Yavuz Hakan Tok's Blog, page 10
March 23, 2020
"Bu Milletin Parası Çarçur Edilmez!"
Seninle Üç Dakika
1977
“Bu Milletin Parası Çarçur Edilmez!”

1976 yılının yaz aylarında TRT koridorlarında 1977 Eurovision Şarkı Yarışması konusunda fısıltılar yayılmaya başlamıştı. Artık katılmamız gerektiğini savunanlar kadar henüz hazır olmadığımızı iddia edenler de vardı. Müzik camiası TRT’den çıkacak kararı heyecanla beklerken, Bülent Özveren’in şimdiden yeni bir şartnameyi kaleme almaya başladığı yazılıp çizilecekti.

Eylül 1976’da TRT televizyonu, iddialı bir yeni sezona başlayacağını duyuruyor, o yıllarda çocukluğunu yaşamış herkesin hafızasına kazınacak Heidi ve Vikingler çizgi filmleri ve yıllar boyu izlemekten bıkmayacağımız Küçük Ev, Mc Millan ve Karısı, Kadın Polis gibi diziler o sezon ilk kez izleyici karşına çıkıyordu.


4 Ekim 1976 günü İstanbul’da benzinin tamamen tükendiği ve araba kuyruklarının kilometrelerle ölçüldüğü gün olarak tarihe geçecek, benzin kuyrukları uzunca bir süre hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelecekti.

12 Kasım 1976 tarihinde İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu can güvenliği ve öğretim özgürlüğü bulunmadığı gerekçesiyle öğretime süresiz olarak ara verdiğini duyurdu.

24 Kasım’da Van’da yaşanan deprem, yüzlerce cana mal olacak, deprem için yardım gündeme geldiğinde 180 milyon lira bulunması gereken afet fonunda sadece 20 milyon lira bulunduğu ortaya çıkacaktı.

1977 Eurovision Şarkı Yarışması için başvurusu süresinin dolmasına çok az bir zaman kalmasına karşın TRT’den henüz bir karar çıkmamıştı. Yarışmaya ilk kez katıldığımız 1975 yılında verilen katılma kararı, o günlerin TRT Genel Müdürü İsmail Cem tarafından onaylanmış ve toplamda 800 bin lira tutacak yarışma bütçesi, genel müdürlük yetkisini aştığı için yarışma dört ayrı programmış gibi bütçelenmiş, böylece TRT Yönetim Kurulundan onay almaya gerek kalmaksızın yarışma düzenlenebilmişti.

Daha sonraları tartışmalara neden olacak bu uygulamadan kaçınmak için Televizyon Dairesi bu defa tamamı 200 bin liralık yetki sınırı dahilinde kalan bir bütçe hazırlamış ve Genel Müdür Şaban Karataş’a sunmuştu. Buna karşın Karataş “Bu milletin parası rastgele çarçur edilmez! Adamdan hesap sorarlar,” demekteydi.

Aynı günlerde ortaya çıkan bir başka söylenti ise TRT’nin o yıl yarışmada Türkiye’yi temsil etmesi için Ajda Pekkan ismi üzerinde durduğu yolunda idi. Böylece sadece şarkı seçimi yapılacaktı. Şayet Ajda Pekkan ile anlaşılamaz ise Nilüfer ve Nükhet Duru diğer seçeneklerdi.


“Türkiye Yarışmaya Neden Katılmadı?”
Film-San Vakfı tarafından organize edilen İstanbul Uluslararası 1. Müzik ve Film Festivali kapsamında düzenlenen Uluslararası Şarkı Yarışması, 1976 yılı aralık ayı başında İstanbul Sheraton Oteli balo salonunda yapıldı.

İlk ve son kez düzenlenecek bu yarışma, kelimenin tam anlamıyla bir fiyaskoya dönüşecek ve Türkiye’nin böylesi organizasyonlarda henüz ne kadar acemi olduğunu bir kez daha gözler önüne serecekti.

TRT’nin de destek çıktığı ve üç gece boyunca canlı yayınla ekranlara getirdiği yarışma, belki biraz da Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmıyor olmamızın bir özrü gibi düşünülmüş ama ortaya çıkan sonuç, organizasyon aksaklıkları nedeniyle adeta bir skandala dönüşmüştü.

Türkiye’yi Neco ve Tanju Okan’ın temsil ettiği festivalde (ilk açıklamada adı geçen Nilüfer, daha sonra yarışmaya karılmaktan vazgeçmişti), 26 ülkeden gelen 40 şarkıcı arasında Neco birinciliği alacak, ancak yarışmanın üzerine düşen gölge nedeniyle bu birincilik de şaibeli bulunup, kimseyi sevindirmeyecekti.

Nitekim ‘80’li yıllarda Türkiye’de çok daha eli yüzü düzgün organizasyonlarla böylesi yarışmalar düzenlendiğinde de Türkiye hep üst sıralarda olacak, hatta birçok da birincilikler alacak ama biz bunların hiçbirini Eurovision Şarkı Yarışması’nda alacağımız birkaç puan kadar önemsemeyecek ve sahiplenmeyecektik.

İngiliz televizyoncularının grevi nedeniyle beş hafta ertelenmek zorunda kalan ve neredeyse iptal edilme noktasına gelen 1977 finaline kısa bir zaman kala Eurovision Şarkı Yarışması şartnamesinde bir de değişiklik yapılmıştı. Artık ülkeler şarkılarını resmi dillerinde seslendirmek zorundaydılar.

Sadece o yıla mahsus olmak üzere, bu kuralın getirilmesinden önce şarkılarını seçmiş bulunan Belçika ve Batı Almanya’ya özel müsaade edilecek ve bu iki ülkenin temsilcileri finalde şarkılarını İngilizce olarak seslendirecekti. Yarışmanın ilk yıllarında da uygulanmış olan bu kural daha sonra üye ülkeler tarafından oylanarak da kabul edilecek ve yarışmaya tekrar dil serbestisinin getirilmesi için çok uzun yıllar geçmesi gerekecekti.

1977 yılı Eurovision Şarkı Yarışması, 7 Mayıs gecesi İngiltere’de, Wembley Konferans Merkezi’nde yapıldı. TRT tarafından naklen yayınlanan yarışmayı Londra’dan Türkiye’ye radyodan Ümit Tunçağ, televizyondan Bülent Özveren anlatıyordu. Türkiye’de herkesin ekran başında olduğu ve yarışmayı heyecan duymaksızın izlemekle yetindiği o gece birincilik, Marie Myriam tarafından “L’oıseau Et L’enfant” adlı şarkıyla temsil edilen Fransa’nın olacaktı.
Ev sahibi ülke İngiltere, Lynsey de Paul ve Mike Moran tarafından seslendirilen “Rock Bottom” adlı şarkıyla ikincilik tahtına otururken, üçüncülük The Swarbriggs topluluğunun seslendirdiği “It’s Nice To Be In Love Again” adlı şarkıyla İrlanda’nın oluyordu.

Yarışmadan sonra TRT ekibinden Ümit Tunçağ, Londra izlenimlerini anlatırken, şu cümleyi sarf edecekti: “Bence en önemli olay BBC’nin Cockney Restoran’da verdiği yemek ile bütün ülke delegelerinin ‘Türkiye yarışmaya neden katılmadı?’ şeklindeki sorularıydı.”

Gerçekten bunu sormuşlar mıydı? Yokluğumuz gerçekten hissedilmiş miydi, yoksa bu sadece Türk ekibine karşı gösterilmiş bir nezaket miydi orası bilinmez ama Türkiye’de de herkes birbirine aynı soruyu soruyordu. İki yıl mola fazla değil miydi? Artık katılmamız gerekmez miydi? Bu sorulara cevap almak için bir süre daha beklememiz gerekecekti.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: "SADECE TÜRKÇE"
Published on March 23, 2020 10:45
March 18, 2020
"Bir Başkadır Benim Memleketim"
Seninle Üç Dakika
1976
“Bunların Hesabı Sorulacaktır!”
12 Nisan 1975’te Süleyman Demirel’in kurduğu Milliyetçi Cephe Hükümeti meclisten güvenoyu aldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 39’uncu hükümeti olarak göreve başlayan kabine, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi koalisyonu ile kurulmuştu.
Yeni hükümetin ilk icraatlarından biri, Ecevit hükümeti döneminde Kanun Hükmünde Kararname ile TRT Genel Müdürlüğü görevine atanan ve görev süresi boyunca muhalefet tarafından hedef haline getirilen İsmail Cem’in TRT Genel Müdürlüğü görevinden alınması olacaktı.
İsmail Cem
17 Mayıs’ta görevinden el çektirilen Cem’in yerine İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın atandığı duyuruldu. İsmail Cem ve Milliyetçi Cephe Hükümeti arasındaki hukuk savaşı aylarca sürecek ve ülke siyaset gündemini meşgul edecekti.
Nevzat Yalçıntaş
Ülkedeki siyasi cepheleşmenin mitinglere, gösterilere, çatışmalara, üniversite olaylarına dönüşüp patlak verdiği o günlerde, müzik çevrelerinde hâlâ Eurovision Şarkı Yarışması hezimeti konuşuluyordu. 1976’da yapılacak yarışmaya katılmak üzere plan ve projeler geliştirilmeye başlanmıştı bile. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes kendince bir fikir ileri sürüyordu. Herkes yarışmaya katılmaya en az geçen seneki kadar gönüllüydü. Peki ya TRT?..
23 Haziran 1975 tarihli TV'de 7 Gün dergisi haberi
Müzik dünyasının gündemine bomba gibi düşen açıklama, TRT Genel Müdürlüğü tarafından 15 Temmuz 1975 günü yapıldı:
“Türk kültürünün yurt dışında uluslararası yarışmalara katılarak tanıtılması, ancak belli bir sanat düzeyinin üstüne çıkmak ve bu yarışmalarda iyi dereceler almakla mümkündür. Halbuki çoksesli ve Türk ruhunu hafif müzik türünde de en iyi yoldan yansıtmak için gerekli koşulların bu tür müzik ile ilgili geleneğin teşekkülünün henüz gerektiği kadar belirgin bir hale gelmemiş olması ve gerek ezgi, gerek armonileme, gerekse sözlerin müziği en iyi bir şekilde uygulanmasına ait zaafların yazılan parçaların aleyhine sonuç vermeleri dolayısıyla Türkiye’nin lehine değil, aleyhine bir propagandaya yol açması mümkündür. Nitekim 1975 yarışması böyle bir sonuç vermiştir. Kaldı ki bu uluslararası yarışmaya her yıl katılma mecburiyeti de yoktur. Bu itibarla, daha iyi hazırlanma devresine girerek, bu yılki yarışmaya katılmama kararı alınmıştır.”
21 Temmuz 1975 tarihli TV'de 7 Gün dergisi haberi
Bu hayli çetrefilli cümlelerle gerekçelendirilmiş karar, TRT Yönetim Kurulunun imzasını taşıyordu. Karardan birkaç gün önce yeni TRT Genel Müdürü Nevzat Yalçıntaş’ın yarışmaya ne olursa olsun katılmak gerektiği konusunda fikir beyan ettiği haber konusu olmuş, ancak kuruldan büyük çoğunlukla katılmama kararı çıkmıştı. Bu karar yoğun tepkiyle karşılanacak, Avrupalıların bizi korkaklıkla suçlayacağı, beceriksizlikle yargılayacağı düşüncesine varana dek söylenmedik laf bırakılmayacaktı. O günlerde müzik camiasındaki kimi isimlerin karar hakkında verdikleri beyanatlar şöyleydi:
Yeşim: “Şayet sonuç geçen yılki gibi olacaksa, olmaması daha iyi oldu.”
Cici Kızlar: “Türkiye’de yapılan yarışmanın şekli her zaman münakaşa götürebilir. Ancak büyük Eurovision’a katılmamak gerçekten çok yanlış bir karardır.”
Timur Selçuk: “İktidardaki hükümetin de bu işte rol oynadığı düşünülürse, yarışmanın yapılmaması kararının alınması normaldir. Fakat bunların hesabı sorulacaktır!”
Attila Özdemiroğlu: “Bu vurulan en son darbedir demeyeceğim. Çünkü daha çok darbeler vurulacaktır. Türk bestecilerinin ve Türk aranjörlerinin yetersiz olduğu gerekçesi hiçbir mantığa sığmaz.”
Semiha Yankı: “Alınan bu kararda geçen yılki derecemizin etkisi olduğunu zannetmiyorum.”
Şenay: “Fırsatları neden değerlendirmiyor ve müzik konusunda geleceğimizi neden kötü bir hatıranın içine gömüyoruz anlamıyorum.”
Gökhan: “Bu doğrudan doğruya Türk bestecilerine ve Türk sanatçılarına indirilmiş ağır bir darbedir.”
Erol Büyükburç: “Böyle yarışmalara katılmak için grupların oluşması ve grupların da gerek melodi, gerekse armoni ve aranjmandaki altyapı, senkoplar, vokaller, kıyafet, mimik ve hareketler itibarıyla olgun bir düzeye gelmesi lazım. Böyle grupların oluşması da hayli zaman alacağına göre, ben bir yılı dahi yeterli bulmuyorum.”
Ne var ki karar kesindi ve ne söylenirse söylensin, değişmeyecekti.
10 Mart 1976 tarihli Milliyet gazetesi haberi
Bütün o kavgalı gürültülü politik gündeme, iyiden iyiye kendini göstermeye başlayan anarşi dalgasına, yokluklara, kuyruklara, elektrik kesintilerine, dış politikada günden güne daha çok gerginleşen ilişkilere, tüm karmaşa ve kargaşaya rağmen pop müzik kendi yolunu buluyordu.
Yeri geliyor milli duygularımızı coşturuyor, yeri geliyor slogan oluyor, kimi zaman özümüze döndürüyor, kimi zaman kim olduğumuzu unutturuyor, yeri geliyor çiçekten, böcekten, neşeden ve eğlenceden dem vurup bizi tozpembe bir dünyada yaşadığımız hissiyle dolduruyor, o da olmazsa kahırlardan kahır beğeneceğimiz en acılı yüzüyle karşımıza çıkıp derdimize dert katıyor, ama hayatımızın bir yerinde, bir köşesinde mutlaka ve mutlaka, alımlı çalımlı durmaya devam ediyordu. Nitekim, memleketin ulusal müzik davası olarak görülen Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmıyor olmamız, uzunca bir süre boyunca ülke gündeminde diğer meselelerinden aşağı kalmayarak yer alacaktı.
Neyse ki TRT, katılmıyor olsak bile bizi yarışmadan mahrum etmeyecek ve hem radyo hem de televizyondan naklen yayınlayarak bize bir yandan iyilik, bir yandan da kötülük yapacaktı. İyilikti, çünkü olur da bir gün katılmaya karar verirsek, artık ne yapmamız gerektiği konusunda eskisinden daha fazla şey biliyor olacaktık. Kötülüktü, çünkü ekran başında bütün ülkeler arz-ı endam ederken, biz öyle bakakalacak, yutkunmaktan bir hal olacaktık.
3 Nisan 1976 gecesi Lahey Kongre Salonu’ndan yapılan canlı yayını Hollanda’dan Türkiye’ye Başak Doğru anlattı. TRT’nin gönderdiği üç kişilik ekipte Başak Doğru’nun yanı sıra yapımcı Taylan Gökçen ve teknik sorumlu Mustafa Ülkü yer alıyordu.
Başak Doğru
Yarışma gecesi Başak Doğru yarışmayı hem radyo hem de televizyondan ortak yayınla anlatırken, TRT Ankara stüdyolarında Bülent Özveren ve İzzet Öz, olası bir aksaklığa karşı hazır beklediler. Naklen yayında doğabilecek bir problem esnasında devreye girecek iki sunucuya, her şeyin yolunda gitmesi nedeniyle gece boyunca iş düşmedi.
Gecenin galibi, yarışmaya Brotherhood Of Man topluluğuyla katılan İngiltere olacak, “Save Your Kisses For Me”, tüm zamanların Eurovision şarkıları içerisinde en çok bilinen, en popüler olan ve dünya üzerinde altı milyondan fazla kopyası satılan plağı göz önüne alındığında da, en büyük ticari başarıyı elde eden şarkı olarak Eurovision tarihine geçecekti.
Yarışmanın ikincisi “Un Deux Trois” adlı şarkısıyla Fransa adına yarışan Catherine Ferry olmuş, Üçüncülüğü ise Mary Cristy tarafından seslendirilen “Toi, La Musique Et Moi” adlı şarkıyla Monaco almıştı.
“Bir Başkadır Benim Memleketim”
O yıl yarışmaya sadece seyirci kalmasına rağmen Türkiye, Avrupa basınının yarışma sonrası gündeminde bambaşka bir şekilde yer alacaktı. Final gecesi yapılan canlı yayında sıra Yunanistan’a geldiğinde TRT ekranında bir anda dönemin popüler şarkıcılarından Rüçhan Çamay belirmişti.
Ekran başındaki herkes canlı yayının teknik bir arıza sonucu kesildiği sanırken, Rüçhan Çamay’ın Kıbrıs Barış Harekâtının adeta sembolü haline gelmiş “Memleketim” şarkısını söylemeye başlamasıyla işin rengi anlaşılacaktı. TRT arşivinden bulunup çıkarılan bu şarkı, belli ki özellikle tam da o dakikada yayına sokulmuştu. TRT, Yunanistan’ın Kıbrıs Harekâtına göndermeler içeren yarışma şarkısına açıkça sansür uyguluyordu.
Ertesi gün Hollanda gazeteleri Türkiye’nin bu tutumunu “Kızgın Türkler” başlığıyla haber yapacak, Yunan şarkıcı Mariza Koch ise “Türkler şarkımı yanlış yorumladılar,” diye beyanat verecekti.
2 Nisan 1976 tarihli Milliyet gazetesi haberi
Aslında TRT yönetimi yarışmadan iki gün önce durumun farkına varmış, yarışmaya katılacak şarkıların Avrupa Yayın Birliği tarafından gönderilen İngilizce ve Fransızca tercümeleri TRT yetkililerince incelendiğinde Yunan şarkısındaki politik mesajlar gözden kaçmamıştı.
1976 Yunanistan temsilcisi Mariza Koch
Durum TRT tarafından hemen Dışişleri Bakanlığına bildirilmiş, Dışişleri Bakanlığı da Lahey Büyükelçimizi arayarak Hollanda makamları nezdinde teşebbüste bulunulmasını istemişti. Bununla da yetinilmeyerek TRT tarafından Avrupa Yayın Birliği Başkanı ve BBC Genel Müdürü Charles Curran’a, Hollanda Yayın Kurumu Başkanı Erik Jurgens’e ve Eurovision Müdürü Miro Vilcek’e eşzamanlı olarak gönderilen teleks mesajında şunlar yazmakta idi:
“1976 Eurovision Şarkı Yarışmasına sunulan Yunan şarkısı metninin İngilizce ve Fransızca tercümelerinden bu şarkıda sarih (açık) ve kuvvetli siyasi politik hava ve son Kıbrıs olaylarına atıf bulunduğunu gördük. Bu, kanaatimizce Avrupa Yayın Birliği ve Eurovision ruhuna ve amaçlarına aykırıdır. Ve şüphesiz gelecekteki bu gibi olumsuz hareketlere bir örnek teşkil edecektir... Bu şarkının 1976 Eurovision Şarkı Yarışması finallerinde yayınlanmasını önlemek için gerekli tedbirleri alacağınıza eminiz.”
Erik Jurgens
Ne var ki bu hem rica, hem de ikaz içeren metne ertesi gün gelen cevap, hayal kırıklığı yaratacaktı. Hollanda Yayın Kurumu (NOS) Genel Müdürü Erik Jurgens’in imzasını taşıyan cevap metni şöyleydi:
“Sizin bundan üzüntü duyduğunuza biz de üzüldük. Fakat gerek Hollanda Yayın Kurumu, gerekse Avrupa Yayın Birliği yetkilileri bu konuda herhangi bir şey yapmaya yetkili değiller. Zira, şarkı yarışması statüsünde, şarkı metinleri kontrolüne dair herhangi bir hüküm yoktur. Ayrıca, kanaatimizce, Yunan şarkısında, sizin bulduğunuz manada bir hava da yok. Bu durumu, kabul etmenizi ve böylece Avrupa Yayın Birliğinin siyaset dışı kalma çabasına yardımcı olacağınızı ümit eder saygılarımı sunarım...”
İşte tüm bu resmi girişimlere rağmen sonuç alınamayınca, TRT kendi yöntemini bulmuş ve söz konusu şarkıya canlı yayında sansür uygulamaya karar vermişti. “Panaghia Mou, Panaghia Mou” adını taşıyan şarkının Türkçe çevirisi şöyleydi:
Azizem Azizem
Portakal dolu bahçeler, oy oy anamBir uçtan bir uca zeytin ağaçlarıAltın gibi parıldayan sahiller, oy oy anamGözlerini kamaştıran güneş
Oraya gittiğinde, oy oy anam Gördüğün o sıralı çadırlarda Turistler kamp yapmıyor, oy oy anamOnlar sadece, sadece mülteciler
Azizem, azizem teselli et kalbimi
Darmadağın harabeler görürsen, oy oy anamOnlar antik çağlardan kalma değilNapalm bombasıyla kavrulmuş, oy oy anamDünün kalıntıları
Ve yeni kazılmış toprağı görürsen, oy oy anamGördüğün verimli tarlalar, tarlalar değil Dikilmiş mezar taşları olacak, oy oy anamZamanla çürüyecek, çürüyecek
Azizem, azizem teselli et kalbimi
O gece Yunanistan’ın ekrana getirilmeyen şarkısının yerine izlediğimiz Rüçhan Çamay herkesten daha çok şaşkındı: “Madem “Memleketim”i yayınladılar, bari Ayten’inkisini gösterselerdi,” diye demeç verecekti Çamay. “Yayının kesilmesini hiç doğru bulmadım. Keşke Yunanistan’ın şarkısı yayınlansaydı da bizler de ne olup bittiğinin farkına varsaydık,” diye de ekleyecekti.
Şarkıyı meşhur eden Ayten Alpman ise aksini düşünüyordu: “Yunanistan’ın şarkısının yayınlanmaması çok yerinde bir hareket,” diyen Alpman, şarkısının Rüçhan Çamay’ın sesinden yayınlanmasınaysa kızmıştı: “Artık adeta bir milli marş havasını alan “Memleketim”, TRT’nin arşivinde en ön sırada benim sesimden bulunmalıydı. Çok ayıpladım doğrusu!”
Semiha Yankı TRT’nin bu tutumunu destekleyenler arasındaydı. Yankı: “Yunanistan’ın yayınlanmaması yerinde bir hareketti. ‘Memleketim’i izlerken gözyaşlarımı tutamadım,” derken Rüçhan Çamay'n kızı Melike Demirağ ise “Şimdi yapacak tek bir hareket var. Bülent Ecevit’in Türk-Yunan kardeşlik şiirini besteleyip, gelecek yıl Eurovision’a katılmak,” diyerek olaya başka bir bakış açısı getirecekti.
Artık katılsak da katılmasak da müptelası olduğumuz yarışma, basında yine günlerce yer işgal edecek, finali izlemeye giden Türk gazetecilerin çeşitli ülke temsilcileriyle hasbelkader çektirdiği resimler ve “Türkiye’ye de geleceğiz,” yollu hoş ama boş vaatler uzunca bir müddet gazete ve dergi sayfalarını dolduracaktı.
Yarışma şarkılarının birçoğu Türkiye’de de plak olarak çıktı ve çok satmaları için plak kapaklarına “Eurovision 1976” ibresinin konulması yetti. Bizim yarışma heveslerimiz ise bir yıl sonrasına, 1977’ye ertelenecekti.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: "BU MİLLETİN PARASI ÇARÇUR EDİLMEZ!"
1976
“Bunların Hesabı Sorulacaktır!”

12 Nisan 1975’te Süleyman Demirel’in kurduğu Milliyetçi Cephe Hükümeti meclisten güvenoyu aldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 39’uncu hükümeti olarak göreve başlayan kabine, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi koalisyonu ile kurulmuştu.

Yeni hükümetin ilk icraatlarından biri, Ecevit hükümeti döneminde Kanun Hükmünde Kararname ile TRT Genel Müdürlüğü görevine atanan ve görev süresi boyunca muhalefet tarafından hedef haline getirilen İsmail Cem’in TRT Genel Müdürlüğü görevinden alınması olacaktı.

17 Mayıs’ta görevinden el çektirilen Cem’in yerine İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın atandığı duyuruldu. İsmail Cem ve Milliyetçi Cephe Hükümeti arasındaki hukuk savaşı aylarca sürecek ve ülke siyaset gündemini meşgul edecekti.

Ülkedeki siyasi cepheleşmenin mitinglere, gösterilere, çatışmalara, üniversite olaylarına dönüşüp patlak verdiği o günlerde, müzik çevrelerinde hâlâ Eurovision Şarkı Yarışması hezimeti konuşuluyordu. 1976’da yapılacak yarışmaya katılmak üzere plan ve projeler geliştirilmeye başlanmıştı bile. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes kendince bir fikir ileri sürüyordu. Herkes yarışmaya katılmaya en az geçen seneki kadar gönüllüydü. Peki ya TRT?..

Müzik dünyasının gündemine bomba gibi düşen açıklama, TRT Genel Müdürlüğü tarafından 15 Temmuz 1975 günü yapıldı:
“Türk kültürünün yurt dışında uluslararası yarışmalara katılarak tanıtılması, ancak belli bir sanat düzeyinin üstüne çıkmak ve bu yarışmalarda iyi dereceler almakla mümkündür. Halbuki çoksesli ve Türk ruhunu hafif müzik türünde de en iyi yoldan yansıtmak için gerekli koşulların bu tür müzik ile ilgili geleneğin teşekkülünün henüz gerektiği kadar belirgin bir hale gelmemiş olması ve gerek ezgi, gerek armonileme, gerekse sözlerin müziği en iyi bir şekilde uygulanmasına ait zaafların yazılan parçaların aleyhine sonuç vermeleri dolayısıyla Türkiye’nin lehine değil, aleyhine bir propagandaya yol açması mümkündür. Nitekim 1975 yarışması böyle bir sonuç vermiştir. Kaldı ki bu uluslararası yarışmaya her yıl katılma mecburiyeti de yoktur. Bu itibarla, daha iyi hazırlanma devresine girerek, bu yılki yarışmaya katılmama kararı alınmıştır.”

Bu hayli çetrefilli cümlelerle gerekçelendirilmiş karar, TRT Yönetim Kurulunun imzasını taşıyordu. Karardan birkaç gün önce yeni TRT Genel Müdürü Nevzat Yalçıntaş’ın yarışmaya ne olursa olsun katılmak gerektiği konusunda fikir beyan ettiği haber konusu olmuş, ancak kuruldan büyük çoğunlukla katılmama kararı çıkmıştı. Bu karar yoğun tepkiyle karşılanacak, Avrupalıların bizi korkaklıkla suçlayacağı, beceriksizlikle yargılayacağı düşüncesine varana dek söylenmedik laf bırakılmayacaktı. O günlerde müzik camiasındaki kimi isimlerin karar hakkında verdikleri beyanatlar şöyleydi:

Yeşim: “Şayet sonuç geçen yılki gibi olacaksa, olmaması daha iyi oldu.”

Cici Kızlar: “Türkiye’de yapılan yarışmanın şekli her zaman münakaşa götürebilir. Ancak büyük Eurovision’a katılmamak gerçekten çok yanlış bir karardır.”

Timur Selçuk: “İktidardaki hükümetin de bu işte rol oynadığı düşünülürse, yarışmanın yapılmaması kararının alınması normaldir. Fakat bunların hesabı sorulacaktır!”

Attila Özdemiroğlu: “Bu vurulan en son darbedir demeyeceğim. Çünkü daha çok darbeler vurulacaktır. Türk bestecilerinin ve Türk aranjörlerinin yetersiz olduğu gerekçesi hiçbir mantığa sığmaz.”

Semiha Yankı: “Alınan bu kararda geçen yılki derecemizin etkisi olduğunu zannetmiyorum.”

Şenay: “Fırsatları neden değerlendirmiyor ve müzik konusunda geleceğimizi neden kötü bir hatıranın içine gömüyoruz anlamıyorum.”

Gökhan: “Bu doğrudan doğruya Türk bestecilerine ve Türk sanatçılarına indirilmiş ağır bir darbedir.”

Erol Büyükburç: “Böyle yarışmalara katılmak için grupların oluşması ve grupların da gerek melodi, gerekse armoni ve aranjmandaki altyapı, senkoplar, vokaller, kıyafet, mimik ve hareketler itibarıyla olgun bir düzeye gelmesi lazım. Böyle grupların oluşması da hayli zaman alacağına göre, ben bir yılı dahi yeterli bulmuyorum.”
Ne var ki karar kesindi ve ne söylenirse söylensin, değişmeyecekti.

Bütün o kavgalı gürültülü politik gündeme, iyiden iyiye kendini göstermeye başlayan anarşi dalgasına, yokluklara, kuyruklara, elektrik kesintilerine, dış politikada günden güne daha çok gerginleşen ilişkilere, tüm karmaşa ve kargaşaya rağmen pop müzik kendi yolunu buluyordu.

Yeri geliyor milli duygularımızı coşturuyor, yeri geliyor slogan oluyor, kimi zaman özümüze döndürüyor, kimi zaman kim olduğumuzu unutturuyor, yeri geliyor çiçekten, böcekten, neşeden ve eğlenceden dem vurup bizi tozpembe bir dünyada yaşadığımız hissiyle dolduruyor, o da olmazsa kahırlardan kahır beğeneceğimiz en acılı yüzüyle karşımıza çıkıp derdimize dert katıyor, ama hayatımızın bir yerinde, bir köşesinde mutlaka ve mutlaka, alımlı çalımlı durmaya devam ediyordu. Nitekim, memleketin ulusal müzik davası olarak görülen Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmıyor olmamız, uzunca bir süre boyunca ülke gündeminde diğer meselelerinden aşağı kalmayarak yer alacaktı.

Neyse ki TRT, katılmıyor olsak bile bizi yarışmadan mahrum etmeyecek ve hem radyo hem de televizyondan naklen yayınlayarak bize bir yandan iyilik, bir yandan da kötülük yapacaktı. İyilikti, çünkü olur da bir gün katılmaya karar verirsek, artık ne yapmamız gerektiği konusunda eskisinden daha fazla şey biliyor olacaktık. Kötülüktü, çünkü ekran başında bütün ülkeler arz-ı endam ederken, biz öyle bakakalacak, yutkunmaktan bir hal olacaktık.

3 Nisan 1976 gecesi Lahey Kongre Salonu’ndan yapılan canlı yayını Hollanda’dan Türkiye’ye Başak Doğru anlattı. TRT’nin gönderdiği üç kişilik ekipte Başak Doğru’nun yanı sıra yapımcı Taylan Gökçen ve teknik sorumlu Mustafa Ülkü yer alıyordu.

Yarışma gecesi Başak Doğru yarışmayı hem radyo hem de televizyondan ortak yayınla anlatırken, TRT Ankara stüdyolarında Bülent Özveren ve İzzet Öz, olası bir aksaklığa karşı hazır beklediler. Naklen yayında doğabilecek bir problem esnasında devreye girecek iki sunucuya, her şeyin yolunda gitmesi nedeniyle gece boyunca iş düşmedi.

Gecenin galibi, yarışmaya Brotherhood Of Man topluluğuyla katılan İngiltere olacak, “Save Your Kisses For Me”, tüm zamanların Eurovision şarkıları içerisinde en çok bilinen, en popüler olan ve dünya üzerinde altı milyondan fazla kopyası satılan plağı göz önüne alındığında da, en büyük ticari başarıyı elde eden şarkı olarak Eurovision tarihine geçecekti.
Yarışmanın ikincisi “Un Deux Trois” adlı şarkısıyla Fransa adına yarışan Catherine Ferry olmuş, Üçüncülüğü ise Mary Cristy tarafından seslendirilen “Toi, La Musique Et Moi” adlı şarkıyla Monaco almıştı.
“Bir Başkadır Benim Memleketim”
O yıl yarışmaya sadece seyirci kalmasına rağmen Türkiye, Avrupa basınının yarışma sonrası gündeminde bambaşka bir şekilde yer alacaktı. Final gecesi yapılan canlı yayında sıra Yunanistan’a geldiğinde TRT ekranında bir anda dönemin popüler şarkıcılarından Rüçhan Çamay belirmişti.

Ekran başındaki herkes canlı yayının teknik bir arıza sonucu kesildiği sanırken, Rüçhan Çamay’ın Kıbrıs Barış Harekâtının adeta sembolü haline gelmiş “Memleketim” şarkısını söylemeye başlamasıyla işin rengi anlaşılacaktı. TRT arşivinden bulunup çıkarılan bu şarkı, belli ki özellikle tam da o dakikada yayına sokulmuştu. TRT, Yunanistan’ın Kıbrıs Harekâtına göndermeler içeren yarışma şarkısına açıkça sansür uyguluyordu.
Ertesi gün Hollanda gazeteleri Türkiye’nin bu tutumunu “Kızgın Türkler” başlığıyla haber yapacak, Yunan şarkıcı Mariza Koch ise “Türkler şarkımı yanlış yorumladılar,” diye beyanat verecekti.

Aslında TRT yönetimi yarışmadan iki gün önce durumun farkına varmış, yarışmaya katılacak şarkıların Avrupa Yayın Birliği tarafından gönderilen İngilizce ve Fransızca tercümeleri TRT yetkililerince incelendiğinde Yunan şarkısındaki politik mesajlar gözden kaçmamıştı.

Durum TRT tarafından hemen Dışişleri Bakanlığına bildirilmiş, Dışişleri Bakanlığı da Lahey Büyükelçimizi arayarak Hollanda makamları nezdinde teşebbüste bulunulmasını istemişti. Bununla da yetinilmeyerek TRT tarafından Avrupa Yayın Birliği Başkanı ve BBC Genel Müdürü Charles Curran’a, Hollanda Yayın Kurumu Başkanı Erik Jurgens’e ve Eurovision Müdürü Miro Vilcek’e eşzamanlı olarak gönderilen teleks mesajında şunlar yazmakta idi:
“1976 Eurovision Şarkı Yarışmasına sunulan Yunan şarkısı metninin İngilizce ve Fransızca tercümelerinden bu şarkıda sarih (açık) ve kuvvetli siyasi politik hava ve son Kıbrıs olaylarına atıf bulunduğunu gördük. Bu, kanaatimizce Avrupa Yayın Birliği ve Eurovision ruhuna ve amaçlarına aykırıdır. Ve şüphesiz gelecekteki bu gibi olumsuz hareketlere bir örnek teşkil edecektir... Bu şarkının 1976 Eurovision Şarkı Yarışması finallerinde yayınlanmasını önlemek için gerekli tedbirleri alacağınıza eminiz.”

Ne var ki bu hem rica, hem de ikaz içeren metne ertesi gün gelen cevap, hayal kırıklığı yaratacaktı. Hollanda Yayın Kurumu (NOS) Genel Müdürü Erik Jurgens’in imzasını taşıyan cevap metni şöyleydi:
“Sizin bundan üzüntü duyduğunuza biz de üzüldük. Fakat gerek Hollanda Yayın Kurumu, gerekse Avrupa Yayın Birliği yetkilileri bu konuda herhangi bir şey yapmaya yetkili değiller. Zira, şarkı yarışması statüsünde, şarkı metinleri kontrolüne dair herhangi bir hüküm yoktur. Ayrıca, kanaatimizce, Yunan şarkısında, sizin bulduğunuz manada bir hava da yok. Bu durumu, kabul etmenizi ve böylece Avrupa Yayın Birliğinin siyaset dışı kalma çabasına yardımcı olacağınızı ümit eder saygılarımı sunarım...”
İşte tüm bu resmi girişimlere rağmen sonuç alınamayınca, TRT kendi yöntemini bulmuş ve söz konusu şarkıya canlı yayında sansür uygulamaya karar vermişti. “Panaghia Mou, Panaghia Mou” adını taşıyan şarkının Türkçe çevirisi şöyleydi:
Azizem Azizem
Portakal dolu bahçeler, oy oy anamBir uçtan bir uca zeytin ağaçlarıAltın gibi parıldayan sahiller, oy oy anamGözlerini kamaştıran güneş
Oraya gittiğinde, oy oy anam Gördüğün o sıralı çadırlarda Turistler kamp yapmıyor, oy oy anamOnlar sadece, sadece mülteciler
Azizem, azizem teselli et kalbimi
Darmadağın harabeler görürsen, oy oy anamOnlar antik çağlardan kalma değilNapalm bombasıyla kavrulmuş, oy oy anamDünün kalıntıları
Ve yeni kazılmış toprağı görürsen, oy oy anamGördüğün verimli tarlalar, tarlalar değil Dikilmiş mezar taşları olacak, oy oy anamZamanla çürüyecek, çürüyecek
Azizem, azizem teselli et kalbimi

O gece Yunanistan’ın ekrana getirilmeyen şarkısının yerine izlediğimiz Rüçhan Çamay herkesten daha çok şaşkındı: “Madem “Memleketim”i yayınladılar, bari Ayten’inkisini gösterselerdi,” diye demeç verecekti Çamay. “Yayının kesilmesini hiç doğru bulmadım. Keşke Yunanistan’ın şarkısı yayınlansaydı da bizler de ne olup bittiğinin farkına varsaydık,” diye de ekleyecekti.

Şarkıyı meşhur eden Ayten Alpman ise aksini düşünüyordu: “Yunanistan’ın şarkısının yayınlanmaması çok yerinde bir hareket,” diyen Alpman, şarkısının Rüçhan Çamay’ın sesinden yayınlanmasınaysa kızmıştı: “Artık adeta bir milli marş havasını alan “Memleketim”, TRT’nin arşivinde en ön sırada benim sesimden bulunmalıydı. Çok ayıpladım doğrusu!”

Semiha Yankı TRT’nin bu tutumunu destekleyenler arasındaydı. Yankı: “Yunanistan’ın yayınlanmaması yerinde bir hareketti. ‘Memleketim’i izlerken gözyaşlarımı tutamadım,” derken Rüçhan Çamay'n kızı Melike Demirağ ise “Şimdi yapacak tek bir hareket var. Bülent Ecevit’in Türk-Yunan kardeşlik şiirini besteleyip, gelecek yıl Eurovision’a katılmak,” diyerek olaya başka bir bakış açısı getirecekti.

Artık katılsak da katılmasak da müptelası olduğumuz yarışma, basında yine günlerce yer işgal edecek, finali izlemeye giden Türk gazetecilerin çeşitli ülke temsilcileriyle hasbelkader çektirdiği resimler ve “Türkiye’ye de geleceğiz,” yollu hoş ama boş vaatler uzunca bir müddet gazete ve dergi sayfalarını dolduracaktı.

Yarışma şarkılarının birçoğu Türkiye’de de plak olarak çıktı ve çok satmaları için plak kapaklarına “Eurovision 1976” ibresinin konulması yetti. Bizim yarışma heveslerimiz ise bir yıl sonrasına, 1977’ye ertelenecekti.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: "BU MİLLETİN PARASI ÇARÇUR EDİLMEZ!"
Published on March 18, 2020 13:21
March 15, 2020
1975 Ekstra
Seninle Üç Dakika
1975 Ekstra
1975 yılı Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye elemeleri, henüz aranjman hakimiyetinde ilerleyen Türkçe pop müziğe birçok yeni beste kazandırmasının yanı sıra yolun çok başındaki birçok şarkıcıyı da ülke çapında popüler kıldı. Onları yıllar boyu pop müziğin yıldızları olarak dinledik, alkışladık. Büyük çoğunluğu plak olarak basılan şarkılar hem o plaklar hem de kimi Yeşilçam filmleriyle uzun yıllar akıllarda kaldı. Bazıları ise yıllar sonra yeniden söylenerek tekrar tekrar gündeme geldi.
Söz ve müziği Attila Atasoy’a ait “Dilenci”, yarışmada ve 45’lik olarak yayımlandığında Timur Selçuk tarafından düzenlenmişti. Şarkı bu haliyle yıllar boyunca Attila Atasoy’un “hit” şarkılarından biri olarak dillerde dolaştı. 1993 yılında POPSAV (Popüler Müzik Sanatçıları Vakfı) tarafından düzenlenen ve Türk pop müziğinin 35 bestecisinin ödülle onurlandırıldığı “35 Yıl 35 Besteci” adlı özel gecede Seçici Kurul tarafından ödüle lâyık görülen bestecilerden biri de Attila Atasoy oldu. 30 Nisan 1993 gecesi Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen gecede Attila Atasoy, Turhan Yükseler tarafından yönetilen orkestra eşliğinde “Dilenci”yi seslendirdi. Bu kayıt, aynı yıl piyasaya sürülen “35 Yıl 35 Besteci” adlı kasette de yer aldı.
Attila Atasoy şarkıyı 2000 yılında yeniden seslendirdi ve bu versiyon “Eski Dostlar” adlı albümde yer aldı. Şarkının yeni düzenlemesi Hurşid Yenigün tarafından yapılmıştı.
“Dilenci” Attila Atasoy’un kariyerinde bilinen ve sevilen “hit”lerinden biri olarak yer aldı. Atasoy aynı şarkıyı 2002 yılında yayımlanan ve eski ve yeni şarkılarını bir araya getiren “Biraz” adlı albümünde bir kez daha seslendirdi. Şarkının düzenlemesi bu kez Selim Çaldıran tarafından yapılmış, “Dilenci”, 2000’lı yılların ritim anlayışına uydurulmuştu.
1975 yılı Eurovision Türkiye elemelerinde yarışan iki Selmi Andak bestesinin ikisinin de sözleri Çiğdem Talu tarafından yazılmış, şarkılardan birini Gökhan Abur, diğerini ise Yeliz seslendirmişti. 2000 yılında yayımlanan “Bir Sevgi Yeter” adlı Selmi Andak’a saygı albümünde bu iki şarkı, ilk seslendirilenleri tarafından bir kez daha söylendi.
Gökhan Abur tarafından seslendirilen “Bir Gün Karşılaşırsak”ın yeni düzenlemesinde aranjör olarak Garo Mafyan’ın imzası vardı.
Yeliz’in 25 yıl sonra yeniden seslendirdiği “Hayalimdeki Adam”ın bu düzenlemesi Osman İşmen tarafından yapılmıştı.
"Hayalimdeki Adam"ı 1975 yılında Yeliz'den kısa bir süre sonra plak yapansa Anne-Marie David oldu. 1973 Eurovision birincisi Anne-Marie David, kendisini birinci yapan şarkının Türkçesini Nilüfer'e kaptırmış, 1975'de ise Nilüfer'in yarışmadan çekilmesine neden olacak spekülasyonlara adı karışmıştı. Öncesinde iki de 45'lik plak yapan David'in ilk ve tek Türkçe 33'lüğünde "Hayalimdeki Adam"a yer vermesi bu açıdan bakınca hayli enteresandı.
1975 yılında birinciliği kurayla Semiha Yankı’ya kaptıran Cici Kızlar, Attila Özdemiroğlu’nun bestesi “Delisin”le büyük bir şöhretin kapılarını açtılar ve hatta yarışmadan bir süre sonra “Delisin” adıyla çevrilen sinema filminde de rol aldılar.
Ne var ki grubun ömrü çok uzun sürmedi. “Delisin”in yeniden seslendirildiği ilk kayıt ise 1990 yılında yayımlanan “Merhaba Anılara 2” adlı albümde karşımıza çıktı. Müzik direktörlüğünü Metin Özülkü’nün yaptığı albümde çok sayıda pop şarkısı potpuri şeklinde birbirine bağlanmıştı ve albümde “Delisin”in yanı sıra yine 1975 yılı Eurovision şarkılarından “Yarın” ve “Seninle Bir Dakika” da vardı.
‘90’ların başında Jet Plak tarafından piyasaya sürülen 3 albümlük “Merhaba Anılara” serisinin enstrümantal versiyonu ise “Romantik Aşk Melodileri” adıyla yine üç albümlük bir set olarak 2004’te yayımlandı. Bu sette “Delisin” ve “Yarınlar Bizim” 1 numaralı albümde, “Seninle Bir Dakika” ise 3 numaralı albümde yer alıyordu.
“Delisin”i 90’lı yıllarda yeniden seslendirmeyi akıl eden bir başka isimse Gülşen olacaktı. Gülşen’in 1998 yılında yayımlanan “Erkeksen” adlı ikinci albümünde yer alan “Delisin”in bu yeni düzenlemesi Selim Çaldıran tarafından yapılmıştı.
Cici Kızlar’ın dağılmasından sonra müziğe solo olarak devam eden Bilgen Bengü, “Delisin”i 2003 yılında, bu defa solo olarak seslendirdi ve Turhan Yükseler’in düzenlemesini yaptığı bu versiyon Bengü’nün “Canım Çekti” adı verilmiş 4 şarkılık kısaçalarında yer aldı. Müzik marketlerde satışa sunulmayan bu kısaçalar, bugün dijital platformlarda da bulunmuyor.
“Delisin” 2005 yılında İsviçre çıkışlı bir “gypsy” müzik grubunun, Ssassa’nın “Schnabelwetszer 2” adlı albümünde “Ah Kalbim” adıyla yer aldı. Dünyanın farklı yerlerinden müzisyen ve dansçıları barındıran grup parçayı Türkçe seslendirmiş, albüme bir de enstrümantal versiyon konulmuştu.
“Delisin”in yakın tarihli ve farklı bir “cover” versiyonu ise Salih Yurttaş tarafından yapıldı. Neyzen Salih Yurttaş, parçayı kendi düzenlemesiyle ve enstrümantal olarak kaydetti ve bu kayıt Yurttaş’ın “Emanet” adlı verilmiş 2018 çıkışlı albümünde yer aldı.
Nilüfer’in son anda elemelerden çekilen şarkısı “Boşver”, yarışmanın üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra 45’lik olarak piyasaya sürülmüş, daha sonra ise “Selam Söyle” ve “15 Şarkı” adlı Nilüfer 33’lüklerinde de yer almıştı.
Şarkının daha önce hiç duymadığımız farklı bir kaydı ise uzun yıllar sonra, 2004 yılında tesadüf eseri karşımıza çıktı. “Selam Söyle” 33’lüğünün CD formatındaki tıpkıbasımı için Odeon arşivindeki bantlardan albümün şarkıları dijitale aktarılmıştı. Bu farklı düzenleme o bantlardan çıkmış ve yanlışlıkla CD’ye bu versiyon konulmuştu. Dikkatli kulaklardan kaçmayan bu hata, gizli bir kaydın ortaya çıkmasına vesile oldu. Plaklardaki versiyona göre daha ağır ve daha uzun bu düzenlemenin kimin tarafından yapıldığı ise meçhul ancak yarışma elemeleri için yapılan ilk kayıt olma ihtimali yüksek. Düzenlemedeki armoni de Timur Selçuk’un tarzını akla getiriyor. Bununla birlikte plaklarda yayımlanan versiyonda düzenleme Onno Tunç tarafından yapılmıştı.
Sözleri Tuğrul Dağcı (Oktay Yurdatapan) bestesi Nino Varon’a ait “Boşver”i Nilüfer 1998 yılında yeniden seslendirdi. Şarkının yeni düzenlemesi Aykut Gürel tarafından yapılmıştı ve bu kayıt, Nilüfer’in “Yeniden Yetmişe” adını verdiği “cover” albümünde yer aldı.
2018 yılında Nino Varon’un bestelerini farklı şarkıcıların seslendirdiği “Şarkı Gibi Şarkılar” adlı albümde ise “Boşver” bu defa Onur Mete tarafından seslendirilmiş ve düzenleme Alper Çam tarafından yapılmıştı.
1975 elemelerinde Esin Afşar’ın seslendirdiği kendi bestesi “Canı Sıkılan Adam”, yarışmanın en az akıllarda kalan şarkılarından biriydi. Şarkı, Esin Afşar’ın diskografisinde bile ilk sıralarda yer almadı hiçbir zaman. Ne var ki birileri bu şarkıyı unutmamış olmalıydı ki 2006 yılında bu şarkı bir “cover” olarak değil ama çok sürpriz bir şekilde bir reklam filmi şarkısı olarak çıktı karşımıza. Turkcell-im ürününün kampanya şarkısı olarak yıllar sonra ortaya çıkan şarkının orijinalinin bir Eurovision şarkısı olduğunu ise çok az kişi hatırlıyordu.
“Seninle Bir Dakika”, 1975 yılında yarışmadan hemen sonra üç ayrı 45’likle dinleyici karşısına çıkmıştı. Semiha Yankı’nın bu şarkıyı bir albümde yeniden seslendirmesi ise 20 yıl sonra oldu. Yankı’nın 1995 yılında yayımlanan “Hayırlı Olsun” adlı albümünde şarkı Ahmet Koç’un düzenlemesiyle yer aldı.
Dünyaca ünlü Fransız piyanist Richard Clayderman, 1998 yılında, Türkiye pazarına yönelik olarak yapılmış ve “Turquie Mon Amour (Aşkım Türkiye)” adı verilmiş albümünde “Seninle Bir Dakika”ya da yer verdi.
1999 yılında ise Semiha Yankı şarkıyı bu defa “Kaç Yıl Geçti Aradan” adlı karma albüm için yeniden seslendirdi. “Seninle Bir Dakika”nın bu versiyonu Yuri Ryadchenko tarafından düzenlenmişti.
1999 yılında şarkıyı yeniden seslendiren bir başka isimse Tuba Önal oldu. O yıl Eurovision’da Türkiye’yi “Dön Artık” adlı şarkıyla temsil eden Tuba Önal, ilk albümü de bu şarkıyı değil ama “Seninle Bir Dakika”yı almayı tercih etmişti. Şarkının düzenlemesi ise Turhan Yükseler’in imzasını taşıyordu.
2000 yılında yayımlanan “Eski Dostlar” adlı albümde Semiha Yankı yıllardır ismiyle özdeşleşmiş şarkıyı bir kez daha, bu defa Hurşid Yenigün’ün düzenlemesiyle seslendirdi.
“Seninle Bir Dakika”nın “rock” versiyonu ise 2006 yılında Gece Yolcuları tarafından yapıldı ve grubun “Gece Yolcuları 2” adlı albümünde yer aldı. Şarkının bu düzenlemesi Cem Özkan tarafından yapılmıştı.
Şarkının bir başka enstrümantal versiyonu 2011 yılında yayımlanan “Cafe de Beyoğlu 2” adlı albümde yer aldı. Bu albümde “Seninle Bir Dakika” Azerbaycanlı kemancı Tarlan Gazanferlioğlu, Rus piyanist Natalya Grudnyakova ve kontrbasta Özgür Uluçınar’dan oluşan trio tarafından çalındı.
Tıpkı önceki yıllarda olduğu gibi, 1975 yılında da Eurovision birincisi olan şarkı Türkiye’deki aranjman furyasından nasibini alacaktı. Hollandalı Teach-In grubu yarışmadan kısa bir süre Türkiye’ye geldi, konserler verdi. Onlar bu konserlerde “Ding-A-Dong”u İngilizce olarak söylerken, şarkının iki farklı Türkçe versiyonu Türkiye’de plak olarak satışa çıkmıştı bile.
“Ding-A-Dong”u Türkçe plak yapanlardan biri Füsun Önal’dı. Önal’ın tavrına ve tarzına çok uygun bu parçanın Türkçe sözlerini Çiğdem Talu yazmış ve adını “Söyleyin Arkadaşlar” koymuştu.
Aynı şarkının diğer Türkçe versiyonu ise Ayla Algan tarafından plak yapıldı. “Dünya Tersine Dönse” adını taşıyan bu şarkının sözleri ise Fikret Şeneş tarafından yazılmıştı.
Uzun yıllar sonra “Ding-A-Dong” Türkiye’de bir kez daha Türkçe sözlerle kaydedildi. Pop Star yarışmalarında adını duyurmuş Burçin Şen’in “Yalan Aşk” adlı albümünde yer alan şarkının Türkçe sözleri bu defa Michael Kuyucu tarafından yazılmış ve adı “Doya Doya” olmuştu.
1975 Ekstra

1975 yılı Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye elemeleri, henüz aranjman hakimiyetinde ilerleyen Türkçe pop müziğe birçok yeni beste kazandırmasının yanı sıra yolun çok başındaki birçok şarkıcıyı da ülke çapında popüler kıldı. Onları yıllar boyu pop müziğin yıldızları olarak dinledik, alkışladık. Büyük çoğunluğu plak olarak basılan şarkılar hem o plaklar hem de kimi Yeşilçam filmleriyle uzun yıllar akıllarda kaldı. Bazıları ise yıllar sonra yeniden söylenerek tekrar tekrar gündeme geldi.
Söz ve müziği Attila Atasoy’a ait “Dilenci”, yarışmada ve 45’lik olarak yayımlandığında Timur Selçuk tarafından düzenlenmişti. Şarkı bu haliyle yıllar boyunca Attila Atasoy’un “hit” şarkılarından biri olarak dillerde dolaştı. 1993 yılında POPSAV (Popüler Müzik Sanatçıları Vakfı) tarafından düzenlenen ve Türk pop müziğinin 35 bestecisinin ödülle onurlandırıldığı “35 Yıl 35 Besteci” adlı özel gecede Seçici Kurul tarafından ödüle lâyık görülen bestecilerden biri de Attila Atasoy oldu. 30 Nisan 1993 gecesi Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen gecede Attila Atasoy, Turhan Yükseler tarafından yönetilen orkestra eşliğinde “Dilenci”yi seslendirdi. Bu kayıt, aynı yıl piyasaya sürülen “35 Yıl 35 Besteci” adlı kasette de yer aldı.
Attila Atasoy şarkıyı 2000 yılında yeniden seslendirdi ve bu versiyon “Eski Dostlar” adlı albümde yer aldı. Şarkının yeni düzenlemesi Hurşid Yenigün tarafından yapılmıştı.
“Dilenci” Attila Atasoy’un kariyerinde bilinen ve sevilen “hit”lerinden biri olarak yer aldı. Atasoy aynı şarkıyı 2002 yılında yayımlanan ve eski ve yeni şarkılarını bir araya getiren “Biraz” adlı albümünde bir kez daha seslendirdi. Şarkının düzenlemesi bu kez Selim Çaldıran tarafından yapılmış, “Dilenci”, 2000’lı yılların ritim anlayışına uydurulmuştu.
1975 yılı Eurovision Türkiye elemelerinde yarışan iki Selmi Andak bestesinin ikisinin de sözleri Çiğdem Talu tarafından yazılmış, şarkılardan birini Gökhan Abur, diğerini ise Yeliz seslendirmişti. 2000 yılında yayımlanan “Bir Sevgi Yeter” adlı Selmi Andak’a saygı albümünde bu iki şarkı, ilk seslendirilenleri tarafından bir kez daha söylendi.
Gökhan Abur tarafından seslendirilen “Bir Gün Karşılaşırsak”ın yeni düzenlemesinde aranjör olarak Garo Mafyan’ın imzası vardı.
Yeliz’in 25 yıl sonra yeniden seslendirdiği “Hayalimdeki Adam”ın bu düzenlemesi Osman İşmen tarafından yapılmıştı.
"Hayalimdeki Adam"ı 1975 yılında Yeliz'den kısa bir süre sonra plak yapansa Anne-Marie David oldu. 1973 Eurovision birincisi Anne-Marie David, kendisini birinci yapan şarkının Türkçesini Nilüfer'e kaptırmış, 1975'de ise Nilüfer'in yarışmadan çekilmesine neden olacak spekülasyonlara adı karışmıştı. Öncesinde iki de 45'lik plak yapan David'in ilk ve tek Türkçe 33'lüğünde "Hayalimdeki Adam"a yer vermesi bu açıdan bakınca hayli enteresandı.
1975 yılında birinciliği kurayla Semiha Yankı’ya kaptıran Cici Kızlar, Attila Özdemiroğlu’nun bestesi “Delisin”le büyük bir şöhretin kapılarını açtılar ve hatta yarışmadan bir süre sonra “Delisin” adıyla çevrilen sinema filminde de rol aldılar.

Ne var ki grubun ömrü çok uzun sürmedi. “Delisin”in yeniden seslendirildiği ilk kayıt ise 1990 yılında yayımlanan “Merhaba Anılara 2” adlı albümde karşımıza çıktı. Müzik direktörlüğünü Metin Özülkü’nün yaptığı albümde çok sayıda pop şarkısı potpuri şeklinde birbirine bağlanmıştı ve albümde “Delisin”in yanı sıra yine 1975 yılı Eurovision şarkılarından “Yarın” ve “Seninle Bir Dakika” da vardı.
‘90’ların başında Jet Plak tarafından piyasaya sürülen 3 albümlük “Merhaba Anılara” serisinin enstrümantal versiyonu ise “Romantik Aşk Melodileri” adıyla yine üç albümlük bir set olarak 2004’te yayımlandı. Bu sette “Delisin” ve “Yarınlar Bizim” 1 numaralı albümde, “Seninle Bir Dakika” ise 3 numaralı albümde yer alıyordu.
“Delisin”i 90’lı yıllarda yeniden seslendirmeyi akıl eden bir başka isimse Gülşen olacaktı. Gülşen’in 1998 yılında yayımlanan “Erkeksen” adlı ikinci albümünde yer alan “Delisin”in bu yeni düzenlemesi Selim Çaldıran tarafından yapılmıştı.
Cici Kızlar’ın dağılmasından sonra müziğe solo olarak devam eden Bilgen Bengü, “Delisin”i 2003 yılında, bu defa solo olarak seslendirdi ve Turhan Yükseler’in düzenlemesini yaptığı bu versiyon Bengü’nün “Canım Çekti” adı verilmiş 4 şarkılık kısaçalarında yer aldı. Müzik marketlerde satışa sunulmayan bu kısaçalar, bugün dijital platformlarda da bulunmuyor.
“Delisin” 2005 yılında İsviçre çıkışlı bir “gypsy” müzik grubunun, Ssassa’nın “Schnabelwetszer 2” adlı albümünde “Ah Kalbim” adıyla yer aldı. Dünyanın farklı yerlerinden müzisyen ve dansçıları barındıran grup parçayı Türkçe seslendirmiş, albüme bir de enstrümantal versiyon konulmuştu.
“Delisin”in yakın tarihli ve farklı bir “cover” versiyonu ise Salih Yurttaş tarafından yapıldı. Neyzen Salih Yurttaş, parçayı kendi düzenlemesiyle ve enstrümantal olarak kaydetti ve bu kayıt Yurttaş’ın “Emanet” adlı verilmiş 2018 çıkışlı albümünde yer aldı.
Nilüfer’in son anda elemelerden çekilen şarkısı “Boşver”, yarışmanın üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra 45’lik olarak piyasaya sürülmüş, daha sonra ise “Selam Söyle” ve “15 Şarkı” adlı Nilüfer 33’lüklerinde de yer almıştı.

Şarkının daha önce hiç duymadığımız farklı bir kaydı ise uzun yıllar sonra, 2004 yılında tesadüf eseri karşımıza çıktı. “Selam Söyle” 33’lüğünün CD formatındaki tıpkıbasımı için Odeon arşivindeki bantlardan albümün şarkıları dijitale aktarılmıştı. Bu farklı düzenleme o bantlardan çıkmış ve yanlışlıkla CD’ye bu versiyon konulmuştu. Dikkatli kulaklardan kaçmayan bu hata, gizli bir kaydın ortaya çıkmasına vesile oldu. Plaklardaki versiyona göre daha ağır ve daha uzun bu düzenlemenin kimin tarafından yapıldığı ise meçhul ancak yarışma elemeleri için yapılan ilk kayıt olma ihtimali yüksek. Düzenlemedeki armoni de Timur Selçuk’un tarzını akla getiriyor. Bununla birlikte plaklarda yayımlanan versiyonda düzenleme Onno Tunç tarafından yapılmıştı.
Sözleri Tuğrul Dağcı (Oktay Yurdatapan) bestesi Nino Varon’a ait “Boşver”i Nilüfer 1998 yılında yeniden seslendirdi. Şarkının yeni düzenlemesi Aykut Gürel tarafından yapılmıştı ve bu kayıt, Nilüfer’in “Yeniden Yetmişe” adını verdiği “cover” albümünde yer aldı.
2018 yılında Nino Varon’un bestelerini farklı şarkıcıların seslendirdiği “Şarkı Gibi Şarkılar” adlı albümde ise “Boşver” bu defa Onur Mete tarafından seslendirilmiş ve düzenleme Alper Çam tarafından yapılmıştı.
1975 elemelerinde Esin Afşar’ın seslendirdiği kendi bestesi “Canı Sıkılan Adam”, yarışmanın en az akıllarda kalan şarkılarından biriydi. Şarkı, Esin Afşar’ın diskografisinde bile ilk sıralarda yer almadı hiçbir zaman. Ne var ki birileri bu şarkıyı unutmamış olmalıydı ki 2006 yılında bu şarkı bir “cover” olarak değil ama çok sürpriz bir şekilde bir reklam filmi şarkısı olarak çıktı karşımıza. Turkcell-im ürününün kampanya şarkısı olarak yıllar sonra ortaya çıkan şarkının orijinalinin bir Eurovision şarkısı olduğunu ise çok az kişi hatırlıyordu.
“Seninle Bir Dakika”, 1975 yılında yarışmadan hemen sonra üç ayrı 45’likle dinleyici karşısına çıkmıştı. Semiha Yankı’nın bu şarkıyı bir albümde yeniden seslendirmesi ise 20 yıl sonra oldu. Yankı’nın 1995 yılında yayımlanan “Hayırlı Olsun” adlı albümünde şarkı Ahmet Koç’un düzenlemesiyle yer aldı.
Dünyaca ünlü Fransız piyanist Richard Clayderman, 1998 yılında, Türkiye pazarına yönelik olarak yapılmış ve “Turquie Mon Amour (Aşkım Türkiye)” adı verilmiş albümünde “Seninle Bir Dakika”ya da yer verdi.
1999 yılında ise Semiha Yankı şarkıyı bu defa “Kaç Yıl Geçti Aradan” adlı karma albüm için yeniden seslendirdi. “Seninle Bir Dakika”nın bu versiyonu Yuri Ryadchenko tarafından düzenlenmişti.
1999 yılında şarkıyı yeniden seslendiren bir başka isimse Tuba Önal oldu. O yıl Eurovision’da Türkiye’yi “Dön Artık” adlı şarkıyla temsil eden Tuba Önal, ilk albümü de bu şarkıyı değil ama “Seninle Bir Dakika”yı almayı tercih etmişti. Şarkının düzenlemesi ise Turhan Yükseler’in imzasını taşıyordu.
2000 yılında yayımlanan “Eski Dostlar” adlı albümde Semiha Yankı yıllardır ismiyle özdeşleşmiş şarkıyı bir kez daha, bu defa Hurşid Yenigün’ün düzenlemesiyle seslendirdi.
“Seninle Bir Dakika”nın “rock” versiyonu ise 2006 yılında Gece Yolcuları tarafından yapıldı ve grubun “Gece Yolcuları 2” adlı albümünde yer aldı. Şarkının bu düzenlemesi Cem Özkan tarafından yapılmıştı.
Şarkının bir başka enstrümantal versiyonu 2011 yılında yayımlanan “Cafe de Beyoğlu 2” adlı albümde yer aldı. Bu albümde “Seninle Bir Dakika” Azerbaycanlı kemancı Tarlan Gazanferlioğlu, Rus piyanist Natalya Grudnyakova ve kontrbasta Özgür Uluçınar’dan oluşan trio tarafından çalındı.
Tıpkı önceki yıllarda olduğu gibi, 1975 yılında da Eurovision birincisi olan şarkı Türkiye’deki aranjman furyasından nasibini alacaktı. Hollandalı Teach-In grubu yarışmadan kısa bir süre Türkiye’ye geldi, konserler verdi. Onlar bu konserlerde “Ding-A-Dong”u İngilizce olarak söylerken, şarkının iki farklı Türkçe versiyonu Türkiye’de plak olarak satışa çıkmıştı bile.

“Ding-A-Dong”u Türkçe plak yapanlardan biri Füsun Önal’dı. Önal’ın tavrına ve tarzına çok uygun bu parçanın Türkçe sözlerini Çiğdem Talu yazmış ve adını “Söyleyin Arkadaşlar” koymuştu.
Aynı şarkının diğer Türkçe versiyonu ise Ayla Algan tarafından plak yapıldı. “Dünya Tersine Dönse” adını taşıyan bu şarkının sözleri ise Fikret Şeneş tarafından yazılmıştı.
Uzun yıllar sonra “Ding-A-Dong” Türkiye’de bir kez daha Türkçe sözlerle kaydedildi. Pop Star yarışmalarında adını duyurmuş Burçin Şen’in “Yalan Aşk” adlı albümünde yer alan şarkının Türkçe sözleri bu defa Michael Kuyucu tarafından yazılmış ve adı “Doya Doya” olmuştu.
Published on March 15, 2020 04:16
March 10, 2020
İlk Hezimet
Seninle Üç Dakika
1975 - 5. Bölüm
"How Much Is Seven In French?"
Eurovision Şarkı Yarışması’nın yıllar boyunca hiç değişmeyecek kurallarından biri de şarkı uzunluklarının üç dakikayı aşmaması idi. Yani aslında her şey… Onca hazırlık, çaba, emek, telaş, gürültü patırtı, heyecan, yürek çarpıntısı sadece o üç dakika içindi. Eurovision sahnesinde görüneceğimiz o üç dakika… O sahnede boy gösterdiğimiz ilk şarkının adının “Seninle Bir Dakika” olması belki de kaderin bir cilvesi idi. Zira bu meşum yarışmayla aramızda yıllar boyu sürecek sevgi-nefret ilişkisinin adı da olsa olsa “Seninle Üç Dakika” olabilirdi.
İsveç'te yarışmanın yapıldığı Stockholmsmassan adlı salon.
22 Mart 1975 gecesi İsveç’te Türkiye on üçüncü sırada yarışıyordu. Şarkımızdan hemen önce ekrana getirilen ve “postcard” tabir edilen kısa tanıtım filminde Semiha Yankı, elinde bir resim fırçasıyla bir tuval üzerine kendi portresini ve Türk bayrağını çizerken görüntülenmişti. İsveç televizyonu o gece ekrana gelecek bütün “postcard”lar için böyle bir kompozisyon oluşturmuştu. Her ülkenin yarışmacısı kendi resmini ve ülkesinin bayrağını, boş bir tuvale, acemice de olsa resmediyordu.
Semiha Yankı, basma görünümlü elbisesi, kumral saçları, masum ve çocuksu ifadesiyle sahnede belirdiğinde, heyecandan kalbimiz duracak gibiydi. Timur Selçuk, orkestraya ilk işareti verdi ve “Seninle Bir Dakika”, yarışmanın yapıldığı salonda yankılanmaya başladı.
Şarkı bittiğinde Türkiye’de hemen her evden alkışlar yükseldi. Türk halkı, böylesi önemli uluslararası bir organizasyonda Türkiye’nin adını görmek, şarkısını duymaktan son derece memnun, şarkının başarılı yorumundan aldığı cesaretle, gelecek puanlardan da son derece ümitliydi. Diğer şarkılara da bakılırsa, ilk on içerisinde yer almamız işten bile değildi. Çok heyecanlı ve bir o kadar da iyimser ve iyi niyetliydik.
Yarışma şarkılarının ardı ardına ekrana gelmesinden sonra, sırada “interval act” denilen bölüm vardı. Ülke jürilerinin puanlamalarını toplayıp, bildirmeye hazır hale getirmesine kadar geçecek bu sürede orkestra tarafından çalınan İsveç şarkıları eşliğinde İsveçli ressam John Bauer’in tabloları getirildi ekrana. Ardından puanlama başladı.
Puanlama esnasında anonslarını İngilizce ve Fransızca yapmakta olan sunucu Karin Falck’ın Fransızca’ya yeteri kadar hâkim olamamasından kaynaklanan sıkıntı ortaya çıkacak ve İngiltere’nin oylama sonuçlarını alırken gayri ihtiyari sarf ettiği “How much is seven in French? (Fransızcada yedi kaçtır ?)” cümlesi, canlı yayın falsolarından biri olarak Eurovision tarihine geçecekti.
Yarışmanın sunucusu Karin Falck
İlk Hezimet
Türkiye’de ekran başında yediden yetmişe hep beraber hissettiğimiz coşkulu iyimserlik ise çok geçmeden hayal kırıklığına dönüşecekti. On dördüncü sırada yarışan Monaco’ya gelene kadar Türk şarkısı bir tek puan bile alamazken, Monaco’nun verdiği 3 puanın da gerisi gelmedi. Üstelik aldığımız o 3 puan, teknik bir sorundan dolayı puan tablosuna da uzun süre yansımayarak, sunucunun, Malta jürisinin oylarını açıklayan spikerin ve salondakilerin gülmelerine neden olacak ve ekran başında zaten kahrolmuş Türk halkını daha da fazla üzecekti.
Türk jürisinin verdiği oylar da salonda gülüşmelere yol açmış, başından beri militarist bulunduğu için eleştirilere sebep olmuş Portekiz’in şarkısına Türkiye’den 12 puan çıkması, neredeyse alay konusu edilerek, alkışlanmıştı.
Gecenin sonuna gelindiğinde dünya başımıza yıkılmıştı sanki. Dehşet içerisinde ekrana bakakalmıştık. Büyük ümitler, hevesler ve amatör bir heyecanla katıldığımız ilk Eurovision Şarkı Yarışmasında sonuncu olmuştuk. Yaşanan, kelimenin tam anlamıyla bir hezimetti.
Yarışmayı oldukça neşeli ve eğlenceli şarkısı “Ding-A-Dong”la Hollandalı topluluk Teach-In kazanmıştı. İngilizlerin tanınmış ve hatta ünü artık biraz da eskimiş toplulukları The Shadows, “Let Me Be The One” adlı şarkısıyla oldukça çekişmeli geçen puanlama sonucu ancak ikinci olabilmiş, üçüncülüğü ise Wess & Dori Ghezzi ikilisi tarafından seslendirilen “Era” adlı şarkıyla İtalya almıştı.
23 Mart günü Semiha Yankı, Erkan Özerman’la beraber tekrar Paris’e geçecek, gitmeden önce de İsveç’te şu açıklamayı yapacaktı: “Ben ilk on arasına girmeyi düşünmüyordum ama sonuncu olacağım da aklıma gelmemişti. Bizim yerimiz bu olmamalıydı, ama beni sonuncu yapanları utandıracağım.”
Yarışmanın sonucu ülkede uzunca bir süre konuşulacaktı. Yaşanan hezimete, Semiha Yankı’nın meşhur elbisesinden saç modeline, şarkının çok ağır oluşundan, şarkıcımızın sahnede tek başına oluşuna dek her şeyden pay biçiliyordu.
Ancak herkesin hemfikir olduğu asıl konu, oylamanın politik olması idi. Kıbrıs Barış Harekâtının hemen ertesinde gerçekleşen bu yarışmada Avrupa ülkelerinden puan beklemekle çok iyi niyetli davranmıştık. Avrupa, bizi hiçbir zaman kendisinden kabul etmemişti ki zaten. Ağzımızla kuş tutsak onların bize puan vermesinin imkânı yoktu.
Nitekim 29 Mart 1975 tarihli Ses dergisinde yarışma ile ilgili yayımlanan yorum, bu düşüncelerimize tercüman olur gibiydi:
“Başlangıçta iyi niyetli yorumlarla, Semiha Yankı’nın derece alacağından umutlanmış, yaşının küçüklüğünü, şarkısının diğer birçok besteden daha tutarlı oluşunu lehimize saymıştık. Ama ışıklı tablodaki oy verme işlemi başladığı zaman, eloğlunun ne yaşa, ne başa bakmadığını gördük. Hem de hayli acı bir şekilde. Doğrusu gönlümüz ve aklımız, sanatsal yanı ağır basması gereken uluslararası bir yarışmada haçlı zihniyetinin sürdürüleceğini, Avrupalının klasik Türk düşmanlığını ta buralara vardıracağını düşünmek istemiyor. Ama görünen o ki, çeşitli ülkelerin temsilcileri gizli bir anlaşma yapmış gibi, oylarını yakınımızdan bile zorlukla geçirdiler.”
Semiha Yakı ve Teach-In grubunun solisti.
Bu masum ve alıngan, biraz kırgın, içerlemiş ama en çok da kızgın halimizin haklı bir yanı da yok değildi. Gerçekten de bazı ülkelerin politik, sosyal ve kültürel anlamdaki yakınlıkları, açık ve net biçimde puanlamalarına yansımıştı; aslında başından beri de hep yansımaktaydı.
Her ülkede oluşturulmuş halk jürilerinin sıradan insanlardan meydana geldiği düşünülürse, bu tavrın belki bilinçli ve hesaplı değil ama duygusal olduğunu söyleyebilmek de mümkündü tabii. Nitekim yarışmanın tüm tarihi boyunca hiç değişmeyecek bazı yazılmamış kaideleri olduğunun farkına sonradan varacaktık.
Bununla beraber kimi kez çok şaşıracağımız sürprizler de olurdu puanlamalarda. Ancak biz henüz bu konularda tecrübeli ve bilinçli değildik. Bundandır ki, daha ilk kez katıldığımız bir yarışmada sonuncu olmayı kolay kolay gururumuza yediremeyecektik.
İngiltere’de yayımlanan önemli müzik dergilerinden Melody Maker’ın, 29 Mayıs 1975 tarihli sayısında Semiha Yankı ve şarkısı için şu ifadeler kullanılıyordu:
“Salondan gelen alkışlara bakacak olursak Türkiye’nin üçüncü olması gerekirdi. Haksızlığa uğrayan yalnızca Türkiye oldu. Evrensel bir antipati ile bağdaştırabileceğim bu tutum, evrensel müzik için bir yüzkarasıdır. Türkiye’nin Kıbrıs olaylarında Avrupa’da uyandırdığı antipatiden dolayı, son derece güzel, son derece duygusal olan “Seninle Bir Dakika” ancak 3 puanla sonuncu olabildi.”
Çok kırılmış, çok üzülmüştük. O günlerde insan ilişkilerimiz de böyleydi. Çok sevdiğimiz, çok önemsediğimiz, ulaşılmaz gördüğümüz, ulaşmaya çabaladığımız biri, çoğu zaman o farkında bile değilken, bizim onun hoşuna gitsin diye yaptığımız şeyleri umursamaz, görmezse fena halde kırılabilir, üzülebilir, hatta küsebilirdik. Nitekim milletçe de öyle yaptık. Avrupa’ya ve Eurovision Şarkı Yarışması’na bir süreliğine küstük.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: "BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM"
1975 - 5. Bölüm
"How Much Is Seven In French?"

Eurovision Şarkı Yarışması’nın yıllar boyunca hiç değişmeyecek kurallarından biri de şarkı uzunluklarının üç dakikayı aşmaması idi. Yani aslında her şey… Onca hazırlık, çaba, emek, telaş, gürültü patırtı, heyecan, yürek çarpıntısı sadece o üç dakika içindi. Eurovision sahnesinde görüneceğimiz o üç dakika… O sahnede boy gösterdiğimiz ilk şarkının adının “Seninle Bir Dakika” olması belki de kaderin bir cilvesi idi. Zira bu meşum yarışmayla aramızda yıllar boyu sürecek sevgi-nefret ilişkisinin adı da olsa olsa “Seninle Üç Dakika” olabilirdi.

22 Mart 1975 gecesi İsveç’te Türkiye on üçüncü sırada yarışıyordu. Şarkımızdan hemen önce ekrana getirilen ve “postcard” tabir edilen kısa tanıtım filminde Semiha Yankı, elinde bir resim fırçasıyla bir tuval üzerine kendi portresini ve Türk bayrağını çizerken görüntülenmişti. İsveç televizyonu o gece ekrana gelecek bütün “postcard”lar için böyle bir kompozisyon oluşturmuştu. Her ülkenin yarışmacısı kendi resmini ve ülkesinin bayrağını, boş bir tuvale, acemice de olsa resmediyordu.

Semiha Yankı, basma görünümlü elbisesi, kumral saçları, masum ve çocuksu ifadesiyle sahnede belirdiğinde, heyecandan kalbimiz duracak gibiydi. Timur Selçuk, orkestraya ilk işareti verdi ve “Seninle Bir Dakika”, yarışmanın yapıldığı salonda yankılanmaya başladı.
Şarkı bittiğinde Türkiye’de hemen her evden alkışlar yükseldi. Türk halkı, böylesi önemli uluslararası bir organizasyonda Türkiye’nin adını görmek, şarkısını duymaktan son derece memnun, şarkının başarılı yorumundan aldığı cesaretle, gelecek puanlardan da son derece ümitliydi. Diğer şarkılara da bakılırsa, ilk on içerisinde yer almamız işten bile değildi. Çok heyecanlı ve bir o kadar da iyimser ve iyi niyetliydik.

Yarışma şarkılarının ardı ardına ekrana gelmesinden sonra, sırada “interval act” denilen bölüm vardı. Ülke jürilerinin puanlamalarını toplayıp, bildirmeye hazır hale getirmesine kadar geçecek bu sürede orkestra tarafından çalınan İsveç şarkıları eşliğinde İsveçli ressam John Bauer’in tabloları getirildi ekrana. Ardından puanlama başladı.

Puanlama esnasında anonslarını İngilizce ve Fransızca yapmakta olan sunucu Karin Falck’ın Fransızca’ya yeteri kadar hâkim olamamasından kaynaklanan sıkıntı ortaya çıkacak ve İngiltere’nin oylama sonuçlarını alırken gayri ihtiyari sarf ettiği “How much is seven in French? (Fransızcada yedi kaçtır ?)” cümlesi, canlı yayın falsolarından biri olarak Eurovision tarihine geçecekti.

İlk Hezimet
Türkiye’de ekran başında yediden yetmişe hep beraber hissettiğimiz coşkulu iyimserlik ise çok geçmeden hayal kırıklığına dönüşecekti. On dördüncü sırada yarışan Monaco’ya gelene kadar Türk şarkısı bir tek puan bile alamazken, Monaco’nun verdiği 3 puanın da gerisi gelmedi. Üstelik aldığımız o 3 puan, teknik bir sorundan dolayı puan tablosuna da uzun süre yansımayarak, sunucunun, Malta jürisinin oylarını açıklayan spikerin ve salondakilerin gülmelerine neden olacak ve ekran başında zaten kahrolmuş Türk halkını daha da fazla üzecekti.

Türk jürisinin verdiği oylar da salonda gülüşmelere yol açmış, başından beri militarist bulunduğu için eleştirilere sebep olmuş Portekiz’in şarkısına Türkiye’den 12 puan çıkması, neredeyse alay konusu edilerek, alkışlanmıştı.

Gecenin sonuna gelindiğinde dünya başımıza yıkılmıştı sanki. Dehşet içerisinde ekrana bakakalmıştık. Büyük ümitler, hevesler ve amatör bir heyecanla katıldığımız ilk Eurovision Şarkı Yarışmasında sonuncu olmuştuk. Yaşanan, kelimenin tam anlamıyla bir hezimetti.

Yarışmayı oldukça neşeli ve eğlenceli şarkısı “Ding-A-Dong”la Hollandalı topluluk Teach-In kazanmıştı. İngilizlerin tanınmış ve hatta ünü artık biraz da eskimiş toplulukları The Shadows, “Let Me Be The One” adlı şarkısıyla oldukça çekişmeli geçen puanlama sonucu ancak ikinci olabilmiş, üçüncülüğü ise Wess & Dori Ghezzi ikilisi tarafından seslendirilen “Era” adlı şarkıyla İtalya almıştı.
23 Mart günü Semiha Yankı, Erkan Özerman’la beraber tekrar Paris’e geçecek, gitmeden önce de İsveç’te şu açıklamayı yapacaktı: “Ben ilk on arasına girmeyi düşünmüyordum ama sonuncu olacağım da aklıma gelmemişti. Bizim yerimiz bu olmamalıydı, ama beni sonuncu yapanları utandıracağım.”

Yarışmanın sonucu ülkede uzunca bir süre konuşulacaktı. Yaşanan hezimete, Semiha Yankı’nın meşhur elbisesinden saç modeline, şarkının çok ağır oluşundan, şarkıcımızın sahnede tek başına oluşuna dek her şeyden pay biçiliyordu.

Ancak herkesin hemfikir olduğu asıl konu, oylamanın politik olması idi. Kıbrıs Barış Harekâtının hemen ertesinde gerçekleşen bu yarışmada Avrupa ülkelerinden puan beklemekle çok iyi niyetli davranmıştık. Avrupa, bizi hiçbir zaman kendisinden kabul etmemişti ki zaten. Ağzımızla kuş tutsak onların bize puan vermesinin imkânı yoktu.

Nitekim 29 Mart 1975 tarihli Ses dergisinde yarışma ile ilgili yayımlanan yorum, bu düşüncelerimize tercüman olur gibiydi:
“Başlangıçta iyi niyetli yorumlarla, Semiha Yankı’nın derece alacağından umutlanmış, yaşının küçüklüğünü, şarkısının diğer birçok besteden daha tutarlı oluşunu lehimize saymıştık. Ama ışıklı tablodaki oy verme işlemi başladığı zaman, eloğlunun ne yaşa, ne başa bakmadığını gördük. Hem de hayli acı bir şekilde. Doğrusu gönlümüz ve aklımız, sanatsal yanı ağır basması gereken uluslararası bir yarışmada haçlı zihniyetinin sürdürüleceğini, Avrupalının klasik Türk düşmanlığını ta buralara vardıracağını düşünmek istemiyor. Ama görünen o ki, çeşitli ülkelerin temsilcileri gizli bir anlaşma yapmış gibi, oylarını yakınımızdan bile zorlukla geçirdiler.”

Bu masum ve alıngan, biraz kırgın, içerlemiş ama en çok da kızgın halimizin haklı bir yanı da yok değildi. Gerçekten de bazı ülkelerin politik, sosyal ve kültürel anlamdaki yakınlıkları, açık ve net biçimde puanlamalarına yansımıştı; aslında başından beri de hep yansımaktaydı.



Her ülkede oluşturulmuş halk jürilerinin sıradan insanlardan meydana geldiği düşünülürse, bu tavrın belki bilinçli ve hesaplı değil ama duygusal olduğunu söyleyebilmek de mümkündü tabii. Nitekim yarışmanın tüm tarihi boyunca hiç değişmeyecek bazı yazılmamış kaideleri olduğunun farkına sonradan varacaktık.

Bununla beraber kimi kez çok şaşıracağımız sürprizler de olurdu puanlamalarda. Ancak biz henüz bu konularda tecrübeli ve bilinçli değildik. Bundandır ki, daha ilk kez katıldığımız bir yarışmada sonuncu olmayı kolay kolay gururumuza yediremeyecektik.

İngiltere’de yayımlanan önemli müzik dergilerinden Melody Maker’ın, 29 Mayıs 1975 tarihli sayısında Semiha Yankı ve şarkısı için şu ifadeler kullanılıyordu:
“Salondan gelen alkışlara bakacak olursak Türkiye’nin üçüncü olması gerekirdi. Haksızlığa uğrayan yalnızca Türkiye oldu. Evrensel bir antipati ile bağdaştırabileceğim bu tutum, evrensel müzik için bir yüzkarasıdır. Türkiye’nin Kıbrıs olaylarında Avrupa’da uyandırdığı antipatiden dolayı, son derece güzel, son derece duygusal olan “Seninle Bir Dakika” ancak 3 puanla sonuncu olabildi.”

Çok kırılmış, çok üzülmüştük. O günlerde insan ilişkilerimiz de böyleydi. Çok sevdiğimiz, çok önemsediğimiz, ulaşılmaz gördüğümüz, ulaşmaya çabaladığımız biri, çoğu zaman o farkında bile değilken, bizim onun hoşuna gitsin diye yaptığımız şeyleri umursamaz, görmezse fena halde kırılabilir, üzülebilir, hatta küsebilirdik. Nitekim milletçe de öyle yaptık. Avrupa’ya ve Eurovision Şarkı Yarışması’na bir süreliğine küstük.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: "BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM"
Published on March 10, 2020 07:06
March 1, 2020
"Sarışın Türk Kadını Olmaz!"
Seninle Üç Dakika
1975 - 4. Bölüm
Külkedisi Masalı
15 Ocak 1958’de İstanbul’da doğan Semiha Yankı’nın 17 yıllık kısacık yaşamı bir Külkedisi masalı gibiydi. Ailesi sirklerde akrobat olarak çalışırken ağabeyi kaza sonucu ölünce, para kazanıp ailesine gelir getirebilmek için gazino ve gece kulüplerinde şarkı söylemeye başlamıştı.
Semiha Yankı, anne babası, ablaları ve ölen ağabeyi ile.
O günlerde Kervan Plak’ın ortaklarından Yaşar Kekeva’yla tanışmış ve Orhan Gencebay’ın iki bestesi ile (“Benim Dünyam” ve “Sen de Bizdensin”) ilk plağını yapmıştı.
Yaşından beklenmeyecek derecede güçlü bir sesi vardı. Ancak arabesk türdeki bu plak pek ses getirmeyince plak şirketi ikinci plağında aranjman okumasına karar vermiş ve bu plakta yer alan "İnim İnim İnledim" ve "Boşverdim" adlı şarkılarının söz yazarı Ülkü Aker’le o günlerde tanışmıştı.
Bu tanışma, onun Eurovision birinciliğine kadar uzanacak macerasının da ilk adımı olacak ve Semiha Yankı, yıllar sonra bu hikâyeyi şöyle anlatacaktı:
“Ülkü Aker’le biz zaten her dakika görüşüyorduk o günlerde. Bir gün bana bir telefon açtı ve ‘Böyle böyle bir yarışma var, katılmak ister misin?’ diye sordu. Benim Eurovision’un ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Besteci Kemal Ebcioğlu yarışmaya katılacağı bestesini seslendirecek birini arıyordu ve Ülkü Aker de beni önermişti. Ben çocukluğun verdiği hevesle ‘Katılırım tabi,’ dedim. Kalktım, gittim ve aynı gün hemen oracıkta bana şarkıyı öğretip söylettiler. Kaydı yaptık ve bant, başvuru tarihinin son günü, hatta birkaç saat kala TRT’ye ulaştırıldı. Ama ben o kadar yoğundum ki... Gecede üç dört yerde birden sahneye çıkıyor, ekmek parası peşinde koşuyordum. Her gece ayaklarım su toplamış vaziyette eve dönüyordum. Haliyle ben şarkıyı da, yarışmayı da unuttum gitti.”
Kemal Ebcioğlu, yarışmaya katılacağı şarkısını bestelediğinde, şarkıların TRT’ye teslim edilmesine sadece 24 saat kalmıştır. Babası Hikmet Münir Ebcioğlu, oğlunun bestesini dinleyince, zaten sürekli notlar almakta olduğu defterini açmış ve “Seninle Bir Dakika”nın sözlerini yazmıştır bir çırpıda. Baba-oğul hemen bir solist arayışına girerler ama müzik piyasasındaki hemen her şarkıcı zaten bir şarkıyla katılmıştır yarışmaya ve solist bulmaları pek de kolay olmayacaktır.
Semiha Yankı ve Ülkü Aker.
Stüdyoları gezerken, tesadüfen Ülkü Aker’le karşılaşır ve sesinin güzel olduğunu bildikleri ünlü söz yazarına şarkıyı okuması için oracıkta teklif yaparlar. Ancak Ülkü Aker bunu kabul etmez ve onlara birlikte çalışmaya başladığı genç bir kızdan, Semiha Yankı’dan söz eder. Derhal Semiha Yankı’ya telefon açar Ülkü Aker. Ve sahiden de genç kız stüdyoya gelir gelmez, kayda girer. TRT’ye teslim edilecek bant ortaya çıktığında, teslim süresinin dolmasına sadece dört buçuk saat vardır.
Böyle apar topar kaydedilen şarkının finale kaldığını ise çalışmak için gittiği Adana’da öğrenecektir Semiha Yankı:
“Adana’ya program yapmaya gitmiştim. Bir otelde çalışıyordum. Annemi aramışlar, annem de beni aradı. Yarışmada finale kaldığımı, Ankara’ya gitmem gerektiğini söyledi. Ben hâlâ yarışmanın öneminin farkında değildim. Ne zaman ki Ankara’ya gittim, oradaki organizasyonu gördüm, işin ciddiyetini anladım. Şarkıyı doğru dürüst hatırlamıyordum bile. Biraz çalışıp ilk provaya çıktım. Çok büyük bir orkestra vardı ve ben ilk kez böyle bir orkestrayla şarkı söyleyecektim. İlk provada ben şarkıyı söylemeye başlayınca, yüzü orkestraya dönük olan Timur Selçuk şöyle bir dönüp bana baktı, sonra orkestrayı yönetmekten vazgeçip beni izlemeye başladı. Şarkı bittiğinde gelip boynuma sarıldı, beni tebrik etti. O sırada bütün orkestra üyeleri beni alkışlıyordu. Hayatımda o kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum.”
Semiha Yankı ve Timur Selçuk.
İşte Semiha Yankı’nın Külkedisi masalı böyle başlayacak ve ilk kez katıldığımız Eurovision Şarkı Yarışması, belki ülkenin değil ama Semiha Yankı’nın kaderini baştan sona değiştirecekti.
Ajda Pekkan, Esin Afşar ve Ayla Algan gibi Türkiye’de şöhret olmuş isimleri Fransız müzik dünyasına lanse etmek için gösterdiği çabayla Türkiye’de dönem dönem adından söz ettiren menajer Erkan Özerman, yarışmanın uluslararası boyutunun farkına çabuk varan ve kısa sürede bir şekilde bu işin içine kendini dâhil edenlerden olacaktı. Nitekim hem Semiha Yankı’nın menajerliğini üstlenmesi hem de “Seninle Bir Dakika”nın editörlük haklarını bestecisinden satın alması için çok fazla zaman geçmesine gerek kalmadı.
Erkan Özerman ve Ayla Algan, 1974.
Erkan Özerman’ın bu işe nasıl dâhil olduğu yıllar sonra çok tartışılacak, Semiha Yankı, Özerman için “Nereden geldi, nasıl geldi bilmiyorum; birdenbire ortaya çıktı,” derken, Özerman da kendisini TRT’nin görevlendirdiğini iddia edecekti.
Erkan Özerman
Erkan Özerman isminin ortaya çıktığı günlerde, Özerman’ın Semiha Yankı’yı ikna etmek için “Bak, senin yarışmada birinci olmanda benim katkım büyük. Nilüfer’in yarışmadan çekilmesini perde arkasından ben idare ettim,” dediği konuşuluyordu. Erkan Özerman’ın o günlerde Anne-Marie David’le yakın iş ilişkisi içinde olduğu düşünülürse, bu dedikodunun ardında yatabilecek gerçeklik payı, doğrusu epey kafa karıştırıyordu. Yarışmanın Türkiye safhası tamamlandığına göre, bundan sonra çıkacak dedikodular ve yapılacak tartışmaların tek hedefi Semiha Yankı ve çevresindeki ekip olacaktı. Bu dedikodu, bunun ilk habercisiydi.
Anne-Marie David ve Erkan Özerman
Erkan Özerman, bundan sonra atacağı her adımda Semiha Yankı’nın yanında yer alacak, TRT ekibinin de en az onun kadar söz sahibi olduğu düşünülürse, saçının renginden giydiği elbiseye dek Semiha Yankı’ya hiçbir konuda fikir beyan etme şansı kalmayacak, yıllar sonra şarkıcı o günlerde yaşadıklarını şu cümlelerle özetleyecekti:
“Henüz 17 yaşındaydım. Yurt dışına çıkabilmem için bile babamdan yazılı izin alınması gerekti. Ben ne yapabilirdim ki?”
Final gecesinin üzerinden çok zaman geçmeden, yarışmanın finalistlerinden Yeşim, Hey dergisi tarafından “Yılın Ümit Veren Kadın Şarkıcısı”, Nilüfer de “Yılın Kadın Şarkıcısı” seçilir ve derginin düzenlediği turne kapsamında Türkiye’yi dolaşırken, Ali Rıza Binboğa “Biliyorum, Türkan Şoray benimle film çevirmek isteyecek. Kabul eder miyim hiç? Adımdan yararlanmak istiyor,” diye beyanat verecek, Serter Bağcan, lokallerden gelen tekliflerin cazibesine kapılıp Ankara’dan İstanbul’a taşınacak, Semiha Yankı’yı Eurovision’a sokan Ülkü Aker, 1976 yılında yapılacak yarışmaya kendi söyleyeceği bir şarkıyla katılacağını açıklayacak, Cici Kızlar “Zaten ülkeyi temsil edebilecek yeterliliğe sahip değildik,” diyerek birinciliği kıl payı kaçırmalarını dert etmeyecek, Atilla Atasoy, yakında açmayı planladığını eczanesinde ilacın yanı sıra plak da satacağının müjdesini verecek, Gökhan Abur, adını Tuğba ya da Tulya koymak konusunda kararsız kaldığı bir kız çocuk babası olacak, Esin Afşar, yarışma şarkısına gönderme yaparak Hey dergisine “canı sıkılan kadın” pozları verecek, Timur Selçuk, Şişli Terakki Lisesi’nde vereceği konserde “Dertlerinize ilaçla değil, müzikle derman olmaya çalışacağım,” diyerek sahneye hastabakıcı kıyafetiyle çıkacak ve ilk Eurovision Şarkı Yarışması tecrübemiz, kendi yıldızlarını böylece yaratacaktı.
“Benim Değerimi Ancak Avrupalılar Anlar”
Şubat ayında yapılan finalden 23 gün sonra TRT, Eurovision’a katılan tüm sanatçıları plaket ve ödül töreni için Ankara’ya çağırdı ve gecikmeli ödüller Televizyon Daire Başkanı Yılmaz Dağdeviren’in odasında sanatçılara takdim edildi.
Ödül töreninde Yılmaz Dağdeviren şöyle konuşacaktı:
“İlk defa böyle bir yarışma düzenleyen TRT, bütün çabalarına rağmen tam anlamıyla eksiksiz bir organizasyon yapmış değildir. Birçok hatalarımız olmuştur. Fakat iyi niyetle çalıştığımız bir gerçektir. Bizi kutlayanların yanında çok ağır olarak eleştirenler de olmuştur. Biz şuna inanıyoruz ki, Eurovision 1976 Türk Hafif Müzik yarışması çok daha güzel ve en az hatalı yarışma olacaktır. Şimdiden katılacak tüm sanatçılara başarılar dilerim.”
Bu coşkuyla Semiha Yankı da oracıkta bir açıklama yaparak, gelecek yıl yarışmaya kendi bestesiyle katılacağını ve şarkıyı da ablası Safiye Yankı’nın seslendireceğini müjdeleyecekse de ne Yılmaz Dağdeviren’in 1976 yılı için başarı dilekleri ne de Semiha Yankı’nın bu iddiası gerçek olacak ve Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye tarihinde 1976 yılı hanesi boş kalacaktı.
Bütün basın Semiha Yankı’nın peşinde koşuyor, organizasyonun sahibi TRT, bu konudaki imtiyazını kullanarak yazılı basından bir adım önde gidiyordu. Hatta Semiha Yankı’yı kolay kolay hiçbir magazin haberinin konu edilmediği, stüdyoda ilgili ilgisiz canlı yayın konuklarının ağırlanmadığı o günlerin alabildiğine ciddi televizyon haber bültenlerinde bile görmek mümkündü. Külkedisi bir anda prenses olmuştu.
Ne var ki Semiha Yankı’nın o ışıltılı günlerin heyecanı ve 17 yaşının toyluğuyla art niyetsiz bir biçimde sarf ettiği kimi sözler, haber peşinde olan gazetecilerin usta kalemlerinde dallanıp budaklanacak, gün gelip başına iş açacaktı. Önce şu cümleler düştü gündeme: “Artık tavernalarda yetmiş beş lira yevmiyeye paydos! Bundan böyle ben de havamı atacağım!..”
Daha çocuk denecek yaşta kendini sahnede bulmuş gencecik bir kızın haklı zafer sarhoşluğu sayılabilecek bu sözler nispeten makul karşılanırken iş bu kadarla kalmayacak, asıl bomba bu sözlerin hemen ertesinde patlayacaktı. Saklambaç gazetesinin manşetine çıkan röportajda Semiha Yankı’nın şu cümleleri sarf ettiği iddia ediliyordu:
“Bundan sonra benim için birinci planda Avrupalılar gelir, ancak onlar benim değerimi anlar. Zaten artık benim Türk seyircisine hiç ihtiyacım yok. Kendimi Avrupalı müzikseverlere kabul ettirip, onlara hitap edeceğim.”
Semiha Yankı tam da o günlerde yarışma hazırlıkları için Erkan Özerman’la birlikte Paris’teydi. Bu yüzden haberi duyması da, kendini savunması da bir hayli geç olacak, ülkede bir infiale dönüşecek tepkilerin önünü almakta hayli güçlük çekecekti. Manşete çıkan cümleler ne niyetle ve ne şekilde söylenmişti, doğru muydu, abartılmış mıydı, yoksa Semiha Yankı’nın yıllar sonra iddia edeceği gibi, kendisine karşı güdülen kişisel bir intikamın sonucu mu, bir komplo muydu, bunu hiç bilemeyecektik. Ancak Yankı’nın yarışma bitip yurda döndükten sonra, söylediği ya da söylemediği bu cümleler yüzünden Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanması tam üç yıl sürecek ve sonuçta mahkeme beraat kararı verecekti.
Semiha Yankı bir başka sıkıntıyı da Paris yolculuğu başlamadan önce Türkiye’de yaşamıştı. Yankı’nın sözleşme ile bağlı olduğu Kervan Plak firması, “Seninle Bir Dakika”yı plak yapmak istiyor, ancak şarkının yayın haklarını üzerine alan Erkan Özerman buna izin vermiyordu. Semiha Yankı arada kalmıştı. O güne dek iki 45’liğini piyasaya sürmüş olan Kervan Plak, elindeki iki yıllık sözleşmeyi öne sürerek, Yankı’nın şarkıyı başka bir firma hesabına okuyamayacağını söylüyordu. Bu anlaşmazlık nedeniyle şarkı bir türlü Türkiye’de plak olarak piyasaya çıkamıyordu.
Tam da o günlerde plakçı vitrinlerini süslemeye başlayan yeni Semiha Yankı plağı, görenleri hayrete düşürecekti bu yüzden. “Seninle Bir Dakika”nın plak yapılamamasını fırsat bilen İş Plak isimli korsan bir firma, şarkının Türkiye finalindeki kaydını plak haline getirmişti. Türkiye finali gecesi televizyon yayınından yapılmıştı bu kayıt. Plağın arka yüzüne ise Yankı’nın Kervan Plak hesabına yayınlanan ikinci 45’liğinde yer alan “İnim İnim İnledim” adlı şarkı konulmuştu.
Yaşar Plak ve Erkan Özerman arasındaki hak sahipliği tartışması ancak yarışmadan sonra çözülebilecek ve Semiha Yankı, Erkan Özerman’la yollarını ayırır ayırmaz, şarkıyı Kervan Plak hesabına plak yapacak, aynı günlerde Barclay firmasının Türkiye temsilciliğini üstlenen Melodi Plak da şarkının Avrupa için hazırlanan ve B yüzünde İngilizce versiyonun yer aldığı plağı Türkiye’de piyasaya sürecekti.
Böylece plakçı raflarında üç farklı “Seninle Bir Dakika” plağı boy gösterecekti bir süre sonra. Ancak şarkının kaymağını yiyen ve en çok satılan, hiç kuşkusuz finalden önce piyasaya sürülen korsan plak olmuştu.
Semiha Paris’te
Semiha Yankı, Erkan Özerman ve Kemal Ebcioğlu, 1 Mart 1975 günü Fransa’ya hareket ettiler. Bir süre sonra Türkiye’ye Semiha Yankı’nın Paris’te Barclay firmasıyla bir sözleşme yaptığı haberi ulaştı. Sözleşmeye göre ilk olarak “Seninle Bir Dakika” nın İngilizce versiyonu için stüdyoya girilmişti. Şarkının İngilizce sözlerini Paris’te Türkiye’nin OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı) müsteşarı olarak görev yapan Aydemir Koç’un karısı ve eski Adalet Bakanı Mehmet Sedat Çumralı’nın kızı olan Dilek Koç yazmıştı.
Semiha Yankı Paris'te.
Şarkı, Türkçe versiyonuyla birlikte 45’lik olarak yayımlanacak, bu 45’lik aynı zamanda İsveç’te de şarkımızın tanıtımı maksadıyla basına dağıtılacaktı. Şarkının İngilizce versiyonu “Love Is The Name Of The Game” adını taşıyordu ve yabancı dil bilmeyen Semiha Yankı’nın şarkıyı doğru telaffuz edebilmesi için bir hayli çalışılmıştı.
Erkan Özerman’ın Semiha Yankı’yı Paris’e götürmesi sonrasında orada yaşananlar, Özerman ve Yankı arasında yıllar sonra ateşlenecek bir tartışmaya sebep olacaktı. Erkan Özerman, Semiha Yankı’yı Paris’te, o günlerde “elmas kralı” olarak adlandırılan Türkiye kökenli Jan Have Tosunyan ile tanıştırmış ve Yankı, yirmi gün boyunca Tosunyan’a ait olan bir evde tek başına kalmıştı. O evde sadece peynir ve reçel yemiş, aç kalmış, koltukta uyumuş ve yalnızca stüdyoya gitmek için evden çıkarılmıştı. Bu durum ve sonrasında yaşananlar, Yankı ile Özerman’ın yollarının yarışmadan hemen sonra ayrılmasına neden olacak, yarışma dönüşü mesele basına da yansıyacaktı. Ancak o günlerde henüz kimse bundan haberdar değildi.
Erkan Özerman’ın Semiha Yankı’yı Paris’e götürmesi şarkının yeniden düzenlenmesi ve kaydedilmesinin yanı sıra yarışmadan bağımsız olarak Yankı’nın Barclay firması ile anlaşma yapıp yurt dışına lanse edilmesi amacını taşımaktaydı aslında. Ancak henüz çok genç ve tecrübesiz olan Semiha Yankı’nın orada yaşadıkları ve bu süreçte Türkiye’deki ailesiyle haberleşememesi Özerman ve Yankı arasındaki sözleşmenin kısa süre sonra feshine neden olacaktı.
Türkiye’de yarışmaya gösterilen ilgi ve duyulan heyecan, yarışmaya katılan 19 ülkenin şarkılarına ait tanıtım filmlerinin 11 ve 13 Mart günleri televizyonda yayınlanmasıyla doruğa çıkaktı. Rakiplerimizi tanımış oluyorduk böylece. Artık Türkiye’nin rakipleri arasında ne kadar şansı olduğuna dair fikir yürütmemiz daha kolaydı.
Türkiye’de henüz renkli yayın teknolojisi olmadığı için “Seninle Bir Dakika”nın Ankara, Afyon, Antalya, Alanya, Side, Silifke, Mersin, Göreme ve Ürgüp’te kilometreler aşılarak çekilen tanıtım filmi, siyah beyaz olarak kayda alınmıştı.
Şarkının stüdyo kaydı o günlerde henüz yapılamadığı için de filmde Yankı’nın Türkiye elemelerindeki final gecesi performansının ses kaydı kullanmış, canlı seslendirilirken 3 dakikayı aşan şarkının bir kısmı kesilerek kısaltılmıştı. TRT’nin yayını zaten siyah beyazdı ama Avrupa’da çoktan renkli yayına geçmiş televizyon kanallarında filmimizin siyah beyaz yayınlanacak olması, bir geri kalmışlık göstergesi olarak can sıkıcıydı.
Türk ekibi, 20 Mart günü Stockholm’e ulaştı. Ekipte Semiha Yankı, Erkan Özerman, Kemal Ebcioğlu ve Timur Selçuk’un yanı sıra TRT’den Yılmaz Dağdeviren, Bülent Özveren, İskender Salgırlı ve İzzet Öz vardı. Türkiye’de yayın yapan hemen hemen tüm gazete ve dergilerden temsilciler de yarışmayı izlemek üzere İsveç’e gelmişti.
O günlerin uluslararası politik dengelerine göre güvenlik açısından riskte sayılabilecek ekipler olan İrlanda, Türkiye ve İsrail ekipleri aynı otele yerleştirilmiş ve yarışmanın yapılacağı salona yüz metre mesafedeki Holiday Inn adlı bu otel, diğerlerinden çok daha sıkı bir koruma çemberine alınmıştı.
İlk prova 21 Mart günü yapıldı. Provalar ilk gün 40, sonraki günler 20 dakika üzerinden planlanmıştı. Günün programları, salona yerleştirilen dâhili televizyondan dakikası dakikasına yayınlanıyor, provalar ise renkli televizyonlardan naklen izlenebiliyordu. Türk ekibi, İsveç’teki organizasyonun profesyonelliği ve teknolojinin üstünlüğü kadar diğer ülke ekiplerinin tanıtım ve kulis faaliyetlerinden de etkilenecek ve ilk kez katıldığımız bu yarışmada, aslında neler yapmamız gerektiği konusunda epeyce fikir sahibi olacaktı.
Aynı menajerlik firmasına bağlı Hollanda, İsviçre, İsrail ve Norveç ekiplerinin kaldıkları otelin iki büyük dairesini tanıtım bürosu haline getirerek, büyük bir reklam kampanyasına girişmelerini ve tanıtım filmlerini video-bantlardan basın mensuplarına izlettirmelerini Türk ekibi şaşkınlıkla takip edecekti. Semiha Yankı’nın yarışma şarkısını da plak yapan Barclay firmasının, Fransız ekibi için akşam yemeği düzenlemesi gibi çok sıradan lobi faaliyetleri bile, Türk ekibinin Erkan Özerman marifetiyle yapmaya çalıştığı tanıtımla kıyaslandığında çok şaşaalı kalıyor, İsveç’ten Türkiye’ye haberler ulaştıkça, yarışmaya ne kadar hazırlıksız gittiğimiz ortaya çıkıyordu. Buna karşılık Stockholm basın ataşemizin verdiği kokteyle bir önceki yılın yarışma birincisi Abba topluluğunun katılması, İsveç gazetelerinin biraz da olsa Türk ekibinden bahsetmesine neden olacaktı.
“Sarışın Türk Kadını Olmaz !”
Aynı günlerde Türk ekibinin kendi içinde yaşadığı uyuşmazlıklar da Türkiye’de yarışmayla ilgili yapılan haberlerin satır aralarında okunabiliyordu. Orkestra şefi Timur Selçuk’un kendisine hiçbir inisiyatif tanımayan besteci Kemal Ebcioğlu’yla arası pek iyi değildi. Türkiye’nin basın toplantısı, Semiha Yankı’nın geç kalması ve aranıp bulunamaması yüzünden bir kez ertelenmiş, ikinci defada da zar zor yapılabilmişti. Basın toplantısında yabancı dil bilmeyen şarkıcımızın tercümanlığını Bülent Özveren ve Timur Selçuk yapacak, Semiha Yankı’nın uygun bulunmayan kimi cevapları, tercümanları tarafından sansürlenerek basın mensuplarına iletilecekti.
Semiha Yankı İsveç'te yarışmanın yapılacağı salonun önünde.
Genel olarak Türk ekibinin bir başıboşluk içerisinde olduğu ve bu yüzden Yılmaz Dağdeviren’in istediklerinin birçoğunu yapamadığı iddia ediliyor, aynı zamanda TRT ekibi ile Erkan Özerman arasında yarışma gecesi giyilecek kıyafet konusunda tartışma çıktığından bahsediliyordu.
Söylenenlere göre TRT ekibinden birileri Semiha Yankı’ya, daha Türkiye’de iken “Sarışın Türk kadını olmaz!” ikazıyla saçlarını koyu renge boyatması talimatı vermiş, zaten hiçbir konuda kendisine fikir sorulmayan Semiha Yankı çaresiz, denileni yapmıştı.
Daha sonra çok ama çok uzun tartışmalara neden olacak kıyafet konusu ise ayrı bir muammaydı. Denilenlere göre Erkan Özerman’ın Semiha Yankı’yı Paris’e götürmesinin bir sebebi de yarışma için elbiseler almaktı ancak Semiha Yankı, yıllar sonra elbise konusunu yalanlayacak ve Paris’ten kendisine bir şey alınmadığını söyleyecekti. Gerçekten de Yankı’nın yarışma gecesi giydiği kıyafet, Ankaralı bir modacı tarafından hazırlanmış ve Türk motifleri taşıdığı düşünülen bu kıyafet Türkiye’den getirilmiş, hatta TV’de 7 Gün dergisi 10 Mart 1975 tarihli sayısında Yankı’nın o elbise ile çekilmiş fotoğrafını, “”350 Liralık Basma Entari İle Yarışacak” başlıklı haberinde kullanmıştı.
O günlerin zaten çok içine kapanık olan ve kendini Avrupa karşısında dışlanmış hisseden Türkiye’sinde Semiha Yankı’nın yarışma gecesi giydiği elbise çok yerel, demode, bizi “geri kalmış” gösteren ve bir genç kıza yakışmayan bir kıyafet olduğu gerekçesiyle acımasızca eleştirilecek, hatta yarışmanın sonunda aldığımız kötü dereceye biraz da bu elbisenin sebep olduğu bile iddia edilecek ve bugün hala Semiha Yankı’nın evinin başköşesinde bir camekân içerisinde saklı duran o elbise, 1975 Eurovision Şarkı Yarışması maceramızın başkahramanlarından biri olarak tarihe böyle geçecekti.
Aynı elbise, 30 yıl sonra ise bir kez daha Eurovision sahnesine çıkacak ve Semiha Yankı, konuk olarak katıldığı 2005 yılı Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye finalinde, “Seninle Bir Dakika”yı tekrar o elbiseyle seslendirecekti.
Türk ekibindeki bir başka huzursuzluk da dil sorunu yüzünden çıkmıştı. O yıllarda yarışmada ülkelerin şarkılarını kendi resmi diliyle icra etmesi zorunluluğu yoktu. Nitekim Finlandiya, Malta ve Norveç gibi bazı ülkeler şarkılarını kendi dillerinde değil, İngilizce olarak seslendiriyorlardı. Gelen haberlere göre son dakikaya kadar “Seninle Bir Dakika”nın Türkçe mi İngilizce mi söyleneceğine karar verilememiş, provalarda bir İngilizce bir Türkçe söylenmiş, bu belirsizlik Semiha Yankı’yı kızdırmıştı.
Semiha Yankı ve TRT Televizyon Daire Başkanı Yılmaz Dağdeviren İsveç'te.
Sonuçta şarkının Türkçe olarak seslendirilmesine karar verildi. Bu karar da yarışmadan sonra Türkiye’de tartışılacak ve gazetelerin yaptığı soruşturmalarda halkın büyük çoğunluğu Semiha Yankı’nın şarkıyı Türkçe söylemesini yanlış verilmiş bir karar olarak nitelendirecekti.
Gazeteci Yener Süsoy, o günlerde muhabiri olduğu Hey dergisi için İsveç izlenimlerini şu satırlarla kaleme alıyordu:
“Stockholm’deki düzenli hayat ve ilginç trafik, Türk ekibini oldukça fazla etkiledi. Tek bir klakson sesinin duyulmadığı şehirde herkes alabildiğine rahat. Otelin önünde dudak dudağa öpüşen çiftlere kimse dönüp bakmıyor bile.”
Dünya üzerinde ortalama 800 milyon kişinin izleyeceği tahmin edilen yarışma, 22 Mart 1975 gecesi Türkiye saatiyle 22:00’dan itibaren naklen yayınlanmaya başladı. Aylardır her ayrıntısıyla gündemimizi meşgul eden yarışmanın final gecesi nihayet gelmiş, ekran başında nefesler tutulmuştu. Hemen her evde, günlük gazetelerin yayımladığı puan tabloları ve kalemler hazır edilmiş, tüm Avrupa’da renkli yayınlanıyor olmasına rağmen, bizim siyah-beyaz izleyeceğimiz final, Eurovision ambleminin ekranda görünmesiyle resmen başlamıştı.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: "İLK HEZİMET"
1975 - 4. Bölüm
Külkedisi Masalı

15 Ocak 1958’de İstanbul’da doğan Semiha Yankı’nın 17 yıllık kısacık yaşamı bir Külkedisi masalı gibiydi. Ailesi sirklerde akrobat olarak çalışırken ağabeyi kaza sonucu ölünce, para kazanıp ailesine gelir getirebilmek için gazino ve gece kulüplerinde şarkı söylemeye başlamıştı.

O günlerde Kervan Plak’ın ortaklarından Yaşar Kekeva’yla tanışmış ve Orhan Gencebay’ın iki bestesi ile (“Benim Dünyam” ve “Sen de Bizdensin”) ilk plağını yapmıştı.

Yaşından beklenmeyecek derecede güçlü bir sesi vardı. Ancak arabesk türdeki bu plak pek ses getirmeyince plak şirketi ikinci plağında aranjman okumasına karar vermiş ve bu plakta yer alan "İnim İnim İnledim" ve "Boşverdim" adlı şarkılarının söz yazarı Ülkü Aker’le o günlerde tanışmıştı.

Bu tanışma, onun Eurovision birinciliğine kadar uzanacak macerasının da ilk adımı olacak ve Semiha Yankı, yıllar sonra bu hikâyeyi şöyle anlatacaktı:
“Ülkü Aker’le biz zaten her dakika görüşüyorduk o günlerde. Bir gün bana bir telefon açtı ve ‘Böyle böyle bir yarışma var, katılmak ister misin?’ diye sordu. Benim Eurovision’un ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Besteci Kemal Ebcioğlu yarışmaya katılacağı bestesini seslendirecek birini arıyordu ve Ülkü Aker de beni önermişti. Ben çocukluğun verdiği hevesle ‘Katılırım tabi,’ dedim. Kalktım, gittim ve aynı gün hemen oracıkta bana şarkıyı öğretip söylettiler. Kaydı yaptık ve bant, başvuru tarihinin son günü, hatta birkaç saat kala TRT’ye ulaştırıldı. Ama ben o kadar yoğundum ki... Gecede üç dört yerde birden sahneye çıkıyor, ekmek parası peşinde koşuyordum. Her gece ayaklarım su toplamış vaziyette eve dönüyordum. Haliyle ben şarkıyı da, yarışmayı da unuttum gitti.”

Kemal Ebcioğlu, yarışmaya katılacağı şarkısını bestelediğinde, şarkıların TRT’ye teslim edilmesine sadece 24 saat kalmıştır. Babası Hikmet Münir Ebcioğlu, oğlunun bestesini dinleyince, zaten sürekli notlar almakta olduğu defterini açmış ve “Seninle Bir Dakika”nın sözlerini yazmıştır bir çırpıda. Baba-oğul hemen bir solist arayışına girerler ama müzik piyasasındaki hemen her şarkıcı zaten bir şarkıyla katılmıştır yarışmaya ve solist bulmaları pek de kolay olmayacaktır.

Stüdyoları gezerken, tesadüfen Ülkü Aker’le karşılaşır ve sesinin güzel olduğunu bildikleri ünlü söz yazarına şarkıyı okuması için oracıkta teklif yaparlar. Ancak Ülkü Aker bunu kabul etmez ve onlara birlikte çalışmaya başladığı genç bir kızdan, Semiha Yankı’dan söz eder. Derhal Semiha Yankı’ya telefon açar Ülkü Aker. Ve sahiden de genç kız stüdyoya gelir gelmez, kayda girer. TRT’ye teslim edilecek bant ortaya çıktığında, teslim süresinin dolmasına sadece dört buçuk saat vardır.

Böyle apar topar kaydedilen şarkının finale kaldığını ise çalışmak için gittiği Adana’da öğrenecektir Semiha Yankı:
“Adana’ya program yapmaya gitmiştim. Bir otelde çalışıyordum. Annemi aramışlar, annem de beni aradı. Yarışmada finale kaldığımı, Ankara’ya gitmem gerektiğini söyledi. Ben hâlâ yarışmanın öneminin farkında değildim. Ne zaman ki Ankara’ya gittim, oradaki organizasyonu gördüm, işin ciddiyetini anladım. Şarkıyı doğru dürüst hatırlamıyordum bile. Biraz çalışıp ilk provaya çıktım. Çok büyük bir orkestra vardı ve ben ilk kez böyle bir orkestrayla şarkı söyleyecektim. İlk provada ben şarkıyı söylemeye başlayınca, yüzü orkestraya dönük olan Timur Selçuk şöyle bir dönüp bana baktı, sonra orkestrayı yönetmekten vazgeçip beni izlemeye başladı. Şarkı bittiğinde gelip boynuma sarıldı, beni tebrik etti. O sırada bütün orkestra üyeleri beni alkışlıyordu. Hayatımda o kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum.”

İşte Semiha Yankı’nın Külkedisi masalı böyle başlayacak ve ilk kez katıldığımız Eurovision Şarkı Yarışması, belki ülkenin değil ama Semiha Yankı’nın kaderini baştan sona değiştirecekti.

Ajda Pekkan, Esin Afşar ve Ayla Algan gibi Türkiye’de şöhret olmuş isimleri Fransız müzik dünyasına lanse etmek için gösterdiği çabayla Türkiye’de dönem dönem adından söz ettiren menajer Erkan Özerman, yarışmanın uluslararası boyutunun farkına çabuk varan ve kısa sürede bir şekilde bu işin içine kendini dâhil edenlerden olacaktı. Nitekim hem Semiha Yankı’nın menajerliğini üstlenmesi hem de “Seninle Bir Dakika”nın editörlük haklarını bestecisinden satın alması için çok fazla zaman geçmesine gerek kalmadı.

Erkan Özerman’ın bu işe nasıl dâhil olduğu yıllar sonra çok tartışılacak, Semiha Yankı, Özerman için “Nereden geldi, nasıl geldi bilmiyorum; birdenbire ortaya çıktı,” derken, Özerman da kendisini TRT’nin görevlendirdiğini iddia edecekti.
Erkan Özerman
Erkan Özerman isminin ortaya çıktığı günlerde, Özerman’ın Semiha Yankı’yı ikna etmek için “Bak, senin yarışmada birinci olmanda benim katkım büyük. Nilüfer’in yarışmadan çekilmesini perde arkasından ben idare ettim,” dediği konuşuluyordu. Erkan Özerman’ın o günlerde Anne-Marie David’le yakın iş ilişkisi içinde olduğu düşünülürse, bu dedikodunun ardında yatabilecek gerçeklik payı, doğrusu epey kafa karıştırıyordu. Yarışmanın Türkiye safhası tamamlandığına göre, bundan sonra çıkacak dedikodular ve yapılacak tartışmaların tek hedefi Semiha Yankı ve çevresindeki ekip olacaktı. Bu dedikodu, bunun ilk habercisiydi.

Erkan Özerman, bundan sonra atacağı her adımda Semiha Yankı’nın yanında yer alacak, TRT ekibinin de en az onun kadar söz sahibi olduğu düşünülürse, saçının renginden giydiği elbiseye dek Semiha Yankı’ya hiçbir konuda fikir beyan etme şansı kalmayacak, yıllar sonra şarkıcı o günlerde yaşadıklarını şu cümlelerle özetleyecekti:
“Henüz 17 yaşındaydım. Yurt dışına çıkabilmem için bile babamdan yazılı izin alınması gerekti. Ben ne yapabilirdim ki?”


Final gecesinin üzerinden çok zaman geçmeden, yarışmanın finalistlerinden Yeşim, Hey dergisi tarafından “Yılın Ümit Veren Kadın Şarkıcısı”, Nilüfer de “Yılın Kadın Şarkıcısı” seçilir ve derginin düzenlediği turne kapsamında Türkiye’yi dolaşırken, Ali Rıza Binboğa “Biliyorum, Türkan Şoray benimle film çevirmek isteyecek. Kabul eder miyim hiç? Adımdan yararlanmak istiyor,” diye beyanat verecek, Serter Bağcan, lokallerden gelen tekliflerin cazibesine kapılıp Ankara’dan İstanbul’a taşınacak, Semiha Yankı’yı Eurovision’a sokan Ülkü Aker, 1976 yılında yapılacak yarışmaya kendi söyleyeceği bir şarkıyla katılacağını açıklayacak, Cici Kızlar “Zaten ülkeyi temsil edebilecek yeterliliğe sahip değildik,” diyerek birinciliği kıl payı kaçırmalarını dert etmeyecek, Atilla Atasoy, yakında açmayı planladığını eczanesinde ilacın yanı sıra plak da satacağının müjdesini verecek, Gökhan Abur, adını Tuğba ya da Tulya koymak konusunda kararsız kaldığı bir kız çocuk babası olacak, Esin Afşar, yarışma şarkısına gönderme yaparak Hey dergisine “canı sıkılan kadın” pozları verecek, Timur Selçuk, Şişli Terakki Lisesi’nde vereceği konserde “Dertlerinize ilaçla değil, müzikle derman olmaya çalışacağım,” diyerek sahneye hastabakıcı kıyafetiyle çıkacak ve ilk Eurovision Şarkı Yarışması tecrübemiz, kendi yıldızlarını böylece yaratacaktı.

“Benim Değerimi Ancak Avrupalılar Anlar”
Şubat ayında yapılan finalden 23 gün sonra TRT, Eurovision’a katılan tüm sanatçıları plaket ve ödül töreni için Ankara’ya çağırdı ve gecikmeli ödüller Televizyon Daire Başkanı Yılmaz Dağdeviren’in odasında sanatçılara takdim edildi.

Ödül töreninde Yılmaz Dağdeviren şöyle konuşacaktı:
“İlk defa böyle bir yarışma düzenleyen TRT, bütün çabalarına rağmen tam anlamıyla eksiksiz bir organizasyon yapmış değildir. Birçok hatalarımız olmuştur. Fakat iyi niyetle çalıştığımız bir gerçektir. Bizi kutlayanların yanında çok ağır olarak eleştirenler de olmuştur. Biz şuna inanıyoruz ki, Eurovision 1976 Türk Hafif Müzik yarışması çok daha güzel ve en az hatalı yarışma olacaktır. Şimdiden katılacak tüm sanatçılara başarılar dilerim.”

Bu coşkuyla Semiha Yankı da oracıkta bir açıklama yaparak, gelecek yıl yarışmaya kendi bestesiyle katılacağını ve şarkıyı da ablası Safiye Yankı’nın seslendireceğini müjdeleyecekse de ne Yılmaz Dağdeviren’in 1976 yılı için başarı dilekleri ne de Semiha Yankı’nın bu iddiası gerçek olacak ve Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye tarihinde 1976 yılı hanesi boş kalacaktı.

Bütün basın Semiha Yankı’nın peşinde koşuyor, organizasyonun sahibi TRT, bu konudaki imtiyazını kullanarak yazılı basından bir adım önde gidiyordu. Hatta Semiha Yankı’yı kolay kolay hiçbir magazin haberinin konu edilmediği, stüdyoda ilgili ilgisiz canlı yayın konuklarının ağırlanmadığı o günlerin alabildiğine ciddi televizyon haber bültenlerinde bile görmek mümkündü. Külkedisi bir anda prenses olmuştu.

Ne var ki Semiha Yankı’nın o ışıltılı günlerin heyecanı ve 17 yaşının toyluğuyla art niyetsiz bir biçimde sarf ettiği kimi sözler, haber peşinde olan gazetecilerin usta kalemlerinde dallanıp budaklanacak, gün gelip başına iş açacaktı. Önce şu cümleler düştü gündeme: “Artık tavernalarda yetmiş beş lira yevmiyeye paydos! Bundan böyle ben de havamı atacağım!..”

Daha çocuk denecek yaşta kendini sahnede bulmuş gencecik bir kızın haklı zafer sarhoşluğu sayılabilecek bu sözler nispeten makul karşılanırken iş bu kadarla kalmayacak, asıl bomba bu sözlerin hemen ertesinde patlayacaktı. Saklambaç gazetesinin manşetine çıkan röportajda Semiha Yankı’nın şu cümleleri sarf ettiği iddia ediliyordu:
“Bundan sonra benim için birinci planda Avrupalılar gelir, ancak onlar benim değerimi anlar. Zaten artık benim Türk seyircisine hiç ihtiyacım yok. Kendimi Avrupalı müzikseverlere kabul ettirip, onlara hitap edeceğim.”

Semiha Yankı tam da o günlerde yarışma hazırlıkları için Erkan Özerman’la birlikte Paris’teydi. Bu yüzden haberi duyması da, kendini savunması da bir hayli geç olacak, ülkede bir infiale dönüşecek tepkilerin önünü almakta hayli güçlük çekecekti. Manşete çıkan cümleler ne niyetle ve ne şekilde söylenmişti, doğru muydu, abartılmış mıydı, yoksa Semiha Yankı’nın yıllar sonra iddia edeceği gibi, kendisine karşı güdülen kişisel bir intikamın sonucu mu, bir komplo muydu, bunu hiç bilemeyecektik. Ancak Yankı’nın yarışma bitip yurda döndükten sonra, söylediği ya da söylemediği bu cümleler yüzünden Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanması tam üç yıl sürecek ve sonuçta mahkeme beraat kararı verecekti.

Semiha Yankı bir başka sıkıntıyı da Paris yolculuğu başlamadan önce Türkiye’de yaşamıştı. Yankı’nın sözleşme ile bağlı olduğu Kervan Plak firması, “Seninle Bir Dakika”yı plak yapmak istiyor, ancak şarkının yayın haklarını üzerine alan Erkan Özerman buna izin vermiyordu. Semiha Yankı arada kalmıştı. O güne dek iki 45’liğini piyasaya sürmüş olan Kervan Plak, elindeki iki yıllık sözleşmeyi öne sürerek, Yankı’nın şarkıyı başka bir firma hesabına okuyamayacağını söylüyordu. Bu anlaşmazlık nedeniyle şarkı bir türlü Türkiye’de plak olarak piyasaya çıkamıyordu.

Tam da o günlerde plakçı vitrinlerini süslemeye başlayan yeni Semiha Yankı plağı, görenleri hayrete düşürecekti bu yüzden. “Seninle Bir Dakika”nın plak yapılamamasını fırsat bilen İş Plak isimli korsan bir firma, şarkının Türkiye finalindeki kaydını plak haline getirmişti. Türkiye finali gecesi televizyon yayınından yapılmıştı bu kayıt. Plağın arka yüzüne ise Yankı’nın Kervan Plak hesabına yayınlanan ikinci 45’liğinde yer alan “İnim İnim İnledim” adlı şarkı konulmuştu.

Yaşar Plak ve Erkan Özerman arasındaki hak sahipliği tartışması ancak yarışmadan sonra çözülebilecek ve Semiha Yankı, Erkan Özerman’la yollarını ayırır ayırmaz, şarkıyı Kervan Plak hesabına plak yapacak, aynı günlerde Barclay firmasının Türkiye temsilciliğini üstlenen Melodi Plak da şarkının Avrupa için hazırlanan ve B yüzünde İngilizce versiyonun yer aldığı plağı Türkiye’de piyasaya sürecekti.

Böylece plakçı raflarında üç farklı “Seninle Bir Dakika” plağı boy gösterecekti bir süre sonra. Ancak şarkının kaymağını yiyen ve en çok satılan, hiç kuşkusuz finalden önce piyasaya sürülen korsan plak olmuştu.

Semiha Paris’te
Semiha Yankı, Erkan Özerman ve Kemal Ebcioğlu, 1 Mart 1975 günü Fransa’ya hareket ettiler. Bir süre sonra Türkiye’ye Semiha Yankı’nın Paris’te Barclay firmasıyla bir sözleşme yaptığı haberi ulaştı. Sözleşmeye göre ilk olarak “Seninle Bir Dakika” nın İngilizce versiyonu için stüdyoya girilmişti. Şarkının İngilizce sözlerini Paris’te Türkiye’nin OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı) müsteşarı olarak görev yapan Aydemir Koç’un karısı ve eski Adalet Bakanı Mehmet Sedat Çumralı’nın kızı olan Dilek Koç yazmıştı.

Şarkı, Türkçe versiyonuyla birlikte 45’lik olarak yayımlanacak, bu 45’lik aynı zamanda İsveç’te de şarkımızın tanıtımı maksadıyla basına dağıtılacaktı. Şarkının İngilizce versiyonu “Love Is The Name Of The Game” adını taşıyordu ve yabancı dil bilmeyen Semiha Yankı’nın şarkıyı doğru telaffuz edebilmesi için bir hayli çalışılmıştı.
Erkan Özerman’ın Semiha Yankı’yı Paris’e götürmesi sonrasında orada yaşananlar, Özerman ve Yankı arasında yıllar sonra ateşlenecek bir tartışmaya sebep olacaktı. Erkan Özerman, Semiha Yankı’yı Paris’te, o günlerde “elmas kralı” olarak adlandırılan Türkiye kökenli Jan Have Tosunyan ile tanıştırmış ve Yankı, yirmi gün boyunca Tosunyan’a ait olan bir evde tek başına kalmıştı. O evde sadece peynir ve reçel yemiş, aç kalmış, koltukta uyumuş ve yalnızca stüdyoya gitmek için evden çıkarılmıştı. Bu durum ve sonrasında yaşananlar, Yankı ile Özerman’ın yollarının yarışmadan hemen sonra ayrılmasına neden olacak, yarışma dönüşü mesele basına da yansıyacaktı. Ancak o günlerde henüz kimse bundan haberdar değildi.

Erkan Özerman’ın Semiha Yankı’yı Paris’e götürmesi şarkının yeniden düzenlenmesi ve kaydedilmesinin yanı sıra yarışmadan bağımsız olarak Yankı’nın Barclay firması ile anlaşma yapıp yurt dışına lanse edilmesi amacını taşımaktaydı aslında. Ancak henüz çok genç ve tecrübesiz olan Semiha Yankı’nın orada yaşadıkları ve bu süreçte Türkiye’deki ailesiyle haberleşememesi Özerman ve Yankı arasındaki sözleşmenin kısa süre sonra feshine neden olacaktı.

Türkiye’de yarışmaya gösterilen ilgi ve duyulan heyecan, yarışmaya katılan 19 ülkenin şarkılarına ait tanıtım filmlerinin 11 ve 13 Mart günleri televizyonda yayınlanmasıyla doruğa çıkaktı. Rakiplerimizi tanımış oluyorduk böylece. Artık Türkiye’nin rakipleri arasında ne kadar şansı olduğuna dair fikir yürütmemiz daha kolaydı.

Türkiye’de henüz renkli yayın teknolojisi olmadığı için “Seninle Bir Dakika”nın Ankara, Afyon, Antalya, Alanya, Side, Silifke, Mersin, Göreme ve Ürgüp’te kilometreler aşılarak çekilen tanıtım filmi, siyah beyaz olarak kayda alınmıştı.

Şarkının stüdyo kaydı o günlerde henüz yapılamadığı için de filmde Yankı’nın Türkiye elemelerindeki final gecesi performansının ses kaydı kullanmış, canlı seslendirilirken 3 dakikayı aşan şarkının bir kısmı kesilerek kısaltılmıştı. TRT’nin yayını zaten siyah beyazdı ama Avrupa’da çoktan renkli yayına geçmiş televizyon kanallarında filmimizin siyah beyaz yayınlanacak olması, bir geri kalmışlık göstergesi olarak can sıkıcıydı.
Türk ekibi, 20 Mart günü Stockholm’e ulaştı. Ekipte Semiha Yankı, Erkan Özerman, Kemal Ebcioğlu ve Timur Selçuk’un yanı sıra TRT’den Yılmaz Dağdeviren, Bülent Özveren, İskender Salgırlı ve İzzet Öz vardı. Türkiye’de yayın yapan hemen hemen tüm gazete ve dergilerden temsilciler de yarışmayı izlemek üzere İsveç’e gelmişti.
O günlerin uluslararası politik dengelerine göre güvenlik açısından riskte sayılabilecek ekipler olan İrlanda, Türkiye ve İsrail ekipleri aynı otele yerleştirilmiş ve yarışmanın yapılacağı salona yüz metre mesafedeki Holiday Inn adlı bu otel, diğerlerinden çok daha sıkı bir koruma çemberine alınmıştı.

İlk prova 21 Mart günü yapıldı. Provalar ilk gün 40, sonraki günler 20 dakika üzerinden planlanmıştı. Günün programları, salona yerleştirilen dâhili televizyondan dakikası dakikasına yayınlanıyor, provalar ise renkli televizyonlardan naklen izlenebiliyordu. Türk ekibi, İsveç’teki organizasyonun profesyonelliği ve teknolojinin üstünlüğü kadar diğer ülke ekiplerinin tanıtım ve kulis faaliyetlerinden de etkilenecek ve ilk kez katıldığımız bu yarışmada, aslında neler yapmamız gerektiği konusunda epeyce fikir sahibi olacaktı.

Aynı menajerlik firmasına bağlı Hollanda, İsviçre, İsrail ve Norveç ekiplerinin kaldıkları otelin iki büyük dairesini tanıtım bürosu haline getirerek, büyük bir reklam kampanyasına girişmelerini ve tanıtım filmlerini video-bantlardan basın mensuplarına izlettirmelerini Türk ekibi şaşkınlıkla takip edecekti. Semiha Yankı’nın yarışma şarkısını da plak yapan Barclay firmasının, Fransız ekibi için akşam yemeği düzenlemesi gibi çok sıradan lobi faaliyetleri bile, Türk ekibinin Erkan Özerman marifetiyle yapmaya çalıştığı tanıtımla kıyaslandığında çok şaşaalı kalıyor, İsveç’ten Türkiye’ye haberler ulaştıkça, yarışmaya ne kadar hazırlıksız gittiğimiz ortaya çıkıyordu. Buna karşılık Stockholm basın ataşemizin verdiği kokteyle bir önceki yılın yarışma birincisi Abba topluluğunun katılması, İsveç gazetelerinin biraz da olsa Türk ekibinden bahsetmesine neden olacaktı.

“Sarışın Türk Kadını Olmaz !”
Aynı günlerde Türk ekibinin kendi içinde yaşadığı uyuşmazlıklar da Türkiye’de yarışmayla ilgili yapılan haberlerin satır aralarında okunabiliyordu. Orkestra şefi Timur Selçuk’un kendisine hiçbir inisiyatif tanımayan besteci Kemal Ebcioğlu’yla arası pek iyi değildi. Türkiye’nin basın toplantısı, Semiha Yankı’nın geç kalması ve aranıp bulunamaması yüzünden bir kez ertelenmiş, ikinci defada da zar zor yapılabilmişti. Basın toplantısında yabancı dil bilmeyen şarkıcımızın tercümanlığını Bülent Özveren ve Timur Selçuk yapacak, Semiha Yankı’nın uygun bulunmayan kimi cevapları, tercümanları tarafından sansürlenerek basın mensuplarına iletilecekti.

Genel olarak Türk ekibinin bir başıboşluk içerisinde olduğu ve bu yüzden Yılmaz Dağdeviren’in istediklerinin birçoğunu yapamadığı iddia ediliyor, aynı zamanda TRT ekibi ile Erkan Özerman arasında yarışma gecesi giyilecek kıyafet konusunda tartışma çıktığından bahsediliyordu.
Söylenenlere göre TRT ekibinden birileri Semiha Yankı’ya, daha Türkiye’de iken “Sarışın Türk kadını olmaz!” ikazıyla saçlarını koyu renge boyatması talimatı vermiş, zaten hiçbir konuda kendisine fikir sorulmayan Semiha Yankı çaresiz, denileni yapmıştı.

Daha sonra çok ama çok uzun tartışmalara neden olacak kıyafet konusu ise ayrı bir muammaydı. Denilenlere göre Erkan Özerman’ın Semiha Yankı’yı Paris’e götürmesinin bir sebebi de yarışma için elbiseler almaktı ancak Semiha Yankı, yıllar sonra elbise konusunu yalanlayacak ve Paris’ten kendisine bir şey alınmadığını söyleyecekti. Gerçekten de Yankı’nın yarışma gecesi giydiği kıyafet, Ankaralı bir modacı tarafından hazırlanmış ve Türk motifleri taşıdığı düşünülen bu kıyafet Türkiye’den getirilmiş, hatta TV’de 7 Gün dergisi 10 Mart 1975 tarihli sayısında Yankı’nın o elbise ile çekilmiş fotoğrafını, “”350 Liralık Basma Entari İle Yarışacak” başlıklı haberinde kullanmıştı.

O günlerin zaten çok içine kapanık olan ve kendini Avrupa karşısında dışlanmış hisseden Türkiye’sinde Semiha Yankı’nın yarışma gecesi giydiği elbise çok yerel, demode, bizi “geri kalmış” gösteren ve bir genç kıza yakışmayan bir kıyafet olduğu gerekçesiyle acımasızca eleştirilecek, hatta yarışmanın sonunda aldığımız kötü dereceye biraz da bu elbisenin sebep olduğu bile iddia edilecek ve bugün hala Semiha Yankı’nın evinin başköşesinde bir camekân içerisinde saklı duran o elbise, 1975 Eurovision Şarkı Yarışması maceramızın başkahramanlarından biri olarak tarihe böyle geçecekti.

Aynı elbise, 30 yıl sonra ise bir kez daha Eurovision sahnesine çıkacak ve Semiha Yankı, konuk olarak katıldığı 2005 yılı Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye finalinde, “Seninle Bir Dakika”yı tekrar o elbiseyle seslendirecekti.
Türk ekibindeki bir başka huzursuzluk da dil sorunu yüzünden çıkmıştı. O yıllarda yarışmada ülkelerin şarkılarını kendi resmi diliyle icra etmesi zorunluluğu yoktu. Nitekim Finlandiya, Malta ve Norveç gibi bazı ülkeler şarkılarını kendi dillerinde değil, İngilizce olarak seslendiriyorlardı. Gelen haberlere göre son dakikaya kadar “Seninle Bir Dakika”nın Türkçe mi İngilizce mi söyleneceğine karar verilememiş, provalarda bir İngilizce bir Türkçe söylenmiş, bu belirsizlik Semiha Yankı’yı kızdırmıştı.

Sonuçta şarkının Türkçe olarak seslendirilmesine karar verildi. Bu karar da yarışmadan sonra Türkiye’de tartışılacak ve gazetelerin yaptığı soruşturmalarda halkın büyük çoğunluğu Semiha Yankı’nın şarkıyı Türkçe söylemesini yanlış verilmiş bir karar olarak nitelendirecekti.
Gazeteci Yener Süsoy, o günlerde muhabiri olduğu Hey dergisi için İsveç izlenimlerini şu satırlarla kaleme alıyordu:
“Stockholm’deki düzenli hayat ve ilginç trafik, Türk ekibini oldukça fazla etkiledi. Tek bir klakson sesinin duyulmadığı şehirde herkes alabildiğine rahat. Otelin önünde dudak dudağa öpüşen çiftlere kimse dönüp bakmıyor bile.”

Dünya üzerinde ortalama 800 milyon kişinin izleyeceği tahmin edilen yarışma, 22 Mart 1975 gecesi Türkiye saatiyle 22:00’dan itibaren naklen yayınlanmaya başladı. Aylardır her ayrıntısıyla gündemimizi meşgul eden yarışmanın final gecesi nihayet gelmiş, ekran başında nefesler tutulmuştu. Hemen her evde, günlük gazetelerin yayımladığı puan tabloları ve kalemler hazır edilmiş, tüm Avrupa’da renkli yayınlanıyor olmasına rağmen, bizim siyah-beyaz izleyeceğimiz final, Eurovision ambleminin ekranda görünmesiyle resmen başlamıştı.

DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: "İLK HEZİMET"
Published on March 01, 2020 09:34
February 23, 2020
Birinci: Zeki Müren
Seninle Üç Dakika
1975 - 3. Bölüm
Birinci: Zeki Müren
Yarışmaya katılan şarkıların ilk dördü, 17 Aralık 1974 gecesi ekrana getirilmişti. Ankara’da Orkut Stüdyosu’nda gerçekleştirilen çekimlerde solistler şarkılarını orkestra eşliğinde canlı olarak seslendirmiş, bu kayıtlar banttan yayınlanmıştı. Bu ilk program Uğur Akdora, Attila Atasoy, Yeşim ve Esin Afşar’ın şarkıları ekrana geldi.
24 Aralık gecesi ise bu defa Gökhan Abur, Cici Kızlar, Cahit Oben ve Nilüfer ekrandaydı.
7 Ocak 1975 gecesi Füsun Önal, İskender Doğan, Zerrin Yaşar ve Nejat & Reha ikilisinin seslendirdiği şarkılar yayınlandı.
14 Ocak gecesi yayınlanan son bölümde de Ali Rıza Binboğa, Yeliz, Serter Bağcan ve Semiha Yankı’nın şarkıları vardı.
18 Ocak günü Nilüfer ve Nino Varon, yaptıkları basın toplantısıyla yarışmadan çekildiklerini açıklayınca, 21 Ocak gecesi şarkıların tamamı tekrar ekrana getirildiğinde, ekran başındakiler bu defa 15 şarkıyı izlediler ve dinlediler. 22 Ocak günü ise Ankara’da yarışma jürisi değerlendirmesini yapmak üzere toplanırken halk oylaması da resmi olarak başlamıştı. Evlerinde şarkıları izleyenler o günden itibaren adreslerine gelmiş posta çeklerine beğendikleri parçanın adını yazarak PTT vasıtasıyla oylarını gönderebileceklerdi ve bu süreç 28 Ocak tarihine kadar devam edecekti.
Jüri ve halk oylamasının yarı yarıya etkili olduğu değerlendirme sonucu 7 Şubat günü açıklandı. 9 Şubat gecesi yapılacak finalde yarışacak 8 şarkı şöyle sıralanıyordu:
Halk oylarının sayım ve değerlendirmesi epeyce şenlikli olmuştu. Oylara yarışmayla uzaktan yakından ilgisi olmayan Zeki Müren’in hatta yarışmanın sunuculuğunu yapan Bülent Özveren’in bile adını yazanlar olmuştu. Sinyal müziği olarak kullanılan “Çoban Yıldızı”na oy verenlerin sayısı da hiç az değildi.
24 Şubat 1975 tarihli Tv'de 7 Gün dergisinde yayımlanan haber.
Halk oylaması sonuçlarına göre Ali Rıza Binboğa ve şarkısı “Yarın”, açık ara öndeydi. “Delisin” dışında hemen hepsi festival şarkısı formatında olan onlarca şarkının arasında Ali Rıza Binboğa’nın şarkısı daha güncel, daha popüler bir çizgideydi. Üstelik o yıllarda Türk popunun moda akımı Anadolu pop çizgisinden giden bir şarkıydı ve Ali Rıza Binboğa hem farklı tavırları, hem de halk çocuğu görüntüsü ile izleyen herkese çok yakın gelmişti. Üstelik Binboğa, şarkısını söylerken sol elini havaya kaldırıyor, bu durum sözleriyle de sol siyasi görüşe yakın duran şarkının belirli kitlelerce sahiplenilmesinin önünü açıyordu.
Oysa Türkiye’yi temsil edebilecek en doğru şarkının seçilmesi için dişini tırnağına takmış ihtisas jürisi, halkın bu seçiminden pek de hoşnut kalmamıştı. Jüri üyeleri arasında Eurovision Şarkı Yarışması gibi uluslararası bir platform için bu şarkının fazla yerel ve politik olduğunu düşünenlerin sayısı bir hayli fazlaydı.
Halk oylamasında, tahmin edildiği üzere ikincilik Cici Kızlar’a verilmişti. Ali Rıza Binboğa’nın halktan aldığı oyların yarısı kadar bir oy alarak ikinci olabilen Cici Kızlar, sahne üzerinde hem gençlikleri ve sempatileri, hem de eğlenceli şarkılarıyla gönülleri fethetmişlerdi. Zaten yarışmanın başından beri favori ekiplerden biriydiler.
“Seninle Bir Dakika”, “Dilenci” ve “Hayalimdeki Adam” halk oylamasında “Yarın” ve “Delisin”in ardından yüksek oy alan diğer şarkılardı ama bu tablo tek başına bir anlam taşımıyordu. Jürinin yüzde elli oyu çok şeyi değiştirebilirdi ve bunu ancak final gecesi görebilecektik.
9 Şubat günü son provalar saat 16’ya kadar sürdü. Finalistlerden Semiha Yankı ve Füsun Önal gribal enfeksiyon yaşıyorlardı ve bu durum Füsun Önal’ın şarkısını özel izinle “playback” yaparak seslendirmesine neden olacaktı. Semiha Yankı ve Füsun Önal’ı karşı karşıya getirense saç modeli tartışması oldu ve provalarda gergin dakikalar yaşandı. Füsun Önal, daha önce yapılan çekimlerde günün modası “afro” saçlarıyla kamera karşısına geçmiş, buna karşın Semiha Yankı düz ve sarı saçlarıyla karşımıza çıkmıştı. Ancak final günü Semiha Yankı’yı kendisininkine benzer bir saç modeliyle gören Füsun Önal çılgına dönecek, kuliste saç modeli taklidi üzerine ciddi bir tartışma yaşanacak, Füsun Önal, kendisine kıyasla hayli deneyimsiz olan Semiha Yankı’yı bir güzel haşlayacak ve sahneye ona inat, düz saçlarla çıkacaktı.
Yayın saati yaklaştığında TRT Orkut Stüdyosu’nda tüm şarkıcılar, söz yazarları, besteciler ve orkestra hazırdı. Salondaki az sayıda koltuk seçkin davetliler tarafından doldurulmuş, canlı yayın “Çoban Yıldızı”nın büyük orkestra tarafından çalınmasıyla başlamıştı. Bülent Özveren’in anonsuyla birer birer sahne alacak finalistler, şarkılarını canlı olarak bir kez daha seslendirecekler, sonra sıra sonuçların açıklanmasına gelecekti.
9 Şubat 1975 tarihli Milliyet gazetesi haberi.
Herkes çok ama çok heyecanlıydı. Birkaç profesyonelin dışında zaten isimlerin çoğu daha önce çok fazla sahne deneyimi yaşamamıştı. Üstüne üstlük bir de kimsenin hiç alışık olmadığı canlı yayın heyecanı ve canlı yayında canlı şarkı söyleme riski eklenince, heyecanlanmamak da elde değildi.
9 Şubat 1975 günü finalistlerin bir kısmı Orkur Stüdyosu'nda
“Aa! Bu Zarf Boş !”
Final gecesi Semiha Yankı ve Ali Rıza Binboğa makyaj odasında.
Şarkıların seslendirilmesi tamamlandığında ekranda sunucu Bülent Özveren vardı. Özveren, Yılmaz Dağdeviren tarafından kendisine teslim edilen zarfı eline aldığında heyecan doruktaydı. “Noterlikçe verilen listeye göre,” diye başlayan ilk cümlede ise artık herkes soluğunu tutmuştu. Sonuçlar sekizinciden birinciye doğru açıklanacaktı. Ama bu, sanıldığı kadar kolay olmadı.
Jürinin ve halkın verdiği oylar kesişmemiş, bu durum da ortaya birden fazla üçüncü, ikinci ve hatta birinci çıkarmıştı. Halk jürisinin birincisi Ali Rıza Binboğa, ihtisas jürisininki ise Semiha Yankı’ydı. Ortalama puanlar alındığında ise Cici Kızlar da birinciliğe ortak oluyor ve Yankı ve Cici Kızlar Ali Rıza Binboğa’yı averajla devre dışı bırakıyorlardı. Sağdan da soldan da toplansa Semiha Yankı ve Cici Kızlar eşit puandaydı ve bu ihtimal o ana dek hiç kimsenin aklına bile gelmemişti.
“Aslında bugün düşündüğümde oylamalarda en çok birinciliği alan şarkının yarışmayı kazanmasının doğru bir mantık olduğunu görüyorum. Buna göre de Semiha Yankı’nın birinci olması çok doğaldı. Ama o an orada bu çözüm aklıma gelmedi. Canlı yayındaydık. Bir şeyler yapmam gerekiyordu ve ben kura çekmeye karar verdim.”
Bülent Özveren, daha en başından beri tüm ayrıntıları büyük bir titizlikle düşünüp, çözümler üretirken, nasıl olmuşsa olmuş, eşit puanla birincilik ihtimalini göz ardı etmiş ama çözüm canlı yayında yine ondan gelmişti: Kura çekilecekti. Bir dolu, bir de boş zarf olacak, dolu zarfı çeken yarışmanın birincisi olacaktı.
Tansiyonu olabildiğince tepeye çıkaracak bu fikre o an kimse itiraz etmedi. Kim bilir, belki de herkes, aylardır sürmekte olan bu maratonun bir an önce bitmesini, nasıl olursa olsun, artık bir sonuca ulaşmasını istiyordu. İşin daha fazla uzamasına kimsenin tahammülü kalmamıştı.
Zarfları Semiha Yankı ve Cici Kızlar’ın yaşça en küçüğü olması nedeniyle Bilgen Bengü çekti. Bilgen Bengü zarflardan birini çekip içini açtığında gayri ihtiyari “Aa! Bu zarf boş !” diye bir çığlık attı. O saniyelerde Semiha Yankı elindeki “Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil edecek eser” yazılı kağıdı herkese göstermek gayretiyle seyircilere doğru tutmuş, havada sallıyordu.
Zafer Semiha Yankı’nın olmuştu. İlk kez katılacağımız Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi bu ufak tefek, gencecik kız temsil edecekti.
Yarışmanın nihai neticesi o gece şu sıralamayla açıklandı:
Doğan Şener, 26 Şubat 1975 tarihli Hey dergisinde yayımlanan yazısında yarışma parçalarını şöyle değerlendiriyordu:
Yarışmanın en kaliteli parçası Tuğrul Dağcı / Nino Varon kompozisyonu “Boşver”di. Nilüfer’in seslendirdiği parça, bir festivalde tam notu alacak güçteydi. Ne yazık ki Nilüfer’in yarışmadan çekilmesiyle şansını kaybetti.
Müzikal açıdan “Boşver”i izleyen en iyi melodi “Seninle Bir Dakika” idi. Bol “la la la”sının dışında parçanın entrodüksiyonu ve yükselen kısımları çok etkileyici idi. Semiha Yankı’nın sesi pes tonlarda iyi değil. Fakat şarkıcı sağlam ve pürüzsüz bir ses ve tekniğe sahip. Yüksek notalara detone olmadan çıkabiliyor.
Bizce en iyi üçüncü beste, Yeliz’in söylediği, Selmi Andak’ın bestesi “Hayalimdeki Adam”dı. Heyecanını yenemediğinden Yeliz, ilk söyleyişinde pek başarılı olamadı. Fakat ödüllerin dağıtıldığı gece parçanın tam hakkını verdi.
Bunların dışında İskender Doğan’ın kendi bestesi “Günahsızlar”, Yeşim’in söylediği Cahit Oben’in bestesi “Böyle mi Başlar?”, Cahit Oben’in kendi bestesi “Özlenen Sevgi”, Gökhan Abur’un söylediği Selmi Andak’ın bestesi “Bir Gün Karşılaşırsak” güçlü, anlamlı kompozisyonlardı. Fakat karışık olmaları, tekrarlarının akılda kalmaması gibi nedenlerle müzikseverlerin ilgisini çekemediler.
Nejat Yavaşoğulları’nın bestesi “Caniko” sade fakat ilginç bir eserdi. Nejat – Reha ikilisi epey sempati topladı. Uğur Akdora’nın bestesi “Anılar” tertemiz, Batılı bir yapıya sahipti fakat Uğur Akdora grip olduğu için bestesini iyi seslendiremedi. Attila Atasoy’un bestesi “Dilenci” değişik bir temayı işlemesi yönünden ilginçti.
Selim Atakan’ın bestesi “Çiçekler”i Zerrin Yaşar, prozodik hataları yüzünden başarılı söyleyemedi. Füsun Önal’ın söylediği Attila Özdemiroğlu’nun bestesi “Minik Kuş”un özellikle B kısmı çok güzeldi. Fakat halk, kendi çizgisinin dışına çıkan Füsun Önal’ın bu şarkısını benimsemedi. Genç sanatçıdan daha hareketli bir parça bekleniyordu.
Esin Afşar’ın bestesi “Canı Sıkılan Adam” ile Serter Bağcan’ın bestesi “Mümkün Değil” bu yarışma için zayıf kaldılar. Her iki parçanın melodik yapıları bir hayli eski idi.
Yarışmanın en çok dikkat çeken besteleri Ali Rıza Binboğa’nın söylediği “Yarın” ile Attila Özdemiroğlu’nun Cici Kızlar tarafından seslendirilen “Delisin” idi. Gerek Cici Kızlar, gerekse Ali Rıza Binboğa önce canlı ve dinamik olmaları ile dikkat çektiler. Her iki parçanın kulakta hemen yer etmesi, sözlerinin değişik ve çarpıcı olması, “Yarın” ve “Delisin”i parlatan unsurlar oldu. Hele özgürlük, barış ve ümit temasını çok iyi işleyen Ali Rıza Binboğa, el, kol ve ağız hareketlerindeki gariplik yüzünden başlangıçta epey eleştiri aldıysa da halk, mesajını samimiyetle ulaştıran bu delikanlıyı sevdi. Cici Kızlar da buna benzer bir sempati topladılar.
Eurovision Şarkı Yarışması finalinin hemen ertesi haftasında Grunberg şirketler grubu, kendisine bağlı dört Eurovision finalistinin 45’liklerini yayımladı: Nilüfer, Füsun Önal, Nejat - Reha İkilisi ve Cici Kızlar.
Aynı firma, Nilüfer’in yarışmadan çekilen şarkısı “Boşver”in plağını “Yılın müzik olayı”, Delisin’in plağını ise “1975 Eurovision Beste Yarışmasının şansız birincisi” ilanıyla halka duyurulacak, çok geçmeden Diskotür Plak da sekiz finalistin (Ali Rıza Binboğa, Yeliz, Yeşim, Attila Atasoy, Serter Bağcan, Esin Afşar, Cahit Oben ve Uğur Akdora) plaklarını ardı ardına piyasaya sürecekti.
Aynı günlerde Ali Kocatepe’nin sahibi olduğu 1 Numara Plakçılık da İskender Doğan’ın Eurovision şarkısını “Bu plakta aradığınız her şey var,” cümlesiyle lanse ediyordu.
Plak piyasasına olağanüstü bir hareket ve bereket getirecek bu 45’likler içerisinde en çok satan, hiç kuşkusuz halk oylamasının birincisi “Yarın” olacak, ne var ki en az onun kadar satması beklenen “Seninle Bir Dakika”nın yasal plağı ise epeyce gecikmeli olarak, ancak Avrupa finalinden sonra piyasaya sürülebilecekti.
Meraklısına Not:
1975 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye elemelerine ait görüntüler maalesef bugünlere ulaşamadı. O günlerin şartlarında TRT'de eski yayın bantları silinerek yeniden kullanıyordu çünkü bantlar hem zor bulunuyordu hem de çok pahalıydı. Eurovision bantları da böylece silindi ve arşive girmedi. TRT'de ancak 1976 yılından sonra arşiv oluşturulmaya başlandı. Bu nedenle de 1975 yarışma şarkılarının o dönemli kayıtlarına ulaşmak mümkün değil. Yukarıdaki videolarda yer alan kayıtlar şarkıların plak versiyonlarıdır; biri hariç ki onun hikâyesini daha sonra anlatacağım. Zerrin Yaşar'ın seslendirdiği "Çiçekler" ile Şenay'ın televizyonda da ekrana gelmemiş "Umut" adlı şarkıları ise daha sonra plak olarak da yayımlanmadıkları için pop müzik tarihinin kayıpları arasında.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: "SARIŞIN TÜRK KADINI OLMAZ!"
1975 - 3. Bölüm
Birinci: Zeki Müren

Yarışmaya katılan şarkıların ilk dördü, 17 Aralık 1974 gecesi ekrana getirilmişti. Ankara’da Orkut Stüdyosu’nda gerçekleştirilen çekimlerde solistler şarkılarını orkestra eşliğinde canlı olarak seslendirmiş, bu kayıtlar banttan yayınlanmıştı. Bu ilk program Uğur Akdora, Attila Atasoy, Yeşim ve Esin Afşar’ın şarkıları ekrana geldi.
24 Aralık gecesi ise bu defa Gökhan Abur, Cici Kızlar, Cahit Oben ve Nilüfer ekrandaydı.
7 Ocak 1975 gecesi Füsun Önal, İskender Doğan, Zerrin Yaşar ve Nejat & Reha ikilisinin seslendirdiği şarkılar yayınlandı.
14 Ocak gecesi yayınlanan son bölümde de Ali Rıza Binboğa, Yeliz, Serter Bağcan ve Semiha Yankı’nın şarkıları vardı.
18 Ocak günü Nilüfer ve Nino Varon, yaptıkları basın toplantısıyla yarışmadan çekildiklerini açıklayınca, 21 Ocak gecesi şarkıların tamamı tekrar ekrana getirildiğinde, ekran başındakiler bu defa 15 şarkıyı izlediler ve dinlediler. 22 Ocak günü ise Ankara’da yarışma jürisi değerlendirmesini yapmak üzere toplanırken halk oylaması da resmi olarak başlamıştı. Evlerinde şarkıları izleyenler o günden itibaren adreslerine gelmiş posta çeklerine beğendikleri parçanın adını yazarak PTT vasıtasıyla oylarını gönderebileceklerdi ve bu süreç 28 Ocak tarihine kadar devam edecekti.
Jüri ve halk oylamasının yarı yarıya etkili olduğu değerlendirme sonucu 7 Şubat günü açıklandı. 9 Şubat gecesi yapılacak finalde yarışacak 8 şarkı şöyle sıralanıyordu:

Halk oylarının sayım ve değerlendirmesi epeyce şenlikli olmuştu. Oylara yarışmayla uzaktan yakından ilgisi olmayan Zeki Müren’in hatta yarışmanın sunuculuğunu yapan Bülent Özveren’in bile adını yazanlar olmuştu. Sinyal müziği olarak kullanılan “Çoban Yıldızı”na oy verenlerin sayısı da hiç az değildi.

Halk oylaması sonuçlarına göre Ali Rıza Binboğa ve şarkısı “Yarın”, açık ara öndeydi. “Delisin” dışında hemen hepsi festival şarkısı formatında olan onlarca şarkının arasında Ali Rıza Binboğa’nın şarkısı daha güncel, daha popüler bir çizgideydi. Üstelik o yıllarda Türk popunun moda akımı Anadolu pop çizgisinden giden bir şarkıydı ve Ali Rıza Binboğa hem farklı tavırları, hem de halk çocuğu görüntüsü ile izleyen herkese çok yakın gelmişti. Üstelik Binboğa, şarkısını söylerken sol elini havaya kaldırıyor, bu durum sözleriyle de sol siyasi görüşe yakın duran şarkının belirli kitlelerce sahiplenilmesinin önünü açıyordu.
Oysa Türkiye’yi temsil edebilecek en doğru şarkının seçilmesi için dişini tırnağına takmış ihtisas jürisi, halkın bu seçiminden pek de hoşnut kalmamıştı. Jüri üyeleri arasında Eurovision Şarkı Yarışması gibi uluslararası bir platform için bu şarkının fazla yerel ve politik olduğunu düşünenlerin sayısı bir hayli fazlaydı.

Halk oylamasında, tahmin edildiği üzere ikincilik Cici Kızlar’a verilmişti. Ali Rıza Binboğa’nın halktan aldığı oyların yarısı kadar bir oy alarak ikinci olabilen Cici Kızlar, sahne üzerinde hem gençlikleri ve sempatileri, hem de eğlenceli şarkılarıyla gönülleri fethetmişlerdi. Zaten yarışmanın başından beri favori ekiplerden biriydiler.
“Seninle Bir Dakika”, “Dilenci” ve “Hayalimdeki Adam” halk oylamasında “Yarın” ve “Delisin”in ardından yüksek oy alan diğer şarkılardı ama bu tablo tek başına bir anlam taşımıyordu. Jürinin yüzde elli oyu çok şeyi değiştirebilirdi ve bunu ancak final gecesi görebilecektik.
9 Şubat günü son provalar saat 16’ya kadar sürdü. Finalistlerden Semiha Yankı ve Füsun Önal gribal enfeksiyon yaşıyorlardı ve bu durum Füsun Önal’ın şarkısını özel izinle “playback” yaparak seslendirmesine neden olacaktı. Semiha Yankı ve Füsun Önal’ı karşı karşıya getirense saç modeli tartışması oldu ve provalarda gergin dakikalar yaşandı. Füsun Önal, daha önce yapılan çekimlerde günün modası “afro” saçlarıyla kamera karşısına geçmiş, buna karşın Semiha Yankı düz ve sarı saçlarıyla karşımıza çıkmıştı. Ancak final günü Semiha Yankı’yı kendisininkine benzer bir saç modeliyle gören Füsun Önal çılgına dönecek, kuliste saç modeli taklidi üzerine ciddi bir tartışma yaşanacak, Füsun Önal, kendisine kıyasla hayli deneyimsiz olan Semiha Yankı’yı bir güzel haşlayacak ve sahneye ona inat, düz saçlarla çıkacaktı.
Yayın saati yaklaştığında TRT Orkut Stüdyosu’nda tüm şarkıcılar, söz yazarları, besteciler ve orkestra hazırdı. Salondaki az sayıda koltuk seçkin davetliler tarafından doldurulmuş, canlı yayın “Çoban Yıldızı”nın büyük orkestra tarafından çalınmasıyla başlamıştı. Bülent Özveren’in anonsuyla birer birer sahne alacak finalistler, şarkılarını canlı olarak bir kez daha seslendirecekler, sonra sıra sonuçların açıklanmasına gelecekti.

Herkes çok ama çok heyecanlıydı. Birkaç profesyonelin dışında zaten isimlerin çoğu daha önce çok fazla sahne deneyimi yaşamamıştı. Üstüne üstlük bir de kimsenin hiç alışık olmadığı canlı yayın heyecanı ve canlı yayında canlı şarkı söyleme riski eklenince, heyecanlanmamak da elde değildi.

“Aa! Bu Zarf Boş !”

Şarkıların seslendirilmesi tamamlandığında ekranda sunucu Bülent Özveren vardı. Özveren, Yılmaz Dağdeviren tarafından kendisine teslim edilen zarfı eline aldığında heyecan doruktaydı. “Noterlikçe verilen listeye göre,” diye başlayan ilk cümlede ise artık herkes soluğunu tutmuştu. Sonuçlar sekizinciden birinciye doğru açıklanacaktı. Ama bu, sanıldığı kadar kolay olmadı.

Jürinin ve halkın verdiği oylar kesişmemiş, bu durum da ortaya birden fazla üçüncü, ikinci ve hatta birinci çıkarmıştı. Halk jürisinin birincisi Ali Rıza Binboğa, ihtisas jürisininki ise Semiha Yankı’ydı. Ortalama puanlar alındığında ise Cici Kızlar da birinciliğe ortak oluyor ve Yankı ve Cici Kızlar Ali Rıza Binboğa’yı averajla devre dışı bırakıyorlardı. Sağdan da soldan da toplansa Semiha Yankı ve Cici Kızlar eşit puandaydı ve bu ihtimal o ana dek hiç kimsenin aklına bile gelmemişti.

“Aslında bugün düşündüğümde oylamalarda en çok birinciliği alan şarkının yarışmayı kazanmasının doğru bir mantık olduğunu görüyorum. Buna göre de Semiha Yankı’nın birinci olması çok doğaldı. Ama o an orada bu çözüm aklıma gelmedi. Canlı yayındaydık. Bir şeyler yapmam gerekiyordu ve ben kura çekmeye karar verdim.”

Bülent Özveren, daha en başından beri tüm ayrıntıları büyük bir titizlikle düşünüp, çözümler üretirken, nasıl olmuşsa olmuş, eşit puanla birincilik ihtimalini göz ardı etmiş ama çözüm canlı yayında yine ondan gelmişti: Kura çekilecekti. Bir dolu, bir de boş zarf olacak, dolu zarfı çeken yarışmanın birincisi olacaktı.

Tansiyonu olabildiğince tepeye çıkaracak bu fikre o an kimse itiraz etmedi. Kim bilir, belki de herkes, aylardır sürmekte olan bu maratonun bir an önce bitmesini, nasıl olursa olsun, artık bir sonuca ulaşmasını istiyordu. İşin daha fazla uzamasına kimsenin tahammülü kalmamıştı.

Zarfları Semiha Yankı ve Cici Kızlar’ın yaşça en küçüğü olması nedeniyle Bilgen Bengü çekti. Bilgen Bengü zarflardan birini çekip içini açtığında gayri ihtiyari “Aa! Bu zarf boş !” diye bir çığlık attı. O saniyelerde Semiha Yankı elindeki “Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil edecek eser” yazılı kağıdı herkese göstermek gayretiyle seyircilere doğru tutmuş, havada sallıyordu.

Zafer Semiha Yankı’nın olmuştu. İlk kez katılacağımız Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi bu ufak tefek, gencecik kız temsil edecekti.
Yarışmanın nihai neticesi o gece şu sıralamayla açıklandı:

Doğan Şener, 26 Şubat 1975 tarihli Hey dergisinde yayımlanan yazısında yarışma parçalarını şöyle değerlendiriyordu:
Yarışmanın en kaliteli parçası Tuğrul Dağcı / Nino Varon kompozisyonu “Boşver”di. Nilüfer’in seslendirdiği parça, bir festivalde tam notu alacak güçteydi. Ne yazık ki Nilüfer’in yarışmadan çekilmesiyle şansını kaybetti.

Müzikal açıdan “Boşver”i izleyen en iyi melodi “Seninle Bir Dakika” idi. Bol “la la la”sının dışında parçanın entrodüksiyonu ve yükselen kısımları çok etkileyici idi. Semiha Yankı’nın sesi pes tonlarda iyi değil. Fakat şarkıcı sağlam ve pürüzsüz bir ses ve tekniğe sahip. Yüksek notalara detone olmadan çıkabiliyor.

Bizce en iyi üçüncü beste, Yeliz’in söylediği, Selmi Andak’ın bestesi “Hayalimdeki Adam”dı. Heyecanını yenemediğinden Yeliz, ilk söyleyişinde pek başarılı olamadı. Fakat ödüllerin dağıtıldığı gece parçanın tam hakkını verdi.
Bunların dışında İskender Doğan’ın kendi bestesi “Günahsızlar”, Yeşim’in söylediği Cahit Oben’in bestesi “Böyle mi Başlar?”, Cahit Oben’in kendi bestesi “Özlenen Sevgi”, Gökhan Abur’un söylediği Selmi Andak’ın bestesi “Bir Gün Karşılaşırsak” güçlü, anlamlı kompozisyonlardı. Fakat karışık olmaları, tekrarlarının akılda kalmaması gibi nedenlerle müzikseverlerin ilgisini çekemediler.
Nejat Yavaşoğulları’nın bestesi “Caniko” sade fakat ilginç bir eserdi. Nejat – Reha ikilisi epey sempati topladı. Uğur Akdora’nın bestesi “Anılar” tertemiz, Batılı bir yapıya sahipti fakat Uğur Akdora grip olduğu için bestesini iyi seslendiremedi. Attila Atasoy’un bestesi “Dilenci” değişik bir temayı işlemesi yönünden ilginçti.
Selim Atakan’ın bestesi “Çiçekler”i Zerrin Yaşar, prozodik hataları yüzünden başarılı söyleyemedi. Füsun Önal’ın söylediği Attila Özdemiroğlu’nun bestesi “Minik Kuş”un özellikle B kısmı çok güzeldi. Fakat halk, kendi çizgisinin dışına çıkan Füsun Önal’ın bu şarkısını benimsemedi. Genç sanatçıdan daha hareketli bir parça bekleniyordu.

Esin Afşar’ın bestesi “Canı Sıkılan Adam” ile Serter Bağcan’ın bestesi “Mümkün Değil” bu yarışma için zayıf kaldılar. Her iki parçanın melodik yapıları bir hayli eski idi.
Yarışmanın en çok dikkat çeken besteleri Ali Rıza Binboğa’nın söylediği “Yarın” ile Attila Özdemiroğlu’nun Cici Kızlar tarafından seslendirilen “Delisin” idi. Gerek Cici Kızlar, gerekse Ali Rıza Binboğa önce canlı ve dinamik olmaları ile dikkat çektiler. Her iki parçanın kulakta hemen yer etmesi, sözlerinin değişik ve çarpıcı olması, “Yarın” ve “Delisin”i parlatan unsurlar oldu. Hele özgürlük, barış ve ümit temasını çok iyi işleyen Ali Rıza Binboğa, el, kol ve ağız hareketlerindeki gariplik yüzünden başlangıçta epey eleştiri aldıysa da halk, mesajını samimiyetle ulaştıran bu delikanlıyı sevdi. Cici Kızlar da buna benzer bir sempati topladılar.

Eurovision Şarkı Yarışması finalinin hemen ertesi haftasında Grunberg şirketler grubu, kendisine bağlı dört Eurovision finalistinin 45’liklerini yayımladı: Nilüfer, Füsun Önal, Nejat - Reha İkilisi ve Cici Kızlar.


Aynı firma, Nilüfer’in yarışmadan çekilen şarkısı “Boşver”in plağını “Yılın müzik olayı”, Delisin’in plağını ise “1975 Eurovision Beste Yarışmasının şansız birincisi” ilanıyla halka duyurulacak, çok geçmeden Diskotür Plak da sekiz finalistin (Ali Rıza Binboğa, Yeliz, Yeşim, Attila Atasoy, Serter Bağcan, Esin Afşar, Cahit Oben ve Uğur Akdora) plaklarını ardı ardına piyasaya sürecekti.


Aynı günlerde Ali Kocatepe’nin sahibi olduğu 1 Numara Plakçılık da İskender Doğan’ın Eurovision şarkısını “Bu plakta aradığınız her şey var,” cümlesiyle lanse ediyordu.


Plak piyasasına olağanüstü bir hareket ve bereket getirecek bu 45’likler içerisinde en çok satan, hiç kuşkusuz halk oylamasının birincisi “Yarın” olacak, ne var ki en az onun kadar satması beklenen “Seninle Bir Dakika”nın yasal plağı ise epeyce gecikmeli olarak, ancak Avrupa finalinden sonra piyasaya sürülebilecekti.


Meraklısına Not:
1975 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye elemelerine ait görüntüler maalesef bugünlere ulaşamadı. O günlerin şartlarında TRT'de eski yayın bantları silinerek yeniden kullanıyordu çünkü bantlar hem zor bulunuyordu hem de çok pahalıydı. Eurovision bantları da böylece silindi ve arşive girmedi. TRT'de ancak 1976 yılından sonra arşiv oluşturulmaya başlandı. Bu nedenle de 1975 yarışma şarkılarının o dönemli kayıtlarına ulaşmak mümkün değil. Yukarıdaki videolarda yer alan kayıtlar şarkıların plak versiyonlarıdır; biri hariç ki onun hikâyesini daha sonra anlatacağım. Zerrin Yaşar'ın seslendirdiği "Çiçekler" ile Şenay'ın televizyonda da ekrana gelmemiş "Umut" adlı şarkıları ise daha sonra plak olarak da yayımlanmadıkları için pop müzik tarihinin kayıpları arasında.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: "SARIŞIN TÜRK KADINI OLMAZ!"
Published on February 23, 2020 05:22
February 17, 2020
"Müzisyen Eşi Olmak Suç mu?"
Seninle Üç Dakika
1975 - 2. Bölüm
Bir Ekmek Parası
Şenay & Şerif Yüzbaşıoğlu
Evet, ihtisas jürisi kadar halk oyları da eşit oranda etkili olacaktı. Bunun için bulunan yöntem, proje henüz bir öneri halindeyken belirlenmişti. Televizyon yayınlarının seyredilebildiği şehir ve bölgelerde evlere PTT yoluyla posta çekleri dağıtılacaktı. Her eve dörder adet dağıtılacak bu çeklere, herkes televizyonda izlediği finalistler arasından birinciliğe layık gördüğü finalistin adını yazacak ve en yakın postaneden 2,5 TL karşılığında TRT’ye gönderecekti (bu rakam o günlerde bir ekmek parasına denk geliyordu.) Bu yolla toplanan para TRT’ye gelir kaydedilecek, böylece yarışmaya bir resmiyet kazandırılmış olacaktı.
Posta çeki uygulaması, neresinden baksanız şaibeye açıktı, ancak o günlerin haberleşme şartları düşünüldüğünde de akla getirilebilecek en makul yöntemdi kuşkusuz. Henüz her evde telefonun olmadığı, şehir içi telefon haberleşmenin bile santral bağlantısıyla yapılabildiği o günlerde, ne yıllar sonra icat edilecek cep telefonlarını, ne “televoting” sistemini ne de internet, faks ve uydu bağlantısı gibi kavramları hayal etmek mümkündü. Yine de ne olduysa oldu ve posta çeki uygulaması sonraki yıllarda bir daha hiç denenmeyerek, sadece 1975 yarışmasına mahsus bir uygulama olarak kaldı.
Basının kendi arasında paylaşamadığı Eurovision finalistleri, o günlerde yayınlanmış Hey dergisinde şöyle tanıtılıyordu:
Nilüfer: Boş zamanlarını evde oturup kitap okumak ve kedileriyle oynamakla geçiren şarkıcının en büyük özelliklerinden birisi her gittiği yere annesini de götürmesidir.
İskender Doğan: Romantik bir yaradılışı olan ve şiir yazmaktan hoşlanan Doğan, özellikle aşk şiirleri yazmaya bayılıyor.
Esin Afşar: Tiyatro oyunculuğundan şarkıcılığa geçen Esin Afşar’ın en ilginç yanlarından birisi psikiyatrist olmak istemesi.
Semiha Yankı: En büyük hobilerinden birisinin fotoğraf çekmek ve araba kullanmak olduğunu belirten genç şarkıcının bir diğer özel zevki ise anket defteri doldurmak.
Serter Bağcan: Yarışmaya yeğeninin adı olan “Sonad” rumuzunu kullanarak giren Serter Bağcan, bunun kendisine uğur getirdiğini söylüyor.
Füsun Önal: Soğuk bir kış günü dünyaya gelmesine rağmen Füsun Önal göründüğünden de çok sıcakkanlı, arkadaş canlısı ve güler yüzlü.
Gökhan Abur: Çok koyu bir Fenerbahçe taraftarı olan Gökhan, yemeklerden karnıyarık ve kuru fasulyeye bayılıyor.
Zerrin Yaşar: Doktorlukla beraber müzik Zerrin Yaşar’ın en büyük tutkusu. İki kelimelik bir de sloganı var: “Bir elimde mikrofon, bir elimde neşter... O benim işte!”
Cahit Oben: Boş zamanlarını bol bol kitap okuyarak ve arabasıyla dolaşarak değerlendiren Oben’in kendisine göre en büyük kusurlarından birisi haddinden fazla heyecanlı olmasıdır.
Yeşim: Boş zamanlarını resim yaparak ve polisiye kitaplar okuyarak değerlendirmekte olan Yeşim, evinde beslediği kedilerden birisini de uğurlu olarak kabul eder.
Nejat Yavaşoğulları: Müziğe 1959 yılında başlayan ve hiç plak doldurmayan Yavaşoğulları, arkadaşları arasında “Tatlı Ukala” diye adlandırılıyor.
Ali Rıza Binboğa: Boş zamanlarını kitap okuyarak değerlendiren ve toplumcu yazarların eserlerini beğenen şarkıcı, bu arada politika ile de çok yakından ilgileniyor.
Cici Kızlar: Daha yeni yeni şan dersleri almaya başlayan Cici Kızlar’dan Şebnem ve Birnur üç yıllık samimi arkadaşlar.
Şenay: Grup olarak Blood Sweat and Tears ve Chicago’yu favori olarak gösteren şarkıcı, boş zamanlarını resim yaparak ve müzik dinleyerek değerlendiriyor.
Uğur Akdora: Oldukça romantik bir yaradılışı olan Uğur Akdora, bu bakımdan sonbahar mevsimini çok seviyor. Sevdiği, hatta delice tutkun bir olduğu bir diğer şey ise, mavi rengin her tonu.
Yeliz: Çevresinde az sinirli, çabuk samimi olan, iyi huylu kişiliği ile tanınan Yeliz’in müziğin dışında en büyük tutkusu şiir okumak ve tiyatro.
Attila Atasoy: Duygulu bir yaradılışı olan Attila Atasoy, boş zamanlarında bol bol doğayı seyrediyor ve doğanın kendisine her zaman ilham kaynağı olduğunu söylüyor.
İşin şarkıcılar kısmı böyleydi. Besteci ve söz yazarları kısmı ise şüphesiz herkesin daha az ilgisini çekiyordu. Oysa bu bir beste yarışmasıydı ve işin o kısmında da kıyasıya bir rekabet yaşanacaktı.
Attila Özdemiroğlu ve Füsun Önal.
Henüz yerli bestelerin çok revaçta olmadığı o günlerde, “hafif müzik”te hem besteci hem aranjör hem de enstrümanist olarak kendini kabul ettirmiş Attila Özdemiroğlu ve ‘60’lardan bu yana besteciliğinin yanı sıra müzik eleştirmeni olarak da tanınmış müzik adamı Selmi Andak ve Şerif Yüzbaşıoğlu finale kalan besteciler arasında en kıdemlileriydi. Selçuk Başar, Esin Afşar, Tuğrul Dağcı (Oktay Yurdatapan) ve Nino Varon da müzik sektöründe önemli işler yapmış isimlerdi.
Nino Varon ve Nilüfer.
Yıldızları yeni yeni parlamaya başlamış iki söz yazarı, Mehmet Teoman ve Çiğdem Talu ise söz yazarları arasında en çok dikkat çeken isimlerdi. Teoman 2, Talu 4 şarkıyla yarışıyordu.
Çiğdem Talu
İskender Doğan, Serter Bağcan, Ali Rıza Binboğa, Uğur Akdora, Nejat Yavaşoğulları, Selim Atakan, Zerrin Yaşar ve Attila Atasoy besteci ya da söz yazarı olarak adlarını duyurmuş isimler değildi henüz. Buna karşın Hikmet Münir Ebcioğlu, “Kadehinde Zehir Olsa”, “Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar”, “Kıskanırım Seni Ben” gibi popüler alaturka şarkılarının söz yazarı olarak tanınıyordu.
Hikmet Münir Ebcioğlu
TRT 1975 Eurovision Türk Hafif Müziği Şarkı Yarışması Yapım ve Düzenleme Kurulu hazırlıklara olanca hızıyla devam ediyordu. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın 42 müzisyenine ilave olarak İstanbul’dan gelen kimi “hafif müzik” müzisyenlerinin de dâhil olduğu büyük orkestraya “Orkestra 75” adı verilmiş ve Timur Selçuk yönetimindeki orkestra Ankara Ulus’ta o günlerde Halk Eğitim Merkezi olarak kullanılan Türk Ocağı binasında provalara başlamıştı. Kasım ayında başlayan orkestra provaları, aralık ayı başına kadar sürecek, aralık ayında ise solistli provalara geçilecekti.
Provalar sırasında Timur Selçuk orkestrayı yönetirken.
Teknik imkânların çok kısıtlı olduğu o günlerde televizyonun böylesi bir organizasyonu kaldıracak kapasitede bir stüdyosu yoktu. Bu yüzden provalar Halk Eğitim Merkezi binasında yapılacak, çekimler içinse Orkut Stüdyosu kullanılacaktı. Orkut Stüdyosu’na orkestranın sığdırılabilmesi için salonda bulunan seyirci koltuklarından bir kısmı sökülecek, dolayısıyla orkestra, şarkıcıların arkasında değil, önünde bulunacaktı. Büyük final için belirlenen tarih 26 Ocak 1975’di. O tarihe kadar eserlerin bant kayıtları tamamlanacak ve şarkılar bir takvim dâhilinde televizyon ve radyodan yayınlanarak halkın önüne çıkarılacaktı.
Yarışmada Timur Selçuk orkestrayı yönetirken
Timur Selçuk, Onno Tunç, Mehmet Duru ve Selim Selçuk gibi isimlerin içinde bulunduğu kendi orkestrasının elemanlarını da İstanbul’dan getirterek orkestraya dâhil etmişti. O günlerde kendisinden yarışma için bir de sinyal müziği bestelemesi istenince, Selçuk bu görevi orkestra elemanlarına vermeyi tercih etti. 1975 yarışmasıyla birlikte klasikleşip, ülkede Eurovision Şarkı Yarışması denince akla gelen ilk şey olacak “Çoban Yıldızı”nın hikâyesini Timur Selçuk yıllar sonra şöyle anlatacaktı:
“Sinyal müziğini kendi orkestramdaki dört arkadaşa sipariş verdim. Her birine ikişer makam ve ikişer ölçü vererek 45 saniyelik örnekler hazırlamalarını istedim. Sonra oturup bunları beraber dinledik ve Melih’in bestesini beğendik. Orkestrasyonunu ben yaptım ve Eurovision sinyal müziği “Çoban Yıldızı” böyle ortaya çıktı.”
Ne var ki o günlerde Boğaziçi Üniversitesi son sınıfında öğrenimine devam eden Melih Kibar sınavları nedeniyle Eurovision orkestrasında yer alamayacak ve yarışmayı İstanbul’daki evinde, televizyondan izlemek zorunda kalacaktı.
“Müzisyen Eşi Olmak Suç mu?”
Büyük orkestra eşliğinde devam eden provalar için şarkıcı, besteci ve söz yazarları birer ikişer Ankara’ya gelip gitmeye başladılar. Ekipler çoğu zaman kendilerine tahsis edilmiş otobüslerle toplu halde Ankara’ya geliyorlar, provaları müteakip İstanbul’a dönüyorlardı. Sanılanın aksine günler, bir yarışma ve rekabet havasından çok, bir festival havasında geçiyor ve zaten bir şekilde tanış olan tüm yarışmacılar, söylentileri haksız çıkarırcasına iyi geçiniyorlardı. En azından final günü yaklaşana kadar bu böyle devam edecekti.
Ali Rıza Binboğa, Attila Atasoy, Yeliz ve Bilgen Bengü provalarda.
Provası tamamlanan şarkıların ilk çekimleri Orkut Stüdyosu’nda yapıldı. Stüdyonun kısıtlı imkânlarında sade ve basit bir dekor hazırlanmış, dekorun üst kısmına üç boyutlu algısı uyandıran kare bloklar yerleştirilmiş, tam ortasına da “1975 Eurovision TRT Türk Hafif Müziği Şarkı Yarışması” yazısı konulmuştu. Zeminde ise birkaç basamaktan oluşan geniş bir platform vardı. Orkestra, daha önce planlandığı şekilde, öndeki birkaç sıra seyirci koltuğunun sökülmesiyle oluşturulan boşluğa yerleştirilmişti. Çekimlerde orkestra canlı çalıyor, solistler şarkıları canlı icra ediyorlardı.
Sunucu Bülent Özveren Orkut Stüdyosu sahnesinde.
Yapılan kayıtların televizyonda yayınlanma günleri de belli olmuştu. Programa göre her salı akşamı haberlerin hemen ardından saat 20:35 sularında yayına girecek şarkıların sıralaması şöyleydi:
Her salı gecesi ekrana gelen şarkılar, pazar günleri de Geçen Haftadan Seçmeler kuşağı içerisinde yeniden gösterilecek, ayrıca radyodan her sabah birer şarkı, cuma akşamları ise toplu halde olmak üzere çalınacak, son olarak da 9 Ocak gecesi televizyondan 17 şarkının tamamı bir kez daha yayınlanacaktı. Böylece her bir şarkı radyo ve televizyondan toplamda beşer kez dinleyici karşısına çıkmış olacaktı ki bu da halkın oy vermek üzere şarkılar hakkında fikir edinebilmesi için yeterli görülmüştü. Nitekim son televizyon yayını müteakip izleyicilerin posta çekiyle oy kullanma süreci başlayacaktı.
Neresinden baksanız hayli uzun bir süreçti bu. Bir de yoğun kış şartları nedeniyle çekimler aksayınca, 31 Aralık’ta yayınlanması gereken üçüncü grup şarkılar bir sonraki haftaya kalacak, böylece takvim bir hafta ileriye gidecekti. Zaten başından beri gündemde olan yarışmanın bu kadar uzun bir süreye yayılması ister istemez bir dezavantaja dönüşecek ve bu safhada daha da artacak dedikodularla birlikte yaprak dökümü de başlayacaktı.
Yarışmadan çekildiğini ilk açıklayan Şenay oldu. Daha en başından, finale kaldığı bile belli olmamışken başlayan huzursuzluk öyle bir noktaya gelmişti ki hem Şenay hem de eşi Şerif Yüzbaşıoğlu bu işin kendilerine faydadan çok zarar getireceğini fark etmişler ve haklarından feragat etmeye karar vermişlerdi. Şenay “Müzisyen eşi olmak suç mu?” diyerek kendini savunurken duyduğu kırgınlık ve kızgınlığı da gizlemiyordu.
Şenay Yüzbaşıoğlu
Şenay’ın yarışmadan çekildiği haberi gündeme bomba gibi düştü. Tam da yarışma şarkılarının halkın beğenisine sunulacağı safhada Şenay’ın çekilmesi ve şarkısının yayınlanmaması, “Umut”un Türk popunun muamma şarkılarından birine dönüşmesine neden olacak ve çok az kişinin duyup dinleyebildiği bu şarkı, popüler müzik tarihinin tozlu sayfalarına gömülüp bir daha da gün ışığına çıkmayacaktı.
Şenay, 21 Aralık 1974 tarihinde yayımlanan Ses dergisinde, yarışmadan çekilme nedenini şöyle açıklıyordu:
“Eşimin jüride oluşu yanlış suçlamalara yol açtı, baştan beri. Sonra bir, iki mesele daha çıktı ortaya. Ben arkamda İstanbul Gelişim’in çalmasını istiyordum. Televizyon, kendi kurduğu orkestranın dışında orkestra kabul etmedi. Oysa şartnamede böyle bir bölüm yoktu. Son anlaşmazlık da televizyonda 25 Aralık’ta yapacağım program yüzünden çıktı. Tarih, aylar öncesinden saptanmıştı. Yani Eurovision için 24 Aralık’ta çıkacağım açıklanmadan önce. İkisinden birinin değişmesi gerekiyordu. Olmadı. Yeni bir dedikoduya meydan vermemek, yarışmaya gölge düşürmemek için çekilmeyi uygun gördüm.”
Yarışma şarkılarını izlemek için heyecanla televizyon karşısına geçenlerin kimisi şarkıları ilk kez duyduktan sonra daha da heyecanlanmış, kimisi de hayal kırıklığına uğramıştı. Hayal kırıklığına uğrayanlardan biri de Hey dergisi Sorumlu Genel Müdürü Doğan Şener’di. Doğan Şener 8 Ocak 1975 tarihli derginin başyazısında düşüncelerini şu cümlelerle ifade ediyordu:
“Yarışmaya katılan parçalar arasında ön komitenin seçiminden sonra finale kalanlar ümit verici olmaktan uzaktır. Hemen hepsinde ‘festival parçası’ olması endişesiyle hareket edilmiş, böylece ağır ve kalıplı parçalar meydana çıkmıştır. Bu parçaların düzenlemeleri çoğunlukla Timur Selçuk tarafından yapıldığı için eserlere aynı yorum hâkim olmuş, parçaların birbirine benzerliği kaçınılmaz bir hal almıştır. Takdimler eksik, çekimler dengesizdir. Bu bir beste yarışması olduğu halde takdimlerde şarkıcılara büyük ölçüde yer verilmiş, buna karşılık bestecilerin özellikleri birer cümleyle geçiştirilmiştir. Çekimlerde denge unsuru kurulamamış, kameralar bazı şarkıcılar için çok iyi çalışmış, bazı şarkıcıları ise podyumda seyretmek için dürbün gerekmiştir. Tanıtılma olayında ise bir başka gerçek su yüzüne çıkmış, orkestranın sesiyle solist sesinin balansı kurulamadığı için besteleri net dinlemek mümkün olmamıştır. Burada ortaya çıkan gerçek, stüdyo tekniğinin yetersiz oluşu ve yapılan kayıtların bu koşullar altında kimseyi tatmin etmeyeceğidir.”
Doğan Şener
Merakla beklenen, aylarca konuşulan, dergilerde yayımlanan sözlerinden yola çıkarak nasıl bir şey oldukları tahmin edilmeye çalışılan şarkılar nihayet ortaya çıkmıştı. Şimdi sıra seyircideydi. Hakkında bunca haber, yorum ve spekülasyon yapılmış şarkılar için oy kullanacak sokaktaki insanın işi elbette ki kolay değildi. Hele hele şarkıların yayınlanmasından sonra bütün o haber ve yorumlar ayyuka çıkmışken.
“Oylarımız Nilüfer İçin!”
Nitekim Şenay’ın yarışmadan çekilmesiyle sular durulmayacak, hemen ardından yeni bir gündem ortaya çıkacaktı. Bu defa eleştiri oklarının hedefinde Nilüfer ve Nino Varon vardı.
Söylentilerin biri bizzat yarışmanın kendi içinden, diğer yarışmacıların da katıldığı bir akşam yemeğinden çıkacaktı. Televizyon çekimlerini müteakip Ankara’da ekipçe gidilen yemekte Nino Varon’un firma olarak bu yarışmada Nilüfer ve şarkısı için 250 bin lira ayırdıklarını söylemesi aynı masada bulunanlarca yanlış anlaşılacak, zaten herkes bu konuda hassas iken söylendiği iddia edilen bu söz, oyların satın alındığı şaibesine kadar uzayacak bir dedikodu silsilesine dönüşecekti. O gece orada bulunan Cahit Oben’in gazetecilerin ısrarlı sorularına karşılık konuşmayacağını, ancak sonuçlar açıklandıktan sonra tüm bildiklerini söyleyeceğini beyan etmesi işin tuzu biberi olacak, herkesin aklı daha da karışacaktı.
Bu arada TRT ekibi de dedikodulardan payını alacak ve yönetmen İskender Salgırlı’nın Nilüfer’in çekimlerine daha fazla özendiği iddia edilirken, Salgırlı bu iddiaya şiddetle karşı çıkacaktı.
İskender Salgırlı
O günlerde gazete ve dergilerde seçim kampanyalarını andıran bir üslupla yayınlanacak Nilüfer Fan Club ilanları da dikkatleri üzerine çekti:
“Finalleri izlediniz... “MİMİK” rumuzlu “Boşver” adlı besteyle katılan Nilüfer için hepimiz “EVET” diyoruz değil mi? Öyleyse, oylarımız Nilüfer için olacak !”
Çok geçmeden ikinci bir bombayla ortalık iyice karıştı. Bir süredir Türkiye’de çalışan Eurovision 1973 birincisi Anne-Marie David’in menajeri Pascal de Lestang tarafından ortaya atılan iddiaya göre “Boşver” Nino Varon’un bestesi değil, kendi bestesiydi. Üstelik Fransa radyolarında halen sıklıkla çalınmakta olan bir şarkıydı.
Günlük bir gazetede yayımlanarak patlak veren bu iddia, bardağı taşıran son damla oldu. Bu konuda her türlü kanuni girişimi yapacaklarını açıklamalarına ve iddianın aksini ispat için belgelerle birlikte basının karşısına çıkmalarına rağmen, Nilüfer ve Nino Varon’un yarışmadan çekildiği haberi 18 Ocak 1975 günü, müzik gündemine bomba gibi düştü.
19 Ocak 1975 tarihli Milliyet gazetesi haberi.
Nilüfer’in çekilme kararını bildirmek için TRT yönetimine çektiği ve sonrasında basına servis edilen telgraf şöyleydi:
“Tamamen haklı olduğumuz bir davada çıkarılan söylentilerin yarışmaya ve TRT’ye gölge düşürmesini ve Türk sanatçılarının gelecekte benzer iftiralara uğramalarını önlemek amacıyla 1975 Eurovision Şarkı Yarışmasından çekildiğimi arz eder, gerekli hukuki işlemlerle şarkımızın ve müzik sanatçılarımızın haklarını sonuna kadar savunacağımı saygılarımla bildiririm.”
O günlerde plak yapımcısı Dani Grunberg başta olmak üzere Nilüfer cephesi, şarkının bestesinin çok önce yapıldığını, Eurovision 1973’den beri irtibatta olunan Pascal de Lestang’a da çok önceden dinletildiğini, hatta kendisine değerlendirmesi için verildiğini, ancak daha sonra kendisinden hiçbir ses çıkmadığını iddia ediyor, bu iddiasını noter tasdikli belgelerle kanıtlıyordu. Ne var ki karşı cepheden hiç ses çıkmayacak, Nilüfer yarışmadan çekildiğiyle kalacaktı.
Şarkının bestecisi Nino Varon, yıllar sonra olayın o günlerde hiç konuşulmamış, bambaşka bir boyutunu açıklayacaktı. Anne-Marie David’in Eurovision birincisi şarkısı “Tu Te Reconnaitras” adlı şarkının Nilüfer tarafından plak yapılmış Türkçe versiyonu orijinal versiyonundan iki kat fazla satmıştı. Türkiye’ye çok defalar gelip giden, gazino ve sahne programları yapan, Türkçe plak dolduran Anne-Marie David bu durumdan epeyce rahatsızdı. Hatta bu yüzden gazino çalışmalarında Nilüfer’in orkestrasıyla çalışmak istememiş, gazetelerde “Anne-Marie’nin Nilüfer kompleksi” diye manşetler atılmasına neden olmuştu.
Anne-Marie David
Nino Varon’un iddiasına göre, Anne-Marie David’in kendince Nilüfer’le giriştiği bu rekabet, zaman içerisinde böylesi bir intikam oyununa dönüşmüş, kabak Varon’un başına patlamıştı.
Çok geçmeden benzer bir iddia da “Caniko” şarkısı için ortaya atılacak, daha önce Nejat Yavaşoğulları’yla beraber çalıştığını öne süren Cemil Özyazıcı, şarkının aslında Kevork Gümüşdere’ye ait olduğunu ve bu şarkıyla yıllar önce Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması’na katıldıklarını iddia edecekti.
Ancak bu iddia çok uzun ömürlü olmadı ve Kevork Gümüşdere, şarkının asıl sahibinin Nejat Yavaşoğulları olduğunu açıklayarak, ortalığı sakinleştirdi.
Bir başka iddia ise aynı günlerde Ali Eraslan tarafından ortaya atıldı ve Serter Bağcan’ın şarkısı da dedikodulardan nasibini almış oldu. İddiaya göre söz konusu şarkı, Türkiye’de de çok bilinen ve sevilen İtalyan yıldız Rafaelle Carra’ nın “Vi Diro’la Verita” adlı şarkısının birebir kopyasıydı. Ne var ki bu iddia da çok fazla dayanak bulamadan unutuldu gitti. Zaten pek de fazla şans tanınmayan “Mümkün Değil” hakkında finale çok az bir zaman kala ortaya atılan bu iddia kimsenin ilgisini çekmemişti.
17 Aralık ve 24 Aralık tarihlerinde finalist şarkıların sekizi ekrana getirilmiş, ancak hava şartları nedeniyle çekimler aksayınca, 31 Aralık gecesi ekrana gelmesi gereken dört şarkının yayını 7 Ocak'a ertelenmişti.
7 Ocak 1975 tarihli Milliyet gazetesi haberi.
14 Ocak'ta ise son kısım ekrana geldi ve böylece tüm şarkılar halka sunulmuş oldu. 21 Ocak gecesi 15 şarkının tamamı bir kez daha ekrana getirilecek ve hemen sonrasında oylama başlayacaktı. Şimdi heyecan doruktaydı.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: BİRİNCİ ZEKİ MÜREN!
1975 - 2. Bölüm
Bir Ekmek Parası

Evet, ihtisas jürisi kadar halk oyları da eşit oranda etkili olacaktı. Bunun için bulunan yöntem, proje henüz bir öneri halindeyken belirlenmişti. Televizyon yayınlarının seyredilebildiği şehir ve bölgelerde evlere PTT yoluyla posta çekleri dağıtılacaktı. Her eve dörder adet dağıtılacak bu çeklere, herkes televizyonda izlediği finalistler arasından birinciliğe layık gördüğü finalistin adını yazacak ve en yakın postaneden 2,5 TL karşılığında TRT’ye gönderecekti (bu rakam o günlerde bir ekmek parasına denk geliyordu.) Bu yolla toplanan para TRT’ye gelir kaydedilecek, böylece yarışmaya bir resmiyet kazandırılmış olacaktı.

Posta çeki uygulaması, neresinden baksanız şaibeye açıktı, ancak o günlerin haberleşme şartları düşünüldüğünde de akla getirilebilecek en makul yöntemdi kuşkusuz. Henüz her evde telefonun olmadığı, şehir içi telefon haberleşmenin bile santral bağlantısıyla yapılabildiği o günlerde, ne yıllar sonra icat edilecek cep telefonlarını, ne “televoting” sistemini ne de internet, faks ve uydu bağlantısı gibi kavramları hayal etmek mümkündü. Yine de ne olduysa oldu ve posta çeki uygulaması sonraki yıllarda bir daha hiç denenmeyerek, sadece 1975 yarışmasına mahsus bir uygulama olarak kaldı.

Basının kendi arasında paylaşamadığı Eurovision finalistleri, o günlerde yayınlanmış Hey dergisinde şöyle tanıtılıyordu:

Nilüfer: Boş zamanlarını evde oturup kitap okumak ve kedileriyle oynamakla geçiren şarkıcının en büyük özelliklerinden birisi her gittiği yere annesini de götürmesidir.

İskender Doğan: Romantik bir yaradılışı olan ve şiir yazmaktan hoşlanan Doğan, özellikle aşk şiirleri yazmaya bayılıyor.

Esin Afşar: Tiyatro oyunculuğundan şarkıcılığa geçen Esin Afşar’ın en ilginç yanlarından birisi psikiyatrist olmak istemesi.

Semiha Yankı: En büyük hobilerinden birisinin fotoğraf çekmek ve araba kullanmak olduğunu belirten genç şarkıcının bir diğer özel zevki ise anket defteri doldurmak.

Serter Bağcan: Yarışmaya yeğeninin adı olan “Sonad” rumuzunu kullanarak giren Serter Bağcan, bunun kendisine uğur getirdiğini söylüyor.

Füsun Önal: Soğuk bir kış günü dünyaya gelmesine rağmen Füsun Önal göründüğünden de çok sıcakkanlı, arkadaş canlısı ve güler yüzlü.

Gökhan Abur: Çok koyu bir Fenerbahçe taraftarı olan Gökhan, yemeklerden karnıyarık ve kuru fasulyeye bayılıyor.

Zerrin Yaşar: Doktorlukla beraber müzik Zerrin Yaşar’ın en büyük tutkusu. İki kelimelik bir de sloganı var: “Bir elimde mikrofon, bir elimde neşter... O benim işte!”

Cahit Oben: Boş zamanlarını bol bol kitap okuyarak ve arabasıyla dolaşarak değerlendiren Oben’in kendisine göre en büyük kusurlarından birisi haddinden fazla heyecanlı olmasıdır.

Yeşim: Boş zamanlarını resim yaparak ve polisiye kitaplar okuyarak değerlendirmekte olan Yeşim, evinde beslediği kedilerden birisini de uğurlu olarak kabul eder.

Nejat Yavaşoğulları: Müziğe 1959 yılında başlayan ve hiç plak doldurmayan Yavaşoğulları, arkadaşları arasında “Tatlı Ukala” diye adlandırılıyor.

Ali Rıza Binboğa: Boş zamanlarını kitap okuyarak değerlendiren ve toplumcu yazarların eserlerini beğenen şarkıcı, bu arada politika ile de çok yakından ilgileniyor.

Cici Kızlar: Daha yeni yeni şan dersleri almaya başlayan Cici Kızlar’dan Şebnem ve Birnur üç yıllık samimi arkadaşlar.

Şenay: Grup olarak Blood Sweat and Tears ve Chicago’yu favori olarak gösteren şarkıcı, boş zamanlarını resim yaparak ve müzik dinleyerek değerlendiriyor.

Uğur Akdora: Oldukça romantik bir yaradılışı olan Uğur Akdora, bu bakımdan sonbahar mevsimini çok seviyor. Sevdiği, hatta delice tutkun bir olduğu bir diğer şey ise, mavi rengin her tonu.

Yeliz: Çevresinde az sinirli, çabuk samimi olan, iyi huylu kişiliği ile tanınan Yeliz’in müziğin dışında en büyük tutkusu şiir okumak ve tiyatro.

Attila Atasoy: Duygulu bir yaradılışı olan Attila Atasoy, boş zamanlarında bol bol doğayı seyrediyor ve doğanın kendisine her zaman ilham kaynağı olduğunu söylüyor.
İşin şarkıcılar kısmı böyleydi. Besteci ve söz yazarları kısmı ise şüphesiz herkesin daha az ilgisini çekiyordu. Oysa bu bir beste yarışmasıydı ve işin o kısmında da kıyasıya bir rekabet yaşanacaktı.

Henüz yerli bestelerin çok revaçta olmadığı o günlerde, “hafif müzik”te hem besteci hem aranjör hem de enstrümanist olarak kendini kabul ettirmiş Attila Özdemiroğlu ve ‘60’lardan bu yana besteciliğinin yanı sıra müzik eleştirmeni olarak da tanınmış müzik adamı Selmi Andak ve Şerif Yüzbaşıoğlu finale kalan besteciler arasında en kıdemlileriydi. Selçuk Başar, Esin Afşar, Tuğrul Dağcı (Oktay Yurdatapan) ve Nino Varon da müzik sektöründe önemli işler yapmış isimlerdi.

Yıldızları yeni yeni parlamaya başlamış iki söz yazarı, Mehmet Teoman ve Çiğdem Talu ise söz yazarları arasında en çok dikkat çeken isimlerdi. Teoman 2, Talu 4 şarkıyla yarışıyordu.

İskender Doğan, Serter Bağcan, Ali Rıza Binboğa, Uğur Akdora, Nejat Yavaşoğulları, Selim Atakan, Zerrin Yaşar ve Attila Atasoy besteci ya da söz yazarı olarak adlarını duyurmuş isimler değildi henüz. Buna karşın Hikmet Münir Ebcioğlu, “Kadehinde Zehir Olsa”, “Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar”, “Kıskanırım Seni Ben” gibi popüler alaturka şarkılarının söz yazarı olarak tanınıyordu.

TRT 1975 Eurovision Türk Hafif Müziği Şarkı Yarışması Yapım ve Düzenleme Kurulu hazırlıklara olanca hızıyla devam ediyordu. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın 42 müzisyenine ilave olarak İstanbul’dan gelen kimi “hafif müzik” müzisyenlerinin de dâhil olduğu büyük orkestraya “Orkestra 75” adı verilmiş ve Timur Selçuk yönetimindeki orkestra Ankara Ulus’ta o günlerde Halk Eğitim Merkezi olarak kullanılan Türk Ocağı binasında provalara başlamıştı. Kasım ayında başlayan orkestra provaları, aralık ayı başına kadar sürecek, aralık ayında ise solistli provalara geçilecekti.

Teknik imkânların çok kısıtlı olduğu o günlerde televizyonun böylesi bir organizasyonu kaldıracak kapasitede bir stüdyosu yoktu. Bu yüzden provalar Halk Eğitim Merkezi binasında yapılacak, çekimler içinse Orkut Stüdyosu kullanılacaktı. Orkut Stüdyosu’na orkestranın sığdırılabilmesi için salonda bulunan seyirci koltuklarından bir kısmı sökülecek, dolayısıyla orkestra, şarkıcıların arkasında değil, önünde bulunacaktı. Büyük final için belirlenen tarih 26 Ocak 1975’di. O tarihe kadar eserlerin bant kayıtları tamamlanacak ve şarkılar bir takvim dâhilinde televizyon ve radyodan yayınlanarak halkın önüne çıkarılacaktı.

Timur Selçuk, Onno Tunç, Mehmet Duru ve Selim Selçuk gibi isimlerin içinde bulunduğu kendi orkestrasının elemanlarını da İstanbul’dan getirterek orkestraya dâhil etmişti. O günlerde kendisinden yarışma için bir de sinyal müziği bestelemesi istenince, Selçuk bu görevi orkestra elemanlarına vermeyi tercih etti. 1975 yarışmasıyla birlikte klasikleşip, ülkede Eurovision Şarkı Yarışması denince akla gelen ilk şey olacak “Çoban Yıldızı”nın hikâyesini Timur Selçuk yıllar sonra şöyle anlatacaktı:
“Sinyal müziğini kendi orkestramdaki dört arkadaşa sipariş verdim. Her birine ikişer makam ve ikişer ölçü vererek 45 saniyelik örnekler hazırlamalarını istedim. Sonra oturup bunları beraber dinledik ve Melih’in bestesini beğendik. Orkestrasyonunu ben yaptım ve Eurovision sinyal müziği “Çoban Yıldızı” böyle ortaya çıktı.”

Ne var ki o günlerde Boğaziçi Üniversitesi son sınıfında öğrenimine devam eden Melih Kibar sınavları nedeniyle Eurovision orkestrasında yer alamayacak ve yarışmayı İstanbul’daki evinde, televizyondan izlemek zorunda kalacaktı.

“Müzisyen Eşi Olmak Suç mu?”
Büyük orkestra eşliğinde devam eden provalar için şarkıcı, besteci ve söz yazarları birer ikişer Ankara’ya gelip gitmeye başladılar. Ekipler çoğu zaman kendilerine tahsis edilmiş otobüslerle toplu halde Ankara’ya geliyorlar, provaları müteakip İstanbul’a dönüyorlardı. Sanılanın aksine günler, bir yarışma ve rekabet havasından çok, bir festival havasında geçiyor ve zaten bir şekilde tanış olan tüm yarışmacılar, söylentileri haksız çıkarırcasına iyi geçiniyorlardı. En azından final günü yaklaşana kadar bu böyle devam edecekti.

Provası tamamlanan şarkıların ilk çekimleri Orkut Stüdyosu’nda yapıldı. Stüdyonun kısıtlı imkânlarında sade ve basit bir dekor hazırlanmış, dekorun üst kısmına üç boyutlu algısı uyandıran kare bloklar yerleştirilmiş, tam ortasına da “1975 Eurovision TRT Türk Hafif Müziği Şarkı Yarışması” yazısı konulmuştu. Zeminde ise birkaç basamaktan oluşan geniş bir platform vardı. Orkestra, daha önce planlandığı şekilde, öndeki birkaç sıra seyirci koltuğunun sökülmesiyle oluşturulan boşluğa yerleştirilmişti. Çekimlerde orkestra canlı çalıyor, solistler şarkıları canlı icra ediyorlardı.

Yapılan kayıtların televizyonda yayınlanma günleri de belli olmuştu. Programa göre her salı akşamı haberlerin hemen ardından saat 20:35 sularında yayına girecek şarkıların sıralaması şöyleydi:

Her salı gecesi ekrana gelen şarkılar, pazar günleri de Geçen Haftadan Seçmeler kuşağı içerisinde yeniden gösterilecek, ayrıca radyodan her sabah birer şarkı, cuma akşamları ise toplu halde olmak üzere çalınacak, son olarak da 9 Ocak gecesi televizyondan 17 şarkının tamamı bir kez daha yayınlanacaktı. Böylece her bir şarkı radyo ve televizyondan toplamda beşer kez dinleyici karşısına çıkmış olacaktı ki bu da halkın oy vermek üzere şarkılar hakkında fikir edinebilmesi için yeterli görülmüştü. Nitekim son televizyon yayını müteakip izleyicilerin posta çekiyle oy kullanma süreci başlayacaktı.

Neresinden baksanız hayli uzun bir süreçti bu. Bir de yoğun kış şartları nedeniyle çekimler aksayınca, 31 Aralık’ta yayınlanması gereken üçüncü grup şarkılar bir sonraki haftaya kalacak, böylece takvim bir hafta ileriye gidecekti. Zaten başından beri gündemde olan yarışmanın bu kadar uzun bir süreye yayılması ister istemez bir dezavantaja dönüşecek ve bu safhada daha da artacak dedikodularla birlikte yaprak dökümü de başlayacaktı.
Yarışmadan çekildiğini ilk açıklayan Şenay oldu. Daha en başından, finale kaldığı bile belli olmamışken başlayan huzursuzluk öyle bir noktaya gelmişti ki hem Şenay hem de eşi Şerif Yüzbaşıoğlu bu işin kendilerine faydadan çok zarar getireceğini fark etmişler ve haklarından feragat etmeye karar vermişlerdi. Şenay “Müzisyen eşi olmak suç mu?” diyerek kendini savunurken duyduğu kırgınlık ve kızgınlığı da gizlemiyordu.

Şenay’ın yarışmadan çekildiği haberi gündeme bomba gibi düştü. Tam da yarışma şarkılarının halkın beğenisine sunulacağı safhada Şenay’ın çekilmesi ve şarkısının yayınlanmaması, “Umut”un Türk popunun muamma şarkılarından birine dönüşmesine neden olacak ve çok az kişinin duyup dinleyebildiği bu şarkı, popüler müzik tarihinin tozlu sayfalarına gömülüp bir daha da gün ışığına çıkmayacaktı.
Şenay, 21 Aralık 1974 tarihinde yayımlanan Ses dergisinde, yarışmadan çekilme nedenini şöyle açıklıyordu:

“Eşimin jüride oluşu yanlış suçlamalara yol açtı, baştan beri. Sonra bir, iki mesele daha çıktı ortaya. Ben arkamda İstanbul Gelişim’in çalmasını istiyordum. Televizyon, kendi kurduğu orkestranın dışında orkestra kabul etmedi. Oysa şartnamede böyle bir bölüm yoktu. Son anlaşmazlık da televizyonda 25 Aralık’ta yapacağım program yüzünden çıktı. Tarih, aylar öncesinden saptanmıştı. Yani Eurovision için 24 Aralık’ta çıkacağım açıklanmadan önce. İkisinden birinin değişmesi gerekiyordu. Olmadı. Yeni bir dedikoduya meydan vermemek, yarışmaya gölge düşürmemek için çekilmeyi uygun gördüm.”

Yarışma şarkılarını izlemek için heyecanla televizyon karşısına geçenlerin kimisi şarkıları ilk kez duyduktan sonra daha da heyecanlanmış, kimisi de hayal kırıklığına uğramıştı. Hayal kırıklığına uğrayanlardan biri de Hey dergisi Sorumlu Genel Müdürü Doğan Şener’di. Doğan Şener 8 Ocak 1975 tarihli derginin başyazısında düşüncelerini şu cümlelerle ifade ediyordu:
“Yarışmaya katılan parçalar arasında ön komitenin seçiminden sonra finale kalanlar ümit verici olmaktan uzaktır. Hemen hepsinde ‘festival parçası’ olması endişesiyle hareket edilmiş, böylece ağır ve kalıplı parçalar meydana çıkmıştır. Bu parçaların düzenlemeleri çoğunlukla Timur Selçuk tarafından yapıldığı için eserlere aynı yorum hâkim olmuş, parçaların birbirine benzerliği kaçınılmaz bir hal almıştır. Takdimler eksik, çekimler dengesizdir. Bu bir beste yarışması olduğu halde takdimlerde şarkıcılara büyük ölçüde yer verilmiş, buna karşılık bestecilerin özellikleri birer cümleyle geçiştirilmiştir. Çekimlerde denge unsuru kurulamamış, kameralar bazı şarkıcılar için çok iyi çalışmış, bazı şarkıcıları ise podyumda seyretmek için dürbün gerekmiştir. Tanıtılma olayında ise bir başka gerçek su yüzüne çıkmış, orkestranın sesiyle solist sesinin balansı kurulamadığı için besteleri net dinlemek mümkün olmamıştır. Burada ortaya çıkan gerçek, stüdyo tekniğinin yetersiz oluşu ve yapılan kayıtların bu koşullar altında kimseyi tatmin etmeyeceğidir.”

Merakla beklenen, aylarca konuşulan, dergilerde yayımlanan sözlerinden yola çıkarak nasıl bir şey oldukları tahmin edilmeye çalışılan şarkılar nihayet ortaya çıkmıştı. Şimdi sıra seyircideydi. Hakkında bunca haber, yorum ve spekülasyon yapılmış şarkılar için oy kullanacak sokaktaki insanın işi elbette ki kolay değildi. Hele hele şarkıların yayınlanmasından sonra bütün o haber ve yorumlar ayyuka çıkmışken.
“Oylarımız Nilüfer İçin!”
Nitekim Şenay’ın yarışmadan çekilmesiyle sular durulmayacak, hemen ardından yeni bir gündem ortaya çıkacaktı. Bu defa eleştiri oklarının hedefinde Nilüfer ve Nino Varon vardı.

Söylentilerin biri bizzat yarışmanın kendi içinden, diğer yarışmacıların da katıldığı bir akşam yemeğinden çıkacaktı. Televizyon çekimlerini müteakip Ankara’da ekipçe gidilen yemekte Nino Varon’un firma olarak bu yarışmada Nilüfer ve şarkısı için 250 bin lira ayırdıklarını söylemesi aynı masada bulunanlarca yanlış anlaşılacak, zaten herkes bu konuda hassas iken söylendiği iddia edilen bu söz, oyların satın alındığı şaibesine kadar uzayacak bir dedikodu silsilesine dönüşecekti. O gece orada bulunan Cahit Oben’in gazetecilerin ısrarlı sorularına karşılık konuşmayacağını, ancak sonuçlar açıklandıktan sonra tüm bildiklerini söyleyeceğini beyan etmesi işin tuzu biberi olacak, herkesin aklı daha da karışacaktı.

Bu arada TRT ekibi de dedikodulardan payını alacak ve yönetmen İskender Salgırlı’nın Nilüfer’in çekimlerine daha fazla özendiği iddia edilirken, Salgırlı bu iddiaya şiddetle karşı çıkacaktı.

O günlerde gazete ve dergilerde seçim kampanyalarını andıran bir üslupla yayınlanacak Nilüfer Fan Club ilanları da dikkatleri üzerine çekti:
“Finalleri izlediniz... “MİMİK” rumuzlu “Boşver” adlı besteyle katılan Nilüfer için hepimiz “EVET” diyoruz değil mi? Öyleyse, oylarımız Nilüfer için olacak !”

Çok geçmeden ikinci bir bombayla ortalık iyice karıştı. Bir süredir Türkiye’de çalışan Eurovision 1973 birincisi Anne-Marie David’in menajeri Pascal de Lestang tarafından ortaya atılan iddiaya göre “Boşver” Nino Varon’un bestesi değil, kendi bestesiydi. Üstelik Fransa radyolarında halen sıklıkla çalınmakta olan bir şarkıydı.

Günlük bir gazetede yayımlanarak patlak veren bu iddia, bardağı taşıran son damla oldu. Bu konuda her türlü kanuni girişimi yapacaklarını açıklamalarına ve iddianın aksini ispat için belgelerle birlikte basının karşısına çıkmalarına rağmen, Nilüfer ve Nino Varon’un yarışmadan çekildiği haberi 18 Ocak 1975 günü, müzik gündemine bomba gibi düştü.

Nilüfer’in çekilme kararını bildirmek için TRT yönetimine çektiği ve sonrasında basına servis edilen telgraf şöyleydi:
“Tamamen haklı olduğumuz bir davada çıkarılan söylentilerin yarışmaya ve TRT’ye gölge düşürmesini ve Türk sanatçılarının gelecekte benzer iftiralara uğramalarını önlemek amacıyla 1975 Eurovision Şarkı Yarışmasından çekildiğimi arz eder, gerekli hukuki işlemlerle şarkımızın ve müzik sanatçılarımızın haklarını sonuna kadar savunacağımı saygılarımla bildiririm.”

O günlerde plak yapımcısı Dani Grunberg başta olmak üzere Nilüfer cephesi, şarkının bestesinin çok önce yapıldığını, Eurovision 1973’den beri irtibatta olunan Pascal de Lestang’a da çok önceden dinletildiğini, hatta kendisine değerlendirmesi için verildiğini, ancak daha sonra kendisinden hiçbir ses çıkmadığını iddia ediyor, bu iddiasını noter tasdikli belgelerle kanıtlıyordu. Ne var ki karşı cepheden hiç ses çıkmayacak, Nilüfer yarışmadan çekildiğiyle kalacaktı.

Şarkının bestecisi Nino Varon, yıllar sonra olayın o günlerde hiç konuşulmamış, bambaşka bir boyutunu açıklayacaktı. Anne-Marie David’in Eurovision birincisi şarkısı “Tu Te Reconnaitras” adlı şarkının Nilüfer tarafından plak yapılmış Türkçe versiyonu orijinal versiyonundan iki kat fazla satmıştı. Türkiye’ye çok defalar gelip giden, gazino ve sahne programları yapan, Türkçe plak dolduran Anne-Marie David bu durumdan epeyce rahatsızdı. Hatta bu yüzden gazino çalışmalarında Nilüfer’in orkestrasıyla çalışmak istememiş, gazetelerde “Anne-Marie’nin Nilüfer kompleksi” diye manşetler atılmasına neden olmuştu.

Nino Varon’un iddiasına göre, Anne-Marie David’in kendince Nilüfer’le giriştiği bu rekabet, zaman içerisinde böylesi bir intikam oyununa dönüşmüş, kabak Varon’un başına patlamıştı.
Çok geçmeden benzer bir iddia da “Caniko” şarkısı için ortaya atılacak, daha önce Nejat Yavaşoğulları’yla beraber çalıştığını öne süren Cemil Özyazıcı, şarkının aslında Kevork Gümüşdere’ye ait olduğunu ve bu şarkıyla yıllar önce Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması’na katıldıklarını iddia edecekti.

Ancak bu iddia çok uzun ömürlü olmadı ve Kevork Gümüşdere, şarkının asıl sahibinin Nejat Yavaşoğulları olduğunu açıklayarak, ortalığı sakinleştirdi.

Bir başka iddia ise aynı günlerde Ali Eraslan tarafından ortaya atıldı ve Serter Bağcan’ın şarkısı da dedikodulardan nasibini almış oldu. İddiaya göre söz konusu şarkı, Türkiye’de de çok bilinen ve sevilen İtalyan yıldız Rafaelle Carra’ nın “Vi Diro’la Verita” adlı şarkısının birebir kopyasıydı. Ne var ki bu iddia da çok fazla dayanak bulamadan unutuldu gitti. Zaten pek de fazla şans tanınmayan “Mümkün Değil” hakkında finale çok az bir zaman kala ortaya atılan bu iddia kimsenin ilgisini çekmemişti.

17 Aralık ve 24 Aralık tarihlerinde finalist şarkıların sekizi ekrana getirilmiş, ancak hava şartları nedeniyle çekimler aksayınca, 31 Aralık gecesi ekrana gelmesi gereken dört şarkının yayını 7 Ocak'a ertelenmişti.

14 Ocak'ta ise son kısım ekrana geldi ve böylece tüm şarkılar halka sunulmuş oldu. 21 Ocak gecesi 15 şarkının tamamı bir kez daha ekrana getirilecek ve hemen sonrasında oylama başlayacaktı. Şimdi heyecan doruktaydı.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: BİRİNCİ ZEKİ MÜREN!
Published on February 17, 2020 13:27
February 13, 2020
Ferhat Ali mi, Sabahattin Göçer mi?
Ferhat Göçer - "Sabahattin Ali Şarkıları"
Sabahattin Ali’nin kısacık yaşamından geriye kalan görece az eserin ne çok kıymeti bilindi dünden bugüne. Eserleri şarkı oldu, film oldu, tiyatro oyunu oldu ve hep gündemde kaldı. Pek az yazar, pek az şaire nasip olmuş bir şey bu. 40 yılı aşkın süredir dillerden düşmeyen “Aldırma Gönül” şarkısı ya da yıllarca çok satan kitaplar listelerinde ilk sıralardan inmeyen “Kürk Mantolu Madonna” romanı bile tek başına yanına çok sayıda benzerini koyamayacağımız örnekler.
Kerem Güney’in bestelediği “Aldırma Gönül” kadar Ali Kocatepe’nin bestelediği “Melankoli”, “Ben Sana Vurgunum”, “Dağlar Dağlar”, “Benimsin Diyemediğim”, “Çakır”, “Yaşamak”, Zülfü Livaneli’nin bestelediği “Leylim Ley”, Ahmet Kaya’nın bestelediği “Geçmiyor Günler” de Türkçe popüler müziğin klasikleri arasına girmiş şarkılar. Birden fazla kez bestelenmiş bir dolu Sabahattin Ali şiiri de var.
Bugüne dek Sabahattin Ali şiirlerinden bestelenmiş şarkılarla dolu birden fazla albüm yapıldı. Kerem Güney’in 1979 çıkışlı “Yetmez mi Gönül?” adlı albümü (ki albümdeki 10 şarkıdan 9’u Sabahattin Ali şiirlerinden bestelenmişti) bunlardan biri. Bir diğeri ise Ali Kocatepe’nin 1989 çıkışlı “Şarkılarda Sabahattin Ali” albümü. Yunus Dişkaya’nın “Sabahattin Ali” adlı albümü ve Metin Yılmaz’ın çok yakın zamanda piyasaya çıkan “Sabahattin Ali Şarkıları / Bedbin” adlı albümleri de var. Hatta benim bildiğim ama henüz yayımlanmamış bir yeni albüm de yolda.
Ferhat Göçer’in geçtiğimiz günlerde Poll Production etiketiyle yayımlanan yeni albümü “Sabahattin Ali” şarkıları ise aslına bakarsanız bir oyun müziği albümü. Zira albümdeki şarkılar albümle eş zamanlı olarak sahnelenmeye başlanan “Aldırma Gönül” adlı tek kişilik müzikli oyunda yer alıyor. Oyuna adını veren şarkı başta olmak üzere kimisi yıllardır söylenen, bilinen, kimisi ise yeni bestelenmiş Sabahattin Ali şarkıları…
Aslında “Sabahattin Ali Şarkıları” bir parça kusurlu bir tabir zira Sabahattin Ali bu şiirlerin hiçbirini şarkı sözü olsun diye yazmadı, buna şüphe yok. Zaten şiirleri de ölümünden çok sonra bestelenmeye başlandı. “Söz: Sabahattin Ali” durumu yok yani.
Bununla birlikte hem oyunda hem de albümde yer alan “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” türküsünün sözlerinin Sabahattin Ali tarafından yazıldığı bilgisi doğru değil. Bunu hem Sabahattin Ali’nin birçok yayınevi tarafından defalarca basılmış “Bütün Şiirleri” kitaplarından hem de MESAM kayıtlarından (orada “anonim” diye geçiyor) teyid etmek mümkün. Nitekim türküyü ilk plak yapan Zülfü Livaneli ve 1975 yılında yayımlanan bu 33’lük plakta da albüme adını da veren “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz”ın künye bilgisinde “anonim” yazıyor.
Oyunu izlerken bu türküyü duyduğumda şaşırdım ve acaba ben mi yanlış hatırlıyorum diye kontrol etme ihtiyacı duydum. İnternette şiirin Sabahattin Ali’ye ait olduğuna dair epeyce dallanıp budaklanmış yanlış bir bilgi var evet ama işin doğrusuna ulaşmak hiç de zor değil. “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” konusu itibariyle gayet uygun olduğu için oyunun içinde kullanılmış olsa bile ismi “Sabahattin Ali Şarkıları” olan bir albümde yer almamalıydı bence.
“Aldırma Gönül” adlı oyun bugüne dek şiirlerinde anlattığı hikâyeler şarkıların besteleri, düzenlemeleri ve şarkıcıların sesleriyle yaratılan iklimlerde can bulmuş Sabahattin Ali’nin şiirlerini (şarkılarını) bu defa kendi yaşam öyküsünün içinden geçiriyor. Elbette bir şairin ya da yazarın yazdığı her şey otobiyografik değildir ama mutlaka hayatından, yaşayıp gördüklerinden, duyup hissettiklerinden izler taşır. Oyunun metni bir anlamda o izleri sürüyor. Bu yüzden yeri geliyor Maria Puder de geçiyor oyunun içinden, Kuyucaklı Yusuf da.
Ne var ki eksiksiz bir Sabahattin Ali portresi çizemiyor oyun. Mesela o dönem devletin onunla bir alıp veremediği olduğunu anlıyoruz ama sebebi muğlak kalıyor. Neden sık sık hapse girdiğini, en sonunda neden kaçmak zorunda kaldığını ve hatta nasıl öldüğünü de Sabahattin Ali’nin hayatını bilmeyen birinin oyunu izleyerek öğrenmesi, anlaması mümkün değil.
Ferhat Göçer gibi toplumun her kesimi tarafından sevilen şarkılar söylemiş, kariyeri boyunca hiçbir zaman siyasi bir taraftan ses vermemiş bir şarkıcı için bıçak sırtı bir mesele bu. 30’lu, 40’lı yıllarda geçen bir hayat hikâyesini anlatıyor olsanız bile ucu bugünün erkine dokunur diye tedirgin olabilirsiniz. Suya sabuna dokunmanın her zamankinden daha pahalıya mâl olduğu günlerde oysa tam da bu nedenle canından olmuş, sadece 41 yıl yaşayıp üretebilmiş bir büyük şaire, yazara, dolayısıyla da anlattığınız hikâyeye ihanet edebilirsiniz. Oysa ne büyük bir fırsat olabilirdi o zamandan bu zamana değişmeyeni gösterebilmek. Iskalanmış, es geçilmiş ya da açıkça “temizlenmiş” o fırsat. Daha romantik, daha steril, daha hayali bir zemine oturtulmuş metin.
Bununla birlikte Ali’nin hayatını ve eserlerini iki saatlik ve tek kişilik bir performansın içine sığdırıp, eksik ve kusurlu da olsa bir özet çıkarmak, daha fazlasını keşfetmek, araştırmak, öğrenmek için ilgi ve merak uyandırmaksa maksat, oyunun o maksada hizmet ettiği rahatlıkla söylenebilir. Oyunu izledikten sonra okumadığınız Sabahattin Ali kitaplarını okumak, bütün şiirlerinin üzerinden şöyle bir geçmek isteyebilirsiniz. Eserleri kısa bir zaman önce teliften düştüğü ve ülkedeki hemen her yayınevi tarafından defalarca yeniden basıldığı için bu çok zor olmaz.
Dahası ülkede bir şair ya da yazar için yapılmış böylesi oyun, müzikli oyun, müzikal türevi işlerin sayısı bir elin parmakları kadar bile değil. İlk aklıma gelenler Müşfik Kenter’in “Bir Garip Orhan Veli” oyunu ile Fazıl Say’ın “Nazım Oratoryosu” ki onlar da söz konusu şairlerin hayat hikâyelerine değil, eserlerine odaklı işlerdi. Bu bakımdan “Aldırma Gönül”ün önemli ve yol açıcı bir proje olduğu söylenebilir.
Oyuna Ferhat Göçer’in kariyer çizgisi açısından baktığımda ise zamanlaması ve içeriği ile çok doğru, Göçer’i bugüne dek aldığı yolun ilerisine götürecek, kulvarını genişletecek, imajını tazeleyecek bir işe imza attığını söylersem abartmış sayılmam. Daha önce sahnede hiç oyunculuk yapmamış bir şarkıcı için zor bir deneyim. Ferhat Göçer gibi sahnede şarkı söylerken konsantrasyonu çok yüksek hatta yer yer agresif, beden dili sert, jest ve mimikleri keskin, sesini kullanırken sınırlarını zorlamaktan çekinmeyen bir şarkıcı için daha da zor. Büründüğü rol icabı bir yandan yumuşamak ve esnemek, öte yandan hem sesini hem de jest ve mimiklerini kendi kişiliğinden bağımsız olarak çok daha ekonomik kullanmak zorunda kalmış. Altından kalkamayabilirdi. Sabahattin Ali’yi canlandıran değil, anlatan bir Ferhat Göçer de izleyebilirdik (ki açıkçası benim beklentim o yöndeydi) ama öyle olmamış. Sahnede ne Ferhat Ali ne de Sabahattin Göçer var; yazarın, yönetmenin ve oyuncunun yorumuyla şekillenmiş bir Sabahattin Ali var.
Uzunca bir dönem popüler müzikte çok sayıda “hit” şarkıya sesiyle imza atmış bir şarkıcı Ferhat Göçer. Yıllarca hem albümleri hem konserleri çok iş yaptı. Gelin görün ki popüler müziğin yönünü çok başka yerlere çevirdiği bir dönemde eski formüller işe yaramaz olmuşken bu proje hem onun kıdemindeki bir isme çok yakışmış hem de farklı bir hamleyle kitlesini avucunda tutabilme şansı vermiş.
İşin başarısında kuşkusuz oyunu ortaya çıkaran ekibin de büyük payı var. Minimal bir dekor, tek bir oyuncu ve tek bir kostümle kocaman bir sahne nasıl değerlendirilir, bu kadar çetrefil, gelmeli gitmeli bir hikâye sahnede nasıl canlandırılır ve bir sinema filmi görselliği yakalanırın şifreleri çok incelikli ve zekice düşünülerek çözülmüş. Naz Erayda’nın dekor ve kostüm tasarımı, Mustafa Bal’ın ışık tasarımı, Erkan Cerit’in grafik tasarımı Ezel Akay’ın rejisi bir bütün olarak bu başarının saç ayakları. Üstüne bir de Selim Öztürk tarafından yapılan düzenlemelerle şarkıları sahnede canlı olarak çalan sekiz kişilik orkestra eklenince işin müzikal tarafı da çok parlak olmuş.
Şarkıların kimilerini çok iyi biliyor olsak bile bu atmosfer içinde bu orkestra ve bu düzenlemelerle ve Ferhat Göçer’in alışageldiğimizden çok farklı, sakin ve nüanslı şarkıcılığı ile her biri yeni geliyor kulağa. Tabii ilk etapta oyunun başlarında yer alan “Çocuklar Gibi” ve “Melankoli”yi, sonrasında “Ben Gene Sana Vurgunum”u ve “Dağlardır Dağlar”ı kulaklarımızda yer etmiş hallerinden farklı melodilerle dinlemek şaşırtıcı bir etki yapmıyor değil. Ne de olsa Sabahattin Ali şiirlerinden bestelenmiş şarkılar deyince ilk akla gelen Ali Kocatepe’nin bildik besteleri oluyor. Ne var ki Kocatepe bestelerinin bir sebepten bu oyunda kullanılması mümkün olmamış. Hâl böyle olunca da bu dört şiirden üçünü Ferhat Göçer yeniden bestelemiş.
“Dağlardır Dağlar” ise Sadık Gürbüz’ün 1980 yılında yaptığı besteyle oyuna konulmuş. Gürbüz bu şiiri Ali Kocatepe’den önce bestelemiş ve “Dağlar Türküsü” adıyla plak yapmış olmasına rağmen geniş kitlelere ulaşmamış, az bilinir kalmıştı yıllar yılı. Selim Öztürk parçayı yeniden düzenlerken melodik yapıdaki çapakları temizlemiş, hem ritmik hem de enerjik hale getirmiş. Benim için hem oyunda hem de albümde en güzel sürprizlerden biri oldu bu şarkı.
“Çocuklar Gibi”nin ise Ali Kocatepe dışında Mustafa Kaya ve Banu tarafından yapılmış farklı besteleri de vardı ama Ferhat Göçer bu şiiri yeniden bestelemeyi tercih etmiş. Şunu da söylemeliyim ki üçü Nükhet Duru’nun, biri Sezen Aksu’nun sesinden hafızalarımıza kazınmış bu şarkıların oyunda kullanılmamış olması enteresan bir biçimde bir avantaja da dönüşmüş aslında. Zira yeni besteler (biraz da mecburiyetten yapılmış olsalar da) zorlama gibi gelmiyor kulağa; aksine yeni bir hava, bir tazelik katmışlar işe.
Albümde ve oyunda yer alan bir başka yeni Ferhat Göçer bestesi de “Yetmez mi?” Geçtiğimiz günlerde Işıl Yücesoy’un da Cenk Taşkan bestesiyle seslendirdiği bu şiir yine birden fazla besteci tarafından bestelendi bugüne dek. Necdet Kaya’nın seslendirdiği Çağın Bodur bestesi de yakın zamandan bir başka örnek olarak verilebilir. Aynı şekilde çok kez bestelenmiş “Göklerde Kartal Gibiydim” ise Ali Ekber Eren’in bestesiyle yer alıyor oyunda ve albümde. Bu beste Volkan Konak’ın sesiyle epeyce kulaklarımıza yer etmişti. Tıpkı “Geçmiyor Günler”in Ahmet Kaya’nın bestesi ve sesiyle hatırımızda kalması gibi ki bu şiir de o besteyle kullanılmış oyunda ve albümde.
Adeta birer marş haline gelmiş Zülfü Livaneli’nin bestesiyle “Leylim Ley” ve Kerem Güney’in bestesiyle “Aldırma Gönül” de olmazsa olmazlar olarak bütünü tamamlıyor.
Oyunda olup da albümde olmayan tek şarkı ise “Yanıyor Beynimin Kanı” olarak da bilinen “İstek”. Edip Akbayram ve Banu’nun sesinden kulaklarımıza yer etmiş bu Mazlum Çimen bestesi (muhtemelen Mazlum Çimen’in saygı albümü de bu yakınlarda piyasaya çıkacağı için) albüme konulmamış. Bir de Ferhat Göçer’in oyun için bestelediği tema müziği.
İşin enteresan tarafı ise oyunda akustik bir biçimde çalınıp söylenmiş şarkıların albümde farklı düzenlemelerle seslendirilmiş olması. Bu haliyle albüm oyundan bağımsız bir karakter de taşıyor. Ben kendi adıma oyundaki düzenlemeleri ayrı, albümdeki düzenlemeleri ayrı sevdim ve düzenlemeleri yapan Selim Öztürk’ü bu yüzden iki kere tebrik etmek gerektiğini düşünüyorum.
Hem oyunu izlemek hem de albümü dinlemek lazım. Dinlemek, düşünmek, anlamak için…
ŞUBAT 2019

Sabahattin Ali’nin kısacık yaşamından geriye kalan görece az eserin ne çok kıymeti bilindi dünden bugüne. Eserleri şarkı oldu, film oldu, tiyatro oyunu oldu ve hep gündemde kaldı. Pek az yazar, pek az şaire nasip olmuş bir şey bu. 40 yılı aşkın süredir dillerden düşmeyen “Aldırma Gönül” şarkısı ya da yıllarca çok satan kitaplar listelerinde ilk sıralardan inmeyen “Kürk Mantolu Madonna” romanı bile tek başına yanına çok sayıda benzerini koyamayacağımız örnekler.

Kerem Güney’in bestelediği “Aldırma Gönül” kadar Ali Kocatepe’nin bestelediği “Melankoli”, “Ben Sana Vurgunum”, “Dağlar Dağlar”, “Benimsin Diyemediğim”, “Çakır”, “Yaşamak”, Zülfü Livaneli’nin bestelediği “Leylim Ley”, Ahmet Kaya’nın bestelediği “Geçmiyor Günler” de Türkçe popüler müziğin klasikleri arasına girmiş şarkılar. Birden fazla kez bestelenmiş bir dolu Sabahattin Ali şiiri de var.

Bugüne dek Sabahattin Ali şiirlerinden bestelenmiş şarkılarla dolu birden fazla albüm yapıldı. Kerem Güney’in 1979 çıkışlı “Yetmez mi Gönül?” adlı albümü (ki albümdeki 10 şarkıdan 9’u Sabahattin Ali şiirlerinden bestelenmişti) bunlardan biri. Bir diğeri ise Ali Kocatepe’nin 1989 çıkışlı “Şarkılarda Sabahattin Ali” albümü. Yunus Dişkaya’nın “Sabahattin Ali” adlı albümü ve Metin Yılmaz’ın çok yakın zamanda piyasaya çıkan “Sabahattin Ali Şarkıları / Bedbin” adlı albümleri de var. Hatta benim bildiğim ama henüz yayımlanmamış bir yeni albüm de yolda.

Ferhat Göçer’in geçtiğimiz günlerde Poll Production etiketiyle yayımlanan yeni albümü “Sabahattin Ali” şarkıları ise aslına bakarsanız bir oyun müziği albümü. Zira albümdeki şarkılar albümle eş zamanlı olarak sahnelenmeye başlanan “Aldırma Gönül” adlı tek kişilik müzikli oyunda yer alıyor. Oyuna adını veren şarkı başta olmak üzere kimisi yıllardır söylenen, bilinen, kimisi ise yeni bestelenmiş Sabahattin Ali şarkıları…

Aslında “Sabahattin Ali Şarkıları” bir parça kusurlu bir tabir zira Sabahattin Ali bu şiirlerin hiçbirini şarkı sözü olsun diye yazmadı, buna şüphe yok. Zaten şiirleri de ölümünden çok sonra bestelenmeye başlandı. “Söz: Sabahattin Ali” durumu yok yani.

Bununla birlikte hem oyunda hem de albümde yer alan “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” türküsünün sözlerinin Sabahattin Ali tarafından yazıldığı bilgisi doğru değil. Bunu hem Sabahattin Ali’nin birçok yayınevi tarafından defalarca basılmış “Bütün Şiirleri” kitaplarından hem de MESAM kayıtlarından (orada “anonim” diye geçiyor) teyid etmek mümkün. Nitekim türküyü ilk plak yapan Zülfü Livaneli ve 1975 yılında yayımlanan bu 33’lük plakta da albüme adını da veren “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz”ın künye bilgisinde “anonim” yazıyor.

Oyunu izlerken bu türküyü duyduğumda şaşırdım ve acaba ben mi yanlış hatırlıyorum diye kontrol etme ihtiyacı duydum. İnternette şiirin Sabahattin Ali’ye ait olduğuna dair epeyce dallanıp budaklanmış yanlış bir bilgi var evet ama işin doğrusuna ulaşmak hiç de zor değil. “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” konusu itibariyle gayet uygun olduğu için oyunun içinde kullanılmış olsa bile ismi “Sabahattin Ali Şarkıları” olan bir albümde yer almamalıydı bence.

“Aldırma Gönül” adlı oyun bugüne dek şiirlerinde anlattığı hikâyeler şarkıların besteleri, düzenlemeleri ve şarkıcıların sesleriyle yaratılan iklimlerde can bulmuş Sabahattin Ali’nin şiirlerini (şarkılarını) bu defa kendi yaşam öyküsünün içinden geçiriyor. Elbette bir şairin ya da yazarın yazdığı her şey otobiyografik değildir ama mutlaka hayatından, yaşayıp gördüklerinden, duyup hissettiklerinden izler taşır. Oyunun metni bir anlamda o izleri sürüyor. Bu yüzden yeri geliyor Maria Puder de geçiyor oyunun içinden, Kuyucaklı Yusuf da.
Ne var ki eksiksiz bir Sabahattin Ali portresi çizemiyor oyun. Mesela o dönem devletin onunla bir alıp veremediği olduğunu anlıyoruz ama sebebi muğlak kalıyor. Neden sık sık hapse girdiğini, en sonunda neden kaçmak zorunda kaldığını ve hatta nasıl öldüğünü de Sabahattin Ali’nin hayatını bilmeyen birinin oyunu izleyerek öğrenmesi, anlaması mümkün değil.

Ferhat Göçer gibi toplumun her kesimi tarafından sevilen şarkılar söylemiş, kariyeri boyunca hiçbir zaman siyasi bir taraftan ses vermemiş bir şarkıcı için bıçak sırtı bir mesele bu. 30’lu, 40’lı yıllarda geçen bir hayat hikâyesini anlatıyor olsanız bile ucu bugünün erkine dokunur diye tedirgin olabilirsiniz. Suya sabuna dokunmanın her zamankinden daha pahalıya mâl olduğu günlerde oysa tam da bu nedenle canından olmuş, sadece 41 yıl yaşayıp üretebilmiş bir büyük şaire, yazara, dolayısıyla da anlattığınız hikâyeye ihanet edebilirsiniz. Oysa ne büyük bir fırsat olabilirdi o zamandan bu zamana değişmeyeni gösterebilmek. Iskalanmış, es geçilmiş ya da açıkça “temizlenmiş” o fırsat. Daha romantik, daha steril, daha hayali bir zemine oturtulmuş metin.
Bununla birlikte Ali’nin hayatını ve eserlerini iki saatlik ve tek kişilik bir performansın içine sığdırıp, eksik ve kusurlu da olsa bir özet çıkarmak, daha fazlasını keşfetmek, araştırmak, öğrenmek için ilgi ve merak uyandırmaksa maksat, oyunun o maksada hizmet ettiği rahatlıkla söylenebilir. Oyunu izledikten sonra okumadığınız Sabahattin Ali kitaplarını okumak, bütün şiirlerinin üzerinden şöyle bir geçmek isteyebilirsiniz. Eserleri kısa bir zaman önce teliften düştüğü ve ülkedeki hemen her yayınevi tarafından defalarca yeniden basıldığı için bu çok zor olmaz.

Dahası ülkede bir şair ya da yazar için yapılmış böylesi oyun, müzikli oyun, müzikal türevi işlerin sayısı bir elin parmakları kadar bile değil. İlk aklıma gelenler Müşfik Kenter’in “Bir Garip Orhan Veli” oyunu ile Fazıl Say’ın “Nazım Oratoryosu” ki onlar da söz konusu şairlerin hayat hikâyelerine değil, eserlerine odaklı işlerdi. Bu bakımdan “Aldırma Gönül”ün önemli ve yol açıcı bir proje olduğu söylenebilir.

Oyuna Ferhat Göçer’in kariyer çizgisi açısından baktığımda ise zamanlaması ve içeriği ile çok doğru, Göçer’i bugüne dek aldığı yolun ilerisine götürecek, kulvarını genişletecek, imajını tazeleyecek bir işe imza attığını söylersem abartmış sayılmam. Daha önce sahnede hiç oyunculuk yapmamış bir şarkıcı için zor bir deneyim. Ferhat Göçer gibi sahnede şarkı söylerken konsantrasyonu çok yüksek hatta yer yer agresif, beden dili sert, jest ve mimikleri keskin, sesini kullanırken sınırlarını zorlamaktan çekinmeyen bir şarkıcı için daha da zor. Büründüğü rol icabı bir yandan yumuşamak ve esnemek, öte yandan hem sesini hem de jest ve mimiklerini kendi kişiliğinden bağımsız olarak çok daha ekonomik kullanmak zorunda kalmış. Altından kalkamayabilirdi. Sabahattin Ali’yi canlandıran değil, anlatan bir Ferhat Göçer de izleyebilirdik (ki açıkçası benim beklentim o yöndeydi) ama öyle olmamış. Sahnede ne Ferhat Ali ne de Sabahattin Göçer var; yazarın, yönetmenin ve oyuncunun yorumuyla şekillenmiş bir Sabahattin Ali var.

Uzunca bir dönem popüler müzikte çok sayıda “hit” şarkıya sesiyle imza atmış bir şarkıcı Ferhat Göçer. Yıllarca hem albümleri hem konserleri çok iş yaptı. Gelin görün ki popüler müziğin yönünü çok başka yerlere çevirdiği bir dönemde eski formüller işe yaramaz olmuşken bu proje hem onun kıdemindeki bir isme çok yakışmış hem de farklı bir hamleyle kitlesini avucunda tutabilme şansı vermiş.

İşin başarısında kuşkusuz oyunu ortaya çıkaran ekibin de büyük payı var. Minimal bir dekor, tek bir oyuncu ve tek bir kostümle kocaman bir sahne nasıl değerlendirilir, bu kadar çetrefil, gelmeli gitmeli bir hikâye sahnede nasıl canlandırılır ve bir sinema filmi görselliği yakalanırın şifreleri çok incelikli ve zekice düşünülerek çözülmüş. Naz Erayda’nın dekor ve kostüm tasarımı, Mustafa Bal’ın ışık tasarımı, Erkan Cerit’in grafik tasarımı Ezel Akay’ın rejisi bir bütün olarak bu başarının saç ayakları. Üstüne bir de Selim Öztürk tarafından yapılan düzenlemelerle şarkıları sahnede canlı olarak çalan sekiz kişilik orkestra eklenince işin müzikal tarafı da çok parlak olmuş.

Şarkıların kimilerini çok iyi biliyor olsak bile bu atmosfer içinde bu orkestra ve bu düzenlemelerle ve Ferhat Göçer’in alışageldiğimizden çok farklı, sakin ve nüanslı şarkıcılığı ile her biri yeni geliyor kulağa. Tabii ilk etapta oyunun başlarında yer alan “Çocuklar Gibi” ve “Melankoli”yi, sonrasında “Ben Gene Sana Vurgunum”u ve “Dağlardır Dağlar”ı kulaklarımızda yer etmiş hallerinden farklı melodilerle dinlemek şaşırtıcı bir etki yapmıyor değil. Ne de olsa Sabahattin Ali şiirlerinden bestelenmiş şarkılar deyince ilk akla gelen Ali Kocatepe’nin bildik besteleri oluyor. Ne var ki Kocatepe bestelerinin bir sebepten bu oyunda kullanılması mümkün olmamış. Hâl böyle olunca da bu dört şiirden üçünü Ferhat Göçer yeniden bestelemiş.

“Dağlardır Dağlar” ise Sadık Gürbüz’ün 1980 yılında yaptığı besteyle oyuna konulmuş. Gürbüz bu şiiri Ali Kocatepe’den önce bestelemiş ve “Dağlar Türküsü” adıyla plak yapmış olmasına rağmen geniş kitlelere ulaşmamış, az bilinir kalmıştı yıllar yılı. Selim Öztürk parçayı yeniden düzenlerken melodik yapıdaki çapakları temizlemiş, hem ritmik hem de enerjik hale getirmiş. Benim için hem oyunda hem de albümde en güzel sürprizlerden biri oldu bu şarkı.

“Çocuklar Gibi”nin ise Ali Kocatepe dışında Mustafa Kaya ve Banu tarafından yapılmış farklı besteleri de vardı ama Ferhat Göçer bu şiiri yeniden bestelemeyi tercih etmiş. Şunu da söylemeliyim ki üçü Nükhet Duru’nun, biri Sezen Aksu’nun sesinden hafızalarımıza kazınmış bu şarkıların oyunda kullanılmamış olması enteresan bir biçimde bir avantaja da dönüşmüş aslında. Zira yeni besteler (biraz da mecburiyetten yapılmış olsalar da) zorlama gibi gelmiyor kulağa; aksine yeni bir hava, bir tazelik katmışlar işe.

Albümde ve oyunda yer alan bir başka yeni Ferhat Göçer bestesi de “Yetmez mi?” Geçtiğimiz günlerde Işıl Yücesoy’un da Cenk Taşkan bestesiyle seslendirdiği bu şiir yine birden fazla besteci tarafından bestelendi bugüne dek. Necdet Kaya’nın seslendirdiği Çağın Bodur bestesi de yakın zamandan bir başka örnek olarak verilebilir. Aynı şekilde çok kez bestelenmiş “Göklerde Kartal Gibiydim” ise Ali Ekber Eren’in bestesiyle yer alıyor oyunda ve albümde. Bu beste Volkan Konak’ın sesiyle epeyce kulaklarımıza yer etmişti. Tıpkı “Geçmiyor Günler”in Ahmet Kaya’nın bestesi ve sesiyle hatırımızda kalması gibi ki bu şiir de o besteyle kullanılmış oyunda ve albümde.
Adeta birer marş haline gelmiş Zülfü Livaneli’nin bestesiyle “Leylim Ley” ve Kerem Güney’in bestesiyle “Aldırma Gönül” de olmazsa olmazlar olarak bütünü tamamlıyor.

Oyunda olup da albümde olmayan tek şarkı ise “Yanıyor Beynimin Kanı” olarak da bilinen “İstek”. Edip Akbayram ve Banu’nun sesinden kulaklarımıza yer etmiş bu Mazlum Çimen bestesi (muhtemelen Mazlum Çimen’in saygı albümü de bu yakınlarda piyasaya çıkacağı için) albüme konulmamış. Bir de Ferhat Göçer’in oyun için bestelediği tema müziği.

İşin enteresan tarafı ise oyunda akustik bir biçimde çalınıp söylenmiş şarkıların albümde farklı düzenlemelerle seslendirilmiş olması. Bu haliyle albüm oyundan bağımsız bir karakter de taşıyor. Ben kendi adıma oyundaki düzenlemeleri ayrı, albümdeki düzenlemeleri ayrı sevdim ve düzenlemeleri yapan Selim Öztürk’ü bu yüzden iki kere tebrik etmek gerektiğini düşünüyorum.
Hem oyunu izlemek hem de albümü dinlemek lazım. Dinlemek, düşünmek, anlamak için…
ŞUBAT 2019
Published on February 13, 2020 02:11
February 10, 2020
İlk Adım
Seninle Üç Dakika
1975 - 1. Bölüm
İlk Adım
6 Nisan 1974 gecesi Eurovision Şarkı Yarışması’nı televizyondan naklen izlemiş ve ekran başında gördüğümüz organizasyonun büyüklüğü ve kusursuzluğu nedeniyle bir kez daha çok heyecanlanmıştık. O gece “Waterloo” adlı şarkısıyla İsveç’i temsil eden ABBA grubu birinci olmuştu.
Bir sene önce yarışmayı kazanan Anne-Marie David’in şarkısının aksine bu şarkı ağır ve romantik değil, hareketli ve eğlenceliydi. Demek ki Eurovision’a illaki festival şarkıları denilen türden ağır baladlar birinci olacak diye bir kaide yoktu. Bu bilgi işimize yarayabilirdi zira TRT’nin 1975 yılı Eurovision Şarkı Yarışması’na Türkiye’nin de katılacağına dair rivayetler giderek artıyordu.
Yarışmanın 1973 birincisi Anne-Marie David, mayıs ayında bir konser vermek üzere Türkiye’ye geldi. Havaalanında gazetecilerin sorularını cevaplayan David, birincilik kazanmış şarkısının Türkiye’de Nilüfer tarafından Türkçe plak yapılmasına biraz bozulmuş gibiydi.
“Nilüfer’i tanımıyorum ama herhalde onun büyükannesi sayılırım. Plağı da çok iyi satmış. Keşke benim plaklarım da Türkiye’de bu kadar satsa,” diyen David’in Nilüfer’den bunun acısını çıkaracağını ise o gün kimse tahmin etmemişti.
Henüz “hafif müzik” olarak adlandırılmaya devam eden Türkçe pop müzikte bir yandan ‘60’lardan beri süregelen aranjman geleneğini devam ederken, bir yandan da yerli bestecilerin sayısı giderek artıyordu. 1974’ün ilk günlerinde Hafif Müzik Derneği tarafından yapılan duyuru da bunun bir göstergesi oldu. Dernek tarafından ilk kez o yıl düzenlenecek Toplu İğne Beste Yarışması’na sadece daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış yerli besteler katılabilecekti. Yarışmanın şartnamesi Eurovision’u anımsatıyordu. Kim bilir, belki de bu yarışma, Türkiye için bir Eurovision provası olacaktı.
İki aşamalı Toplu İğne Beste Yarışması’nın finali 26 Mayıs 1974 günü gündüz saatlerinde yapıldı ve Maçka Maden Fakültesi salonundan naklen yayınlandı. Bir dolu teknik aksaklığa rağmen tamamlanabilen finalde birinciliği halk oylaması ile Esmeray kazandı. Yarışmaya “Unutama Beni” adlı bestesiyle ve Erol Tanır ismiyle katılan Şemi Diriker aslında Esmeray’ın kocası idi ve karı koca, halk tarafından çok sevilen bu şarkıyla birincilik ipini göğüslemişlerdi.
Yarışmanın ikincisi “Al Beni Çal Beni” adlı Oktay Yurdatapan bestesiyle Nilüfer olurken, üçüncülük ödülünü kendi bestesi “Hey Gidi Dünya Hey”le Ali Kocatepe ve Selmi Andak’ın bestesi “Geli Geliver”le Erol Evgin paylaşmıştı.
Hey dergisinin 12 Haziran 1974 tarihli sayısında Doğan Şener, Toplu İğne Beste Yarışması’nı şu cümlelerle yorumlayacaktı:
“Ülkemizde ilk defa yapılan ve televizyon ekranlarına yansıyan yarışma birkaç bakımdan önemli bizce: Bestecileri teşvik, müziğe dinamizm getirmek, yeni sesleri tanıtmak. Bu ufak adımın tecrübeli ellerde büyütülmesi işten değildir. Birkaç ay sonra TRT’nin Eurovision’a katılacak Türk parçasını ve şarkıcısını seçmek üzere açacağı yarışmaya ışık tutması bakımından da Toplu İğne önem kazanmıştır. Bu küçük yarışmayı, yarınki büyük yarışmaların temelini atması bakımından olumlu karşılıyor, hataları ve sevaplarıyla organizasyon yönünden gözler önüne seriyoruz.”
Doğan Şener’in bu cümleleri boşuna değildi. Sırada “büyük yarışma” vardı.
6 Nisan 1974 gecesi Eurovision Şarkı Yarışması’nın naklen yayınını önündeki monitörden izleyerek televizyon başındaki izleyicilere genç bir spiker anlatmıştı. İsmi Bülent Özveren’di. Henüz kadrosu çıkmadığı için İzmir Radyosu’nda sözleşmeli olarak çalışmakta olan bu genç spiker, yarışmaya Türkiye’nin katılması halinde nasıl bir yol izlenebileceğine dair bir öneri hazırlamış ve önerisi TRT tarafından kabul görmüş, işin sorumluluğu ise o yıllarda İzmir Televizyonu’nda yönetmen olarak çalışan İskender Salgırlı’ya verilmişti. Mali ve idari işleri TRT’nin Mali Kontrol Şefi Erol Okman bakacak, Timur Selçuk ise yarışmanın müzik direktörlüğü ve orkestra şefliğini üstlenecekti.
1975 yılı Eurovision Şarkı Yarışması’na Türkiye’nin de katılacağı haberi 1974 yılı temmuz ayında kesinleşti. Müzik çevrelerinde kulaktan kulağa yayılan söylenti nihayet anonslarla duyurulmaya başlanmış, şartname açığa çıkmıştı.
Eurovision Şarkı Yarışmalarının genel kaideleri Türkiye elemesi için de geçerliydi. Şarkının uzunluğu üç dakikayı geçmeyecek, icra edilirken sahne üzerinde en fazla altı kişi bulunabilecekti. Dileyen herkes ön elemelere katılabilecekti. Eserlerin daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış olması şartı da şartname de belirtilen hususlar arasındaydı. Banda okunan eserler en geç 12 Eylül günü saat 17:00’a kadar TRT’ye teslim edilecek, TRT tarafından oluşturulacak ön jüri ise eser tesliminin hemen ertesi gününde, 13 Eylül’de Ankara’da toplanacak ve en az 16, en çok 24 eseri Türkiye finalinde yarışmak üzere seçecekti.
Yarışmanın zaten çok popüler olması bir yana, Avrupa finalinin bu kadar çok ülkede naklen yayınlanacak olması, bir uluslararası yarışmada ülkemizi temsil edecek şarkının ve şarkıcının ilk kez ülkede de canlı yayınla izlenecek olması, yarışmayı daha da cazip hale getiriyordu müzik çevrelerinde. Nitekim Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye finaline hazırlık, adeta bir harekâta hazırlık havasında gelişecek ve sürecekti.
2 Temmuz 1974 tarihli Cumhuriyet gazetesi haberi.
1 Temmuz 1974’de 1971’den beri yasaklanmış olan haşhaş ekimine yeniden izin verilmesi, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri ilişkilerinin gerginleşmesine neden olmuş, yıllardır süregelen Kıbrıs krizi Rum ve Türk taraflarının karşılıklı hamleleriyle iyice kızışmış, hem dış hem de iç politikada şiddetli fırtınalar eser olmuştu. 20 Temmuz 1974’te “Ayşe tatile çıkacak” ve Kıbrıs Barış Harekâtı başlayacaktı.
20 Temmuz 1974 tarihli Cumhuriyet gazetesi haberi.
Onca diplomatik girişim ve müdahaleye rağmen gün geçtikçe çözümsüzlüğe doğru giden Kıbrıs meselesinin Türk askerinin Kıbrıs’a çıkarma yapmasıyla bir savaş havasına bürünmesi, Türkiye’nin bu tüm dünyaya meydan okuyan cesur tavrı, ülkede esmekte olan milliyetçi rüzgarları hızlandıracak, müzik piyasası da fırsattan istifade ardı ardına Kıbrıs ve Mehmetçik konulu plaklar yayınlayarak bundan da rant çıkarmasını bilecekti.
O hararetli günlerde herkes bir yandan genç şarkıcı Yasemin Kumral’ın şarkısıyla “Girne’den Anadolu’ya yol” bağlarken, bir yandan da her şeyden çok önemsenen Eurovision Şarkı Yarışması’na hazırlık yapmaktan geri kalmayacaktı.
Yarışmaya Türkiye’nin katılmasına karar verildiği günlerde TRT yönetimi tarafından “1975 Eurovision Türk Hafif Müziği Şarkı Yarışması Yapım ve Düzenleme Kurulu” adı altında bir kurul oluşturulmuş, aylar süren hummalı çalışmalar sonucu bütün hazırlıklar tamamlanmış, bu arada ihtisas jürisinin hangi esaslarla teşkil edileceği hususu da karara bağlanmıştı. Toplam 21 kişiden oluşan jüride Türkiye Müzisyenler Sendikası, İstanbul Devlet Konservatuarı, Hafif Müzik Derneği, İzmir Eğitim Enstitüsü, Ankara Müzik İş Sendikası, Türkiye Gazeteciler Sendikası, Ankara Devlet Konservatuarı, Gazi Eğitim Enstitüsü, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti ve İzmir Devlet Konservatuarı temsilcilerinin yanı sıra 10 TRT mensubu da bulunuyordu.
13 Eylül 1974 günü Ankara Palas Oteli’nde bir araya gelen Seçici Kurul, çalışmalarına 13-14-15 ve 16 Eylül günleri de devam etti ve ön elemeler için teslim edilen 105 eseri tek tek dinledi.
Bundan sonra ortaya çıkacak tüm spekülasyonların ilk habercisi, jürinin kendi içinde yaşayacağı ilk anlaşmazlıklar olacaktı. Basına da yansıyan haberlere göre yarışmaya başvuran isimler arasında Şenay da vardı ancak Şenay’ın eşi Şerif Yüzbaşıoğlu, Müzisyenler Sendikasını temsilen jüride bulunuyordu ve bu da jüri içinde itirazlara yol açacaktı.
Benzer bir rahatsızlık da Füsün Önal’ın yarışmacı adayı, Şanar Yurdatapan’ın da jüri üyesi olması nedeniyle ortaya çıkmıştı. Çünkü Şanar Yurdatapan ve o günlerde Füsun Önal’la evli olan Atilla Özdemiroğlu’nun ortak bir müzik yapım şirketleri vardı ve yıllardır birlikte çalışıyorlardı. Bir başka deyişle Füsun Önal, Şanar Yurdatapan’ın iş ortağının karısıydı.
Müzik camiasında herkesin yolunun birbiriyle bir şekilde kesiştiği, zaten çok da fazla seçeneğin olmadığı, herkesin bir şekilde dost, ahbap, en azından tanış olduğu o günlerde düzenlenmiş bir yarışmada bu tür sıkıntıların yaşanması ne kadar doğalsa, şüphelerin önünü almak da o kadar zordu. Nitekim daha sonra katlanarak artacak bu söylentiler, dedikodular, tartışmalar ve hatta atışmalar, Türkiye’de uzun yıllar boyunca bu yarışmanın olmazsa olmazı haline gelecekti.
17 İsim 17 Şarkı
Finale kalmaya hak kazanan 17 eser, 17 Eylül 1974 günü açıklandı. TRT tarafından açıklanan listeye göre, Türkiye finaline katılmaya hak kazanan şarkı, şarkıcı, söz yazarı ve besteciler şöyle sıralanıyordu:
Bir anda heyecan iki katına çıkmıştı. Herkes finale kalan isimleri konuşuyordu şimdi.
Füsun Önal Tüm tartışmalara rağmen hem Şenay hem de Füsun Önal finale kalan isimler arasındaydı. Finale kalan şarkıcıların arasında en tecrübelisi o güne dek Tokyo, Sopot, Apollonia gibi çok sayıda uluslararası festivale katılmış olan Şenay’dı kuşkusuz.
Füsun Önal da günün popüler şarkıcılarından biriydi. En az Şenay ve Füsun Önal kadar tanınan isimler olan Gökhan Abur, Esin Afşar ve Cahit Oben de finalistler arasındaydı. Onlara nispeten adını daha yakın tarihlerde duyuran Nilüfer ve henüz sadece birer 45’lik yayımlamış genç isimler Yeşim, Attila Atasoy, Nejat Yavaşoğulları ve Cici Kızlar da finalde yarışacaktı.
Nilüfer'in 1974 yılında Hey dergisinde yayımlanan fotoromanından.Daha önce yaptıkları ikişer 45’likle müzik piyasasına giriş yapan ama henüz çok tanınmayan Yeliz, Ali Rıza Binboğa, İskender Doğan, Serter Bağcan, Semiha Yankı da genç isimler arasındaydı. Adını ilk kez bu yarışmada duyacaklarımız ise Uğur Akdora ve Zerrin Yaşar olacaktı.
Yeliz'in 1974 yılında yayımlanan ilk 45'liğinin ilanı.Tam bu noktada hemen bir söylenti yayılacak, finale kalan şarkıcılardan beş tanesinin birden (Yeliz, Yeşim, Cahit Oben, Serter Bağcan, Atilla Atasoy) o günlerde genç seslere ve bestecilere fırsat tanıyan Diskotür Plak firmasına bağlı isimler olması dikkate değer bulunacaktı.
Eurovision finalistlerimiz bir anda gazetelerin manşetlerine, dergilerin kapaklarına taşınmıştı. Hemen her dergi ve gazete, her finalistin ağzından bir diğerinden farklı bir söz, bir cümle alabilmek için birbiriyle yarışıyor, sonucun belirlenmesinde halk oylarının da ihtisas jürisinin oyları kadar etkili olacağı gerçeği basının oynadığı rolü büsbütün önemli kılıyordu.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: MÜZİSYEN EŞİ OLMAK SUÇ MU?
1975 - 1. Bölüm
İlk Adım

6 Nisan 1974 gecesi Eurovision Şarkı Yarışması’nı televizyondan naklen izlemiş ve ekran başında gördüğümüz organizasyonun büyüklüğü ve kusursuzluğu nedeniyle bir kez daha çok heyecanlanmıştık. O gece “Waterloo” adlı şarkısıyla İsveç’i temsil eden ABBA grubu birinci olmuştu.
Bir sene önce yarışmayı kazanan Anne-Marie David’in şarkısının aksine bu şarkı ağır ve romantik değil, hareketli ve eğlenceliydi. Demek ki Eurovision’a illaki festival şarkıları denilen türden ağır baladlar birinci olacak diye bir kaide yoktu. Bu bilgi işimize yarayabilirdi zira TRT’nin 1975 yılı Eurovision Şarkı Yarışması’na Türkiye’nin de katılacağına dair rivayetler giderek artıyordu.

Yarışmanın 1973 birincisi Anne-Marie David, mayıs ayında bir konser vermek üzere Türkiye’ye geldi. Havaalanında gazetecilerin sorularını cevaplayan David, birincilik kazanmış şarkısının Türkiye’de Nilüfer tarafından Türkçe plak yapılmasına biraz bozulmuş gibiydi.

“Nilüfer’i tanımıyorum ama herhalde onun büyükannesi sayılırım. Plağı da çok iyi satmış. Keşke benim plaklarım da Türkiye’de bu kadar satsa,” diyen David’in Nilüfer’den bunun acısını çıkaracağını ise o gün kimse tahmin etmemişti.

Henüz “hafif müzik” olarak adlandırılmaya devam eden Türkçe pop müzikte bir yandan ‘60’lardan beri süregelen aranjman geleneğini devam ederken, bir yandan da yerli bestecilerin sayısı giderek artıyordu. 1974’ün ilk günlerinde Hafif Müzik Derneği tarafından yapılan duyuru da bunun bir göstergesi oldu. Dernek tarafından ilk kez o yıl düzenlenecek Toplu İğne Beste Yarışması’na sadece daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış yerli besteler katılabilecekti. Yarışmanın şartnamesi Eurovision’u anımsatıyordu. Kim bilir, belki de bu yarışma, Türkiye için bir Eurovision provası olacaktı.

İki aşamalı Toplu İğne Beste Yarışması’nın finali 26 Mayıs 1974 günü gündüz saatlerinde yapıldı ve Maçka Maden Fakültesi salonundan naklen yayınlandı. Bir dolu teknik aksaklığa rağmen tamamlanabilen finalde birinciliği halk oylaması ile Esmeray kazandı. Yarışmaya “Unutama Beni” adlı bestesiyle ve Erol Tanır ismiyle katılan Şemi Diriker aslında Esmeray’ın kocası idi ve karı koca, halk tarafından çok sevilen bu şarkıyla birincilik ipini göğüslemişlerdi.

Yarışmanın ikincisi “Al Beni Çal Beni” adlı Oktay Yurdatapan bestesiyle Nilüfer olurken, üçüncülük ödülünü kendi bestesi “Hey Gidi Dünya Hey”le Ali Kocatepe ve Selmi Andak’ın bestesi “Geli Geliver”le Erol Evgin paylaşmıştı.

Hey dergisinin 12 Haziran 1974 tarihli sayısında Doğan Şener, Toplu İğne Beste Yarışması’nı şu cümlelerle yorumlayacaktı:
“Ülkemizde ilk defa yapılan ve televizyon ekranlarına yansıyan yarışma birkaç bakımdan önemli bizce: Bestecileri teşvik, müziğe dinamizm getirmek, yeni sesleri tanıtmak. Bu ufak adımın tecrübeli ellerde büyütülmesi işten değildir. Birkaç ay sonra TRT’nin Eurovision’a katılacak Türk parçasını ve şarkıcısını seçmek üzere açacağı yarışmaya ışık tutması bakımından da Toplu İğne önem kazanmıştır. Bu küçük yarışmayı, yarınki büyük yarışmaların temelini atması bakımından olumlu karşılıyor, hataları ve sevaplarıyla organizasyon yönünden gözler önüne seriyoruz.”
Doğan Şener’in bu cümleleri boşuna değildi. Sırada “büyük yarışma” vardı.

6 Nisan 1974 gecesi Eurovision Şarkı Yarışması’nın naklen yayınını önündeki monitörden izleyerek televizyon başındaki izleyicilere genç bir spiker anlatmıştı. İsmi Bülent Özveren’di. Henüz kadrosu çıkmadığı için İzmir Radyosu’nda sözleşmeli olarak çalışmakta olan bu genç spiker, yarışmaya Türkiye’nin katılması halinde nasıl bir yol izlenebileceğine dair bir öneri hazırlamış ve önerisi TRT tarafından kabul görmüş, işin sorumluluğu ise o yıllarda İzmir Televizyonu’nda yönetmen olarak çalışan İskender Salgırlı’ya verilmişti. Mali ve idari işleri TRT’nin Mali Kontrol Şefi Erol Okman bakacak, Timur Selçuk ise yarışmanın müzik direktörlüğü ve orkestra şefliğini üstlenecekti.

1975 yılı Eurovision Şarkı Yarışması’na Türkiye’nin de katılacağı haberi 1974 yılı temmuz ayında kesinleşti. Müzik çevrelerinde kulaktan kulağa yayılan söylenti nihayet anonslarla duyurulmaya başlanmış, şartname açığa çıkmıştı.

Eurovision Şarkı Yarışmalarının genel kaideleri Türkiye elemesi için de geçerliydi. Şarkının uzunluğu üç dakikayı geçmeyecek, icra edilirken sahne üzerinde en fazla altı kişi bulunabilecekti. Dileyen herkes ön elemelere katılabilecekti. Eserlerin daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış olması şartı da şartname de belirtilen hususlar arasındaydı. Banda okunan eserler en geç 12 Eylül günü saat 17:00’a kadar TRT’ye teslim edilecek, TRT tarafından oluşturulacak ön jüri ise eser tesliminin hemen ertesi gününde, 13 Eylül’de Ankara’da toplanacak ve en az 16, en çok 24 eseri Türkiye finalinde yarışmak üzere seçecekti.

Yarışmanın zaten çok popüler olması bir yana, Avrupa finalinin bu kadar çok ülkede naklen yayınlanacak olması, bir uluslararası yarışmada ülkemizi temsil edecek şarkının ve şarkıcının ilk kez ülkede de canlı yayınla izlenecek olması, yarışmayı daha da cazip hale getiriyordu müzik çevrelerinde. Nitekim Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye finaline hazırlık, adeta bir harekâta hazırlık havasında gelişecek ve sürecekti.

1 Temmuz 1974’de 1971’den beri yasaklanmış olan haşhaş ekimine yeniden izin verilmesi, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri ilişkilerinin gerginleşmesine neden olmuş, yıllardır süregelen Kıbrıs krizi Rum ve Türk taraflarının karşılıklı hamleleriyle iyice kızışmış, hem dış hem de iç politikada şiddetli fırtınalar eser olmuştu. 20 Temmuz 1974’te “Ayşe tatile çıkacak” ve Kıbrıs Barış Harekâtı başlayacaktı.

Onca diplomatik girişim ve müdahaleye rağmen gün geçtikçe çözümsüzlüğe doğru giden Kıbrıs meselesinin Türk askerinin Kıbrıs’a çıkarma yapmasıyla bir savaş havasına bürünmesi, Türkiye’nin bu tüm dünyaya meydan okuyan cesur tavrı, ülkede esmekte olan milliyetçi rüzgarları hızlandıracak, müzik piyasası da fırsattan istifade ardı ardına Kıbrıs ve Mehmetçik konulu plaklar yayınlayarak bundan da rant çıkarmasını bilecekti.

O hararetli günlerde herkes bir yandan genç şarkıcı Yasemin Kumral’ın şarkısıyla “Girne’den Anadolu’ya yol” bağlarken, bir yandan da her şeyden çok önemsenen Eurovision Şarkı Yarışması’na hazırlık yapmaktan geri kalmayacaktı.

Yarışmaya Türkiye’nin katılmasına karar verildiği günlerde TRT yönetimi tarafından “1975 Eurovision Türk Hafif Müziği Şarkı Yarışması Yapım ve Düzenleme Kurulu” adı altında bir kurul oluşturulmuş, aylar süren hummalı çalışmalar sonucu bütün hazırlıklar tamamlanmış, bu arada ihtisas jürisinin hangi esaslarla teşkil edileceği hususu da karara bağlanmıştı. Toplam 21 kişiden oluşan jüride Türkiye Müzisyenler Sendikası, İstanbul Devlet Konservatuarı, Hafif Müzik Derneği, İzmir Eğitim Enstitüsü, Ankara Müzik İş Sendikası, Türkiye Gazeteciler Sendikası, Ankara Devlet Konservatuarı, Gazi Eğitim Enstitüsü, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti ve İzmir Devlet Konservatuarı temsilcilerinin yanı sıra 10 TRT mensubu da bulunuyordu.

13 Eylül 1974 günü Ankara Palas Oteli’nde bir araya gelen Seçici Kurul, çalışmalarına 13-14-15 ve 16 Eylül günleri de devam etti ve ön elemeler için teslim edilen 105 eseri tek tek dinledi.

Bundan sonra ortaya çıkacak tüm spekülasyonların ilk habercisi, jürinin kendi içinde yaşayacağı ilk anlaşmazlıklar olacaktı. Basına da yansıyan haberlere göre yarışmaya başvuran isimler arasında Şenay da vardı ancak Şenay’ın eşi Şerif Yüzbaşıoğlu, Müzisyenler Sendikasını temsilen jüride bulunuyordu ve bu da jüri içinde itirazlara yol açacaktı.

Benzer bir rahatsızlık da Füsün Önal’ın yarışmacı adayı, Şanar Yurdatapan’ın da jüri üyesi olması nedeniyle ortaya çıkmıştı. Çünkü Şanar Yurdatapan ve o günlerde Füsun Önal’la evli olan Atilla Özdemiroğlu’nun ortak bir müzik yapım şirketleri vardı ve yıllardır birlikte çalışıyorlardı. Bir başka deyişle Füsun Önal, Şanar Yurdatapan’ın iş ortağının karısıydı.

Müzik camiasında herkesin yolunun birbiriyle bir şekilde kesiştiği, zaten çok da fazla seçeneğin olmadığı, herkesin bir şekilde dost, ahbap, en azından tanış olduğu o günlerde düzenlenmiş bir yarışmada bu tür sıkıntıların yaşanması ne kadar doğalsa, şüphelerin önünü almak da o kadar zordu. Nitekim daha sonra katlanarak artacak bu söylentiler, dedikodular, tartışmalar ve hatta atışmalar, Türkiye’de uzun yıllar boyunca bu yarışmanın olmazsa olmazı haline gelecekti.
17 İsim 17 Şarkı
Finale kalmaya hak kazanan 17 eser, 17 Eylül 1974 günü açıklandı. TRT tarafından açıklanan listeye göre, Türkiye finaline katılmaya hak kazanan şarkı, şarkıcı, söz yazarı ve besteciler şöyle sıralanıyordu:

Bir anda heyecan iki katına çıkmıştı. Herkes finale kalan isimleri konuşuyordu şimdi.


Füsun Önal da günün popüler şarkıcılarından biriydi. En az Şenay ve Füsun Önal kadar tanınan isimler olan Gökhan Abur, Esin Afşar ve Cahit Oben de finalistler arasındaydı. Onlara nispeten adını daha yakın tarihlerde duyuran Nilüfer ve henüz sadece birer 45’lik yayımlamış genç isimler Yeşim, Attila Atasoy, Nejat Yavaşoğulları ve Cici Kızlar da finalde yarışacaktı.



Eurovision finalistlerimiz bir anda gazetelerin manşetlerine, dergilerin kapaklarına taşınmıştı. Hemen her dergi ve gazete, her finalistin ağzından bir diğerinden farklı bir söz, bir cümle alabilmek için birbiriyle yarışıyor, sonucun belirlenmesinde halk oylarının da ihtisas jürisinin oyları kadar etkili olacağı gerçeği basının oynadığı rolü büsbütün önemli kılıyordu.
DEVAM EDECEK
GELECEK BÖLÜM: MÜZİSYEN EŞİ OLMAK SUÇ MU?
Published on February 10, 2020 08:15
February 6, 2020
"Yaprak Döker Bir Yanımız, Bir Yanımız Bahar Bahçe"
CENK EREN – “ADALETİN BU MU DÜNYA? (REPERTUVAR SELDA BAĞCAN ŞARKILARI)”
2019 yılı Türkiye’de popüler müziğin dibe vurduğu yıl olarak geçecek müzik tarihine. “Popüler” derken kelime anlamını kastediyorum, “pop müzik” tabir ettiğimiz müzik türünü değil. İki temel sorun vardı: Yaratıcılık yoksunluğu (beste, şarkı sözü üretiminin tıkanması) ve şarkıcı yoksunluğu.
Bestesiz, melodisiz “şarkı”lar, armonisiz düzenlemeler ve ağzına geleni, ağzına geldiği biçimde söyleyen, hizasız, adapsız, şiirsiz, kaba saba “şarkı sözleri”…
Ağzıyla değil burnuyla şarkı söyleyen, mırıldanan, miyavlayan, ezkaza bir şan eğitmeninin kapısından geçse ıslak odunla kovalanacak, (kibarca söylemek gerekirse) sesi içine kaçmış “şarkıcılar”…
Şarkı söylediği dilin imlâsından, tonlamasından, vurgusundan, söylediği kelimenin manasından bihaberler… Gurbetçi Türkçesi ile siyahi İngilizcesinin vurgularını nasıl bir araya getirebildiklerini hayretle izlediğim bir takım “konuşanlar”…
Saymakla bitmez…
Kimse kusura bakmasın. Âşıkların, ozanların yetiştiği topraklarda yaşıyoruz. Bu kulaklar Mahzunileri, Neşet Ertaşları, Karacaoğlanları, Pir Sultanları duydu, Zeki Mürenleri, Müzeyyen Senarları dinledi, bu gözler Nazımları, Sabahattin Âlileri, Dranasları, Çamlıbelleri okudu… Bu ülke insanı sevdiğinin şirin dillerine şekerler ezen, bir çift selamına güvenen, tatlı dilli, güler yüzlü, ceylan gözlüsünü gönlüyle arayan âşıkları bildi. Kalem tutan ellere kul olan ozanları… “Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe” diyen şairleri anladı…
Saymakla bitmez…
Bunları söyleyince zamanın gerisinde kalmak, günü yakalayamamak, demode olmak kartları konuluyor önünüze. Her yeniyi koşulsuz şartsız alkışlamak, “dün öyleydi bugün böyle” demek lâzım… Kendi adıma içinde ilerleme değil, gerileme barındıran değişimi hiç mi hiç alkışlayasım yok.
Bereket nasıl bir gelenekten geldiğimizi unutmayan, unutturmayan işler çıkıyor az da olsa hâlâ karşımıza. Ben kendi adıma rahat bir nefes alıyorum öyle zamanlarda.
Cenk Eren’in yeni albümü “Adaletin Bu mu Dünya?” tam da böyle bir albüm işte. Daha önce Tanju Okan ve Ferdi Özbeğen şarkıları ile iki albüm yaparak bu işi ne kadar iyi yapabildiğini gösteren Cenk Eren, “Repertuvar” serisini üçüncü bir albümle devam ettirirken bu defa Selda Bağcan şarkılarına el atıyor.
Diğer iki proje gibi bu projede de en büyük zorluk hiç kuşkusuz bir bestecinin değil, bir yorumcunun şarkılarıyla yola çıkmak. Selda Bağcan kariyeri boyunca zaman zaman beste de yaptı yapmasına ama besteciliği, o kendine has sesinin ve şarkıcılığının önüne geçmedi hiçbir zaman. Hem çok karakteristik, hem çok baskın ve dahası önceki projelerden farklı olarak hâlâ aktif, etkin, konser veren, albüm yapan bir yorumcunun şarkılarını yeniden seslendirmek Cenk Eren’in aldığı riski artırmış bu defa.
Ne var ki Selda Bağcan başından beri bu projeye destek vermekle kalmamış, Cenk Eren’e bir şarkıda eşlik etmiş, o da yetmemiş, albümü kendi firmasından yayımlamış. Bu, benim diyen starın yapabileceği bir şey değil. “Yaparsam ben kendime ‘best of’ yaparım, sana ne oluyor?” diyebilirdi mesela ki dememiş.
Majör Müzik Yapım etiketiyle yayımlanan albümde Selda Bağcan’ın sesinden kulaklarımıza yer etmiş 10 şarkıyı, Sarp Özdemiroğlu ve Berk Eyüpoğulları’nın düzenlemeleriyle Cenk Eren’den dinliyoruz bu kez. İlk beş şarkı, “Adaletin Bu mu Dünya?”, “Gesi Bağları”, “Çemberimde Gül Oya”, “Sivas Ellerinde Sazım Çalınır” ve “Tatlı Dillim”, Selda Bağcan’ın ‘70’lerin ilk yarısında ülke çapında tanınmasını ve bir fenomene dönüşmesini sağlayan ilk 45’liklerinden.
Hem o dönemde hem de sonrasında farklı şarkıcılar tarafından da defalarca yeniden söylenmiş bu türküleri en çok Selda Bağcan’ın sesinden hatırlıyor oluşumuz (en azından bizim kuşak için böyle bu; mesela ben “Adaletin Bu mu Dünya?”yı Koray Avcı’dan açıp dinlemek bile istemedim), kuşkusuz onun benzersiz sesi ve yorumculuğunun bir ayrıcalığı.
Albümün ikinci yarısında ise ’80, ’90 ve ‘2000’lerden Selda Bağcan şarkıları var. Ahmet Kaya’nın Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirinden bestelediği “Öyle Bir Yerdeyim ki”, 1985 yılında hem Ahmet Kaya’nın hem de Selda Bağcan’ın albümlerinden yer almıştı. Her iki versiyonda da biri diğerine vokal yapmış, böylece Bağcan, Ahmet Kaya’ya daha yolun başında iken destek verenlerden biri olmuştu.
Şarkının Selda versiyonunda “Ne karanfil ne kurbağa”, ve “Anam gider Allah Allah, kızım (dölüm) düşmüş sokağa” satırları kullanılmamıştı. Bir şarkı için biraz sert bu cümleler Ahmet Kaya versiyonunda yer alıyordu. Cenk Eren versiyonu ise Ahmet Kaya versiyonuna sadık kalmış.
1992 yılında piyasaya çıkan “Ziller ve İpler” adlı Selda Bağcan albümünden bu albüm için iki şarkı birden seçilmiş. Biri albümle aynı adı taşıyan şarkı, diğeri ise Bağcan’ın Ümit Yaşar dizelerinden bestelediği “Beni Unutma”.
“Beni Unutma” başlıklı şiiri 1982 yılında Memet Duru da bestelemiş ve Sezen Aksu seslendirmiş, 1991 yılında ise Soner Olgun bestelemiş ve Nükhet Duru seslendirmişti ama Bağcan’ın bestesi diğer ikisinin çok üstüne çıktı, akılda kalan oldu. Bir Yunan melodisine Aysel Gürel’in yazdığı Türkçe sözlerle oluşturulmuş “Ziller ve İpler” ise Gürel’in ironik ve taşlamalı sözleri ve kıvrak ritmiyle dönemin ruhunu yakalayarak Selda Bağcan’ı ‘90’lara taşımış, yeni bir kuşakla tanıştırmıştı.
‘90’ları bilen, seven ve nostaljisini çıkararak yeniden popüler kılan bugünün 30’lu yaşlarındaki müzik dinleyicisi düşünüldüğünde bu iki şarkının neden seçildiği anlaşılabiliyor.
Söz ve müziği Tünay Bozyiğit’e ait “Düşen Hep Yerde mi Kalır?” 2004, anonim bir Kıbrıs türküsü olan “Mağusa Limanı” ise 2008 yılında yayımlanmış Selda Bağcan albümlerinden seçilmiş şarkılar.
Doğrusu ikinci yarıdaki bu 5 şarkı benim bu başlıkta bir albüm için seçeceğim ilk şarkılar olmazdı. En azından ne yapar eder 1987 çıkışlı “Özgürlük ve Demokrasiyi Çizmek” albümünden bir şarkı alırdım. Çocuk yaşlarımdan beri beni her dinlediğimde beni (hâlâ) ağlatan “Kızıldere”yi de asla atlamazdım.
Ne var ki söz konusu Selda Bağcan gibi birden fazla on yıla damga vurmuş bir isim olunca herkesin en sevdiği albümü ya da şarkıları değişiklik gösterebilir, bu konuda edilecek vıdı vıdının da ucu bucağı olmayabilir.
Cenk Eren kendini hem sahnede hem de albümlerinde ispatlamış çok iyi bir şarkıcı, artık bunun lamı cimi yok. Fakat dahası var. Tanju Okan ve Ferdi Özbeğen’den sonra Selda Bağcan şarkılarına kattıklarıyla da görülüyor ki Cenk Eren’i iyi bir yorumcu diye tanımlamakta da hiçbir beis yok.
Bu albümün özelinde sadece “Ziller ve İpler” şarkısının Cenk Eren için doğru seçim olmadığını düşündüm. Zira şarkının ses aralığı nedeniyle söylemek zorunda kaldığı ton şarkının enerjisini düşürecek kadar pes kalmış. “Gesi Bağları”nda Selda Bağcan’la düet yaptığı için pes kalması anlaşılabilir bir şey ama belki de “Ziller ve İpler” düeti hem ticari açıdan hem de teknik olarak daha doğru olabilirmiş.
Bunun dışında albümdeki her bir Selda Bağcan şarkısını Cenk Eren yorumuyla bir kez daha dinlemek şu şarkı ve şarkıcı kıtlığında iç ferahlatıyor.
Tabii bu arada şarkıların düzenlemelerini orijinal versiyonlarına sadık kalarak, sadık kalırken bugünü de ıskalamayarak yapan ve bu ülkede bu işi tartışmasız en iyi yapan Sarp Özdemiroğlu’nu ve Berk Eyüpoğulları’nı da unutmamak lazım. Bundan önceki Cenk Eren projelerinde olduğu gibi bu projenin başarısında da Özdemiroğlu’nun payı büyük.
Albümün CD baskısıyla birlikte plak baskısı da yapılmış. (Bir albümü yazarken bilgiler için LP kapağına bakmak nasıl havalı bir şey, anlatamam.) Plak baskısında iki hata var, onları da yazmadan geçemeyeceğim. Birincisi ilk şarkı başlamadan hemen önce duyulan bir “mastering” hatası ki dijitalde ve CD baskısında yok bu hata. İkincisi hata ise plak kapağında A ve B yüzlerinde 5’er şarkı sıralanmış olmasına karşın plağın A yüzünde 6, B yüzünde 4 şarkı olması. Yani kapakta B yüzünün ilk şarkısı gözüken “Öyle Bir Yerdeyim ki”, plakta A yüzünün altıncı şarkısı olarak çıkıyor karşımıza.
Unkapanı zamanında çok olurdu böyle şeyler ama bugünün teknolojisinde böyle hatalar yapılmasına şaşırmadım desem yalan olur. Tabii bu plak Cenk Eren’in ilk plağı olmasının yanı sıra hatalı baskı olması sebebiyle de ileride ayrı bir arşiv değeri taşıyacak, o da ayrı mesele.
Sözün özü bu aralar ozan sözü, âşık sözü, sahici melodi, ince armoni ve iyi şarkıcı duymak, dinlemek ve dahası bunları bir albüm uzunluğunda dinlemek istiyorsanız bu albüme mutlaka kulak verin. Bana iyi geldi, ilk paragraflarda yazdıklarıma katılıyorsanız eminim size de iyi gelecektir.
ŞUBAT 2020

2019 yılı Türkiye’de popüler müziğin dibe vurduğu yıl olarak geçecek müzik tarihine. “Popüler” derken kelime anlamını kastediyorum, “pop müzik” tabir ettiğimiz müzik türünü değil. İki temel sorun vardı: Yaratıcılık yoksunluğu (beste, şarkı sözü üretiminin tıkanması) ve şarkıcı yoksunluğu.

Bestesiz, melodisiz “şarkı”lar, armonisiz düzenlemeler ve ağzına geleni, ağzına geldiği biçimde söyleyen, hizasız, adapsız, şiirsiz, kaba saba “şarkı sözleri”…
Ağzıyla değil burnuyla şarkı söyleyen, mırıldanan, miyavlayan, ezkaza bir şan eğitmeninin kapısından geçse ıslak odunla kovalanacak, (kibarca söylemek gerekirse) sesi içine kaçmış “şarkıcılar”…
Şarkı söylediği dilin imlâsından, tonlamasından, vurgusundan, söylediği kelimenin manasından bihaberler… Gurbetçi Türkçesi ile siyahi İngilizcesinin vurgularını nasıl bir araya getirebildiklerini hayretle izlediğim bir takım “konuşanlar”…
Saymakla bitmez…

Kimse kusura bakmasın. Âşıkların, ozanların yetiştiği topraklarda yaşıyoruz. Bu kulaklar Mahzunileri, Neşet Ertaşları, Karacaoğlanları, Pir Sultanları duydu, Zeki Mürenleri, Müzeyyen Senarları dinledi, bu gözler Nazımları, Sabahattin Âlileri, Dranasları, Çamlıbelleri okudu… Bu ülke insanı sevdiğinin şirin dillerine şekerler ezen, bir çift selamına güvenen, tatlı dilli, güler yüzlü, ceylan gözlüsünü gönlüyle arayan âşıkları bildi. Kalem tutan ellere kul olan ozanları… “Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe” diyen şairleri anladı…
Saymakla bitmez…

Bunları söyleyince zamanın gerisinde kalmak, günü yakalayamamak, demode olmak kartları konuluyor önünüze. Her yeniyi koşulsuz şartsız alkışlamak, “dün öyleydi bugün böyle” demek lâzım… Kendi adıma içinde ilerleme değil, gerileme barındıran değişimi hiç mi hiç alkışlayasım yok.
Bereket nasıl bir gelenekten geldiğimizi unutmayan, unutturmayan işler çıkıyor az da olsa hâlâ karşımıza. Ben kendi adıma rahat bir nefes alıyorum öyle zamanlarda.
Cenk Eren’in yeni albümü “Adaletin Bu mu Dünya?” tam da böyle bir albüm işte. Daha önce Tanju Okan ve Ferdi Özbeğen şarkıları ile iki albüm yaparak bu işi ne kadar iyi yapabildiğini gösteren Cenk Eren, “Repertuvar” serisini üçüncü bir albümle devam ettirirken bu defa Selda Bağcan şarkılarına el atıyor.

Diğer iki proje gibi bu projede de en büyük zorluk hiç kuşkusuz bir bestecinin değil, bir yorumcunun şarkılarıyla yola çıkmak. Selda Bağcan kariyeri boyunca zaman zaman beste de yaptı yapmasına ama besteciliği, o kendine has sesinin ve şarkıcılığının önüne geçmedi hiçbir zaman. Hem çok karakteristik, hem çok baskın ve dahası önceki projelerden farklı olarak hâlâ aktif, etkin, konser veren, albüm yapan bir yorumcunun şarkılarını yeniden seslendirmek Cenk Eren’in aldığı riski artırmış bu defa.

Ne var ki Selda Bağcan başından beri bu projeye destek vermekle kalmamış, Cenk Eren’e bir şarkıda eşlik etmiş, o da yetmemiş, albümü kendi firmasından yayımlamış. Bu, benim diyen starın yapabileceği bir şey değil. “Yaparsam ben kendime ‘best of’ yaparım, sana ne oluyor?” diyebilirdi mesela ki dememiş.

Majör Müzik Yapım etiketiyle yayımlanan albümde Selda Bağcan’ın sesinden kulaklarımıza yer etmiş 10 şarkıyı, Sarp Özdemiroğlu ve Berk Eyüpoğulları’nın düzenlemeleriyle Cenk Eren’den dinliyoruz bu kez. İlk beş şarkı, “Adaletin Bu mu Dünya?”, “Gesi Bağları”, “Çemberimde Gül Oya”, “Sivas Ellerinde Sazım Çalınır” ve “Tatlı Dillim”, Selda Bağcan’ın ‘70’lerin ilk yarısında ülke çapında tanınmasını ve bir fenomene dönüşmesini sağlayan ilk 45’liklerinden.
Hem o dönemde hem de sonrasında farklı şarkıcılar tarafından da defalarca yeniden söylenmiş bu türküleri en çok Selda Bağcan’ın sesinden hatırlıyor oluşumuz (en azından bizim kuşak için böyle bu; mesela ben “Adaletin Bu mu Dünya?”yı Koray Avcı’dan açıp dinlemek bile istemedim), kuşkusuz onun benzersiz sesi ve yorumculuğunun bir ayrıcalığı.

Albümün ikinci yarısında ise ’80, ’90 ve ‘2000’lerden Selda Bağcan şarkıları var. Ahmet Kaya’nın Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirinden bestelediği “Öyle Bir Yerdeyim ki”, 1985 yılında hem Ahmet Kaya’nın hem de Selda Bağcan’ın albümlerinden yer almıştı. Her iki versiyonda da biri diğerine vokal yapmış, böylece Bağcan, Ahmet Kaya’ya daha yolun başında iken destek verenlerden biri olmuştu.

Şarkının Selda versiyonunda “Ne karanfil ne kurbağa”, ve “Anam gider Allah Allah, kızım (dölüm) düşmüş sokağa” satırları kullanılmamıştı. Bir şarkı için biraz sert bu cümleler Ahmet Kaya versiyonunda yer alıyordu. Cenk Eren versiyonu ise Ahmet Kaya versiyonuna sadık kalmış.
1992 yılında piyasaya çıkan “Ziller ve İpler” adlı Selda Bağcan albümünden bu albüm için iki şarkı birden seçilmiş. Biri albümle aynı adı taşıyan şarkı, diğeri ise Bağcan’ın Ümit Yaşar dizelerinden bestelediği “Beni Unutma”.
“Beni Unutma” başlıklı şiiri 1982 yılında Memet Duru da bestelemiş ve Sezen Aksu seslendirmiş, 1991 yılında ise Soner Olgun bestelemiş ve Nükhet Duru seslendirmişti ama Bağcan’ın bestesi diğer ikisinin çok üstüne çıktı, akılda kalan oldu. Bir Yunan melodisine Aysel Gürel’in yazdığı Türkçe sözlerle oluşturulmuş “Ziller ve İpler” ise Gürel’in ironik ve taşlamalı sözleri ve kıvrak ritmiyle dönemin ruhunu yakalayarak Selda Bağcan’ı ‘90’lara taşımış, yeni bir kuşakla tanıştırmıştı.
‘90’ları bilen, seven ve nostaljisini çıkararak yeniden popüler kılan bugünün 30’lu yaşlarındaki müzik dinleyicisi düşünüldüğünde bu iki şarkının neden seçildiği anlaşılabiliyor.

Söz ve müziği Tünay Bozyiğit’e ait “Düşen Hep Yerde mi Kalır?” 2004, anonim bir Kıbrıs türküsü olan “Mağusa Limanı” ise 2008 yılında yayımlanmış Selda Bağcan albümlerinden seçilmiş şarkılar.
Doğrusu ikinci yarıdaki bu 5 şarkı benim bu başlıkta bir albüm için seçeceğim ilk şarkılar olmazdı. En azından ne yapar eder 1987 çıkışlı “Özgürlük ve Demokrasiyi Çizmek” albümünden bir şarkı alırdım. Çocuk yaşlarımdan beri beni her dinlediğimde beni (hâlâ) ağlatan “Kızıldere”yi de asla atlamazdım.
Ne var ki söz konusu Selda Bağcan gibi birden fazla on yıla damga vurmuş bir isim olunca herkesin en sevdiği albümü ya da şarkıları değişiklik gösterebilir, bu konuda edilecek vıdı vıdının da ucu bucağı olmayabilir.

Cenk Eren kendini hem sahnede hem de albümlerinde ispatlamış çok iyi bir şarkıcı, artık bunun lamı cimi yok. Fakat dahası var. Tanju Okan ve Ferdi Özbeğen’den sonra Selda Bağcan şarkılarına kattıklarıyla da görülüyor ki Cenk Eren’i iyi bir yorumcu diye tanımlamakta da hiçbir beis yok.
Bu albümün özelinde sadece “Ziller ve İpler” şarkısının Cenk Eren için doğru seçim olmadığını düşündüm. Zira şarkının ses aralığı nedeniyle söylemek zorunda kaldığı ton şarkının enerjisini düşürecek kadar pes kalmış. “Gesi Bağları”nda Selda Bağcan’la düet yaptığı için pes kalması anlaşılabilir bir şey ama belki de “Ziller ve İpler” düeti hem ticari açıdan hem de teknik olarak daha doğru olabilirmiş.

Bunun dışında albümdeki her bir Selda Bağcan şarkısını Cenk Eren yorumuyla bir kez daha dinlemek şu şarkı ve şarkıcı kıtlığında iç ferahlatıyor.
Tabii bu arada şarkıların düzenlemelerini orijinal versiyonlarına sadık kalarak, sadık kalırken bugünü de ıskalamayarak yapan ve bu ülkede bu işi tartışmasız en iyi yapan Sarp Özdemiroğlu’nu ve Berk Eyüpoğulları’nı da unutmamak lazım. Bundan önceki Cenk Eren projelerinde olduğu gibi bu projenin başarısında da Özdemiroğlu’nun payı büyük.

Albümün CD baskısıyla birlikte plak baskısı da yapılmış. (Bir albümü yazarken bilgiler için LP kapağına bakmak nasıl havalı bir şey, anlatamam.) Plak baskısında iki hata var, onları da yazmadan geçemeyeceğim. Birincisi ilk şarkı başlamadan hemen önce duyulan bir “mastering” hatası ki dijitalde ve CD baskısında yok bu hata. İkincisi hata ise plak kapağında A ve B yüzlerinde 5’er şarkı sıralanmış olmasına karşın plağın A yüzünde 6, B yüzünde 4 şarkı olması. Yani kapakta B yüzünün ilk şarkısı gözüken “Öyle Bir Yerdeyim ki”, plakta A yüzünün altıncı şarkısı olarak çıkıyor karşımıza.

Unkapanı zamanında çok olurdu böyle şeyler ama bugünün teknolojisinde böyle hatalar yapılmasına şaşırmadım desem yalan olur. Tabii bu plak Cenk Eren’in ilk plağı olmasının yanı sıra hatalı baskı olması sebebiyle de ileride ayrı bir arşiv değeri taşıyacak, o da ayrı mesele.
Sözün özü bu aralar ozan sözü, âşık sözü, sahici melodi, ince armoni ve iyi şarkıcı duymak, dinlemek ve dahası bunları bir albüm uzunluğunda dinlemek istiyorsanız bu albüme mutlaka kulak verin. Bana iyi geldi, ilk paragraflarda yazdıklarıma katılıyorsanız eminim size de iyi gelecektir.
ŞUBAT 2020
Published on February 06, 2020 12:07
Yavuz Hakan Tok's Blog
Yavuz Hakan Tok isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.
