubu ile birlikte popüler müziğin Anadolu pop kulvarına adını yazdırmış Ersen Dinleten’in kariyer hikâyesini anlatan kitap, sadece bir biyografi kitabı olmanın ötesinde müzik geçmişimize dair birçok detayı da barındıran, meraklılarının kesinlikle ilgisiz kalmaması gereken bir çalışma. Ersen’in kendi anlattıkları ve arşivinden fotoğraflarla da zenginleşen bu kitabı edinmenizi ve okumanızı öneririm.
CEM KARACA VE MOĞOLLAR - "2.2.1973 ANKARA"
Arşivlik geleneğimizi olmaması ya da en azından eksik ve kusurlu olması bizi yani geçmişe meraklıları sürprizlerden alıkoyuyor en çok. Öyle ya bilmem kaç yıl önce ölmüş bir müzisyenin yayımlanmamış kayıtlarının ortaya çıktığını görmek sözgelimi Amerikalı bir müziksever için şaşırtıcı değil. Ya da ‘50’li yıllarda basılmış bir albümün tertemiz, orijinal kayıtlarla bugün yeniden basıldığını görmek… Bizdeyse hayrete şayan vakalardır bunlar. Bırakın yayımlanmamış kayıtları, orijinal plak kayıtlarını bulabilmek bile çok zor hatta bazen imkânsızdır.
İşte bu hal ve şeraitte, yakın zamanda mucizevi bir şey oldu ve İzzet Öz’ün arşivinden çok kıymetli bir bant çıktı. Cem Karaca ve Moğollar’ın Ankara’da bir konser sonrası, o konserin verdiği enerji ve adrenalinle stüdyoya girip kaydettikleri şarkılar vardı bu bantta. Yani neresinden baksanız bir hazine! İşte o bant geçtiğimiz günlerde hem CD hem de plak formatında yayımlanarak bir albüme dönüştü.
2 Şubat 1973 günü Ankara’da kaydedilmiş ve elbette o günlerde günün birinde bir albüme dönüşeceği asla hesap edilmemiş bu bantta yedi şarkının yanı sıra Karaca ve Moğollar’ın konuşmaları da varmış ve plağa da aynen aktarılmış. Aslında buna bir stüdyo “session”ı demek de mümkün ama büsbütün doğaçlama da değil, hatta konuşmalar önceden yazılmış. Yani eğlenmişler. Kendilerini mutlu etmişler bir bakıma. Kaydı dinlerken bunu anlıyorsunuz zaten. Ve yıllar sonra İzzet Öz’ün çabasıyla piyasaya çıkan bu kayıt şimdi bizi mutlu ediyor.
Azıcık da olsa müziğin geçmişiyle ilgiliyseniz, bu albümü mutlaka edinmenizi ve arşivinizin baş köşesinde saklamanızı öneririm.
Bu arada albümün lansman konseri 11 Mart'ta Zorlu Center PSM'de yapılacakmış, onu da duyurmuş olayım.

Uzun süredir bu kadar iyi bir gösteri izlememiştim, ne yalan söyleyeyim. İçim aydınlandı, ferahladım. Kendimi bir süreliğini de olsa içinde geçtiğimiz karışık ve karanlık günlerden, kaostan, kardan kıştan, soğuktan soyutladım, müziğin, dansın, ışığın, sesin büyüsüne kaptırdım. Bana çok iyi geldi. Hele ki amatörlüğün artık neredeyse bir paye, bir övünç payı, iş alma kriteri haline geldiği ve bunun adına da “samimiyet” dendiği bu dönemde, her bakımdan profesyonel bir iş izlemek üzerimdeki karamsarlığı biraz olsun atmama sebep oldu. Tazelendim.

Atılgan Gümüş ve Cenk Bıyık’ın ortak gösterisi “Two Tenors”dan bahsediyorum. Biri lirik, diğeri “theatrical” iki tenorun çatışması üzerine kurulmuş bir müzikal şov bu. Konu bütünlüğü içerisinde metne dayalı skeçler, dans ve cazdan, “rock”a, operadan popa geniş bir yelpazede şarkılar basbayağı bir müzikal dramaturjisi içerisinde sunuluyor seyirciye.
Genellikle “cool” ve ciddi adamlardır ya opera solistleri. Ya da en azından bize öyle görünürler… Cenk Bıyık gördüğüm en sempatik ve hareketli tenor olabilir. Zaten tiyatro oyuncusu da olan ve bir süre dans eğitimi almış da olan Atılgan Gümüş ise tüm bu birikim ve becerisini adlı adınca gösterebileceği bir rejiyle gösteriyi hayata geçirmiş ki sahiden harikalar yaratıyor. Özellikle beden dilini kullanmadaki ustalığı uluslar arası bir “star” yetkinliğinde.
İkisinin de sesi şahane. İkisi de çok iyi şarkı söylüyor ve ikisi de sahne üzerinde enerjileriyle de göz kamaştırıyor. Bu işi iş olsun diye değil, çok severek yaptıkları çok belli. O kocaman salonun hayli mesafeli havasını kırıp izleyiciyi sarmalamayı fevkalade iyi başarıyorlar bu yüzden. Habire ayağa kalkıp kalkıp alkışlayasanız geliyor.
Beyonce’nin “All The Single Ladies”ini opera versiyonuyla dinlemeniz de mümkün bu gösteride, nefes kesen akrobasi gösterileri izlemeniz de… Kendinizi Lido’da, Olympia’da ya da Broadway Hall’da filan hissetmeniz çok mümkün.

Two Tenors şimdilik her pazartesi Gayrettepe’deki Masquerade Clup’da sahneleniyor. İmkânınız ve fırsatınız olursa mutlaka izlemenizi öneririm. Ben de ilk fırsatta bir kez daha gideceğim.

BİR EFSANEDİR ERSEN DADAŞLAR (SEDAT ERDOĞDU)

Memlekette popüler müzik tarihimiz üzerine yazılmış araştırma, anı, biyografi kitabı parmakla sayılacak derecede az. Arşivcilik geleneğimiz pek köklü değil, malum. Müzik yayıncılığımız da öyle. Kaldı ki kılı kırk yararak yapılan tek tük çalışmalar, yazılan kitaplar da hak ettiği ilgiyi görmüyor. Ne yayınevleri meraklı böyle kitaplar basmaya ne de okuyucu satın almaya. Yine de bu işe gönül vermişleri yolundan döndürmüyor bu durum.

İşte yazar Sedat Erdoğdu da bunlardan biri. Erdoğdu’nun geçtiğimiz günlerde Pamiray Yayınları tarafından basılan Bir Efsanedir Ersen Dadaşlar adlı kitabı, Türk popüler müziğinin bir dönemine ışık tutuyor.

Dadaşlar grubu ile birlikte popüler müziğin Anadolu pop kulvarına adını yazdırmış Ersen Dinleten’in kariyer hikâyesini anlatan kitap, sadece bir biyografi kitabı olmanın ötesinde müzik geçmişimize dair birçok detayı da barındıran, meraklılarının kesinlikle ilgisiz kalmaması gereken bir çalışma. Ersen’in kendi anlattıkları ve arşivinden fotoğraflarla da zenginleşen bu kitabı edinmenizi ve okumanızı öneririm.
CEM KARACA VE MOĞOLLAR - "2.2.1973 ANKARA"

Arşivlik geleneğimizi olmaması ya da en azından eksik ve kusurlu olması bizi yani geçmişe meraklıları sürprizlerden alıkoyuyor en çok. Öyle ya bilmem kaç yıl önce ölmüş bir müzisyenin yayımlanmamış kayıtlarının ortaya çıktığını görmek sözgelimi Amerikalı bir müziksever için şaşırtıcı değil. Ya da ‘50’li yıllarda basılmış bir albümün tertemiz, orijinal kayıtlarla bugün yeniden basıldığını görmek… Bizdeyse hayrete şayan vakalardır bunlar. Bırakın yayımlanmamış kayıtları, orijinal plak kayıtlarını bulabilmek bile çok zor hatta bazen imkânsızdır.

İşte bu hal ve şeraitte, yakın zamanda mucizevi bir şey oldu ve İzzet Öz’ün arşivinden çok kıymetli bir bant çıktı. Cem Karaca ve Moğollar’ın Ankara’da bir konser sonrası, o konserin verdiği enerji ve adrenalinle stüdyoya girip kaydettikleri şarkılar vardı bu bantta. Yani neresinden baksanız bir hazine! İşte o bant geçtiğimiz günlerde hem CD hem de plak formatında yayımlanarak bir albüme dönüştü.
2 Şubat 1973 günü Ankara’da kaydedilmiş ve elbette o günlerde günün birinde bir albüme dönüşeceği asla hesap edilmemiş bu bantta yedi şarkının yanı sıra Karaca ve Moğollar’ın konuşmaları da varmış ve plağa da aynen aktarılmış. Aslında buna bir stüdyo “session”ı demek de mümkün ama büsbütün doğaçlama da değil, hatta konuşmalar önceden yazılmış. Yani eğlenmişler. Kendilerini mutlu etmişler bir bakıma. Kaydı dinlerken bunu anlıyorsunuz zaten. Ve yıllar sonra İzzet Öz’ün çabasıyla piyasaya çıkan bu kayıt şimdi bizi mutlu ediyor.

Azıcık da olsa müziğin geçmişiyle ilgiliyseniz, bu albümü mutlaka edinmenizi ve arşivinizin baş köşesinde saklamanızı öneririm.
Bu arada albümün lansman konseri 11 Mart'ta Zorlu Center PSM'de yapılacakmış, onu da duyurmuş olayım.
Published on February 20, 2016 14:18
February 13, 2016
Mikrofonun Sihri
4. SİHİRLİ MİKROFON RADYO ÖDÜLLERİ ÖDÜL TÖRENİ (11 ŞUBAT 2016)
Tatsız, tuzsuz, eğlencesiz, ruhsuz, duygusuz, inceliksiz çünkü kültürsüz ve sanatsız yarınlara koşar adım gidiyoruz. İçimiz boşalıyor, kuruyoruz. Kurutuluyoruz daha doğrusu. Çoraklaştırma, susuzlaştırma, duyarsızlaştırma ve hatta beyinsizleştirme harekâtı televizyonlar, radyolar, gazeteler, dergilerle yani insanlık tarihinin en etkili silahlarıyla tam gaz devam ediyor. Kavruk sesi, bozuk diksiyonuyla kötü şiirler okuyan adamları, ağzında sakız varmış gibi konuşurken dünyanın en geri zekâlı cümlelerini bile ancak kafa göz yararak kurabilen aciz kızları alkışlıyoruz. Sözü noksan, müziği noksan şarkıları seviyor, sesi noksan şarkıcıları besleyip büyütüyoruz. Geçmişi inkâr ediyoruz topyekun, yok sayıyoruz. Kendimizden başlatıyoruz tarihi, kendimize yontuyoruz adaleti ve sonra kendi yalanımıza kendimiz inanıyoruz.
Bakın “biz” diyorum çünkü hepimiz ortağız suça. Gözümüzün önünde oldu her şey. Dur diyemedik. Sustuk. Susturulduk ve sıra bize de geldi.
Artık adap, edep, görgü, kural, kaide aramayalım boş yere. Söz gelimi 'bir törene giderken ne giyilir'i bilmesek de olur. Ödül almak için sahneye çıkacağını bile bile kıçına salkım saçak kot pantolonunu, ayağına üzerinde nal kadar marka amblemi olan spor ayakkabılarını çekip gelen ünlü radyocu kişi çok mu bohem sahiden? Üşenmedim internette aradım. Zamanın behrinde sunduğu bir televizyon programı ile ilgili bir röportaj için Milliyet gazetesine kumaş ceket-pantolonla poz vermiş mesela. Demek ki o kadar da bohem değilmiş. Ama sorsan mangalda kül bırakmaz. Memleketin gidişatından çok şikâyetçidir ve hatta benim yukarıda yazdıklarımın muhabbetini dost ortamlarında sıklıkla yapıyor olması da muhtemeldir. Ya da belki aynı kişi Antep’ten gelen bir az ünlü radyocunun pantolonunun paçaları kısa ve dar olmayan demode takım elbisesine müstehzi tebessümlerle bakmış bile olabilir. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu desem onun da manasını bilen kaç kişi vardır emin olamam şimdi.
Sözüm bir kişiye değil (ki birden çok daha fazla örnek vardı bu konuda), bir yaşam biçimine aslında. Vasata tapınma ile entelektüel kibir aynı değneğin iki pis ucu. Oysa dinle, dille, ırkla, milletle, renkle, cinsiyetle ilgili olmayan birtakım ortak medeniyet doğruları vardır. Gideceğin yere uygun giyinmek de bunların sözü bile edilmeyecek kadar basitlerinden biridir ve televizyondaki stil yarışmaları tarafından üç yıl önce keşfedilmemiştir.
Konuya çok kafadan daldığım için anlaşılamamış olma ihtimaline karşı bu yazıyı yazma sebebimi açıklayayım. Geçtiğimiz akşam Zorlu Performans Sanatları Merkezinde dördüncüsü gerçekleştirilen Sihirli Mikrofon Radyo Ödülleri törenine katıldım. Bu törene katılmak istedim çünkü bir müzik yazarı olarak ödül törenleri benim için gözlem alanı, bir nevi saha çalışması oluyor. Bu tören organizasyonu işlerini pek beceremediğimiz için de genellikle çok fazla komik malzeme çıkıyor ve bilenlerin bildiği üzere bana da eğlenceli yazılar yazma fırsatı doğuyor. Ama geçen gece pek eğlenemedim. Daha çok üzüldüm. Çünkü yazının buraya kadar olan kısmında yazdıklarımı düşündüm gece boyu.
Bugüne dek katıldığım ödül törenleri içinde neredeyse en derli toplu olanıydı, onu da söylemeliyim. Sahiden de Fatih Belediyesi bu işi gönülden üstlenmiş ve belli ki bunu bir prestij meselesi haline getirmiş. Bu tip etkinlikler için sponsorluk müessesinin neredeyse çökme noktasına geldiği bir dönemde böylesi organizasyonları üstlenmek cesaret işi. Bu nedenle Belediye Başkanı Mustafa Demir başta olmak üzere, emeği geçenleri tebrik etmek lazım. Gecenin organizasyonunu yapan Murat Tayhan ve 7th Event Company'nin büyük bir iyi niyetle ve özen göstererek çalıştığı belliydi. Tabii bu iyi niyet ve sunucu Ceyhun Yılmaz’ın şakayla karışık ikazları kâr etmeyecek ve konuşmalar uzadıkça tören sarkacak, tören sarktıkça ödülünü alan ya da veren gidecek, yani her törende alışık olduğumuz manzaralar bir kez daha yaşanacaktı. Galiba bu durum bizde artık kronik ve ne yapsak düzeltemeyeceğiz.
Ceyhun Yılmaz’ın hiç eline kart filan almadan son derece akıcı bir biçimde, birkaç kez haricinde sululuğa da kaçmadan esprili ve samimi bir şekilde tüm geceyi tek başına sunması, bazı performansların ENBE Orkestrası eşliğinde canlı yapılması, performanslar ve ödül dağıtımı arasında güzel bir denge kurulması törenin olumlu taraflarıydı. En güzeli de ödül alacaklarının bundan sahiden haberdar olmaması ve sonuçların açıklandığı anlarda sevinç gösterilerinin gerçekliğine ve samimiyetine şahit olmamızdı.
İrem Derici’nin yeni albümünün çıkış şarkısını ilk kez sunduğu şovu, ENBE’nin, Ferhat Göçer’in, Zara’nın, Kubat’ın canlı performansları, 27 ve Birol Namoğlu’nun salonun havasını değiştiren şarkıları gecenin şov kısmında öne çıkanlardı. En azından salonda izlerken ben öyle hissettim ama ekrana nasıl yansıdı bilemem.
Gecede sahne üzerine çıkıp da bir kelime dahi söylemeden el sallayıp inen bir tek kişi vardı. Bilmem tahmin edebildiniz mi? Bana sorsanız hemen tahmin ederdim. Söyleyeyim: Ozan Doğulu. Şarkısının “playback”ini kendine özel “dj” kabininde ellerini havada sallayarak çalarmış gibi yaptı, şarkıyı söyleyen ve arada bir ona doğru dönen Gülden Mutlu ve Bahadır Tatlıöz’e gülümsedi ve şarkı bitince de Mutlu ve Tatlıöz konuşurlarken o çekip gitti.
“Radyocular tarafından çok sevilen sanatçılardan biri” olduğu için çok mutlu olduğunu ifade eden Emre Kaya, Tarkan’ın yirmi yıl önce yaptığı ve sonrasında en az yüz yirmi erkek popçunun sahnede tek dans figürü olarak benimsediği bir yandan olduğu yerde dizlerini kırarken bir yandan da sol kolunu ellerinin parmakları aralık duracak şekilde aşağı doğru bırakıp sonra kırk beş derecelik açıyla yukarı kaldırma hareketini sayısını sayamadığım kadar çok tekrar ederek “yüreğim tozlu olan o yolları geçti” şarkısını seslendirdi. Aslına bakarsanız Tarkan’dan çok Doğuş’a benziyordu ama bunu düşündüğümü bilse herhalde çok bozulurdu çünkü muhtemelen Tarkan’dan bile iyi olduğunu düşünüyor bu sıralar. Zamanla geçecektir muhakkak. Kimler kimler öyle düşünmedi ki yıllardır?
Bir de bu stüdyoda yaparken, kulüplerde çalarken gümbür gümbür “sound”una âşık olunan şarkıların eğer sahneyi yeterince dolduramıyorsanız (şov anlamında söylemiyorum bunu, şarkıyı taşımak ve izleyene hissettirmek anlamında söylüyorum) böylesi ortamlarda ne kadar sakil durduğunu, ne kadar yavan geldiğini de bir kez daha deneyimlemiş olduk izleyici olarak. Bu cümleleri ister Emre Kaya için yazdığımı düşünün, ister Ozan Doğulu tayfası için, fark etmez.
Ödüllerin dağılımı hakkında yorum yapamıyorum zira sektöre o derece hâkim değilim. Aday radyoların ya da programların birçoğunun adını o gece ben de ilk defa duydum. Bu da çok doğal çünkü hem iyi bir radyo dinleyicisi değilim artık hem de yerel radyoların her birini tanımak, bilmek mümkün değil. Ancak şuna takıldım: En iyi yerel radyo ödüllerinde TRT’nin büyük şehirlerde yayın yapan kent radyolarının çok kısıtlı imkânlar, daha doğrusu imkânsızlıklar içinde yayın yapan diğer yerel radyolarla aynı kategoride değerlendirilmesi ve doğal olarak ödülü kapması mantıklı değildi. Belki yerel radyoculuğa katkısından dolayı bir özel ödül verilebilirdi TRT’ye ama bence bu değerlendirmede TRT kent radyoları olmamalıydı çünkü ciddi bir haksız rekabet vardı ortada.
Türkiye’de ödül törenlerinde genellikle işin teknik tarafında çalışanlar göz ardı edilir. Nitekim burada da öyle oldu ve ödüller sadece radyocu sıfatıyla patronlara, yayın yönetmenlerine ya da mikrofon başındakilere gitti. Oysa yapımcılar, prodüksiyonda çalışanlar, yayın sorumluları, müzik direktörleri gibi kimi hiç görünmeyen, mikrofon başına da geçmeyen ama büyük yük taşıyan radyo çalışanları da var. Belki böylesi bir ya da birkaç kategori de olmalıydı.
Gelelim ödül alan radyoculara… Evet bugünün radyocuları, yaptıkları işin tarihine ilgi duymuyor, Google’da aratmaya bile tenezzül etmiyor olabilirler. Dolayısıyla da hiçbiri Türkiye’de radyo yayıncılığını bugünlere getirenleri anma ihtiyacı hissetmedi. Pekala şuna ne buyrulur: Şarkıcı tayfasından sahneye çıkan herkes radyoculara teşekkür etmekten harap oldu. Peki kaç radyocu müzisyenlere, söz yazarlarına, bestecilere, şarkıcılara teşekkür etti? Birilerini atlıyorsam peşinen özür dileyeyim ama ben duymadım. Kimseden eğitim almadınız, Halit Kıvanç’ı, Bülent Özveren’i, Ümit Tunçağ’ı, Yavuz Aydar’ı filan hiç dinlemediniz kabul. Şu anda yaptığınız işi onlar ve onlar gibilerine borçlu olduğunuzu düşünmüyorsunuz, ona da kabul. Peki müzisyenlere borçlu değil misiniz?.. Bence borçlusunuz. Hem de ödeyemeyeceğiniz kadar çok.
Bir iğne de şarkıcılara batırayım unutmadan. İyi kötü sektörü bilen, takip eden birisi olarak konuştuğum her üç müzisyenin en az ikisi radyolardan bir sebeple şikâyetçi. Şarkıları en çok çalınanların bile var birtakım sıkıntıları. Ancak o sahnede söylenenlere bakılırsa Hayko Cepkin ve Serkan Çağrı dışında kimsenin bir şikâyeti yokmuş; hatta hepsi canı gönülden minnettarmış radyoculara. Öyle bir canım cicim halleri, bir yapay şükranlar, teşekkürler… Gırla gırla gırla… Ben yemedim tabii, o ayrı.
Oysa bu tip törenler esprili dokundurmalar için çok müsaittir ve bunu Oscar törenlerinde Hollywood yıldızları bile, yazılmış metinlerle de olsa yaparlar zaman zaman. Yapmak da gerekir. Çünkü şakaların ardındaki gerçeklik payı, gerçeklerin doğrudan söylenmesinden daha etkilidir. Bir de zekâ getirir törenlere, klişe kırar, dikkat tazeler… Aman bana ne; alan memnun, satan memnun mu demeliyim acaba öğreten adamlığın sıkıcılığında boğulmadan ve boğmadan. Hakikaten bana ne yani?
Velhasıl-ı kelam, eğlencesi az, vefası eksik, yer yer ego patlamalarının yaşandığı, görgü ve adap kaybımızın bir kez daha gözümüze girdiği ancak tüm bunlara karşılık derli toplu, iyi organize edilmiş, iddiasız ama temiz bir ödül töreni ile Sihirli Mikrofon ödülleri sahiplerini buldu. Merak edenler için ödülleri kazananları da yazarak son noktayı koyayım.
Sihirli Mikrofon Onur Ödülü: OKAN BAYÜLGEN
Gelecek Vaat Eden Radyo Programcısı Ödülü: UĞUR BOZDAĞ, DOĞANCAN ÖZADLI
Sihirli Mikrofon Özel Ödülü: AFRİKALI ALİ, BEDİRHAN GÖKÇE, GEVEZE SHOW
Yılın En İyi Ulusal Radyosu: POWER TÜRK
Yılın En İyi Yerel Radyosu: TRT İSTANBUL KENT RADYO
Yılın En İyi Pop Müzik Radyosu: KRAL POP
Yılın En İyi Yabancı Müzik Radyosu: NUMBER 1 FM
Yılın En İyi Slow Müzik Radyosu: SLOW TÜRK
Yılın En İyi Halk Müziği Radyosu: MEDYA FM
Yılın En İyi Üniversite Radyosu: ÇANAKKALE ONSEKİZ MART ÜNİVERSİTESİ RADYOSU
Yılın En İyi Arabesk Radyosu: AŞK FM ANKARA
Yılın En İyi Talk (Konuşan) Radyosu: ALEM FM
Yılın En İyi Haber Radyosu: A HABER RADYO (Ödülü almaya gelen olmadığı için fotoğraf koyamadım.)
Yılın En İyi Spor Radyosu: RADYO SPOR
Yılın En İyi Tematik Radyosu: MORAL FM
Yılın En İyi Dijital Radyo Portalı: KARNAVAL.COM
Yılın En İyi İnternet Radyosu: RADYO İSTANBUL AJANSI
Yılın En İyi Radyo Show Programı: GAZOZ AĞACI - CEM ARSLAN
Yılın En İyi Radyo Programı: ARAGAZ - PASCAL NOUMA & KADİR ÇÖPDEMİR - METRO FM
Yılın En İyi Radyo Konuk Programı: YASEMİN ŞEFİK - BEST FM
Yılın En İyi Şiir Edebiyat Programı: GÖLGE - TALHA BORA ÖGE - RADYO 7
Yılın En İyi Yerel Radyo Programı: BAYDAMAR ERSİN - RADYO 2000

Tatsız, tuzsuz, eğlencesiz, ruhsuz, duygusuz, inceliksiz çünkü kültürsüz ve sanatsız yarınlara koşar adım gidiyoruz. İçimiz boşalıyor, kuruyoruz. Kurutuluyoruz daha doğrusu. Çoraklaştırma, susuzlaştırma, duyarsızlaştırma ve hatta beyinsizleştirme harekâtı televizyonlar, radyolar, gazeteler, dergilerle yani insanlık tarihinin en etkili silahlarıyla tam gaz devam ediyor. Kavruk sesi, bozuk diksiyonuyla kötü şiirler okuyan adamları, ağzında sakız varmış gibi konuşurken dünyanın en geri zekâlı cümlelerini bile ancak kafa göz yararak kurabilen aciz kızları alkışlıyoruz. Sözü noksan, müziği noksan şarkıları seviyor, sesi noksan şarkıcıları besleyip büyütüyoruz. Geçmişi inkâr ediyoruz topyekun, yok sayıyoruz. Kendimizden başlatıyoruz tarihi, kendimize yontuyoruz adaleti ve sonra kendi yalanımıza kendimiz inanıyoruz.
Bakın “biz” diyorum çünkü hepimiz ortağız suça. Gözümüzün önünde oldu her şey. Dur diyemedik. Sustuk. Susturulduk ve sıra bize de geldi.

Artık adap, edep, görgü, kural, kaide aramayalım boş yere. Söz gelimi 'bir törene giderken ne giyilir'i bilmesek de olur. Ödül almak için sahneye çıkacağını bile bile kıçına salkım saçak kot pantolonunu, ayağına üzerinde nal kadar marka amblemi olan spor ayakkabılarını çekip gelen ünlü radyocu kişi çok mu bohem sahiden? Üşenmedim internette aradım. Zamanın behrinde sunduğu bir televizyon programı ile ilgili bir röportaj için Milliyet gazetesine kumaş ceket-pantolonla poz vermiş mesela. Demek ki o kadar da bohem değilmiş. Ama sorsan mangalda kül bırakmaz. Memleketin gidişatından çok şikâyetçidir ve hatta benim yukarıda yazdıklarımın muhabbetini dost ortamlarında sıklıkla yapıyor olması da muhtemeldir. Ya da belki aynı kişi Antep’ten gelen bir az ünlü radyocunun pantolonunun paçaları kısa ve dar olmayan demode takım elbisesine müstehzi tebessümlerle bakmış bile olabilir. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu desem onun da manasını bilen kaç kişi vardır emin olamam şimdi.

Sözüm bir kişiye değil (ki birden çok daha fazla örnek vardı bu konuda), bir yaşam biçimine aslında. Vasata tapınma ile entelektüel kibir aynı değneğin iki pis ucu. Oysa dinle, dille, ırkla, milletle, renkle, cinsiyetle ilgili olmayan birtakım ortak medeniyet doğruları vardır. Gideceğin yere uygun giyinmek de bunların sözü bile edilmeyecek kadar basitlerinden biridir ve televizyondaki stil yarışmaları tarafından üç yıl önce keşfedilmemiştir.

Konuya çok kafadan daldığım için anlaşılamamış olma ihtimaline karşı bu yazıyı yazma sebebimi açıklayayım. Geçtiğimiz akşam Zorlu Performans Sanatları Merkezinde dördüncüsü gerçekleştirilen Sihirli Mikrofon Radyo Ödülleri törenine katıldım. Bu törene katılmak istedim çünkü bir müzik yazarı olarak ödül törenleri benim için gözlem alanı, bir nevi saha çalışması oluyor. Bu tören organizasyonu işlerini pek beceremediğimiz için de genellikle çok fazla komik malzeme çıkıyor ve bilenlerin bildiği üzere bana da eğlenceli yazılar yazma fırsatı doğuyor. Ama geçen gece pek eğlenemedim. Daha çok üzüldüm. Çünkü yazının buraya kadar olan kısmında yazdıklarımı düşündüm gece boyu.

Bugüne dek katıldığım ödül törenleri içinde neredeyse en derli toplu olanıydı, onu da söylemeliyim. Sahiden de Fatih Belediyesi bu işi gönülden üstlenmiş ve belli ki bunu bir prestij meselesi haline getirmiş. Bu tip etkinlikler için sponsorluk müessesinin neredeyse çökme noktasına geldiği bir dönemde böylesi organizasyonları üstlenmek cesaret işi. Bu nedenle Belediye Başkanı Mustafa Demir başta olmak üzere, emeği geçenleri tebrik etmek lazım. Gecenin organizasyonunu yapan Murat Tayhan ve 7th Event Company'nin büyük bir iyi niyetle ve özen göstererek çalıştığı belliydi. Tabii bu iyi niyet ve sunucu Ceyhun Yılmaz’ın şakayla karışık ikazları kâr etmeyecek ve konuşmalar uzadıkça tören sarkacak, tören sarktıkça ödülünü alan ya da veren gidecek, yani her törende alışık olduğumuz manzaralar bir kez daha yaşanacaktı. Galiba bu durum bizde artık kronik ve ne yapsak düzeltemeyeceğiz.

Ceyhun Yılmaz’ın hiç eline kart filan almadan son derece akıcı bir biçimde, birkaç kez haricinde sululuğa da kaçmadan esprili ve samimi bir şekilde tüm geceyi tek başına sunması, bazı performansların ENBE Orkestrası eşliğinde canlı yapılması, performanslar ve ödül dağıtımı arasında güzel bir denge kurulması törenin olumlu taraflarıydı. En güzeli de ödül alacaklarının bundan sahiden haberdar olmaması ve sonuçların açıklandığı anlarda sevinç gösterilerinin gerçekliğine ve samimiyetine şahit olmamızdı.

İrem Derici’nin yeni albümünün çıkış şarkısını ilk kez sunduğu şovu, ENBE’nin, Ferhat Göçer’in, Zara’nın, Kubat’ın canlı performansları, 27 ve Birol Namoğlu’nun salonun havasını değiştiren şarkıları gecenin şov kısmında öne çıkanlardı. En azından salonda izlerken ben öyle hissettim ama ekrana nasıl yansıdı bilemem.

Gecede sahne üzerine çıkıp da bir kelime dahi söylemeden el sallayıp inen bir tek kişi vardı. Bilmem tahmin edebildiniz mi? Bana sorsanız hemen tahmin ederdim. Söyleyeyim: Ozan Doğulu. Şarkısının “playback”ini kendine özel “dj” kabininde ellerini havada sallayarak çalarmış gibi yaptı, şarkıyı söyleyen ve arada bir ona doğru dönen Gülden Mutlu ve Bahadır Tatlıöz’e gülümsedi ve şarkı bitince de Mutlu ve Tatlıöz konuşurlarken o çekip gitti.

“Radyocular tarafından çok sevilen sanatçılardan biri” olduğu için çok mutlu olduğunu ifade eden Emre Kaya, Tarkan’ın yirmi yıl önce yaptığı ve sonrasında en az yüz yirmi erkek popçunun sahnede tek dans figürü olarak benimsediği bir yandan olduğu yerde dizlerini kırarken bir yandan da sol kolunu ellerinin parmakları aralık duracak şekilde aşağı doğru bırakıp sonra kırk beş derecelik açıyla yukarı kaldırma hareketini sayısını sayamadığım kadar çok tekrar ederek “yüreğim tozlu olan o yolları geçti” şarkısını seslendirdi. Aslına bakarsanız Tarkan’dan çok Doğuş’a benziyordu ama bunu düşündüğümü bilse herhalde çok bozulurdu çünkü muhtemelen Tarkan’dan bile iyi olduğunu düşünüyor bu sıralar. Zamanla geçecektir muhakkak. Kimler kimler öyle düşünmedi ki yıllardır?

Bir de bu stüdyoda yaparken, kulüplerde çalarken gümbür gümbür “sound”una âşık olunan şarkıların eğer sahneyi yeterince dolduramıyorsanız (şov anlamında söylemiyorum bunu, şarkıyı taşımak ve izleyene hissettirmek anlamında söylüyorum) böylesi ortamlarda ne kadar sakil durduğunu, ne kadar yavan geldiğini de bir kez daha deneyimlemiş olduk izleyici olarak. Bu cümleleri ister Emre Kaya için yazdığımı düşünün, ister Ozan Doğulu tayfası için, fark etmez.

Ödüllerin dağılımı hakkında yorum yapamıyorum zira sektöre o derece hâkim değilim. Aday radyoların ya da programların birçoğunun adını o gece ben de ilk defa duydum. Bu da çok doğal çünkü hem iyi bir radyo dinleyicisi değilim artık hem de yerel radyoların her birini tanımak, bilmek mümkün değil. Ancak şuna takıldım: En iyi yerel radyo ödüllerinde TRT’nin büyük şehirlerde yayın yapan kent radyolarının çok kısıtlı imkânlar, daha doğrusu imkânsızlıklar içinde yayın yapan diğer yerel radyolarla aynı kategoride değerlendirilmesi ve doğal olarak ödülü kapması mantıklı değildi. Belki yerel radyoculuğa katkısından dolayı bir özel ödül verilebilirdi TRT’ye ama bence bu değerlendirmede TRT kent radyoları olmamalıydı çünkü ciddi bir haksız rekabet vardı ortada.

Türkiye’de ödül törenlerinde genellikle işin teknik tarafında çalışanlar göz ardı edilir. Nitekim burada da öyle oldu ve ödüller sadece radyocu sıfatıyla patronlara, yayın yönetmenlerine ya da mikrofon başındakilere gitti. Oysa yapımcılar, prodüksiyonda çalışanlar, yayın sorumluları, müzik direktörleri gibi kimi hiç görünmeyen, mikrofon başına da geçmeyen ama büyük yük taşıyan radyo çalışanları da var. Belki böylesi bir ya da birkaç kategori de olmalıydı.

Gelelim ödül alan radyoculara… Evet bugünün radyocuları, yaptıkları işin tarihine ilgi duymuyor, Google’da aratmaya bile tenezzül etmiyor olabilirler. Dolayısıyla da hiçbiri Türkiye’de radyo yayıncılığını bugünlere getirenleri anma ihtiyacı hissetmedi. Pekala şuna ne buyrulur: Şarkıcı tayfasından sahneye çıkan herkes radyoculara teşekkür etmekten harap oldu. Peki kaç radyocu müzisyenlere, söz yazarlarına, bestecilere, şarkıcılara teşekkür etti? Birilerini atlıyorsam peşinen özür dileyeyim ama ben duymadım. Kimseden eğitim almadınız, Halit Kıvanç’ı, Bülent Özveren’i, Ümit Tunçağ’ı, Yavuz Aydar’ı filan hiç dinlemediniz kabul. Şu anda yaptığınız işi onlar ve onlar gibilerine borçlu olduğunuzu düşünmüyorsunuz, ona da kabul. Peki müzisyenlere borçlu değil misiniz?.. Bence borçlusunuz. Hem de ödeyemeyeceğiniz kadar çok.

Bir iğne de şarkıcılara batırayım unutmadan. İyi kötü sektörü bilen, takip eden birisi olarak konuştuğum her üç müzisyenin en az ikisi radyolardan bir sebeple şikâyetçi. Şarkıları en çok çalınanların bile var birtakım sıkıntıları. Ancak o sahnede söylenenlere bakılırsa Hayko Cepkin ve Serkan Çağrı dışında kimsenin bir şikâyeti yokmuş; hatta hepsi canı gönülden minnettarmış radyoculara. Öyle bir canım cicim halleri, bir yapay şükranlar, teşekkürler… Gırla gırla gırla… Ben yemedim tabii, o ayrı.

Oysa bu tip törenler esprili dokundurmalar için çok müsaittir ve bunu Oscar törenlerinde Hollywood yıldızları bile, yazılmış metinlerle de olsa yaparlar zaman zaman. Yapmak da gerekir. Çünkü şakaların ardındaki gerçeklik payı, gerçeklerin doğrudan söylenmesinden daha etkilidir. Bir de zekâ getirir törenlere, klişe kırar, dikkat tazeler… Aman bana ne; alan memnun, satan memnun mu demeliyim acaba öğreten adamlığın sıkıcılığında boğulmadan ve boğmadan. Hakikaten bana ne yani?

Velhasıl-ı kelam, eğlencesi az, vefası eksik, yer yer ego patlamalarının yaşandığı, görgü ve adap kaybımızın bir kez daha gözümüze girdiği ancak tüm bunlara karşılık derli toplu, iyi organize edilmiş, iddiasız ama temiz bir ödül töreni ile Sihirli Mikrofon ödülleri sahiplerini buldu. Merak edenler için ödülleri kazananları da yazarak son noktayı koyayım.

Sihirli Mikrofon Onur Ödülü: OKAN BAYÜLGEN

Gelecek Vaat Eden Radyo Programcısı Ödülü: UĞUR BOZDAĞ, DOĞANCAN ÖZADLI


Sihirli Mikrofon Özel Ödülü: AFRİKALI ALİ, BEDİRHAN GÖKÇE, GEVEZE SHOW

Yılın En İyi Ulusal Radyosu: POWER TÜRK

Yılın En İyi Yerel Radyosu: TRT İSTANBUL KENT RADYO

Yılın En İyi Pop Müzik Radyosu: KRAL POP

Yılın En İyi Yabancı Müzik Radyosu: NUMBER 1 FM

Yılın En İyi Slow Müzik Radyosu: SLOW TÜRK

Yılın En İyi Halk Müziği Radyosu: MEDYA FM

Yılın En İyi Üniversite Radyosu: ÇANAKKALE ONSEKİZ MART ÜNİVERSİTESİ RADYOSU

Yılın En İyi Arabesk Radyosu: AŞK FM ANKARA

Yılın En İyi Talk (Konuşan) Radyosu: ALEM FM

Yılın En İyi Haber Radyosu: A HABER RADYO (Ödülü almaya gelen olmadığı için fotoğraf koyamadım.)
Yılın En İyi Spor Radyosu: RADYO SPOR

Yılın En İyi Tematik Radyosu: MORAL FM

Yılın En İyi Dijital Radyo Portalı: KARNAVAL.COM

Yılın En İyi İnternet Radyosu: RADYO İSTANBUL AJANSI

Yılın En İyi Radyo Show Programı: GAZOZ AĞACI - CEM ARSLAN

Yılın En İyi Radyo Programı: ARAGAZ - PASCAL NOUMA & KADİR ÇÖPDEMİR - METRO FM

Yılın En İyi Radyo Konuk Programı: YASEMİN ŞEFİK - BEST FM

Yılın En İyi Şiir Edebiyat Programı: GÖLGE - TALHA BORA ÖGE - RADYO 7

Yılın En İyi Yerel Radyo Programı: BAYDAMAR ERSİN - RADYO 2000

Published on February 13, 2016 14:17
February 3, 2016
Plaklar Yine Dönüyor!

(14 Aralık 2015 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Son yıllarda plak satışları tüm dünyayla beraber Türkiye’de de yükselen bir ivme gösteriyor. Nasıl ki film seyretmenin en güzel yolu sinemaya gitmek, okumanın en güzel yolu bir kitabı eline almaksa, müzik dinlemenin en güzel yolunun da plaktan dinlemek olduğu gerçeği, değişen teknolojilere rağmen plakların tekrar hayatımıza girmesini sağlamış görünüyor. Analog ses kalitesi bir yana, fetiş bir obje olması, koleksiyon değeri ve ritüelleriyle plak başlı başına bir kültür.

Türkiye’de eski plakların zaten yıllardır var olan pazarına son yıllarda yeni baskı plaklar da eklendi. Yerli yabancı birçok plak satışa sunuldu, müzik marketler plaklar için reyonlar, raflar ayırmaya başladı. Ne yazık ki yerli baskıların büyük bir kısmı özensizdi. Kimi firma katalogundaki eski plakları yeniden basar, kimisi ise daha önce CD formatında yayımladığı albümleri plağa aktarırken kapağından kayıt kalitesine dek bir plakseverin plak sevme ve tercih etme nedenlerini genellikle göz ardı etti. Ben yine de kendi adıma sözgelimi bir “Ajda ‘90” albümünü plak formatında edinmekten her şeye rağmen mutluluk duydum. “Keşke daha özenli bir baskı yapılsaydı,” demekten geri kalmadan tabii.

Neyse ki o hayal ettiğimiz özenli baskıları yapabilen bir firma var artık. Rainbow45 Records Türkiye’de ikinci plak devrinin en temiz, en kıymetli işlerine imza atıyor ardı ardına.

Rainbow45 Records’ın 2009 yılında internet üzerinden plak satışıyla başlayan macerası, önce Kadıköy’de açılan aynı adlı plak dükkânıyla, ardından da plak yapımcılığı ile devam etmiş. İlk olarak 2013 yılında Nemrud’un “Ritual” albümünü plak formatında yayımlayan firma, 2014’de yine Nemrud’un “Journey Of The Shaman” ve Ringo Jets’in kendi adını taşıyan albümünü plak olarak bastı.

2015’de ise plakseverleri bayram ettirecek albümler ardı ardına geldi. Babazula’nun “34 Oto Sanayi” albümünden sonra, Türkçe müziğin gelmiş geçmiş en iyi ve en önemli albümlerinden biri olan Bülent Ortaçgil’in ilk albümü “Benimle Oynar mısın?” , tam 41 yıl sonra yeniden plak olarak Rainbow45 Records etiketiyle yayımlandı.

Elden geçirilmiş kaydı, yüksek ses kalitesi, açılır kapağı ve 180 gr baskısı ile kusursuz bu tıpkıbasım neresinden baksanız çok heyecan vericiydi. Meğer bu daha başlangıçmış. Daha önce sadece CD ve kaset formatlarında yayımlanmış Yavuz Çetin’in “İlk” albümü, Pinhani’nin “İnandığın Masallar” adlı ilk albümü ve yine Ortaçgil’in “Oyuna Devam”ı, benzer şekilde özenli baskılarla piyasaya sürüldü.

İstanbul Calling serisinin üçüncü albümü ile devam eden Rainbow45 Records atağının son hamlesi ise Rebel Moves’un “All The Best” albümü oldu ki bu son albüm, daha önce yayımlanmamış ve ilk kez plak formatında yayımlanan bir albüm olarak ayrıca arşiv değeri taşıyor.

Bu plakların bu derece özenli piyasaya sürülmesinin ardında, müzik sektörü içerisinde müzisyenlik, menajerlik ve yapımcılık gibi her farklı cepheyi iyi bilen Afşin Akın’ın ve Rainbow45 Records’ın işletme ortağı Salih Karagöz’ün titizliği ve detaycılığı saklı şüphesiz.

Analog kaydedilmemiş bir albümü plak olarak basmanın bir esprisi olmadığını söyleyenler var. Ben aynı fikirde değilim. Plak sevmek sadece ses kalitesini sevmekten ibaret değildir çünkü. Zamana yenik düşmüş, çok çalınmaktan yıpranmış dahası zamanında yeterince kaliteli bir baskı yapılmadığı için ses kalitesi hiçbir zaman iyi olmamış bir dolu plak var evimde. Onlara da en az ses kalitesi iyi olanlar kadar kıymet veriyorum. Bir CD “deck”in içerisinde görünmeden çalan, küçücük kartonetleri ve plastik kapaklarıyla içindeki müziğin değerini eksilten CD’leri ise hiçbir zaman sevmedim. Plaklar gibi çizilmediklerine, kırılmadıklarına, hiç eskimediklerine, ses kalitelerinin kayıpsız olduğuna dair söylenenlerin koca bir yalan olduğunu da kısa sürede anlamıştık zaten.

Rainbow45 Records’ın müzik piyasasında fiziki satışların durma noktasına geldiği, müziğin bırakın dijital platformları filan bir yana, neredeyse sadece Youtube’dan dinlenir hale geldiği bir dönemde son derece büyük bir cesaretle, elini taşın altına koyarak yaptıklarını hiç hafife almayın. Dilerim bu plaklar, plak basmaya heveslenen ana akım müzik firmaları için de örnek olur. Yeri gelmişken, Avrupa Müzik’in Göksel, Teoman serileri, Sony Müzik’in Sıla, Mehmet Erdem plakları da hiç fena değil ama aynı firmaların ellerindeki geniş katalogdan eskiye dair bir şeyleri de plağa dökmelerini bekliyoruz.

Son olarak şunu da söyleyeyim ki yeni nesil plakların en büyük dezavantajı fiyatları. Bir yerli plak, bir dijital albümün hemen hemen 5-6 katı, bir CD’nin ise 3 katı fiyatına satılıyor çünkü. Yabancı plaklarda ise bu rakamlar bazen ikiyle çarpılabiliyor. Bunun başlıca sebebi, üretim maliyetlerinin yüksek olması ve Türkiye’de plak fabrikasının bulunmaması, plakların yurt dışında basılması. CD’ler ilk çıktığında da benzer bir durum vardı ama zamanla maliyetler makul fiyatlara indi. Umarım plaklar için de böyle olur.
ARALIK 2015
Published on February 03, 2016 15:02
January 25, 2016
Hepimiz San Marinoluyuz!

“Vayomini dö pua, yunaytıd kindım tu points… Lalmeyn di pua, görmıni ten points…”
Ecnebi ülkeler birbirine böyle böyle puan dağıtırken biz siyah beyaz televizyonumuzun başında bize de bir iki puancık veren olur mu diye nefesimizi tutar beklerdik. Hayaller ilk beş, hayatlar son beş olurdu her seferinde. Sonra gecelerden bir gece Bülent Özveren’in canlı yayında kendinden geçerek haykırdığını da gördük: “Türkiye birinci değerli seyirciler, Türkiye birinci! Şu an herkes bana döndü salonda çünkü şeyimin önünde… naklen yayın kulübemin önünde bir tane Türk bayrağı var!”

Acısıyla tatlısıyla, heyecanıyla dedikodusuyla… Politik puanları, berbat şarkıları ama hep çok eğlenceli havasıyla… Cümbüşüyle, şovuyla, teknolojisi, görseliyle… Ne güzel yarışmamızdın sen Eurovision abla! (Burada fonda Eurovision'un sinyal müziği çaldığını hayal edin.)
Ne oldu da vazgeçti TRT katılmaktan ve yayınlamaktan? Malumun ilamına lüzum yok. Yüzünü batıdan doğuya dönmüş, ortak Avrupa kültürünün bir parçası olmayı nicedir reddetmiş bir ülkede resmi televizyon kanalının “müteyeddin” çizgisi “batının ahlaksızlığı”na geçit veremezdi haliyle. Vermedi de. Allem edildi kallem edildi, oylamanın adaletsizliği bahane edildi falan filan… Geçelim bunları…

Beyaz camın karşısında bir puan iki puan beklediğimiz günlerden “Türkiye birinci, Türkiye birinci!” çığlıklarına, oradan da dördüncü filan olunca kahrettiğimiz günlere uzanan şahane bir macera yaşadık otuz küsur yıl. 2016’da ise kırk yıl düşünsek aklımıza gelmeyecek bir biçimde tekrar dâhil olduk yarışmaya. Hayır, tabii ki TRT tekrar katılmaya karar vermedi. Ama bir Türk şarkıcı var bu sene yarışmada. Serhat Hacıpaşalıoğlu, San Marino adına katılıyor Eurovision’a. Neden mi? Nasıl mı? Şöyle…

“Pek standart bir durumla karşı karşıya değiliz. O bakımdan sadece kendi ülkemde değil, diğer ülkelerde de ilgiyle izlenen bir konu haline dönüştü. Biliyorsunuz, son yaptığım çalışma Fransızca bir şarkıydı. “Je M’adore” geçen sonbahardan başlayarak Avrupa’nın pek çok ülkesinde, özellikle Almanya başta olmak üzere dans ve “dj” listelerinde 1 numaraya kadar yükseldi. Ve tabii bu da beraberinde bir ilgi getirdi. Bu ilgiyle beraber medyada haberler çıktı. San Marino’nun Eurovision için arayışında bu başarı dikkatlerini çekmiş. Avrupa’da yükselen bir yıldız arayışındaydılar. Benim Almanya’daki menajerim ve plak şirketimle bağlantıya geçmişler. Böyle bir teklif geldi. Ekim ayında bunu konuşmaya başladık. Karşılıklı beklentilerimizi, neler yapabileceğimizi masaya yatırdık. Aslında bu karar Aralık başında alınmıştı fakat kamuoyuna açıklanması için yılbaşından sonrayı bekledik. Ve 12 Ocak’ta San Marino televizyonunda bir basın toplantısıyla tüm dünya kamuoyuna açıklandı.”

Böyle anlatıyor Serhat Hacıpaşalıoğlu, yarışmaya San Marino adına dâhil olma hikâyesini. Hacıpaşalıoğlu’nun Türkiye’deki basın toplantısı da geçtiğimiz hafta yapıldı ve konuyla ilgili merak ettiğimiz detayları da orada öğrendik. Mesela yarışmada seslendireceği şarkı nasıl bir şarkıydı? (İlk soru olarak bu soruyu ben sordum haliyle.)
“Şarkının prodüksiyonu Brüksel ve Fransa’da hâlâ devam ediyor ama şarkı anonsunu Şubat sonu Mart başı gibi yapacağız. Şarkı uluslararası bir ekip tarafından, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca olmak üzere dört ayrı dilde hazırlanıyor. Dünyanın farklı yerlerindeki çok önemli “dj”ler tarafından “remix”leri yapılıyor. Aynı zamanda pek yapılmamış bir şey de yapıyor, aynı şarkının yeni okumalarla farklı versiyonlarını da hazırlıyoruz. Dolayısıyla kuvvetli bir paket olarak sunulacak. Tabii ki en çok merak edilen şey şarkı ama şuna inanabilirsiniz; çok sağlam bir şarkıyla geliyoruz.”

Serhat’ı uzun yıllardır tanırım. Bu yıllar içerisinde çok sık görüşmemiş olsak da onun Eurovision’a olan ilgisi ve merakını da iyi bilirim. Nitekim basın toplantısında konuya hâkimiyeti hemen hissediliyordu.
“Eurovision Şarkı Yarışması, dünyadaki tüm yarışmalar gibi zamana göre değişimler gösteriyor. Türkiye’nin üzerinden bir örnek vereyim. 1980’de Ajda Pekkan “Petrol” ile katıldı. Mükemmel bir şarkıydı ama 1980 için çok erken bir şarkıydı. Belki 2000’lerde katılmış olsaydı birinci bile olabilirdi. Dolayısıyla zamana uygunluk çok önemli. Döneme uygunluk… Bir de evrensel olmaya gayret göstermek lazım. Zaten ben de müzik çalışmalarımda bu yolda ilerlemeye gayret ettim. Özellikle uluslararası müzik çalışmalarımda evrensel bir duruş sergilemeye özen gösterdim. Zaman içerisinde bunun doğru bir formül olduğunu da gördüm.

Yarışmada da bu duruşu kesinlikle bozmayacağız. Ama bu yıl muhakkak hızlı bir şarkı kazanır ya da bu yıl mutlaka bir balad kazanır gibi bir şeye inanmıyorum. Paketin tamamı çok önemli. Bazen bir akım ortaya çıkıyor. Yine Türkiye’den örnek vermek gerekirse, 2003’de Sertab Erener’in birinci olduğu yarışmadan sonra arka arkaya önce Ukrayna’dan Ruslana, sonra Yunanistan’dan Helena Paparizu etnik elementlerle yapılmış şarkılar ve şovlarla birinci oldular. Sertab bir akım başlatmış oldu. Sonra durum değişti, başka etkenler söz konusu oldu. Dünya çok hızlı değişiyor. Önemli olan tüm ülkelerin sevebileceği doğru şarkıyı yakalamak. Ben bu konuda ekibime ve çalışmamıza çok güveniyorum.”

Tabii gönül isterdi ki Serhat bütün bu birikimini, uluslararası ilişkilerini ve Avrupa’da kazandığı başarıyı ve gördüğü ilgiyi Türkiye adına kullanabilsin. Ama ne mümkün? Bakın ne olmuş ve Serhat bu konuda ne düşünüyor?
“Bana bu teklif geldiğinde benim Almanya’daki plak şirketim TRT’ye yazılı olarak bu konuyu bildirdi ve Türkiye eğer Eurovision’a katılmayı planlıyorsa bu hususun da değerlendirilmesi konusunda bir bilgi geçildi ama herhangi bir cevap gelmedi ve zaten TRT yarışmaya katılmayacağını açıkladı. Burada kırgınlık gibi bir durum olduğu sonucunun çıkmasını istemem. Her kurumun kendi için tercih ettiği bir davranış biçimi, üslup olabilir. Buna saygı duymak gerekiyor. Biz üzerimize düşeni yaptığımıza inanıyoruz. Çünkü çok ayrıntılı bir paket de yollandı TRT’ye; CD’ler, Avrupa çapındaki başarı ile ilgili bilgi ve belgeler ve bunun yarışma için artılarından bahsedildi. Ama zaten TRT’nin kararı katılmamak yönündeymiş. Dolayısıyla bu konuyu çok büyütmemek gerektiğini düşünüyorum.

Eurovision 61. kez yapılacak ve Türkiye ‘70’li yıllardan beri çok da başarılı sonuçlar aldı. Birinciliğimiz, ikinciliğimiz, dördüncülüklerimiz var. Ben Eurovision’u takip eden biriyim ve bu platformda Türkiye’nin olmamasına elbette üzülüyorum. Çünkü sanat ortamları bütün ülkeleri birbirine kaynaştıran, birleştiren, bütün politik ortamlardan uzaklaşmış, çok daha temiz ve naif bir biçimde bir araya getiren ortamlar. Türkiye’nin bu yarışmada olması kendi imajımız açısından çok değerlidir diye düşünüyorum.

Kaldı ki Türkiye bu yarışmada çok da sevilen ve merak edilen, beklenen de bir ülkedir. Çünkü farklı çalışmalarla ortaya çıkmıştır. Çok değerli sanatçılar temsil etmiş, çok güzel şarkılarla katılmıştır. Mesela ben Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika”sının sonuncu olmasına rağmen Eurovision’a katılmış en güzel şarkılardan biri olduğunu düşünüyorum. Türkiye gerçekten güzel şeyler yapmıştır. Tabii ki katılmamamızın farklı nedenleri olabilir. Çünkü buna resmi bir yayın kurumu karar veriyor ve kendi nedenleri vardır. Onu da saygıyla karşılamak lazım. Ama ümit ediyorum ki bu yıl bu vesileyle adı geçecek olan Türkiye, gelecek yıl da kendi adıyla yarışmada yer alır.”

E bu meselenin bir de San Marino cephesi var. Öyle ya misal bu yarışmaya katılıyor olsak ve bizi temsil etmek üzere lafın gelişi Mozambik’ten (misal sayılmaz ya) bir şarkıcı seçilse, bizim memlekette yer yerinden oynar, taş taş üstünde kalmaz. 1979’u hatırlayanlar bilir; Mari Rita Epik ve 21. Peron o sene Türkiye finalini kazanınca, Epik İtalyan kökenli İzmirli bir aileden gelmesine ve özbeöz Türk vatandaşı olmasına rağmen neler denmiş, yazılmış, çizilmişti de kızcağız nüfus kağıdını göstermek zorunda kalmıştı gazetecilere. Sonra Türkiye yarışmadan çekilince Epik gidemedi de mesele kapandı. Gitse ve de başarısız olsa daha neler söylenirdi düşünemiyorum bile.

“30 bin nüfuslu, çok küçük bir ülke San Marino. Dolayısıyla sürekli profesyonel sanatçı yetiştirmelerine imkân yok. O ülkede ülkeyi temsil edebilecek kaç tane profesyonel şarkıcı olabilir, düşünün. Dolayısıyla uluslararası çalışmalara çok açık bir ülke. Çok da ilgiyle karşılandı, çok olumlu şeyler duydum. Beni kucakladılar. Ama bunu da çok abartmamak lazım. Evet bir Türk, Eurovision’da San Marino’yu temsil ediyor. Bu Avrupa için çok değişik bir bileşim. Ama bir de şarkıyı dinlemek lazım. Bu bir şarkı yarışması. San Marino beni Türk olduğum için seçmedi, başarılı bir iş yaptığım için, dikkatleri çektiğim için seçildim.”
Müzik (ya da topyekun sanat) zaten sınırlara, kimliklere, nüfus kağıtlarına sıkıştırılamayacak bir şey. “Batının ahlaksızlığı” bunu fark edeli çok oldu tabii. Darısı başımıza demek bile iyimserlik oluyor ya neyse…

Şahsen ben kaç yıl sonra yeniden heyecan duydum bu kadim yarışmayla ilgili. Ben bile ilgimi kaybetmek üzereydim, o derece. Hatta gitsem mi bu sene acaba ne yapsam diye düşünüyorum şimdi. Gitmesem bile takip edeceğim. Serhat’ın rakipleri kimler olacak, hangi ülke nasıl bir şarkıyla katılacak filan hepsini tıpkı eskisi gibi merak edeceğim. Hatta yarışma gecesi illa ki San Marino’ya oy vereceğim. Ya ne yapacakltım? Bu sene hepimiz San Marinoluyuz ne de olsa!

Toplantıdan sonra Serhat’la uzun uzun konuştuğumuz “off the record” mevzuları buraya yazmayacağıma göre yazının sonunu yine Serhat’ın basın toplantısında sarf ettiği cümlelerle getireyim bari. Çünkü bu cümleler tam da bir yazının sonuç bölümü olabilecek nitelikte.
“Tabii hayatta bir çizginiz var ve siz istediğiniz kadar zorlayın, sağa sola çekmeye çalışın, eğer o yol size açılmışsa bir şekilde arka arkaya gelebiliyor. Ben kendi adıma bu yolun doğru olduğunu biliyorum, doğru şeyi yaptığımı biliyorum ve hayatım boyunca başkaları üzerinde eleştirilerle iş yapmayı tercih etmedim. Ama bunun da bir ödülü var. Ben bunları ödül olarak da görüyorum. Bugüne kadar Türkiye’de kimseye nasip olmamış bir yol üzerinde, uluslar arası arenada farklı başarılar üstü üste geliyor. Tabii ki bunlar şaşırtıcı. Benim için de şaşırtıcı. Günün birinde Eurovision’da San Marino’yu temsil edeceğimi aklımın ucundan bile geçirmezdim. Demek ki hayatta mucizeler mümkün ve hiçbir şey imkânsız değil. Yeter ki siz doğru şeyler yapın.”
OCAK 2016
Published on January 25, 2016 14:16
January 20, 2016
Unkapanı Ayağınıza Geldi!

Meşhur olmak istiyorsunuz. Çok haklısınız. Kim istemez ki? Toprağı bol olsun, selam edelim Andy Warhol’e de bu vesileyle ama on beş dakika meşhurluk filan kimseyi kesmez artık bu devirde. O kadarını O Ses Türkiye’ye çıkarak da yapabilirsiniz, çok kolay. Üstelik besteleriniz, şarkı sözleriniz var. Devir Küçük Emrah filmlerinin devri değil ki, orada gördüğünüz gibi Taksim’den belediye otobüsüyle Unkapanı’na giderek otobüsten inince heyecan içerisinde alt geçitten geçip İMÇ altıncı bloğun önüne gelesiniz.

O eskiden her birinden ayrı şarkı türkü yükselen, vitrinleri afişlerle süslü civcivli dükkânların, sırtlarında kaset kolileriyle merdivenleri inip çıkan hamalların, ellerinde tepsi, dükkânlar arası mekik dokuyan çaycı çıraklarının yerinde yeller esiyor artık. Unkapanı bir hayalet şehir, savaşta yeni düşmüş bir ülkenin terk edilmiş bir kasabası adeta.

E peki siz nasıl meşhur olacaksınız? Şarkılarınızı, sesinizi nasıl dinleteceksiniz günün müzik piyasasını elinde tutan yapımcılarına? Twitter’dan mı yazsanız acaba? Youtube’a şarkı yükleseniz gören olur mu? Söylediklerine göre kimi müzik yapımcıları böyle amatör videoları arayıp buluyor, keşif yapıyorlarmış. Ama ya biri çalarsa şarkınızı? Neler duydunuz değil mi? Büyük büyük şarkıcılar bile 14-15 yaşında çocuklardan şarkı alıp kendi şarkıları diye dinletiyorlarmış bize. Daha yeni çıkmadı mı haberleri? Olur mu olur. Zaten bir atımlık barutunuz var. O da elinizde mi patlasın?

Yazıda dikkat çekmek adına abartı mübahtır. Ben de öyle yaptım. Yoksa elbette şarkı yazan, söyleyen ya da ikisini birden yapan ve bu işi profesyonel olarak yapmak isteyen biri elinin altında internet de varsa şayet, az çok biliyordur ne yapması gerektiğini. Ve bu işlerin hiç de kolay olmadığını. Ama internet bu… Dijital dünya, hayatlarımızdaki her şeyi bir zamanlar hayal edemeyeceğimiz kadar kolaylaştırdığı gibi bu işleri de kolaylaştırabilir. Kim bilir belki kolaylaştırmıştır bile de bizim haberimiz yoktur.

İşte bu hafta tam da bu meseleyle ilgili bir basın toplantısı yapılacağının haberini alınca kar kış demeden düştüm yola. E-GÜVEN ve Unkapanı Digital işbirliğiyle hazırlanan projenin detaylarını duymak istedim. Duydum, öğrendim de. Şimdi size de anlatacağım.
2013 yılında yazdığım “Bu Yazının Sahibi Benim!” başlıklı yazıda zaman damgasının ne işe yaradığını ve eser/ürün/fikir tasdikinin dijital ortamda nasıl yapılabileceğini anlatmış ve bu alandaki oluşumlardan biri olan sahiplen.com ‘dan bahsetmiştim. Okuyanlar hatırlar, okumayanlara ise bu yazıdan önce onu okumalarını öneririm. Zira her ne kadar ben derdim gücüm müzik olduğu için söz yazarlığı ve bestecilik alanlarından yola çıkarak konu hakkında kalem oynattıysam da, aslında şu veya bu şekilde fikir ve sanat eseri üreten herkesi yakından ilgilendiren bir mesele. Çünkü bir fikri, eseri üretmiş olmakla bitmiyor iş. Ürettiğiniz fikrin, eserin size ait olduğunu kanun karşısında ispat edebilmeniz için mutlaka tasdik ettirmeniz gerekiyor. Bu bir şarkı olabileceği gibi bir reklam sloganı, bir mimari tasarım, bir roman taslağı da olabilir.

İşte eskiden en bildik yoluyla notere gidilerek ya da kendi adına taahhütlü posta göndermek gibi bir takım dolambaçlı ve/veya masraflı yollarla yapılan eser tasdiki işinin (ki hâlâ böyle de yapılabiliyor) dijital ortamda da yapılabilir hale gelmesinin Türkiye’deki öncüsü tasdix.com şimdi işi bir adım daha ileriye götürmüş. Özellikle profesyonel olmayan müzisyenler için büyük kolaylık sağlayan bu sistem şimdi bir başka projeyle entegre edilerek amatör müzisyenler için sahici bir fırsata dönüştürülmüş.

Unkapanı Digital bir internet sitesi. Siteye giriyor, üye oluyor, sitedeki link üzerinden tasdix.com’a da uğruyor, şarkınızı tasdik ettiriyor ve sonra videonuzu yüklüyorsunuz. Siz videonuzu yüklediğinizde sitenin ana sayfasına düşüyor ve yanı sıra platformla anlaşmalı olan müzik yapımcılarına da anında haber gidiyor. Yani keşfedilmek için Youtube’da bilmem kaç yüz bin kez tıklanmayı beklemiyor, dikkat çekmek için fazladan bir çaba sarf etmek zorunda kalmıyorsunuz. Sahiden iyiyseniz, sesiniz ya da şarkınız ya da ikisi birden iyiyse, yapımcılardan birinin dikkatini çekmeniz an meselesi. Sistemin yaygınlaşması ve kullanıcıların alışkanlık kazanması için tasdix.com bir de kampanya yapmış. Unkapanı Digital platfomu üyeleri 2017 yılına dek şarkılarını tasdix.com ‘da ücret ödemeden tasdik ettirebilecekler.












Sitede zaten gerekli işlemlerin nasıl yapılacağının ayrıntılı bilgisi mevcut. Bu yüzden uzun uzun anlatmıyorum ama ben şöyle bir inceledim ve bu işin amatör ama niyeti ciddi müzisyenler için çok işe yarayacağını söyleyebilirim. Bununla birlikte şu ana dek yüklenmiş videoları incelediğimde, bundan sonra üye olup video yükleyeceklere de birkaç tavsiye vermek ihtiyacı hissettim.

Bilindik bir şarkıyı söylüyorsunuz mesela; kendi besteniz değil. Bu demektir ki amacınız şarkıcı olarak dikkat çekmek. Ama videoyu izliyorum, sadece ses var, yüz görünmüyor. Romantik resimlerden kolaj yapmış mesela. Cep telefonu denen bir şey artık ve kamerasının önüne geçip video kaydetmek hiç de zor değil. Ben yapımcı olsam yüzünü görmediğim bir şarkıcı adayını ciddiye almam ve dinlemem şahsen. Ya da Youtube’a eş dost seyretsin diye yüklemek için yapılmış gibi duran özensiz, sıradan videolar da çok. Ama buranın maksadı eş dost değil ki. Ne kadar iyi olduğunuzu göstermek, fark yaratmak için biraz daha özenli olmak gerekmez mi?

Basın toplantısında projeyi tanıtma maksatlı olarak E-GÜVEN Genel Müdürü Can Orhun, Unkapanı Digital Proje Koordinatörü Mustafa Kınış, Fikri Mülkiyet Hakları Koruma Derneği’nden Avukat Dilek Üstün Ekdial ve MÜYAP Başkanı Bülent Seyhan birer konuşma yaptılar.
[image error]
Toplantıya katılanlar arasında ise Tasdix ve Unkapanı Digital işbirliğine destek veren Unkapanı Digital Proje Danışmanı Üstün Barışta, MÜYORBİR Başkanı ve müzisyen Burhan Şeşen, Ada Müzik kurucusu Bülent Forta, Dokuz Sekiz Müzik kurucusu Ahmet Çelenk, Çimen’s Yapım kurucusu ve müzisyen Mazlum Çimen, Kalan Müzik Kurucusu Hasan Saltık gibi isimler de vardı.

Konuk sanatçı olarak ise Soner Sarıkabadayı ve Murat Ak oradaydı. Murat Ak toplantının sonunda davetlilere mini bir konser de verdi.

Bu vesileyle sadece beste yapan, şarkı söyleyen ve adını duyurmak isteyenleri değil, yeni şarkı arayan profesyonel müzisyenlere siteyi önermek isterim. Daha önce Ferhat Göçer ve Nilüfer internetten kampanya başlatarak amatör bestecilerden şarkı toplamış ve albümlerinde kullanmışlardı. Şimdi bütün müzisyenlerin elinin altında böyle bir platform var, benden söylemesi.

NE NEDİR?
Tasdix , bilgisayar ortamındaki verilerinizin elektronik olarak damgalandığı zamanı ve o tarihten itibaren üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadığını gösteren, herhangi bir uyuşmazlıkta delil olarak gösterebileceğiniz bir sayısal zaman damgası uygulamasıdır.
E-GÜVEN , 2003 yılında Faruk Eczacıbaşı ve Türkiye Bilişim Vakfı önderliğinde kurulan Türkiye’nin ilk ve lider elektronik sertifika ve mobil imza hizmet sağlayıcısıdır. E-GÜVEN, bireylere ve kurumlara bilgi güvenliği ve elektronik imza konusunda dünyada pazar lideri olan çözümler sunar. E-GÜVEN, kurumlara özel projeler geliştirmenin yanı sıra gelişen teknolojiye uygun kullanıcı dostu ürün ve hizmetler üzerinde de çalışmaktadır.
Unkapanı Digital , amatör ses sanatçılarının kendi videolarını yükleyerek portal üzerinde kayıtlı olan müzik yapımcıları ile buluştuğu ve eserlerini paylaştığı bir dijital ortamdır.
MÜ-YAP , Bağlantılı Hak Sahibi Fonogram Yapımcıları Meslek Birliği, fonogram yapımcılarının bir araya gelerek oluşturduğu, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu' nun 42. maddesi gereğince kurulmuş olan bir meslek birliğidir. Sektörün ileri gelen kuruluşlarının önderliğinde sürdürülen çalışmalar sonucunda, 02.02.2000 tarihinde Kültür Bakanlığı'na müracaat etmiş; 03.08.2000 tarihinde Kültür Bakanlığı'nın makam onayı ile tüzel kişilik kazanmıştır.
(NOT: İsimlerin üzerini tıklayarak ilgili sitelere erişebilirsiniz.)
Published on January 20, 2016 14:14
Yavuz Hakan Tok's Blog
Yavuz Hakan Tok isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.
