Yavuz Hakan Tok's Blog, page 24

July 13, 2019

Af Edersiniz Muhalif


CEYL'AN ERTEM HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ 2 TEMMUZ 2019 

“Ben burada 1991 yılında Aşkın Nur Yengi’nin ilk konserini izlemiştim,” dedim. Bir “Ooooo!” nidası çıktı etrafımdakilerden. En azından yaşlı dedeler gibi aklıma geldikçe değil, yeri geldikçe anlatıyorum bunu. Güzel anı çünkü. Aşkın’ın kasetindeki 10 şarkıyı kasetteki sırayla söylemesi, sonra da konserin bitivermesi… Seyircinin kızıp üzerinde oturdukları minderleri sahneye fırlatması, “Aletler zarar görecek lütfen minder atmayın,” diye anons yapılması filan… “Senin konser gayet profesyoneldi,” diyorum yanımda duran Ceyl’an’a. Bir rahatlıyor sanki, “İyi bari,” deyip gülüyor. İçinden de “Ulan adamın kıyasladığı konsere bak, 28 sene evveli,” demiştir kesin.

Ceyl’an Ertem’in ilk Harbiye Açık Hava konseri sonrası sahne arkasındayız. Murat Meriç, Murat’ın bir arkadaşı, Burak Abatay, eşi, ben ve Elhan, Ceyl’an’la sohbet ediyoruz. Ortam buna müsait çünkü; öyle bangır bangır müzik çalınmıyor. E Ceyl’an da duymak istiyor yorumları haklı olarak. Her ne kadar artık hiç albüm yapmamış isimler bile konsere çıkabiliyor olsa da Harbiye Açık Hava hâlâ hepimizin gözünde er meydanı.

Ceyl’an Ertem’inse Anima’yı saymaz isek, 2010 yılından bu yana yapılmış 6 albümü var. Yıllardır hem eski gruplarıyla hem de solo olarak sahneye çıkıyor, konser veriyor. Hiç de acemisi değil bu işlerin yâni. Ama tabii bu sahnenin ve bu salonun başka birtakım dinamikleri de var. O noktalarda aksayan hususları, o yanımıza gelmeden önce arkasından konuştuklarımızı Ceyl’an’ın yüzüne yüzüne de söyleyebiliyoruz neyse ki. (“O kadar da dobrayız” mânâsında değil; “Ceyl’an o kadar anlayışlı” mânâsında.)

Yine tersten gidip anlatmaya konserin sonundan başladım. Filmi geri sarıyorum şimdi. Saat 21:15.
Bugüne dek muhtelif şekillere sokulduğuna şahit olduğumuz Açık Hava sahnesi bu gece bir orman görünümünde. Rumeli Hisarı sahnesi geliyor gözümün önüne bir an. Anlaşılması güç bir öfke ve intikam duygusuyla tam orta yerine işlevsiz ve anlamsız bir mescit kondurulan o sahnenin arka kısmında bir duvar yoktu ve eğer perde gerilip kapatılmazsa, doğrudan ağaçları görebiliyordunuz. Bazı konserler öyle yapılıyordu. Denizden doğru gelen esinti, ağaçları bir o yana bir bu yana ağır ağır sallandırır, doğal ve canlı bir dekor oluştururken, mis gibi yaz akşamının kokusuna sahnede çalınan müzik eşlik ederdi. 

Açık Hava’da ise o etkiyi ancak “led” ekranlara yansıtılan görüntülerle, yapay bir biçimde sağlamak mümkündü. Oysa bu kez sahnede “led” ekran yok. Tam orta yerde bir ağaç, ötede beride ağaç dalları, saksılar içerisinde benjamin, deva tabanı, sağda solda hayvan figürleri, bir hasır kulübe gibi detaylarla ufak çapta bir “jungle” karşılıyor seyirciyi.

Konser başlayıp da Ceyl’an ilk konuşmasını yapınca “Ben hayvanları çok seviyorum, görüyorsunuz. Zaten adım bile bir hayvan adı,” diyerek açıklayacaktı “jungle” dekorun sebebini. Yoksa “Benim müziğim organik ve doğal” imasında bulunarak YouTube’daki sahte tıklanmalara subliminal gönderme mi yapıyordu? Yok, değil, bunu ben uydurdum. Zaten göndermenin babasını Kenan Doğulu yapmıştı prova sırasında, Ceyl’an anlattı konuşmanın devam eden kısmında. “Dikkat et, bu ağacı da kesmesinler,” demişti Kenan sahnenin ortasındaki ağacı görünce. Seyirci bunu duyunca alkışladı tabii. Yıllardır bir gün orada bir gün burada kesilen ağaçlar düşmüyordu ülke gündeminde. Şimdi de ODTÜ’de bu konuda bir mücadele veriliyordu mesela.

Tabii konuşma yapmazdan evvel, “Esmer”le girdi konsere Ceyl’an Ertem. Sahneye siyah, boncuk işli kostümüyle geldi. Daha ilk şarkısını söylerken fark ettim ki her hareket ettiğinde elbisesinin boncukları üçer beşer saçılıyor yerlere. “Yarın olsun, gün doğsun,” diyor mesela, üç boncuk… “Bu gece hayırlısıyla bitsin,” diyor beş boncuk daha… 

Hayır, boncuklar bu hızla düşmeye devam ederse yerde oluşacak boncuk yığınına topuklu ayakkabıyla basıp düşme tehlikesi var ama benden başka herkes kara kaşlı kara gözlü esmerin kandırmacasına hicranlanıyor o an, Ceyl’an dâhil boncuklar kimsenin umuru değil. Bense ancak ikinci şarkıda kurtuluyorum kaygı bozukluğumdan. “Baksana bulanık sulardayız ama umutla sarılmaktayız,” diyor “İnadına”yı söylerken Ceyl’an. Evet, konserler umutla sarılmak içindir zaten, boncuk saymak için değil.

Sıradaki şarkı da “Yine de Âmin” albümünden. “İlla erkeklere şarkı yazacak değiliz ya, ben bu şarkıyı hayalimde canlandırdığım bir kadına yazdım,” diyor Ceyl’an ve “Nilüfer” başlıyor. “Nilüfer”leri bize de söyletiyor şarkı boyunca. Söylüyoruz, ısınıyoruz yavaş yavaş. “Kovdum”la devam ediyor “Yine de Âmin” sekansı. 

Sonrasında az önce bahsettiğim konuşma geliyor. Orkestrasında önemli müzisyenlerin çocukları var, onlardan da bahsediyor Ceyl’an. Kamil Özler’in kızı Yasemin Özler, Neşet Ruacan’ın oğlu Nedim Ruacan… Bir de ilaveten bu gecenin konuklarından biri olacak Kenan Doğulu da Yurdaer Doğulu’nun oğlu bildiğiniz üzere. O zaman hadi Ceyl’an bize “Bugünüm Sensiz Geçti”yi söylesin.

Demek ki en son albüme geldik şimdi de. Albümün adı için (“Seni Senin Gibiler Sevsin”) “Hem dua hem beddua,” diyor Ceyl’an. Sırada “Duydun mu?” var. 9/8’lik enteresan bir şarkı “Duydun mu?”. “Çadırların içinde sevişildi, parkların orada konuşuldu, kıskananlar çatladı, bu iş de bize patladı,” derken neden bahsettiğini anlıyoruz. Hepimiz oradaydık, unutmadık. “Hiçbir yere gitmeyiz, buradayız,” derken de “Aynen, sıkıntı yok!” diye geçiriyoruz içimizden. Nasılsa her söyleyebileceğimizin yerine geçebiliyor bu üç kelime.  

Peşi sıra ise bir Yıldız Tilbe şarkısı olan “Hiçbir Şeyimsin” geliyor. Barana’nın “Xenapolis” albümü için kaydedilmiş “Simit Mimit” gecenin beklenmedik şarkılarından. Diğer parçalara göre cazı biraz daha koyu bir şarkı. Orkestra caza pek müsait zaten, başından itibaren her şarkıdan geçiyor aslında o tınılar.

Geldik “Ütopyalar Güzeldir”e. Her ne kadar Ceyl’an biraz önce “Biliyorum, benim ağlatmamı sevenler var,” dese de şarkılarının bir yerinden illa ki bir umut çıkıyor aslında. Ferhan Şensoy’un bu şarkısı zaten öyle. O zaman Ortaçgil’in tam sırası. Gecenin ilk konuk sanatçısı. Şirin Baba. 

Ayağında keten bir pantolon, açık ayakkabılar, üstünde tiril tiril bir gömlek ve başında kasket. Üstelik elinde gitar da yok bu sefer. Bildiğin turist! Ama sebebi var tabii. Ceyl’an için, bu konser için Bozburun’dan çıkıp gelmiş Ortaçgil. “Köyden kalktım geldim, kusura bakmayın,” diyor öncelikle ve sonra daha önce hiç yapmadığı bir şey yapıp oturmadan, gitar çalmadan, elinde mikrofon, ayakta şarkı söylüyor.

Zorlanıyor tabii. Biz de öyle. İster misin gaza gelip “Bütün elleri havada görmek istiyorum,” desin şimdi? Ayakta konser vermek başka bir ruh hali çünkü. Seyirci zaten teşne. Demiyor Allahtan. “Beni Kategorize Etme” ve “Bu İş Zor Yonca”yı Ceyl’an’la birlikte söylüyorlar. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, Ortaçgil’in 1000 yıl önce yazdığı “Bu İş Zor Yonca”nın içinden geçen “En çok bağıran en haklı sayılır, insanlar işitmeyince,” cümlesindeki gerçeği son 16 yıldır iliklerimize kadar yaşıyor olmamıza ne buyurulur? Adam tekamülünü bizden çok önce tamamlamış, yapacak bir şey yok.      

Ortaçgil sahneden ayrıldıktan sonra Ceyl’an, “Öleceğim, o kadar mutluyum ki,” diyor. Haksız değil. Ortaçgil’i bu gece buraya kadar getiren, bu sahneye çıkaran hatırın kıymeti büyük. Ben olsam, ben de ölebilirdim. Mutluluktan da olsa, kimse ölmesin tabii yine de. Hele cehaletin, yobazlığın yangınında yanarak hiç ölmesin. Bu gece Sivas katliamının yıldönümü. Sivas’ta yakılarak can verenlerden biri de Edibe Sulari; Ozan Davut Sulari’nin kızı. Şimdi Sulari’den bir türkü var sırada. “Siyah Perçemini Dökmüş Yüzüne” diye başlıyor türkü. 

Hoooop hoş geldin ‘80’li yıllar, siyah beyaz televizyon ve oyalı yazmasıyla Belkıs Akkale. Şarkıların bana serbest çağrıştırdıklarıyla geçti ömrüm. Bari bu konserde kendimi tutayım dedim, bak yine patladım. Bereket bir sonraki Neşet Ertaş türküsü “Gel Sevelim”e dair bir anı yok kör olası dağarcığımda. Ritim de pek güzel, Coşkun Karademir de pek güzel çalıyor sazı. Boncuklar döküleceği kadar dökülmüş, Ceyl’an düşmek bir yana, topuklu ayakkabıyla üzerlerinde oynuyor şu an. Ne çare konserin ilk yarısı bitti. Reklâma gidiyoruz sayın seyirciler.

Şaka değil, sahiden ara boyunca yan ekranlarda reklâmlar dönüyor. Ohoooo Kerki & Solfej ne çok konser yapıyormuş bu sene. Ne Ayvalık kalmış ne Datça. İnsanın içini açan şeyler bunlar. Ya da benim içim böyle şeylere açılmaya pek müsait; kendimi ülke müziğinin gelişmesinden sorumlu bakan filan sanıyorsam demek.

Yok yok sanmıyorum, neresinden baksanız bir 10 yılım daha var o kadar uçmak için ama şu var tabii: Kahrolsun ki bağğğzı şeyler takılıyor radarıma, mesleki deformasyon kontenjanından. Boncuklar işin şakası; onlar değil. Peki neler?.. 

İlk yarıdan edindiğim izlenim şu: Sahne bir şekilde çeşitli objelerle doldurulmuş olsa da gözler Ceyl’an’ın üzerinde doğal olarak. Ceyl’an ise sahnenin sadece dörtte bir kadar bir alanını kullanıyor. Kabul etmeli ki güzel yurdumuzun konser mekânları futbol sahası büyüklüğünde sahneler vaat etmiyor sanatkârlarımıza. Dolayısıyla müzisyen de şarkıcı da grup da sahnede minimal hareket etmeye şartlanıyor. Oysa burada seyirci amfi tiyatro düzeninde oturuyor, yani sağ ve sol cenahlarda oturanlar, sahneyi yandan görenlere de pas vermek gerekiyor.

Ceyl’an bu konuda, ya heyecandan ya da alışkanlıktan, bir tedirginlik yaşıyor. Üstelik sahnenin protokol sandalyelerine dek uzanan bir çıkması da var ve seyirciye çok daha yakın olma imkânı sağlıyor ama konser boyunca oraya bile sadece bir iki kez geliyor, güvenli alanını kolay kolay terk etmiyor.

“Ceyl’an bu kadarla ölmez, füze at,” dediğinizi duyar gibiyim şu an zira bu ara bu kalıbı kullanmayı dövüyorlar. Füze atmayacağım ama bir ufak eleştirim daha olacak. Yalnız şimdi reklamlar bitti, konserin ikinci yarısı başlıyor, vıdı vıdımı sonraya bırakıp tekrar “jungle”a giriyorum.

İkinci yarı “El Adamı” ile başlıyor. Bu şarkıda Ceyl’an sahnedeki koltuğun üzerine bırakılmış gökkuşağı bayrağını sarıyor üstüne, şarkı boyunca onu dalgalandırıyor sonra. Yine gündemin tam içindeyiz. Kutlanmasına izin verilmemiş bir “Pride”ın daha tartışıldığı günlerden geçiyoruz çünkü. Ve şarkılar tam da böylesi zamanlar için var.

“Burada sayısız konser izledim,” diyor Ceyl’an şarkıdan sonra. “Hayran olduğum bir sürü insan… Ama en çok gözlerimi dolduran hep Sezen Aksu konserleri oldu.” Bu girizgâh bizi bir Sezen Aksu sekansına hazırlıyor. Önce Sezen’in Ceyl’an’a verdiği şarkı: “Zehir”, ardından Sezen külliyatından iki şarkı: “Hayır” ve “Lunapark”. Bunca yeniden söylenmiş Sezen Aksu şarkısının yanında nedense pek rağbet görmemiş bu iki şarkı da Ceyl’an’ın sesine, tavrına ve tarzına çok yakışıyor.

Sırada “Kaçıncı Yarın” var. Ardından “Sevmek Gerekli” geliyor. Peşi sıra son albümden “Peri” başladığına göre gecenin ikinci konuk sanatçısı kulisteki odasından çıkmış olmalı. Bu bir Mabel Matiz şarkısı çünkü. 

Şarkı başlıyor, bir yerinden sonra Mabel sahneye geliyor. Ohhh konuklar da mis bu gece. Mabel daha geçen yaz Açık Hava’da ilk konserine çıkmış. Şimdi konuk sanatçı. Konser sonrası kuliste hemen yüzüne vuruyorum bunu: “Ah sen büyüdün de konuk sanatçı mı oldun?” diyorum, sarılıyoruz. İçinden “Münasebetsiz!” diye geçiriyorsa da ben duymuyorum o an. N’apayım, onların hepsi benim çocuklarım… (Adamdaki yersiz “baba sendromu” online yine.) Ayrıca Ceyl’an da sahnede Mabel’le eski günlerden bahsederken “Mabel minicikti o zaman,” diyor. Bu yaşımda ben demişim çok mu?

Neyse… Mabel ve Ceyl’an “Peri”den sonra birlikte “Kör Heves”i söylüyorlar bir de. Cenk Erdoğan konser boyunca o gitarı alıp bu gitarı bıraktığı yetmiyormuş gibi (şaka değil, 4 farklı gitar çaldı konser boyunca) bir de yaylı tambur çalıyor ki ne çalmak. Günümüz müziğinin kıymetlilerinden biri Cenk Erdoğan. Konser boyunca bir yıldız gibi parlaması boşuna değil. 

Mabel alkış kıyamet sahneden ayrıldıktan sonra “Hırpalandı Mayıs”la devam ediyor Ceyl’an. Yine “Amansız Gücenik” albümünden “Bu Bardak Dolsun” geliyor peşi sıra. “Uçurtma”yı söylerken ise seyircilerin arasına iniyor, yakın sıraların arasında dolaşıyor biraz. 

Şarkının sonunda tekrar sahneye çıkan merdivenlere geldiğince küçük bir kız çocuğunu çağırıyor yanına. Mikrofonu ona uzatıyor ve onunla birlikte tamamlıyor şarkıyı. Hemen önümüzde oturan, küçücük yaşına rağmen konseri müthiş bir keyifle izleyen, hareketli şarkılarda yerinden kalkıp dans eden kız bu. Cenk Erdoğan’ın kızı değil miymiş meğerse? Al işte, Atalar hep haklı, armut yine dibine düşmüş! (Bu arada kızın adı Zeyno, ileride meşhur olursa bu yazdığımı hatırlarsınız.)

Şimdi sırada üçüncü ve son konuk sanatçı var. Bittabi Kenan Doğulu. Ve şarkı gayet tabii “Aşk Oyunu”. Arkasından da “Aklım Karıştı” gelecek. 

Kenan bu, başında bir eğlence hâlesiyle dolaşıyor ve nereden bir sahneye girse oradan nasıl bir rüzgâr esiyorsa artık, seyirci her an bir Meksika dalgası ya da timsah yürüyüşü yapacak kıvama geliveriyor; iki dakika sürmüyor yâni. (Şaka değil, adamı konserde değil, ödül töreninde de gördüm, orada da aynı şey oldu.) Yine sürmüyor. İki şarkıda hoooop eğlenceye kesiyoruz.

Mesela bu ara Ceyl’an’ın o yukarıda bahsettiğim güvenli alan sendromu çok gösteriyor kendini. Kenan ön tarafa gelmek istedikçe, Ceyl’an’ın onunla gelmediğini görüp geri çekilmek zorunda kalıyor. Böylece ayakta Ortaçgil’den sonra yerinde duran Kenan’a da şahit yazılmış oluyoruz bu gece. (E Ceyl’an’ın ilk Harbiye konseri olduğu da düşünülürse, bir gecede üç ilk, hiç fena değil, kısa günün kârı.)

Kenan sahneden ayrıldıktan sonra Ceyl’an “Çok eğlendik, biraz ağlayalım,” dedi. Bence bu ağlama meselesine fazla takılmıştı. Sonuçta bu gece gördüğüm Ceyl’an “Cihangir’de ansızın beliren, acı çeken kız,” değildi. Müziği de öyle bir yerden ses vermiyordu. Onu öyle sevenler (alternatif müzik dinleyicisinin anlaşılması güç statüko sevdasıyla yâni) biraz hayal kırıklığına uğrasa mıydı artık acaba? Ama şimdi değildi; çünkü şimdi sırada Cenk Erdoğan’ın bestesi “Kara Gider” vardı. Mezhep ayrılığına dairdi bu şarkı ve haliyle bin yıldır acıyan yerlerimize dokunuyordu.

Burası müziği türkülere bağlamak için doğru yerdi. “Bir sonraki albümüm türkü albümü olacak ama ben de Jehan gibi ürkerek söyleyeceğim,” dedi (bilmeyenler için Jehan Barbur’un türkü söylediği albümün adı “Ürkerek Söylerim”; yoksa Ceyl’an, Jehan’a “dis” atıyor değil yani, “rap” konseri mi bu?) ve sözünü “Mahzuni’nin “Yuh Yuh”una bağladı. Oradan da Mahzuni’ye saygı albümünde seslendirdiği “Zalım”la finale yürüdü. (Bu kimi protest türkülerin pek bir oynak olması meselesi ise ayrı mevzuu ya da biz her coşkun çalınan saza oynamaya kuruluyuz bilemedim şimdi.)

Fakat o da ne? Konser bitti, Ceyl’an gitti, seyirci “Bir daha bir daha,” diye çınlatıyor Açık Hava’yı. Aferin seyirci! “Bis” oyununu bilen seyirci candır, “bis”i dibine kadar hak eder. O zaman hadi yandan! Ceyl’an tekrar sahnede ama “Biz ‘bis’ yapmayız diye şarkı hazırlamamıştık,” demez mi? Neyse ki cepte “Namus” varmış. Çok da iyi gitti “bis”e, en azından seyirci ikna oldu da şarkıdan sonra saldı Ceyl’an’ı. Konser böylece bitti. Şimdi gıybet zamanı!

Daha konserin başında Ceyl’an, her şarkıdan sonra ışığın “blackout”a düşmesinden, yâni tamamen kararmasından rahatsız olmuş ve ışık masasına “Tamamen kapatmayın ışığı,” demişti. Nedenini bir müddet sonra anladım. Muhtemelen yine küçük mekân pratiğinin bir öğretisiydi bu. Öyle ya, seyirci öyle mum gibi durup seni dinlemez diğer konser mekânlarında. Sürekli (tabiri caizse ki caiz) kıpraşır, gider gelir, sirkülasyonunu hiç durdurmaz, bu arada konuşur, şakalaşır, fotoğraf çeker, çektirir, etrafta garsonlar dolaşır, şişeler tokuşturulur filan… O aksiyon gece boyu bitmez. Yanlış anlaşılmasın, yermiyorum o eğlence biçimini ama pek sevemiyorum, o ayrı. Haliyle sana kitlenip seni dinlemeyen seyirci bazen şarkının bittiğini bile fark etmeyebilir, bundandır ki şarkı aralarında boşluk bırakmak sahnedekileri boşa düşürebilir. (Bu kadar teknik ve bilimsel açıklamayı da kimse yapmaz, kıymetimi bilin.)

Oysa Açık Hava konseri alkış alma yeridir. Misal Erol Evgin her şarkısından sonra kollarını iki yana açıp uzun uzun alkışların tadını çıkarır. O an yüzüne baksanız, salonda milyonlar var sanırsınız, öyle bir gurur ifadesi, öyle bir haz alma. Ceyl’an’sa ışık bahane, alkış beklemeyecekti neredeyse. Vallahi bunları birebir yüzüne söyledik konser sonunda kuliste. İçinden “Ne yargı dağıttılar be!” demiş olabilir ama biz de senelerce Muppet Show’daki bir şey beğenmeyen zevzek ihtiyarları boşuna izlememiştik herhalde. Allahtan aramızda Elhan da vardı. (O daha hep ballandırarak söyler ne söyleyecekse öyle tatlı tatlı.)

Hooop geldik mi yazının ta en başına? Kulisteyiz. Gecenin ilerleyen saatleri olmuş. Misafir gitmeden ev sahibi gidemiyor haliyle. Daha Kenan bile oralarda üstelik, o bile gitmemiş. Biraz da onunla, birkaç gece önce yapamadığımızı yapıp, onun konseri hakkında kaynatıyoruz. Bir de grup halinde bir fotoğraf çektirip bu ilklerin gecesini tarihe not düştük mü tamamdır. 

Artık huzur içinde taksi aramaya çıkabiliriz. On dakikalık mesafedeki evimize gidecek taksi bulabilmenin tek yolu en iyi ihtimalle Avcılar’a filan gideceğimizi söyleyip taksiye binmek, sonra sahiden de Avcılar’a gidip oradan dönmek. Taksi şoförleri başka türlü ikna olmuyor, memnuniyet duymuyor çünkü. Her Açık Hava konseri sonunda yaşadıklarımızla sabit.

Bakın şu Ceyl’an’ın yaptığına. Ne ara, hangi şarkıda bu kadar gündemin içine düştüm, bu kadar etrafında olup biteni gören, gördüğüne ses eden, (af edersiniz) muhalif biri oldum ben? Niye oldum? En iyisi Avcılar’a gidip gelirken buna bir kafa yorayım. O şarkılarda ne vardı? O konserde ne vardı? Bir şey oldu! Ne oldu?
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 13, 2019 05:27

July 12, 2019

Günün Şarkısı 12 Temmuz 2019


Şekersiz – “En Güzel Yaşımdı (Akustik)”


İtiraf edeyim hemen her gün hem bütün dijital platformları, sosyal medyayı ve bana ulaşan basın bültenlerini tarayarak yeni şarkı avına çıktığım halde zaman zaman benim bile kaçırdıklarım oluyor. Müzikte arz, talebi aşalı çok oldu, orası kesin; takibe mesai harcayan bile ıskalıyorsa bazı şarkı, şarkıcı ya da grupları, buradan pay biçin.

Şekersiz de bir şekilde gözümden kaçmış bir grup olmalı. Bir hafta kadar önce yayımlanmış şarkılarını listeme almışım bir şekilde. Sonra şarkı kulağıma takılmış. Biraz araştırdım, nedir ne değildir diye. Kocaeli çıkışlı, halen de müziğe orada devam eden bir grupmuş Şekersiz. İlk teklisi “Senin”i 2017’de yayımlamış. 2018’de ise önce iki tekli, ardından bir de 4 şarkılık kısaçalar gelmiş grup cephesinden. Geçtiğimiz günlerde Dijital Dağıtım etiketiyle yayımlanan “En Güzel Yaşımdı (Akustik)” teklisi ise o kısaçalarda yer alan şarkılardan birinin akustik versiyonu.  

Öncelikle grubun solisti ve bu şarkının söz ve müziğini yazan Yunus Emre’nin sesi dikkatinizi çekiyor. Olgun, bir parça çapaklı ve de kendine ait rengi belirgin bir ses bu. Sonrasında şarkılardaki melodik güç ve eli yüzü düzgün sözler, sonuna kadar dinlemenize neden oluyor. “Sound” olarak (muhtemelen kısıtlı imkânlarla kaydedildiği için) yeterince kulak doyurucu değil belki ama bu kadarı bile “burada umut vaat eden bir şeyler var” dedirtiyor. Bana dedirtti en azından. Özellikle de bu şarkının bu akustik versiyonu. (Şarkının akustik versiyonu YouTube’da yok, o yüzden buraya orijinal halinin videosunu koyuyorum. Akustik versiyonu diğer dijital platformlardan dinleyebilirsiniz ki bence dinlemelisiniz.)

Grubun Facebook resmi sayfası en son 2018 yılında güncellendiği için bu yazdığımdan emin değilim ama kadrosunda şu isimler var: Yunus Emre, Kubilay Demir, Eray Bala ve Kazım Armağan. Instagram hesabından öğrendiğim kadarıyla da son aylarda Spotify editör listelerine giren şarkıları sayesinde şarkılarını duyurmak konusunda iyice bir yol kat etmişler. Bence de dinlemeye ve takibe almaya değer bir grup Şekersiz.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 12, 2019 12:50

July 11, 2019

Günün Şarkısı 11 Temmuz 2019


Fikret Hakan – “Al Yanaklım”

2010 yılıydı. Ülkenin en eski ve en köklü plak firması Odeon için albüm proje danışmanlığı yapıyordum. Tasarladığım projelerden biri de plak yapmış sinema ve tiyatro oyuncularının şarkılarını bir araya getiren bir albümdü. Odeon’un arşivinde bu konuda bir hayli malzeme vardı ama başka firmalar hesabına yapılmış plaklardan istifade edersek proje daha renkli olacaktı. Mesela Fikret Hakan’ın üç 45’lik plağı, yani kaydedilmiş altı şarkısı vardı.

Proje koordinatörümüz Zeynep Göktürk, bu vesileyle Fikret Hakan’la bir görüşme yaptı ve beklenmedik bir sonuç çıktı. Hakan’ın elinde plak olarak yayımlanmamış bir kayıt vardı ve albüme bu şarkıyı koyarsak onu gün ışığına çıkarmış olacaktık. 

Bu kayıt, Ayla Dikmen’in sesinden kulaklarımıza yer etmiş, bir dönem stadyumlara bile düşmüş “Al Yanaklım” adlı şarkıydı. Mustafa Alpagut’un Karacaoğlan’ın dizelerinden bestelediği bu şarkıyı Ayla Dikmen 1972 yılında plak yapmıştı. Fikret Hakan ise aynı “playback” üzerine seslendirmişti şarkıyı. İlk 45’liğinin 1973 yılında çıktığı düşünülürse, muhtemelen şarkı söylediği ilk kayıt bu şarkı olmalıydı.

Bahsettiğim albüm “Şöhretler Gazinosu” adıyla yayımlandı. (“Yeşilçam Gazinosu” olacaktı aslında ama bir sebepten olamamıştı.) Arşivciler için bir hazine değerindeydi aslına bakarsanız, zira Yeşilçam oyuncularının şarkı söylediği plaklar büyük bedellerle satılıyordu sahaflarda ama bu albüm her nedense yeterince dikkat çekmedi o dönem. Şimdilerde dijital platformlarda “Türk Sinemasının Yıldızlarından Eskimeyen Şarkılar” adıyla bulunabiliyor bu albüm.

Fikret Hakan ya da gerçek adıyla Gaffar Bumin Çıtanak, uzun yıllarca boyunca Türk tiyatro ve sinemasının en önemli oyuncularından biri olarak sayısız tiyatro oyununda, filmde rol aldı. Kendine has oyunculuk stiliyle akıllarda kaldı. Onu 11 Temmuz 2017’de kaybettik. Bugün Fikret Hakan’ın ölüm yıldönümü. Ruhu şâd olsun.   
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 11, 2019 08:53

Fatma Turgut Röportajı


Fatma Turgut’la yeni albümünü ve daha fazlasını konuşmak üzere bahar yağmurunun eşlik ettiği bir akşamüstü, Teşvikiye’de bir sokak kahvesinde bir araya geldik. Sohbetimiz boyunca sık sık “Albüm bir an önce çıksın, insanlar dinlesin istiyorum,” demesi boşuna değildi. Adeta ilk albümü piyasaya çıkacak genç bir müzisyen gibi gözle görülebilir bir biçimde heyecanlıydı.

Röportajın tamamını okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 11, 2019 05:24

July 10, 2019

Günün Şarkısı 10 Temmuz 2019

Burcu Güneş – “Ufo”


Burcu Güneş, kariyer çizgisi boyunca popun farklı müzikal anlayışta işlerine de hep açık olmuş ve her birini kendine yakıştırmayı bilmiş ender isimlerden. 1998 yılında “Aşk Yarası” albümüyle hayatımıza girmiş, 2001 yılında yayımlanan “Tılsım”la yerini sağlamlaştırmış, 2004 çıkışlı “Ay Şâhit” ile de o dönemin özellikle genç dinleyicilerini avucunun içine alarak müzikte kalıcı olmayı garantilemişti. Kendi kızım dâhil, bugün yirmili yaşlarını süren kime sorsam, hepsinin “Ay Şâhit” albümünden “efsane” diye bahsettiğine bizzat şahidim.

Kendi bestelerine ağırlık verdiği “Ben Ateş Ben Su”, aynı albüm şarkılarının “remix” versiyonlarından oluşan “On The Club” da kariyerinin bir başka dönüm noktası olmuş, yine iyi pop şarkılarıyla dolu “Sihirbaz”la 2000’leri kapatmıştı Burcu Güneş.

2010’ların başında “Tamamdır”la başlayıp “Oflaya Oflaya” ile yol alan yakın dönem kariyerini de parlak bir biçimde geçiren Burcu Güneş, “Gül Kokusu” albümü, “Aşkın Beni Baştan Yazar” ve “Yakın Mesafe” ve “Darmaduman” gibi teklileri ile adından söz ettirmeye devam etti. Bir prestij albümü olarak da görülebilecek “Anadolu’nun Güneşi” albümü ise 2018 yılında yayımlandı ve Burcu Güneş bu defa da türkülere getirdiği yorumla konuşuldu.

Tüm bunları kısaca özetlemek istedim çünkü geride bıraktığı 20 yılı hiç boş geçirmemiş olduğunun altını çizmekte fayda var. Nitekim yeni teklisi “Ufo” geçtiğimiz günlerde DMC etiketiyle yayımlandı ve Güneş’in 2020’li yıllara da hazır olduğunu böylece görmüş olduk. Zira söz ve müziği kendisine ait, düzenlemesi Mustafa Ceceli tarafından yapılmış bu şarkı tam da pop müzik seven “teenage” kitleyi ve dahası çocukları (Yâni 2020’li yılların gençlerini) yakalayabilecek bir şarkı.

Burcu’nun klipteki kostümleri, koreografiye uygun dans etmesi kadar doğaçlama ve saçma bir biçimde dans etmesi, o masalsı ve sihirli gibi görünen klip mekânları, şarkının ritmi, düzenlemesi, şarkı sözlerinin dili, ezbere yatkın melodisi filan hepsi bu amaca hizmet ediyor. Burada zekice planlanmış ve başarılmış bir güncelleme var.

Evet Burcu Güneş’i daha “cool”, belki daha orta yaşlı pop şarkılarında da seviyoruz ama pop kulvarında koşuyorsanız, üstelik yirmi yıllık da bir yol almışsanız, böylesi ters köşe ve dikkat çekici işler her zaman iyidir. Bu iş dünyada da böyle yapılıyor zaten.  
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 10, 2019 12:23

July 9, 2019

Günün Şarkısı 9 Temmuz 2019


Mavi Işıklar – “Helvacı”

1965 yılında dünya Beatles fırtınası devam ededururken Türkiye’de popüler müzik yeni yeni inşa ediliyordu. Hürriyet gazetesinin ilk kez 1965 yılında düzenlediği Altın Mikrofon yarışması tek başına popüler müziğin bir kanadını oluşturacak Anadolu popun yaygınlaşmasında önemli rol oynadı. Yarışmaya yerel motiflerin kullanıldığı besteler ya da düzenlemelerle katılma şartı vardı. Yarışmadan bir yıl önce kurulan Mavi Işıklar da Altın Mikrofon’a “Helvacı” türküsünün ve “Kanamam” kantosunun düzenlemeleriyle katılmıştı. Dönemin modası “twist”ti ve her iki düzenleme de “twist” formundaydı.

Bir örnek giysileri ve kısa kesilmiş saçlarıyla Beatles’ı andıran Mavi Işıklar, Altın Mikrofon’u ikincilikle tamamladı ve kısa sürede ülke çapında tanındı. Üniversite öğrencisi gençlerden oluşan grup çok sevilmişti. Artık bizim de tıpkı Beatles gibi gençlerin sevgilisi, popüler bir yerli ve milli grubumuz vardı.

1971’e kadar bir dolu plak dolduran, konserler veren grup sonrasında dağıldı. Ta ki 1990 yılına kadar. 1990 yılında eski arkadaşlar tekrar bir araya gelip Mavi Işıklar ruhunu ’90’lar ve 2000’lere taşıdılar. 2002 yılında ise Ada Müzik, Mavi Işıklar’ın plaklarda kalmış kayıtlarını CD formatında yeniden yayımladı. 

“Helvacı” türküsünün bir dönem bir televizyon dizisinde kullanılmasıyla Mavi Işıklar bir kez daha gündeme gelmişti. Grup elemanlarının ilerleyen yaşlarına rağmen grup zaman zaman konserlere çıkmaya devam ediyordu.     

Videodaki görüntü Mavi Işıklar’ın Altın Mikrofon ikinciliği sonrasında, yine 1965 yılında çekilmiş Şeker Gibi Kızlar filmden. Senaryosunu Erdoğan Tünaş’ın yazdığı, yönetmenliğini Muzaffer Arslan’ın yaptığı filmde Mavi Işıklar da yine Mavi Işıklar olarak rol almış. İyi ki almış da grubun o günlere dair görüntüleri bu film sayesinde bugünlere ulaşmış.

Mavi Işıklar’ın solisti Nejat Toksoy bugün sabaha karşı hayata gözlerini yumdu. Müzik tarihimizden bir sayfa daha eksildi. Mekânı cennet olsun.


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 09, 2019 12:23

July 8, 2019

Günün Şarkısı 8 Temmuz 2019


Yaşar Kurt – “Ruhum”

Yaşar Kurt son albümü “Hemşin Yaylaları”nı 2015 yılında çıkarmış, 2016’da Gar Müzik’in “Rockname” isimli karma albümünde “Faşist Tavuklar” adlı şarkısıyla yer almıştı. Derken iki ay kadar önce Garaj Stüdyo YouTube kanalında “Ruhum” videosu yayınlandı. Aynı şarkı geçtiğimiz günlerde ise dijital platformlarda tekli formatında piyasaya sürüldü. Kariyeri boyunca altı albüm yayımlamış Yaşar Kurt’un ilk teklisi bu.  

Bildik bir şarkı aslında “Ruhum”. Yaşar Kurt sevenlerin yakından bildiği, hatta klasikleri arasında saydığı bir şarkı. 1997 yılında yayımlanan ikinci albümü “Göndermeler”de Fırt Emin adıyla yer almış, 2000’li yıllarda albümün yeniden basılması ve şarkının Barışarock kaydının internete düşmesi ile de bir sonraki kuşağın da bildiği bir şarkı haline gelmişti. Şarkının adı neden “Fırt Emin”di, rivayet muhtelif ama zaten “Ruhum” diye biliyordu çoğu kişi. Nitekim bu yeni kayıt da “Ruhum” adıyla yayımlanmış.

Yaşar Kurt bildiğiniz gibi. Yine Amerikan folk şarkıcıları gibi kirli bir biçimde şarkı söylüyor; tabii şarkının ilk kaydına kıyasla çok daha yerinden söylüyor bu defa. Şarkının düzenlemesi Yaşar Kurt ve Flört’ten tanıdığımız Çağatay Kehribar tarafından yapılmış. Yine eskisine göre çok daha profesyonel ve çok daha “blues” bir düzenleme bu.

Bir dönem sadece şarkılarıyla değil, siyasi tavrıyla da çok sayıda dinleyici üzerinde derin izler bırakmış, kimi şarkıları slogana dönüşmüş, buna karşın ana akıma hiç düşmemiş bir müzisyen Yaşar Kurt. Hem bu şarkının hem de Yaşar Kurt’un dönüşü şu ara hepimize iyi gelebilir.  
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 08, 2019 11:51

Ersay Üner Röportajı



"Ruhumu 28 Yaşına Sabitledim"
Birkaç saat evvel yağmur yağmış ama İstanbul’un nemini arttırmaktan başka bir işe yaramamış. Bahçe ıslak, mecburen içeride oturacağız. Cansu bize kahve yaparken Ersay anlatmaya başlıyor. “Dur, anlatma, kayıt cihazını açayım,” diyene kadar albümünün hikâyesini dinliyorum bile. Öyle tezcanlı, heyecanlı… Söylemiş miydim? Hiperaktiftir Ersay. Aaevet!

Röportajın tamamını okumak için bu cümlenin üzerini tıklayabilirsiniz. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 08, 2019 06:31

July 7, 2019

Sevdalım Hayat


ZÜLFÜ LİVANELİ HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ 1 TEMMUZ 2019

Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu ama ben fark ettim Allahtan. Bir koşturmaca, bir telaş, bir panik havası… Açık Hava’daki güvenlik görevlileri, organizasyon yetkilisi birileri ha bire önümden geçip duruyor. Bir işaretleşmeler, bir şeyler… Ne oluyoruz? Protokolün ön koltukları hâlâ boş. Demek ki mühim birileri gelecek… Konser Zülfü Livaneli konseri olunca insanın aklına ilk gelen Michail Gorbaçov, Mikis Theodorakis, Elia Kazan ya da ne bileyim ben Yaşar Kemal filan oluyor ama son ikisi hayatta değil zaten, Gorbaçov 88, Thedorakis 93 yaşında; bir konser için bu sıcakta memleketlerinden kalkıp gelmezler herhalde. Daha genç biri olmalı… Gençliği olan biri…

Kulisten salona girilebilen boşluktan önce karısı, sonra kendisi gözüküyor. Gözüktüğü anda da salonda kıyamet kopuyor. Ben de herkes hemencecik nasıl gördü diyorum, meğer yanlardaki ekranlardan gösteriyorlarmış o sıra. Alkış ve tezahürat Ekrem İmamoğlu için.

Açık Hava’da en son bir siyasiye gösterilen tepkinin tam tersine; ıslık ve yuhalama şeklinde bir protestoya şahit olmuştum, galiba iki sene oluyor. Yine benzer bir şekilde, konser tam başlamazdan evvel “bakara makara”sıyla meşhur o siyaset kişisini kameralar göstermiş, gösterir göstermez de salon ıslıklı protestoya kesmişti. Bu işler böyle. Herkes eninde sonunda hak ettiğini alıyor. Kiminin payına ıslık düşüyor, kimininkine alkış.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı da protokoldeki yerini aldığına göre konser başlayabilir artık. Eni konu heyecanlıyım. Bilmem kaç yıl önce Kuruçeşme Arena’da izlemişliğim var Livaneli’yi. Öncesinde Ankara Hipodrom, İstanbul Taksim Meydanı gibi bugün dahi benzeri yapılamamış, rekor sayıda seyirciyi bir araya getirmiş konserleri sadece benim hafızamda değil, toplumsal hafızamızda da mıh gibi çakılı.

Bu geceki konserin ismi “Sevdalım Hayat”. Sadece bir Livaneli şarkısının adı değil bu güzel isim; aynı zamanda Livaneli’nin hayat hikâyesini anlattığı kitabın da adı. Bu gece de o hayat hikâyesinin izlerini sürecek bir konser izleyeceğiz. Sahnedeki görkemli filarmoni orkestrası boşuna değil.

Rivayet odur ki vakti zamanında Hülya Avşar ilk şarkıcılık deneyimi için sazlarla prova yapmak üzere bir araya geldiğinde sazların tuhaf tuhaf sesler çıkarmasından pek rahatsız olmuş da sormuş, “Ne yapıyor bunlar?” diye. “Sazlar akort yapıyor,” demişler cevaben. O da sinirli sinirli “E onu provadan sonra yapsınlar da biz başlayalım bir an önce,” deyivermiş de kimse ne cevap vereceğini bilememiş. Dedim ya, rivayet; doğruluk payı olmayabilir. Ama Açık Hava sahnesine kurulmuş filarmoni orkestrası yerini alıp birkaç dakika boyunca akort sesleri çıkarınca ister istemez bu rivayet geldi aklıma. Popüler kültüre dair ne kadar çöp bilgi varsa hatırınızda, mutlaka en olmadık yerde aklınıza gelir, hiçbirini unutmaz, unutamazsınız, bilin istedim.

Işıklar kararıp ekranlarda bir video belirdiğinde az önceki tahminim kısmen de olsa gerçeğe dönüştü. Videodan Gorbaçovlar, Theodorakisler filan geçmeye başladı. Livaneli kariyerinin en parlak anları; Altın Palmiye, Londra Senfoni Orkestrası Livaneli konseri, kendi yönettiği filmler, az önce bahsettiğim ihtişamlı konserler filan ardı ardına sıralanmıştı videoda. Hepsini zamanında gazetelerden, dergilerden takip etmişliğim vardı zaten, üstüne Sevdalım Hayat kitabını da okumuştum. Bunca iş başarmış bir sanatçının bu gece vereceği konserin şimdinin gazetelerde değerince yer bulmaması içimi burkabilirdi ama hiç sırası değildi. Bu gece, yaşadığımız günlere sıkıştırmak istemiyordum ruhumu. Önümüzdeki iki-üç saat boyunca hem o eski, güzel günlere hem de eninde sonunda gelecek güzel günlere yollanacağımızı, geniş zamanlara akacağımızı hissediyordum. Kim bilir belki bugünü de güzel kılabilirdik böylece.

Videodan sonra orkestra şefi Rengim Gökmen olanca zarafetiyle sahneye geldi, yerini aldı ve onun komutuyla orkestra gecenin ilk parçasını çalmaya başladı. Livaneli’nin bildik melodilerinin de içinde gezindiği bir uvertürdü bu. Parçanın çalınmasından sonra Rengim Gökmen yaptığı açılış konuşmasında bu uvertürün Oğuzhan Balcı tarafından hazırlandığını ve bu gece ilk kez çalındığını söyledi. Hemen arkasından da gecenin iki solistinden birini sahneye davet etti. (Livaneli harici solistlerden bahsediyorum; zira Livaneli bu gece hem ev sahibi hem de misafirdi ama şarkıların büyük kısmını o söylemeyecekti.)

Sonra Zeynep Halvaşi sahneye geldi ve “Nefesim Nefesine”yi seslendirdi. Hemen ardından da diğer solist Teyfik Rodos geldi ve o da “Sevdalı Başım”ı söyledi. 

Daha dakika bir gol bir gece boyunca “duygular şelale” halinde kalacağımız kesinleşmiş oldu böylece. Zira melodiler, sözler zaten yeterince dokunaklı iken o kocaman orkestradan çıkan ses o an sadece senin benim onun değil, Açık Hava’nın üzerine plastik sandalyeler monte edilmiş kadim taşlarının bile kalbini titretebilirdi. Ki nelere şahit olmuş, ne konserler izlemiş, kimleri görmüştü o taşlar bunca sene kim bilir… Bunu düşündüm, elimi uzatıp altımdaki taşa dokunmak ihtiyacı hissettim bir an. Bana daha konserin başında, üzerinde oturduğum taşla duygusal bağ kurduran şarkılar utansındı. Livaneli utansındı. Ama utanmış gözükmüyordu bu iki şarkıdan sonra alkışlar eşliğinde sahneye geldiği zaman. Daha ziyade mutlu, gururlu ve hatta coşkulu görünüyordu.

Elbette Livaneli’yi karşılayan şarkı da “Merhaba”ydı. Yıllar sürmüş sürgün hayatının bittiği günlerde, 1984 yılında Şan Tiyatrosu’ndaki ilk İstanbul konserinin açılışında söylediği ve konser kaydının bir plağa dönüşmesinden kelli seyirci alkışının sesiyle birlikte iliklerimize işlemiş, sonrasında sayısız Livaneli konserinin açılış şarkısı olmuş “Merhaba”.

Şarkıdan sonra Livaneli “Beraberliğimizi ve gücümüzü bütün Türkiye’ye haykırdığımız bir dönemde geldiniz,” dedi. “Hoş geldiniz,” dedi. Hoş bulmuştuk ne yalan söyleyeyim. Tamam, zaman zaman nasılsa tersine dönmüş fikirlerine, gazeteci olarak köşesinde kaleme aldığı yazılara, söylediklerine filan kızdığımız (en hafifinden “katılmadığımız”) olmuştu yıllar içinde. Ama buna rağmen inkâr edilemeyecek, öyle bir kalemde harcanamayacak bir ortak geçmişimiz vardı. Hepsi bir kenara, her bir şarkısında bir fincan kahve içtiğimizi var saysak, hatırını hesap etmeye aritmetik yetmezdi. Yani bence öyleydi en azından, aksini düşünenler kusura bakmasın.

Livaneli coşkulu giriş konuşmasının ardından bir hikâye anlatmaya başladı. Kısaca özetlemek gerekirse; dört mevsim karlı bir iklimde dağ yamacına kurulmuş bir köyün çığ düşmesinden korktuğu için fısıldayarak konuşan köylülerine dairdi hikâye. Yeni doğan çocuklara da daha doğar doğmaz susmayı, sesini yükseltmemeyi öğretiyordu köylüler. Herkes bir gelenek gibi, bir töre gibi susuyor, böylece o korkulan çığ da düşmüyordu. Sonra bir gün bir çocuk doğmuş, daha susturmaya vakit kalmadan çığlık çığlığa ağlamaya başlamıştı. Hikâye bu ya… Çığ düşmemişti üstelik. Bin yıllık sessizlik bozulmuş, korkunun sonu gelmişti. Artık herkes konuşabiliyor, sesini yükseltebiliyordu o köyde. İşte bizim köyde de korkunun sonunu getiren, sessizliği bozan bir çocuk doğmuştu bir zaman önce. O çocuk şu anda Livaneli’nin tam karşısındaki protokol koltuklarında oturuyordu.

Livaneli Ekrem İmamoğlu’nu sahneye çağırdı. İmamoğlu da hikâyenin sonunun nereye varacağını merak ederken kendisine varmasını hiç beklemediğini söyleyerek teşekkür etti. O da bir konuşma yaptı. Tabii ortalık yine alkış kıyametti bu esnada. Birkaç gün önce izlediğim Kenan Doğulu konserinde Kenan “make some noise” kalıbını dublaj Türkçesiyle bize uyarlamış, konser boyunca sık sık seyirciden “gürültü” istemişti. Bu gece ise seyirci gürültü etmeye dünden hazırdı zaten ki İmamoğlu da bu ruh haline tuz biber olmuştu adeta. Kim bilir belki de bu ruh halinin asıl sebebiydi. Biri bir azıcık umut verse yetecekti de o, kısacık bir zaman içinde çoğunu vermişti. Belki ateşler, sisler, konfetiler, havai fişekleri yoktu ama konserin bir kutlamaya dönüşmesi o umut bulutunun üstümüzde dolaştığının göstergesiydi.

Ekrem İmamoğlu sahneden inerken Zülfü Livaneli de gitti ve Teyfik Rodos “Güneş Topla Benim İçin”i, ardından da Zeynep Halvaşi “Gözlerin”i söyledi. Sonra Livaneli tekrar sahneye geldi ve bu defa seyirciler arasında oturan eş, dost, ahbabı saymaya başladı. Dilek İmamoğlu’na yıllardır, daha ortada adaylık, seçim meçim yokken bile “First Lady” diye hitap ettiğini anlattı. Sonra onun yanında oturan kendi eşi Ülker Livaneli’den ve kızı Aylin’den bahsetti. Yaşadığı her şeyin en yakın şahidi, çile ortağıydı o iki kadın. Ülkeler, şehirler, evler değiştirmişler, yokluklar, sıkıntılar çekmişlerdi birlikte.

Adam duygusal bir şeyler anlatıyor, benim kafamın içinde ise “Bana müsaade, sana rast gelsin,” çalıyordu. O günlerin çok popüler bu şarkısı eşliğinde gençler, bugün “Yahu bu ritimle nasıl bu kadar çılgınca dans edilebilir?” diye sorduracak bir biçimde, sahiden çılgınca dans ediyorlar, sahnede ise Aylin Livaneli hem şarkıyı söylüyor hem de üzerindeki siyah mini elbisenin eteklerini (daha fazla yukarı çıkıp da frikik oluşturmasın diye) çekiştiriyordu durmaksızın. Bilen bilirdi, bir kez görenin unutması mümkün değildi. Öyle yer etmişti hafızamıza o ikonik görüntü. O zaman bu zaman nerede bir Aylin Livaneli lafı geçse, o şarkı kendiliğinden çalmaya başlar, o siyah mini elbisenin etekleri kendiliğinden aşağı doğru çekiştirilirdi.

Kahretsin! Popüler kültür sızmıştı gene gecenin asaletine. Neyse ki Livaneli’nin anlattığı bir başka hikâyeyle kovdum kafamdaki şeytanları. Yine sürgün günlerinde, Sisam Adası’nda, deniz kıyısında oturduğu bir gece, karşı kıyının ışıklarını seyrederken, elini uzatsa dokunacağı kadar yakınken gidemediği ülkesine duyduğu özlemle, oracıkta yazmıştı şimdi söyleyeceği şarkıyı: “Kardeşin duymaz, eloğlu duyar.” Bu hikâye, Varna önünden kalkan ve Boğaz’a doğru giden vapuru okşayan Nazım’ın hikâyesiydi biraz da. “Nazım usulcacık okşar vapuru, yanar elleri…” demişti o şiirde Nazım. Başka bir şiirde de “Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman, beni o limana çıkaramazsın,” diye seslenmişti onu bekleyen Kaptan’a. “Çok yorgunum, beni bekleme kaptan…” Livaneli de “Üzülme bunları duyduğun zaman, ümidi kesip de incinme sakın, aç yüreğini bir merhabaya, kardeşin duymaz, eloğlu duyar,” diyordu şarkısında. Biz ağlıyorduk.

Bu ülkeden uzakta yaşamak zorunda kalmak bir sürgündü evet ama bu ülkede doğup büyümüş, yaşamış herkesin burada yaşarken sırtlandığı bir sürgünü de vardı. Bana göre bu şarkı en çok onu anlatıyordu.

Dağılmıştık. Neyse ki sırada bir film müziği vardı. Livaneli’nin aynı adlı kitabından filme alınmış Mutluluk filminin yine Livaneli tarafından bestelenmiş müziğini filmden görüntüler eşliğinde orkestra çalacaktı. Çalmadan önce orkestrada yer alan kardeşi Ferhat Livaneli’yi alkışlattı Zülfü Livaneli. “Mutluluk”un hemen ardından da sahneye etekleri zeytin dalı desenli beyaz elbisesiyle gencecik bir kız geldi ve “Kız Çocuğu”nu söyledi. Şarkıdan sonra yine Livaneli’nin anonsundan öğrendik ki bu güzel kız çocuğu da Teyfik Rodos’un kızı Zeynep Rodos’muş meğer.

Sonrasında Livaneli yine seyirciler arasında yer alan Hıncal Uluç (ki bir şekilde herkesin tanıdığı, dostu, ahbabı olan Hıncal Uluç’un her sezon Açıkhava konserleri başlamadan önce gelip protokol koltuklarından birine yerleştiğini ve konserler bitene kadar, üç ay süresinde oradan ayrılmadığını düşünüyorum ciddi ciddi) ve Nebil Özgentürk’ten bahsetti, onları alkışlattı. Ve bu defa da Stockholm’de yaşadığı yıllarda evlerinin yakınındaki karlı ormanda Yaşar Kemal’le yaptığı yürüyüşleri anlattı. Yaşar Kemal’in karısı Ayşe Baban da seyirciler arasındaydı zaten. Karlı orman anısının “Karlı Kayın Ormanı”na bağlanacağını hemen anladık tabii. Nazım’ın mısralarıyla Livaneli’nin hayat hikâyesi bir kez daha kesişmişti. Şiir mi hayatı, hayat mı şiiri taklit emişti bilinmez ama Nazım’ın şiiriyle Livaneli’nin sazı birbirine değince bu yürek yakıcı türkü doğuvermişti işte.

Sırada “Leylim Ley” vardı ve onun hikâyesi de bir başka âlemdi doğrusu. Livaneli’nin bir Sabahattin Ali şiirinden bestelediği bu şarkı, ilk popüler olduğu dönemde bir marş gibi dillere dolanıp, slogan haline gelince günün siyasi erki tarafından “sol propaganda içerikli” bulunmuş ve Livaneli’nin başını bir hayli ağrıtmıştı. “Ha bire içeri alıyorlardı beni. Ankara’nın ‘beş yıldızlı otelleri’ vardı o zaman, bilirsiniz. Alıyorlardı beni, masaj da yapıyorlardı. (‘İçeri alıyorlardı’ diyor yani, ‘masaj’ dediği de işkence; ironi pek anlaşılamayan bir şey oldu artık, o yüzden altyazı koymak mecburiyetinde hissettim.) Ben de anlamıyordum ne var bu şarkının sözlerinde diye. ‘Seher yeli dağıt beni kır beni’ diyor şiirde, acaba oradan yıkıcılık ve bölücülük yaptığım manasını mı çıkarıyorlardı? Bu şarkıyı kim söylese tutuklanıyordu o zaman. Sonra aradan zaman geçti, bu şarkı yeniden keşfedildi. Herkes söyledi; tavernacılar, popçular… İbrahim Tatlıses de söyledi. Bakıyorum, insanlar bu şarkıyla göbek atıyorlar. Ama en acayibi bir gün Müjdat Gezen’in beni araması oldu. ‘Zülfü az önce sokakta gördüm, senin şarkınla ayı oynatıyorlar,’ dedi bana.”

Zaman ne çok taşı yerinden oynatıyor, birinin doğrusu öbürünün yanlışı, birinin yanlışı diğerinin doğrusuyken, gün geçtiğinde sabit fikirler nasıl da el değiştirebiliyordu. Bir dönemin insanlarının uğruna hapisler yattığı, işkenceler gördüğü şarkı, bir başka dönemin insanlarına göbek attırabiliyordu. Çok da sabitlememek lazımdı fikir denilen şeyi demek ki. “Leylim Ley”in bu hikâyesi tek başına bunun tez konusu olabilirdi.

“Leylim Ley” ilk yarının son şarkısı oldu. Arada biz yukarılara çıkıp geri geldiğimizde Ekrem İmamoğlu’nun hâlâ yerinde oturduğunu gördük. Daha doğrusu oturamıyordu. Etrafına doluşan insanlar onun bir şekilde kadraja girdiği “selfie”ler çekmekle meşguldü çünkü. Bir şeyler söyleyenler, konuşmak isteyenler… Bir çeşit sevgi yumağı oluşmuştu oracıkta. Başkan değil, bildiğiniz “rock star”dı mübarek.

İkinci yarı yine filmin görüntüleri eşliğinde Yer Demir Gök Bakır’ın müziğiyle başladı. Müziğin üzerine uzunca bir anı anlatma sekansı daha yaşandı zira Livaneli bu ilk filminin çekimlerinde, o karlı Erzincan köyünde epeyce anı biriktirmişti. En tuhafı da filmde bir ermişi canlandıran Rutkay Aziz’in bir zaman sonra köylüler tarafından hakikaten ermiş muamelesi görmesi, muhtarı canlandıran Yavuzer Çetinkaya’nın da gerçek bir muhtar gibi köylülerin dertlerini dinlemek zorunda kalmasıydı.

Sonrasında Livaneli, İmamoğlu’na hitaben “Başkanım, bu şarkı seni ilgilendiriyor. Çünkü bu şiiri yazan Orhan Veli, bir kanalizasyon çukuruna düşerek öldü biliyorsun. Şairler ölmesin artık,” dedi. Livaneli’nin Orhan Veli şiirinden bestelediği şarkı “Gün Olur”du. Arkasından gelen “Kan Çiçekleri”nin ilhamını da Abidin Dino’nun Paris’te aynı adla açtığı resim sergisinden almıştı Livaneli. Nitekim bu şarkıyı da Dino’nun ekranlara yansıyan tabloları eşliğinde dinledik. Bu arada, söylemem lazım, konser boyunca hemen her şarkının fonunda fotoğraflar, videolarla oluşturulmuş nefis görseller vardı. Böylece Livaneli’nin 74 yıllık hayat yolculuğunun duraklarından da geçiyorduk şarkıları dinlerken. Bu görsellerin Yiğit Arslan tarafından yapıldığını da o sırada söyledi Livaneli.

“Kan Çiçekleri”nin ardından bir saz solosu sonrası “Sevdalım Hayat” çalındı ve söylendi. Bütün şarkıları bir yana, bu nispeten yakın dönem şarkısını ayrı bir severim ben. İyisiyle kötüsüyle yaşadığımız her ana, uçan kuşlara, çiçeğe durmuş ağaca, sevdaya, hayata bir şahane selam, bir şükür duası, bir övgüdür çünkü. İyi gelir bana. Yine iyi geldi nitekim. Birazdan yine salya sümük ağlamaya başlayacağımı bilmiyordum tabii.

Bu arada malumunuz “şükür” kelimesini duyunca ilk aklımıza gelen Gülben Ergen oluyor artık. Bir ara hafta sekiz gün dokuz Instagram’da paylaştığı ilgili ilgisiz her fotoğrafının altına mutlaka bir şükür, hatta “bin şükür” yapıştıran sanatkârımız, sadece bir popüler kültür ikonası olmakla yetinmeyip kanaat önderliğine de göz kırpıyordu. Sonra özellikle Instagram fenomeni Burak Altındağ’ın son derece komik makaraya sarmalarından bezmiş olacak ki bu kelimeyi pek kullanmaz oldu. İyi de oldu çünkü Ergen bu azimle giderse, böyle kanırta kanırta, “şükür” kelimesinin içini ha boşalttı ha boşaltacaktı. Oysa “şükür” onun sandığı gibi “istediğim her şeyi elde ettim,” “hem güzelim hem hâlâ genç görünüyorum ve çok da ‘fit’im”, “ohhh hem istediğime âşık olabiliyorum hem de üç çocuğum var,” türevi (sözüm ona göstermeden ama aslında göze soka soka döşenen) alt metinlerin üstüne söylenecek bir kelime değildi. Bu şarkıyı bir kere dinlese anlardı.

Gözümün önünde Gülben Ergen’in Instagram’da paylaştığı bir yazı. Siyah fon üzerine bir beyaz gömlek kadar beyaz harflerle yazılmış, bir Allah yazılı kolye masumiyetinde cümleler: “Ve Allah planları bozar. Yeni bir oyun kurar. Haklıya kurulan tuzak boşa çıkar…” Altında “hashtag”ler dizi dizi: #iftira, #yalan, #senaryo ve elbette #şükür.
Gülben çık git aklımdan derhal çık git! Zülfü Livaneli konserindeyim ve popüler kültüre ayıracak bir dakikam daha yok! Konser devam ediyor.

Sırada “Memik Oğlan” var. Zülfü Livaneli bu şarkıya Gezi sürecinde öldürülen çocukları anarak başlıyor. Ekranlarda o çocukların genç, hatta çocuk yüzleri. Birileri iktidarını kaybetmesin, gücünü korusun diye yok yere yitirilmiş canların acı öyküleri sızıyor şarkıdan. İçimizi sızlatıyor. Şarkı boyunca gözyaşlarımı bir kez daha tutamıyorum.

Sırada “Sevda Değil” var. Bu şarkıyı ilk kez Aylin Livaneli’nin aynı adlı albümünde dinlediğimizi, orada Aylin’e sadece eşlik eden babasının şarkıyı ondan ancak birkaç sene sonra solo olarak söylediğini bilmeyen vardır mutlaka. Ama şarkıyı bilen çok, orası kesin. Her şarkıdakinden biraz daha fazla çıkıyor seyircinin eşlik sesi. Ne de olsa ‘90’lar kuşağını da yakalamış bir şarkı.

“Sevda Değil”in arkasından bu defa Veda film müziği geliyor. Ne yalan söyleyeyim Livaneli’nin filmlerini genellikle sevmiş biri olarak Veda’yı zerre sevmemiş, özellikle oyuncu seçimini çok talihsiz bulmuştum. Yine de müziği güzelmiş, yıllar sonra tekrar dinleyince hoşuma gitmedi değil.

Sonrasında Zülfü Livaneli bize “Yiğidim Aslanım”ın hikâyesini anlatıyor. “Paris’te yaşıyorum o yıllarda ve sürgünüm hâlâ. Zaten Yol filminin müziğini yapmışım; girmem mümkün değil Türkiye’ye. Onu da kendi adımla yapamamışım, Sebastian Argol diye bir isim uydurmuşum, adam benden daha meşhur. O günlerde Türkiye’den gazeteciler yurt dışına gidip geldikçe, bize de uğrardı. Bir gün de Uğur Mumcu geldi. Uğur anlatıyor, ben konuşuyorum. Söz yeni bestelere geldi. ‘Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun bir şiirinden bir beste yaptım,’ dedim. Kasete kaydetmiştim zaten, açtım, dinlemeye başladık. Uğur ağlıyor. ‘Bu sadece Bedri Rahmi’nin yazdığı gibi Nazım Hikmet için değil, bütün devrim şehitlerimiz için bir ağıt olmuş,’ dedi. Ve ne gariptir ki yıllar sonra Uğur’un cenazesinde insanlar bu şarkıyı onun için söylediler.”

“Yiğidim Aslanım” yine bir ağızdan söylendikten sonra artık konserin sonuna gelinmişti. Konser boyunca başımızın üzerinden hiçbir yere gitmemiş umut bulutuna da bir selam vermek gerekirdi. Ve uzak ya da yakın zamanlarda düşünceleri yüzünden özgürlüğü elinden alınmışlara… “Özgürlük” gecenin son şarkısı oldu. Konser Livaneli’nin ayakta dakikalarda alkışlanmasıyla son buldu.

Şunu söylemeliyim ki gerek filarmoni orkestrası gerekse son derece iyi şarkı söyleyen solistlerle müzikal anlamda sahiden üst düzey bir şey izledik. Livaneli’nin detoneleri meşhurdur. Şarkıcı gibi şarkı söylemez ezelden beri ve biz onu öyle kabul etmişizdir zaten ama o bile şarkı söylerken daha bir iyiydi bu gece. Sanırım sırtını bu kadar güçlü bir orkestraya, böylesi önemli bir şefe ve iyi solistlere dayamanın rahatlığı vardı üzerinde.

Senfonik konser filan söz konusu olunca illa erkekse tenor, kadınsa soprano solistler şenlendirir ya konseri, bu defa öyle değildi. Belli ki şarkıları Livaneli’nin tonundan da çalabilmek için bir alto ve bir bas bariton seçilmiş, bu da Livaneli’nin kulaklarımıza yer etmiş tınısını ve tonlarını, onun söylemediği şarkılarda bile duyabilmemizi sağlamıştı. Böylece bir an bile yabancılaşmamıştık şarkılara. Bence konserin en önemli detaylarından biri buydu. Şarkıları opera tekniğiyle söyleyecek solistler bütün tılsımı bozabilirdi zira. Yanı sıra Livaneli’nin (başta da söylediğim gibi) hem ev sahibi hem misafir konumu, şarkı seçimi ve paylaşımı dengesi, olağanüstü düzenlemeler ve elbette görsel desteği geceyi unutulmaz kılan diğer detaylardı.

Gecenin sonunda Açık Hava’nın merdivenlerini ağır ağır çıkarken, bugüne, yaşadığımız zamana geri dönmekle, konser sırasında gittiğim o eski güzel günlerle, gelecek güzel günlerde kalmak arasında bir yerlerdeydim. Ne döndürürdü ki şimdi beni bugüne?.. “Leylim Ley”in gelmiş geçmiş en korkunç versiyonu mesela? Hani Nilay Dorsa’nın söylediği?.. Spotify’da var mıdır acaba?.. Derken taksiye bindik. Neyse ki taksinin radyosunda bugünlerde çok meşhur bir “rap” yıldızının şarkısı çalıyordu da Spotify’da Nilay Dorsa araması yaptırmama gerek kalmamıştı. “Boşver dildo, var babafingo delirin yo, bu da bingo,” diyordu “rap” yıldızı. Yakında Gülben Ergen de “rap” söyler miydi acaba? Ya da Hülya Avşar günün birinde filarmoni orkestrası eşliğinde Açık Hava’ya çıkar mıydı? Popüler kültürü seviyordum. Eve gidince nicedir ertelediğim Seren Serengil’in tatil “vlog”larını izleme işine başlamalıydım. Artık buna gücüm vardı.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 07, 2019 14:46

Günün Şarkısı 7 Temmuz 2019


Özgün – “Kalbimin Yer Yeri”

Neşeli, güler yüzlü, aşkın saf haline dair samimi romantik şarkılar pek yazılmıyor nicedir. “Hep karanlık,” durumundayız. Neye isyan ettiği belli olmayan isyankârlar, tam olarak niye öfke duyduğunu anlamadığımız öfkeliler devraldı müziği. Adı “arabesk” değilse bile duygusu, dili arabeskten de ağır bir furya sürüp gidiyor bir süredir. Ne zaman geçer bilinmez.

Tam da böylesi bir zamanda çıkıp geldi Özgün’ün yeni teklisi “Kalbimin Her Yeri”. Avrupa Müzik etiketiyle yayımlanan ve söz ve müziği Murat Güneş’e ait şarkının düzenlemesi ise Ozan Sarıboğa tarafından yapılmış. Şarkının klibinde ise Özgün, karısı Nida Uğurlu ile birlikte kamera karşısına geçerek şarkıda anlatılan aşkı şarkıda anlatılan olmaktan çıkarıp gerçeğin ta kendisi kılmış.

Püfür püfür bir yaz şarkısı “Kalbimin Her Yeri”; naif, iddiasız, tertemiz ve çok masum. Kimseye kızmıyor, “dis” atmıyor, kahırlardan kahır beğendirmiyor, hele hele küfür hiç etmiyor. Onlar da olmasın değil, olsun (ben olmasın desem de olacak nitekim; hep daim oldu) ama bizim yüzümüzde tebessüm yaratacak şarkılara da ihtiyacımız var. Hani dinlerken farkında olmadan ayağınızla ya da elinizde tempo tutmaya başladığınız, yerinizden kalkıp dans etmeye teşvik eden ama dans etmeye kalktığınızda da “kick”leriyle kafanıza kafanıza vurmayacak şarkılara… Bu şarkının sözü, müziği ve düzenlemesi tam da buna hizmet ediyor. Özgün’ün pozitif ses tınısı da öyle.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 07, 2019 10:30

Yavuz Hakan Tok's Blog

Yavuz Hakan Tok
Yavuz Hakan Tok isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Yavuz Hakan Tok's blog with rss.