Yavuz Hakan Tok's Blog, page 21

August 7, 2019

Fosforlu Demet

Demet Akalın Harbiye Açık Hava Konseri 
1 Ağustos 2019

“Hiii, Gülşah Saraçoğlu mu o?” dedi kızın biri. Nasıl mutlu, nasıl heyecanlı! Yüzünü görmedim, kimdir, kimin nesidir bilmiyorum, sadece sesi çalındı kulağıma. Sesindeki sevinç, coşku içimi titretti. Açık Hava’nın kulis kapısından çıkıyorduk. Demet Akalın’ın “fan”ları bekleşiyorlardı. Onlardan biri Gülşah Saraçoğlu’nu görmüştü. Ünlü görmenin sevinci havai fişek gibi patlamıştı sesinde. Benimse gözümün önünden hâlâ pullar, payetler, simler, neonlar, fosforlu pembeler, turuncular geçiyordu. Müziği bırakabilirdim. Kafam şişmişti.

Magazinciler kesti yolumu. Kameralar, flaşlar, mikrofonlar sardı çevremi bir anda. “Çocuklar çok yorgunum şu anda, çekmeyin lütfen,” dedim ama dinlemediler. Mecburen ayak üstü röportaj yaptık.
Yavuz Bey, Demet Akalın’ın Harbiye Açık Hava konseri sizin için bir renk olsaydı, hangi renk olurdu?

_Pembenin 50 tonu.

Yavuz Bey, Demet Akalın’ın Harbiye Açık Hava konseri sizin için bir şarkı olsaydı, hangi şarkı olurdu?

_İnleyen nağmeler ruhumu sardı.
Yavuz Bey, Demet Akalın’ın Harbiye Açık Hava konseri sizin için bir yemek olsaydı, hangi yemek olurdu?
_Yaz türlüsü.

Şaka şaka… Öyle bir şey olmadı tabii. Magazinciler beni neden kâle alsın; sivri sivri, büyük büyük laflar edebilen birisi değilim ki, sırf sivri sivri büyük büyük laflar edeyim diye benimle “röportaj” yapsınlar. Hem az önce çıktığımız kapının arkasındaki “lounge”da Selin Ciğerci var, Fatih Ürek var, Alişan var, Emel Müftüoğlu, Simge, Gökhan Tepe, Ayla Çelik, Merve Özbey, Cansu Kurtçu… Bana gelene kadar ohooo…  



Üç saat kadar önce aynı kapıdan içeri girmiştik. Girerken neyle karşılaşacağımı tam olarak kestiremiyordum. Hayatımda ilk kez bir Demet Akalın konserine geliyordum. Özellikle gelmek istemiştim. Hayır hayır, matrak bir yazı çıkarmak için değil; sadece ANLAMAK için. Ama işte ne demiş Ortaçgil: “Anlamak çözmeye yetmez.” Haklıymış. Yetmedi.

Öncelikle şunu gördüm: Ciddi bir izdiham vardı. Hem seyirci tarafından böyleydi bu hem protokol / davetli tarafında. Kıyaslamak gibi olmasın ama bugüne dek (gittiğim konserler arasında) ben bunu bir tek Kenan’da gördüm. Yani öyle “Harbiye’yi dolduramaz, gelenlerin çoğu davetlidir, şudur budur,” filan değil durum. Demet’i gerçekten görmek, izlemek, dinlemek (artık hangisini hangi yüzdeyle onu bilemem ama) isteyenlerin sayısı azımsanacak gibi değildi. Gözlerimle gördüğüm o iştahlı ve diri ilgiyi kafa sayısıyla ölçmek de hata olur aslında; orada başka bir şey vardı ki yazının başında analiz kasmamak için o konuyu satır aralarına sıkıştıracağım.

Bir belediye otobüsü sıkışıklığındaki protokol sandalyeleri arasında yerimizi aldığımızda ortalık fıkır fıkır kaynıyordu. Bir sirkülasyon, bir hareket, bir pazar yeri kalabalığı. Hani pahalı markaların kıyafetleri ucuza satıldığı için “sosyete pazarı” denilen pazarlar vardır ya… Sanırsınız Gülşah Saraçoğlu’nun tasarımları üçe beşe satılıyor Açık Hava’da da üşüşmüş insanlar. Yok tabii öyle bir şey. Her faninin öyle kolayca erişebileceği tasarımlar değil onlar; en fazla sahnede görürüz birazdan, bakar bakar yutkunuruz. Ben mesela öndeki birkaç kişinin elinde gördüğüm Bülent Ersoy'un mikrofonuna benzeyen kahve termoslarına bakıp bakıp yutkunuyorum konser başlamadan önce. Canım kahve istiyor. Ne ki yerimden kalkıp kahve alacak takatim yok. Kalabalıktan yoruldum şimdiden. Zaten ışıklar karardı, konser başlıyor.

Önce yan ekranlarda beliren videoyu izliyoruz. Demet’in kliplerinden, katıldığı televizyon programlarından ve ödül aldığı törenlerden görüntüler geçiyor hızlı hızlı. İlk yılları olsa gerek, bir seyirci soruyor televizyon programında: “Neden müziği seçtiniz?.. Derken Ebru Gündeş Kral TV Müzik Ödülleri’nde Demet’e ödül verirken “Çok iyi şarkı kokluyor,” diyor Demet için. Ebru da az değil; “söylüyor” demiyor, “kokluyor” diyor. Şayet Demet, Ebru gibi şarkı söylüyor olsa şu an oturduğumuz üç sandalye için 15 000 Türk lirası ödemiş olurduk zaten; onun farkındayız yâni.

Video bitince müzik başlıyor ve perde açılıyor. Demet sahnenin üstünde asılı, gümüşi bir hilalin üzerine oturmuş, baştan aşağı ışıltılı pembeler içinde “Dans Et”i söylerken hilal yavaş yavaş aşağı iniyor. Sahnenin duvarlarını boydan boya kaplayan “led” ekranlar rengârenk, sahne üstünde deli bir enerjiye dans eden dansçılar da öyle. Müziğin sesi olağanüstü yüksek ya da en azından benim oturduğum yerden öyle duyuluyor. Daha ilk birkaç dakikada basların bam bamından böbreküstü bezlerim yer değiştiriyor. Ne gam! Bedenim kendisine önümüzdeki kış yetecek kadar fosfor depolayabilir doya doya. Sahneden akan renkler buna çok müsait.

O karambolde sahne önündeki, orkestra çukuruna kadar inen duvarların da “led” ekran kaplı olduğunu görüyorum. Gayri ihtiyari eğilip ayaklarımın altına bakıyorum. Yok, hayır, zemin “led” kaplı değil.

Demet ha bire “Durma dans et, durma dans et,” diyor şarkı icabı. Ne dediği pek anlaşılmıyor; müzik o kadar baskın ki… Şarkıyı biliyoruz nasılsa, pek dert etmiyoruz. Demet güzelce koklamış, almış işte bu şarkıyı zamanında, e “hit”de olmuş, daha ne olsun? Derken gümüşi hilâl iyice zemine yaklaşınca Demet üzerinden iniyor. Baştan aşağı pembe ışıltılı tulumunun üzerine belinden bağlı, tüllerden yapılmış kat kat, kuyruklu bir etek var. Belki bunun bir teknik adı vardır ama ben moda terminolojisine hâkim olmadığım için Gülşah Saraçoğlu’ndan özür dileyerek böyle tanımlıyorum. Kaldı ki hâkim olduğum herhangi bir terminolojiye sığdıramayacağım kadar alaca bulaca bir cümbüş var sahnede.

Şarkılarda belirgin bir şekilde altyapı kullanılıyor. Öyle ki koca orkestra bir “dj” gibi çalıyor. Şarkının biri bitiyor, bir diğeri başlıyor. Her bir şarkı, 10 yıllık 15 yıllık şarkılar bile albümde nasıl duyduysak öyle. “Af Edersin” öyle mesela. Hemen ardından gelen en yeni klip şarkısı “Esiyor” da öyle.

Yanımda oturan Ege (kızım) bana dönüp “Ne biçim şarkı bu?” diyor “Esiyor” söylenirken. “Aman üşütürsün sırtını ört,” filan gibi laflar tuhaf geliyor tabii. Kızcağız 7 senedir Rönesans’ın doğduğu şehirde yaşıyor; “atar gider”se bizim öz, hakiki, yerli ve milli değerimiz. Çocuğumu gelenek ve göreneklerimize uygun yetiştiremedim mi diye endişeye kapılıyorum bir an. Bunu ona söylemiyorum tabii. Gülümsüyorum sadece.

Derken Demet konserin ilk konuşmasını yapıyor. “Herkesi görüyorum,” diyor. “Teee en arka sıralara kadar geleceğim, merak etmeyin,” diyor. Bunca yıllık başarısını oracıkta, tek cümleyle özetliyor aslında. Demet ara sıralara hitap etmeyi iyi biliyor. Gücünü o arka sıralardan alıyor.

Sonra sahne kararıyor ve sahnedeki ekranda beliren yazıları sesli olarak da dinliyoruz salonda. Demet Akalın ile Hira’nın telefon konuşması bu. “Ne zaman geleceksin?” diye soruyor Hira annesine. O da çalıştığını, hemen gelemeyeceğini, Hira’nın onu beklememesini, yatıp uyumasını söylüyor. Hira karşı çıkıyor ve “Ben seni bekleyeceğim,” diyor. Hira o sırada birkaç sıra ön tarafımda oturuyor ama yüzünü göremiyorum. Yine de bu ânı ömrü boyunca unutamayacağını tahmin edebiliyorum. Demet’in anneliğini saklamadan, sakınmadan yaşayabiliyor olmasını da onaylamakla beraber, magazincilerin Hira’ya mikrofon tutmasına izin verilmesini doğru bulmuyorum. Niye bana değil de Hira’ya mikrofon tutuyorlar mesela? Kıskandığımdan değil; çocuk, annesinin şöhretini bir travma gibi yaşamasın diye… Bende öyle bir ihtimal yok en azından.

Hira ile diyalogun ardından sahneye çocuk dansçılar çıkıyor ve çok tatlı bir şov yapıyorlar. Kimler, kimin nesiler belli değil; onu ancak eve dönüp biraz sosyal medya kurcalayınca öğreniyorum (Konser yazmanın bir de bu konser sonrası araştırma kısmı var yâni kolay değil bu işler dostum.) Meğer o çocuklar Tolga Han Dans Kursu’nda dans eğitimi alan çocuklarmış. Hatta Demet Akalın her bir çocuğa sırtında Demet Akalın yazan (ve elbette pembe) sabahlıklar hediye etmiş. Etmiş de biz onların kim olduğunu öğrenemiyoruz konser sırasında. Geliyorlar, dans ediyorlar, gidiyorlar ve onlar gider gitmez “Evli Mutlu Çocuklu”nun başlamasıyla birlikte sahneyi koca kafalı gelinler basıyor.

Belki bunun da günümüz kına gecesi kutlamaları terminolojisinde bir karşılığı vardır ama ben "teeeee" 26 yıl önce evlendiğim için bilmiyor olabilirim, mazur görün. Bana göre onlar ellerinde kocaman tüyler ve gelinlik benzeri kostümleri, bir zamanlar çok moda olan Bratz bebeklerine benzeyen ifadesiz maskeleri ile koca kafalı gelinler. 4 koca kafalı gelinle birlikte sahneye gelen Demet Akalın da az önce gittiği gibi geliyor yine; kostüm değiştirmeden.

İlk ya da ikinci şarkıdan sonra sanırım, tulumunun üzerine bağlı tül eteği çıkarmış, çıkarırken de zerre abartmamıştı. Etek nasıl abartılarak çıkarılır diye sormayın bana. Hiç mi Bülent Ersoy izlemediniz, Ajda Pekkan izlemediniz sahnede? Bir kostümün bir parçası nasıl bir edayla, bir çalımla çıkarılır, o ân nasıl bir törene dönüştürülür hiç mi görmediniz? Bizim kızsa doğrudan eteğin bağını çözdü, bir kenara bırakıverdi, iki saniye içinde. Üzerine tam oturmayan ışıltılı tulumuyla kaldı öylece. Ya “manken” olarak anılmaktan sıkılmıştı yıllar içinde ya da şarkı koklamaktan kostüm taşımayı unutmuştu, ne bileyim ben.

“Evli Mutlu Çocuklu”nun çalındığı herhangi bir yerde insanları coşturmadığına hiç şahit olmadım. Şöyle ya da böyle şarkının bir gideri, bir “aura”sı var, haliyle kayıtsız kalmak mümkün değil. Zaten konserin başından beri tempo hiç düşmemiş, tepe sersemi olmuş vaziyetteyiz. Emin değilim ama bu şarkı komple “playback” gibi geliyor kulağıma mesela. Ara ara olacak bu. Bazı şarkılarda Demet’in sesi çok net ve temiz duyulacak. Ne önemi var ki? Her şarkıyı herkes söylüyor zaten. Herkes çağıl çağıl bir sesi olmadan da şarkı söyleyebilmenin özgürlüğünü, özgüvenini yaşıyor. Bu böyle bir ayin.  

Nitekim sıradaki şarkı “Çalkala” da aynı efekti devam ettiriyor. Derken hooop, ekranda Ben Fero beliriyor ve “Demet Akalın” şarkısı başlıyor. Ben Fero Bey’in sahneye geleceğini sanıyoruz o dakika ama gelmiyor. Şarkının bir kısmı çalınırken Demet ve dansçılar dans ediyorlar sahnede. Ne oldu, niye oldu, bu neydi şimdi derken “Kulüp” başlıyor, ona da eşlik ediliyor haliyle. Şu anda kulüpteyiz, evet ve keyfimiz yerinde. Kimse arasa duyacak halde de değiliz ve hatta kulaklarım doğduğumdan beri durdukları yerdeler mi hâlâ, ona emin değilim. Öyle böyle değil, basların bam bamından düşmüş olabilirler bir yerlere. Ama kulüp dediğin de başka nedir ki zaten? Gitmesek de görmesek de o kulüp bizim kulübümüzdür. Yoksa bu şarkıyı niye bu kadar benimsesin bu izleyici?

Bu şarkıdan sonra aklına geliyor Demet’in “Ben Fero’nun şeysini niye izleyemedik biz?” diye soruyor teknik masaya doğru. “Onu bir göstersenize tekrar.” Meğer video az önce yarım kalmış. Devamında Ben Fero bir şeyler söyleyip, “Ablaya selam,” diyormuş. Konsere gelemediği için çekmiş bu videoyu. Ne Ben Fero’nun söylediklerinden bir şey anlıyorum ne de şarkının ikinci kez çalınıp Demet ve dansçıların ikinci kez dans etmesinden. Radyoların sürekli Demet Akalın çalmasını ve hiç “rap” çalmamasını eleştirmek için yazılmış bu şarkının Demet Akalın’a saygı şarkısına dönüşmüş olmasındaki ticari zekayı alkışlamakla yetiniyorum.

Derken sahnede kimse kalmıyor. Derken beklenmedik bir şekilde Simge’nin sesi duyuluyor karanlıkta ve “Öpücem” şarkısıyla Simge sahneye geliyor. O da tıpkı çocuk dansçılar gibi zırt diye geliyor, zırt diye gidiyor ne bir anons ne bir şey… Ama biz de az çakal değiliz, anlıyoruz onun gecenin konuk sanatçısı olduğunu. Simge her zamanki gibi, su gibi duru, tertemiz ve capcanlı şarkısını söyleyip “Eylül’de görüşmek üzere,” diyerek veda ediyor. Eylül’de Açık Hava’da bir Simge konseri mi demek bu? Çakalız ya, onu da anlıyoruz hemen.

Sonrasında Demet bu kez Swarowski taşlarla süslü, farklı bir kostümle sahneye geliyor ve “Türkân” başlıyor. Alın size bir başka dillere marş olmuş Demet Akalın şarkısı daha. Kadın koklamış abi, yapacak bir şey yok. Bir de bu şarkıda muhtemelen İspanya kırsalından yola çıkmış ama gelirken Yunanistan’a da uğramış, çingene mi desem, efe mi desem, ne desem bilemediğim kostümleri ve dans stilleriyle dansçılar şenlendiriyor ki şarkıyı, seyirci hop oturup hop kalkıyor.

Ertesi sabah Gülşah Saraçoğlu televizyonda bir magazin programına katılıp uzun uzun anlatacak Demet’in giydiği iki kostümü. Bir üçüncüsünün de olduğunu ama Demet’in sıcaktan bunalıp onu giymekten vazgeçeceğini söyleyecek. Taşlı kostümün kaç kilo olduğunu filan anlatacak… Detay detay konuşulacak konser; kostümler üzerinden tabii. Magazin programına orkestra şefi Erhan Bayrak’ı çağırıp konseri müzik üzerinden konuşacak değiller ya. Nerede görülmüş?..   

“Türkân”ın ardından ilk defa tempo düşüyor ve “Nasip Değilmiş” söyleniyor. Şarkının “Yok bir sitemim, hayatta her şey kısmet” kısmını bilmeyen ve herhangi bir yerde çalındığında eşlik etmeyen de yâni ne bileyim gitsin Norveç fiyortlarında filan yaşasın. Bu bizim bir geleneğimiz, ananemiz, töremiz adeta. Yandan yandan Ege’ye bakıyorum. Az çok Demet’in 2000’li yıllarına hâkim ama bu şarkıyı bilmiyor mesela. Bir baba olarak üzülüyorum.

Şarkı boyunca “sana hakkımı helal ettim” deyip, sonunda “haram ettim” deniliyor ya (artık o arada ne oluyorsa) Demet şarkı bittikten sonra da hızını alamıyor, “Haram zehir, zıkkım olsun!” filan diye saydırıyor bir süre. Kime diyor, niye diyor bilmiyorum ama bayağı içten içten ileniyor. İçimden nedensizce “Adamsın Demet!” diye bağırmak geliyor ama tam ağzımı açacağım sırada arkalardan bir seyirci bağırıyor: “Arabesk arabesk!” diye. “Bana yeter ki arabesk deyin,” diyerek cevaplıyor Demet de ve artık sırada var mıydı yoksa o anda mı esti bilmiyorum ama “Beni Benden Alırsan”ı söylemeye başlıyor. Bu şarkıyı söylerken de sahneden aşağıya, seyircilerin arasına iniyor.

Tam sahnenin karşısındaki protokol sandalyelerinde annesinin kucağında bir kız çocuğu var. Kanser hastası bir küçük kız çocuğu. Adı Hicran. Demet, ona çok hayran olan Hicran’ı daha önce hastanede ziyaret etmiş, sonra bu konsere çağırmış. Aşağı inince bir süre onunla ilgileniyor, onu öpüyor.

“Giderli Şarkılar”ı söylerken de seyirci arasında dolaşmaya devam ediyor. Kafamı çevirip bir süre bakıyorum, izliyorum. Nereye doğru hareket etse orada bir dalgalanma, bir delirme oluyor, Demet’e dokunmak, onunla fotoğraf çektirebilmek için insanlar birbirini eziyor. Demet kan ter içinde, topuklu ayakkabılarla taş zeminde gezinmeye çabalarken korumalar açıyor ona yolu. Bir görevli elinde peçeteyle sürekli terini siliyor. Zaten daha seyircilerin arasına ilk indiğinde ön sırada oturan Okan Kurt’un yan tarafta bekleyen görevlilerden birine “peşinden git” işareti yaptığını görmüşüm. Enişte de takipte yâni. Allah vermeye bir insan evladı bir yamuk yapsa Okan olduğu yerden kurt gibi atlayacak, o bakışları görüyorum gözünde. Neyse ki Demet kazasız belasız dönüyor sahneye ve “Bebek”i söylemeye başlıyor.

Söyledikten sonra da ön sıralarda oturan Ersay Üner’e teşekkür ediyor. “Uzun süredir birlikte çalışamadık,” diyor. Bu bir özür mü ya da bir günah çıkarma mı? Emin olamıyorum ama Ersay’ın orada olmasının ve Demet’in bu lafı etmesinin bundan sonrası için bir “spoiler” olabileceğini düşünüyorum. Bunun Demet için çok iyi olacağını da düşünüyorum. Ben düşün düşün Demet’in müzik kariyeri üzerine hülyalara dalmışken Demet, Gülşah Saraçoğlu’na teşekkür etmeye başlıyor. “Şahane kostümler ama benim yukarılara gitmem için eşofman giymem lazım,” diyor sonra. Neden olmasın? Fosforlara doyduk elhamdülillah; Guccilere, Versacelere de doymak ister bu gözler. Konser sonunda Aleyna Tilki misali sim, ışıltı ve renk istifrağ etmezsek ne âlâ zaten.

Tam burada o hasta küçük kız çocuğundan, Hicran’dan bahsediyor Demet. “Trabzon’dan geldi,” diyor. Anne babasına hitaben “Yorulduysa oteline göndereyim,” diyor. Anlıyoruz ki Demet getirtmiş Hicran’ı ve burada da ağırlamış; otel odası tutmuş filan. Üstüne bir de “Bu gecenin gelirini Mehmetçik Vakfı’na bağışladık,” diyor ve demesiyle birlikte büyük bir alkış kopuyor. Böyle şeyleri saklı tutmak mı iyidir, söylemek mi, zaman zaman ikilemde kalırım hep. Sağ elin verdiğini sol el görmesin tamam da bir yandan da görmesinde fayda var sanki. Görsün ki sol el de versin. Yâni bu kadar örnek alınan, rol modeli olan birinin iyiliği göstere göstere yapmasının “görgüsüzlük” kelimesiyle küçümsenemeyecek bir işlevi olabilir. Nitekim “Bunu her sene yapıyoruz,” diyerek altını da çiziyor bir güzel.

Bu konuşmanın ardından “Bittim” ve “Aşkın Açamadığı Kapı”yı birbirine bağlayarak söylüyor Demet. Oradan da “Ah Ulan Sevda”ya geçiyor. Bu şarkıyı söylerken en öndeki protokol koltuklarının önüne gidiyor. Görmüşsünüzdür, orada daracık bir taş çıkıntının üzerinden yürürsünüz ve bir adımı yanlış atsanız orkestra çukuruna düşmeniz gayet mümkündür ama bizimki hiç endişe etmiyor. Mikrofonu önce Ayla Çelik’e, sonra Gökhan Tepe’ye uzatıyor. Şarkıyı sahiplerinin sesinden dinletiyor böylece seyirciye. Bu şarkı, ilk yarının son şarkısı oluyor.

“Erkek Fatma” diyor Elhan. “Hımmm”, diyorum. Aslında bu son şarkıda o ön tarafa geçişi filan bende de aynı hissi uyandırdı ama adını tam koyamamıştım. O kostümleri gösterişli bir biçimde taşıyamaması, o eteği çıkarışındaki sıradanlık, topuklularla yürüyememesi, sahnede, dansçıların arasında dururken, hatta zaman zaman ufak tefek de olsa dans ederken filan hep bir emanet gibi durma, olaya dâhil olamama hâli var ya Demet’in. Daha önce sahnede izlemedim ama videolarda karşılaştığım sahne görüntülerinde de öyledir yıllardır… Onun adını koymam lazımdı. Elhan yine benden önce çözmüştü meseleyi.

Hiç de öyle seksapeli yüksek, dişi dişi, edâsında nazında, çıtkırıldım bir kadın değildi Demet. “Erkek Fatma”ydı evet. Poz kesmekten filan anlamıyordu. Öyle göründüğü anlar, fotoğraflar, klipler filan hep illüzyondu. Gerçi bunu kemiği olmayan dilinden, üslubundan filan anlamıyor değildik ama tabloyu bu kadar net görmemiştim daha önce, en azından ben kendi adıma. Ondandı bunca yıl sonra bile hâlâ ancak komşunun kaynının düğünü için ilk kez tuvalet almış, topuklu ayakkabı giymiş genç kız kadar rahat olabilmesi. Hepsini koysak bir kenara, “led”leri filan da kapatsak, hatta sadece beyaz ışıkları yaksak öyle cıscıvlak, asıl o zaman şarkı söylemeye başlayacaktı belki de kim bilir.

Ne var ki en azından bu gece öyle bir ihtimal yok. Konser bütün cümbüşüyle böyle devam edecek, orası belli. Arka tarafa geçiyoruz biraz nefes almak için. Bu konser serisinin sponsoru Turkcell, kocaman bir “lounge” kurmuş oraya. İlk girdiğimizde pek dikkat etmemişim, börekçisi, dönercisi, midyecisi, kokoreççisi, kahvecisi ve sınırsız alkolsüz içecek veren büfesiyle bayağı bir Sultanahmet Ramazan Şenlikleri atmosferi varmış meğer. Basların bam bamından midem şu an tam olarak nerede bilemiyorum, bilsem belki biraz börek yerdim ama sadece etrafa bakınıyorum. Emel Müftüoğlu güneş gözlüğü takmadan gelmiş, onu görüyorum ki “topless” gelse bu kadar şaşırmam. Gözleri yerinde yokmuş gibi geliyor bir an. Acaba diyorum onun da gözleri basların bam bamından… Sonra onun gözlerinin zaten ezelden beri iki çizgi şeklinde olduğunu hatırlıyorum. Kaldı ki kimse benim kadar yüksek volümden etkilenmiş görünmüyor. Hâlâ kendi aralarında konuşabiliyor, birbirlerini duyabiliyorlar, ne hoş.

Konserin ikinci yarısında perde “Yekten” ile açılıyor. Demet sahne üzerindeki merdivenlere oturmuş, ekranlardaki cümbüşün içinde neredeyse seçilemiyor. Sahiden eşofman giyip gelmiş. Üst parça Gucci, alt parça Versace. Şarkı ise memleketin bağrından. Şarkının bir yerinde Haktan çıkıp geliyor ve gazelhan üslubuyla daha da macunluyor Versace üstü arabeski.

Tabii Demet şarkıdan sonra Haktan’ı bırakmıyor ve Haktan bir tane de solo söylüyor. “Ben İnsan Değil miyim”le baştan ayağa arabeske kesiyoruz bu defa. Kendi janrı içinde şarkıyı kusursuz söylüyor Haktan, ona diyecek bir şey yok. Seyirci alkış kıyamet, hatta şarkı bitince “Bi’ daha” filan oluyor bir süre ama Haktan gidiyor. “N’apıyorsan Yap”ın başlamasıyla birlikte de dansçılar doluşuyor sahneye. Demet belli ki eşofmanları çektiği için rahat artık. İlk yarıda hiç olamadığı kadar rahat. Grupla dansa katılıyor ara ara. Ve hemen ardından başlayan “Mucize”yle birlikte bir kez daha sahneden inip seyircilerin arasına karışıyor. Ayağında da spor ayakkabılar var ya şimdi, “teee en arkalara” kadar olmasa bile epeyce yukarılara kadar çıkıyor, “Tecrübe”yi de oralarda söylüyor. Şarkının sonuna doğru tekrar sahneye geliyor.

Alişan’a ilişiyor gözü. “Gel bir tane oku,” diyor. Seyirci zaten teşne. Alişan çıkıyor, “İkimize Birden”i söylemeye başlıyor. Şarkıyı bitirince de Demet’e dönüp “Sana geliyorum diye Gucci ayakkabı aldım kendime,” diyerek ayakkabılarını gösteriyor. “Peki şeyin bundan haberi var mı?.. Guccio Gucci’nin?..” diye söyleniyorum kendi kendime ama sesim seyircinin kahkahaları ve alkışları arasında uçup gidiyor.

Seyirci Berkay için de tezahürat yapıyor ama Berkay yok. Berkay gitmiş. “Küçük bebeği var,” diyor Demet. “Aramız limoniydi zaten, bugün düzeldi,” diyor sonra da. Bu hesap kitapsızlığının, bu ölçüp biçmeden, tartmadan, içinden geçeni filtre koymadan dillendirmesinin de çekici bir tarafı var şüphesiz.

“Bakmayın ben böyle en ışıltılı kostümlerimi giyip göklerden bir yıldız gibi inerim, Guccilerimi Versacelerimi gözünüze gözünüze gösteririm filan ama aslında sizin mahalleden biriyim. Kapının önüne serdiğiniz kilimin üstüne ben de oturup sizinle birlikte çekirdek çitleyebilirim. Azıcık dedikodu yaparız kız!”  

Böyle demiyor belki ama demiş kadar oluyor. Yıllardır böyle bu. Bu profilin siyasette de, müzikte de, sinemada, hatta edebiyatta da, hemen her yerde, bu ülkenin gündelik yaşantısında hep bir karşılığı var. Recep İvedik’i var sözgelimi, sonra başka Recepleri var… Doğallık, dobralık, samimiyet gibi romantik kulplar da takılabilir belki ama derinlemesine çözebilmek için biraz sosyoloji etüt etmek lazım galiba. Anlasanız da tam çözemiyorsunuz çünkü ya da ben kendi adıma çözemiyorum. Ya da salın gitsin amaaaan eğleniyoruz işte şurada.

Sırada “Sebebim” var. Demet’in ilk albümünün adı ve ilk şarkısı. Hatırlıyorum, 1996 senesinde bu kaset çıktığı zaman “Hiç de fena söylemiyor bu kız,” demişliğim vardır. Ama tabii sonrasını o gün anlatsa birisi “Yok canım, o kadar de değil,” derdim mutlaka.

Sonrasında Demet seyircinin bir miktar düştüğünü düşünüyor olsa gerek ki akışa müdahale ediyor. Erhan Bayrak’a dönüp “Çıkart çıkart ‘slov’ları” diyor. Hooop “Ders Olsun” başlıyor. Herkes ayağa kalkıyor. “Ses Kes” le devam ediyor, derken nedenini belirsiz bir biçimde “Thrift Shop” çalınıyor bir süre. Demet şarkıya “uhhh uhhh” filan gibi sesler çıkararak eşlik ediyor. Derken yine Ben Fero Bey’den “Demet Akalın” çalınıyor. Bir Alaçatı “beach”inin nezih atmosferi canlanıyor Açık Hava’da. Bir tek deniz, kum, güneş, bikinili ve dudak dolgulu kızlar, şortunun tek bacağını sıyırmış adonisli delikanlılar, bir de kokteyl kadehleri, “shot” bardakları eksik.

“Slov”ları çıkardık ya nasılsa, oturacak değiliz artık (seyirci adına konuşuyorum, yoksa ben yine mıh gibi duruyorum oturduğum yerde, bir gümbürtü hâlinde tınlayan sesin içinden şarkıları algılamaya, isimlerini not almaya çalışıyorum.) “Hah!” diyorum, “Koltuk bu!”. Ne yalan söyleyeyim, pek severim bu şarkısını. Cansu da oralarda zaten (şarkının yazarı.) Demet bu defa mikrofonu ona uzatıyor ve şarkının bir kısmını Cansu söylüyor.

“Koltuk”un hemen ardından da “Aşk” geliyor. “Çekemeyen aramızdan ayrılsın,” diyor Demet bu şarkıda. Sahnenin bize yakın tarafına doğru geldiğinde bir an doğrudan bana bakarak söylediğini zannedip ürperiyorum. Yok canım, bana doğru bakmış olsa tahminimce normal boyutundan iki üç katı kadar büyümüş, su almış sünger gibi şişmiş kafamı görür ve yüzünde şaşkın bir ifade olur en azından. Basların bam bamı iç organlarımdan sonra psikolojimi de yerinden oynattı galiba, saçmalıyorum. Demet’in bana baktığı filan yok, “kutla kutla kutla” diye şarkıya devam ediyor, Gülşah Saraçoğlu filan ünlü ünsüz herkes ayağa kalkmış, kutluyor işte.

Bu şarkıdan sonra ortalık biraz durulur gibi oluyor. Bir soluklanıyoruz. Demeye kalmadan asma davullarıyla bir ekip giriyor sahneye ve gümbür gümbür bir davul şov başlıyor. Birazdan iki tane de ıslak odun getirip hepimizi bir temiz dövseler tam olacak; eğlencenin dibini bulacağız yani. Davulcular vur babam vur duruyor davullarına. Uzuyor da uzuyor davul şov. O kadar ki Demet bile sıkılıyor artık. Önce Simge ve Fatih Ürek’i oynamaları için sahneye çıkarıyor ama davulların ritmi pek “yılan dansı”na müsait olmasa gerek ki Fatih Ürek sanatını icra edemiyor, o edemeyince Simge de eşlik edemiyor. Onlar oturuyor, Demet davulculara müdahale ediyor: “Cem Abi! Cem Abi!” Cem Abi birkaç seslenişten sonra nasılsa duyuyor ve bitiriyor şovu. “Allah razı olsun,” diyor Demet. Ben de aynı dileği içimden Demet için tekrarlıyorum.

“Gidemeyenler için bar tadında bir gece yapalım dedik,” diyor Demet davulcular gidince. Onun farkındayız zaten de o aslında gecenin sonuna geldiğimizin sinyalini veriyor. Zaten az önce davulcular çalarken sahne görevlileri sahnenin ortasına bir “dj” masası getirmişlerdi. Hatta getirirlerken görevlilerden biri davulcunun birine yolu açması için eliyle “kış kış” işareti yapmıştı. Bar kültürü halay kültürüne “diss” atmıştı bir anlamda. Oysa “dj” masası da bu ülke mozaiğinin bir parçasıydı, asma davul da. Gülşah Saraçoğlu da bizim bir milli değerimizdi, hatta Versace de (inanmazsanız bir sosyete pazarına gidin, görün.) Bunu ancak bu ülkede yaşayanlar anlardı. Konserden sonra Ege’ye bu konuda bir nutuk çekmeliydim; bir baba olarak buna mecburdum.

“Dj” masasına kimin çıkacağı Demet’in anonsuyla belli oldu ve Erdem Kınay alkışlarla sahneye geldi. “Beğendin mi masanı?” diye sordu Demet Erdem Kınay’a. “Üç bin lira verdim buna,” dedi sonra. “Konserin gelirini Mehmetçik Vakfı’na bırakıyoruz dedim ama Playback yine benden üç bin lira aldı.” Playback dediği ses, ışık ve görüntü sistemleri kiralayan şirket. Laf sokuyor yani Demet. Bu kadın giderli şarkılar söylemesin de kim söylesin acaba?

Tabii konserin bundan sonrası tamamen (şirket adı değil, müzik terimi olarak) “playback”le devam ediyor çünkü bir plaj ve kulüp geleneği olarak “dj” masası bu işe yarıyor. “Rota” ve “İlahi Adalet” birbirine bağlı olarak çalınıyor, ağız oynatılıyor, bu esnada salonda konfetiler patlatılıyor, balonlar uçuruluyor. Zaten konser boyunca “led” ekranlardan üzerimize kova kova renk dökülmüştü, bir de üstüne bunlar tam oldu. 5000 kişi, her birimiz birer Gülşah Saraçoğlu kostümüyüz artık. O an ışıksız bir ortama girsem parıl parıl parlayacağımdan eminim; fosfor bastı bünyemi çünkü.

Yavuz Bey, Demet Akalın’ın Harbiye Açık Hava konseri sizin için bir mineral olsaydı, hangi mineral olurdu?
_Fosfor.
Yavuz Bey, Demet Akalın’ın Harbiye Açık Hava konseri sizin için bir film olsaydı, hangi film olurdu?
_Fosforlu Cevriye.

Tamam, biraz abarttım, farkındayım. Belki de müziğin sesi benim sandığım kadar yüksek değildi, belki o kadar fosforlu bir konser de değildi. Yazarken biraz eğlendim işte, ne var bunda? Eğlenmeye ihtiyacımız var. “Ben hep belgesel…”le geçmiyor hayat. İki lafımızdan biri “sıkıntı yok” olsa da on yüz bin tane sıkıntımız var şu hayatta, şu ülkede. Demet’in kariyeri eğlendiren şarkılar üzerine kurulu. Ticari mi? Evet. Yüksek sanat mı? Hayır. Ne yapsın kız, caz mı söylesin, siyah tayyör mü giysin? Onu beğenmeyenler, bunları yaptığında beğenecek mi? Hiç sanmam ki yapmaz zaten. O hep kendi kitlesine oynadı, oynayacak. Bu konser de bunun için değil miydi zaten?

Ebru’nun söylediği yanlış değil aslında; iyi şarkı koklayarak, sesinin sınırlarına uygun, üzerine cuk oturan, doğru taşıyabildiği şarkılar bularak inşa etti kariyerini. Ve geride kalan 20 yılda o kadar çok slogan şarkı biriktirmiş ki ona bir ömür yeter. Sadece bu nedenle bile, onu daha yıllar yılı bağrına basacak kitleyi gördüm ben; oradalardı. “Kitsch” mi? Evet. Öyle ya da böyle, bir ikon mu? Ona da evet.

Değişmesini beklemek hata. Onun değişmesi için içinde yaşadığımız toplumun değişmesi lâzım. Daha çooook var yâni; en azından ben göremem herhalde. Son albümünü yazarken “Nereye kadar?” diye sormuştum iyi niyetle ama cevabımı aldım bu gece: “Gittiği yere kadar.”

Konser bitince “lounge”a geçiyoruz tekrar. Daha bunun dedikodusu var, lobisi var, fısıldaşması var… Belki Demet de teşrif eder, “Kostümlerimi beğendiniz mi?” diye sorar. Belki Gülşah Saraçoğlu da tebrikleri kabul eder. Kazara yanımıza gelseler ne diyeceğimi düşünüyorum. Hemen gelemezler, daha Demet "fan"larıyla görüşecek. En iyisi onlar gelmeden ufak ufak tüymek. Zaten daha kapıda magazincilerle uğraşacağım bir de. Soracaklar:
Yavuz Bey, Demet Akalın’ın Harbiye Açık Hava konseri sizin için bir kitap olsaydı, hangi kitap olurdu?
_Kitleler Psikolojisi.
“Hiii, Gülşah Saraçoğlu mu o?” diyor kızın biri. Olduğum yerde sıçrıyorum. Etrafta bir tane bile magazinci yok.  

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 07, 2019 07:52

August 6, 2019

Günün Şarkısı 6 Ağustos 2019


Mehmet Teoman & Nükhet Duru – “Hastane”

Bir söz toplumuyduk biz. Dilden dile anlatılan masallar, söylenceler, kulaktan kulağa fısıldanan maniler, kağıda kaleme değmeden yıllar yılı ezberde kalmış türküler vardı geçmişimizde. Türkçe popüler müziğin adı henüz “Türkçe sözlü hafif müzik” iken, koca bir geleneğin sözünü popüler şarkılara nasıl dökeceğimizi bilmez iken ilk yol göstericilerden biri o oldu. Bazıları şiirleri besteliyordu. Mehmet Teoman’sa şiir yazar gibi şarkı sözü yazıyordu.

Hayatı bir kitap olsa bu ülkenin popüler kültürüne, müzik ve eğlence dünyasına dair kapsamlı bir belgesel çıkar ortaya. Diliyorum ki bir gün yazmaya koyulur. Tanju Okan için yazdığı “Kadınım”la başlayan şarkı sözü yazarlığında “Beni Benimle Bırak”, “Anılar”, “Gerisi Vız Gelir”, “Parkta Yatıyorum”, “Yalnızlığım” gibi buraya isimlerini sığdıramayacağım sayısız klasiğe imza atmış bir usta, gazetecilik, prodüktörlük, menajerlik, işletmecilik, organizatörlük gibi işlerle sektörün her cephesinde ter dökmüş, emek vermiş bir duayen Mehmet Teoman. Bugün bu işleri yapan herkesin yakından tanıması, bilmesi gereken bir isim.

“Hastane / Yorgun ve Mutlu”, 1979 yılında piyasaya çıkar. ‘70’lerin ortasında başlayan Nükhet Duru – Mehmet Teoman – Cenk Taşkan ekip çalışmasının sona erdiği günlerdir. Nükhet Duru’nun o günlerde piyasaya çıkan yeni 33’lüğünde yine Cenk Taşkan’ın besteleri var ama artık Mehmet Teoman’ın şarkı sözleri yoktur. Teoman, 2 Cenk Taşkan bestesinin üzerine yazdığı şiirleri seslendirdiği o 45’liğin kapağında o günlerde evlendiği Ayşegül Aldinç’le birlikte düğün kostümleriyle poz vermiştir. Plaktaki şarkılarda Ayşegül Aldinç’in de sesi vardır.   

“Hastane”nin bestesini Sezen Aksu çok sevince allem eder kallem eder Cenk Taşkan’dan alır ve üzerine sözler yazarak “Dört Günlük Bir Şey” adını taşıyan bir şarkı hâline getirir. Mehmet Teoman ise “Hastane”yi 1991 yılında yayımlanan “Ter İçinde” adlı ilk albümünde yeniden seslendirir. Şarkının orijinal versiyonu da yıllarca sadece plak üzerinde kaldıktan sonra ilk kez 2006 yılında yayımlanan “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş 4” adlı karma albümle tekrar gün ışığına çıkar.

Mehmet Teoman 2016 yılında tamamen kendi çabasıyla ve epeyce de uğraşarak “Yaş 71” adı verilmiş bir albüm yayımladı. Ada Müzik etiketiyle piyasaya çıkan bu albümde eski ve yeni şarkı sözleri ve şiirlerini Meltem Özcan’la birlikte seslendirdi. Albümün konuk sanatçısı Nükhet Duru idi ve Duru “Kadınım” ve “Hastane”de Teoman’a eşlik ediyordu. 

Hem o albümü hem de o şarkıyı hatırlayalım istedim bugün çünkü bugün Mehmet Teoman’ın doğum günü. Kısa bir süre önce önemli bir rahatsızlık geçiren Mehmet Teoman, bir süredir Bodrum’da yaşıyor ve her şeye rağmen hayat enerjisi, engin kültür ve bilgi birikimi ile ışık saçmaya devam ediyor.

İyi ki doğdun Mehmet Teoman. İyi ki yaşadın, yazdın, yaptın ve ilham verdin. Senden çok ama çok şey öğrendik.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 06, 2019 05:23

August 5, 2019

Günün Şarkısı 5 Ağustos 2019


Ahmet Ali Arslan & Nilipek. – “Benimle Yaşlan”

Ahmet Ali Arslan bağımsız müziğin dikkate değer yıldızlarından biri. Müzikle ilgisi amatör düzeyde ilerlerken Amerika’da aldığı üniversite eğitimi esnasında şarkılar yazmaya başlamış. 2014 yılında Türkiye’ye döndüğünde ses mühendisliği üzerine yüksek lisans yapmış. İlk kez Sofar performansı ile adını duyurmuş, 2015 yılında ise 5 şarkıdan oluşan “Su Akar Deli Bakar” adlı kısaçalarını yayımlamış. Onu 2016’da “Bahara Övgü” kısaçaları ve 2018’de de “Günaşığı” albümü takip etmiş. Bütün bunların yanı sıra YouTube videoları ile de gün geçtikçe onu ve müziğini takip edenlerin sayısını arttırmış.

Ahmet Ali Arslan’ın geçtiğimiz günlerde kendi hesabına yayımladığı yeni albümü “Bahçeden” de aynı adlı YouTube videoları serisinin albüme dönüştürülmüş hâli. Birazcık YouTube karıştıranlardansanız, mutlaka rastlamışsınızdır. Arslan bu videolarda evinin bahçesinde, kendi gibi çoğunlukla kendi şarkılarını yazıp söyleyen alternatif müzisyenleri ağırlıyor ve birlikte çalıp söylüyorlar. Bu dayanışma iki şarkıyla yapılıyor ve şarkılardan biri Ahmet Arslan’ın, diğeri de konuk müzisyenin kanalında yayınlanıyor.

İşte bu albüm böylesi 10 kaydı bir araya getiriyor. Can Kazaz’dan Nilipek.’e, Melike Şahin’den Selin Sümbültepe’ye 10 konuklu bir albüm. Şarkıların 9’u ise daha önce yayımlanmış Ahmet Ali Arslan şarkılarının yeni yorumları. Bir tek Şenceylik’le birlikte söylediği “Zeytin Ağaçları” yeni, onun da sözleri Ahmet Ali Arslan’a, bestesi Şenceylik’e ait.

Çok sakin, çok naif, neredeyse minimalist ama içine girdikçe derinliğini fark edeceğiniz şarkılar yazıyor Ahmet Ali Arslan. Klasik Türk müziği ve halk müziğinden ilham aldığını söylüyor röportajlarında. Bu ilham yapısal olarak yansıyor şarkılarına; yoksa bunu duyunca ilk aklınıza geleceği gibi alaturka veya türkü formunda, yerel müziğin batı armonisiyle kaynaştırıldığı, “sentez” satan eserlerden değil onun şarkıları. Burada takıldığım sadece bir nokta var ki o da bazı şarkılarda yer yer tıpkı klasik Türk müziğinde yapıldığı gibi prozodi hatalarının yapılmış olması: “Tamtaaaaakır”, “naaaasıl unutucam seni”, "kıskaaaanırım", "canaaaavar" gibi bir dolu örnek verilebilir.

Ahmet Ali Arslan, şarkı söyleme biçimindeki sakinlikle en çok Fikret Kızılok’u, Erkan Oğur’u, belki biraz Ortaçgil’i anımsatıyor. Albümde onunla birlikte söyleyenlerin de aynı sakinlikte şarkıcılar olması kuşkusuz tesadüf değil. Albümü dinlerken yer yer duyduğumuz ufak tefek detoneler, hatalar, bahçe sesleri, dip ses gürültüsü ise market raflarında ilaçla parlatılmış iştah açıcı elmaların yanında eğri büğrü ve soluk renkli durmasına rağmen kat be kat daha lezzetli Amasya elmalarını anımsattı bana. Yani cilasız ve organik, hatta bir parça da toprak bulaşmış üstlerine. Zaten videoları izlemişseniz o görüntüler gözünüzün önüne gelince kulağınıza çalınan çapakları doğal karşılıyorsunuz. Bu arada ses kayıtlarının Feryin Kaya tarafından yapıldığını da söyleyeyim. 

Bu albümden Ahmet Ali Arslan’ın Nilipek.’le birlikte seslendirdiği “Benimle Yaşlan”ı seçtim. Hem şarkı Nilipek.’in sesine çok yakıştığı, hem ikisinin sesi birbirine çok yakıştığı, hem de şarkının cümlelerini çok sevdiğim için diğer şarkılardan biraz daha öne çıktı bu şarkı bende. Albümü ilk kez dinleyecekseniz, belki bu şarkıyla çıkabilirsiniz bahçeye. Çıkınca zaten orada uzun uzun zaman geçirmek isteyeceksiniz, emin olun.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 05, 2019 13:05

August 4, 2019

Günün Şarkısı 4 Ağustos 2019


Funda Arar – “Çık Aradan”

2018’i bir proje albümle, “Arabesk”le geçirmişti Funda Arar. Kariyerinin 2019 hanesine ise yeni bir şarkı bıraktı geçtiğimiz günlerde. DMC etiketiyle yayımlanan “Çık Aradan”, Derya Uluğ ve Asil Gök’ün ortak imza attığı bir şarkı. Şarkının klip versiyonu Mustafa Ceceli tarafından düzenlenmiş.

Funda Arar, onu tanıdığımız 2000 yılından bu yana kendine ait bir çizgide ilerledi. Ara sıra farklı denemeler yapsa ve farklı bestecilerle çalışsa da bunlar o çizginin dışına çıkan, uçuk örnekler olmadı hiçbir zaman. Sanırım dinleyicisi de bundan memnundu ki CD döneminde her zaman fiziksel satışları en yüksek isimlerden biri oldu.

“Çık Aradan” ise hem klasik Funda Arar çizgisini anımsatıyor, hem de “sound” olarak bugünün müziğine ayak uyduruyor. Tabii Arar’dan elektronik bir “sound” duymayı tercih etmezseniz, teklide şarkının Febyo Taşel tarafından düzenlenmiş akustik versiyonu da var. Bana kalırsa her iki versiyon da ayrı ayrı kulağa hoş geliyor.

Gerek Nihat Odabaşı tarafından çekilen klip gerek tekli için çektirdiği fotoğraflar, gerekse şarkının elektronik düzenlemesi Funda Arar’ın kendi içindeki değişim, günü yakalama ve 2020’li yıllara “fresh” girme niyetini ortaya koyuyor. Haksız sayılmaz. Derya Uluğ ve Asil Gök gibi iki genç müzisyenle yolunun kesişmesi de iyi olmuş bu bakımdan.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 04, 2019 10:18

Aşkın ve Mehmet Samba Yaparsa...


Aşkın Nur Yengi – Mehmet Erdem Harbiye Açık Hava Konseri 13 Temmuz 2019

“Ben burada 1990 yılında Aşkın Nur Yengi’nin ilk konserini izlemiştim,” diyorum taksiden iner inmez. Taksideyken söylememek için kendimi zor tutmuşum. İstiyorum ki olay mahalline gelince atayım havamı. Ama Elhan pek de umursamıyor bu söylediğimi; daha geçenlerde Ceyl’an Ertem konseri kulisinde anlatmışım, üstelik tarihi de yanlış hatırlıyormuşum, Ağustos 1990’mış meğer. 

Düzelterek söylüyorum bu defa ama Elhan tınmıyor. “Bayağı kalabalık,” diyor. Bakıyorum, sahiden öyle. Her konsere gelişimizde Açık Hava’ya doğru yürürken seyirci profili analizi yapıyoruz. Bazen “Hımmm davetli fazla!” diyoruz mesela, bazen de “Hımmm bu konser bizim yaştakilerin daha çok ilgisini çekmiş demek…” Sahiden de konserden konsere değişiyor dışarıdaki kalabalığın profili, akışkanlığı, hareket biçimi ve hatta giyim kuşamı. Memleket zaten baştan aşağı kültür mozaiği. Her müziğin, her şarkıcının alıcısı da başka. Ne ki bu defa bir değil, iki şarkıcı var: Aşkın Nur Yengi ve Mehmet Erdem.  

Bu tür ortak işlerden korkuyorum açıkçası. Son yıllarda iki kötü deneyim yaşadım. Biri Bülent Ortaçgil – Birsen Tezer konseriydi ki ilk yarıda Ortaçgil’in O’su bile yoktu (baştan sona Birsen Tezer konseriydi) ve biz bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında Ortaçgil’i (yani ikinci yarıyı) beklerken af edersiniz “underwear”imize kadar ıslanmış, sonra Şirin Baba’yı ancak iki şarkı kadar dinleyip Açık Hava’dan sırılsıklam ayrılmıştık. Bir de daha eski bir Nükhet Duru – Yaşar konseri vardı ki o daha acıklı. Ayrı ayrı tellerden çalan iki orkestra, birlikte söyledikleri şarkıların birini bile uyumlu söyleyemeyen iki şarkıcı ve iki cephedeki gerilimin seyirciyi de gerim gerim gerdiği bir konser…

İki şarkıcı bir araya gelip konser yapacaksa bir sebebi olmalı. Herkes Sertab değil ki oracıkta bir konsept bulsun, sonra da çalışıp gelsin. Ayrı ayrı orkestralarla ayrı ayrı konser vereceklerse ona iki konserli bir gece denilebilir belki, onu da anlarım ama o zaman öyle duyurursun. Küçük çaplı bir festival kafası yâni. Ama beraber bir konser diye duyuruyorsanız ve şarkıcının biri ilk yarı sahnede hiç gözükmüyorsa ve dahi farklı orkestralarla çalıp söylüyorlarsa, o biraz anlamsız geliyor bana. Bu gece de öyle mi olacak? Sahnedeki ekranda niye sadece Mehmet Erdem yazıyor mesela? Ve niye ön tarafta ayrı, arka tarafta ayrı enstrüman grupları var?

Her hâl ve şartta seyirci için cazip bir şey tabii. Bir gecede iki kuş. Bekleyelim görelim demeye kalmadan ön taraftaki orkestra grubu yerini alıyor. Saat 21:15 ve Açık Hava’da ne kadar konsere geldiysem bu yaz, hepsi 21:30’da başladı. İlk kez biri erken başlıyor ya hayırlısı bakalım.

Âdet olduğu üzere önce orkestra tarafından bir “intro” çalınıyor. Daha önce çok kez izledim Mehmet’i sahnede. Ne beklemem ve ne beklememem gerektiğini biliyorum. Sürprizlerle dolu bir insan değil sonuçta. İlerleyen dakikalarda beni şaşırtıp Aşkın’la bir Latin dans, (farz-ı misal samba) yapar mı?.. Düşük ihtimal. Haliyle bana malzeme çıkmayacak, adım gibi eminim. Bari tuhaf bir kıyafet giyip gelmiş olsa da ona iki laf etsem diye düşünürken siyah takım elbise, beyaz gömlekle çıkıp geliyor. İlk şarkı pek tabii ki “Hâkim Bey”.

Arkasından da hiç kesmeden “Hara”, “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” ve “Gibi Gibi” bağlanıyor ardı ardına. Şarkılar çok güzel; zaten Mehmet’in albüm repertuarları da hep çok güzel oldu. Gerek seçilen “cover” şarkılar, gerekse yeni şarkılar hep iyiydi dört albümünde de. Çağlayan gibi bir sesi olmadığı malum ama sesine ve tavrına göre şekillendi zaten müziği. Bu durumun sebeplerinden biri de tam karşımda duruyor aslında. Alper Atakan klavyenin başında. Önünde de bir mikrofon var ve oradan sürekli orkestradakilere talimat veriyor. Onlar da kulak içi (veya dışı) kulaklıklarından aldıkları talimatlara göre çalıyorlar. Biraz hazırlıksızlık durumu var gibi. Tabii yaz boyu Mehmet çat orada çat kapı arkasında, sürekli sahnede. Belli ki bu konsere özel prova yapacak zaman bulamamışlar.

Bu ilk dört şarkının ardından ilk konuşmasını yapıyor Mehmet Erdem. “Çok heyecanlıyım,” diyor. “Burası mabet gibi bizim için,” diye devam ediyor. Acaba ilk Harbiye’si mi diye bir an şüpheye düşüyorum. Sevinçli bir şüphe bu zira öyleyse 20 yıl sonra anlata anlata bitiremem diye pek seviniyorum ama öte yandan geçen sene Rubato’yla birlikte çıktı diye de hatırlıyorum. Neyse, araştırır, öğreniriz elbet.
Bu arada her alkış aldığında elini göğsüne götürüyor Mehmet. “Eyvallah” diyor yâni, ne desin, “Çok mersi” diyecek hâli yok ya, Mehmet bu; ağır abi.

Yine arka arkaya üç şarkı söyleniyor bu defa: “Affetmedim Kendimi”, “Sensiz Ben Olamam” ve “Acıyı Sevmek Olur mu?” Bu sonuncu şarkıda seyirci var gücüyle eşlik ediyor. Var gücüyle diyorum çünkü Mehmet’in tonundan Mehmet’e eşlik etmek her babayiğidin harcı değil. Ton tutturma derdiniz yoksa, salın gitsin, o ayrı. Öyle de yapıyorlar zaten. Mehmet de Alper de seyircinin bu reaksiyonuna karşılık gülümseyerek bana doğru bakıyorlar. Yanlış bir şey mi yaptım, ne oldu, yoksa aklımdan geçeni mi okudular nedir derken, bana değil, arka çaprazımda oturan Cihan Güçlü’ye baktıklarını fark ediyorum. Şarkının söz ve müziği onun ya, “Bak senin şarkı nasıl almış yürümüş,” diyorlar yâni.

Bu şarkıdan sonra Mehmet bir kez daha konuşmaya yelteniyor ve “Aralarda konuşmam gerekiyor ama ben konuşmayı çok beceremediğim için siz konuştum farz edin,” diyor. Zaten çok konuşma isteseydik üç gün bekler, “Çok Güzel Hareketler Bunlar 2”ye gelir, Allah’ımızdan bulurduk; boş ver Mehmet, sen şarkılarına devam et.

Ediyor. “Herkes Aynı Hayatta” ve “Olur Ya”yı söylüyor arka arkaya, sonra bir kez daha “Hâlâ çok heyecanlıyız,” diyerek sahneye getirilen sandalyeye oturuyor. Dedim ya, ağır abi, kendinden “biz” diye bahsediyor. Şimdi sahneye bir de nargile getirseler ve oturduğu yerde şarkı söylerken bir yandan da nargileden çekmeye başlasa zerre yadırgamayacağım, öyle de bir his yaratıyor insanda (ki kaç kere röportaj yapmışlığım, oturup konuşmuşluğum var, hiç öyle biri değil aslında.) Neyse ki eline marpuç değil, ud alıyor ve bir solo atıyor, sonra o solo “Kum Gibi”ye bağlanıyor. Arkasından da bir başka Ahmet Kaya şarkısı “Arka Mahalle” geliyor. “Öyle Bir Yerdeyim ki (Dostum Dostum)”, “Ben Bilirim”, “Böyle Ayrılık Olmaz”, “Hava Nasıl Oralarda” ile bir “cover” serisi daha tamamlanıyor.

Bu arada seyirciler arasında ünlü simaları tarama görevimi konserin en başında yaptığımı söylemeyi unuttum. Hıncal Uluç ve Nilgün Belgün’ü görüyorum ama başka pek tanıdık, bildik yok gibi. Bu yaz hangi konsere gittiysem aynı ünlü kuraklığı vardı, neden bilmem. Bir yerden sonra Hıncal Uluç’u ve fularını da görememeye başlıyorum. Sebebini ise birkaç gün sonra aşağıya alıntı yaptığım yazısından öğreneceğim:
“Bir başladı.. Davul, saks, bas ve klarnet, solistle yarışıyor. Birinci şarkısının ortasında, yanımdaki Kemal'a "Yahu Türkçe söylüyormuş" dedim. Şarkıyı geçin dilini anlayamadık, orkestra denen şeyin yarattığı gürültüden.

Mehmet Erdem'in yarım oktav sesi var mı, yok mu, onu da anlamadım. Dümdüz bağırıyor.. Bağırmayı şarkı söylemek sanıyor..

Tonmaister diye biri sahnede değil, tiyatroda bile yok.


O gürültü kafamızda tam 1 saat 45 dakika patlayınca, kimsenin Aşkın Nur'u dinleyecek hali kalmadı.
Nihayet bitince, "Ben kaçıyorum" dedim ki, herkes fırladı. Arkamıza bakmadan..”

(Boşlukları özellikle bıraktım çünkü biliyorsunuz artık gazete köşe yazıları böyle şiir gibi satır satır yazılıyor, raconu bozmayayım dedim. İki noktalar da benim değil Hıncal Bey’in imlâsı; tam olarak ne için kullanıldığını bilemiyorum zira biraz ayıp olacak söylemesi ama Türkçe’de iki nokta yan yana diye bir noktalama işareti yok.)

Ne olursa olsun bir gazetecinin, davetli olduğu (para verip gelmemiştir herhalde) konseri yarıda bırakıp gitmesi büyük kabalık zaten de onu geçiyorum. Fakat Mehmet Erdem’in “bağırdığını” iddia etmek nedir? Mehmet Erdem’in şarkıcılığına getirilebilecek en son eleştiri “bağırdığını” söylemek olabilir herhalde. Hani insanın doğuştan kulağı olmasa, Mehmet’in duruşundan, tavrından görür de anlar bağıramayacağını… (Üç nokta, evet.) Ayrıca orkestranın sesi de gayet dengeliydi, gayet de iyi çalıyorlardı, siz bana itimat edin. Tonmaysterin olmaması gibi bir durum zaten mantıken mümkün değil. Evet, ufak tefek aksaklıklar oldu ama bunlar ortalama dinleyicinin farkına varamayacağı şeylerdi. Öyle bir orkestranın gürültü yarattığını söylemek de yıllarca müzik sektörünün içinde olmuş, menajerlik filan yapmış biri için konseri terk etmekten daha da büyük ayıp, söylemeden edemeyeceğim.
Neyse…

Mehmet yedi yıl önce Açık Hava’ya Sezen Aksu konseri için geldiğinde onu henüz kimsenin tanımadığını anlatıyor sonra. “Hâkim Bey”in ilk çıktığı zamanlar. Önce Zülfü Livaneli, daha sonra Levent Yüksel tarafından söylenen şarkının asıl sahibini yeni bulduğunu anlatır Sezen o konserde ve Mehmet’i dinleyiciye tanıştırır. Sahiden de öyle olur ve şarkı Mehmet’le patlar.

Sonrasında orkestra elemanlarından birinin çaldığı şahane bir balaban (ya da duduk) solodan sonra iki Sezen Aksu şarkısı geliyor arka arkaya: “Belalım” ve “Masum Değiliz”. Ardından Mehmet, “Beni çok sakin sanıyorlar ama aslında değilim,” diyor. “Biraz hareketli bir şeyler çalalım,” diyerek devam ediyor. Ne ki çaldıkları şarkı “Sevemedim Karagözlüm” olunca pek de hareket edemiyor seyirci. Ama sonrası coşma garantili: “Nar Danesi (Sevda Olmasaydı)”, “Dane Dane Benleri Var Yüzünde”, “Arpa Buğday Daneler” ve “Bahçe Duvarından Aştım” arka arkaya söyleniyor.

Seyirci coşup taşınca ayrı bir gaza gelip alkışlar ya, tam da yerinde Mehmet “Bu alkışlar eserlerini söylediğimiz müzisyen abilere, ablalara gelsin,” deyiveriyor. Bak bunu da herkes söylemez. Mehmet müzisyen ya, sahnede önde duran kişinin egosunu en çok nereden törpülemesi gerektiğini iyi biliyor. Biraz da ondan değil mi meşhur bir şarkıcı gibi değil de orkestranın bir elemanı gibi davranması, durması? Sadece bir tek şarkıda (hangi şarkı not almamışım ama hatırlıyorum) sadece bir on beş saniyeliğine filan mikrofonu sehpasından ayırıp eline aldı, öne doğru birkaç adım attı, sonra yerine taktı ve bir daha hiç çıkarmadı. Zaten sahnede tur atsa ne olacak, siyah takım elbiseli, beyaz gömlekli kara kuru bir adam işte bir Jennifer Lopez değil sonuçta. Öyle bir şey arasak, 10 gün daha bekler Ziynet Sali konserine gelirdik, değil mi ama?

Hıncal Uluç’a sadece şu noktada katılıyorum; bu bölüm biraz fazla uzuyor. Mesela burada bitebilecekken, bitmiyor ve arka arkaya üç hareketli şarkı daha geliyor: “Koca Dünya”, “Bir Elmanın Yarısı” ve “Aşkımız Bitecek”. Şahsen ben oturduğum sandalyeyle münasebetin son sınırına geldiğim için yerimden kalkıp hemen yan tarafımızdaki boşlukta oynamaya kaptırmışların arasına, onlara katılacakmışım izlenimi yaratmak pahasına kaçmak ihtiyacı hissediyorum. Neyse ki sonrasında ara veriliyor.

Arada sahnenin ön tarafındaki orkestra grubu toparlanıyor ve ekranda bu defa Aşkın Nur Yengi yazısı beliriyor. E n’oldu şimdi Mehmet gitti mi yâni? Yok, gitmemiş. İkinci yarıyı düet şarkıları “Allah’tan Kork” ile el ele açıyorlar. Güzel şarkı, ben seviyorum. Sonrasında Aşkın, Mehmet’i onore edici bir şeyler söylüyor, onun efendiliğinden dem vuruyor ve bu gece Sezen Aksu’nun doğum günü olduğunu söylüyor. Sonra da seyirciyi bir sürpriz için örgütlüyor. Hep beraber “İyi ki doğdun Sezen” diye şarkı söyleyeceğiz ve bu ânın videosu elbette ona ulaşacak. Dediğini aynen yapıyoruz.

Sezen’in bildiğim kadarıyla resmi bir hesabı yok Instagram’da ama ben dâhil elinde telefon olan herkes şarkıyı Sezen Aksu “hashtag”iyle hikâyelere attı bile. Doğum günü şarkısının sedası Göksu’daki stüdyonun bahçesine çoktan varmıştır. Evet, orada Sezen… Yakın arkadaşlarıyla doğum gününü kutluyor o da. Şu anda kalksak gitsek hep beraber, kapıya dayansak 5000 kişi. Bir o söylese bir biz. Hasret gidersek… Mantıksız tabii. Cumartesi gecesi köprü trafiği olur her şeyden önce. Zaten ikinci köprü de tadilatta. En iyisi biz oturalım oturduğumuz yerde de Aşkın’ı dinlemeye devam edelim.

Zaten o da bir Sezen Aksu şarkısı söyleyecek şimdi. 1990 yılında öyle miydi ya? Kızcağız ilk konserinde arka arkaya ilk kasetindeki şarkıları söylerken seyirciden zırt pırt “Şinanay” isteği geliyordu. “Şinanay” ortalığı yıkıp geçiyordu o ara ve Aşkın da Sezen’in öğrencisi olarak pekâlâ söyleyebilirdi bu şarkıyı. Ne ki duymazdan gelmişti Aşkın. Ya öyle tembihlemişlerdi (“Aptallık etme, sen Aşkın Nur Yengi’sin, Sezen’in yedeği değilsin; bağımsız bir kariyer edinmek için Sezen’in söylediği şarkılardan söylememelisin,”) ya da prova etmedikleri için gözü yememişti, bilmiyorum. Ama bak şimdi “Ne Kavgam Bitti Ne Sevdam”ı söylüyor işte Mehmet’le ve seyirciyle birlikte.     

Bu şarkıdan sonra Mehmet sahneden ayrılırken Aşkın konserin sonunda yine birlikte söyleyeceklerini, Mehmet’i açmaya niyetli olduğunu şakayla karışık anlatıyor. Yoksa?.. Yoksa samba mı?.. Yok canım, o kadar da değildir herhalde. Mehmet mikrofon sehpası olmaksızın söyledi iki şarkıyı zaten; bence bundan daha fazla açılamaz. Bakalım, göreceğiz.

Ve Aşkın’ın solo konseri başlıyor. Önce “Yazık”, ardından “Yalancı Bahar”, sonra da “Bir Zaman Hatası”. Neresinden baksanız her albümünden birkaç “hit” çıkarmış Aşkın; son albümleri hariç. Haliyle repertuar sağlam. Zaten şarkıcılığı pürüzsüz, güldür güldür. Orkestra deseniz, uzun yıllardır birlikte çalıştığı bir ekipten müteşekkil; bir hareketiyle yön verebileceği kadar alışkınlar birbirlerine.

“Çok şahane müzisyenlerle çalıştım, şanslıydım. Uzay da bunlardan biriydi. Gencecik yaşına rağmen müthiş bir yetenekti,” diyerek Uzay Heparı’yı yad ediyor ve “Karanfil”i söylemeye başlıyor sonrasında. Bu şarkıya bağlı olarak da “Susma”, “Sevgiliye” ve “Hesap Ver” ardı ardına geliyor. Hepsi sağlam şarkılar… Sahi niye böyle şarkılar yazılmıyor artık? Aşkın konserin bir yerinde bunu şöyle açıklayacak: “Öyle duygular yaşamıyoruz artık.” Haksız sayılmaz.

“Zehir Gibisin” başladığında sahneye dansçılar da geliyor. Su gibi dansçılardan nefis bir Latin dans izliyoruz. Aşkın bütün profesyonelliğiyle sahneyi dolduruyor, yeri geliyor kendi figürleriyle dans ediyor (ki Latin dans çok seviyor, onu biliyoruz), yeri geliyor sahnenin bir sağını bir solunu turlayıp her cenahtaki seyirciye pas veriyor. Kostümü etekli olsa o etekleri de savurur dururdu mutlaka, buna eminim ama tek parça, siyah bir tulum giymiş. Bir tarafı tamamen boncuklarla işli, şık bir kostüm. Ancak bu boncuk işleme teknolojisi sanırım inovasyona muhtaç zira Ceyl’an Ertem konserinde yaşanana benzer bir şey yaşanıyor yine ve bu defa da Aşkın’ın boncukları dökülüyor. Neyse ki o da farkında. “Boncuklarım dökülmüş,” diyor şarkıdan sonra yerlere bakıp. Her şeye, orkestraya, seyirciye, şarkılarına ve sahneye o kadar hâkim ki, fark etmemesi imkânsız zaten.

Aşkın’ın ablası Süheyla Yengi tam yanımızda oturuyor. Ara ara bir felakete maruz kalmış ya da kalacakmış gibi kafasını çeviriyor ya da eliyle gözlerini kapatıyor. Aşkın sahneden düşüverecek diye korkuyormuş meğer. Sahiden de Aşkın ön taraftaki podyuma geldiğinde bizim bulunduğumuz yerden bakınca sınırda duruyormuş gibi görünüyor. Mesafe var oysa ve Aşkın o mesafeyi çaktırmadan gözetecek kadar da uyanık. Ama abla yüreği işte. Elhan teskin etmeye çalışıyor Süheyla Hanım’ı, derken en sonunda Süheyla Hanım dayanamayıp sahneye laf atıyor: “Çok korkuyorum düşeceksin diye!” diyor. Aşkın tam anlamıyor söyleneni “Ablam hâlâ benim için dua ediyor sahneye çıktığımda,” gibi bir şey söylüyor. Ama bir ara da “Kenan buradan mı düşmüştü?” diye soruyor. Allah vermeye Süheyla Hanım kalp sektesine uğrayacak, Aşkın işin gırgırında.

“Hadi Git”, “Başka Bir Şey” ve “Serserim Benim”le ‘90’ların ilk yarısında oradan oraya savrulmaya devam ediyoruz. “Ayrılmam”ı söylerken seyircilerin arasına iniyor Aşkın. Onlarla beraber söylüyor. Seyirci de bir edepli; “selfie” çekeceğim diye kimse sağa sola çekiştirmiyor mesela. Mesafeli bir duruşu vardır ya Aşkın’ın yıllardır, seyircisine de sirayet etmiş belli ki. “Oturun” dese oturacağız, “kalkın” dese kalkacağız, hatta “Şimdi herkes sağ elini kafasının üstüne koysun,” dese niye diye sorgulamadan onu da yapacağız, öyle bir saygılı çekinme hâli. Hemen ardından “Hiç Ummazdım”ı söylüyor mesela, ohhh oynuyor bir yandan ama ritme kapılıp onunla birlikte oynamaya başlayanlar da ne bileyim, siz deyin düğündeki elti, ben diyeyim görümce edalarında, hanım hanımcık, usturuplu; büsbütün kapıp koyvermiyor kimse yâni.  

“Kara Çiçeğim”i söylerken sahnenin ön kısmına oturuyor Aşkın. Ardından da “Ünzile”yi söylüyor. Şarkı başladığında sahneye gelinlik giydirilmiş ama elinden oyuncak bebeğini de bırakmamış bir küçük kız çocuğu çıkıyor ve şarkıda anlatılan dram canlandırılıyor böylece. Şarkının sonunda da Aşkın, küçük kızın duvağını kaldırıp onu öpüyor.

“Ünzile”yi ilk kez 1985 yılında Şan Tiyatrosu’nda sahnelenen Sezen Aksu Söylüyor adlı gösteride duymuştum. Henüz “Git” plağı piyasaya çıkmamıştı ve şarkı hiç bilinmiyordu. Sezen’in de oynadığı skeçler vardı gösteride ve bu şarkıdan önce sahnelenen skeç çok etkileyici idi. Sezen bebeğiyle oynayan küçük bir kız çocuğu, Sevil Üstekin ise ona artık 11 yaşına geldiğini, “gelinlik kız” olduğunu, evlendiğinde neler yapması gerektiğini anlatan annesi… (YouTube’da var, izlemenizi öneririm.) Düşünün ki sene 1985. Şimdi kaç? 2019 ve biz bu şarkıyı dinlerken, şarkı sözlerinde Aysel Gürel’in anlattıklarını geçmişte kalmış bir toplumsal yara olarak değil, bugün de yaşanmaya devam eden bir sorun, bir dram olarak içimizde duyuyoruz. Üzülüyor insan…

“Ünzile”nin hemen ardından bir başka hüzünlü sahne daha yaşanıyor. Bu defa Aşkın, Harun Kolçak’la düet yapıyor. Müzik sektöründe Harun Kolçak’la anısı olan çok kişi var muhakkak ama Aşkın için Harun’un yeri başka. Yola birlikte çıktılar çünkü. Aşkın – Harun ikilisi olarak ilk önce 1987 Eurovision Türkiye elemesinde yarıştılar, sonrasında iki ayrı festivale katılıp ikisinde de birinci oldular. Dahası Aşkın’ın ilk albümünde Harun’la bir düeti vardı. İşte o düet canlanıyor sahnede tekrar. Harun yok ama sesi var, ekranda görüntüsü var ve sahneye konulmuş ikinci bir mikrofon var. Orkestra canlı çalıyor, Harun’un sesi yeri geldiğinde bilgisayardan veriliyor. Kolay bir iş değil. Nitekim şarkının ilk yarısında ufak bir aksama da oluyor ama kimin umurunda? Öyle duygusal bir an yaşıyoruz ki o an, gözlerimizde yaşlar birikiyor.

Aynı duygusallıkla sözü ‘80’li yıllara getiriyor Aşkın şarkıdan sonra. “Portakal kokulu yıllar” diye bahsediyor o günlerden. Babasının sobanın üzerine koyduğu portakal kabuklarının kokusunu anlatıyor. Çocukluğunu sobalı yıllarda yaşamış herkesin hâlâ burnundadır o benzersiz koku. Bir an yoklayıp geçiyor nitekim beni de. Bir kanun solo çalınıyor, ardından “Aldırma Gönül” ve “Çöpçüler”i söylüyor Aşkın. Niyet güzel olsa da bu şarkılar bana gereksiz geliyor biraz. Sonuçta bar ya da gazino programında değiliz ve Aşkın’ın kendi diskografisinden söyleyebileceği daha bir sürü şarkı var.

Neyse ki oradan devam ediyor ve “Ay İnanmıyorum” başlıyor bu iki şarkının ardından. Sahneye dört tane dansöz kıyafetli dansçı geliyor, Aşkın iyice coşuyor, coşturuyor. Arada Nükhet Duru’nun oynama stilini taklit ediyor, oryantal yapıyor. Peşi sıra “Koca Dünya” başladığında ise sahneye Mehmet ve diğer dansçılar da geliyor. Belli ki finale gidiyoruz artık. Cümbür cemaat, şen şakrağız şimdi.

Her ne kadar onlar veda etseler de seyirci etmiyor doğal olarak. Geri geliyorlar ve “bis”te “Allah’tan Kork”u bir kez daha söylüyorlar. Gecenin son şarkısı ise “Sevdan Olmasa” oluyor. Bu son şarkıda Aşkın, Mehmet’i epeyce zorluyor dans etsin, en azından birazcık kımıldasın diye. Hah diyorum samba şimdi geliyor ama Mehmet sadece gülüyor ve asla o topa girmiyor. Benim fazla küçük beklentim de tamamen suya düşüyor böylece ama yazının başlığını daha konsere gelmeden koymuşum, katiyen değiştiremem. Onlar da beni yalancı çıkarmasalardı ne yapayım? Ayrıca başlık cümlesi Mehmet’in şarkı söylerken bağırdığını yazmaktan daha abuk değil bence.   

Saate bakıyorum, eni konu gecenin 1’i olmuş. Erken de başladığı düşünülürse, Açık Hava konserleri standartlarına göre epeyce uzun sürmüş konser. Seyirci memnun, ona şüphe yok. Tabii ben yine de bütün olarak baktığımda memnuniyetsizlik duyacak bir şeyler buluyorum. Başında yazdığım şey asıl sorun bence. İkili bir konser ama iki ayrı konser aslında. Tek bağlantı, düet şarkı; gerisi zorlama. Tek tek baktığınızda Aşkın en azından birkaç enstantane ile bile olsa Harbiye’ye özel bir şeyler yaparken, Mehmet Erdem cephesinde standart Mehmet Erdem programlarının ötesinde hiçbir şey yok. Sahnedeki “led” ekran görüntüleri (Harun’u gördüğümüz kısım dışında) neredeyse işlevsiz ve bir hayli özensiz. Işık deseniz standart. Neyse ki seyirci benim kadar mız mız değil.

Salondan dışarı çıkınca bakıyorum, yine su filan satanlar var ama hiçbir satıcının aklına “Ayran buyurun, ayran buyurun…” şarkısını söyleyerek ayran satmak gelmemiş. Oysa Livaneli konserinden sonra Türk bayrağı ve Ekrem İmamoğlu baskılı tişörtler filan satan satıcılar görmüştüm. Aşkın kariyerinin o klasiği yurdum satıcılarının ticari zekasıyla buluşmamış demek. 1994 yılında olsaydık, buluşurdu muhtemelen… 

Ama bin kunduz işte 2019 yılındayız; 1990 yılında hiç değiliz. Zaten 1990 yılında olsaydık, bizi almaya gelmiş olan babam Açık Hava’nın kapısının tam karşısındaki köftecilerin önüne arabasını park etmiş olurdu, taksi maksi düşünmeden arabaya biner, trafik neyin olmayan “Boğaz Köprüsü”nden geçer, tıngır mıngır evimize giderdik. Sonra ben Aşkın’ın “Sevgiliye” kasetini “walkman”ime takar, dinleye dinleye uykulara dalardım. Nitekim Aşkın’ın ilk konserini izlediğim gece aynen öyle olmuştu. Mehmet Erdem mi?.. 1990 yılında o daha 12 yaşındaydı!

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 04, 2019 04:52

August 3, 2019

Günün Şarkısı 3 Ağustos 2019


Teneke Trampet – “Kaç Kurtul”

Bir süre önce “Cihangir Kedileri” teklisini yayımlayan Teneke Trampet, geçtiğimiz günlerde de “Kaç Kurtul”la çıktı karşımıza. SMM etiketiyle yayımlanan şarkının söz, müzik ve düzenlemesi grubun ortak imzasını taşıyor.

Hayatlarımızın bizi kıstırdığı yerlerden, dar alanlardan, rutinden, ezberden, birbirinin aynısı günlerden, aylardan, yıllardan kaçıp kurtulmak mümkün mü? Bunu bize kim söyler? Söyleseler duyar mıyız? Ya da farkında mıyız kıstırılmışlığımızın? Tüm bunlara dair bir şarkı “Kaç Kurtul”. Belki oracıkta, ha deyince kaçıp kurtulmak hiç kolay değil ama şarkı bir kıvılcım çaktırsa, bir soru sordursa o bile yeter ki haydi haydi yapıyor. Müzik en çok bu işe yaramaz mı zaten?

Ne iyi ki Teneke Trampet gibi saf, katışıksız ve temiz “rock” yapan gruplar var hâlâ memlekette. “Rock” müziğin felsefesini, özünü, gerçeğini Türkçe ama “alla turca” (Türk usulü) olmadan bize hatırlattıkları için gelecekte bugünlerin müzik tarihi yazılırken onların yeri ayrı olacak.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 03, 2019 05:03

August 2, 2019

Günün Şarkısı 2 Ağustos 2019


Reyhan Karaca – “Laga Luga”

1993 ve 2007 yılları arasında 5 albüm yayımlayan Reyhan Karaca, o zamandan beri teklilerle ilerlemeye devam ediyor. 2019’da “Roma” ve “Umarsız” adlarını taşıyan 2 tekli yayımlamıştı. Geçtiğimiz günlerde ise “Laga Luga” ile çıktı karşımıza.

Ossi Müzik etiketiyle yayımlanan Laga Luga sözleri Saadettin Dayıoğlu’na ait bir şarkı. Bestesi Saadettin Dayıoğlu ve Reyhan Karaca ortak imzasını taşıyor, düzenleme ise Emre Gören tarafından yapılmış.

“Sevdik Sevdalandık” ve “Gidesim Gelmiyor” gibi ‘90’lar pop müziği denilince mutlaka akla gelen iki şarkının yanı sıra bir dolu başka şarkıyla da ara vermeden bugünlere kadar gelmeyi ve adını korumayı başarmış Reyhan Karaca’nın tam da bu nedenle gözümüzde kredisi baki. Nitekim bu şarkı da onun hem kendi çizgisini koruyup hem de “demode” kalmamanın sırrını çözebildiğini bir kere daha gösteriyor.

Saadettin Dayıoğlu’nun kişiye göre şarkı yazma ve bir hikâye yaratma konusundaki becerisi ve yaratıcılığı ile Reyhan Karaca’nın bu istikrarlı tavrının bir araya gelmesi de parlak bir sonuç doğurmuş. “Laga Luga” ‘90’lı yılların renklerini de içinden geçiren, esprili, eğlenceli bir şarkı. Dozunda Karadeniz sosu ile bu yazlık pop şarkısı, Isaac Angel tarafından çekilmiş klibiyle de ferahlık veriyor.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 02, 2019 09:37

August 1, 2019

Günün Şarkısı 1 Ağustos 2019


Suavi – “İki Gözüm İki Çeşme”

21 Temmuz 1990 gecesi… Altın Güvercin Müzik Yarışması dördüncü kez yapılıyor ve TV 1’den naklen yayınlanıyor. Finalde 15 şarkı yarışıyor. Jüride Timur Selçuk, Selmi Andak, Erol Evgin, Nükhet Duru, Esin Engin, İzzet Öz gibi önemli isimler, halktan üç kişi ve yarışmanın organizatörü Jüri Düzenleme Kurulu Başkanı Ali Rıza Türker var. Sahnede ise kimisi tanıdık, kimisi ilk defa ekrana çıkan bir dolu müzisyen, koca bir orkestra. Şarkılar canlı çalınıyor, canlı söyleniyor.

Suavi de o gece finalistlerden biri. Henüz onu hiç tanımıyoruz. Söz ve müziği kendisine ait “İki Gözüm İki Çeşme” adlı şarkısıyla ve Suavi Andaç adıyla yarışmaya katılmış. Gecenin sonunda kazanan “Kâhya Yahya” adlı şarkısıyla Cem Karaca oluyor. Yılların Cem Karaca’sı sonuçta. Suavi dereceye giremiyor ama yarışma şarkısını 1991’de Hamle Müzik etiketiyle yayımlanan ilk albümü “Deli Gönlüm”de yeniden seslendiriyor. Ve bu şarkı “Kâhya Yahya”dan da yarışmadaki diğer şarkılardan da daha fazla ses getiriyor, bir “hit”e dönüşüyor.

Suavi’den sonra şarkıyı Zeki Müren, Bülent Ersoy, Kibariye, Ümit Besen, Nuray Hafiftaş gibi bir dolu isim seslendiriyor. Suavi ise 2011’de Seyhan Müzik etiketiyle yayımlanan bir nevi “best of” çalışması “Gülle Diken Arasında” adlı albümde şarkıyı yıllar sonra yeniden söylüyor. Yıllardır bilinen ve sevilen bir şarkı olarak “İki Gözüm İki Çeşme” adeta bir türkü gibi, bugünlere kadar geliyor.

Şarkının yarışma versiyonu o yıl yarışma şarkılarını içeren ve Miks Ltd. etiketiyle sadece kaset formatında yayımlanan albümde yer almıştı. Ne yazık ki o albüm ve Suavi’nin ilk albümü şu an dijital platformlarda bulunmuyor.

Kuşadası Altın Güvercin Beste Yarışması nihayet bu sene yeniden yapılıyor. Şartname yayımlandı. Besteciler eserlerini, 5-9 Ağustos tarihleri arasında gönderebilecekler. Ön jüri 16 Ağustos’ta toplanıp finale kalacak 10 besteyi seçecek. Büyük final ise 7 Eylül Cumartesi gecesi Kuşadası Stadyumu’nda yapılacak.

Yarışmaya katılmak isteyenler detaylı bilgiyi şu adresten edinebilir: http://www.turkerorganizasyon.com
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 01, 2019 03:44

July 31, 2019

Günün Şarkısı 31 Temmuz 2019


Beş Yıl Önce On Yıl Sonra – “Yağmur & Bana Yalan Söylediler”

Meraklısı dışında pek bilen yoktur ama en iyi ürünlerini ‘60 ve ‘70’lerde vermiş, bugün hâlâ bayılarak dinlediğimiz Anadolu pop türünün temellerini atanlardan biri Doruk Onatkut’tur. Onatkut’un 1962 yılında “Kara Tren” türküsüne yaptığı düzenleme bir devrin başlangıcı olmuş, bu düzenleme yine onun kurduğu Kentet Dogo Orkestrası ve solist Alpay tarafından Ankara Radyosu emisyonlarında seslendirilince çok geniş bir dinleyici kitlesinin ilgisini çekmiş, arkası gelmiştir. Türün ilk örneklerinden ve klasiklerinden biri de Tülay German tarafından seslendirilen “Burçak Tarlası” düzenlemesidir.

Doruk Onatkut, yıllar boyu kendi orkestrasıyla, sonrasında tek başına, hem sahne hem stüdyo müzisyenliği yaptı. İşin mutfak tarafını da iyi biliyordu; ses kayıt ve “mix”ine imza attığı sayısız plak var. 

Aranjör olarak da bir dönemin önemli işlerinde Doruk Onatkut imzasına rastlamak mümkün. Gündoğarken’in ilk albümü tamamen onun elinden çıkmıştır mesela. Zerrin Özer’in ilk iki albümünde ama özellikle de “Her Şey Seninle Güzel” şarkısındaki muazzam düzenlemeleri de unutulmazlar arasında.

Doruk Onatkut’un Türk pop tarihine yazılmış en önemli işlerinden biri de hiç kuşkusuz Beş Yıl Önce On Yıl Sonra projesi oldu. Onatkut, 1979 yılında, birkaç yıl öncesinin popüler olmuş şarkılarının “medley”ler şeklinde ardı ardına söylediği bir albüm hazırladı. O dönemde Türkiye’de pop-fasıl modası vardı. “Karışık Disko” adı verilmiş bu albüm ise Türkçe pop şarkılarından oluşuyordu. Kendisinin de dâhil olduğu 10 kişilik Doruk Onatkut Orkestrası’nda eşi Nilgün Onatkut da şarkı söyleyenlerden biriydi ve albümün tamamı bu orkestra tarafından çalınmıştı.

Bu albümün fikri 1981 yılında Beş Yıl Önce On Yıl Sonra projesine dönüşecek ve Nilgün Onatkut ile yine birlikte yine “Karışık Disko” albümünde hem bas gitar çalıp hem şarkı söylemiş Mehmet Horoz, Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’nın birer elemanı olacaktı. Grubun diğer üyeleri ise Atakan Ünüvar ve Şengün Tansel’di. Bir süre Şebgün Tansel’in yerini Esma Erdem aldı ve Doruk Onatkut’un düzenlemeleriyle Beş Yıl Önce On Yıl Sonra ‘80’lere damgasını vurdu.
Bu kapak, albümün 2010 yılında Ossi Müzik tarafından yapılan CD baskısının kapağı.
Orijinal kapağın görseli beyaz fon üzerine albüm adının yazılmasından ibaret olduğu için bunu
kullanmayı tercih ettim. 
“Yağmur & Bana Yalan Söylediler”, her ikisi de Jose Feliciano tarafından bestelenmiş, Türkçe sözleri ise Fikret Şeneş tarafından yazılmış iki şarkı. Birini Ajda Pekkan, diğerini Semiramis Pekkan söylüyor zamanında ve Doruk Onatkut bu iki şarkıyı bir araya getirerek bir anlamda “mash up” yapıyor. Ve bu düzenleme Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’nın 1983 yılında Balet Plak etiketiyle yayımlanan ikinci albümü “Beş Vals On Tango” da yer alıyor. Grubun zirvede olduğu dönem, plak çok ilgi görüyor, çok satıyor, özellikle de bu şarkıların bu yeni düzenlemesi çok seviliyor.

Bugün Doruk Onatkut’un ölüm yıldönümü. Onu 31 Temmuz 2013’de kaybetmiştik. Son günlerine kadar sahnede kalmış, müziğe kelimenin tam anlamıyla bir ömür adamıştı. Türk pop müziğinin bu çok önemli ismini onun düzenlemesini yaptığı bu şarkıyla anmak istedim. Doruk Onatkut’un teslim ettiği bayrağı şimdilerde oğlu Uğur Onatkut taşımaya devam ediyor. Yüksek Sadakat’in elemanlarından biri olan Uğur Onatkut, aktif müzik hayatına devam ederken, Nilgün Onatkut da zaman zaman sahneye çıkıyor, şarkı söylüyor.  
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 31, 2019 12:49

July 30, 2019

Günün Şarkısı 30 Temmuz 2019


İlyas Yalçıntaş – “Kirli Kadeh”

Ekranda ömrü çok uzun olmayan X Factor yetenek yarışması bizi İlyas Yalçıntaş’la tanıştırmış ve İlyas’ın o yarışmada seslendirdiği “İncir” adlı şarkı bir anda “hit” olmuştu. O hızla yapılan ilk albüm “İçimdeki Duman” İlyas’ın ilk profesyonel adımıydı. O gün bu gündür de müzik sektöründe var olmaya devam ediyor. Albüm 2016’da çıktı, üzerine 2017’de “Gel Be Gökyüzüm” başarısını ekledi. 2018’de ise Feride Hilal Akın’la yaptığı “Şehrin Yolu”, Aytaç Kart’la yaptığı “Yağmur”un yanı sıra “Bilmece” teklisi de Yalçıntaş cephesinde ses getiren işler oldu.

2019’da ise bir sinema filmi için seslendirdiği Neşet Ertaş türküsü “Neredesin Sen?”in yanı sıra bilinen ve sevilen şarkılarından dördünün akustik kayıtlarını tekli olarak yayımladı İlyas. Geçtiğimiz günlerde ise yeni teklisi “Kirli Kadeh”, Alfa7 etiketiyle piyasaya sürüldü.

Ayırt edilebilir, kendine has ses rengi kadar kendi yazdığı şarkılarının karakteristiği ile de İlyas Yalçıntaş’ın pop dünyası içinde bir alan açtığı rahatlıkla söylenebilir. İlk albümden sonra tercih etmeye başladığı elektronik altyapılar da aslında gayet romantik şarkılarının o dar kalıba sıkışıp kalmasını engelledi.

Söz ve müziğini yazdığı “Kirli Kadeh” de bu tavrı sürdürdüğü bir şarkı. Tıpkı İlyas’ın diğer şarkıları gibi bu şarkı da bir üniversite kantininde ya da gençlerin ateş yaktığı bir kumsalda tek bir gitarla çalınıp söylenmeye çok müsait iken, Aytaç Kart’ın bu düzenlemesiyle güncel popun eğilimlerini de yakalamayı başarıyor. Hoş bir “groove”, akılda kalıcı bir melodi ve sözlerle İlyaş Yalçıntaş ve müziğini sevenleri memnun edecek bir şarkı “Kirli Kadeh”.  
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 30, 2019 08:43

Yavuz Hakan Tok's Blog

Yavuz Hakan Tok
Yavuz Hakan Tok isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Yavuz Hakan Tok's blog with rss.