Yavuz Hakan Tok's Blog, page 11
February 4, 2020
"O Aldatan Aynada..."
Seninle Üç Dakika
Giriş
Grand Prix Eurovision
24 Mayıs 1956 Cumartesi gecesi, İsviçre’nin Lugano kentindeki Teatro Kursaal’da gerçekleştirilen Grand Prix Eurovision yarışması, on Avrupa ülkesinde canlı yayınla ekrana getiriliyordu. Yarışmada yedi ülke; Hollanda, İsviçre, Belçika, Batı Almanya, Fransa, Lüksemburg ve İtalya, ikişer şarkıyla yarışıyordu. Avusturya, Danimarka ve İngiltere son başvuru tarihine yetişemedikleri için yarışmaya dâhil olamamışlardı ancak bu üç ülke televizyonu da o gece yarışmayı naklen yayınlamakta idi.
Lugano İsviçre’nin İtalyanca konuşulan bir bölgesinde yer alan Lugano, küçük, şirin bir tatil kasabasıydı. Sunucu Rolf Liebermann, canlı yayın boyunca bütün anonslarını İtalyanca olarak yaptı. Sadece üç kamerayla yapılan canlı yayın, bir yarışmadan çok bir konser havasında sürecek, hatta o gece ev sahibi ülke İsviçre’yi iki şarkıyla birden temsil eden Lys Assia, şarkılarından birinin sözlerini unutunca orkestraya dönüp, şarkıya yeniden girmelerini isteyecekti.
Yarışmaya katılan ülkelerin ikişer temsilcisinin yer aldığı yarışma jürisi, kuliste hazırlanan özel bir odada, şarkıları televizyondan izlemekte idi. Yarışma şartnamesi gereği, jüri üyeleri kendi ülkeleri dâhil, dinledikleri her şarkıya 1’den 10’a kadar puanlar verecekler, gecenin sonunda en yüksek puanı alan ülke birinci olacaktı. Ne var ki finalist ülkelerden Lüksemburg, yarışmaya jüri üyesi göndermemiş ve Lüksemburg adına verilecek oylar için İsviçre jürisi üyelerine yetki vermişti. Bu durum yarışmanın sonucuna doğrudan etki edecekti.
Les Joyeux Rossignols Orkestra eşliğinde canlı olarak seslendirilen şarkıların ekrana gelmesinden sonra, Les Joyeux Rossignols adlı Fransız ikili iki şarkıyla, Les Trois Menestrels adlı Fransız üçlü ise beş şarkıyla oylama için geçecek zamanı doldurdu. Ancak üçlü sahneden indiğinde jürinin oylama sonuçları henüz toparlanamamıştı. Bunun üzerine Les Joyeux Rossignols bir kez daha sahneye çıktı ve bir şarkı daha seslendirdi. Ardından sunucu tarafından gecenin birincisi açıklandı. Daha sonra Eurovision Song Contest (Eurovision Şarkı Yarışması) adını alacak ve uzun yıllar boyu devam edecek yarışmanın ilk birincisi İsviçre olmuştu.
Les Trois MenestrelsYarışmada İsviçre’nin finalist iki şarkısını da Lys Assia seslendirmiş, Assia’nın ikinci seslendirdiği şarkı olan “Refrain”, jüriden en yüksek oyu alarak birinciliğe layık görülmüştü. Yarışma sonunda birkaç buket çiçek dışında ne Assia’ya, ne de şarkının bestecisine bir ödül verilecek, ancak o dönemde İsviçre popüler müziğinin en gözde isimlerinden olan Lys Assia’nın bu birinciliği, ülkede büyük yankı uyandıracak ve İsviçre, 1957 ve 1958 yıllarında yapılacak yarışmalara yine onu gönderecekti.
Bu ilk yarışmanın diğer finalistleri kaçar puan aldılar ve kaçıncı sırada yer aldılar, bu hiçbir zaman bilinmedi, ortaya çıkmadı. Jüri, oylama sonuçlarını hemen orada ortadan kaldırmış ve açıklamamıştı. Bu durum yarışma tarihinde ilk ve son kez 1956 yılında yaşandı. Lys Assia’nın birinciliğinin ilan edilmesinden sonra şarkıyı yeniden seslendirdiği iki dakikalık bölüm ise o günden bugüne ulaşabilen tek görüntü kaydı oldu.
Avrupa Yayın Birliği (EBU), iletişim teknolojilerinin hızla yol almaya başladığı ‘50’li yılların başında, yirmi üç Avrupa ülkesinin bir araya gelmesiyle kurulmuştu. Ülkelerin resmi televizyon ve radyo kanallarının oluşturduğu bu birlik, Avrupa ülkeleri arasında bir çeşit haberleşme ve yayın paylaşım ağı idi. Avrupa Yayın Birliğinin televizyon kanadı kısa bir süre sonra İngiliz gazeteci George Campey’nin Avrupa (Europe) ve televizyon (television) kelimelerinden türettiği “Eurovision” ismiyle anılmaya başladı.
George CampeyO günlerde sadece haber ve spor müsabakalarının ses ve görüntü paylaşımı için kullanılmakta olan Eurovision ağının Avrupa çapında daha da yaygınlaştırılması ve ortak Avrupa kültürünün oluşturulmasına katkı sağlaması için ne şekilde kullanılabileceği tartışılıyor, düşünülüyordu. Bu sebeple Avrupa Yayın Birliği tarafından görevlendirilen bir komisyon çalışmalarına başladı ve 1955 yılının Ocak ayında, bu komisyon tarafından iki öneri ortaya atıldı. Bunlardan biri “Top Town Programme” adını taşıyacak, çeşitli sanatçıların katılacağı uluslararası bir festival projesiydi. Bir diğeri ise Avrupa Yayın Birliği çalışanlarından Marcel Bezençon tarafından önerilen ve “Grand Prix Eurovision” diye adlandırılması düşünülen uluslararası bir şarkı yarışmasıydı.
Marcel Bezençon Çeşitli kaynaklardan doğrulamak mümkün ki, şarkı yarışması fikrinin ortaya atılmasında İtalya’da 1951 yılından beri düzenlenmekte olan Sanremo Müzik Festivali’nin payı büyüktü. Kısa sürede bir tek İtalya’da değil, tüm Avrupa’da popüler hale gelen Sanremo Müzik Festivali, sadece İtalyan şarkıcıların yarıştığı yerel bir festivaldi aslında. Ancak benzeri bir organizasyonun Avrupa çapında yapılması ve canlı yayınla tüm Avrupa’da ekrana getirilmesi fikri hiç de yabana atılır gibi değildi. Bu çapta bir canlı yayın, hem teknik olarak link hatlarının kontrol edilmesi açısından iyi bir fırsat olacak, hem de ortak Avrupa kültürünü inşa etmek adına çok faydalı olacaktı. Üstelik böylesi bir yarışmanın Avrupa müzik sektörüne büyük hareketlilik getireceği de aşikârdı.
Avrupa Yayın Birliğinin bu iki öneriden birini kabul edeceği toplantı 19 Kasım 1955 günü Roma’da yapıldı. 1956 yılının bahar aylarında genel kuruldan çıkan karar, Avrupa Yayın Birliğine üye ülkelerin katılabileceği ve “Grand Prix Eurovision de la Chanson Europeenne” diye adlandırılacak bir şarkı yarışması düzenlemesi yolundaydı. Toplantının Roma’da yapılmasının da etkisiyle, bu kararın alınmasında İtalyan lobisinin büyük pay sahibi olduğu söylenecekti.
“Göreceksin Kendini”
1956 yılında yapılan ilk yarışmada belirlenen kurallar yıllar içerisinde defalarca değişti. İlk yarışmada şarkı uzunlukları 3,5 dakika ile sınırlı iken 1962’de 3 dakikaya indirildi. 1957 yılı ve sonrasında her bir şarkıda sahne üzerinde bir ya da en fazla iki kişi olması zorunluluğu vardı. 1963 yılında bu sayı üçe, 1971 yılında ise altıya çıkarıldı.
ABBA, Eurovision 1974, İsveç temsilcisiÖnceleri sadece büyük orkestra eşliğinde seslendirilebilen şarkılar için 1973 yılından itibaren istenirse “playback” eşliğinde seslendirilebilme serbestisi getirildi. Ancak ev sahibi ülkenin sahnede orkestra bulundurması ve “playback” kayıtlarda kullanılan enstrümanların orkestradakinden farklı olmaması zorunluluğu vardı. 1999 yılı ve sonrasında büyük orkestra kaldırıldı ve tamamen “playback” yöntemi kullanılmaya başlandı.
Duncan Laurence, Eurovision 2019, Hollanda temsilcisiİlk yarışmadaki jüri oylaması tekniği, 1957 yılından itibaren ülke jürilerinin yarışma gecesi bulundukları ülkede oylama yapması ve sonuçların telefonla alınması şeklinde değiştirildi. Zamanın teknolojik imkânsızlıkları nedeniyle canlı yayın sırasında zar zor gerçekleştirilebilen bu telefon bağlantıları, zaman içerisinde görüntülü hale geldi. Derken jürilerin yerini “televoting” adı verilen telefonla oylama sistemi aldı. 2011 yılında ise oylama sonuçlarının yüzde elli “televoting”, yüzde elli jüri oylarıyla belirlenmesi konusunda şartname değişikliği yapıldı.
İlk yarışmada puanlar 1’den 10’a kadar verilmişti. Çeşitli denemelerden sonra en makul yöntem bulundu ve 9 ve 11 sayıları hariç, 1’den 12’ye kadar puan verilmesi benimsendi. 1969 yılında dört birincinin ortaya çıkmasından sonra oylama sonucu eşit puan alan ülkelerin sıralamasında daha çok ülkeden puan alan ülkenin önde sayılması karara bağlandı. Beraberlik yine devam ediyorsa, bu defa ülkelerin aldıkları 12 puanların sayısı avantaj olarak değerlendirilecek, o da olmazda 10 puanlar sayılacaktı. Nitekim 1991 yılında Fransa ve İsveç eşit puan aldı, oy aldıkları ülke sayısı ve hatta 12 puan aldıkları ülke sayısı da aynıydı. Bunun üzerine daha fazla sayıda ülkeden 10 puan almış olan İsveç birinci ilan edildi.
Carola, Eurovision 1991, İsveç temsilcisiSovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasından sonra birer ikişer bağımsızlığını ilan eden ülkelerin Avrupa Yayın Birliğine üye olmasıyla birlikte katılımcı sayısının bir hayli artması nedeniyle 2004 yılında yarı final uygulaması başladı. Ancak bu da durumu kurtarmayınca, 2008 yılında bu defa iki yarı final uygulamasına geçildi. Her iki durumda da yarışmanın sponsor ülkelerinin (“big five” diye adlandırılan Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve İspanya) yarı finalde yarışmaksızın doğrudan finale kalması ise yıllardır en çok tartışılan kurallardan biri oldu.
Lena, Eurovision 2010, AlmanyaBaşından beri yarışmanın en çetrefilli meselesi olan dil zorunluluğu ise farklı dönemlerde farklı uygulamalarla gündeme geldi. İlk yarışmada ülke temsilcileri finalist şarkılarını istedikleri dilde seslendirebilirken, sonraları ülkelerin resmi dillerini kullanmaları zorunluluğu getirildi. Bir dönem kaldırılan bu kural, 1977 yılında yeniden kondu ve 1999 yılına kadar devam etti.
Johnny Logan, Eurovision 1980, İrlanda temsilcisiİlk yarışma şartnamesinde ülkelerin temsilci şarkılarını seçmek için yerel final yapmaları öneriliyordu. Bu bir zorunluluk olmamakla birlikte ‘yarışmanın Avrupa çapında yaygınlaşması ve katılımcı ülkelerin gündeminde olabildiğince yer tutabilmesi’ amacıyla şartnameye konulmuş bir tavsiye kararı idi. Bu tavsiyeye kimi ülkeler yıllar boyunca uydu, kimi ülkeler ise yarışacak şarkılarını doğrudan görevlendirme yoluyla belirledi. Yerel final düzenlenen ülkelerin büyük çoğunluğunda amaçlanan oldu ve yarışma uzun süre gündem teşkil etti. Öyle ki kimi zaman ülkelerin en önemli şarkıcı, besteci ve söz yazarları yerel finallerde boy gösterdi. Kimi zaman yerel finalde birinci seçilen şarkılar kadar elenenler arasından da popüler şarkılar çıktı ve müzik tarihine yazıldı.
Julio Iglesias, Eurovision 1970, İspanya temsilcisiKimileri zaten ünlüyken bu yarışmaya katıldı; Lys Assia, Nana Mouskouri, François Hardy, Julio Iglesias, Toto Cutugno, Mia Martini, Cliff Richards, Irene Sheer, Tatu, Blue ve Engelbert Humperdick bunlardan bazılarıydı. Sayıları az olmakla birlikte, bazıları da yarışma sayesinde dünya çapında üne kavuştu. Bu konudaki gelmiş geçmiş en önemli örnek 1974 yılında yapılan yarışmanın birincisi İsveçli Abba topluluğu oldu. Buna karşın yarışmaya katıldıktan çok uzun süre sonra ve yarışmadan tamamen bağımsız olarak ün kazananlar da oldu. Celine Dion ve Lara Fabian bunlara örnek verilebilir.
Celine Dion, Eurovision 1988, İsviçre temsilcisiBaşından beri bu yarışma Avrupa çapında hep tartışma konusu oldu. Özellikle ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda yarışmaya katılan şarkıların dünya popüler müziğinin gerisinde kaldığı ve yarışmanın demode olduğu söylendi. Çünkü yarışmaya başından beri ya orkestra armonisine dayalı yavaş şarkılar, ya da çocuksu koreografileri ve gereğinden fazla neşeli şarkıcılarıyla tekrarlara dayalı basit şarkılar katılıyordu ve bu formül dünyada ve Avrupa’da süratle değişmekte olan popüler müzik anlayışına rağmen hemen hiç değişmiyordu. Yarışmanın tamamen “playback” yöntemiyle yapılmaya başlanması ve orkestranın kaldırılması, daha güncel ritim ve armoni anlayışına dayalı şarkıların gündeme gelmesini sağladı. Nitekim 2000’li yıllarda dünyada yaygınlaşmaya başlayan etnik müzik akımı, daha önce Eurovision sahnesinde görmeyi hayal bile edemeyeceğimiz şarkı ve gösterileri yarışmaya taşıdı.
Buranovskiye Babushki, Eurovision 2012, Rusya temsilcisiBir ölçüsü olmamakla birlikte Eurovision Şarkı Yarışmasının tam da amaçlandığı gibi ortak Avrupa kültürünün oluşmasına katkıda bulunduğu da söylenebilir. Özellikle ev sahibi ülkelerin final gecesi milyonlarca insanın izlediği ve saatler süren bir yayın boyunca ülkelerinin tanıtımını yapmaları kolay ele geçmeyecek bir fırsattı. Nitekim ev sahibi ülkeler gerek gecenin açılışında, gerek finalist şarkılardan önce ekrana gelen “post-card”larda ve gerekse yarışmanın “interval-act” adı verilen puanlama öncesi kısmında hep ülkelerinin ve kültürlerinin tanıtımını yapmaya gayret ettiler. Yine aynı sebeple, yarışma öncesi hazırlanan ve yayınlanan tanıtım filmleri de çoğu kez şarkılardan ziyade ülkelerin tanıtıldığı turistik filmler olarak hafızalara kazındı. Özellikle Türkiye gibi kendini tanıtma derdindeki ülkeler için bu niyet, kimi kez yarışmanın kendisinden bile önemli hale geldi.
Kenan Doğulu, Eurovision 2007, Türkiye temsilcisiYarışma birincilerinin büyük bir çoğunluğunun bir gecede kazandıkları Avrupa çapında şöhret çok kısa süreli oldu. Ancak yine de müzik sektörü bu işten epeyce ekmek yedi. Sözgelimi bir İsveç şarkıcısının plağı, o günlerin şartlarında İngiltere’de, ya da Fransa’da kolay kolay alıcı bulamazdı. Nitekim bugünkü iletişim imkânlarının ve internetin henüz hayal bile edilemediği o günlerde, Türkiye’de kimsenin aklına örneğin bir Portekiz şarkısı dinlemek gelmezdi. Hakeza birkaç istisnai örnek dışında, Türk şarkı ve şarkıcılarının da İspanya ya da İtalya’da bırakın plak satmak, dinlenilebileceğini düşünmek bile hayaldi.
Grup Pan, Eurovision 1989, Türkiye temsilcisiDoğu bloğunun çöküşü sonrası Avrupa Yayın Birliğinin üyesi olup yarışmada yer almaya başlayan Ukrayna, Estonya, Litvanya gibi ülkelerin adları ve haritada nerede durdukları, Avrupa’da yaşayan birçok insanın hafızasında bu yarışma sayesinde yer etti. Türkiye’de de özellikle ‘70’li ve 80’li yıllarda, okul kitaplarından hatırlansa da bir türlü ezberde tutulamayan bir dolu bilgi, sözgelimi Belçika’da Fransızca ve Flamanca, İsviçre’de ise dört ayrı dil konuşulduğu bilgisi, bu yarışma sayesinde ezberimize girdi.
Daniel, Eurovision 1983, Yugoslavya temsilcisiNe var ki Eurovision Şarkı Yarışması ülkeler arası kültür alışverişi sağladığı kadar, politik oylara da her zaman açık oldu. Kültürel ve siyasi bakımdan birbirlerine yakın ülkeler, gerek jüri, gerekse “televoting” oylamalarında hep birbirlerine yüksek puan vermeyi tercih ettiler. Özellikle her yarışmada yinelenen Kuzey ülkeleri dayanışması ve Yunanistan ve Kıbrıs’ın ısrarla birbirlerine verdikleri 12 puanlar yarışmanın siyasi olduğu tezini savunanları hemen her yıl haklı çıkardı. Bu durumdan yakın zamana kadar en çok mağdur olan, daha doğrusu kendini en çok mağdur hisseden ülke ise Türkiye idi. Bir ayağı Orta Doğuda olması hasebiyle Avrupa kültürüne pek de yakın olmayan Türkiye, nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan tek ülke olarak da uzun süre yarışmada kendini yalnız hissetti.
Ajda Pekkan, Eurovision 1980 Türkiye temsilcisiYarışmada politika ne denli etkin olursa olsun, birinci olan şarkılar genellikle katılan ülkelerin büyük çoğunluğundan puan almayı başardılar. Hemen her seferinde en çabuk akılda kalan, ilk dinleyişte en çok iz bırakan ve etki yaratan şarkı, yarışmayı galibiyetle tamamladı. Yarışmada sahneye çıkış sırasının sonuçlara etki eden unsurlardan biri olduğu tezi de zaman zaman öne sürüldü ancak, birinciliğin tek formülünün akılda kalıcılık ve çarpıcılık olduğu gerçeği 1956 yılından bu yana hiç değişmedi.
Lordi, Eurovision 2006, Finlandiya temsilcisiTürkiye’de Eurovision Şarkı Yarışmasına duyulan ilgi ‘70’lerde yaygınlaşmaya başladı. Yarışmanın henüz TRT televizyonundan yayınlanmadığı günlerde bu büyük organizasyonda neler olup bittiği, sadece gazete ve dergi haberleriyle öğrenilebiliyordu.
7 Nisan 1973 tarihli Cumhuriyet gazetesi haberi.Denilebilir ki daha Türkiye katılmaya başlamadan evvel yarışmanın ülkede bilinir hale gelmesinde ilk ve en önemli pay sahibi Anne-Marie David oldu. TRT’nin ilk kez naklen yayınla ekrana getirdiği 1973 yılında yarışmaya Lüksemburg adına katılan ve geceyi birincilikle noktalayan Anne-Marie David’in “Tu Te Reconnaitras” adlı şarkısı Türkiye’de çok sevildi.
Anne-Marie David, Eurovision 1973, Lüksemburg temsilcisiŞarkının gerek Nilüfer tarafından “Göreceksin Kendini” adıyla seslendirilen Türkçe versiyonunun, gerekse orijinal Fransızca versiyonun 45’lik formatında basılan plakları büyük satış rakamları yakaladı.
Bu durum Anne-Marie David’in Türkiye’ye gelmesine, Türkiye’de sahneye çıkmasına ve hatta Türkçe plaklar yapmasına dek uzayacak bir hikâyenin de başlangıcı olacaktı.
Üstüne bir de TRT, 1974 yılı finalini de naklen yayınlayınca, yarışmaya olan ilgi daha da büyüdü. Televizyon yayınları bir yıl öncesine oranla çok daha fazla evde izlenir olmuştu 1974 yılında. Hakkında çok şey duyduğumuz, çok şey okuduğumuz bu büyük organizasyonun nasıl bir şey olduğunu öğrenmiş ve yarışmaya ısınmaya başlamıştık. Nitekim 1974 yılında finalde yarışan şarkılardan dört tanesi (birinci olan ABBA’nın şarkısı da dâhil olmak üzere) Türkçe sözlerle plak yapıldı, ABBA’nın plağı Türkiye’de de Avrupa ülkelerindeki kadar çok sattı.
Başta müzik piyasası olmak üzere, ülkede yaşayan herkes için Eurovision yeni ve çok renkli, çok zevkli bir eğlenceydi. Ne var ki hikâyenin sonraki kısmı, yine çok renkli olsa da bizim için uzun yıllar boyu pek de eğlenceli olmayacaktı. Tıpkı Nilüfer’in şarkısındaki gibi, “Görecektik kendimizi, o aldatan aynada”.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: İLK ADIM
Giriş
Grand Prix Eurovision

24 Mayıs 1956 Cumartesi gecesi, İsviçre’nin Lugano kentindeki Teatro Kursaal’da gerçekleştirilen Grand Prix Eurovision yarışması, on Avrupa ülkesinde canlı yayınla ekrana getiriliyordu. Yarışmada yedi ülke; Hollanda, İsviçre, Belçika, Batı Almanya, Fransa, Lüksemburg ve İtalya, ikişer şarkıyla yarışıyordu. Avusturya, Danimarka ve İngiltere son başvuru tarihine yetişemedikleri için yarışmaya dâhil olamamışlardı ancak bu üç ülke televizyonu da o gece yarışmayı naklen yayınlamakta idi.


Yarışmaya katılan ülkelerin ikişer temsilcisinin yer aldığı yarışma jürisi, kuliste hazırlanan özel bir odada, şarkıları televizyondan izlemekte idi. Yarışma şartnamesi gereği, jüri üyeleri kendi ülkeleri dâhil, dinledikleri her şarkıya 1’den 10’a kadar puanlar verecekler, gecenin sonunda en yüksek puanı alan ülke birinci olacaktı. Ne var ki finalist ülkelerden Lüksemburg, yarışmaya jüri üyesi göndermemiş ve Lüksemburg adına verilecek oylar için İsviçre jürisi üyelerine yetki vermişti. Bu durum yarışmanın sonucuna doğrudan etki edecekti.



Bu ilk yarışmanın diğer finalistleri kaçar puan aldılar ve kaçıncı sırada yer aldılar, bu hiçbir zaman bilinmedi, ortaya çıkmadı. Jüri, oylama sonuçlarını hemen orada ortadan kaldırmış ve açıklamamıştı. Bu durum yarışma tarihinde ilk ve son kez 1956 yılında yaşandı. Lys Assia’nın birinciliğinin ilan edilmesinden sonra şarkıyı yeniden seslendirdiği iki dakikalık bölüm ise o günden bugüne ulaşabilen tek görüntü kaydı oldu.
Avrupa Yayın Birliği (EBU), iletişim teknolojilerinin hızla yol almaya başladığı ‘50’li yılların başında, yirmi üç Avrupa ülkesinin bir araya gelmesiyle kurulmuştu. Ülkelerin resmi televizyon ve radyo kanallarının oluşturduğu bu birlik, Avrupa ülkeleri arasında bir çeşit haberleşme ve yayın paylaşım ağı idi. Avrupa Yayın Birliğinin televizyon kanadı kısa bir süre sonra İngiliz gazeteci George Campey’nin Avrupa (Europe) ve televizyon (television) kelimelerinden türettiği “Eurovision” ismiyle anılmaya başladı.



Avrupa Yayın Birliğinin bu iki öneriden birini kabul edeceği toplantı 19 Kasım 1955 günü Roma’da yapıldı. 1956 yılının bahar aylarında genel kuruldan çıkan karar, Avrupa Yayın Birliğine üye ülkelerin katılabileceği ve “Grand Prix Eurovision de la Chanson Europeenne” diye adlandırılacak bir şarkı yarışması düzenlemesi yolundaydı. Toplantının Roma’da yapılmasının da etkisiyle, bu kararın alınmasında İtalyan lobisinin büyük pay sahibi olduğu söylenecekti.

“Göreceksin Kendini”
1956 yılında yapılan ilk yarışmada belirlenen kurallar yıllar içerisinde defalarca değişti. İlk yarışmada şarkı uzunlukları 3,5 dakika ile sınırlı iken 1962’de 3 dakikaya indirildi. 1957 yılı ve sonrasında her bir şarkıda sahne üzerinde bir ya da en fazla iki kişi olması zorunluluğu vardı. 1963 yılında bu sayı üçe, 1971 yılında ise altıya çıkarıldı.



İlk yarışmada puanlar 1’den 10’a kadar verilmişti. Çeşitli denemelerden sonra en makul yöntem bulundu ve 9 ve 11 sayıları hariç, 1’den 12’ye kadar puan verilmesi benimsendi. 1969 yılında dört birincinin ortaya çıkmasından sonra oylama sonucu eşit puan alan ülkelerin sıralamasında daha çok ülkeden puan alan ülkenin önde sayılması karara bağlandı. Beraberlik yine devam ediyorsa, bu defa ülkelerin aldıkları 12 puanların sayısı avantaj olarak değerlendirilecek, o da olmazda 10 puanlar sayılacaktı. Nitekim 1991 yılında Fransa ve İsveç eşit puan aldı, oy aldıkları ülke sayısı ve hatta 12 puan aldıkları ülke sayısı da aynıydı. Bunun üzerine daha fazla sayıda ülkeden 10 puan almış olan İsveç birinci ilan edildi.














Bu durum Anne-Marie David’in Türkiye’ye gelmesine, Türkiye’de sahneye çıkmasına ve hatta Türkçe plaklar yapmasına dek uzayacak bir hikâyenin de başlangıcı olacaktı.

Üstüne bir de TRT, 1974 yılı finalini de naklen yayınlayınca, yarışmaya olan ilgi daha da büyüdü. Televizyon yayınları bir yıl öncesine oranla çok daha fazla evde izlenir olmuştu 1974 yılında. Hakkında çok şey duyduğumuz, çok şey okuduğumuz bu büyük organizasyonun nasıl bir şey olduğunu öğrenmiş ve yarışmaya ısınmaya başlamıştık. Nitekim 1974 yılında finalde yarışan şarkılardan dört tanesi (birinci olan ABBA’nın şarkısı da dâhil olmak üzere) Türkçe sözlerle plak yapıldı, ABBA’nın plağı Türkiye’de de Avrupa ülkelerindeki kadar çok sattı.

Başta müzik piyasası olmak üzere, ülkede yaşayan herkes için Eurovision yeni ve çok renkli, çok zevkli bir eğlenceydi. Ne var ki hikâyenin sonraki kısmı, yine çok renkli olsa da bizim için uzun yıllar boyu pek de eğlenceli olmayacaktı. Tıpkı Nilüfer’in şarkısındaki gibi, “Görecektik kendimizi, o aldatan aynada”.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: İLK ADIM
Published on February 04, 2020 12:26
November 11, 2019
Günün Şarkısı 11 Kasım 2019
İskender Paydaş – “Kağızman”

Şöyle bir baktım da… İskender Paydaş en son 2016’da Su Soley’le birlikte “Müebbet Hayalet” teklisini çıkarmış. Yani üç yıldır yeni bir şey yapmamış, tabii başka albümlere / şarkılara yaptığı düzenlemeleri saymazsak. Kendisi de orkestrasıyla birlikte sürekli sahnede olduğu için aranın bu kadar açıldığı pek de göze görünmemiş demek ki.

İskender Paydaş’ın yeni teklisi “Kağızman”, geçtiğimiz günlerde İskender Paydaş Prodüksiyon etiketiyle yayımlandı. Önce enstrümantal zannettim, dinleyince bir solist olduğunu gördüm. O solist tabii ki İskender Paydaş değil; orkestrasının solistlerinden biri olan Ozan Ünlü imiş ama nedense şarkının ve video klibin künyesinde Ozan Ünlü’nün adı geçmiyor. Teklinin kapağında da İskender Paydaş tek başına poz vermiş.

“Kağızman”ı vakti zamanında Barış Manço da söyledi, Haluk Levent de, envaı çeşit türkücü, şarkıcı da… Bin yıldır bildiğimiz bir türkü. (“Ama yeni nesil bilmiyor,” filan demeyin artık içim şişti bu yeni neslin cehaletinden, bunu da bilsinler bir zahmet artık.)

Türkünün zaten “rock”a, popa gelir bir tarafı var ki İskender Paydaş da oradan yürümüş. Çakı gibi bir düzenlemeyle bu anonim türküyü adeta şahlandırmış Paydaş. Sanki uzun zamandır fazla aşağı düşürdüğü çıtayı biraz yükseltmek, müzisyen tarafının altını çizmek istemiş. Ozan Ünlü zaten iyi bir şarkıcı olduğunu hem sahnede hem de yayımladığı solo işlerde kanıtlamış bir solist ki bu düzenlemenin hakkını da sonuna kadar vermiş.
Belki oturduğunuz yerde “Açayım da bir ‘Kağızman’ dinleyeyim,” demezsiniz ama bir İskender Paydaş konserinde türkünün bu haliyle bir hayli yükselebilirsiniz. Zaten amaç da o olsa gerek. Yoksa insanın “Ne gerek vardı?” diye sorası geliyor insanın. Bir albümde dolgu olabilirdi belki ama tekli olarak yayımlamak da, ne bileyim…
Published on November 11, 2019 11:12
November 10, 2019
Günün Şarkısı 10 Kasım 2019
Seden Gürel – “Uyan”

Bugün 10 Kasım… Benim çocukluğumda 10 Kasımlar yas günleriydi. Bayraklar törenle yarıya indirilir, radyo ve televizyonda ağırlaştırılmış yayın yapılırdı. Hatta okulda o gün hiç gülmememiz, teneffüslerde oyun oynasak bile eğlenmememiz gerekirmiş gibi gelirdi. Öyle hissederdik. Zamanla bu düşünce değişti, 10 Kasımlar bir yas günü değil, bir anma günü oldu. Doğrusu da buydu. Yas’a değil, anmaya, hatırlamaya, anlamaya ihtiyacımız vardı çünkü.

Çok şarkıyla yad edilebilir Atatürk. O’nun sevdiği şarkılar çalınır zaten sıklıkla. Adına yazılmış, O’nu anlatan çok şarkı da var. Ben Seden Gürel’in “Uyan” şarkısını ayrı severim. Zira hesaplı kitaplı, hamasi, büyük büyük laflar eden bir şarkı değildir. Aksine çok saf, çok naif, çok içten bir hüznün, bir özlemin şarkısıdır. 1994 yılında yayımlanan ikinci Seden Gürel albümü “Aklımı Çelme”nin çok göz önüne çıkmamış, gölgede kalmış şarkılarından biridir. Zaten göz önüne çıksın diye albüme konulmadığı da bellidir.
Sözleri Zeynep Talu tarafından yazılan “Uyan”, Aykut Gürel tarafından bestelenmiş ve düzenlenmiş. Şarkının iki farklı gayri resmi videosu var YouTube’da ama her ikisinin de görüntü ve ses kaliteleri bir hayli kötü.
Neyse ki uzun süredir dijital platformlarda bulunamayan albüm bir süre önce bulunur hale geldi. Ses kalitesi de iyi ama kapak görseli hatalı. Her nedense bir sonraki Seden Gürel albümü “Muhtemelen”in kapağı ile servis edilmiş “Aklımı Çelme” albümü. Şuraya orijinalini koyayım da belki zamanla düzeltirler.

“Uyan” bir çağrı… “O kadar çok şey var ki yarım kalan,” diyor şarkının sözlerinde. Tabii şarkının 1994 yılında kaydedildiği düşünülürse, fazla duygusal kalıyor bu cümle. Şimdi olsa “O kadar çok şey var ki tahrip edilen, yıkılan, dökülen, parçalanan…” da denebilirdi.
Published on November 10, 2019 10:19
November 9, 2019
Günün Şarkısı 9 Kasım 2019
Toprak Özcan – “Deniz Kızı”

Hakkında çok fazla bir bilgi bulamadığım, genç bir müzisyen Toprak Özcan. Her hafta dijital platformlara bir dolu daha önce duymadığım ismin şarkısı düşüyor ve hepsini listeme almama rağmen vakit ayırıp dinlediğimde çok azı bende heyecan uyandırıyor. İlgimi çekenleri ise araştırıyorum haliyle. Haklarında bilgi sahibi olmak istiyorum ama çoğu zaman bu mümkün olmuyor. Toprak Özcan’ı araştırdığımda da aynı şey oldu. Bir Baba İndie’deki mülakat dışında hiçbir şey yok. Müzik geçmişi, deneyimi nedir bilmiyorum. Bilseydim, size de aktarırdım.

Toprak Özcan daha önce grup müzisyeni imiş anladığım kadarıyla. Bu yılın yaz aylarında ise kendi adı ile bir projeye soyunmuş ve ilk olarak haziran ayında “Mutlu Şeylerin Şarkısı” adlı şarkıyı kendi hesabına yayımlamış. Geçtiğimiz günlerde yine kendi hesabına yayımladığı “Deniz Kızı” ise Toprak Özcan’ın ikinci teklisi.

İlk şarkısında olduğu gibi bu şarkıda da hem söz ve müziği yazmış, hem düzenlemeyi yapmış, hem de bütün enstrümanları çalıp kaydetmiş Toprak Özcan. Ben her iki şarkıyı da “self made ya da “home made” işler olarak gayet iyi buldum. Özellikle yeni tekli “Deniz Kızı” Toprak Özcan için “umut vaat eden” tabirini kullanabilmeyi gayet mümkün kılıyor. Hani tam olarak tarif edemezsiniz ama bir ışık, bir renk görürsünüz, “buradan bir şey çıkar,” dersiniz. İşte tam olarak o.
Çok orijinal, çok eşsiz, çok yeni değil belki duyduğunuz şey ama çok orijinal, çok eşsiz ve çok yeni şeyler yapabilecek bir müzisyeni işaret ediyor. Tabii iki şarkıdan bu çıkarımı yapmak fazla iyimserlik gibi gelebilir. Bekleyip görmek lazım.
Bu arada “Deniz Kızı”nın bir de canlı akustik kaydının videosu var. Onu da yazının sonuna iliştireyim.
Published on November 09, 2019 22:00
November 8, 2019
Günün Albümü 8 Kasım 2019
Çeşitli Sanatçılar – “Süper Karışık”

Türkiye’de müzik dinlemek için kaset kullanılmaya başlanmasının tarihi çok daha eski olsa da, 1986’da yürürlüğe giren bandrol yasası ile birlikte yasal kaset üretimin başlaması, plakların sonunu getiren kaset furyasının asıl başlangıcı oldu. Bu dönemde birçok firma maliyeti çok daha düşük, kârı çok daha fazla kasetleri tercih etmeye başladı ve birçok albüm plak olarak basılmadı. Dahası, firmalar çok sayıda toplama kaset yayımladılar. Bu kasetlerin büyük kısmı bugünlere ulaşmadı ama içlerinde arşiv açısından değer taşıyanlar da vardı. Neden mi? Çünkü bazı şarkıcıların albümlere girmemiş kayıtları da yer alıyordu bu karışık kasetlerde.

İşte 15 Eylül 1986 tarihinde Yaşar Plak etiketiyle yayımlanan “Süper Karışık” da böyle bir kasetti. Tür ayrımı ve müzikal bir akış gözetmeksizin, rastgele seçilmiş, rastgele sıralanmış 13 şarkı vardı bu albümde. İlk bakışta öyle gözüküyordu en azından ama biraz daha dikkatli bakınca kasette çok enteresan şarkıların yer aldığını fark etmek mümkündü.

Mesela Bergen’in o güne dek yayımlanmış albümlerinde yer almamış iki şarkı: “Mecburum” ve “Böyle Kadere”. Bergen o günlerde “Acıların Kadını” albümü ile çok popülerdi ve “Süper Karışık” kasetinin ilanlarında da Bergen ismi ön plana çıkarılmıştı bu yüzden.

Bir dönem Beyaz Kelebekler’in solisti olarak adını duyurmuş, solo kariyerinde ise arabesk şarkılar söylemeyi tercih etmiş Semra İleten’in de daha önce yayımlanmamış iki kaydı vardı kasette. O günlerin çok popüler iki şarkısı “Gülüm Benim” ve “Dertli Dertli” de bu kez Semra İleten’in sesinden çıkıyordu dinleyici karşısına.

Bunlardan daha da enteresanı ise daha önce hiç duymadığımız iki Nilüfer şarkısıydı: “Alçak Gönüllü” ve “Kiminse”. O güne dek hiçbir şarkının künyesinde adını söz yazarı olarak görmediğimiz Nilüfer, bu iki şarkının sözlerini kendisi yazmıştı ve her iki şarkı da birer yabancı şarkının uyarlamasıydı. Bu şarkılar “Nilüfer ’79” albümü için Burç Plak hesabına kaydedilmiş, nedense o albüme girmemiş ve Yaşar Plak’ın bu toplamasıyla ilk kez dinleyici karşısına çıkarılmıştı.

Nükhet Duru’nun 1981 yılında Yavuz Plak etiketiyle yayımlanmış “Nükhet Duru ‘81” albümünden “İstanbul İstanbul”, Ajda Pekkan’ın Yaşar Plak’la anlaşmazlığa düştüğü dönemde yayımlanmış “Sevdim Seni” albümünden “Alışmak Sevmekten Zor” ve Sibel Egemen’in 1983 çıkışlı “Dünyam Değişti” albümünden “Vazgeçmem Senden”, kasetin pop kanadında kalan şarkılardı.

Tülay Özer – Yaşar Plak işbirliğinin 1981 çıkışlı albümü “Kalbimdeki Sevgili”den “Bir Fincan Kahve”, Ferdi Özbeğen’in 1980 albümü “Nice Yıllara”dan “İşte Bizim Hikâyemiz”, Adnan Şenses’in 1985’de Yaşar Plak etiketiyle sadece kaset olarak basılan “Dönme Sevgilim” albümünden “Topraklara Gömeceğim”, “Süper Karışık”ın alaturka – arabesk kıvamını artırıyordu. Halk müziğinden ise bir tek Ümit Tokcan’ın 1986’da yine sadece kaset olarak basılmış “Hicran” adlı albümünden alınan “Nerdesin Sen” adlı şarkı vardı. (Adnan Şenses'in "Dönme Sevgilim" kaseti 1994 yılında, Ümit Tokcan'ın "Hicran" adlı kaseti ise 2014 yılında Yaşar Plak tarafından yeniden yayımlandı.)

İşte bu hakikaten süper bir biçimde karışık kaset geçtiğimiz günlerde Yaşar Plak tarafından dijital albüm olarak yayımlandı. Böylece kaset baskısı üzerinde kalmış bir dolu şarkı daha bugüne ulaşmış oldu. Bergen’in sesini halihazırda dijital platformlarda mevcut albümlerinin dışında kalmış iki şarkıda yeniden duymak, Nilüfer’i belki de kariyerinin en tuhaf şarkısı denilebilecek “Alçak Gönüllü”de dinlemek ve aslında bütünde ‘80’ler müziğine şöyle balıklama dalmak için eşsiz bir albüm bu. Üstelik ses kalitesi gayet iyi. Tavsiye ederim.
Published on November 08, 2019 10:32
November 7, 2019
Günün Şarkısı 7 Kasım 2019
Bülent Ersoy – “Bir Tanrıyı Bir de Beni Unutma”

O zamanlar müzik piyasasının kalbi Unkapanı Plakçılar Çarşısı’nda atıyordu. Açık bir iş hanı görünümündeki o binada yan yana dizilmiş, her birinin vitrini plaklar, afişlerle süslü, her birinden müzik sesleri yükselen dükkanlar aynı zamanda sektörün en irili ufaklı plak şirketlerinin ofisleriydi. Hem rakip hem de dosttular birbirleriyle.

En büyük rekabet şarkıcı transferlerinde yaşanırdı ama iş yapacak bir şarkının kokusu alındığında da ortalık karışırdı. “Baharı Bekleyen Kumrular Gibi” ya da “Bir Tanrıyı Bir de Beni” ya da “Aşk Duası” adlarıyla bilinen şarkı da 1978 yılında Plakçılar Çarşısı’nı fena karıştıracaktı.

Sözleri Ali Tekintüre’ye, bestesi Coşkun Sabah’a ait bu şarkı aslında ilk kez Bülent Ersoy’un sesinden halka ulaştı. 1974 yılında henüz hiç kimsenin adını bilmediği bir solistken birdenbire Maksim Gazinosu’na assolist olarak çıkarılan Bülent Ersoy üç yıl içerisinde büyük bir şöhret yakalamış, ülke müzik ve magazin gündemine adeta bomba gibi düşmüştü.

Plaklarında tamamen, sahnede ise ağırlıklı olarak klasik Türk müziği eserleri seslendiren, sesi Müzeyyen Senar’a, hâli ve tavrıyla Zeki Müren’e benzetilen bu genç, 1977 yılında konservatuardan arkadaşı Coşkun Sabah’ın “Toprak Alsın Muradımı” adlı bestesini seslendirmiş, bu arabesk – alaturka şarkı hem Bülent Ersoy’a hem de adı henüz geniş kitlelerce tanınmayan Coşkun Sabah’a ivme kazandırmıştı.

Aynı yılın 31 Ekim günü Bülent Ersoy’un ikinci sinema filmi Ölmeyen Şarkı sinemalarda gösterime girdi. Bülent Ersoy, baş rollerini Fatma Girik ve Gülşen Bubikoğlu ile paylaştığı bu filmde bir konservatuar hocasını canlandırıyor ve bu yüzden de yine ağır Türk müziği şarkıları söylüyordu ama filmde bir de daha önce hiç duyulmamış bir şarkı vardı. “Baharı Bekleyen Kumrular Gibi” diye başlıyordu şarkı ve sözleri Ali Tekintüre’ye, bestesi Coşkun Sabah’a aitti.

Şarkı film sayesinde kısa sürede dikkat çekti. Bülent Ersoy’un sesinden plak olarak yayımlanması kaçınılmazdı artık. Oldu da nitekim. Ancak olay tam da burada patlak verdi. 1978 yılı mart ayı içerisinde bu şarkı Bülent Ersoy’un yanı sıra Emel Sayın ve Mine Koşan tarafından da plak yapıldı. Emel Sayın’ın plağını yayımlayan Yavuz Plak ile Bülent Ersoy’un plağını yayımlayan Elenor Plak arasında bir mücadele başladı.

Besteyi Coşkun Sabah 1975 yılında Yavuz Plak’a Emel Sayın’ın okuması için satmış, ancak şarkı plak yapılmayınca iki yıl sonra Bülent Ersoy’un okuması için bu defa Elenor Plak’la anlaşmıştı. Şarkı birdenbire popüler olunca Yavuz Plak da Emel Sayın kaydını 2 yıl sonra plak yapıvermişti. Coşkun Sabah şarkıyı ikinci kere satarken durumdan Elenor Plak’ın haberdar olduğunu söylüyor, Elenor Plak ise bunu yalanlıyordu. Fakat o arada ne olmuşsa olmuş, Coşkun Sabah Bülent Ersoy’a bir sebepten kızmış ve kendi tabiriyle ona “haddini bildirmek” için şarkıyı bir de Mine Koşan’a vermişti. Plakçılar Çarşısı’nda yaşanan “Baharı Bekleyen” enflasyonunun sebebi buydu.

Bir de tuhaf bir başka durum var ki şarkı Emel Sayın için satıldığında adı “Aşk Duası” idi ve Sayın’ın plağı da bu adla çıkacaktı. Oysa Bülent Ersoy’un plağında “Bir Tanrıyı Bir de Beni Unutma” adıyla yer alıyordu. Aynı plağın B yüzünde söz ve müziği Bülent Ersoy’a ait şarkının adı neydi peki? Şaka gibi ama “Aşk Duası”. Bu bir tesadüf müdür, bir hinlik mi onu bilmiyorum.

Olayın devamında ne olduğunu bilmiyorum. Şirketler birbirlerine ya da besteciye dava açtılar mı, açtılarsa nasıl sonuçlandı, bu konuda hiçbir bilgi bulamadım ama “Baharı Bekleyen” sonrasında Adnan Şenses, Gönül Yazar, Ferdi Özbeğen, Ahmet Özhan ve Gökben gibi birçok isim ve bestecisi Coşkun Sabah tarafından da yeniden seslendirildi, dönemin en popüler şarkılarından biri olarak yıllarca dilden dile dolaştı. Bugün de çok kişi ezbere bilir hâlâ.
Şarkıyla ilgili bir başka anektod var ki ondan da bahsetmem lazım. Başından beri birbirinin rakibi olan ve birbirilerinden hiç mi hiç haz etmeyen Zeki Müren ve Bülent Ersoy 1980 yılında Gülizar Gazinosu’nda Nigar Uluerer’in doğum günü kutlaması vesilesiyle aynı ortamda bulunur, gazetecilere birlikte ilk kez poz vermekle kalmaz, sahnede bir şarkıyı da beraber söylerler. Seneler sonra bu ses kaydı bir şekilde ortaya çıkar ve ikilinin tek düeti olarak tarihe geçer. Hangi şarkıyı söylemişlerdir dersiniz?
Published on November 07, 2019 07:09
November 6, 2019
Günün Şarkısı 6 Kasım 2019
Pera – “Ölebilirim”

Bir dönem Türkçe müzik piyasasını kasıp kavurmuş “rock” furyası etkisini yitirince olan o dönem adını duyurmuş genç gruplara oldu. Zaten köşe başlarını tutan isimler belliydi, onların arasına giremeyenler içinse başka yönlere gitmek ya da dağılmak seçenekleri kaldı geriye. O furyayı ucundan yakalamış genç bir grup olan Pera ise kendi köşe başını tutabilmeyi bir şekilde başardı. İstikrarlı gitti, yolunu şaşırmadı, zaman içinde kazandığı kitleyi hayal kırıklığına uğratmadı.

2012 yılında piyasaya çıkan ilk albümünden beri sevdiğim, dikkate değer bulduğum, önemsediğim bir grup oldu Pera. Sonrasında üç albüm daha yaptılar, üzerine tekliler de koydular. 2019 yılında grup cephesinden iki tekli gelmişti: “Sorarım Hayatı” ve bir arabesk “cover” olan “Yakarsa Dünyayı Garipler Yakar”. Pera’nın yeni teklisi “Ölebilirim” ise geçtiğimiz günlerde Soundfeed Production etiketiyle piyasaya sürüldü.

Söz ve müziği Gökhan Mandır’a ait “Ölebilirim”, klasik kalıplarda, melodik bir “rock” şarkısı. Dinleyeni çabuk kavrıyor, dile kolay dolanıyor. İsmi çok dramatik olsa da sözlerdeki esprili tavır ve kıvraklık melodide de kendini gösteriyor. Zaten şarkının Gökhan Mandır tarafından çekilen klibi de ona nispet, epeyce eğlenceli. Belli ki klibi çekerken de, şarkıyı çalıp söylerken de eğlenmişler. Bu da şarkının enerjisine doğrudan yansımış. Dijital platformların kaygan zeminlerinde sayısal veriler ne gösterir bilemem ama şarkının tam bir “konser hiti” olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Published on November 06, 2019 11:15
November 5, 2019
Günün Şarkısı 5 Kasım 2019
Yiğit Mahzuni Feat. Genco Arı – “Şefaat”

Yiğit Mahzuni (Yiğit Birkan Demir), Âşık Mahzuni Şerif’in torunu ve müzik genlerini aileden alan, 1996 doğumlu gencecik bir müzisyen. Henüz 20 yaşındayken, 2016 yılında ilk albümü “Seni Düşündüm” ile müzik piyasasına resmi girişini yapan Yiğit, aslında çocukluğundan beri hem enstrüman çalıyor, hem türkü söylüyor ve dahası beste yapıyormuş.

2017 yılında yayımlanan “Mahzuni’ye Saygı” adlı albümde Mustafa Ceceli ile birlikte “Merdo”yu seslendiren Yiğit Mahzuni, yakın dönemde de YouTube videoları ile kendi kitlesini yarattı.

Yiğit Mahzuni 2019 yılı Nisan ayında Dilşah Gücüm’le birlikte “Iğdır’ın Al Alması” türküsünü caz formunda bir düzenlemeyle seslendirmişti ki o da bir Genco Arı prodüksiyonuydu. Mahzuni’nin ILS Vision Music etiketiyle yayımlanan yeni şarkısı “Şefaat”in düzenlemesi de Genco Arı tarafından yapılmış.

Âşık Mahzuni Şerif denince akla ilk olarak “Çeşmi Siyahım” gelir, “Yuh Yuh” gelir, “Dom Dom Kurşunu”, “Zalım” filan gelir de “Şefaat” hemen gelmez. Türkü Mahzuni tarafından 1973 yılında plak yapılmıştır. Asıl adı “Dünyanın Hesabı Ahrette” olan türkünün orijinali de dört kıtadan oluşuyor ama Yiğit Mahzuni versiyonunda sadece ilk kıta kullanılmış. Zaten bu versiyon bir yandan Âşık Mahzuni Şerif’in o derya deniz bilgeliğini, eşsiz ozanlığını torununun sesiyle bugüne taşırken, bir yandan da bugünün ritim ve “sound” anlayışının izlerini sürüyor. Elektronik dans müziği altyapılı türküler modasından daha farklı, daha incelikli bir iş bu. Sadece bağlama sesinin kullanımındaki ustalık bile bunu gösteriyor ki bu tamamen her tür müzik türüne çok hâkim Genco Arı’nın başarısı.

Yiğit Mahzuni ağız ya da şive yapmadan, yüksek perdelerde dolaşmadan, çok temiz, duru ve sakin bir biçimde seslendirmiş türküyü. Böylece türkünün içindeki derin hüzün de daha dokunaklı bir biçimde çıkmış ortaya. Kendisi de beste yapabiliyor iken bir yandan dedesinin mirasına sahip çıkıyor olması da ayrıca alkışı hak ediyor.
Yiğit Mahzuni ve Genco Arı işbirliği bu yolda başka işlerle devam eder umarım. Çünkü burada geleceğe dair umut veren bir ışık var.
Published on November 05, 2019 14:20
Günün Şarkısı 4 Kasım 2019
Fettah Can – “Bırak Ağlayayım”

Fettah Can 2018’de “Kalakaldın mı?” ve “Aradığım Aşk” adlarını taşıyan iki tekli yayımlamıştı. 2019’da Fettah Can cephesinden gelen ilk şarkı ise geçtiğimiz günlerde CF etiketiyle yayımlandı. Söz ve müziği CF’nin C’si Cansu Kurtçu’ya ait “Bırak Ağlayayım” adlı şarkının düzenlemesi Alper Atakan tarafından yapılmış.

Bir dönemin en üretken söz yazarı ve bestecilerinden biri olan, 2014 yılından bu yana dört albüm ve çok sayıda tekli ile üretimlerine şarkıcı olarak da devam eden Fettah Can’ın kendi kuşağının birçok önemli ismi gibi bir süredir rölantide gitmesinin anlaşılabilir bir tarafı var. Bildiğimiz, sevdiğimiz, bin yıldır kanıksadığımız şarkı formunun sallantıda olduğu bir dönemdeyiz. O formda şahane işler yapmış müzisyenler için de şahane işler dinlemeye alışmış dinleyiciler için de zor bir dönem. İki tarafında motivasyonu düşmüş durumda zira.

Fettah Can’ın yeni şarkısı “Bırak Ağlayayım” da içinde alaturka nağmeler barındıran, Akdenizli Egeli havalardan çalan hoş bir “yetişkin pop” şarkısı. Hani efkârlı bir anınızda iki kadehinize eşlik edebilecek, ya da eş dost bir arada demli bir sofrada bir ağızdan söylenebilecek türden şarkılardan. Eğer her şeye rağmen bu türde şarkıların duygusuyla, etkisiyle bağınız hâlâ kopmadıysa sözlerinin, ritminin, ud sesinin ya da Fettah Can’ın sesinin sizi bir yerden yakalayabileceği bir şarkı.
İçinde melodi olan, söz olan, müzik olan, duygu olan şarkılar yazmakta, çalmakta, dinlemekte direnmeli. Fettah Can direnmeli, Cansu Kurtçu direnmeli, Alper Atakan direnmeli. Sayısal verilerin asap bozucu kurt kapanına rağmen direnmeli. Müziğin sadece bir element, bir unsur, bir öğe olarak kullanıldığı ve bütününü “müzik” diye tanımlamanın anlamsız kaldığı “şey”lerin içinden başka türlü çıkmamız zor.
Published on November 05, 2019 13:23
November 3, 2019
Günün Şarkısı 3 Kasım 2019
Mabel Matiz – “Gözlerine”

“İlk defa bir sanatçı klibinde osmanlının bir padişahına yer veriyor BÜYÜK SANATÇISIN MABEL MATİZ”
“dislike atanlar fatih sultan mehmed portresini hazmedemeyen batılı puştlar”
“Mabel matiz abimizin bu defa ki klibi bayanların katılımı ile muhteşem bir çekim gerçekleştirmiş olup klibin ilgi çekici figürleri ve yeni yüzleri daha da hit kazandırmıştır...”
“Dansözün memintolar da tombiktoymuş.”
“Mabel,subliminalleri dayamışsın,şair arka planda ne anlatmak istiyor? :)”

Yukarıdaki cümleler tahmin edersiniz ki bana ait değil; Mabel Matiz’in yeni şarkısı “Gözlerine”nin klip altı yorumlarından birkaçı. Noktasına virgülüne dokunmadan alıntıladım. Bunların yanı sıra yüzlerce farklı yorum da var, merak eden okur / okuyordur zaten. Kimileri beğenilerini anlatıyor kendince, kimileri metaforları analiz ediyor, kimileri şarkıyı bir şeylere benzetiyor, birilerine yakıştırıyor filan…

Klip altı yorumları çoğu zaman asap bozucu olsa da aslında çok şey anlatıyor. Müzisyenler nasıl bir kitleye hitap ettiğine, anlatmaya çalıştıklarının nasıl ve ne kadar anlaşıldığına dair çok fazla ipucu bulabilir bu yorumlarda. Müzisyen değilim ama bir yazar olarak ben şu ipucunu çok net görüyorum mesela: İnternet çağında yazmak, üretmek her zamankinden daha zor artık. Eskiden eğitimle, okumayla, görmeyle, denemeyle, öğrenmeyle şekillenirdi insanın algısı, bakış açısı, donanımı… Şimdi sadece internetle şekilleniyor. Oradan öğreniyor, oradan okuyor, orada görüyor, işitiyor, deniyor ve oradan bakıyoruz hayata. Hepimizin kafası karışık o yüzden. Aslında neyi sevdiğimizi, neyi beğendiğimizi, neyi önemseyip neyi ciddiye almadığımızı bile tam olarak bilmiyoruz. Kimse bilmiyor. Bu dönemde yazılanlar, üretilenler de bu kaosun içinde arıyor anlamını. Çoğu kez de bulamıyor.

Mabel’in hem şarkı sözlerinde hem de kliplerinde incelikli detaylar, göndermeler, küçük kelimelerle kurulmuş büyük cümleler, yer yer objelerle, kostümler ya da sadece atmosferle sembolize edilmiş düşünceler, duygular var. Yani internet çağının kafası karışıklarını büsbütün sersem edecek şeyler… Mabel dozu giderek arttırıyor çünkü zaman içerisinde o cesareti ve özgürlüğü buldu kendinde. “Gözlerine” de böyle bir şarkı. Bir yanıyla hummalı bir aşk şarkısı, orta doğulu ve oryantal; yani tam ağız tadımıza uygun ama öte yandan rahatsız edici, dürten, çomak sokan bir tarafı da var.

Başından beri bizi Mabel şarkılarına bizi en çok ısındıran şeylerden biri de melodilerinin kulağımıza hep tanıdık gelmesi oldu. İçinden Barış Manço, Zeki Müren, Sezen Aksu, Ajda Pekkan hatta Türkan Şoray, Sadri Alışık, Adile Naşit, Münir Özkul geçiyordu sanki şarkılarının. Belli belirsiz, bir silüet, bir iz, bir anı, bir yara tebessüm, bir yara gibi… Çetrefil şarkı sözlerine, Mabel’in çatallı sesine, zor anlaşılır diksiyonuna rağmen şarkılarının bunca sevilmesinde o aşinalığın payı büyük. “Gözlerine” ise aşinalığın dozunu biraz kaçırıp, doğrudan bir Erkin Koray şarkısı gibi tınlıyor. “Şaşkın”a benzediği yorumlarına katıldığımı söyleyemem, melodik örgü, yürüyüş, ritim filan benzese de nota diziliminin kopyalandığını söylemek haksızlık olur.

Bununla birlikte yine klip altı yorumlarında dile getirilen bir başka hususa yüzde yüz katılıyorum. Şayet İbrahim Tatlıses hâlâ aktif olarak piyasada olsaydı, ne yapar eder bu şarkıyı Mabel’den alır, okurdu. Ve yakışırdı da… Tam da bu nedenlerle “Gözlerine” diğer Mabel Matiz şarkılarından ayrı bir yere yerleşebilir ve daha uzun vadeli, daha geniş çaplı bir etki yaratabilir. Tıpkı Sezen Aksu’nun “Rakkas”ı, Tarkan’ın “Gül Döktüm Yollarına”sı, Erkin Koray’ın “Fesupanallah”ı gibi. Çünkü evet, bizim öyle “ömürlük” oryantal klasiklerimiz var; modası hiç geçmeyen, hiç eskimeyen. Nasıl ki “Rakkas”ın aslında bir tuhaf geleneğimizi, oturak alemlerini anlattığı, pistte göbek atan kimsenin umuru olmadıysa, “Gözlerine”nin ne anlattığına da takılmayabiliriz o coşkuyla. Şarkının bestesinde Sezen Aksu’nun da payı olması ve ilk kez bir şarkıda Mabel ve Sezen’in ortak imzasının olması da kaderin bir cilvesi gibi düşünülebilir buradan bakınca.

Şarkının aranjörü Sabi Saltıel ise bu sıralar yaptığı her işle kendi çıtasını yükseltiyor. Bu şarkıda da hem eski hem yeni düzenleme ve “sound” anlayışının bu kadar ustalıkla iç içe geçirilmiş olması tesadüf değil. Saltıel şimdiden 2020’li yılların Türkçe müziğinde adı sıklıkla anılacaklardan olmayı garantilemiş gözüküyor.
Ana akıma kendi müziğini kabul ettirmiş ya da kendi müziğiyle ana akım tabirinin yanına bir soru işareti koymuş bir müzisyenin bir gün bir şarkıyla ana akım geleneklerine selam durması ne derece gereklidir, doğrudur? Bu bilinçli ve stratejik bir hamle midir yoksa canı sadece eğlenmek, bu akım makım kategorizasyonlarına tekme sallamak mı istemiştir, onu Mabel’in bundan sonra yapacaklarını görünce anlayacağız.
Published on November 03, 2019 12:20
Yavuz Hakan Tok's Blog
Yavuz Hakan Tok isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.
