Nilay Örnek's Blog, page 20
October 7, 2018
Artık Troya’yı gözünüzde canlandıran bir arkeo-köy var
2018 Uluslararası Troya Yılı kapsamında OPET, Çanakkale’deki bir köyü, yeni yapılan Troya Müzesi’nin hemen karşısındaki Tevfikiye Köyü’nü yeniledi; köyü, Troya dönemini yaşatan atmosferi, binaları ve figürleri, tarihi ve mitolojik değerleriyle bir arkeo-köye dönüştürdü. İşte köyden ilk izlenimler…
Tevfikiye Köyü’nden ve köyde OPET’in yaptığı arkeo-köy çalışmasından ilk olarak Troya kazılarının başkanı Prof. Dr. Rüstem Aslan ve onun heyecanı sayesinde haberim olmuştu.
Burada da yazmış ama çalışmalar tam bitmediği için köyü görememiştim.
OPET’in kurucu üyelerinden Nurten Öztürk’ün ne kadar titiz, sosyal sorumluluk işlerinde ne derece ‘gerçek’ biri olduğunu bildiğimden çok da merak etmiştim doğrusu.
Rüstem Hoca, köyde değişime mihmandarlık yapan 3 kadına “En son ne zaman Antik Kente geldiniz?” diye sorduğunda “Hiç gelmedik ki” yanıtını aldığını anlatmıştı.
[image error]Tevfikiye Köyü’nde, Ayfer, Hasibe, Akhilleus (Achilles-Aşil) ve Nurten Abla ile…
“Biz de 10’uncu kuşak Troyalıyız” diyor Nurten Abla; o, Homeros’u daha çok seviyormuş, ama Achilles heykeli ile fotoğraf çektirme nedenimiz sanırım Brad Pitt.
Filmde Achilles’i Brad Pitt canlandırdığı için magnetleri çılgınlar gibi satılıyormuş, Nurten Abla memnun.
70 sene bir köyde yaşayıp, dibindeki çok da ünlü antik kenti görmemek…. Bize ilginç gelebilir. Ama bu böyle olabilir.
“Şimdi köylüler, belki de hiç görmedikleri antik kentin bir zamanlar nasıl olduğunu kendi köylerinde görecek. Turist ağırlamaya, ekonomik bir modelin parçası olacaklar” diye düşünerek gittim köye.
Ve köyün gayet bilinçli, her şeyden haberdar, girişken bazı kadınlarıyla tanıştım. Geçen senenin kasım ayında başlayan çalışmalar biteyazmış.
Köye gittik ve gördük. Troya o köyde yeniden canlanmış.
[image error]Meydandaki müze binası.
PEKİ NELER YAPILMIŞ?
Tevfikiye Köyü’nün giriş yolu ve çevresi düzenlenmiş, köydeki pek çok bina, Troya’nın 6’ncı dönemine uygun olarak yenilenmiş. Yani buraya girdiğinizde Troya’nın son dönemini kafanızda canlandırabiliyorsunuz.
Köylülere boya desteği verilmiş, ‘Troya’ ruhuyla örtüşecek desen, renk ve motifler gösterilmiş ve evlerin dış cephelerinin buna göre düzenlenmesi sağlanmış. Köy yerindeki bütün tuvaletler OPET standartlarında yenilenmiş. Atıl duran evler atölyelere dönüştürülmüş.
Bu arada mimar Murat Kabul ile konuştum; eski düğün salonunu sordum mesela, “Yıkılıp mı yeniden yapıldı, yoksa üstüne kaplama mı yapıldı?” diye.
Ayrıntılarıyla anlattı Kabul, kullanılan malzemeyi, rengi seçişlerini. Güçlendirme yapıldıktan sonra yapılmış dış yüzey yenilenmesi.
Tamamen farklı bir cephesi var her yerin.
Murat Bey, “Büyük süslemelere girişmedik. Sade olmasını istedik, Antik Kenti görkemi ile yarışmak değil niyetimiz” dedi.
Şimdi mesela o binada Çanakkale Bienali’nden eserler var.
Bu arada merak etti, “Peki düğüm salonu ne oldu, insanlar düğünü nerede yapacak?”.
Burası aynı zamanda yine düğün salonu olarak da kullanılabiliyormuş.
Ama bunu sorduğum Nurten Öztürk çok güzel bir şey söyledi, “Yurtdışında da görürüz, böyle yerlerin mutlaka meydanı olur ve meydanda sembolik önemli binalar. Bu açıdan burada böyle bir meydan olması önemliydi.”
Gerçekten de çok güzel olmuş meydan.
[image error]Bütün bu projelerin uygulayıcısı Nurten Öztürk.
TROYA’NIN 6’NCI DÖNEMİ BU KÖYDE YAŞIYOR
Köy kahvesinin bahçesindeki yapı restorana, düğün salonu müze ve kültür sanat merkezine, kullanılmayan eski köy okulu pansiyona dönüştürülmüş.
İntepe/Erenköylü olan Rum bir usta tarafından 1895 yılında tamamı Troya Ören Yeri’nden alınan taşlarla inşa edilen tarihi köy camisi yine Troya döneminin doğal taşlarıyla aslına uygun şekilde yenilenmiş.
Geniş Troya ovasına hakim noktada konumlanan ve Troya Meydanı olarak adlandırılan meydan, seyir alanı olmuş. Burası Troya kahramanlarının büstleriyle donatılmış.
[image error]
KÖYE 14 BİN 800 BİTKİ VE AĞAÇ DİKİLMİŞ
Köy meydanında ve genelinde peyzaj çalışması yapılmış. Ben bunu yazılı bir kaynaktan öğrendim ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ağaç ve Peyzaj A. Ş. tarafından yöreye bağışlanan, akasya, selvi, zakkum, ardıç, çınar, erguvan, gül, hanımeli, yasemin ve sardunyadan oluşan toplam 14 bin 800 adet bitki dikilmiş köye.
[image error]Projeyle evler de düzenlenmiş.
KURSA YİNE KADINLAR GİTMİŞ AMA:)
Ancak tüm bu yapılanlar sürdürülebilir olmayınca çok da anlamlı olmuyor.
Sürdürülebilir olması için köylülerin de projeyi yürekten desteklemesi gerekiyor.
Burada öyle olmuş, köylüler canla başla çalışmış da, çocuklar köylerindeki değişim üzerine şiirler, mektuplar yazar olmuş.
Diğer çevre köyler de bu ya da başka yeni bir projenin parçası olmak istediklerini dile getirmişler.
Bu arada arkeo-köyün ekonomik bir canlanma yaşaması için bir takım kurslar verilmiş; 6’sı erkek 70 kişi bu kursları bitirmiş. (Yine kadınlar önde!)
Çanakkale Halk Eğitimi Merkezi Müdürlüğü işbirliği ile düzenlenen kurslar şubattan bu yana sürüyormuş. Hafta içi her akşam 5’er saat, hafta içi iki gün gündüz 8’er saat…
Neler neler yok ku kurslarda…
Temiz tuvalet ve hijyen, girişimcilik, diksiyon, iletişim, kişisel gelişim, İngilizce, turistik ve hediyelik eşya yapımı, kırsal turizm etkinlikleri, gümüş kazaz örücülüğü, kitre bebek yapımı kurslardan bazıları…
[image error]Erdal Sezer, bur duvarı daha Trovalılaştırırken.
ESKİ OKULDAN PRIAMOS PANSİYON’A
Kültür Bakanlığı İl Kültür Müdürlüğü desteğiyle de pansiyonculuk kursu verilmiş.
Bu arada köydeki eski bir okuldan dönüştürülen Priamos Pansiyon (0544 415 77 03) çok güzel olmuş. Bütün bu projenin mimarı olan Murat Kabul, burada da harika bir iş çıkarmış.
3 odalı pansiyonda odalarda minik birer mutfak da var, tuvaleti, banyosu kendi içinde. İki oda, iki kişilik (200 TL idi fiyatı), bir diğer geniş odada 4 kişi rahatça kalabiliyor (300 TL).
Odanın dekorasyonunda kullanılan her şey de bölgedeki malzemelerden.
Misal ben çuvallardan yapılan yastıklara, sedirlere bayıldım. Antikacı Hasan’dan almış Murat Bey, çevre köylerden toplanmış eşyalar.
OPET’in köyde yaptıklarını, Çanakkale Valiliği de içme suyu ve kanalizasyon alt yapı çalışmalarını yaparak, elektrik ve telefon hatlarını düzenleyerek tamamlamış.
[image error]
[image error]
[image error]
[image error]
TAM BİR ÖRNEK ARKEO-KÖY
Yani bundan sonra yerli ve yabancı turistler, Troya Antik Kenti’ne en yakın köylerden birinde konaklayabilecek ya da orada zaman geçirip, Troya’nın eski halini gözünde canlandırıp bir takım hediyelik eşya satın alabilecek.
Her şey bir yana pek çok antik kent ve turizm bölgesi bir ‘örnek köy’ modeli görmüş olacak.
6 Ekim 2018, Çanakkale
September 27, 2018
‘Bence en önemli şey bu gazetelerin arşivlerinin yok edilmesi’
Mehmet Y. Yılmaz ile 2005 yılından bu yana yazdığı Hürriyet’ten ayrılması üzerine Journo için konuştum. Türk siyaseti ve medyasına dair çarpıcı gözlemler okumak istiyorsanız buyrun
Türk medyasının durumu belli; çok yetenekli, akıllı, azimli, çalışkan pek çok gazeteci işsiz. Yazı yazıp da para kazanamayan, telif alıp da geçinemeyen çok sayıda insan var.
Durum böyle iken, her şöhretli gazeteci işsiz kaldığında, hep şöhretli gazeteciler işsiz kaldığında kapısını çalıp da “Size ne oldu?” demek, medyaya olup bitenleri sadece çok tanınan köşe yazarları üzerinden konuşmak bana biraz abes geliyor, biraz da haksızlık.
Ama Mehmet Y. Yılmaz ile konuşmak özellikle istiyorum.
Çünkü onun gazetecilik geçmişinde, Radikal, Posta ve Fanatik’i yayın hayatına geçirmiş, maddi hesaplar yapmış, kadrolar kurmuş biri olmak da var.
Sanki yeni bir gazete ya da dergi kurmak için tek engeli köşe yazılarıymış da şimdi özgür kalmış gibi. İnsanın sorası geliyor: Yeni bir yayın gelir mi?
Merak ettim, Journo için sordum…
İşte satır başlıkları:
“Bir dergi çıkarmak en çok istediğim şey ama kim basacak, kim dağıtacak”
“Bence en önemli şey bu gazetelerin arşivlerinin yok edilmesi”
“Ay sonunda ayrılmak istiyordum, Demirören ailesi ‘Beklemesin hemen gitsin’ demiş”
Ben meslektaşlarıma ‘Burada yaz ama para yok’ diyemem
“Türk burjuvazisine bakarsak Türkiye’de ekonomik kriz yok, zorluklar var”
“Medyanın bu durumuyla ilgili olarak hâlâ
AK Parti hükümeti ile Türk burjuvazisini suçluyorum”
‘Ya bir yol bulacağız, ya bir yol yapacağız’
“İslâm ve demokrasi bir arada olamıyor”
“AKP ideolojisinin istediği bizim yok olmamız”
“Türkiye diktatörlüğe çok yakın”
Tekrar röportajı okumak için buraya, tık, dokununuz
27 Eylül 2018,
September 25, 2018
‘Sette Hatice Sultan’a bebeklerimden biri yürüyor gibi bakıyorum’
‘Muhteşem Yüzyıl’ın da özel tasarım bebekleri yapılsa hoş olurdu tabii’ diyor dizinin kostüm tasarımcısı Serdar Başbuğ, Kafa Dergisi, Koleksiyon Kafası röportajında
[image error]Annette Himstedt bebekleri, Serdar Başbuğ koleksiyonundan.
Bu sayısıyla 4’üncü yılını kutlayan Kafa Dergisi’nin dünya döndükçe namı yürüyesi sayfası Koleksiyon Kafası’nda bu ay çok ilginç bir bebek koleksiyonu var…
Eylül sayısını kaçırmamanızı bu açıdan da tavsiye ederim.
Onunla aslında Patika Kitapevi’nde tanıştık. Deli gibi kitap karıştırıyor -şahane kitaplar- ve söyleniyordu:) Söylenen insan pek sevmem, ama onun konuları da, söylenme tarzı da şahane idi. Divavari; severim! Oracıkta alıp Bütün İyiler Biraz Küskündür’ü ona vermek istedim, kitap yokmuş. Yazık:) Ama bir muhabbet saatlerce çıkamadık kitapevinden. Sanattan, kıyafetlerden, eski dönemlerden, başka ülkelerden konuştuk. Ali Samiyen ve ailesinin muhabbeti ayrıca enteresandı. Bilgi alışverişi şahaneydi. Serdar Basbuğ tabii ki koleksiyoner çıktı:) Bu ayın Kafa Dergisi-Koleksiyon Kafası için onunla konuştum. Şahane bebekleri var, yüzlerce, kültürlerce… Ve bizim de o bebeklerden öğreneceğimiz pek çok şey.
Sevgili Serdar, opera ve tiyatrodan, reklam ve dizilere pek çok önemli proje için dönem kostümü tasarlamış, Türkiye’nin alanında en yetenekli ve okullu isimlerinden…
Muhteşem Yüzyıl’ın kostümlerini de tasarlayan Başbuğ ile etkileyici bebek koleksiyonu üzerine konuştuk.
Serdar’ın başlığa da çıkardığımız sözüne bayıldım:
‘Sette Hatice Sultan’a bebeklerimden biri yürüyor gibi bakıyorum’
[image error]
Fotoğraflar: SİNAN HAMAMSARILAR
[image error]
[image error]
[image error]OLYMPUS DIGITAL CAMERA
[image error]
[image error]
Eylül, 2018
September 21, 2018
‘Okullar Okulu’ndan ilk öğrendiğim: Yosundan objeler
Size yosunlardan baya kullanışlı kaplar-şişeler üretilebildiğini söylesem.
Renkli birer cam ya da kaliteli plastik gibi duran baya şık ürünler.
Önce ‘yosun hasadı’ yapılıyor, yosunlar ayrıştırılıyor ve oluşan malzemelerden 3 boyutlu yazıcılar aracılığıyla kap kacak üretiliyor. Harika değil mi?
Bunları dün sabah, İstanbul Tasarım Bienali’nin ön gösteriminde ‘Dünya Okulu’nda öğrendim.
22 EYLÜL- 4 KASIM TARİHLERİ ARASINDA
İKSV’nin Vitra sponsorluğunda düzenlediği 4. İstanbul Tasarım Bienali, 22 Eylül’de başlıyor.
4 Kasım’a kadar sürecek olan bienalin bu dönem başlığı ‘Okullar Okulu‘.
Acaba… Yeni bir okul kavramı tasarlasak ve yeniden okullu olsak? Güzel olmaz mı?
Tasarım Bienali bu konuda bizleri ilk aşamada uçuk gibi gelen bir konuda bir okula davet ediyor, ardından gösteriyor, öğretiyor, zihin açıp daha da fazla öğrenmeye teşvik ediyor.
[image error]
HANGİ OKUL NEREDE?
Ben dün ön gösterimde 3 okul gezdim.
Akbank Sanat’taki Bozum Okulu, Yapı Kredi Kültür Sanat’taki Akışlar Okulu’nun yanı sıra Atelier Luma’dan haberdar olmamı sağlayan Arter’deki Dünya Okulu..
SALT Galata’daki Zaman Okulu, Pera Müzesi’ndeki Ölçekler Okulu, Studio-X Istanbul’daki Sindirim Okulu da gezilecek!
[image error]
TÜRKİYE’Yİ ÖZEL OLARAK İNCELEMELERİ HOŞUMA GİTTİ
Atelier Luma’da çok hoşuma giden şu, Türkiye’ye bu bianele özel tasarımlar yapmışlar. Yine yosunlardan, yine 3D yazıcılarla.
Ama Türkiye hakkında, kültürümüz ve suyla ilişkimiz hakkında öyle derin düşünmüşler ki hayran oldum.
ARTER’e giderseniz metinleri tek tek okuyun lütfen.
Pet şişelerden hayvanlara su kabı yapmamız, ihtiyacı olan insana su vermemiz, suyu paylaşmamız, çeşmelerimiz, hamam taslarımız, eski tip testilerimiz, ‘yolluk’ kavramı, banyo paspasları, klimaların boruları ve altlarına koyduğumuz kaplar hep dikkatlerini çekmiş.
Benim kimi zaman görmez olduğum ama genellikle çirkin bulduğum bu ayrıntılardan yarattıkları yeni ve zihin açıcı objeler çok yaratıcı geldi.
Kendimden de utandım azıcık. Çirkinliği dönüştürme gücümün azlığına üzüldüm.
Mesela klima bitkileri diye bir kavram yaratmışlar. Klima borularından akan sularla beslenen bitkiler…
Yosun dönüştürme işi baya ilgili çekti, incelemeye devam edeceğim.
Bir de kapların rengi farklı, çünkü her yerin yosunu farklı! Bu nasıl?
[image error]
21 Eylül 2018
September 16, 2018
Cumhurbaşkanı’na yedirilmeyen gıdaları biz niye yiyoruz?
Bir tür CSI Saray var! Cumhurbaşkanı’nın yediği içtiği her şeyi kontrol ediyor. Misal, bir salata malzemesinden eser miktarda tarım ilacı çıksa bile, o ürün Cumhurbaşkanı’nın sofrasına konulmuyor.
Peki ya biz? Bizim sofralarımıza ellerimizle koyduğumuz gıdalarda durum nasıl? Bizim gıdalarımızda o polisliği yapması gereken kurumlar yeterince çalışıyor mu?
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın gittiği bir restoranı güvenli bulup, siz de, zevkinize uyarsa, onun yediği yemeklerden keyifle ısmarlayıp yiyebilirsiniz.
Ancak aynı mönü de olsa, yemek aynı yemek mi? Malzeme aynı malzeme mi?
Değil.
Şöyle ki, birkaç restoran sahibi kişiden bizzat dinlediğim şey şu idi; tabii tam tamına ayrıntıyla anlatmıyorum, bana anlatılan ayrıntıları biraz yuvarlayarak aktaracağım…
Mesela Cumhurbaşkanı bir yere yemeğe gidecek, mönü önceden belirleniyor, Saray’dan bu işle ilgili özel şefler geliyor, onlar restoranın o yemeklerinin tariflerini alıp yemekleri öğreniyor ve o mekânın yemeklerini o özel aşçılar yapıyor, bu bir…
‘BENİM YEMEĞİM DAHA LEZZETLİ OLABİLİR’
Yani -bence- aynı yemeği, Cumhurbaşkanı’nın benden daha az lezzetle yemesi daha olası.
Şöyle ki, bir yemeği orada yıllardır yapan adam yerine, tarifi yeni alan bir özel aşçının yapmasını yeğlemek böyle bir sonuca yol açabilir, bu normal.
Bu durumla ilgili olarak Anthony Bourdain’in harika bir tespiti var, ama onu alıntılasam ‘ortamdaki nem çok’, kapan olur, siyaseten bir şey diyormuşum gibi olur, alıntılamayacağım.
Tespit yok, ima yok, gönderme yok; salt durum…
CSI CUMHURBAŞKANI
Neyse, bir de malzeme meselesi var. Malzemenin kalitesi, sağlıklı olma durumu.
İşte bu noktada biz halt yiyoruz, Cumhurbaşkanı ise imrenilesi bir şekilde sağlıklı besleniyor.
Bana restoran sahiplerinin anlattığı, ‘acayip bir aracın varlığı’ idi.
Bu acayip araç bir tür CSI Cumhurbaşkanı; içi laboratuvar gibi.
Sofraya bir çoban salatası mı gelecek; domatesten salatalığa, biberden limona her şeyin kontrolü yapılıyor. Zararlı maddesi var mı, üzerinde tarım ilacı kalmış mı?
İşte bu noktada, inanılmaz titiz olduğunu bildiğim, yıllardır tanımadığı çiftçi ile çalışmayan restoran sahibine soruyorum: “Peki sende zararlı bir şey çıktı mı?”
“İnanmazsın, çıktı! Biber. Adam tarım ilacını atmış, 3 hafta beklemeden toplamış. 2’nci haftasında bana gelende çıkmış tarım ilacı. O adamdan sebze almayı kestim tabii”.
İşte o anda, oracıkta var olan tüm paramı o araçtan bir tane almaya harcamak istedim.
Adamlara bak; biberdeki, maydonoz, domatesteki ilacın bilmem ne oranını tespit edip yemiyor, yedirmiyor.
Bizlerse… Nelere maruz kalıyoruz?
5 KİŞİ, 24 SAAT YEDİĞİ İÇTİĞİ HER ŞEYİ TEST EDİYOR
İşte Gıda Mühendisi Yrd. Doç. Dr. Bülent Şık da, yakın zaman önce Doğan Kitap tarafından yayımlanan ‘Mutfaktaki Kimyacı’ adlı kitabında, “Cumhurbaşkanı’nın Yemediği Zehirli Gıdaları, Çocuklarımız Yiyor mu?” başlığıyla bu konuya ayrıntılarıyla değiniyor.
Şık, bu yazısına Nuray Babacan’ın Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanan ‘Her Lokmaya Analiz’ başlıklı haberiyle giriş yapıyor.
Haberde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın doktoru Cevdet Erdöl, şunları söylüyor: “Saray’da Acil Tıp Ekibi kurduk. 5 kişilik bu ekip, 24 saat çalışıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sağlık, gıda ve beslenme güvenliğiyle ilgili çalışma planı yaptık. Buna göre, içtiği sudan, yediği yemeğe kadar her şey inceleme ve analizden geçiriliyor. Uluslararası koruma kriterlerine göre yapılan bu incelemelerde, yiyecek ve içeceklerde radyasyon, kimyasal madde, ağır metal ve bakteri taraması yapılıyor.
Analizler düzenli tekrarlanıyor. Yurtiçi ve yurtdışındaki tüm seyahatlerde de aynı analizler yapılıyor. Dünya genelinde suikastların artık silahla değil, bu tür yollarla özellikle gıda yoluyla yapıldığı biliniyor. Bu ekipte gıda konusunda uzman olan doktorlar var. Alınan örnekler sadece Ankara’da değil, İstanbul’da da farklı farklı laboratuvarlarda analiz ediliyor. Saray’da da bir analiz laboratuvarı kurulmasını planlıyoruz.”
ÖZELLİKLE ÇOCUKLARI ETKİLİYOR
Siz de tahmin edersiniz ki, aldığımız, sebze meyvede, kontrolü yapılması gereken yüzler, hatta binlerce toksik kimyasal madde var. Peki Saray’a gittiğinde hemen tespit edilip muhtemelen imha edilen bu ürünler bizlerin sofralarına geliyor.
Bülent Şık bu aşamada tezini ‘klorpirifos’ adlı madde üzerinden anlatıyor.
Klorpirifos (Chlorpyrifos) böceklere ve kurtçuklara karşı kullanılan bir tarım zehri ve ilkbahar-yaz döneminde kullanımı artıyor. Klorpirifos insanlarda, özellikle de çocuklarda beyin ve sinir sistemi üzerinde çok zararlı etkiler gösteriyor.
KİMSE YEMEZSE BİZ YERİZ!:(
Klorpirifos, 2015 yılı başında Avrupa Birliği ülkelerinde yasaklandı.
Türkiye’de ise Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, klorpirifos içeren tarım kimyasallarının 2016 mayıs ayı sonuna kadar piyasadan toplatılmasına ve satışının yasaklanmasına karar verdi.
Ancak Avrupa Birliği ülkelerinin ithal ettikleri gıda ürünlerine yaptığı testlerin sonuçlarına göre (bunlar şeffaflıkla kamuya açıklanıyor), 2015’e kadar ithal ettiğimiz ürünlerde görülmeyen bu zehirli tarım ilacı, buradaki tablolardan bakınca, her yıl daha da fazla tarım ürününde kendini gösteriyor.
Üstelik Avrupa Birliği’ne üye ülkelere giden ürünlerin çok daha kontrollü üretilmesine ve bu maddenin kullanımının yasak olmasına rağmen.
Yani klorpirifos içeren tarım ürünlerimizi Avrupa almaz, Saray’da yaşayanlar yemez iken bizler her gün bu ürünleri sofralarımızda ağırlıyoruz.
Çünkü bizim için bu polisliği yapması gereken kurumlar işlerini yeterince yapmıyor.
Şahsi olarak Cumhurbaşkanı’nın ne yediği beni ilgilendirmiyor. Ama bu ülkenin çocuklarının canının da değerli olduğunu, onların da zehir yememesi gerektiğini düşünüyorum.
Bülent Şık’ın kitabı da evde yoğurt ya da salça yapımından patates kızartmasına pek çok konuda bilimsel araştırmalarla yemeğe başka bir boyut getiriyor.
16 Eylül 2018
September 10, 2018
Biz çayla yiyorduk; bisküviden Maya takvimi gibi bir şey çıktı
Lu Petit Beurre bisküvilerinin:
Çevresindeki 52 kıvrım yılın 52 haftasını
Köşelerdeki minik topuzlar yılın 4 mevsimini
Kısa kenardaki 10 kıvrım + 2 minik topuz yılın 12 ayını
7 santimetre olan uzunluğu, haftanın 7 gününü
Üzerindeki 24 adet delik ise günün 24 saatini gösteriyormuş!
Bunu Twitter’da Seyahat Özgürlüğü adlı hesapta gördüm ancak sosyal medyada kaybolmasını istemedim, burada da kalsın. Aşırı iyi bilgi değil mi?
September 6, 2018
6-7 Eylül olaylarında havada asılı kalan o piyano…
Ara Güler, kendisinin de hedeflerden biri olabileceği
6-7 Eylül olaylarının ortasında fotoğraf çekmektedir.
Bir piyanonun üst kattan atılmaya çalışıldığını görür, piyanonun ayağı takılır…
Güler seslenir: Bekle!
6-7 Eylül olaylarını anlatan belgesellerden birini izliyorum; 9-10 yıl evvel…
Ara Güler, ‘o vahim günü’, İstiklal Caddesi’ndeki haleti ruhiyeyi anlatıyor… İnsanların galeyana gelişini, mağaza vitrinlerini indirişlerini, malların yağmalanışını, o vahşeti…
Ara Beyciğim, arada daha önce hiç duymadığım bir olaydan bahsediyor.
Bugüne kadar 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili belki onlarca yazı, kitap okudum; belgesel izledim ama böyle bir şeye dair hafızamda hiçbir yer yok.
O da şu…
Güler, o karmaşada fotoğraflar çekerken görüyor ki, bir mağazanın ikinci katından biri, kocaman piyanoyu aşağıya atmaya çalışıyor, itiyor. Piyanonun ayağı takılıyor, ağır da, emeline hemen ulaşamıyor. Bu arada Ara Güler aşağıdan sesleniyor: “Madem atacaksın, birkaç dakika bekle, makineyi ayarlayayım, bekle.”
Bekleniyor (!). Piyanoyu atan adamlar fotoğraf için bekliyor! Piyano aşağıya atılıyor ve Ara Güler piyanonun aşağıya atılma anını görüntülüyor! Piyanonun havada asılı kaldığı saniyelik anlar dahil.
[image error]
FRANSA’DAN ASLA DÖNMEMİŞ
Belgesel sonrasında günlerce o fotoğrafı aradım.
Hep merak ettim ama asla bulamadım.
Sanırım 2012 yılındı, ben de Akşam Gazetesi’nde eklerin yayın yönetmeniyim, bizim ekipten Zeynep Bakır, Ara Bey ile röportaja gidecek.
Zeynep’e anlattım; “Ne olur sor” dedim, “O fotoğraf nerede?”. Bir de “Ara Güler tiyatro oyunları yazmış zamanında, onunla ilgili soru sorsan da şahane olur”.
Merak işte…
Zeynep sordu; öğrendik ki, Güler o fotoğrafın olduğu ‘dia’yı bir dergi için Fransa’ya göndermiş ve bir daha da asla geri alamamış!
“Akılsız kafam, keşke göndermeseydim!” demişti o zaman.
Maalesef bu tarihte bir şey değiştirmezdi ama keşke göndermeseymiş.
Keşke..
Bu arada…
Nezih Tavlaş’ın hazırladığı “Foto Muhabiri – Ara Güler’in Hayat Hikâyesi” (Yapı Kredi Yayınları, Temmuz 2015) adlı kitaptan, 6-7 Eylül olaylarına dair bir bölüm.
Sayfa 68.
“Orhan Kemal’e sokakta rastladım, beraber yürüdük Harbiye’ye kadar. Ne halt yiyeceğimizi düşündük. Geldik Mehmet Cemal’le beraber “Halk Oyunlarını Yayma ve Yaşatma” diye bir cemiyet vardı. Yapı Kredi’nin finanse ettiği bu cemiyetin kurucusu Vedat Nedim’di, o gün de halk oyunlarının, Açıkhava Tiyatrosu’nda gösterisi var. Ben de görevliyim, resim çekeceğim. Oraya gitmeye vakit kalmadı. Taksim sinemasının karşısında Eftalupos kahvesini yıkmaya başladılar. At yarışı oynarlardı orada. Resim mesim ne oluyor derken aşağı indik, Beyoğlu Caddesi birbirine girdi, yıkılıyor. Halk oyunlarına gitmeye gerek var mı, burada ortalık birbirine giriyor. İnisiyatifimizi kullandık, bu daha mühimdir diye başladık resim çekmeye. (…)
Mehmet Cemal de benim yanımda “Ulan bizim dükkân ne oluyordur?” dedi. Mehmet’in anasının Gilda diye bir dükkânı var, kuyumcu ve süs eşyaları satıyor. Gittik, “Cemal Paşa’nın dükkânıdır burası” diye engel olmaya çalışıyordu. “Gilda ne demek? Gilda Türk değildir” diye başladılar yıkmaya. O zihniyet bugün olsa bütün Türkiye yıkılır, bir tane dükkân kalmaz çünkü gâvur isminden geçilmiyor. (…)
Hemen babamın dükkânına gittik. İlkyardım hastanesine, tedavi merkezine dönmüş orası, kim eli yaralanmış gelip elini sardırıyor. Taşlar ve sopalarla camları kırarken yaralananlar da dükkânımıza koşuyordu ilkyardım için. Bu olay sırasında tek yıkılmayan dükkân babamın dükkânıdır Beyoğlu’nda. (…)
“Bir tane grup yok, biri geliyor biri gidiyor. Sadece Beyoğlu değil, Büyükada, Karaköy filan her taraf her taraf. Aslında soyguna geliyorlar, mesela bir vitrine geliyor, orada eski elbiselerini bırakıp yeni elbiselerini giyip gidiyor. Herif nah böyle olmuş çünkü altı tane palto giymiş üst üste götürüyor. (…)
Eğer birinci ikinci gece askerler müdahale etmeseydi katliam olurdu. Ertesi gün de aramaya başladılar bütün bunları, bizim mahalle asker doldu, baktılar ev ev. Bizim evin orada karavana pişiriyordu askerler, konuşlandılar buraya, ben de resimledim. Birkaç gün sürdü. (…)
“Aziz Nesin’i filan tutukladılar. Komünistlerle hiçbir ilgisi yok Adnan Menderes hükümetinin kendisi yapmıştır. Sonra Celal Bayar’ın resmini çektik şöyle bir caddeye baktı, “Vay anam vay” dedi, “Bu kadar da mı oldu?”. Şaşırdı, o halde resmi var. Hiç düşünmedi bunlar. Olay hikâye neydi biliyor musun? Fatin Rüştü Zorlu, Londra’da toplantıdaydı, orada İstanbul’da bir şey yapın da dedi, sebep olsun ben de burada konuşayım. Buradan bunu tertip ettiler birkaç tane dükkân kırılacaktı kafalarında, sonra tutamadılar. Aslında olay ne biliyor musun fakir grupları dışardan Gebze’den kamyonlarla getirmişler, Menderes hükümeti yapıyor bunu.”
August 26, 2018
Belki anneler, kendilerine ne denirse densin, bilinsin ister
Arjantin’de 80-90 yaşlarındaki binlerce anne, 41 yıldır, 2 binin üzerinde defadır, buluşup çocuklarının kayboluşuna isyan ediyor. Türkiye’de ise dün, 23’üncü yılda, 700’üncü ‘zorlu’ haftaydı. Belki de birileri deli, başka birileri provokatör de dese, bir yeni kişi olsun isyanlarını duysun istiyorlardır, çocuklarının hatırına
“Eğer mazlumun, kurbanın acısını hak ettiği gibi anlatamıyorsanız, bu, o kurbanın acısıyla alay etmektir” demiş Adorno.
Bu yüzden de, iliklerimi dondursa da, gözlerimden yaşlar akıtsa da, kendimde başkasının acısını anlatma yetisi görmem.
Anlatabileceğimiz ancak, o acıyı izliyor, ona bakıyor olmaktan yaşadığımız acı; o da belki…
Tabii bir de, o alevin tenimizi ‘şu an’ direkt kavurmasa da bedenimizi yalayan sıcaklığı. Onun yarattığı korku, bencil ürperti; ‘çok yakınız, hatta içindeyiz’ hissi… O korkunç his.
Anlatabileceğimiz ancak bu, o da belki…
FİLM VİZYONDAN KALTI, GERÇEĞİ YILLARDIR MEYDANDA
Yazar-yönetmen Tayfun Pirselimoğlu’na göre, “Bir filmi izledikten sonra onu taşıyorsanız o iyi film demek, yine bir kitabı okuduktan sonra aklınızdan o kitapla ilgili bir şey geçiyorsa o kitap değerli bir kitap.”
Ve yine Pirselimoğlu şöyle diyor “İnsanlığın tarihinde döngüler olduğunu düşünüyorum, şu an tuhaf bir çağın içinde, tuhaf bir döngünün içindeyiz”.
Filmi çok iyi olduğundan mı, yoksa o tuhaf döngüden hiç çıkamadığımızdan mı bilmem, Tayfun Pirselimoğlu’nun “Hiçbiryerde” adlı filminin bende yarattığı hüznü, o hissi hiç unutamam.
Eşinin siyasi durumu nedeniyle fazlasıyla acı çekmiş, oğlunu ‘bu tür olaylardan uzak tutmaya’ çalışan bir anne, Şükran, Zuhal Olcay. Ama Veysel bir gün kaybolur; bir annenin evladı aramalarına, sormalarına rağmen ‘hiçbir yerde’ yoktur…
Filmi çok beğenmiştim ama bir daha izleyemem, izleyemedim.
Oysa çocuklarını kaybeden annelerin filmi de değil, en gerçek hali, İstanbul’un tam da göbeğinde, Beyoğlu’nda, Galatasaray Meydanı’nda karşımızda. 700 haftadır orada…
BİZ SADECE HAFTALARI SAYARKEN…
Ben filmini bile tekrar izlemeye cesaret edemiyorken, anneler, kardeşler, yakınlar orada…
Az kişinin dinlediğini, çok kişinin gerçekten ilgilenmediğini, kimsenin cevap vermeye yeltenmediğini, belki de umurunda bile olmadığını bilerek de olsa, haftalarca, aylarca, günlerce, anlarca, bir ömürce aynı soruyu sormak: “Benim çocuğum nerede?”
Her şarta direnen bir soruyla, çığlık olan isyan: “Benim çocuğum nerede?”
Onlar, her yerde arayıp sordukları, hiçbir yerde bulamadıkları, “Ya gelirse” diye kapılarını açık bıraktıkları, “Öldüyse de” mezarının yerini olsun bilmek istedikleri çocuklarının anısıyla, ‘yıllardır’ orada.
Ve üstelik biz sadece ‘haftaları’ sayıyoruz.
[image error]Fotoğraf: Eduardo Di Baia/Associated Press
‘KİMSE İNANMASA DA HERKESİN BİLMESİ GEREKİYORDU’
Cumartesi Anneleri’ne ilham veren Arjantin’e bakıyorum.
İlk, 30 Nisan 1977’de, Arjantin’de Plaza del Mayo Meydanı’nda beyaz tülbentleriyle toplandı çocukları kaybolan anneler.
Sadece 14 kişiydiler.
Çocuklarını gözaltına alıp kaybeden cunta yönetimine, cuntanın en güçlü olduğu dönemde açıkça isyan ediyor, hesap soruyorlardı. Derin acının verdiği cesaretle…
Plaza del Mayo Meydanı’nda toplanan yüzlerce anne oldular, sonra binlerce…
Kayıp çocuklarını arayan anneler de kayboldu, kimi gizli gizli, kimi açıkça öldürüldü. Yılmadılar.
Cuntanın son bulduğu 1983’te, mücadele ilk sonuçlarını verdi, ilk mezarlar açılmaya başlandı ancak o kadar çok çocuk ölmüştü ki, haftalar yetmedi. Mücadele de bitmedi.
Beyaz başörtülü, çocuklarının arayan annelerin isyanı 2000’inci haftasını çoktan geçti; 41’inci yıldalar.
40’ıncı yıl için hazırlanan bir The Guardian haberini okuyorum. Yaşları 80’i, 90’ı geçen, kimi tekerlekli sandalyede anneler. Kiminin çocuğunun cesedi de bulunmuş.
Niye hâlâ o meydana geliyor, her hafta isyan ederek yürüyorlar?
Biyoloji okuyan oğlu Horacio’yu, askerler tarafından götürüldükten sonra bir daha görmeyen, şimdi 89 yaşında olan Haydée Gastelú şöyle diyor:
“İnsanlar korkuyordu. Kaçırılan oğlum hakkında kuaförde veya süpermarkette konuşsaydım kaçarlardı. Dinlemek bile tehlikeliydi.
Ama sessiz kalamazdım. Kimsenin bize inanmasa bile, herkesin bilmesi gerekiyordu. Muhtemelen bu yüzden önce bize ‘deli anneler’ dediler”.
DELİ ANNELER; ACIDAN DELİREN ANNELER
20 yaşındaki oğlu Alejandro, 1975’te kaybolan Taty Almeida ise “Tabii ki çıldırdık… Acıdan ve kederden delirdik. Bir kadının en değerli armağanını, çocuklarını aldılar çünkü” diyordu.
Kendisi Nazi zulmünden, Auschwitz’ten kurtulup Arjantin’e yerleşen, oğlu Daniel 1977’de askerlerce öldürülen Sara Rus ise 90 yaşında; “Arjantin ordusu Nazilerden çok şey öğrenmiş ki, oğlumun kemiklerini bile bulamadık” diyor.
İşte onlar da, kimse onlara inanmasa da, çocuklarının kemikleri bulunsa da bulunmasa da, birileri onlara deli de dese, herkesin bilmesini istiyorlar.
[image error]
TÜRKİYE’DEKİ ANNELER DE BUNU İSTEDİ
Onlar da istedi.
Onlar da hem herkesin bilmesini istedi, hem de bir umut varsa çocuklarının geri verilmesini…
Ölü ya da diri…
Plaza de Mayo annelerinin eylemleri, Türkiye’de özellikle 1980 ve 90 sonrası gözaltılar sırasında çocuklarını kaybeden annelere ilham oldu.
İnsan Hakları Derneği aracı oluyor; 1995’te, kaybolan Hasan Ocak’ın bulunamamasıyla eyleme başlanıyor.
İlk eylemde 20 ila 30 kadın, beyaz başörtüleriyle Galatasaray Meydanı’nda buluşuyor.
Ve onlarca zor şarta, cevapsız soruya, zorlanmalara, yeni kayıplara rağmen yıllarca bu isyan, bu hatırlatma, bu arayış sürdü, sürüyor.
“Benim evladım gelir diye kapıyı bacayı hep açık bıraktım. Ay geçti, gün geçti, sene geçti benim çocuğum gelmedi. Ölmüşse cenazesini bana versinler” diyen Berfo Kırbayır, Berfo Ana, gözaltında kaybedilen oğlunu 33 yıl arasa da, 106 yaşında oğlundan bihaber öldü.
Onun mücadelesi Cumartesi Anneleri’nin simgelerinden biri oldu.
BAZI CUMARTESİLER…
Bazı cumartesiler bakmışımdır.
Turistlerin, alışveriş yapanların, Ayvalık tostu yiyenlerin, kitap alanların, dondurma yalayanların, İstiklal’de satmak istediği minik oyuncakla deterjan köpüğü yapan o adamın, sinemaya yetişmeye çalışanların, düğüne gidenlerin içlerinde o annelerin, kardeşlerin, akrabaların ellerinde çocuklarının fotoğrafları.
Kimi fotoğraflı posterler eskimiş biraz; ne yapıyorlar eskiyince, yeniliyorlar mı?
Sormak istemiyor insan bu soruları, o deterjan köpüğüyle hemen oracıktan geçip gidivermek istiyor.
Çünkü ağır geliyor.
Hep böyle oluyor, bu coğrafya da her gün yaşananlar kötü, bencil, bazen de anlaşılabilir bir merhamet yorgunluğuna yol açabiliyor.
700’üncü haftada ise pek çok insan annelerle oturmak istedi, o ağırlığa rağmen.
[image error]
ORADAYDIM AMA BEN BİLE ANLAMADIM; NE OLDU?
Ben de yürüyorum saat; 12.00 ve Galatasaray’a çok yakınım 1-2 dakika.
Önden arkadaşım Müjde aradı; “Baya gaz sıkmışlar, biz gelemiyoruz” diye. Kızıyla gelmiş, onun da orada olmasını istemiş.
“Çok polis var ama sakin gibi” dedim.
Sonra polis barikatları, gaz yemiş gazeteci arkadaşlar, çocuklar…
Bir esnafa sordum, “Gerçekten gaz sıkıldı mı?” diye, “Evet” dedi de, sonrasında bir döküldü ki, ona mı üzüleyim, oraya gelme nedenime mi bilemedim.
Polislere gittim; “Niye ki?” dedim, “23 yıldır buradalar, bizler de destek olmaya geldik, yakınlarını kaybetmiş bu insanlar”…
Biri “Bilemiyoruz” dedi.
“İzinsizlerdi” dedi başka biri.
“Provakatörler var” deye konuştu başkası…
Bazı sokaklara fena yayılmıştı gaz.
Ne olduğunu tam da anlamadan, gözler boğazlar yanarak hapşırarak ve yine yanarak bir süre sonra döndük geri, sosyal medyadan izledik.
Ve gece bir fotoğrafla kahroldum.
Cumhuriyet Gazetesi’nden Vedat Arık çekmiş.
Gözaltına alınmak istenen Arat Dink (Hrant Dink’in oğlu) ve onu bırakmayan millet vekilleri; Ahmet Şık, Hüda Kaya, Serpil Kemalbay, Garo Paylan.
Cumartesi Anneleri ile Arat Dink’in bir aradalığı o kadar derin bir ağıt ki.
[image error]Fotoğraf: Vedat Arık
BU İŞ ÇOK ZOR YONCA, ÇÜNKÜ İNSANLAR…
Ben oradaydım; ben bile ne oldu, ne bitti anlamadım göremedim.
Sonra bir şeyler yazmak istedim, cesaret de edemedim.
Sonra çevre esnafa sorulmuş “Burada bu insanlar ne yapıyor?” sorusuna yanıt arayan bir haber okudum.
Bu yazıyı bir bilmeyen bile okusa, 23 yıldır, 700 haftadır yanında olup biten eylemin nedeninden bihaber esnaftan ayrı düşsün istedim…
Çocuklarını kaybetmiş anneler, babasını yitirmiş bir evlat ve onlarca insan… Bunu da not edelim istedim.
Çünkü belki anneler, kendilerine deli de dense, “duyurmak” ister; acılarını, yapılan ve yapılmayanı.
26 Ağustos 2018 pazar, Beyoğlu
August 19, 2018
Ayşe Teyze’yi de kaybettik, Güngör Uras’ı da…
Benim için ‘bir neslin’, bir adabın temsili; Güngör Uras
Beyefendiliğin, iyi biri olmanın, anlayışın, gustonun, bilginin, titizliğin, dikkatin, inceliklerin bir arada bulunduğu nadir insanlardan biri…
Çok değerli Güngör Uras ile birlikte, şimdilerde önemsenmeyen Ayşe Teyze’yi de, Tevfik Güngör’ü de, Ali Rıza Kardüz’ü de kaybettik…
“Nasıl bilirdik?”
Hep iyi, hep güler yüzlü, hep şefkatli, hep yardımcı, hep bilgili, hep öğreten, hep dinleyen, incelikle ilgilenen…
Hep iyi, çok iyi.
Çok ince, çok zarif.
Öyle derin üzüldüm ki Güngör Uras’ın vefatına. Ona ağlarken sanırım, içten içe tüm güzel değerleri kolaylıkla taşıyan nadide insanların azalmasına da gidiyor gözyaşlarım.
BİR ÖĞRETMEN HER SINAVDA AYNI SORULARI SORAR MI? SORDU!
Hem öğrencisi olmanın, hem de aynı gazetede çalışmanın gururunu yaşadığım; birlikte sergi gezmenin ya da yemek yemenin keyfini tattığım, “Bıdı bıdı” dert anlattığım biriydi Güngör Uras.
Onu ilk Marmara İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünün bir öğrencisi olarak tanıdım.
“Bir adamın pantolon ve gömlekleri nasıl böyle bir çizgiyle ütülenir?”.
Ona bakarken en az birkaç defa bunu düşünür, her şeyi en basit dille anlatmasına hayran olurdum.
Güleçliği, yumuşak başlılığı ve her sınavda neredeyse aynı soruları sormasıyla meşhurdu…
Öğretmeyi çok isterdi. Gerçekten isterdi.
YEMEKTE AYRI, İŞ DÜNYASINDA AYRI…
Şimdi topu taca atılan Ayşe Teyze, gazete yazılarında, kimi zaman da derslerde onun bir numaralı kahramanıydı.
En karışık ekonomik durumları bile sakin sakin, en basit dille Ayşe Teyze örnekleriyle anlatırdı.
Ayşe Teyze, önce Zehra Teyze imiş aslında, Güngör Bey’in annesi… O vefat edince güzel eşi Nuran Hanım’ın adıyla yazmak istemiş ama kızar diye vazgeçmiş, yıllar yılı Ayşe Teyze’ye anlatmayı seçmiş.
Şöyle diyordu Ayşe Teyze’yi de anlatırken, “60 yaşlarında saf bir Türk kadını. Bir yerde üç beş kuruş parası vardır, geçim zorluğu içindedir. Torununu, damadını düşünür. Faizi nereden alacağım, altını ne yapacağım diye dertlenir ve devamlı kazık yer.”
Aslında hep bizi de anlatıyordu işte Güngör Beyciğim.
Yemek yazılarını ise perdeli bir fotoğrafının ardından, etik olması için müstear Ali Rıza Kardüz ismiyle kaleme alırdı; “Ben gurme değilim lokanta yazıyorum” diye altını çizerdi.
Dünya Gazetesi’nde Tevfik Güngör ismiyle iş dünyası diliyle yazılarda yazdı; bildiğim kadarıyla bir zamanlar İsmail Halit müstearıyla dini ve ahlaki yazılar yazmışlığı da vardı.
ÇÜNKÜ NEZAKET ÖLDÜ
Milliyet Gazetesi’nde aynı dönemde çalışma vasıtasıyla yeniden buldum hocamı.
Uğur Gürses’in ifadesini çok sevdim “Yazarken öğrenme çabası saygıya değerdi”. Tam da öyleydi.
Eşinden de bellidir; renk severdi, hoşluk, güzellik, şıklık severdi, sanat severdi…
Kızı da çok yetenekli bir sanatçı malum Elif Uras.
Ben de Milliyet zamanımda pek bir renkli, neşeli giyinirdim; yazılarını teslim ettiği ekonomi servisini her ziyaret edişinde beni ziyaret eder “Benim renkli kızım neler giymiş” derdi, torun sever gibi.
Bir izin günümde beni sergi gezerken yakaladı, sonra bir dönem sergi arkadaşı olduk.
İşsiz mi kaldım, öğrendiği an beni aratır, Ortaköy’deki ofisine çağırırdı.
Giderken badem ezmesi mi götürdüm; “Kızım şimdi senin tutumlu olma zamanın” ders, ona bir şey götürmeme kızar, ofisinden bana kitap ya da ne ise işte o an bir şeyler vermeye çalışırdı.
Sonra da karşısına oturtur, “Hadi kızım anlat bakalım, nerelerde sana iş olabilir bir bakalım” derdi. Ben bu konuşmaları pek de yararlı bulmaz, ama onun bana bunu yapmasından dünya hoşnut memnuniyetle onu dinler, sorularına yanıt verirdim.
Yararlı bulmama nedenim de şu idi; bana göre insanlar ve kurumlar artık Güngör Bey’in tanıdığı gibi değildi.
Ne emeğe, ne zekâya, ne yaratıcılığa, ne de inceliklere onun sandığı kadar değer veriliyordu artık.
Önce işten başlar, sonra aşk hayatını irdeler. Evde tencere nasıl kaynıyor, ona kadar sorardı.
Ne zamanki her şey yolunda, emin olur o zaman rahatlardı.
Çok üzüldüm, derin üzüldüm.
Eminim ki, onunla çalışan yüzlerce kişi, öğrencisi olmuş belki binlerce kişi de üzüldü; az ya da çok.
Çünkü nezaket öldü.
Şimdi annemi aramaktan korkuyorum, orada burada Güngör Bey ile karşılaşır beni çekiştirir, “Git hocanın öp, muhabbet et” diyen annemi.
Onu ailecek çok sevdik; hayranlıkla…
Tekrar; çok üzgünüm.
19 Ağustos 2018, Pazar, 20.50
August 13, 2018
Hüznün içinde cesurca durabilmek diye bir şey varsa…
Şermin Yaşar’ın ‘Kaybetmek Bizim İşimiz’ alt başlığıyla yayınlanan öykü kitabı ‘Tarihi Hoşçakal Lokantası’ insanı insan yapan hüzünlerine ve kaybedişlerine incelikli bir bakış gibi
O bir cesaret; hüzne bakmak, hüznü anlatmak.
Bir başarı da; umutsuzluk, mutsuzluk tacirleriyle zıt köşelerde durup bunu yapabilmek. ‘İnceliklerden’ doğan, ‘kabullenişlerle’ yayılan ve yaşanılan bir hüzün var.
Yapımızda var, coğrafyamızda var.
Var ve görmek istemiyoruz kimi zaman.
Şermin Yaşar da, ‘Kaybetmek Bizim İşimiz’ alt başlığıyla ‘Tarihi Hoşçakal Lokantası’nda, o hüzünlere, o inceliklere, o kayboluş, kaybediş ve kabullenişlere, o insanlara, bizlere bakmış.
Pek de güzel anlatmış.
.
Sanırım yıllar yılı gazetecilik durumundan, aklım başka metinlerdeyken, istemediğim şeyleri çokça okumak zorunda kaldığımdan artık her okumanın zamanını keyfime bırakıyorum.
Kitabın yazarı yakın arkadaşım olsun, okuyayım diye gözümün içine baksın, bazen yine de olmuyor. Hakkında yazı yazmak zorunda olduğum metinlerin bile arasına kitap alıyorum.
Oysa Şermin’le kitaplarımız aynı dönemde çıkmıştı, onun sayesinde, onun kitabımla ilgili iki inceliğiyle tanışmıştık; okumalıydım.
Okumalıymışım.
Geçen cuma Kumlubük’te okudum; buluşlarıyla, bizi biz yapan inceliklerimiz, alışkanlıklarımız, saçmalık ve zayıflıklarımızla, tatlı hatırlatma ve buluşlarla dolu, içten ve bence biraz romantik de bir kitap.
Görüyorum ki bazı insanlar gerektiğinde hüzünde durabiliyor. Onun geldiğini bildiğinde ona dokunuyor, kokluyor, bakıyor, sarılıyor, anlamaya çalışıyor. Kendini de, durumu da böyle tanıyabiliyor.
Bazen kuş bakışı yapıyor bunu, bazen bakkal defterinden, bazen bir parktan ya da kahveden.
Bu bir cesaret, pek de yapamadığım. Dolaşarak, kaçarak, başka yerlere bakarak ağırlığını dağıtmak istediğim.
Başkalarının yaralarında çokça geziniyoruz da, kendimizinkilere ne kadar bakıyoruz?
Şermin, yakın dönemdeki gerçek kaybını da, belki de hepimizden farklı, ona yaklaşarak, canının yanmasını göze alarak, merakla, kabulle, isyanla, sevgiyle, ya da ne görürse orada onunla yaşıyor. Çocuklarıyla olabildiği, yalnız kalabildiği kadar.
İnsan Tarihi Hoşçakal Lokantası’nı okuyunca daha iyi anlıyor.
Bence de sence Şermin “Hiçbir öykü kitabı, Kuran-ı Kerimler içinde saklanan gazete küpürlerinden derlenenler kadar gerçek ve etkileyici olamaz”; belki de bu yüzden yeni öykün de pek güzel, yeni kitabın çok gerçek olacak.
Yazmak iyileştiriyorsa, bu sana olsun.
13 Ağustos 2018, İstanbul
Kitap 10 Ağustos 20018, Kumlubük, Marmaris
Tarihi Hoşçakal Lokantası – 176 sayfa, Doğan Kitap