Yavuz Hakan Tok's Blog, page 3
June 16, 2022
Ya "Uzunlar" Sönerse?

Müzik yapan da dinleyen de çok ama müzik okuyan pek kalmadı malum. Ona mukabil yazan da kalmadı gibi. Sosyal medya duyuruları, basın bültenleri cümleleri, Spotify kategorizasyonları ve Zorlu PSM ilanları arasında sıkıştık kaldık. Onlarla tanımlanıyor kimin nasıl müzik yaptığı, ne yaptığı. Haliyle onlar da tarafsız, analitik, eleştirel, geniş açılı, diyalektik bakış açıları sunmuyor okuyana.

“Üçüncü Yeniler” deniyor mesela. ‘70’lerden bu yana Türkiye’de üretilen müziğe şahit olmuş, öncesini de araştırıp öğrenerek hatmetmiş biriyim ya, ister istemez “E bunun ikincisi, birincisi neydi ki?” diye düşünüyorum. Şiirdeki “İkinci Yeni”nin bir uzantısı olarak kullanıldığını biliyorum bilmesine ama Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı, Muzaffer İlhan Erdost’u filan sarı sayfalı popüler “edebiyat” dergilerinin posterine, çıkartmasına, hatta çantasına dönüştürmüş zamanın ruhuna alışamamışım ki daha, ona alışayım.

Her dönem yaldızlı cümleler, havalı tabirlerle yeni yeni müzik türleri icat ediliyor. Her dönemin genç kuşağı böylece kendinden önceki kuşakların dinlediklerini dinlemiyor olmanın gönül rahatlığıyla süregelene kafa tutmanın, düzeni değiştirmenin ve kendi dilini icat etmenin o sadece ama sadece genç yaşlarda yaşanabilecek hazzına eriyor. Bütün tekamülün altında saklı tekerrürün farkına vardığındaysa zaten artık genç olmuyor. İstisnalar asla kaideyi bozmuyor. Eşyanın tabiatı hükmünü sürüyor.

Evet, özellikle Yüzyüzeyken Konuşuruz, Adamlar, Büyük Ev Ablukada gibi (bir dönem tuhaf isimli gruplar şeklinde kategorize edilen) grupların başı çektiği bir tayfanın şarkılarındaki alegori, ironi ve metafor sağanağının İkinci Yeni’yle benzeşen bir tarafı yok değil. Ama bir Üçüncü Yeni icat edeceksek şayet, Murathan Munganları, Küçük İskenderleri ve ardıllarını nereye koyacağız? Şarkı sözü şiiri nereye kadar, ne kadar ikame edebilir ki? Niye etsin ki? Devrini doldurmuş düşünceler, modası geçmiş endişeler mi yoksa bunlar? Kafam karışık.

Şöyle ya da böyle müziğin, özellikle de şarkı sözlerinin uzunca bir süre içinde boğuştuğu “aşk-ihanet-gözyaşı-drama-kin-intikam-nefret-atar-gider” sarmalından kurtulmamıza ve şöyle bir rahat nefes almamıza vesile oldukları için yukarıda saydıklarım ve benzeri genç gruplara, şarkı yazarlarına minnet borçluyuz. Gerçi aynı dönemde yükselen “rap” o sarmalın daha keskin ve küfür kıyametlisini musallat etti başımıza (incelikli ve zeki olanı, yani az birazı hariç) o ayrı mesele ama söz konusu grupların müziğini o yapay ve sevimsiz kategorizasyonların arasından çekip çıkarıp da dinlerseniz, içiniz epeyce ferahlıyor.

İşte Evdeki Saat de böylesi nefes aldıranlardan biri. Yakın dönemin yükselen değeri Evdeki Saat. Ta 2014’ten bugünlere dek gelen bir zaman aralığında, adını yavaş yavaş duyuran, yerini yavaş yavaş sağlamlaştırıp müziğini yavaş yavaş benimseten Evdeki Saat, şimdi geldiği yerde ziyadesiyle tanınır olmanın, ne yapsa dinlenir olmanın tadını çıkarıyor muhtemelen.

Kimi zaman grubun belkemiği kimi zamansa tek başına bizzat Evdeki Saat’in ta kendisi olmuş Eren Alıcı, daha öncesinde birtakım kayıtlar yapmış, bunları çeşitli mecralardan yayımlamış da ama Evdeki Saat ismiyle yayımlanan ilk kayıtlar 2014 yılına denk geliyor. 2014’ten 2017 Nisan’ında yayımlanan “Bizi Orada Arama” adlı ilk resmi albüme kadar gelen süreçte yapılmış kayıtlardan sadece “Eski ve Tozlar İçinde” adlı şarkı var Spotify’da. Geriye kalan 17 şarkıysa Evdeki Saat YouTube hesabından dinlenebiliyor.

Yani Evdeki Saat’in resmi macerası “Bizi Orada Arama” albümüyle başlıyor denebilir. Aslında müziğindeki evrim de tam olarak bu albümden sonra başlamış. O zamana dek “soft-rock” ya da “pop-rock” diyebileceğimiz türde, akustik kaydedilmiş şarkılar var Evdeki Saat diskografisinde. 2018 Ocak ayında yayımlanan ilk tekli “Yanlış Var”dan başlayarak Evdeki Saat’in müziği elektronik altyapılı “synth pop”a dönüşmüş.

“Rock” furyasının egemen olduğu dönemde müzisyen olmaya heves eden gençlerin büyük yüzdesi “rock”çı olmak üzere çıktı yola. Onlardan öncekiler popçu olmaya yeltenmişti, daha eskileri tavernacı, arabeskçi, türkücü vs… İnternet teknolojisi dünyayla birebir entegre etti ya bizi, artık özenilen kişiler doğrudan sınırların dışından. “Rock”çı olmak isteyenin örneği Teoman, Şebnem Ferah, Duman filan değil artık (sahi bir ara bütün genç “rock”çılar onlar gibi söylüyordu.) Türlü çeşitli ülkelerden türlü çeşitli alternatif gruplar ya da şarkıcılar, kimi zaman büyük kimi zamansa çok küçük isimlerin farklı müzik türleri ilham veriyor Türkiye’deki genç müzisyenlere.

Gelin görün ki yolumuz yine dönüp dolaşıp popla kesişiyor. “Pop bitmez. Kendisine alternatif üretilen türleri içine alır, yutar ve yoluna devam eder,” dediğimde “Olur mu öyle şey?” diyenler olmuştu. Bu benim kişisel öngörüm, kehanetim değildi oysa; hayatın doğal akışıydı. Nitekim yine şaşmadı. Alternatif sahnelerde müzik yapanların çoğu o yaldızlı cümlelerin, havalı tabirlerin bilet sattıran, link tıklatan cazibesinin gölgesinde bir dönemin pop müziğine göz kırpar oldular nicedir. Türkiye’de alternatif müzik denilen şey ‘80’lerde Depeche Mode, a-ha, Alpahaville ve hatta Modern Talking gibi bayıldığımız, kimisini hafife aldığımız grupların ve dahi ‘90’lar Türk popunun kaotik atmosferinin bir retrospektifine dönüştü.

Kötü bir şey mi bu? Bence değil. Bilakis ben kulağıma aşina geldiği için pek seviyorum “synth pop” tınılarını. Hele bir de birebir yurt dışındaki örnekleri “copy paste” edilmiyor, içinden ince ince yurttan sesler geçiriliyorsa bayılıyorum. Tıpkı Evdeki Saat’in yaptığı gibi.
Yerlileşememiş hiçbir müzik türü uzun vadede kalıcı olmaz, olmadı bu memlekette. Anadolu-“rock” boşuna türemedi. Seattle “sound”, Kadıköy “sound”a boşuna evrilmedi. Alaturka makamlar popa durduk yere girmedi. Rap boşuna arabeske bulanmadı. Say say bitmez.

Evdeki Saat 2018’de beş tekli, 2019’da dört tekliyle yoluna devam etmişti. Ancak onca kalabalık arasından öne çıkması, pandemi döneminde Bartu Küçükçağlayan ve Melikşah Altuntaş’ın “Mücbir Sebepler” adını verdikleri Instagram canlı yayın serisi sayesinde oldu. Her gece on binlerin izlediği o yayınlarda o günlerde yeni yayımlanmış “Uzunlar” şarkısının çalınması, Evdeki Saat’i daha önce hiç dinlememişlerin gözünü, daha doğrusu kulağını açtı. O şarkı değil de başka bir şarkı çalınsaydı ne olurdu onu bilmiyorum. Bir gün doğru iş, doğru yer ve doğru zamanla kesişir ve başarı hikayeleri genellikle böyle başlar. Burada da öyle bir şey oldu. Hesapsız, kitapsız, plansız ama doğru bir kesişme “Uzunlar”ı dillere düşürdü.

Arzu etsin, amaç etsin, hedef kabul etsin ya da hiçbirini etmesin; “şan-şöhret-para” üçgeni üretenin hem başarı göstergesi hem de laneti oluyor eninde sonunda. Bin yıldır böyle bu. Tanınırlık, bilinirlik ve dinlenirlik, yapmak istediklerinizin daha fazlasını, daha cesurunu yapabilmek için bir konfor alanı yaratıyor üretene. Ve sizi her an içine çekmeye hazır tuzak da o konfor alanının tam orta yerinde duruyor:
“Ya bundan sonra yapacaklarım bunun kadar ilgi görmezse? Ya yakaladığım ivmeyi sürdüremezsem? Ya 'Uzunlar' sönerse?”

O saatten sonra bu ve benzeri kaygıları hissetmeden yola devam edebilmek kolay değil. Çoğu zaman üreteni tökezleten de bu oluyor. Neyse ki Evdeki Saat “Uzunlar” eşiğini kazasız belasız atlayıp geçti. Daha “funky” tınılar içeren “Kötü Zamanlar” ve “Dibi Ne Kadar”la 2020’yi verimli kapattı, müziğinin çizgisi daha belirgin hale getirdi.
2021’de yayımlanan “Hiç Uyanmasam” ve “Zaman Mekân”, melodik açıdan zengin, ritmik açıdan kulağı kolay yakalayan şarkılardı. Tabii ki tüm bu şarkıların hiçbiri bir “Uzunlar” sayısal başarısı getirmedi ama Evdeki Saat’i geriye de düşürmedi.

2022’yi ise gelecek yeni bir albümden teklilerle karşıladı Evdeki Saat. Önce “Sarmaşık”, sonra “Rüyadasın”, ardından “Sustum” teklileri ve nihayet “Huzursuzluğun Meyvesi” adı verilmiş albüm geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Aslında “Selahattin Sarıkaya Şarkıları” projesinden bir parça olan “Adana Köprü Başı” ise aynı gün hem albümün bir parçası olarak hem de bağımsız bir tekli olarak listelere girdi. Yedi şarkılık albümün üç şarkısını önceden dinlemiş, bir “cover”ını da albümle eşzamanlı olarak karşılamış olduk böylece.

“Adana Köprü Başı” çok kişinin anonim türkü bildiği bir Selahattin Sarıkaya bestesi. Evdeki Saat’in bugüne dek yayımladığı işler arasında hiç “cover” yok; en azından resmi kayıtlarında yok. Bu anlamda zaten ters köşe bir iş. Şayet bir saygı albümü işi olmasaydı da akla gelir miydi bu şarkıyı “cover”lamak, ona emin değilim. Ve fakat acayip bir şey olmuş.

İtiraf edeyim, bir zamanların Anadolu-popunu üzerine bugüne dair hiçbir şey koymadan karbon kopya taklit eden grupları hiç sevemedim. Misal herkesin ayılıp bayıldığı Altın Gün bana pek bir şey ifade etmiyor. Barış Mançoların, Moğolların, Cem Karacaların, Seldaların ve dönemdaşlarının o zamanın imkânsızlıkları içinde kanla başla yaptıkları kayıtlar taş gibi duruyor hâlâ. Zamanında zaten dinlemişim, şimdi de dinlerim. Barış Manço, Cem Karaca hayatta değil diye bu tür müziğin en büyük pazarı haline gelen yurt dışı festivallerinde onların müziğini çalacak gruplar icat etmenin bende bir karşılığı yok.

Fakat Evdeki Saat’in “Adana Köprü Başı”nı çok sevdiğimi söyleyebilirim. Evdeki Saat, türkü formundaki bu besteyi Anadolu-popun etinden sütünden bir şekilde istifade eden pek çok genç gruptan, müzisyenden daha zekice, daha yaratıcı, daha parlak bir biçimde kendine uyarlamış. Yeni bir şey. Heyecan verici.
Buradan mı yola çıkıldı bilmiyorum ama albümde bu türküden hemen önce dinlediğimiz “İyi Nöbetler” de ılgıt ılgıt Anadolu kokuyor. Hem de halk edebiyatı cümlelerinden şarkı sözü devşirmeden, günün ifade biçimiyle cümleler kurarak. Bence önemli bir ayrım bu. Bu arada daha ilk dinleyişte şarkının nakarat kısımlarında “Hadi hadi yandan,” diyesiniz geliyorsa da işin aslı o da otantik bir melodik kalıp, “Namus”un bestecisi Arto Tunçboyacıyan’ın özgün bestesi içinde Anadolu’ya gönderdiği bir selam. Sorun yok yani.

Şarkı sözlerinde kare kare fotoğraflar çeken “Böyle İyiyim”, sakin ve kırgın bir aşk şarkısı. Şarkıya klip çekilmesine hiç gerek yok. Klibi kendi içinde saklı çünkü. Bu arada bu şarkı da aslında 2018’de akustik bir kayıtla Evdeki Saat’in YouTube kanalında yayımlanmış.

Evrensel bir “sound”a yerel motiflerin iğne oyası gibi işlendiği “Sarmaşık”, buzuki ve bağlamanın ahbap renkleri, ‘70’ler stili vokalleri ve “funky” yürüyüşüyle dinleyeni çabuk kavrayan bir başka şarkı. Tekli olarak yayımlandığında da çok sevdiğim “Rüyadasın” ise albümdeki favorim. Hani Nükhet Duru “Uzunlar” çok popüler olunca aldı söyledi, “Uzunlar” ve Duru’yu aynı cümle içinde kullanmayı aklına bile getiremeyecekleri şaşırttı ya… Keşke Ajda da alsa “Rüyadasın”ı söylese diye geçirdim içimden ilk dinlediğimde. Öyle de buram buram Ajda “vibe”ı tüten bir şarkı.

‘80’leri bizzat yaşayıp görmüşlerin o yılları üç saniye anımsadığında kendiliğinden çalmaya başlayan şarkılar, döndü dolaştı bugünün müziğine ilham oldu dedim ya yukarılarda bir yerde. Tam olarak böyle demedim gerçi ama demeye getirdim. Hah işte mesela al Evdeki Saat’in “Eksildi İçimizden”ini ver Pet Shop Boys’a söylesin. Oralardan bir yerlerden çıkıp gelmiş bir “sound”, elektronik dans müziğinin o günlerden bugünlere eskimemiş, her dönem kendini yenileyerek tekrar etmiş ritimleri ve pekâlâ bir gitarla da çalınıp söylenebilecek, “basic” bir melodik yapıyı sürükleyen anlamlı şarkı sözleri.

Bir Ekşi Sözlük yazarı albümün açılışında yer alan “Sustum”u Empire of The Sun’ın “We Are The People”ına benzetmiş. Benzemiyor dersem yalan olur. O benzerliği bir kenara koyar da şarkının sözlerine bir göz atarsak, albümün adının en çok bu şarkıda saklı olduğunu söyleyebiliriz.
‘70’lerin toplumcu söylemleri ‘80’lerde bireysel bunalımlara, ‘90’larda eğlenceye vurmuştu kendini. Yakın geçmişte hem gelişen teknolojilerin hem de üstüne tuz biber pandeminin bizi getirdiği ruh hali, yalnız olma, yalnız kalma halini korkulacak ve hüzünlü bir şey olmaktan çıkarıp bir tercihe dönüştürdü. Bir zamanların bireyciliğiyle bunun arasında kocaman bir fark var. Çünkü artık sosyal medya sayesinde yalnızken de kalabalıklara karışmak mümkün. Kimseyle yüz yüze gelmeden kavga edebilir, dövüşebilir, âşık olabilir, flört edebilir, uzun uzun fikir alışverişinde bulunabilir, birileriyle dost ya da düşman olabilir ve günün sonunda üstünüzü başınızı hiç kirletmemiş olarak yatağa gidebilirsiniz.

Bu durum şimdilik bir lüks gibi dursa da aslında yaşadığımız zamanda ülkenin içinden geçtiği koyu karanlıkla hem çok ilgili hem de çok ilgisiz olarak üzerimize çöken huzursuzluğun da asıl sebebi. Nitekim son dönemin genç şarkılarında sıklıkla bu huzursuzluğun izlerini sürebiliyorsunuz. “Sustum” böyle bir şarkı. Aslına bakarsanız “Huzursuzluğun Meyvesi” bütün dans ritimlerine, yüksek enerjisine rağmen böyle bir albüm.

Bu arada “Huzursuzluğun Meyvesi”, Twitter’da Cihat Akbel isimli kullanıcı tarafından atılan bir “tweet”e ithafen konulmuş bir isimmiş ve söz konusu “tweet” şöyleymiş: “Hiçbir zaman huzuru bulacağımı düşünmüyorum fakat artık bu huzursuzluk meyvesini vermeli.”
Albümdeki düzenlemelerde Eren Alıcı, Yüce Akın, Bahadır Kartal, Kaan Ceylani ve Kerem Demirayak’ın imzalarını görüyoruz. Kapak tasarımı ise Afterworks tarafından yapılmış.

Günün müzik pazarlama stratejistleri albüm yapmayı hiç ama hiç önermiyor. Dijital platformlar zaten albüm yapılmasın da sirkülasyon hızlansın diye müzisyenleri sıkboğaz ediyor. Türkiye’de müzik zaten hiçbir zaman gerçek anlamda bir sektöre dönüşmediği için bu yeni düzen en çok bizim müzisyenleri vuruyor. Yoksa müziğin bacasız sanayi olduğu ülkelerde hâlâ çatır çatır albüm yapılıyor. Sözün kısası albüm yapmadığı ya da albüm niyetine üçer beşer şarkılık işler yaptıkları için müzisyenlere kızmak haksızlık olur. Yine de bunca birikimin ardından yapılmış bu albümün en azından on şarkı olmasını isterdim kendi adıma. Bir “boomer”lık etmeden yazıyı bitirecek değildim herhalde.
June 14, 2022
Bir Mendil Niye Kanar Sefo?

Kendime çok gülüyorum. Daha birkaç yıl öncesine kadar albümleri / şarkıları didiklediğim yazılarımda tek bir prozodi hatası için paragraflarca cümle kurmuşluğum vardı. Aman Allah’ım o ne bilmişlik! Yok orada o “aaaa” uzatılmazmış da, öbür taraftaki o “rrr” vurgulanmazmış da… Vıdı vıdı vıdı… Hele “auto-tune” denen meret tam bir felaketmiş. Duyduğum an “Geldi yine tipini…” diyormuş, kapatıveriyormuşum çat diye.
Müzik eleştirisi de ancak bu kadar işe yarar işte. Ne oldu? En prozodi hatalı, en artikülasyonu, diksiyonu bozuk şarkıcılar, en “auto-tune”lu şarkılar kazandı. Yavuz Bey hadi itiraf et, utanma; bazılarını sen de dinliyor, hatta seviyorsun şimdi.

Eh, popüler müzik de böyle bir şey. Gelen her yeni kuşak bir önceki kuşağın yaptıklarını alaşağı eder, tepki çeker, eleştirilir, öfke doğurur hatta yasaklanır, sonra paşa paşa kendini kabul ettirir. “Rock’n roll” dan başlayarak okuyun popüler müziğin hikâyesini. Hepsini anlatıyor tarih.
Şimdilerin popüler şarkılarını dinlerken çoğunlukla üç cümle ya anlıyorum ya anlamıyorum. YouTube videolarını 1.25 hatta 1.50 hızla izleyen, 15 saniyelik bir “story”nin ya da Tik Tok videosunun sonunda ne olacağını anlayıp beş saniyede bir sonrakine geçen, türlü çeşitli oyunlarda saniyelerle yarışmayı çocuk oyuncağı eden, anlık refleksleri palazlanmış bir kuşak var sonuçta. O kuşağın yaptığı ve dinlediği şarkılar bunlar. Bu şarkıların sözlerini de bir dinleyişte anlıyor haliyle.
Ben o arada sözleri aratıp buluyorum, ekrandan okuyorum ama yine anlamıyorum. Başka bir dil, başka bir ifade biçimi, bambaşka bir duyarlılık ve ruh hali. Galiba bize anlamaya çalışmak düşüyor. Müziğin, şarkının, şarkı sözünün, şarkı söylemenin, armoninin, melodinin bin yıllık kurallarına, kaidelerine, konservatuarlarına, hocalarına, akademik bıdı bıdılarına rağmen böyle bu. Hayat yeniliyor kendini. Bunun ne kadarını tekâmül, onu zaman gösterecek. Kim içinden geçtiği zamanı, içinden geçerken doğru anlatabilmiş ki?

Bir ülkenin popüler müziğinde eğilimleri her zaman orta-alt ekonomik düzey ve kültür belirler. Bir üst kültürün kendine tehdit gördüğü eğilimleri kendince temize çekme, sterilize ederek benimseme çabaları ise her zaman boşa çıkar. TRT’nin “acısız arabesk” komedyası, şahit olanların hiç unutamadığı bir ibret vesikasıdır misal: “Henüz üç yaşında bir gardaşım var, seni ondan bile kıskanıyorum.”

Daha yakın zamana kadar “creme de la creme” gece kulüplerinin, sonradan görme “beach”lerin, Bebek sahilinde turlayan üstü açık son model arabaların gözdesi popçular tahtlarını sokak çocuklarına bırakmanın inanılması ve hazmedilmesi güç hezimetiyle onların yakınına dükkân açmanın yollarını arıyor şimdi. Kolay değil. Kırmızı ışıkta durduğunda arabasının camlarını silmeye yeltenen çocuğu ya kovar ya eline üç beş sıkıştırıp savarlardı oysa. Şimdi o çocukla düet yapmanın yollarını arıyorlar. Garip bir paradoks. Onu ya da ötekini yüceltmek için yazmıyorum bunları. Durum tespiti yapıyorum sadece. Aslında söylemeye gerek yok ama bu zamanda altını çize çize söylemek gerekiyor artık: Durum tespiti yapmak, tespit ettiğin durumu onayladığın anlamına gelmez.

Varsın Zeynep Bastık, sponsorlu koltuğunda akustiğe yatırıp çitilesin o şarkıları. Varsın Mustafa Ceceli Kanlıca sırtlarındaki stüdyosunda bir yanına Kurtuluş Kuş’u, bir yanına Burak Bulut’u alıp Esenyurt’a selam göndersin. Semicenk günün birinde Bodrum’a yerleşip köy muhtarı olmaya karar veren Funda Arar’ın Göktürk’teki villasını satın alabilir. Ziynet Sali, Demet Akalın, Hande Yener, Gülşen ve Murat Boz’la birlikte verdiği nostaljik “Şimdi 2010’lar” konserinden çıkıp Bilal Sonses’in Altın Tıklama Ödülü alacağı törene seyirci olarak katılabilir. Belki aynı gece Sefo da Açık Hava’daki sekizinci konserine çıkar; önceki yedi gece gibi o gece de “sold-out” olmuştur. Bilemeyiz.

Şimdilerde herkes Sefo’dan konuşuyor ama kimse Sefo’yla konuşmuyor, onu anladım. Sağdan saysanız iki, soldan saysanız üç röportajı var internette. Ana akım medya çok temkinlidir bu konularda. Her yeniyi hemen bağrına basmaz, genellikle geriden takip eder popüler olanı. “Bakın böyle biri var, ilginizi çekebilir,” demez de o birinde ancak toplum tarafından ilgi gördükten sonra haber değeri bulur. Buna alışkınız. Ama şu da bir gerçek ki yeni neslin müziğini yapanların da kendilerini anlatmak, tanıtmak gibi bir dertleri pek yok. Sadece şarkı çıkarıyor, yeri geldikçe de konser yapıyorlar o kadar. Kim bilir belki de anlatacak hikâyeleri yoktur. Öyle ya eskilerden kime sorsan şu orkestrada başladım, şu müzisyenlerle çalıştım, buralarda sahne yaptım filan diye anlatır da anlatır. Şimdikilerin ortak hikayesiyse şöyle: “Lisedeyken müzik dinliyordum, sonra bilgisayar aldım ve müzik yapmaya başladım. Şarkılarımı internete saldım ve bir gün bir tanesi viral oldu.”
Haksızlık etmeyeyim ama pek çoğunun anlatacağı bundan ibaret. Sefo’nun da aynen öyle olmuş. 1998 yılında Samsun’da doğan ve gerçek ismi Seyfullah Sağır olan Sefo’nun, küçük yaşlarında Ceza’yla başlayan “rap” sevdası, 50 Cent’le ve sonrasında daha “underground” isimlerle devam etmiş. Dinleye dinleye geldiği yer de bizzat bu işi yapmak olmuş. 14-15 yaşlarında yazmaya, şarkılar üretmeye başlamış. Önceleri yaptıklarını duyurabilmek için bir dolu insana “mail” atmış ama kimseden dönüş alamamış. İlk şarkısı “Yalan”ı 2018 yılında yayımlamış. 2019 yılında sosyal medya fenomenleri Ala Tokel ve Ahmet Aksöz’ün destek verdiği “Derdi Ne?” şarkısı viral olunca da onu başından beri takip edenlerin dışında bir kitlenin ilgisini çekmeyi başarmış.
Ardı ardına gelen “rap” işlerden sonra ufak ufak pop “sound”undan beslenmeler, önce “Toz Duman” sonra bir başka sosyal medya fenomeni Reynmen’le birlikte kaydettiği “Bonita” ve derken “Bilmem mi?”yle gelen büyük tanınırlık. İlkokul çocuklarının okul bahçesinde olanca sevimlilikleriyle bir ağızdan “Bilmem mi?” söyleyip eğlendikleri o video, bu karanlık günlerde hangimizin içini açmadı ki? Yılların burnundan kıl aldırmayan Altın Kelebek’i bile gidip Sefo’ya kondu bu şarkı sayesinde. Kral TV Video Müzik Ödülleri çoktan tarihe karışmamış olsaydı, oradan da payını alırdı hiç şüphe yok.

Sefo’nun aslında “Muu?” şarkısıyla başlayan pop, daha doğrusu “reggaeton” açılımı karşılığını çabuk buldu. Sonuçta “reggaeton” dediğimiz şey de “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” memleketin evvel ezel pek bayıldığı kıvrak ve ateşli Latin tonlarından, ritimlerinden devşirme. Hadi onu da geçtim, düpedüz halay ritmi be kardeşim. Bir yandan müstehzi Mahmut Tuncer şakaları yapıp bir yandan “reggaeton”a ayılıp bayılmalar da Orta Asya’dan geldi geleli Boğaz’ın hangi yakasına daha fazla meylettiğini hiç bilememiş bizlerin yüz bin milyon “bu ne yaman çelişki”sinden sadece biri.

Zaten Sefo da ister “reggaeton” deyin ister düz halay, ritmi bir yana, şarkı söyleme biçimiyle de Anadolu’nun bağrından kopup geliyor. O bağır tam olarak neresi, onu bilmiyorum. Çünkü aşina olduğumuz hiçbir aksana benzemiyor Sefo’nun aksanı. Güneydoğu değil, Kars, Azerbaycan değil, Ege değil, İç Anadolu değil ki Sefo Samsunlu ama Karadeniz hiç değil. Gerçi bu yeni aksan Sefo’nun icadı da değil. Böyle bir Müslüm Gürses edası üstüne gurbetçilerin üçüncü kuşak Almanca-Türkçe kırması sosu, belki bir parça siyahi Amerikan çeşnisi filan derken “rap-trap-hip hop-şu-bu” türevi Türkçe müzik yapanların benimsediği aksan bu oldu. Oysa videolarını izliyorum Sefo’nun; bildiğin İstanbul Türkçe’siyle konuşuyor. Şarkı söylerken niye böyle oluyor onu bilmiyorum. İçten gelen bir şey olsa gerek. Yermek için söylemiyorum; durum tespiti yapıyorum sadece (bak yine!..)

“Bilmem mi?”nin 2021 yılının ikinci yarısında damgasını vurmasından sonra 2022’yi “Affettim” teklisiyle açtı Sefo. Ardından “Bilmem mi?”nin İspanyolca versiyonu “Mirame”yi Meksikalı grup Reik ile kaydederek ilk dünyaya açılma denemesini yaptı. Peki sonuç ne oldu? “Büyük beğeni toplayan şarkı başta Meksika olmak üzere Fransa, İtalya, İspanya, Yunanistan, Norveç, Portekiz gibi birçok ülkenin listelerine ve dünya çapında yüzbinler tarafından takip edilen Global X gibi listelere üst sıralardan girdi ve kapağında yer aldı.” (Daha doğrusu almış; ben basın bülteninin yalancısıyım.)

Peşi sıra genç rapçi Revart ile Aerro prodüktörlüğünde “Yarım Kalır” şarkısını yayımlayan Sefo’nun yakın dönemde servis edilen yeni “hit”i ise “Tuzak” oldu. Şarkının ilk dinleyişte bir defada anladığım ve aklıma yer eden “mükemmel bir film tadında” cümlesi nicedir dilimde dolaşıp duruyor. Gerisini de söyleyeyim istiyorum hatta ama bir türlü oturup çalışacak fırsat bulamadım. Çünkü ezber yapmanın en iyi yolu okuduklarınızı bir mantığa oturtmak, hikâye ederek akla sokmaktır. Ama daha ilk cümleler “Gümüş gerdanında tutsaktı ben ellerinde,” olunca ne mantık kalıyor ne hikâye. “Bir mendil niye kanar?” diye sorardı Edip Cansever bir şiirinde. “Bir yapı çıldırabilir mi?” diye sorardı Tomris Uyar bir öyküsünün ilk cümlesinde. Kafa yorardık. Aynı şey mi? Belki de… Kim bilir? (Emin olun, bu da bir durum tespiti.)
Sefo geçtiğimiz günlerde yayımlanan yeni şarkısı “Isabelle”i ise (basın bülteninde “Isabella”, diğer her yerde “Isabelle” yazıyor) Türkiye kökenli bir aileden gelen Alman rapçi Capo ile birlikte kaydetmiş. Şarkı kulağa çok tanıdık gelen gitar tınıları ile başlayıp ele, ayağa, nerenizle ritim tutuyorsanız oraya çok tanıdık gelen ritimlerle devam ediyor. Bu tür, bu tarz müzikte şarkıların fena halde birbirine benzemesi şimdilik bir sorun değilmiş gibi gözükse de zamanla usandırır mı? Bence usandırır. Hiç 130 BPM pop sevmemişlerin en büyük argümanıydı ya: “Popta bütün şarkılar birbirine benziyor,” denirdi. Çünkü “sample”lar kardeş, “loop”lar akraba, “kick”ler “drum”lar ruh ikiziydi. Müziğe elektroniğin girmesinin bir bedeli vardı, ödenecekti. Şimdi aynı yoldan popa “alternatif” türler yürüyor.

“Isabelle” kıpır kıpır, fıkır fıkır. Kızgın kumlardan serin sulara atlarken fonda çalsa “değiştirin şunu” demez kimse. Kaldı ki hepi topu 2 dakika 25 saniye, “değiştirin” desek bile değiştirene kadar bitiverir. Şarkının Almanca kısımlarını (dili bilenler hariç) zaten anlamıyoruz, Capo yüzümüze küfretse (ki “rap”te kuvvetle muhtemeldir malum), “yaya” deyip geçeriz. Türkçe kısımları deseniz… Yıllar yılı sıkıldığımız, yerden yere vurduğumuz saçma sapan Türkçe pop şarkı sözlerine alternatif mi arıyorsunuz? Misal, “Onu sal, yola gel, bi’ tutam karamel” cümlesinin bizi arkamızdan itip 130 BPM şarkılarda arayıp da bulamadığınız mana derinliğinin içine yuvarlaması pekâlâ mümkün olabilir. Tıpkı “Bu kız bir afet bir afet, bu kız felaket felaket,” ya da “Dedim götür beni aya,” cümleleri gibi.

Fark ettiyseniz hiç rol yapmadım, bu tür müziği çocukluğumdan beri dinlermiş ve severmiş gibi davranmadım. Benim çocukluğumda bu tür müzik yoktu zaten, yemezdiniz. Kendisinden önce gelen diğer kuşaklarla arayı zart diye açıveren z kuşağını yakalamaya çalışmak çok kere zavallı bir çaba gibi görünebilirken sadece anlamaya çalışmak bile insanı “rahmetli” konumuna düşürebiliyor. Ve fakat x, y ya da z her neyse, bir kuşağın kendisinden önce hiçbir şey yapılmamış, yazılmamış, çizilmemiş, söylenmemiş sanması, sanmasa bile öyle saymasında, aslında tarihin bir yerinden tekrar ettiği şeyleri ilk defa yaptığına inanmasında da acıklı bir cehalet yok mu?
Acaba bir müşterek mi bulmalı? Birbirimizi tanısak… Sever miyiz?
February 22, 2022
"Geççek" Ne Abi Ya?..
TARKAN - "GEÇÇEK"

Tarkan bir şarkı yayımladı, ortalık karıştı. Niye öyle oldu? Cevabı basit aslında: Çünkü o Tarkan.
Bir kere çok uzun ara verdi. Pop müzikte bir starın bu kadar uzun ara vermesi feci riskli bir durumdur. Çünkü popüler müzik hiç yerinde durmaz, sürekli devinir, değişir. Dengesizdir, tutarsızdır, öngörülemezdir pop müzik. Siz “Dur bir evleneyim, bir de çocuk yapayım, aman çocuğumu büyüteyim, azıcık tütü giyeyim,” filan derken bir dönüp bakarsınız en iyi yaptığınız şey hiç bilmediğiniz bir şeye dönüşmüş. Ne olacak şimdi? Ayak uydursan bir dert, uydurmasan ayrı dert.
Yani Tarkan bu kadar uzun bir aradan sonra ne yaparsa yapsın ya “Nerede o eski Tarkan?” diyeceklerdi ya da “Ohooo Tarkan da çok eskide kalmış!” Zamana ayak uydurayım derken komik duruma düşmekle zamana ayak uyduramamak aynı efekti yaratır çünkü: İki uçlu otlu değnek. Üçüncü bir alternatif yok muydu peki? Vardı elbet ama zordu. En çok da bu yüzden, herkes gibi ben de bütün önyargılarım cebimde, merakla bekliyordum Tarkan’ın yeni şarkısını.

Her perşembe gecesi saatler 12’yi vurduğunda dijital platformlara boca edilen yüzlerce yeni şarkı arasından sıyrılsın diye Tarkan’a özel bir ayrıcalık tanındı. Şarkı saatler 12’yi vurmadan üç saat önce düşürüldü platformlara. Ben şahsen oturup dakika dakika bekledim bilgisayar başında. Eminim çok bekleyen oldu benim gibi. Demek ki işe yaradı. Kimileri bunun bir haksızlık olduğunu yazıp çizdi sonrasında, onları da gördüm. Bence değildi. Çünkü o kimilerinden bazıları da listelerde görünür olmak için haftada bir şarkı çıkarıyor misal. O da bir öne çıkma çabası, bir rekabet üçkağıdı (ya da pazarlama taktiği) değil mi sonuçta?

Tabii bilgisayar başındayım ya o an, şarkıyı dinledim, klibi izledim ve hemen şöyle bir baktım sosyal medyada ne yorumlar yapılıyor diye. On beş dakika ya geçmişti ya geçmemişti.
“Kötü…”
“Çok kötü…”
“Tarkan bunu senden beklemezdim.”
“Tarkan’ın şarkısı büyük hayal kırıklığı…”
“Tarkan vurdu gol oldu!”
“Tarkan farkı.”
“Geççek ne abi ya?..”
Twitter’ı açınca insanda gece gezmesi sonunda mekândan çıkarken paparazzi mikrofonları ağzına dayanan ünlü psikolojisi hasıl oluyor ister istemez. Herkes ama herkes gündemdeki konuyla ilgili senin ne düşündüğünü merak ediyor o anda. Öyle bir hisse, telaşa kapılıyorsun. Acilen fikir beyan etmeli, dakika sekmemeli.
“Kötü… Çok kötü!”
“Mükemmel, süper, olağanüstü!”
Fikrini beyan ettin, kamuoyuna demecini verdin, rahatladın. Tamam. Artık seninle aynı fikirde olanlardan oluşan bir kitlen var. Gelsin beğeniler, “retweet”ler. İster ilk cümleden yürü ister ikinciden, fark etmez. Mühim olan bir kutupta durmak, yerini göstermek. Bu, şarkıdan, türküden, Tarkan’dan Markan’dan bağımsız bir durum aslında. Bu, içinde bulunduğumuz çağın delilik hâli.

“Fikir de mi beyan etmiyek yani napak?” dediğinizi duyar gibiyim. Edeceksiniz tabii; sosyal medya, en çok da Twitter bunun için var ama şu beğenme ya da beğenmeme, övme ya da yerme halleri çoktandır şirazesinden kaymış olabilir. Gerçi konumuz o değil. Elbette herkes istediğini söylesin, parmağının ucuna geleni yazsın, buna itiraz eden de evvel ahir “boomer” olsun, rahmetli Demirel’in tabiriyle “demokraaaaasi” böyle bir şey.
Bak Demirel dedim hooop geldik mi siyasete? Gelelim çünkü asıl kıyamet orada koptu. Eğer bu şarkı ortalama bir aşk şarkısı olsaydı yine aşırı beğenmeler ve aşırı beğenmemeler arasında gidip gelecektik her zaman yaptığımız gibi. Bu da üç bilemediniz beş gün sürecekti, o kadar. Ama onu da gölgede bırakan bir şey oldu bu defa. Şarkının sözleri yeni ve daha önce görülmemiş bir başka kutuplaşma ihtimalini orta yere bırakıverdi ki biz bizim her çeşit kutuplaşma ihtimalimizi sevmiştik zaten nicedir. İstisnasız her şey ama her şey kutuplaşmamız için bir sebep olabilirdi. Fırsatı kaçırmadık, hemen bir kere daha kutuplaşıverdik. Hemen oracıkta… Yani daha şarkı çıkalı yarım saat, bir saat bile geçmemişken üstelik.

‘70’leri yaşayanlar bilir, o dönemde sokakta elinizde gazeteyle gezemezdiniz. Çünkü elinizdeki gazetenin siyasi eğilimine göre ya sağcılar ya da solcular tarafından potansiyel düşman görülüp oracıkta vurulmanız işten bile değildi. Abartı değil, oldu böyle şeyler. İşte o zamanlar elinizde bir gazeteyle sokakta gezmek neyse, şimdilerde sosyal medyada siyasi bir fikir belirtmek de aynı şey. Tek fark silahla vurulacak kadar hayati bir tehlikeyle karşılaşmamanız. Yani en azından şimdilik öyle…

Peki “Geççek”in siyasetle ne ilgisi var? “Geççek” siyasi bir şarkı mı? Aslına bakarsanız değil. Öte yandan yaşadığımız hayatta ne siyasetle ilgili değil ki? Hele ki sanat siyasetten bağımsız düşünülebilir mi? “Sen sanatçısın, sanatını yap, siyaseti siyasetçiler yapsın,” kafalarına hiç girmiyorum bile. Olmaz öyle şey! Kahvede tavla atan kasketli Osman Amca kadar “megastar” Tarkan’ın ya da şunun ya da bunun da siyaset konuşmaya, fikir belirtmeye hakkı vardır. Bunu ister doğrudan doğruya yapar, bir safta yer alır, hatta aktivist olur, isterse de kendinde saklı tutar, tarafsız olur ya da en azından öyle görünür. Bu yüzden durduğu yere göre kimi kez kızarız, küseriz, eleştiririz ya da daha çok alkışlarız, bağrımıza basarız o ayrı mesele. İçine top tüfek ya da en az onlar kadar tehlikeli katıksız önyargı girmediği sürece o da bizim fikir beyan etme hakkımız.

Ama gelin görün ki “Geççek” siyasi bir şarkı değil. Misal bir “Yiğidim Aslanım” gibi açık bir siyasi slogan, vurgu taşımıyor. Zaten şarkı bir anda öyle bir yere konulunca “rock”çılar filan kendi şarkılarını paylaşmaya başladılar: “Bakın siyasi şarkı böyle yapılır, öyle yapılmaz, biz daha siyasiyiz, en siyasi biziz,” filan diye. İyi güzel, buna bir itirazımız yok ama şarkılar kendi kaderlerini kendi tayin eder /etmiştir tarih boyunca, buna da yapacak bir şey yok. İçinden geçilen zamana, hâle, duruma göre şarkılar bazen anlamlarını aşar ve beklenmedik misyonlar üstlenebilir. O misyonu üstlensin diye yaptığınız şarkılar bazen hiçbir işe yaramaz da ummadığınız şarkılar yarar ne çare. Örnek mi? Basit bir hafif Türk müziği şarkısı olan ve yayımlandığı dönemde bile dile düşmemiş, dikkat çekmemiş “Dur Bakalım” adlı şarkının yıllar sonra neye dönüştüğünü en iyi o siyasi “rock”çı arkadaşlar bilir ama nasıl dönüştüğünü kimse bilemez. Hiçbir zaman da bilemeyecek.

Ya da zamanında sadece belli bir siyasi görüşün bayraktarlığını yaptığı herkesin malumu Ahmet Kaya şarkılarının bugün beyaz Türk’ünden türbanlısına, Kürt’ünden milliyetçisine herkes tarafından dinlenir, sevilir olmasını nasıl açıklayacağız? Benzer minvaldeki Zülfü Livaneli şarkılarının yıllar içinde herkesin birlikte söylediği türkülere dönüşmesini? Şenay’ın “Sev Kardeşim”inin sözlerinde siyasi bir mesaj var mıydı? Ne oldu da bir dönem CHP mitinglerinin vazgeçilmez şarkısı oldu? Örnekler çoğaltılabilir. Yani bir şarkının, bir görüşün, bir inanışın, bir kitlenin, bir eylemin şarkısı olması bazen yazanından, söyleyeninden ve onların maksadından bağımsız gelişir. Ondan sonra siz istediğiniz kadar “Ben o şarkıyı onun için yazmadım,” deyin, işe yaramaz. Yani Tarkan bu şarkıyı sahiden de sadece pandemi sürecinde kasılmış insanların ruh halini düşünerek yazmış da olabilir, her kelimesini çift anlamlı seçerek subliminal mesajlar vermek istemiş de olabilir. Bilemeyiz. Bunun bir önemi de yok zaten. Sonuçta bir kesim öyle anlamak istemiş ve öyle anlamak onlara iyi gelmişse şarkı kendi hikâyesini yazmış demektir. Sanat zaten tam da böyle bir şeydir.

Bunca laf ettim de hâlâ şarkı hakkında benim ne düşündüğümü yazmadım. Onu da yazayım, tam olsun:
Mahallenin bıçkın delikanlısı, kıvrak ritimlerin işveli erkeği, alaturka nağmelerin zarif beyefendisi… Tarkan bu üçgenden çıkmak için geç bile kalmıştı. Daha önce denedi ama olmadı. Bu sefer olur mu? Onu kısa vadede tahmin etmek mümkün değil. “Geççek” siyasiler tarafından bile paylaşılıp, haber programlarında tartışma konusu olmuşken Tarkan bu saatten sonra şarkının arkasında ne kadar duracak, onu görmek lazım. Misal, “Cuppa”nın arkasında hiç durmamış, anında vazgeçmişti şarkıdan.

“Geççek, gitçek” kullanımlarına takılanlar çok ama ben hiç takılmadım. Sonuçta gündelik hayatta “geçecek, gidecek” diye konuşan kaç kişi var? Kaldı ki o kelimeler diksiyon kuralları gereği de “geçecek, gidecek” diye telaffuz edilmez, “geçicek, gidicek” diye telaffuz edilir. Aradan bir “i” harfini çıkarsanız ne olur? Kısaltma yapmış olursunuz. Sıklıkla kullandığımız “n’aber” gibi ya da “bir” yerine “bi’” dememiz gibi. Tarzan Türkçesi ve “nigga” şivesi kullanılan “rap” şeylerine, Seattle aksanlı alternatif solistlerine, arabesk “trap”in korkunç prozodilerine takılmadınız bunca zamandır da buna mı takıldınız Allah aşkınıza?

Evet şarkının bir iki yerinde Tarkan da yer yer “rap”çiler gibi Türkçe’yi eğip bükmüş, bazı yerlerde sözler hiç oturmamış, bunu da belli ki bilakis yapmış, bir nevi olta atmış “rap”sever gençliğe. Bunu çok gereksiz buldum, doğruya doğru. Öte yandan bir evvelki paragrafta bahsettiğim üç köşeden ibaret Tarkan imajının dışına çıkmış, bunu da görmek lazım. Cilve yapmıyor, nağme yapmıyor, “vibrato” yapmıyor. Mahalledeki kıza laf atmıyor, aile büyüklerinin elini saygıyla öpmüyor, göbek atıp gerdan kırmıyor. Dördüncü bir köşe açıyor kariyerinde. Mahallenin sırt sıvazlayan, umut veren, destek olan güzel abisine oynuyor. Bunu yaparken de bilgeliğe, bilgiçliğe soyunmuyor haliyle konumu (ya da donanımı) gereği. Bir popstar olduğunun bilincinde çünkü. Birdenbire Bülent Ortaçgil’e dönüşecek hâli yok.

Şarkının Ozan Çolakoğlu tarafından yapılmış düzenlemesi de gayet yerli yerinde, olması gerektiği gibi. Dünyada popüler müzik her koldan ilerlemeye devam ederken, Adele'inki gibi "old school" bir "sound" bile olaylar yaratır, milyonlar satarken bizim memlekette günün popüler müziği sadece "rap", "trap", "R&B", "hiphop"tan ibaretmiş, ötesi hep demodeymiş gibi algılanıyor, yazılıp çiziliyor. Bizim çabuk sevip çabuk vazgeçen çocuk ruhumuz, ayran gönlümüz ve bir türlü kendisi olamamış, hep nereye çekilirse oraya gitmiş beğeni kriterlerimizde son durum bu. Allah'tan Ozan Çolakoğlu doğru bildiğini yapan müzisyenlerden.

Kuşkusuz “Geççek” Tarkan’ın en iyi şarkısı değil. Genç yaşlarından itibaren “iyi şarkı” kategorisine rahatlıkla koyabileceğimiz “Kış Güneşi”, “Biz Nereye?”, “Beni Anlama”, “Sevdanın Son Vuruşu” gibi şarkılar söylemiş, kimilerini de yazmış, bestelemiş biri Tarkan. Öte yandan Tarkan “Kıl Oldum Abi”, “Hepsi Senin mi?”, “Şımarık” gibi şarkılarla da Tarkan oldu. Zamanında her biri çok ama çok eleştirildi, yeni nesil bilmez. Onlar da kötü bulundu, ucuz bulundu, basit bulundu kimilerince. Tartışma programlarında değil belki ama köşe yazılarında tartışıldı, “Müzik nereye gidiyor, Türkçe nereye gidiyor?” soruları, ciddi endişeler, karamsar kaygılar havada uçuştu. Sonuçta ne oldu? Bugün hâlâ o şarkıları dinliyor, dinlerken eğleniyoruz. “Geççek” de o kategoriye girer ya da girmez, onu zaman gösterir, o ayrı. Peki biz nicedir moraller bunca kurşun gibi ağırken, asaplar bu kadar bozuk, sinirler bu kadar laçkayken “Geççek”le niye azıcık da olsun eğlenemiyor, neşelenemiyor, mutlu olamıyoruz? Beğenmeyenler beğenenleri ıslak odunla dövsün mü, iyi bulanlar kötü bulanları alnının çatından vursun mu? Nasıl yapalım?
February 18, 2022
Vızzz Vızzz Vızzz
KALBEN - "ESKİ DÜNYANIN YANGINI"

Kalben 2021 yılında hiç boş durmadı. Hem sürekli yeni şarkılar üretti hem de konserden konsere gezdi. Ocak ayında “Hükümsüz” dizisi için kaydettiği “Yüksek Yüksek Tepeler” türküsünü yayımladı. Mart ayında Teoman düeti “Robot Kozmonot” piyasaya çıktı. Nisanda ilk iki albümünden dokuz şarkıyı canlı kayıtla yeniden seslendirdiği “Eski Yeniler” albümüyle çıktı karşımıza. Mayısta “Şansız Mücadeleci”, temmuzda “Ne Güzel Yerlerin Var” ve yine temmuzda “Robot Kozmonot (Karakter Remix)” teklilerini yayımladı. Eylülde “Bilmiyor İçim”, kasımda ise bir reklam filmi için kaydettiği “Çünkü Başka Sen Yok” teklileriyle de yılı kapattı.

Farklı bir öneri sunan, benzersiz bir stille dinleyici karşısına çıkan müzisyenlerin işi iki kat zordur çünkü dinleyici o ilk günlerde “Ne değişik ne enteresan,” diyerek sevdiği şarkılardan ve sesten bir süre sonra sıkılır, “Amaaan bu da hep aynı,” demeye başlar. Örnekleri çoktur. Kalben’de böyle bir şey olmadı ama. Müziğini kendi içinde yer yer ufak tefek yer yer radikal değişikliklerle çeşnilendirse de şarkılarındaki özü, çekirdeği hemen hiç değiştirmedi ve buna rağmen dinleyicinin ilgisini peşinden sürüklemeyi başardı.
Geçtiğimiz ocak ayında yayımlanan “Eski Dünyanın Yangını”, Kalben’in beşinci albümü. Albümden önce “Kaybolmuş” teklisi yayımlandı ve 10 gün sonra da albüm piyasaya sürüldü.

Daha önce de yazmıştım: Kalben’in kendi içindeki tekamülüne, ruhsal ve fiziksel değişimine birlikte şahit olduk. 2017 yılında röportaj yapmak için Cihangir’de bir kafede bir araya geldiğimizde “Ay çok heyecanlıyım Yavuz Abi,” diyen ve gerçekten de heyecanı her halinden belli olan, sohbet esnasında utana sıkıla bir sigara isterken mahcubiyetten elleri titreyen çekingen genç kız, Eylül 2021’de “Bilmiyor İçim” şarkısının Kabataş Setüstü’ndeki tanıtım partisinde pembe saçlarıyla oradan oraya uçuşuyor, kendinden emin ve çok belli ki sahici bir özgüvenle dostlarını ağırlıyordu.

En çok Kalben’i gözlemledim o gece. “Sahici özgüven” tabirini kullanırken emin olmak istiyordum çünkü. Aksi takdirde bu hikâye Yeşilçam filmlerinde Filiz Akın’ın köylü kızından sosyete kızına dönüşümü hikâyesi kadar sığ ve gerçeklerden uzak kalabilirdi.

Geçtiğimiz yıl çektiğimiz ve halen Exxen’de yayınlanmaya devam eden “Arabeskin Âşık Kadınları” belgeselinde bir zamanlar sahneye çıkan, şarkı söyleyen kadınların erkek egemen bir dünyanın tahakkümü altında nasıl ufalandıklarını anlatıyorduk. Daha doğrusu bizden çok onlar anlatıyordu. Çoğunu biliyor olsak bile dinlerken bir kez daha derinden sarsıldığımız hikâyeler. Erkeğin istediği kadar, izin verdiği ölçüde var olabilmek. Sahnede binlerce insan seni alkışlarken sahne arkasında bir tek erkeğin ilgisi ya da ilgisizliğinden güç devşirmeye çalışmak. İşin ilginci, ayakta kalabilmiş, kaybolmamışların da kendi başlarına değil, yine bir erkek himayesiyle bugünlere gelebilmiş olmasıydı. Başka bir örnek yoktu. Bugün artık var.
Her ne kadar kendisi çok açık etmese de Kalben’in de benzer bir hikâyeden geçip bugüne geldiği ve bir yerden sonra zincirlerini kırdığı çok belli. Değişiminin, dönüşümünün ve kanatlarını alabildiğine özgür açabilme sürecinin anlatılması gereken bir kıssası var. Kim bilir belki de ileride bugünlere dair yapılacak belgesellerde anlatılacak hikâyeler de böyle hikâyeler olacak.

Bütün bunları yazıyorum çünkü bunlar Kalben’in müziğinde doğrudan izlerini sürebileceğiniz şeyler. Sahnede şarkı aralarında o kendine has esprili hitabet yeteneğiyle anlattıklarında, sosyal medya paylaşımlarında kurduğu uzun uzun cümlelerde hep var bu izler. Bırakın kadın ya da erkek olmayı, bir insanın ruhsal ve zihinsel özgürlüğünü, cesaretini arayışına, arayıp buluşuna şarkıların diliyle şahit olmak müthiş ilham verici.
Tabii ki hiçbir insan yaşadığı sürece her şeyi çözemiyor ve hayatın her sırrına eremiyor. Kafasının içinde bir kara sinek her zaman kalıyor ve mütemadiyen “vız vız vız” ediyor. “Eski Dünyanın Yangını”nda Kalben’in söze böyle başlaması boşuna değil. Albümün açılışını yapan “Kara Sinek Senfonisi” bizi en baştan uyarıyor.

O artık minimum enstrümanlar, minimalist düzenlemelerle şarkı söyleyen sakin genç kız değil. Yer yer yırtıcı, yer yer öfkeli, bazen pasif agresif bazen huzurlu, uysal bazen de alabildiğine neşeli. Bu hem şarkıcılığında gözüküyor hem de şarkıların düzenlemelerinde. Daha ikinci şarkıda yaylıların sakinleştirici eşliğiyle “Bugün Bana Tatil” derken, kafasının içindeki kara sineği çıkarıp atan da kendisi.
Sonrasında “Kaybolmuş”un peşine düşüyor. Öpülmemiş kadınlar, ağlamamış adamlar, sevilmemiş çocuklar, hiç güneşe uçmamış yüreksiz kuşlar… Her insanda en az biri, bazen hepsinden birazı, bazen de hepsi yok mu? Bilmiyorum. Kalben de vermiyor cevabını zaten, kafanızı karıştırıp öylece bırakıyor.
Hemen üstüne de sıcak sıcak retro tınılarla “Kalbim Yeniden”i servis ediyor. Hoooop dolduk mu bir umutla yeniden? Cayır cayır “Kalbim atsa atsa atsa yeniden,” diyor Kalben. “Bu oda yansa yansa yansa yeniden,” diyor. Tam bir konser şarkısı. Kalabalıklarla hep bir ağızdan nasıl söyleneceğini hayal edebiliyorum.

Kalben’in Emre Aydın’la YouTube sohbetini izledim. Bu albümdeki şarkıların hepsinin bir defada çıktığını, yazıldığını anlattı. Hem söz hem müzik mi yoksa sadece söz ya da sadece müzik mi onu detaylandırmadı ama bu albümde yer yer o “bir defada”lık kendini hissettiriyor. O sohbeti izlemeden önce şunu düşünmüştüm: Hani ünlü şairlerin şiirleri bestelenir bazen. Özellikle de vezinsiz, kafiyesiz, misal Nazım Hikmet’in olgunluk dönemi şiirleri türden şiirler doğal olarak kolay notaya gelmez. Biraz zorlama olur hatta bazen de çok zorlama olur öyle şarkılar. Beste şiirin hakkını veremez. Şiir içine sokulmaya çalışılan kalıba sığmaz, taşar, dökülür. İşte tam da böyle bir şey hissetim Kalben’in bazı şarkılarını dinlerken. “Bi’ Şeyler” bunlardan biri mesela. Sanki önüne daha önce hiç görmediği bir şiir koymuşlar ve “Bir defada bestele bakalım,” demişler gibi. Ya da o anda aklına gelen sözleri doğaçlama besteliyormuş gibi. Hani kaydetmiyor olsa ikinci defa söyleyemeyecek belki de; o kadar dağınık melodiler. “Bi’ Şeyler”in sözleri çok şey anlatıyor, çok derine iniyor ama bunu yaparken şarkı formunun sınırlarına meydan okumaktan hiç çekinmiyor. Belki de yukarıda bahsi geçen özgürlük arayışına bu da dâhildir, kim bilir?

Peşi sıra gelen “İçinden Ben Çıktım” bir insanın belki on belki yirmi belki otuz, kırk yılda yaşayacağı, yaşadığı kendisiyle hesaplaşma, anlaşma ve barışma sürecini 4 dakika 3 saniyede anlatıveriyor anlatmasına ama o da tıpkı bir önceki şarkı gibi sözü müziğini gölgeleyen bir şarkı. Şarkı bittiğinde bir tek “İçinden ben çıktım” tekrarları kalıyor aklınızda.
Albüme adını veren “Eski Dünyanın Yangını” yedinci sırada karşımıza çıkıyor. Sadece albüme adını vermiyor bu şarkı; aynı zamanda Kalben’in albümle eş zamanlı olarak piyasaya çıkan ilk romanına da adını veriyor. 13 yıla yayılmış bir yazım macerasından sonra romanı nihayet tamamladığında, 13 şarkılık albümüyle birlikte piyasaya sürmek istemiş Kalben ve doğrudan bir bağlantısı olmasa da her ikisine de aynı ismi vermiş. Bunun bir tanıtım sorunu yaratacağı konusunda kendisini ikaz edenlere de kulak asmamış Kalben. Kendisi bilir tabii ama albümle ilgili bilgi ararken internette hep kitap bilgisiyle karşılaştım ne çare. Albümle kitabın eşzamanlı piyasaya çıkmasıydı hep öne çıkarılan ama misal albümün aranjörleri kimler ona hiç değinilmemişti. Ben de bu yüzden bu yazıda aranjörlerden hiç bahsetmiyorum farkındaysanız. Bunu özellikle yapıyorum. Önemsiz bulduğumdan değil; kendileri önemsiz bulduğundan.

Şarkıya gelince… Hoş bir folk esintisiyle başlayıp retro sularda seyreden “Eski Dünyanın Yangını” albümün akılda kalıcı şarkılarından. Peşinden gelen “Pişmaniye” de hem akor düzeni hem de melodik yapısıyla adeta onun kardeşi gibi. Şarkının sözleriyse yıllar önce “Beni Kategorize Etme” diyen Ortaçgil’e cevap verir gibi. Şarkının pişmaniyeyle ilgisi ise “…saydım…seydim”le biten pişmanlık cümlelerinde saklı; bildiğimiz yiyecekle bir bağlantısı yok yani.
“Düşünürüm”, albümün en melodik ve sıcak kanlı şarkılarından biri. Tabii bu sıcaklıkta nostaljik tınıların, düzenlemenin etkisi büyük. “Kuşgözü” ise ilk iki albümünün sularında gezen, bir yere kadar tek bir gitarla kaydedilmiş, sakin sakin yürüyen ama sözleriyle dinleyeni dürtmekten de geri kalamyan bir şarkı.

Sırada “Kedi” var. Albümdeki birçok şarkının aksine söz ve müziğin birbiriyle tam olarak örtüştüğü, birinin diğerine baskın çıkmadığı bir şarkı “Kedi”. Bir önceki şarkı gibi bu şarkıda da Kalben’in pes seslerdeki hakimiyeti, şarkıcılığının geldiği noktayı göstermesi açısından dikkat çekici. Peşinden gelen “Yasak”, adından da anlaşılacağı üzere, içinden geçtiğimiz döneme dair bir şarkı. Düzenlemedeki kaotik atmosfer boşuna değil.
Albümün kapanışını “Taksi” yapıyor. Belli ki bir yaşanmışlığın içinden çıkıp gelmiş, kişisel bir şarkı “Taksi”. Kalben’in birçok şarkısı üzerinde kafa yormayı gerektiren metaforlar, göndermeler, değinmelerle doludur. Çoğunlukla bütünü tam oturmaz üzerinize ama bazen bir ya da birden çok cümlesi “bızzzzzt” yapar ciğerinizde ya da yüreğinizde. “Taksi”deki “Bu aşk bizi birbirimizden koparacak” cümlesi gibi. Yoksa ne Roma’ya gitmişliğiniz vardır büyük ihtimalle ne de Roma’dan İstanbul’a taksiyle gitmişliğiniz.

Tabii bütün bu şarkıları benim yaptığım gibi tek tek, kabuğunu kıra kıra dinlemez de albümü başından sonuna fonda çalmaya kalkarsanız bütün şarkıların birbirine benzediğini düşünme ihtimaliniz yüksek. Zor bir albüm “Eski Dünyanın Yangını”. Sizi öyle hemen o dakika sarıp sarmalamıyor, kulağınıza melodilerini, sözlerini bir kerede yapıştırmıyor. Bunu bir handikap olarak nitelendirmiyorsam da Kalben’in bir tık kendi döngüsünün içinde kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakabileceğini düşünmüyor da değilim.

Albümle aynı adı taşıyan roman mı? Onu daha okumadım. Kalben’in de kabullendiğini ve röportajında söylediği bir şey var: “Bu zamanda görünür olmak zorundasınız.” Misal, uzunca bir süre müzik üzerine yazılar yazmazsanız artık size basın bülteni de göndermezler, imzalı kitap da lansman konseri daveti de. Görünür olmadığınız sürece işlerine yaramazsınız. Yani yaptığınız işi ne kadar “alternatif”, “bağımsız” ve benzeri kelimelerle tanımlarsanız tanımlayın, oyunu “bağımlı”ların kurallarına göre oynarsınız, oynatırlar. Hoppp döndük mü başa? “O lanet kara sinek kafamın içinde gezinecek: Vızzz vızzz vızzz…”
February 16, 2022
Bu Sanchez Başka Sanchez
ELİF SANCHEZ - "ELİF SANCHEZ"

Bu şarkı bolluğunda, her hafta çıkan onlarca, yüzlerce yeni şarkı, az biraz da albüm arasında ister istemez gözden kaçanlar oluyor. Bunların arasında zamanın eğilimlerine, güncele, dolu bittiye yüz vermemiş işler de var. Onlar uzun vadede kalıcı olacak şüphesiz. Elif Sanchez’in kendi adını taşıyan ilk albümü de bunlardan biri.

Bakmayın siz soyadının Sanchez olduğuna. Elif, İstanbul’da doğmuş, büyümüş. Ailesinin de müzikle ilgili olması nedeniyle çocuk yaşlarından itibaren müzik eğitimi almaya başlamış, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın orta bölümüne girmiş ve lise bölümünden Üstün Başarı Ödülü ile mezun olmuş. Konservatuarda obua ve korangle eğitimi alan Sanchez, 16 yaşından itibaren Senfoni Orkestrası’nda çalmaya başlamış.
Üniversite eğitimine de aynı konservatuarda devam ederken bir yandan da Bahçeşehir Üniversitesi Caz Bölümünde caz vokal öğrenimi görmüş. Böylece Türkiye’nin önemli caz müzisyenleriyle sahneye çıkma fırsatını da yakalamış.

Sonrasında eğitimine Amerika’da devam etmeye karar veren Elif, hayatını müziğe adamış her gencin hayali olan Berklee College of Music’e tam burslu olarak kabul edilmiş ve orada caz, obua, vokal ve “music business” dallarında eğitim almış. Bu da ona uluslararası çapta tanınmış müzisyenlerle çalışma fırsatını getirmiş. Çok önemli konser salonlarında, caz kulüplerinde sahneye çıkmış, önemli müzisyenlerin albümlerinde konuk sanatçı olarak yer almış.

Bütün bunlardan haberiniz var mıydı? Benim yoktu. Oysa yurtdışında, özellikle de Amerika’da herhangi bir sanat dalında başarı kazanmanın önündeki yegâne engel Doğu’dan gelmenizdir. Bu yaftayı ancak olağanüstü yeteneğinizle söküp atabilirsiniz. O yüzden yurtdışında, özellikle de Amerika’da başarı kazanmak, bütün Orta Doğulu komplekslerimizden bağımsız olarak, sahiden önemlidir. Buna karşın böyle şeyler Türkiye’de icra ettiğiniz müzik türü ve tanınmışlığınızla orantılı olarak dikkat çeker, yazılır, çizilir, konuşulur ya da kimsenin umurunda olmaz.

Elif Sanchez’in hikâyesi, icra ettiği müzik türlerinde yurt dışında varılabilecek en üst noktalara kadar uzanan başarılarla dolu. Buraya hepsini sıralamak mümkün değil. Dedim ya, tüm bu detayların bizi ilgilendirmesi için öncelikle onun Türkiye’de tanınır olması gerekiyordu. İşte bunun ilk adımı da Passion Turca-Elif Sanchez iş birliğiyle atıldı. Sanchez’in kendi adını taşıyan ilk albümü 2021 yılında Passion Turca etiketiyle yayımlandı.

Açıkça söyleyeyim: Doğası gereği tek sesli türkülerin caz, “blues”, “rock”, şu ya da bu formlarda çalınması ve söylenmesi hiç yeni bir fikir olmadığı gibi epeyce de suyu çıkarılmış bir yöntem. Ben kendi adıma bu tür iddialarla yayımlanan albümlere nicedir mesafeli yaklaşıyorum. İlk aklıma gelen de “Herhalde söze, besteye verecek paraları yoktu, onun için anonim türküleri alıp çaldılar, söylediler”, ön yargısı oluyor. Gelin görün ki Elif Sanchez’in albümü böyle bir albüm değil. Çünkü bu albüm için seçilen şarkılar ya da türküler Elif Sanchez’in müzikal birikimi, tarzını ve tavrını ifade etmesinin aracı olmuşlar. Sanchez’in “Biyografi gibi bir albüm oldu,” demesi boşuna değil.

İstanbul’da doğmuş ama Anadolu müziğinden etkilenmiş, buna karşın ülkenin hem doğu hem de batı sınırlarının ötesindeki müzik kültüründen de beslenmiş, caz ve klasik müzik eğitimi almış, bir İspanyol müzisyenle evlenerek (Sanchez soyadını havalı olsun diye almış değil yani) Latin müziğiyle de haşır neşir olmuş bir müzisyenin yıllar içerisinde edindiği birikimin doğal sonucu bu. Bu albüm bütün bu renklerin içinden geçtiği, hiçbir rengin bir diğerine baskın çıkmadığı, rengarenk ve ahenkli bir gökkuşağı gibi.
Sanchez soyadı İspanyolca konuşulan ülkelerde tıpkı Türkiye’deki Yılmaz gibi, Öztürk gibi sıklıkla karşınıza çıkan bir soyadı ama bu Sanchez başka Sanchez; bu Sanchez Elif Sanchez ve tıpkı ismi gibi müziği de melez.

Bir kere Elif Sanchez’in gerçekten etkileyici, dokunaklı, yakıcı bir sesi var. Şarkı söylerken doğru tekniğin getirdiği en büyük kayıp duygudur çoğu zaman. Nice Türkçe caz albümünde, Türk caz solistlerinde Türkçe vurgu, Türkçe duygu yoktur bu yüzden. Yabancı dilde bir şarkıyı Türkçe kelimelerle söyler gibidirler. Elif Sanchez bunu yapmıyor. Hatta yeri geldiğinde türkülere mahsus ve bence gerekli gırtlak nağmelerini, oyunlarını yapmaktan çekinmiyor. Bu da türkülerin etnik kimliğine yabancılaşmamızı önlüyor. Bunu çok önemli ve değerli bulduğumu söylemeliyim.
Albümde dokuz şarkı var. Bunların sekizi türkü. “Ay Oğlan Yiğit misin?” Kütahya, “Bağlamam Perde Perde” Giresun, “Giyinmiş Kuşanmış” ve “Bulut Bulut Üstüne” Mersin yöresinden türküler. “Yemenimin Oyası” bir İstanbul türküsü. “Küçelere Su Sepmişem”, “Quba’nın Al Alması” ve “Almanı Atdım Xarala” ise albümdeki Azerbaycan türküleri. Söz ve müziği Meksikalı besteci ve şarkıcı Armando Manzanero’ya ait “Contigo Aprendi” ise İspanyolca bir şarkı.

Elif Sanchez’in müziği Afrikalı kölelerin çalıştığı pirinç tarlalarından Hazar Denizi’ne, Karadeniz’in fındık bahçelerinden Akdeniz’in pamuk ekilen ovalarına, oradan sıcak Endülüs topraklarına uzanıyor; farklı coğrafyalarda yaşayan insanların duygudaşlığını, ortak acılarını, sevinçlerini, aşklarını müzik potasında harmanlıyor. Bunu yaparken ülkelerinin yerel müziklerini uluslararası platformlara taşımış Buika, Amelia Rodriguez, Haris Alexiou ve Loreena Mckennitt gibi isimlerden aşağı kalmayan bir müzikal standardı yakalamayı da başarıyor.

Bu albümü mutlaka dinleyin ve şayet severseniz Elif Sanchez’i bir konserinde sahnede canlı izlemeyi de ihmal etmeyin. Zira bu yetkinlikte bir müzisyenin albüm performansından çok daha fazlasını bir konserde dinlemenin bir sürpriz olmayacağı gün gibi aşikâr. Günün harala gürele güncel müziği her yerden üzerimize boca edilirken kulak temizlemek için böyle bir alternatif zor bulunur.
February 13, 2022
Merhaba Merhaba Ajda Pekkan!
AJDA PEKKAN - "AJDA"

Ajda hep iyi bir manken oldu. Fecri Ebcioğlu’nun diktiği elbiseleri de yakıştırdı üzerine, Fikret Şeneş’in diktiği elbiseleri de. Şehrazat’ın diktiği elbiselerle de göz alıcı ve alımlıydı, Tarkan’ın diktiği elbiselerle de. Hatta zaman zaman onun için dikilmemiş elbiseleri bile ilk kez o giyiyormuş gibi göstermeyi, sunmayı becerdi, Yıldırım Gürses elbiselerinde olduğu gibi. ‘60’lardan bu yana her giydiği elbiseyle biraz daha kendinden emin, bir adım daha kendinden ileride, beğenilen, özenilen, taklit edilen ama hiç erişilemeyen oldu.

Di’li geçmiş kullandığıma bakmayın; pekâlâ biliyoruz ki hâlâ öyle. Ne çare ki eskisi gibi terziler yok artık. Var olanlar da kıdem ve yaş itibarıyla Ajda’ya söz geçirebilecek, emrivaki ya da metazori yapabilecek güçte değiller. Hâl böyle olunca da Ajda kendi müzikal seçimlerini kendi yapar oldu nicedir. Ya da “yapamaz oldu”, emin değilim. Zira Ajda’nın ezelden beri en az kendisi kadar meşhur ve kararsızlıkları, fikir değiştirmeleri, bugün “olur” yarın “olmaz” demeleri had safhaya vardı son yıllarda. Star yönetimi mühim bir şeydir ve herkesin yapabileceği bir şey değildir. Hele ki starın kendi kendisini yönetmesi hiç olacak şey değildir.

Tüm bunların sonucu olarak da Ajda’nın yıllardır beklenen yeni albümü bekleyenleri tatmin etmekten çok uzak kaldı. Beş yeni şarkı, bir farklı versiyon ve bir “cover” ya da bir parmak bal. Peki gerisi nerede? Kaç yıldır haberleri yapılan, adına varıncaya kadar açık edilen, Ajda’nın stüdyoya girip okuduğu bilinen diğer şarkılar?.. “Off the record” sohbetlerde o şarkıların Ajda’nın içine bir türlü sinmediği için birer birer elendiği konuşuluyor. Denilen o ki albümün bu hâli de içine sinmemiş aslında ama artık bir şekilde ikna edilmiş; Ajda da “En azından kapak fotoğrafları güzel oldu,” diye düşünmüş olsa gerek ki nihayet albüm çıkabilmiş.

Şaka değil; dünyada bile bir ikinci örneği verilemeyecek, verilse de kıyas kabul etmeyecek bir star Ajda. İlk kez 1964 yılında plak stüdyosuna girmiş, ondan da evvel sahneye çıkıp şarkı söylemeye başlamış. Onun emsali olabilecek Erol Büyükburç’un son yıllarını küçük restoranlarda küçük paralar karşılığı şarkı söylemek zorunda kaldığını ve uzun yıllar boyunca bir tek albüm yapamadığını düşünün misal. Vefasız, kadir bilmez, kolay unutur bir tarafımız var milletçe, bunu kabul etmemiz lazım. Buna rağmen kendini hiç unutturmamış, markasını her dönem değerli kılabilmiş tek isim Ajda. Ondan sadece dört yaş büyük Barbra Streisand’ın 2017 tarihli konserini izlediğimde sesinin ne kadar deformasyona uğradığını görüp üzülmüştüm. Ajda hâlâ taş gibi. Sesiyle de fiziğiyle de.

Dolayısıyla Ajda yapımcısından bestecisine, aranjöründen organizatörüne onunla çalışan herkes için eşsiz bir değer. Bunu hem sanatsal hem de ticari anlamda söylüyorum. “Peki yeterince değerlendirilebiliyor mu?” sorusunun cevabını ise son albümü ayan beyan veriyor.
Böyle saydırıyorum diye albümü beğenmediğimi düşünmeyin; aksine beğendim, çıktığından beri çokça da dinledim. Ama dedim ya, o “bir parmak bal” hissinden bir türlü kurtulamadım. Her defasında albüm bitmemiş, yarım kalmış hissine kapıldım. Süresinin kısalığıyla, yedi “track” olmasıyla ilgili bir şey değil bu. Bazen bir tek şarkı da doyurabilir kulağınızı. Bazen 15 şarkı doyurmaz. İşte öyle bir şey.

Albümün açılışında ve kapanışında iki farklı versiyonla yer alan “Bi’ Tık” söz ve müziği Şehrazat’a ait bir şarkı. Zaten dinlemeye başlar başlamaz Şehrazat’ın kokusunu duyuyor, duygusu alıyorsunuz. Dört dörtlük bir Ajda şarkısı. Zamansız, uzun vadeli, geniş bir melodik yapısı, Ozan Çolakoğlu imzalı şık düzenlemeleriyle modern ama klasik olmaya aday. Bangır bangır çalınıp söylenecek bir “hit” mi? Değil. Olmasın da zaten.

Yeri gelmişken söyleyeyim: Ajda’nın bu saatten sonra yeni bir “hit”e ihtiyacı yok. Bin tane var zaten geçmişten gelen. Hele bugünün “hit” anlayışına ayak uydurmasına hiç gerek yok. İki cihan bir araya gelse Ezhel dinleyen gençler “Bi’ Tık”, “İki Tık”, “Üç Tık” dinlemeyecek. Ajda bir Ezhel şeysi (yani “şarkısı” ama tırnak içinde) söylese de dinlemeyecek. Tarkan şarkıları modayken Ajda’nın bir Tarkan şarkısı söylemesi etki yaratabilirdi, yarattı da nitekim ama Tarkan şarkılarıyla Ajda şarkıları arasında bir organik bağ vardı en azından. Bugünün “hip hop”, “trip”, “trap”, “rap”, her neyse adı, o kültürle Ajda müziğinin hiçbir bağı yok. Kaldı ki kimsenin Ajda’dan böyle bir beklentisi de yok. O kendisi gibi olsun, kalsın yeter.
“Bi’ Tık”ın hemen ardından gelen “Mümkün Değil” de aynı hattan ilerleyen ve yüzde yüz Ajda “vibe”ı veren bir şarkı. Son dönemin en yetenekli ve donanımlı müzisyenlerinden biri olan Okay Barış’ın söz ve müziğine imza attığı bu şarkının düzenlemesini Ozan Çolakoğlu yapmış.
Ajda kariyerinin ‘90’lardan bu yana süregelen kısmında söylediği şarkıları iki kategoriye ayırmak mümkün: Tam Ajda’lık şarkılar ve hiç Ajda’lık olmadığı halde Ajda'nın sesi ve söyleyiş biçimiyle iyi kötü kendine yakıştırdığı şarkılar. Maalesef ikinci kategoride daha fazla şarkı var. Çünkü tam Ajda’lık şarkı bulmak ya da yazmak, onu ‘60’lardan bu yana taşıdığı “aura”nın sınırlarından çıkmadan ama demode de kalmadan günün müziğine entegre etmek her babayiğidin harcı değil. “Mümkün Değil” de tıpkı “Bi’ Tık” gibi hem söz ve müziği hem de düzenlemesiyle bunu başarıyor.

Ne var ki peşi sıra gelen şarkı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Söz ve müziği Serdar Ortaç ve Sera Tokdemir’in ortak imzasını taşıyan, düzenlemesi Tarık İster tarafından yapılan “Sadece”, Ajda için biçilmiş kaftan bir şarkı değil. Yani bu şarkının “demo”sunu dinlemiş olsanız ve size “Kim söylesin?” diye sorsalar ilk aklınıza gelen isim Ajda olmaz hatta aklınıza gelen isimler arasında muhtemelen Ajda hiç olmaz.

Söz ve müziği Gülden’e, düzenlemesi Ozan Çolakoğlu’na ait “Ölsem Unutmam”ı ilk dinlediğimde “Tamam anladık bu ‘club’ versiyonu ama bu şarkının asıl versiyonu nerede?” diye bakındım şarkı listesine. O techno-arabeskler, “Duman”lar, “Helal Ettim”ler filan 2010’larda kalmadı mı? Belki akustik, belki de yine elektronik ama çok daha sakin bir düzenlemeyle yakıcı bir şarkı olabilecek “Ölsem Unutmam” bu haliyle sadece yorucu olmuş sanki.

Sözleri Özlem Argon’a, bestesi Reşit Gözdamla’ya ait “Bilebilirsin”i ilk duyduğum anda “Ben bu şarkıyı nereden bilebilirim?” diye sordum kendi kendime. Çok aramam gerekmedi. Şarkının nakaratı 2019 çıkışlı Işın Karaca şarkısı “Canımın Yarısı”nın nakaratıyla paralel bir melodik örgüye sahipti. Bunu Twitter’da yazınca söz konusu şarkının bestecisi Zeki Güner de dâhil olmak üzere pek çok kişi bunun bir tesadüf olacağını, Reşit Gözdamla’nın böyle bir şeye mahal vermeyecek bir besteci olduğunu söyledi. Bazen böyle talihsiz tesadüfler olabiliyor, ardında illaki bir kötü niyet aramak yersiz, bunu kabul ediyorum. Kaldı ki Alper Atakan’ın nefis düzenlemesi ve Ajda’nın sesine her zaman çok yakışmış Endülüs stiliyle albümde parlayan bir şarkı “Bilebilirsin”.

Sırada albümün tek “cover”ı “Düşünme Hiç” var. Bu şarkıyla ilgili enteresan bir anım var, yeri gelmişken anlatayım.
2019 yılında “Doksanlarca” adını verdiğimiz bir müzikli şov hazırlıyorduk. Altı gençle çalışıyoruz ve hepsi ‘90’lı yıllarda doğmuş gençler, yani bırakın ‘80’leri, ‘90’ların ilk yarısına bile yetişememişler aslında. Söyleyecekleri şarkıları ben seçiyorum ama onların tercihlerine de kulak veriyorum. Gösterideki üç kızımızdan ikisi birlikte bir şarkı söyleyecekler; biri gitar çalacak, diğeri söyleyecek. Bir şarkı seçmişler. “Çalışın gelin, bir dinleyelim,” dedim. Çalışıp geldiler, dinledik. Söyledikleri şarkı “Düşünme Hiç” ama alışageldiğimden farklı söylüyorlar. Kendilerince bir yorum mu getirdiler acaba diye şüpheye düştüm, “Siz bu şarkıyı kimden çalıştınız?” diye sordum. Çok anormal bir şey sormuşum gibi baktılar yüzüme. Adeta cehaletime şaşarak “Zeynep Bastık’tan,” dediler. Ben tabii o kadar mesafeliyim ki o sıralar Zeynep Bastık ve onun koltuklu akustik kültürüne, haberim bile yok bu şarkıyı da söylediğinden. Bu defa şaşırma sırası bana geldi çünkü gençler bu şarkıyı ilk Ajda’nın söylediğini bilmiyorlardı.

Orta okul son sınıfta pilli pikabımda Ajda’nın şeffaf plağı dönerken şeffaf yüzeyde oluşan helezonlara dalıp gitmiş, kim bilir kaç bin kez dinlemişim bu şarkıyı. Yedirir miyim Bastık Hanım’a ya da bir başkasına? Hemen uzun bir söylev verip şarkının cemaz-ül evvelini anlattım bizim gençlere tabii. İçlerinden “OK boomer!” diyorlar mıydı o sırada, artık onu bilmiyorum.
Velhasıl Ajda da yedirmemiş şarkısını. Son yıllarda hemen herkesin sahne repertuarında yer alan, hatta yayımlandığı dönemden bile daha çok popüler olan “Düşünme Hiç”, 39 yıl sonra tekrar sahibinin sesinden bu albüme girmiş. Gerçi 2000 çıkışlı “Diva” albümünde söylemişti Ajda bu şarkıyı, onu da atlamış olmayayım ama bu düzenleme o düzenlemeden hayli farklı. Ozan Çolakoğlu çok modern, çok “cool” bir yere taşımış şarkıyı. Ajda deseniz, sadece bu şarkının bu versiyonu için bile ayakta alkışlanmalı. İnsan 37 yaşında söylediği şarkıyı 75 yaşında da aynı tondan söyleyebilir mi? Kaç tane örneği var?

Albüm “Bi’ Tık”ın “Midnight Version”ıyla kapanıyor; hani “Sunrise Version”ıyla açılmıştı ya. Gün doğumundan gece yarısına pek çabuk varıyoruz. Adeta koştuk. Hiç bir durup soluklanmadık (“slow” şarkı dinlemedik manasında) ve işin aslı, ne olup bittiğini de pek anlamadık. Canlı yayın esnasında koltuğundan yuvarlanıp düşen Gönül Yazar’a sorar ya Nükhet Duru: “Niye öyle oldu?”

Albümün Safa Gülsoy tarafından çekilmiş kapak fotoğrafları şahane. Zaten Ajda uzun süredir Safa Gülsoy’la çalışıyor ve o etkileyici konser fotoğrafları da Gülsoy’un elinden çıkıyor. Sadece objektifinden değil tabii, o yüzden “elinden” dedim. Gülsoy 2020’li yıllar Ajda illüzyonuna damgasını çoktan vurdu bile.
Fotoğraflardaki ihtişamın tasarıma yansımadığı ise aşikâr. Teknoloji marifetiyle azıcık yeteneği olan herkesin iyi kötü tasarım yapabildiği bu devirde mesleği “tasarımcı” olanlar daha yaratıcı olmak zorunda sanki. Özellikle de artık bir marka olan Ajda logosunu tasarlarken.

Bu da yazının başında bahsettiğim star yönetimi meselesinin bir diğer ayağı. Albümün kapak tasarımından kartonetine, pazarlamasından, sosyal medyada duyurulmasına dek her şey son derece sıradan (olağan) bir biçimde yürütüldü. Ajda bunu hak etmiyor. Ajda Instagram canlı yayınında, kötü ses kalitesi ve ışıkla yeni şarkılarını dinletecek biri değil. Çek profesyonel videolar, her şarkı için reklam filmi gibi kısa prodüksiyonlar yap, ne bileyim o az sayıda basılan CD’yi özel bir paketle, ambalajla satışa çıkar… Bunlar şu an uydurduğum fikirler. Çok daha fazlası olabilir. Gerekirse zarar et ama o ihtişamı yarat. Ajda bu; boru değil.

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim: Bir reklam filmi vardı hani Cem Yılmaz’ın 2001 yılında çekilen. Yıl 2053 olmuştur, Cem Yılmaz dede olmuş, torununu parka getirmiştir. Cem Yılmaz’ın parka dikilen heykeline kuşlar pislemiştir. O sırada Ajda’yla karşılaşırlar. Taş gibidir hâlâ, aynıdır. “Merhaba merhaba Ajda Pekkan”, der ama Ajda yüz vermez. “Ne o, gerginsiniz bugün?” diye sorar Cem ama yine cevap alamaz. Ajda olanca havasıyla sabah koşusuna devam eder.
Hah işte, bu reklam gerçek oldu farkında mısınız? Ben geldim 53 yaşıma. Hâlâ Ajda dinliyor, Ajda konuşuyor, Ajda yazıyorum. Sokakta görsem “Merhaba merhaba Ajda Pekkan,” diyecek yaştayım. Desem cevap verir mi, orasını bilemem.
February 11, 2022
Evinde Gitarın var mı?
SALMAN TİN - "SADE"

‘80’ler sonu ‘90’lar başlarında üniversite gençliği için gitar çok mühimdi. Bir kere içinde en ufak bir müzik hevesi taşıyanların şaşmaz ilk enstrümanıydı gitar. Bir kafede, kantinde, arkadaş ortamında iki gitar tıngırdatmak, hatta tek başına sırtında kılıfında bir gitarla sokaklarda dolaşmak bile filan insana fazladan karizma kazandırır, havalı dururdu. Hâlâ öyle mi bilmem. Yanı sıra gitar eğlenmeye de yarardı. Sadece tek bir gitarla müzik yapılan küçük barlar vardı. Gelsin Yeni Türküler, gitsin Livaneliler… Bulutsuzluk Özlemi'nden "Evinde Gitarın Var mı?" gitarlı eğlencelerin bir çeşit milli marşıydı zaten. “Fabrika Kızı”, “El Porompompero”, “Karlar Düşer”… Yeri gelir bir ağızdan söylenir, yeri gelir kalkıp oynanırdı bile o bir tek gitarla. Hâlâ var mıdır bilmem.

Öyle midir böyle midir bilmem ama gitarın modası hiç geçmedi, o kesin. Malum, son yıllarda “akustik” müzik furyası aldı yürüdü. Öyle ki iyi kötü düzenleme yapılmış, klavyedir, kanundur, “loop”tur, kemandır çalınmış, öyle kaydedilmiş şarkılara bile yayımlanmasının üzerinden iki gün geçmeden mutlaka bir akustik versiyon konduruluyor. Bu konuda bir kanun hükmünde kararname bile yayımlanmış olabilir. “Evet, yayımlandı,” deseniz, inanırım; o derece mecburiyetten yapılıyormuş gibi görünüyor çünkü.
Bu gitar muhabbetini niye yaptığıma gelince…
Salman Tin’in ilk solo albümü “Sade (Akustik)”, geçtiğimiz günlerde yayımlandı ve adından da anlaşılacağı üzere, albümün tamamı daha önce yayımlanmış Salman Tin şarkılarının tek bir gitarla yeniden kaydedilmiş versiyonlarından oluşuyor.

Salman Tin benim başından beri takip ettiğim ve şarkı yazarlığını çok beğendiğim bir müzisyen. Çok sayıda teklisi hakkında da yazmışlığım var daha evvel. Salman’in müzikte iki ayrı yolu var: Birinde tek başına, diğerinde ise KÖFN’ün iki elemanından biri. İki farklı hatta yer yer birbirine zıt müzikal arayışı birbirine karıştırmadan sürdürmek kolay değil. Sadece bunu gözlemlediğinizde bile Salman Tin’in olgun bir müzisyen olduğu fikrini edinmeniz mümkün. Yılların getirdiği bir olgunluk değil tabii kastettiğim; bazen çok yaşta da edinilebilen bir içsel deneyim, bir kazanç.

Bununla beraber “Eh o zaman ben bir dinleyeyim bakayım şu Salman Tin şarkılarını,” deseniz, genç müzisyenlerin hemen hemen tamamında olduğu gibi Salman’ın diskografisini de bir çalma listesinde toplamanız gerekiyor. Çünkü 2018’den bu yana toplamda 14 şarkısı yayımlanmış ama bunun sadece dördü bir mini-albümde (2019’da yayımlanan “Ben Garsonken”de), geriye kalan 10 şarkının hepsi birer tekli. Yanı sıra bu 10 şarkının üçünün de akustik versiyonları yine tekli olarak yayımlanmış. Yeni yayımlanan albümde ise yine bu 14 şarkıdan 12’sinin akustik versiyonu var. Bunlardan ikisi zaten akustik versiyon olarak tekli olmuş ama bu albümde yeniden, yine akustik olarak kaydedilmişler.

Kafanız karıştı değil mi? Benim de karıştı. O yüzden bu yazıya oturmadan evvel Excel’de bir tablo yapıp bir akış diyagramı çıkardım. İşin içinden ancak böyle çıktım.
Dedim ya, Salman Tin şarkılarını ben çok seviyorum. Hele ki bu albümde en sevdiklerim de en başa konulmuş: “Aptal Yaprak”, “Aşk Köpeği”, “Bayım”, arka arkaya geliyor. Ha Salman gelmiş gitarıyla oturmuş salonunuzun bir köşesinde şarkılarını söylüyor, ha açmışsınız bu albümü dinliyorsunuz. Öyle bir doğal ortam. Arada sırada detone bile oluyor, gitarı yeterince parlak tınlamıyor, ne gam! Akustiğin tabiatı da bu değil mi? En azından şarkıları şöyle derli toplu, bir arada dinlemek için iyi bir fırsat.

Dağınık diskografi sorunu maalesef Spotfiy ve türevlerinin müzisyenlere dayattığı kriterler nedeniyle kendiliğinden gelişiyor. Kimse bir müzisyenin başından sonuna ne yaptığını, nasıl geliştiğini, nereden gelip nereye gittiğini merak etmiyor. Müzisyenler de haliyle bunu artık dert etmiyor. Her hafta olmasa bile, her ay listelere girebilmek için de akustik, elektronik, “remix”, düet, Allah ne verdiyse salıyorlar dijitale. O hafta, o ay listelerde görünen bir şarkı sonrasında sanatçı sayfasında bir öğe olarak yerini alıyor. Birisi merak edecek de onları listesine atacak da dinleyecek…
Belki bu bir sorun bile değildir de dijital çağın bir gerçeğidir ve her gerçek gibi buna da alışmak, uyum sağlamak gereklidir. Yine de ne bileyim, müzik bu sonuçta; biraz daha değerli olması, değer verilmesi gerekir diye düşünüyor insan.
July 27, 2021
Latin Çalın Latin Çalın, Ay N’olur Bi’ Daha Çalın…

Kadın o kadar zeki, o kadar akıllı, o kadar komik ve kalemini o kadar iyi kullanıyor ki insan bir yerden vurmaya kalksa nereden vuracağını bilemiyor…du. “Fazla mükemmel can sıkar,” derler; arada bir defo göstermek, kusurlu hareket yapmak, yerden yere vurulmayı hak etmek lazım. Evire çevire döver, döverken daha çok severiz; öyleyiz biz.

Lafa orta yerinden girdim yine. Gülse Birsel şarkı söylemiş ya ondan bahsediyorum. Öyle dizi için, film için ya da Instagram hikâyesinde, doğal ortamında filan değil, düpedüz stüdyoya girmiş, bir albüm için şarkı söylemiş. Çok da iyi etmiş. O her bakımdan hayran olduğumuz kadın meğer o kadar da matah bir şey değilmiş. Çok kötü şarkı söylüyormuş. Büyük rezalet!

10 şarkılık albümün en fena kaydı olmuş gerçekten, kimin umurunda! Gülse Birsel üzerinden lanse edildi mi albüm? Edildi. Haber değeri taşıdı mı? Taşıdı. Bakın ben bile yazıya oradan başladım. Buna ‘oltanın ucundaki yem’ diyorlar. Hooop, avlandınız!

Emir Ersoy, memleketin ilk ve tek “kalipso kralı” Metin Ersoy’un oğlu. Bilen bilir, Metin Ersoy zamanının popüler kültüründe bir devrimcidir. Çoğu orkestra solistliğinden gelme erkek şarkıcılar en fazla birkaç Elvis figürü yapardı sahnede, o da hepsi değil. Belki Erol Büyükburç’u ayrı tutabiliriz hepsinden. Onun dışındakiler Berkant olsun, Selçuk Ural olsun, Tanju Okan, Ertan Anapa olsun hep beyefendi, ağır abiydi. Metin Ersoy’sa fırfırlı gömlekleri, dar pantolonları, hasır şapkalarıyla çıkar, fıkır fıkır Latin dansı yapar, öyle şarkı söylerdi. Trinidad adalarının rüzgârlarını sahnede olsun, televizyonda olsun, plaklarda olsun estirdi de estirdi yıllar boyu. Eğlenceli adamdı.

Emir Ersoy da babasının yolundan gitti. Tek başına kalipsodan değil ama Latin müziğinin dünden bugünlere gelmiş, hep popüler kalmış damarından ilerledi. Çok da iyi işler yaptı, yapıyor yıllardır. Çok eğlenceli, şenlikli konserleri bir yana, bugüne dek yaptığı her albümü oyuncaklı ve çok renkli birer proje olarak sundu dinleyiciye.

2009 yılında yayımlanan ilk albüm “Cuban Portrait”, enstrümantal, Latin-caz sularında bir albümdü. Memleket diskoteğinde bu türde ve tarzda yapılmış sayılı albümden biri olarak geçti müzik tarihine.

2010 yılında yayımlanan ikinci albüm “10 Şarkı 10 Şarkıcı”da Ajda Pekkan mı istersiniz, Kenan Doğulu mu, Funda Arar mı, Yaşar mı, birinci ligden devşirilmiş bir kadro yer alıyordu. Kimi kendi şarkısını söylemişti, kimi “cover” ama hepsi Emir Ersoy’un Latin kafası düzenlemeleriyle.

2012’de yayımlanan “Karnaval”da ünlü konuk şarkıcıların yanı sıra Ersoy’un grubu Projecto Cubano’nun solistleri de şarkı söylüyordu. “Hele Bi’ Gel,” “Cumhuriyet” ve “Sil Baştan” gibi popüler şarkıların Latin düzenlemeleri başka başka tatlar taşıyordu.

2017’de yayımlanan “Rockuba” albümünde bu defa Kenan Doğulu dışında şarkı söyleyenlerin hepsi oyuncuydu. Yine çeşitli dönemlerden seçilmiş şarkıların Latin versiyonları Gonca Vuslateri’nden Farah Zeynep Abdullah’a, Erkan Kolçak Köstendil’den Sarp Apak’a, genç bir oyuncu tayfası tarafından seslendiriliyordu.

Şunu söylemem lazım: Uzun seneler çeşitli mekanlarda “dj” olarak çalmış bulundum ya ben… Başımın en çok dertte oldukları hep Latin dans, salsa, bachata, merengue filan kursuna gitmiş tipler oldu. Çünkü onlar her yerde, her ortamda ve her şarkıda dans kursunda öğrendikleri figürleri sergilemek isterler. Engel olamazsınız. Oyun havasıyla bile Latin dans yapan gördü bu gözler. Gelirler, giderler, taciz ederler. “Latin çalın Latin çalın, ay n’olur bi’ daha çalın…” Ki ben ağırlıklı olarak ‘70’ler ‘80’ler çalıyorum, o dönemde nerede o Latin bolluğu Türkçe aranjmanlarda? İşte o vakitler Emir Ersoy’un albümleri hep çok işime yaramıştır. Salarsın oradan bir şarkıyı, dans edenler bilir zaten o şarkının hangi ritimde olduğunu, hangi dans stilini gerektirdiğini, hemen başlarlar popoları sallamaya… Ben bilmem. Ben rumba ve swing dersi aldım. Bak o ritimlerde şarkı çok ama onların da salsa malsa kadar gideri yok ortamlarda.
Neyse… Geldik mi Emir Ersoy’un yeni albümüne… Hani şu Gülse Birsel’in de içinde şarkı söylediği albüm… Adı: “1977”. Geçtiğimiz günlerde Sony Müzik etiketiyle yayımlandı.

Bir kere “1977”nin Emir Ersoy’un doğum tarihi olması dışında albümle pek bir ilgisi yok çünkü seçilen şarkılardan sadece biri ‘70’lerden. O da 1976 tarihli Sezen Aksu şarkısı “Olmaz Olsun”. Onun dışındakiler hep ‘90’lar, 2000’ler dolayları. Dokuz şarkı ve dokuz şarkıyı seslendiren dokuz kadın oyuncu var albümde. Oya Başar hariç diğer oyuncuların hepsi yakın dönemden, genç isimler. (Gülse Birsel de hariç aslında ama Gülse Birsel’e o kadar da vurmak istemeyiz değil mi?)

Sezen Aksu şarkılarını kaç kişi kaç şekilde “cover”ladı onun hesabını tutmaktan çoktan vazgeçtim ama bir de bir albüm dolusu Sezen “cover”ı furyası var ki oradaki istiap haddi de doldu dolacak. Bu projeye müzikal anlamda benzer iki tane örnek var misal: Aykut Gürel’in Bergüzar Korel’e yaptığı ilk albüm ve Ercüment Vural’ın “Ercüment Vural Sunar” albümü. Her ikisinde de Latin ve caz motifleriyle düzenlenmiş Sezen Aksu şarkıları vardı. Ve hatta “Şarkı Söylemek Lazım”la “Aldatıldık”, o iki albümde de vardı.

Olabilir. İşin ekonomik bir tarafı olduğu kesin. Sonuçta bir Sezen Aksu şarkısını yeniden seslendirmek için büyük paralar vermiyorsunuz, bu biliniyor sektörde. Ayrıca bir zorlukla, engelle de karşılaşmıyorsunuz ki başka besteciler ya da söz yazarlarında karşılaşılan zorluklar anlatmakla bitmez, bunu da sektör iyi biliyor. Fakat ekonomik boyut bir yana, bir de bildik Sezen Aksu şarkılarının kısa yoldan kulağı yakalama avantajı var. Daha ilk cümlede eşlik etmeye başlıyorsunuz, çünkü hepsini ezbere biliyorsunuz. Bir nevi Türk pop müziğinin standartları olmuş o şarkılar. Nasıl ki caz standartlarını bin yıldır milyon caz şarkıcısı milyon farklı şekilde söylemişse, söylüyorsa, Aksu şarkıları da bizim için öyle oldu, olacak, buna istesek de engel olamayız.
Bu anlamda belki yaratıcı, ilginç bir fikir değil ama ticari gideri var, hep de olacak. E bir de artık şarkıcılardan daha popüler oldukları kesin oyuncular söylerse bu şarkıları, ticari getiriyi katla ikiye, koy cebine. Görseli de renkli, daha ne olsun?

Bu ticari yaklaşım bir yana, Emir Ersoy’un becerisi sadece işin müzikal tarafında kendini daha çok gösteriyor. Zira elindeki oyuncular elbette birer Maria Callas değil (misal Gülse Birsel hiç değil.) O bakımdan Ersoy’da kimisi gayet geniş ses aralıklarındaki şarkıları ikinci ya da üçüncü seslerden yola çıkarak ortalama tonlar yakalamış. Dinlerken yadırgayabilirsiniz yer yer, bildiğiniz ana melodilerin değiştirilmiş olduğunu sanabilirsiniz. Açıkçası ben de hiç sevmem bu yapısal değişiklikleri. Ne sözden bir kelime ne melodiden bir nota yerinden oynatılmamalı. Şarkıya dair bin yıllık ezberim bozulsun hiç istemem. Ne var ki bu albümde biraz solisti rahatlatsın diye biraz da Latin havasına uyum sağlasın diye böyle şeyler yapılmış.

Bunu ilginç ve farklı da bulmak mümkün. Misal, Gökçe Bahadır’ın seslendirdiği “Hepsi Senin mi?” (ki ‘Tarkan’dan başka birisinin asla söylememesi gereken bir şarkıdır’ şeklinde bir önyargı paketiyle birlikte hafızalara yer etmiş bir şarkı sonuçta) basbayağı farklı bir şarkı olmuş. Hani hâlâ “dj”lik yapıyor olsam koyarım pikaba bu şarkıyı “Al evladım sana rueda, bak evladım danzon (artık hangisi hangisiyse sahiden anlamıyorum) kıvır kıvırabildiğin kadar,” der, çalarım.
Albümün bütünündeki sorun şu ki oyuncu şarkıcılarımızın sınırları daraltılmış tonlarda şarkı söyleme deneyimleri bir parça sönüklüğü de beraberinde getirmiş. Bilmiyorum, biraz da düzgün söyleme gayretlerinin neticesi olabilir ama ne şarkıların bizzat kendi içindeki ne de Latin müziğinin tabiatındaki o harlı ateş kendini göstermiyor. Çoğunlukla bir “cool” (yok burada kelimenin Türkçesi daha doğru ifade edecek durumu) “serin” bir hava var şarkıcılarda. Ne Leyla Lydia Tuğutlu aldatıldığına sahiden inanıyor, ne Aslı Bekiroğlu’nun hart diye yiyesi var, ne Hande Subaşı’nın avaz avaz şarkı söyleyesi. Enteresan ama bir tek Oya Başar söylediği şarkının içine girmiş, oradan teatral bir karakter çıkarmış. Şarkıyı dinlerken gözümün önüne anında Başar’ın “Olacak O Kadar”da karşısındaki adamı bir lokmada yutacakmış gibi şehvetle “Gel gel gel!” diyen o kadın tiplemesi geldi. Ne pis bir bilinçaltı kaldı bize ‘80’lerden Yarabbi!
Gökçe Bahadır’ın Aykut Gürel’le yaptığı albümde şarkı söylerken sevmiştim ama burada aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Buna karşın şunu söyleyebilirim ki, benim albümde en beğendiğim solist Hande Subaşı oldu.
Hepsi bir yana, şayet derseniz ki bu albüm bana bir yaz akşamı fonda eşlik etsin, canım isterse de kalkar iki salsa yaparım, daha iyisi Şam’da kayısı bir albüm bu. Su gibi akıyor, yormuyor, boğmuyor. Efil efil, ferah ferah… Tabii ilk şarkıyı atlarsanız daha da güzel olabilir. Ya da Gülse Birsel değil de Aslı Sütçüoğlu ya da Gizem Özpamuk söylüyormuş gibi dinleyin, en azından eğlenirsiniz.
July 25, 2021
Ah Nerede O 2000'ler!
Jale - "Sandık Lekesi"

Tam anlamıyla bir “stage animal”, hani nasıl diyorsunuz siz Türkçede, hımmmm evet evet bir “sahne hayvanı”dır Jale. Bakmayın siz onun öyle ufacık tefecik olduğuna, sahneye çıktığında boyu en az 1.90’dır. Sorarsınız: “Jale Abla senin gözlerin niye bu kadar keskin?” Cevaplar: “Salonun en uzak masasındaki seyirciyi de görebilmek için.”
“Jale Abla senin burnun böyle hassas?”
“Salondaki seyircinin ruhunu koklayabilmek için.”
“Jale Abla senin niye başının arkasında da gözlerin var?”
“Arkadaki orkestrayla uyumu kaçırmamak için.”
Böyle uzar gider… Kuzuyken kurda dönüşür, sahneye çıktığı anda seyirciyi yutar, program bittiğinde karnını yarıp çıkmanız gerekir.

Jale sahnede sadece kendi şarkılarını söylemez; dünden ya da bugünden hangi şarkıların sevildiğini çok iyi bilir, onları da repertuarına alır. Ben bildim bileli böyle ama çok daha öncesi de var tabii. ‘70’ler sonlarından beri sahnede Jale.

Buna karşın 1986’da yayımlanan ilk albümünden bu yana ilk kez bir “cover” yayımladı. Şarkı, 20 sene kadar evvel (2002, “yirmi sene evvel” mi oldu? Zalımsın hayat!) Sezen Aksu tarafından yazılan ve Gülben Ergen tarafından seslendirilen “Sandık Lekesi”. Hoop geldik mi 2000’ler nostaljisine? Hadi bakalım, yakındır 2000’ler partileri, türlü çeşitli “cover”lar, “Ah 2000’lerde müzik ne güzeldi ne kaliteliydi,” sayıklamaları… Fitili Jale ateşliyor, gerisi şimdi 30’larına gelen 2000’ler çocuklarında.
Kıyaslamayayım kıyaslamayayım diyorum ama “cover” denen şeyin eğlencesi de en çok burada. İlla kıyaslayacaksın, kesecek ahkamlar, yapacak şakalar, espriler bulacaksın ki tadı çıksın. Açıkçası ben o iş bana kalmaz diye düşünüyordum. Gülben Hanım’ın çocukluklarına şöyle ya da böyle nüfuz ettiği bir fan kitlesi var ya hani, ne yalan söyleyeyim, Jale’yi topa tutarlar diye düşünmüştüm. Malum, fan kitleleri için hayranı oldukları sanatkâr ne söylese ne yapsa kutsal; dokunulamaz, dokunulması teklif dahi edilemezdir. Üstüne üstlük rivayet o ki Sezen Aksu bu şarkıyı Gülben Hanım’ın bizzat kişisel hikâyesinden etkilenerek yazmış. Yani Gülben Hanım “Hani bunun ilk sahibi?” diye sorulamayacak bir biçimde mülk sahibi sayılabilirmiş.

Neyse ki şarkıların mülkiyeti ne söyleyeninde ne yazanında… Zaten bizzat Gülben Ergen’in kendisi dâhil, kimsenin de Jale’nin bu şarkıyı söylemesi konusunda gıkı çıkmamış, kimse yadırgamamış. En azından internette yazılan yorumlardan ben öyle anladım.

E zaten şöyle de bir durum var: Gülben Ergen 2002 yılında neresinden baksanız toy bir şarkıcı. Seren Serengil, Pınar Eliçe ve en önemlisi de tabii ki Hülya Avşar klasmanından yırtmaya çalışıyor. Nitekim bir sonraki albümde Demet Akalın’ı rakip alacak kendine ama henüz vakit var. Bu bakımdan “Sade ve Sadece” alaturka-poptan popa geçiş hattında duran bir albüm. Bu vesileyle şarkıyı o albümden yeniden dinleyince basbayağı henüz şarkıcı olamamış, sesini nasıl kullanacağını bilememiş, sönük bir Gülben Ergen duydum. Şarkı bir şeyler anlatıyor ama Gülben orada değil; dümdüz yürüyor, biraz da yol kazasız belasız bitsin diye bekliyor gibi.

Haliyle Jale de almış şarkıyı, içine duygu iniş çıkışlarını, coşkusunu, neşesini, hüznünü katmış, bir de aşinası, hatta yakın ahbabı olduğunuz o Jale vurgularını serpmiş üzerine… Düzenlemeyi yapan Hasan Çiçek de 2000’ler ruhunun (Ah nerede o 2000’ler?) sokaklarından ayrılmadan, azıcık da stadyum efektinde vokallerle güncellemiş şarkıyı. “Rap”, “trap”, “R&B”, “synth-pop” dolaylarından çalmayan düzenlemeye güncel demiyorlar artık ama yani bu şarkı da o yola gelmezdi sanki. İyi ki getirmeye çalışmamışlar.
Bu şarkının ilginç bir yanı da Jale’nin ilk kaydettiği “cover” olmasının yanı sıra Sezen Aksu ve Jale isimlerini yıllar sonra yan yana getirmesi. Bilen bilir, 1987 Altın Güvercin Yarışması’nda Jale “Çok Geç” adlı Sezen Aksu şarkısıyla yarışmış ve yarışmadan sonra basılan kasette kalan bu şarkı, Jale kariyerindeki tek Sezen Aksu şarkısı olmuştu. “Çok Geç”i yıllar sonra Jale’nin değil de Ebru Polat’ın yeniden seslendirmesiyse benim gibi şarkıyı çok sevenler için atlatması zor bir travmaydı. Allah beterinden saklasın!
“Sandık Lekesi” malum, sandıkta bekleyen çeyizlerin, dantellerin mantellerin üzerinde oluşan sarı lekelere verilen ad. Ara sıra çıkarıp havalandırmak lazım. Jale de öyle yapmış. İyi yapmış. Yakışmış, yakıştırmış.
July 23, 2021
"Böyle Soğumaktan Haberim Yoktu"
Hande Yener - "Sahte"

Hande Yener geçenlerde “Cumartesi Sürprizi” adlı televizyon programına verdiği röportajda, bir yıl kadar önce kanser tedavisi gördüğünü açıkladı. Haberi görünce, şöyle bir kaldım, durdum, düşündüm. Hayat kimse için kolay değil. Allah’ın her günü kendimizi, yaşadıklarımızı, bulunduğumuz yerleri, aman da ne kadar çok eğlendiğimizi filan insanlara fotoğraflar ve videolar yoluyla gösterirken aslında çok insani bir şeyi kaçırıyoruz: Üzüntüyü, sıkıntıyı, derdi paylaşmayı… Yıllar sonra dönüp baktığımızda “Aslında o gün nasıl da canım yanıyordu,” diyeceğimiz ne çok neşeli, güzel, afili fotoğraf biriktiriyoruz kim bilir. Kimse bilemez. Çünkü paylaşmıyoruz. En “no filter” fotoğrafımız bile aslında (bir bakıma) “sahte”.

Konuyla ilgisi yok, zaten Hande Yener de en çok annesi öğrenmesin diye saklamış hastalığını. Yine de zaman zaman bir insanı üzecek, kıracak cümleler kurarken, onun aslında neler yaşadığını bilmiyor oluşumuzun çok can sıkıcı bir tarafı var ve buradan bakınca, hayatta hep temkinli cümleler kurmak lazım diye düşünüyor insan.

Hande Yener’in yeni şarkısı “Sahte”, sözleri Berksan’a, müzik ve düzenlemesi Misha’ya ait bir şarkı. Onlar bir ekipler artık, bunun farkındayız. Nitekim “Sahte” de bu ekibin büyük yüzdeyle beraber kotardığı 2020 çıkışlı “Carpe Diem” albümünün bir uzantısı gibi. O albüme dair olumlu ya da olumsuz genel fikirleri bu şarkı için de yinelemek mümkün bu yüzden. İyi prodüksiyon, havalı düzenleme, kendini bulmuş bir Hande ve fakat arızalı şarkı sözleri.

Aslında sahte seven “Beni sahte sevme,” diyen mi? Sevişirken bazen orada olmama halinin itirafı bunu getiriyor akla. Yoksa karşı taraf sahte sevdiği için mi kopuyor hatlar? Bir soğukluk var, o belli; yani en azından “Böyle soğumaktan haberim yoktu,” derken kastedilen o olsa gerek. “Birbirimizden böyle soğuyacağımızı tahmin edemezdim,” demek istemiş muhtemelen ama belli ki söz cümleleri müzik cümlelerine sığmamış. Sadece o kısımdaki ifade bozukluğu değil mesele; şarkı boyunca köşeli sözler yuvarlanmıyor, akmıyor ve elde bir tek “Beni sahte sevme, sana bir gün böyle,” cümleleri kalıyor. Gerisine eşlik etmek zor ki bu da şarkının “hit” olabilmesinin önündeki en büyük engel.
Burasını geçersek, elimizde “so ‘80’s” bir düzenleme, ona keza ‘80’lere göndermeli bir klip var ki işin bu kısmı dinlerken ve izlerken beni gayet eğlendirdi.Bu ritimler, bu elektronik sesler, bu yürüyüşler bir kuşak için ne kadar modernse bir kuşak için de o kadar nostaljik aslında. Eh, bir şarkıyla iki kuşağa birden aynı anda hitap etmek de fena bir şey değil. Buna karşın “Sahte” eğer bir albüm şarkısı olsaydı; bence A1 olmazdı.
Yavuz Hakan Tok's Blog
