Yüce Zerey's Blog, page 8
October 19, 2015
Decoding The New Consumer Mind
Havalı başlık… Bak bak… Yeni tüketicinin kafasının şifrelerini kırmak, anlamak falan filan.
Havalı bir başlık koymaktan ziyade Kit Yarrow’un ‘Decoding The New Consumer Mind’ kitabını okuduktan sonra bu konunun Türk tüketicisine uygun bir şekilde yorumlanması gerekliliği geldi aklıma. Dolayısıyla Kristal Elma’da yaptığım sunumu hazırladım.
Sunum ile ilgili çıkan haberlere de şuradan ve buradan erişebilirsiniz.
The post Decoding The New Consumer Mind appeared first on @yucezerey.
Benzer Yazılar:
Mind The Gap – ConnectNow
August 7, 2015
Kartonpiyer Gelişim
2001 yılı, miskin bir Temmuz sabahı. Faruk bu sene de mezun olamadı. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümününün kıdemli öğrencilerinden. Bölümde 7. senesi. Kimine göre salak; kimine göre dikkatini okula vermiyor, işinde gücünde; kimine göre karı kız işlerinden patlıyor. Rivayetler muhtelif olsa da bilinen yegane gerçek Faruk’un 7 senedir okulu bitirememesi.
Okulun bitmemesi bunca yıldır o kadar umrunda değildi. Ama bu sefer diplomayı alamamak Faruk’a gerçekten koydu.
‘Ulan bi baltaya sap olamayacak mıyım? Hayatım hep bir parazit gibi geçti. Çoluk çocuğun geyik mezesi olduk.’söylem setini ve tümleyenini kafasında çoklaya çoklaya kimseyi uyandırmadan motoru kaynattı.
Ev arkadaşlarından ayrılıp daha köhne ama yalnız başına kalabileceği bir eve çıktı. En yakın dostu; yatağı, yorganı ve tembel cigarası oldu.
* * *
Faruk, tam 19 gündür evden çıkmadı. Kendisiyle herhangi bir şekilde iletişim de kurulamıyor. Telefonu çalıyor, açan yok. Sürekli birileri gelip, kendisini görmek istiyor ama nafile. Sövüp sayıp geleni kovuyor. Gelen de en azından yaşıyormuş tesellisiyle evden ayrılıp, diğer merak edenleri güncelliyor. Beynini sürekli uyuşturmak için 7 / 24 film – dizi izliyor, eve yemek sipariş ediyor ve uyuyor. Sonuç olarak, Faruk; ışık hızıyla dibe doğru yuvarlanıyor.
Seyredilebilecek film / dizi evreni tükenince elinde var olan kitaplara dadandı. Kendisinden hiç beklenmedik bir şekilde yıllar önce bir kıza yazabilmek için aldığı Osho kitapları ilgisini çekti ve okumaya başladı. Okudukça haz aldı. Haz aldıkça okudu. Adeta depresyonla kaynayan çölünde vaha bulmuştu. Kana kana içiyordu. Evdeki Osho kitapları bitince, günler sonra ilk defa yeni kitap almak için evden çıktı. Kişisel Gelişime ve benzeri mevzulara dair ne kadar çok satan kitap varsa hepsini aldı. Hiç ara vermeden hepsini kana kana okudu.
İvedilikle gelişmişti, hatta aşmıştı. Kendini ziyadesiyle farklı hissediyordu. Adeta küllerinden doğmuş, bambaşka bir Faruk vardı.
Eski günlerdeki gibi, toplumun kanına karışmadan önce bakıma girmesi gerekiyordu. Manevi rektifiye süreci tamamlanmıştı ancak maddi bakım da önemliydi. Mevcut durumda at hırsızı gibi olan saçını ilk defa farklı bir tarz kestirdi ve bununla yetinmedi şekil bir sakal da bıraktı. Kılık ve kıyafetini de geliştirmiş olduğu ruh ve kalp dengesine göre olgun bir şekilde güncelledi. Yeni ve modern imajı ile kendisini yıllardır tanıyanlar bile ilk seferde Faruk’u tanıyamadılar.
* * *
2015 yılının Temmuz ayı, Türkiye’nin en popüler karakterlerinden biri olan Faruk, yine boy boy gazetelerde. Bu sefer ki haberin konusu, Faruk’un ülkemizin refahı sağlamak için Caddebostan’da 7.000 kişi ile birlikte yaptığı meditasyon seansı. 7.000 kişi evrene olumlu mesajlar yolladı, Ki topları yapıldı. Türkiye olumlandı. Her şey güzel olacak.
Toplumun en çok güvendiği insanlar listesinde iki senedir Faruk birinci sırada. En çok satan kitaplar listesinde yıllardır birinciliği kimseye bırakmadı. Kendisinden randevu almak isterseniz en erken (o da torpille) 6 ay sonrasına alabiliyorsunuz. Eğitimleri inanılmaz pahalı. Ancak arada sırada halka açık yaptığı etkinliklerde kendisini fiziksel olarak görebilir, mahir olduğu yetkinliklerini deneyimleyebilirsiniz. Tüm bunları kaçırdım diye üzülmeyin. Faruk, sosyal medyayı dünyada en iyi kullananlardan. Dudak uçuklatacak takipçi sayılarına sahip. Bu hatırı sayılır hesapları düzenli ve kendisine katma değer sağlayacak içeriklerle besliyor. Nerede ne yaptığı? Ne zaman kime ne değerini nasıl kattığı? Nasıl herkesin kendisini çok sevdiği? Her konuda ne kadar iyi biri olduğu? İşine nasıl hakim olduğu? Ailesi ve arkadaşları ile ne kadar imrenilesi bir ilişkisi olduğu? Nasıl herkes tarafından çok sevildiğini yansıtan sosyal medya içerikleri paylaşıyor.
Sosyal medya haricinde konvansiyonel medya da ratingi bol bir TV programı, prestijli bir gazetede köşe yazarı olarak hayatına devam ediyor.
Tabir-i caizse paranın da itibarın da şanın da şöhretin de anasını belliyor. Ama tüm bunları yaparken insanların algısında ne kadar mütevazi, sabırlı, nazik, yardımsever vizyonunu öncelikliyor.
Eskiyi kesinlikle hatırlamıyor. Hatırlamak da istemiyor. Okulunu araya adam sokarak bitirdi ve diplomasını aldı. Hatta okulun üzerine yalandan bir sürü eğitim, sertifika programı vb ne varsa aldı. 2001’den beri hep gülüyor, kafasına hiç bir şeyi takmıyor her şeyi olumluyor. Tabiki öyle olacak çünkü tüm Türkiye kendisini izliyor. Kendisi rol model teşkil ediyor. Ne yaparsa toplum da yapmaya çalışıyor.
Mütevazi arayüzünün arka bahçesinde, temeli uzun yıllar öncesine dayanan kaya gibi bir ego yetiştirdi. Bu egoyu profesyonelce saklayabilmiş olması, aslında başarısının yegane sırrı. Çünkü özünde insanlardan nefret ediyor ama bütün söylem ve aksiyonları insanı sevme odaklı.
* * *
Rating rekorları kıran programı yine birbirinden ünlü konukları ile birlikte başladı. Herkes ekran başında. Reklam kuşağının kalınlığından program bir türlü başlayamadı. Neyse ki, milyonların beklediği adam, yani Faruk ekranda yüzünü gösterdi ki toplum rahat bir nefes aldı. Her zaman olduğu gibi kahkahalar, espriler, gelişimsel laflar havada uçuyor.
Programın içerisinde Faruk’un konuklarının ellerini tutup, onların sıkıntıları ile ilgili olarak yorum yaptığı bir bölüm var ki; ratinglerin tavan yaptığı nokta. Yine o bölüm geldi. Faruk’un elini tutup yorum yapacağı konuk, dönemin en popüler gençlik dizisinin başrolünde oynayan genç bir kız. Faruk, sürece öyle hakim ki; kızın elini tutana kadar veriyor heyecanı. Millet ekrana yapışmışken, o an geliyor ve kızın elini tutuyor. Avuç içini hissetmeye çalışırken inanılmaz bir şey oluyor ve Faruk gözlerini kapattığı esnada karanlık bir aleme geçiyor. Bildiği bir ortamın bilmediği bir versiyonu gibi. Ortamda anlamlandıramadığı bir koku var. Sülfür kokusu olsa gerek. Derken büyük bir gölgenin kendisine yaklaştığını görüyor. Gölge, gür ve korkutucu bir sesle ‘Şarlatanlığı bırak’ deyip Faruk’a bir darbe indiriyor. Karanlık alemde bunlar yaşanırken, tam bu esnada Faruk kızın elini tutmuş halde canlı yayında bayılıp yere düşüyor. Ekran başındakilerden bazıları bunu ratingin bir parçası gibi düşünürken, acil yardım ekiplerinin gelmesi ve hemen orada ayılmaması olayın ehemmiyetini arttırıyor.
Faruk ivedilikle tam teşekküllü bir hastaneye yatırılıyor ve tüm tetkikleri yapılıyor. Detaylı tüm tetkikleri yapılmasına rağmen doktorlar işin içinden çıkamıyor. Tüm fonksiyonları sağlıklı olarak işlevlerini yerine getiriyor. Ancak beyni, bünyeyi dış dünyaya kapatmış gibi davranıyor. Doktorlar süresiz koma teşhisi koyup beklenmesi gerektiğini açıklarken; tüm ülkenin odağı Faruk ve O’na ne olduğu oluyor. Tüm televizyon kanallarında bu tartışılıyor. Tüm sosyal medya diyaloğu bunun üzerine dönüyor. Herkes Faruk’u konuşuyor.
Faruk’un memleketten, Kütahya’dan arkadaşı Osman; Faruk’un annesini arıyor. Faruk’a ne olduğunu kuvvetle ihtimal bildiğini bu durumun Eymen Dayı tarafından çözülebileceğini söylüyor. Annesinin ağızından ‘Ne gerekiyorsa yapalım yeter ki evladım kurtulsun’ dan başka bir şey çıkamıyor. Osman soluğu, Kütahya’nın mütevazı bir ilçesi olan Emet’te insanlardan uzakta yaşayan, hiç evlenmemiş, masmavi gözlü, nur yüzlü Eymen Dayı’nın yanında alıyor ve durumu anlatıyor. Eymen Dayı, Faruk’un Anne adı ve Doğum tarihini istiyor ve olaya müdahil oluyor.
‘Osman Evladım. Faruk kardeşimize biri gönüllü musallat olmuş. Çok sık rastlanan bir durum değil. Faruk, kelimenin tam anlamıyla şarlatanlık ve insanların iyi niyetlerini suistimal etme konusunda epey yanlışlar yapmış. Bu da musallat olanı ve çevresini epey kızdırmış.’
‘Peki ne yapacağız?’ demiş Osman.
‘Merak etme çözülür. Ama dediklerimi yapmanız lazım. Sana bir şişe Faruk’un şahsına hazırlanış okunmuş bir su ve muska vereceğim. Suyu düzenli olarak içecek ve muskayı boynundan çıkarmayacak. İlk içmeye başladığında biraz daha durumu kötüye gidecek ama sonra hiç bir şeyi kalmayacak. Tabi bunlara ek olarak önemli bir şartı yerine getirirse.’
’Neymiş O Eymen Dayı?’
‘Bu yalan dolan şarlatanlıkları, olduğundan farklı davranmayı, insanları kandırmayı, kişisel gelişim yalanlarını bırakması gerekiyor?’
’Tamam Eymen Dayı yeter ki iyi olsun. Ne gerekiyorsa yaparız?’
Osman, Faruk’un ailesinin de desteğiyle Eymen Dayı’nın dediklerini doktorlardan gizli saklı bin türlü çakallıkla yaptı. Muskayı Faruk’un boynuna taktı ve zor da olsa su dan bir yudum aldırdı. Faruk normale dönmeye başladı. Doktorlar da bu duruma şaşırırken aynı Eymen Dayı’nın dediği gibi daha da kötü olmaya başladı. Osman bunun olabileceğini Faruk’un ailesine anlatmıştı. Onun için aralarında ihtilafa düşmelerine rağmen yine de ertesi gün sudan vermeye devam ettiler. İyi de ettiler. Çünkü bu sefer Faruk doktorların açıklayamayacağı hızda toparladı ve taburcu oldu.
Basının ilgisi büyüktü. Durumu açıklamak için bol tıbbi terimli havalı bir hikaye yazıldı. Faruk’u basından kaçırarak malikanesine getirdiler. Faruk iyiydi. Çocukluk arkadaşı Osman, kahramanı olmuştu. O ne diyorsa yapıyordu. Asıl konuya ise daha girmemişlerdi. Osman, Faruk’un biraz daha toparlanmasını bekliyordu. Faruk neredeyse tamamen normale dönmüştü. Osman hiç uzatmadan konuya girdi. Hikayenin arkaplanını başından soluna kadar anlattı. Tabi Eymen Dayı’nın olmazsa olmaz dediği şartı da.
Bunları anlatırken Osman, Faruk’un egosundan çok çekiniyordu. Ancak Faruk durumu çok iyi anlamıştı. Çünkü sağlam zaparta atlatmıştı. Zaten kendisi de zaman zaman kapıldığı illüzyonu sorguluyordu ama bu sorguları hep halının altına süpürüyordu.
‘Haklısın Osman’ dedi Faruk. Osman çok şaşırmıştı. ‘Bir an önce Emet’e gitmek ve Eymen Dayı’nın elini öpmek istiyorum’ dedi. Akabinde hiç vakit kaybetmeden Emet’in yolunu tuttular. Ancak Eymen Dayı’nın evi adeta yıllar önce terk edilmişti. Sağa sola sordular kimse bilmiyordu.
Eymen Dayı, son görevini tamamlamış ve mekanı terk etmişti. Öyle olması gerekiyordu. Kalırsa egosuna yenik düşebilirdi. Dolayısıyla vakti mevhumu geldi deyip başka diyarlarda muhtaç kişilerin yardımına koşmak için gitmişti.
Olayın iç yüzünü idrak ettikten sonra Faruk durumdan çok etkilendi ve hayatında radikal bir değişikliğe gitti. Eymen Dayı’nın Emet’teki evine yerleşti ve en yakındaki köyün imamı oldu. Bir zamanların Osho Faruk’u şimdilerin İmam Faruk’u olarak; 2 çocuklu, evli, ve hiç olmadığı kadar mutlu huzurlu hayatına devam ediyor…
03.08.2015 tarihinde Radikal’de yayınlanmıştır.
The post Kartonpiyer Gelişim appeared first on @yucezerey.
Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.
June 21, 2015
Fikir den İş Fikrine Astral Seyahat
‘Fikir’den İş Fikrine Astral Seyahat
‘Aaa Berk selaam, efsane bir fikrim var. Yürüyelim. Üç vakte yatırım alırız. Beş vakte paralarla, kıçımızı sileriz.’
‘Aynısının yurt dışında da olduğunu elbette biliyorum. Türkiye versiyonunu yapalım. Çok inanıyorum, klavyeler ağlar.’
‘Start-up kurmayanı, cümle içerisinde “Mokoko Start-up’ının sahibiyim.” demeyeni odunla dövüyorlar.’
‘O kadar yatırım aldı terbiyesizler, hala hesabı bize kilitliyorlar. Ne aç adammışsınız lan.’
‘Yıllardır elalem için ne güzel fikirler ürettik olm. Kendimiz için mi yapamayacağız? Ortalığın anasını ağlatırız.’
‘Aslında hiç risk yok. Sen fikrini koyacaksın. Yatırımcı lapps diye parayı koyacak. İşi yaptıracak adam bulacağız. Sen küçük hissedar olacaksın ve yürüyeceksin. Bunun nesi riskli? Her türlü kazanıyorsun.’
‘X: Bizim Rasim abi, growthacker olmuş.
Y: O ne lan?
X: Trendin topu kaldırdığı, yatırımcının parayı bastığı noktada gollük vuruş yapma eylemiymiş.
Y: Rasim abi, iyi golcüdür. Olur.’
Dijital dünyanın yükselişi; iş modellerini, ekonomiyi ve toplumu anlamlı düzeyde etkilediği için; hayatımıza bir çok yeni marka, ürün, ve / veya platform dahil oldu. Gencecik çocuklar, kocaman şirketler kurdular. Dudak uçuklatacak paralar kazandılar. Yılların köklü kodamanlarına racon kestiler.
Nasıl Kesebildiler?
Çünkü, iş dünyasının parametleri ve dinamikleri artık çok farklı. Gencecik arkadaşlar bu dinamiklerin içine doğdu. Oyunu doğru okuyup, anladılar. Hatta anlamlandırdılar. Böylece fark yarattılar.
Bir taraftan bakıldığında da tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar bilgi ortalıkta fütursuzca dolaşıyor ve kolayca erişilebilir durumda. İşte bu serbest salınımlı bilgi dünyasında; bilgiye bakmayı bilen, doğru bilgiyi bulan; bulduğunu anlayan, anlamlandırıp kana karıştıranlar kalabalıklardan sıyrılmaya ve fark yaratmaya devam edecek.
Nasıl İyi Bir İş Fikri Bulabilirim?
İş dünyasının temelinde, tüketicilerin fiziksel ve sosyal ihtiyaçlarına derman olmak ve / veya tüketicilere yeni ihtiyaçlar yaratmak yatıyor.
Dolayısıyla öncelikle
1) Çözülünce Tüketicinin Hayatına Katma Değer Sağlayacak Problemi Bul
Hayatı, insanları ve kendini oku. Nelere ihtiyaç var? Makro faktörler neler? Öne çıkan Trendler? Neler fark yaratabilir? Hangi konularda, nasıl ihtiyaç yaratabilir?
2) Piyasayı Anla
Piyasanın rekabet düzeyi nasıl? Rekabet parametreleri neler? Fiyatlama nasıl? Fırsat var mı? Piyasaya giriş çıkış kolay mı? Karlılık düzeyi nasıl? Büyük abiler var mı? Bizim fikri alıp, bizi çırak çıkartabilirler mi?
3) Çözüm üret
Öyle bir çözüm üret ki, taklit edilmesi zor olsun ve birden çok derde / motivasyona derman olsun.
4) Planlamanı yap
Finansal planlama, üretim planlaması, insan kaynağı planlaması, yönetim planlaması, büyüme planlaması, pazarlama planlaması, satış planlaması, lansman planlaması, yatırım planlaması, nefes planlaması vb.
5) Aksiyon al
İlk dört maddeyi sağlam geçtiysen, önce derin bir nefes al; akabinde, elini hafif alıştırma, yürü …
İyi bir İş Fikrini Nasıl Değerlendirebilirim?
İyi bir iş fikrini değerlendirirken soracağın sorular:
1) İyi bir tüketici iç görüsüne dayanıyor mu?
2) İnsanlar almak / deneyimlemek / sürekli kullanmak için motive olur mu?
3) Hayatımızda bir derde (Fiziksel, zihinsel veya duygusal) derman oluyor mu?
4) Yapılabilir mi?
5) Makro faktörler ve trendlerle uyumlu mu?
6) Hedef Kitlesi belli mi? Yoksa herkese mi ateş ediyoruz?
7) Kullanıcı Dostu, Kolay ve Yalın bir Deneyim Yaşatıyor mu / Yaşatacak mı ?
8) Kalabalıktan sıyrılacak, dillere pelesenk olacak güzel bir hikayesi var mı?
9) Hikayeyi organik olarak anlatacak, takdir edecek toplum üzerinde etkisi yüksek, hikaye anlatıcılar var mı?
10)Anlatılan hikayenin markaya ait olduğunu tanıtacak, hissettirecek marka algısını kuvvetlendirecek bir marka alamet-i farikası var mı?
“Engeller, hedefinizden gözlerinizi kaçırdığınızda gördüğünüz ürkütücü şeylerdir.” (Henry Ford)
The post Fikir den İş Fikrine Astral Seyahat appeared first on @yucezerey.
Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.
‘Fikir’den İş Fikrine Astral Seyahat
‘Aaa Berk selaam, efsane bir fikrim var. Yürüyelim. Üç vakte yatırım alırız. Beş vakte paralarla, kıçımızı sileriz.’
‘Aynısının yurt dışında da olduğunu elbette biliyorum. Türkiye versiyonunu yapalım. Çok inanıyorum, klavyeler ağlar.’
‘Start-up kurmayanı, cümle içerisinde “Mokoko Start-up’ının sahibiyim.” demeyeni odunla dövüyorlar.’
‘O kadar yatırım aldı terbiyesizler, hala hesabı bize kilitliyorlar. Ne aç adammışsınız lan.’
‘Yıllardır elalem için ne güzel fikirler ürettik olm. Kendimiz için mi yapamayacağız? Ortalığın anasını ağlatırız.’
‘Aslında hiç risk yok. Sen fikrini koyacaksın. Yatırımcı lapps diye parayı koyacak. İşi yaptıracak adam bulacağız. Sen küçük hissedar olacaksın ve yürüyeceksin. Bunun nesi riskli? Her türlü kazanıyorsun.’
‘X: Bizim Rasim abi, growthacker olmuş.
Y: O ne lan?
X: Trendin topu kaldırdığı, yatırımcının parayı bastığı noktada gollük vuruş yapma eylemiymiş.
Y: Rasim abi, iyi golcüdür. Olur.’
Dijital dünyanın yükselişi; iş modellerini, ekonomiyi ve toplumu anlamlı düzeyde etkilediği için; hayatımıza bir çok yeni marka, ürün, ve / veya platform dahil oldu. Gencecik çocuklar, kocaman şirketler kurdular. Dudak uçuklatacak paralar kazandılar. Yılların köklü kodamanlarına racon kestiler.
Nasıl Kesebildiler?
Çünkü, iş dünyasının parametleri ve dinamikleri artık çok farklı. Gencecik arkadaşlar bu dinamiklerin içine doğdu. Oyunu doğru okuyup, anladılar. Hatta anlamlandırdılar. Böylece fark yarattılar.
Bir taraftan bakıldığında da tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar bilgi ortalıkta fütursuzca dolaşıyor ve kolayca erişilebilir durumda. İşte bu serbest salınımlı bilgi dünyasında; bilgiye bakmayı bilen, doğru bilgiyi bulan; bulduğunu anlayan, anlamlandırıp kana karıştıranlar kalabalıklardan sıyrılmaya ve fark yaratmaya devam edecek.
Nasıl İyi Bir İş Fikri Bulabilirim?
İş dünyasının temelinde, tüketicilerin fiziksel ve sosyal ihtiyaçlarına derman olmak ve / veya tüketicilere yeni ihtiyaçlar yaratmak yatıyor.
Dolayısıyla öncelikle
1) Çözülünce Tüketicinin Hayatına Katma Değer Sağlayacak Problemi Bul
Hayatı, insanları ve kendini oku. Nelere ihtiyaç var? Makro faktörler neler? Öne çıkan Trendler? Neler fark yaratabilir? Hangi konularda, nasıl ihtiyaç yaratabilir?
2) Piyasayı Anla
Piyasanın rekabet düzeyi nasıl? Rekabet parametreleri neler? Fiyatlama nasıl? Fırsat var mı? Piyasaya giriş çıkış kolay mı? Karlılık düzeyi nasıl? Büyük abiler var mı? Bizim fikri alıp, bizi çırak çıkartabilirler mi?
3) Çözüm üret
Öyle bir çözüm üret ki, taklit edilmesi zor olsun ve birden çok derde / motivasyona derman olsun.
4) Planlamanı yap
Finansal planlama, üretim planlaması, insan kaynağı planlaması, yönetim planlaması, büyüme planlaması, pazarlama planlaması, satış planlaması, lansman planlaması, yatırım planlaması, nefes planlaması vb.
5) Aksiyon al
İlk dört maddeyi sağlam geçtiysen, önce derin bir nefes al; akabinde, elini hafif alıştırma, yürü …
İyi bir İş Fikrini Nasıl Değerlendirebilirim?
İyi bir iş fikrini değerlendirirken soracağın sorular:
1) İyi bir tüketici iç görüsüne dayanıyor mu?
2) İnsanlar almak / deneyimlemek / sürekli kullanmak için motive olur mu?
3) Hayatımızda bir derde (Fiziksel, zihinsel veya duygusal) derman oluyor mu?
4) Yapılabilir mi?
5) Makro faktörler ve trendlerle uyumlu mu?
6) Hedef Kitlesi belli mi? Yoksa herkese mi ateş ediyoruz?
7) Kullanıcı Dostu, Kolay ve Yalın bir Deneyim Yaşatıyor mu / Yaşatacak mı ?
8) Kalabalıktan sıyrılacak, dillere pelesenk olacak güzel bir hikayesi var mı?
9) Hikayeyi organik olarak anlatacak, takdir edecek toplum üzerinde etkisi yüksek, hikaye anlatıcılar var mı?
10)Anlatılan hikayenin markaya ait olduğunu tanıtacak, hissettirecek marka algısını kuvvetlendirecek bir marka alamet-i farikası var mı?
“Engeller, hedefinizden gözlerinizi kaçırdığınızda gördüğünüz ürkütücü şeylerdir.” (Henry Ford)
The post ‘Fikir’den İş Fikrine Astral Seyahat appeared first on @yucezerey.
Benzer Yazılar:
Fikir Kumbarası
Sosyal Medya markanız için neler yapabilir? Neler Yapamaz?
June 1, 2015
Vicdana Atılan Dikişler
Gecenin, sabah ile buluşmaya muhalif saatleri; şehrin en katil yollarından birinde güvenlik kameraları yine bir kazaya şahit olmuştu. Havalı, spor bir araç; kontrolünü kaybetmiş ve yolun kenarındaki elektrik direğine çarpmıştı. Araçtan çıkan dumanlar da güvenlik kamerasının kadrajına girmek için birbirleriyle yarışıyorlardı adeta.
Olay mahallinin yakınında bulunan fabrikanın güvenlik görevlileri, benzin istasyonunda uyuklayan pompacılar; kaza sesine zaman kaybetmeden koştular.
Kaputtan yükselen dumanlar koşanları ‘araba patlamasın lan’ diye kıllandırırken, benzin istasyonundan koşan pompacılardan biri Allah’tan akıl edip yanında yangın söndürücü getirmişti de olaya müdahale etti ve riski engelledi.
Arabanın içinde patlamış hava yastıklarının arasından hareketsiz duran iki kişi gözüküyordu.
Güvenlik görevlisi, yamulmuş kapıyı kanırtarak açtı ve sürücünün nefes aldığını hissedince rahatladı. Gençecikten bir oğlandı. Aklına gelen kötü şey başına gelmemişti. Çocuk yaşıyordu.
Kafası hava yastığı ile birlikte direksiyona yaslanmış olan sürücüyü olduğu yerden dikkatlice çıkartmayı düşündü. Doğru bir şey yapıp yapmadığından emin değildi. Daha önce aldığı bir eğitimde kesinlikle acil servisi beklemesi gerektiğini ve yaralıya dokunmaması gerektiğini biliyordu. Ama ya acil servis geç gelirse? Ya o vaziyette kaldığı için hayatını yitirirse, vicdan azabıyla nasıl yaşayacaktı?
Hayatı boyunca arada kalan kolay karar veremeyen bir tipti. Ancak bu sefer insan canı söz konusu idi ve ivedilikle ikilemine son vererek: ‘Ya Allah!’ dedi ve davrandı. Sürücüyü, arkadaşının da desteği ile nazik ve dikkatli bir şekilde dışarı çıkarıp, benzin istasyonundan gelen battaniyenin üzerine yatırdı.
Sıra yolcuya gelmişti. Genç ve güzel bir kadındı. Durumu sanki daha kritikti. Çünkü araç yolcu tarafından direğe vurduğu için sıkışmıştı. Sürücü gibi baygın değildi ama belli ki sağlam acı çekiyordu. Kaza mahalline gelen ekibin becerebileceği türden bir iş değildi bu. Allah’tan tam burada ambulans geldi. Sağlık ekipleri müdahale etmeye başladılar. Müdahale esnasında polis de olay yerine intikal etti ve kazanın nasıl olduğunu anlayama çalıştı. Yolcunun sıkışmasına yol açan metal aksam, fabrikanın bakım onarım ekibi tarafından dikkatlice kesildi ve yolcu da itina ile sağlık görevlileri tarafından çıkarıldı. Durumu kritikti.
İkisi de hızlıca en yakın hastaneye sevk edildi. Sürücü ayılmıştı. İç kanama şüphesi ve vücudunda çeşitli kırıklar vardı. Yolcunun ise bilinci yerinde olmadığı gibi hayati değerleri de bir türlü stabilize olmuyordu.
Hastaneye ulaşmalarına yaklaşık 2km kalmıştı ki, yolcu hayatını kaybetti. Sürücünün henüz durumdan haberi yoktu. Hastaneye ulaştı. Kendisinin filmi yeni başlıyordu. Önce İç kanama için batından, daha sonra kırıklar için kalça ve dizinden defalarca ameliyat oldu.
50 gün boyunca hastanede kaldı. Son tahlilde, her tarafı dikiş izleri ile doluydu ve yerinden kalkamıyordu. Yerinden kalkmaktan ziyade doğrulup, sağa sola bile dönemiyordu. Mevcut durumun ağırlığı altında kafasında sonsuz soru vardı:
Yürüyebilecek miydi? Yürüyebilirse bu ne kadar zaman alacaktı? İş güç ne olacaktı? Tuvalete bile gidemiyordu, altına hasta bezi bağlanmış, eline ördek verilmişti. Yoğun bakıma muhtaçtı. Ama kendisine kim bakacaktı?
Sürücü yani Pars, çok uluslu bir finansal denetim şirketinde yönetici ortak olarak çalışıyordu. Yanında yer alan ve kaza sonrası vefat eden kişi ise Selin, büyük bir çağrı merkezinde operasyon şefi olarak çalışmakta olup ve Pars’ın gece takıldığı mekanda karşılaşıp yeni tanıştığı biriydi.
Pars, yakışıklılığı, duruşu, popülaritesi ve başarıları ile fark yaratan; herkesin gıptayla baktığı biriydi.
Selin ise biraz içe dönük, fazla sivrilmeyi sevmeyen ve kendi ile barışık olmayan ama çok güzel bir kadındı. Alkol aldığında ise bastırdığı farklı bir Selin çıkardı ortaya.
Kazanın olduğu gece, Pars’ın rock star gibi karşılanıp ağırlandığı mekana girmesi ile başladı. Yine rutin bir Cumartesi idi. Hafta içi iş yoğunluğunu hafta sonu ten ve alkol yoğunluğu ile dengeliyordu.
Gecenin ilerleyen saatlerine doğru mekanda alkol duvarı aşılmaya başlamıştı. Pars’ın yanında ziyadesiyle güzel kadın olmasına rağmen gözü sürekli uzakta kendi halinde oturan Selin’deydi. Selin’in arkadaşları kopmasına rağmen Selin hala yeterli kıvama gelemediğini düşünüyordu. Pars’ın kendisi ile ilgilendiğinin farkındaydı ama bunu içselleştiremiyordu. Pars gibi havalı popüler biri, yanında o kadar güzel kadın varken neden kendisine baksın diye düşünüyordu.
Pars, yılların verdiği saha deneyimi ile mevzuyu hiç uzatmadı ve Selin’i tavladı. Gece mekanda çok güzel eğlendiler. Eğlencelerini taçlandırmak için Pars, Selin’i evine davet etti. Selin’in normal şartlar altında asla kabul etmeyeceği bir teklifti bu. Ama şartlar ve alkol düzeyi normal değildi. Dolayısıyla ikili Pars’ın havalı spor arabasına bindiler.
Pars, her zaman olduğu gibi spor arabasının hakkını veriyor ve hız limitlerini zorluyordu. Telefonu şarjı bitti için kapandığı aklına geldi ve telefonunu şarja takmak istedi. Telefonunu şarja takarken ağızındaki sigarayı düşürdü ve ani bir yanma refleksiyle direksiyon hakimiyetini yitirdi ve ne olup bittiği anlamadan Selin’in çığlıkları eşliğinde yolun sağında yer alan elektrik direğine çarptılar. Çarpar çarpmaz da bayıldı. Ayıldığında araçtan çıkarılmış ve hastaneye götürülüyordu.
Birinin ölümüne vesile olmuştu hem de daha iki saattir tanıdığı birinin. Bir de buna ek olarak kendisinin de yürüyüp yürüyemeceği belli değildi. Yürüse bile hapse girip girmeyeceği debelli değildi. Hayatı bitmişti…
Mesafesi anlaşılamayacak kadar uzaktan bir ses geliyordu. Güzel bir kadın sesi, ismini telaffuz ediyordu. ‘Pars, Pars, Pars….’ Ne güzel bir ses ne güzel bir telaffuzdu. Bunları düşünürken gözlerini açtı ve karşısında gördüğüne inanamadı. Karşısındaki Selin’di. Yaşıyordu. Nasıl olabilir di? Demek ki, Pars da ölmüştü. Ürperdi. Daha yapacak çok işim vardı diye saçmaladı içinden. Ama karşısındaki gerçekten Selin’di ve kendisine tüm içtenliği ile gülümsüyordu.
Pars tam üç aydır komadaydı. Kazanın asıl faturası Pars’a çıkmıştı. Doktorların kendisinden ümidi kesmesine rağmen uzun zamandan beri görüşmediği ailesi ve Selin, kendisinden ümidini kesmemişti. Selin kazayı hafif kırık çatlaklarda atlatmıştı ve Pars’ı üç ay boyunca hiç bırakmamıştı sürekli başında ümitle bekledi. Pars’ın hayata dönmesine vesile olan vicdanıydı. Vicdanı; ayakta tutabilecek bir hikaye ile Pars’ı hiç uyutmadı ve sonunda uyanmasını sağladı.
31.05.2015 Tarihinde Radikal’de yayınlanmıştır.
The post Vicdana Atılan Dikişler appeared first on @yucezerey.
Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.
May 24, 2015
Herkese Benden Çay!
Azra (29 – Bekâr), kurumsal iletişim kıdemli uzmanı. Ev hanımlığında doktora yapmış bir anne ile hamur işinde Oxford’ta kürsü sahibi olan fırıncı bir babanın kızı.
Tahmin edileceği üzere Azra’nın işletim sisteminde; yerel Türk kadını standart paketi ile çalışan metropol kadını harmanlanmış durumda. İşbu işletim sistemi hep başına bela oldu Azra’nın. Hep yerelden kaçmak, uzaklaşmak istedi ama her daim arâfta kaldı. Aldığı eğitim, çalıştığı ve takıldığı ortamlar, insanlar; kendisini, rasyonel aklı ile farklı bir noktaya çekmek istese de, vicdanı ve kalbi hep geriden gelerek ortalığı karıştırdı.
Azra’nın bir senedir mutlu bir birlikteliği var. Hayatında ilk defa deneyimlediği bir durum bu. Daha önceki sevgililerinin hepsi ağızına s….tı. Filmlerinin sonu hep acı, hüsran ve gözyaşı ile bitmişti.
Baran; Azra’dan üç yaş büyük, görgülü, iyi eğitimli düzgün bir çocuk. Ağızı olup dili olmayan ve her daim uyum sağlayanlardan. Özetle, akraba ortamlarının milli takımlarına ilk onbirde çağırılacak ideal beyefendi profillerden.
Yine lansman dönemleri ve Azra’nı iş yoğunluğu zıvanadan çıkmış durumda. Neredeyse gece gündüz hayatı ofiste geçiyor.
Çalışma arkadaşları ile arası yalandan iyi. Özele girmiyor. Yüzeysel muhabbetlerde top çeviriyor. Çünkü hepsini yüzeysel, şımarık ve samimiyetsiz buluyor. Ama bu durumu kendine bile kolay kolay itiraf edemiyor.
Ofis ortamında Azra’nın samimi gördüğü tek kişi, çaycı Ayşe Abla. Ayşe Abla ile de açıkçası çok muhabbeti yok, ama gün görmüş kalender, sağlam biri olduğunu düşünüyor. Ayşe Abla’nın yüzünden gülümseme hiç eksik olmuyor. Herkese karşı sürekli olumlu ve güler yüzlü. Hiç oyundan düşmüyor.
Günlerden Pazartesi. Sabah saatleri. Pazartesi sendromunun zirve yaptığı saatler.
Ayşe Abla çay dağıtırken, kadınlar tuvaletinden gelen ağlama sesi ile irkildi. Elindeki çayları ivedilikle bir köşeye bıraktı ve hiç düşünmeden tuvalete daldı. Ağlama sesi derin hıçkırıklarla sağdaki kabinden geliyordu. Kapıyı çaldı, ağlama sesi bir süreliğine kesildi ancak cevap gelmedi. Ayşe Abla ‘Kızım iyi misin?’ diyerek kapıyı ısrarla çalmaya devam etti. Ayşe Abla’nın ısrarı karşısında kapı içeriden açıldı ve yüzü gözü ağlamaktan şişmiş, rimeli akmış Azra; ‘İyi değilim Ayşe Abla’ dedi. Ayşe Abla, tek kelime etmeden sağı solu kontrol etti ve kimseyi uyandırmadan Azra’yı arka asansörden kaçırarak hizmet elemanlarının mutfağına götürdü. Kimse girmesin diye de kapıyı kilitledi.
AA: ’Anlat kızım neyin var? Yazık değil mi o güzel yaşlarına?’
A: ‘Anlatacak bir şey yok abla, içim acıyor sadece. Ruh halimi tarif etmem imkansız.’
AA: ‘Dene güzel kızım belki anlarım. En azından dene.’
A: ‘ Bir seneden beri devam eden güzel bir ilişkim vardı. Çok düzgün bir çocuktu. İlk defa kader yüzüme gülmüştü. Bu sefer oldu, artık doğru birini buldum diyordum. Biraz ketumdu ama çok beyefendi idi. Ta ki geçen akşama kadar…’
AA: ‘Geçen akşam ne oldu kızım?’
A: ‘Baran’ın iş arkadaşları bize yemeğe ve maç izlemeye geleceklerdi. Yemekler, mezeler, alkol, çerez falan derken hepsi dört dörtlüktü. İlk kez böyle kalabalık bir misafir geliyordu, hem de Baran’ın arkadaşları olduğundan daha da özenmek geldi içimden. Akşama doğru geldiler, düzgün çocuklardı. İyi işleri ve eğitimleri olan medeni insanlardı. Gün boyu hazırladığım her şeyi çok beğendiler ve memnuniyetlerini de pek çok kez paylaştılar. Maç sırasında içkiler su gibi içilmeye başladı. Çok fazla içildiğinden dışardan biraz daha söylemek zorunda kaldım hatta. Ben fazla içmemiştim, kendimdeydim ama Baran ve arkadaşları çok içmeleriyle birlikte dengesizleşmeye başladılar. Herkesin lafları ve bakışları garipleşmeye başladı. Baran alkol alırdı ama ölçülüydü genelde. Ben mutfakta meyve hazırlarken arkadaşlarından biri aniden belime sarıldı. Neye uğradığımı şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim ama kibarca ittirdim. İçerde boş tabak bakayım bahanesiyle salona geri döndüm. Arkadaşı hiç bir şey olmamış gibi tüm pişkinliği ile hemen arkamdan geldi. Daha olayın şokunu atlatamamışken diğer arkadaşı da birden bire güzelliğimden bahsetmeye başladı. Baran da oturduğu yerden pişkin pişkin benzer şeyler söyledi. Durumdan hiç rahatsız olmuyordu. Onun bu hali beni daha da çok germişti. Sürekli Baran’ın gözünün içine bakıyor, bir şey yapması için yalvarıyordum sessizce. Benim bu gerginliğimi umursamadığı gibi arkadaşlarının yanında bana yanaşmaya başladı. O ana kadar tüm bunların bir başlangıç olduğunu fark edememiştim. Baran’ın o beyfendi duruşunun altında tam bir sapık varmış. Kendisi, bu geceyi, arkadaşlarına beni teklif etmek üzere organize etmiş. Sürekli benden bahsetmiş ve hep birlikte her şeyi yapabileceğimiz hususunda hiç sıkıntı olmayacağından bahsetmiş. Arkadaşlarının fütursuzluğu buradan geliyormuş. Olaylar iyice tatsız hale gelmeye başlar başlamaz mutfaktan bıçağı aldım ve hepsine derhal evi terk etmezlerse polisi arayacağımı söyledim. Önce sallamadılar ancak gözlerimden ciddiyetimi anlayınca evi terk ettiler. Yıkıldım. Nasıl oldu da bu kadar güvendim? Nasıl göremedim? Tam doğru adamı buldum artık belki evlenebilirim derken, başıma bunlar nasıl geldi? Neden hep beni bulur bunlar?’
AA: ‘Ahh evladım. Güzel kızım… Verilmiş sadakan varmış. Bununla geçmiş olsun. Üzme kendini bu kadar. Dökme o güzel yaşlarını…’
Derken Ayşe Abla’nın sesi titremeye başladı ve cümlesini bitiremeden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. O kadar şiddetli ağlıyordu ki, Azra kendini unuttu Ayşe Abla’yı teselliye odaklandı.
AA: ‘Ahh kızım güzel kızım. Gerçekten ucuz atlatmışsın. Ben zamanında senin gibi atlatamadım. Ailem dağıldı. Yıllar önce memlekette kendi halinde bir ev hanımıydım. Eşim aşırı kumarbazdı. İki oğlumun hatırına her şeyini çekiyordum. Bir gece kumar borcuna karşılık beni sattığını, yanında sattığı kaba bir adamla gelince anladık. Herkesin gözü önünde adam beni alıp götürmeye çalıştı. Ağıza alınmayacak laflar ediyordu. Kocam benimle göz göze gelemiyordu. Sürekli duvara bakıyordu. O zaman 14 yaşında olan büyük oğlum dayanamadı ve adamı bıçakladı. Allah’tan adam ölmedi, ama ağır yaralandı. Oğlum yıllarca hapis yattı. Çıkalı bir iki sene oldu. Bu olay olur olmaz eşimden boşandım. Küçük oğlumu alıp memleketi terk ettim. Çalışmaya başladım. Çay hikayesi böyle başladı. Para biriktirdim. Oğlum çıkınca de elimde avucumda ne varsa oğluma destek oldum. Elimden geldiğince. Allah’a şükür kendi yağımızda kavruluyoruz. Bu hikayeyi unutmak için çok uğraşmıştım. Bazen bir film bazen bir sarhoş hatırlatır bana bu geçmişi. Buna şükür diyerek tebessümümü bozmadan devam ediyordum. Şimdi senin yaşadıkların o günleri gözümün önüne getirdi.
A: ‘Ayşe Ablam, canım ablam. Sen de ne büyük badire atlatmışsın. Bıçağı o akşam elime aldığımdan beri yutkunamadığım bir şey vardı. Ne yaşadım ben, neden benim başıma geldi diye. Şimdi düşünüyorum senin sıkıntılarının yanında benim yaşadığım ne ki?
Konuşulanların üzerinden koca bir sene geçti. Azra, işinden ayrıldı. Yurt dışında 3 aylık hatırı sayılır bir pasta kursunu bitirdi. Memleketine anne ve babasının yanına döndü. Güzel bir pastacı dükkanı açtı. Dükkanın işletmesini de Ayşe Abla’ya emanet etti. Kocaman bir marka oldular, yatırım da aldılar. Keyiflerine diyecek yok. Baran ise başka Azra’lar arayışında…
24.05.2015 Tarihinde Radikal’de Yayınlanmıştır.
The post Herkese Benden Çay! appeared first on @yucezerey.
Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.
May 17, 2015
Türk Süper Kahramanları
Agâh (34 – Bekar), kreatif direktör. Şekil sakalı, tarz kıyafet / aksesuarları, farklı bakışı ve kıdemli şeytan tüyü ile alanının popüler isimlerinden.
Başarılı kampanyalar yapıp ödüller almak, sahneye çıkmak, müşteriden ve sektörden aferin almak en temel motivasyonları.
Yoğun ve zorlu iş temposunda başarıdan başarıya koşarken bedenini rassal bedenlerle dinlendirenlerden.
Agâh, uzun ve başarılı bir kariyerin ardından; bir süredir hiç tadını bilmediği bir his olan depresyon ile karşı karşıya. Yıllardır depresyona girenlerle makara yaptığı için, bir türlü kendine konduramıyor ve ne yapacağını da bilmiyor. Profesyonel yardım almak istese de doktora gitmek için egosundan bir türlü izin alamıyor.
Peki nereden çıktı bu depresyon? Neden daha önce yoktu da şimdi peydahlandı? Net bir cevap verilebilir mi? Bilinmez.
Ancak görünene göre Agâh, bir süredir başarı, kariyer, ödül ve rassal bedenlerle tatmin olamıyor? Sanki hayatında hep bildiği ama tarif edemediği eksik bir puzzle parçası var. Maalesef bu parça algı olarak küçük hissedilmesine rağmen, bünyede eşek kadar bir boşluk oluşturuyor.
Doktor desteği konusunda egosuna söz dinletemeyen Agâh, alternatif olarak spiritüel yaklaşımlara yöneldi. 22’li Çakra Meditasyonu, I-Ching, Yoga, Nefes gibi yolların hepsini denedi. Hepsinin de ilk 5 dakikasından sonra hem kendi ile hem de ortam ile makara yapmaya başladı. Katıldığı programları bir türlü ciddiye alamadığı için, faydasını da göremedi. Hayatı boyunca içten yanmalı motor ile hayat seyrinde sol şeritten giderken, şimdi kendini motive edecek hiç bir şey bulamıyor.
Günlerden Perşembe, sonu yine hüsranla sonuçlanan çakra açtırma deneyiminden çıktı. Arabasını park ettiği otoparka yürürken; ileride hatırı sayılır kafenin valesi ile muhabbet eden yetkiliye el işareti yaptı. Yetkili de Agâh’ın arabasına doğru yürümeye başladı. İkili arabanın başında kesişti. Agâh, adamın suratına bakmadan ‘Ne kadar?’ dedi. Yetkili de ‘9 lira’ dedi. Fişi alırken Agâh kafasını kaldırdı ve yetkiliye kilitlendi. İç sesi ‘Yok artık amk!’ diye bağırırken, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Adam da şaşırdı. ‘Hayırdır kardeş bi sıkıntı mı var?’ deyince Agâh, ağlamayı bıraktı Otopark yetkilisine sarılarak böğürmeye başladı. Adam neye uğradığını şaşırmıştı. Adamın şaşkınlığı karşısında Agâh, ‘Mehmet Abi beni hatırlamadın mı? Ben Agâh, mahalleden. Senin elinde büyüdüm. Sen benim kahramanımdın.’ Mehmet, derin bir nefes aldı ve vakur bir gülümsemeyle ‘Hatırladım hatırlamaz olur muyum? Çok değişmişsin tanıyamadım. Güzel kardeşim benim’ diyerek sarılmaya devam etti.
90’lı yılların sonlarına kadar Türkiye’de yetişen her erkek çocuğunun mahallede öykündüğü, örnek aldığı, kahraman olarak gördüğü bir abi figürü vardı. Amerikalı’nın süper kahramanı ne ise bizim de süper kahramanlarımız bu kişilerdi. Bizim Süpermen’imiz, Örümcek Adam’ımız, Demir Adam’ımız, Thor’umuz olmadı ama mahallede büyürken kahramanımız olan, bizi koruyan kollayan abilerimiz vardı. Bu abi figürü; mahalle manavı, berber kalfası, kahve askıcısı, motor rektifiyecisi, tornacı olabiliyordu. Hepsinin ortak noktası ise kendilerini farklı kılan fırlamalık, kabadayılık, çapkınlık, iyi top oynama vb. gibi bir alamet-i farikaları olmasıydı.
İşte Mehmet’de zamanında Agâh’ın yetiştiği mahallenin en karizmatik abilerindendi. Agâh’ın ergenlik çağlarında Mehmet, mahalle manavıydı. Ancak farklı bir manav profiliydi. Çünkü Agâh, ilk felsefe kitaplarını, ilk klasiklerini Mehmet Abi’sinden alarak kitap okumayı O’nunla sevmişti. Mehmet, dükkanda müşteri yokken sürekli kitap okurdu. İşin ironik kısmı bu kadar entelektüel derinliğine rağmen kabadayılıktan, sürekli kavgadan dövüşten hiç taviz vermezdi.
Metin – Ali – Feyyaz’ın tarih yazdığı yıllarda ilk Beşiktaş kaşkolunu alıp, Agâh’ı ilk Beşiktaş maçına götüren yine Mehmet abisiydi. Dükkanda Metin ile çekilmiş bir fotoğrafı vardı. Agâh o fotoğrafa karşı çok ezikti. Anne ve babası Fenerbahçeli olmasına rağmen Agâh’ın Beşiktaşlı olmasının nedeni Mehmet abisinde gördüğü Beşiktaş sevgisiydi.
Agâh her fırsatta sürekli Mehmet’in dükkanına gider, gönüllü olarak kendisine yardım ederdi. En sevdiği zamanlar ise dükkana karpuz geldiği zamanlardı. Çünkü mahalle ahalisi, kamyondan manava kadar ip gibi dizilir koca koca adamlar, küçücük çocuklar kamyondan karpuzları elden ele atarak tezgaha dizerlerdi. Tüm mahalleli için çok keyifli bir deneyimdi. Amaç hiç karpuz düşürmemek olsa da, arada elden kaçar ve düşenler kenara koyulurdu. İşin en keyifli kısmı; operasyon sonrasında bakkalın hemen peynir getirmesi ve herkesin düşen karpuzlarla, peynire yumulması idi.
Agâh, ergenlik yıllarında da biraz çapkındı. Bir keresinde bu çapkınlığı yüzünden başına sağlam bir bela aldı. Lisede taze çıkmaya başladığı kızın eski sevgilisi çok belalı olmasıyla etrafa nam salmıştı. Kızdan ayrılması için Agâh’a haber gönderdi. Ancak Agâh ise çocuğun arkasından gider yapıp bildiğini okumaya devam etti.
Kızın eski erkek arkadaşı Şehmuz, ekibini toplayıp mahalleyi bastı. Her yerde Agâh’ı arıyordu. Mahallelide de duruş konusunda bazı çatlaklar oldu. Agâh ise durumu öğrenir öğrenmez Mehmet’in dükkana kaçmıştı. Şehmuz ve adamları; ellerinde sopalar, nunçakular, kelebekler, manavın önünde Mehmet’e Agâh’ı vermesi doğrultusunda posta koyuyorlardı. İşte Agâh’ın hayatı boyunca unutumayacağı sahne o esnada yaşandı. Medeni tartışmalar sonucunda gerilim artıp, taraflar çirkinleşmeye başlayınca; Mehmet, Allah ne verdiyse, elindeki karpuz bıçağı ile ekibin arasına daldı. Allah’tan kimseyi bıçaklamadı. Ancak eline geçirdiğini meyve sebze taşımaktan nasır tutmuş ellerine ile tokat manyağı yaparak ekibi dağıttı. Gürültü patırtıya koşan kahve tayfası da Mehmet’e destek verince adamlar hayatlarının hatasını yaptıklarını anladılar.
Bir kız yüzünden neredeyse kan dökülecekti. Mehmet, canı pahasına topa girmişti. Hem de hiç düşünmeden. Çünkü delikanlılık, abilik bunu gerektirdi. Çünkü O gerçek bir kahramandı. Agâh’ın kahramanıydı.
İşte Agâh, kahramanını otopark kıyafetleri içinde görünce bünyesindeki savunma mekanizmalarını emanete bıraktı ve kendini toparlayamadı. Nasıl olur da o efsane Mehmet Abi elinde pos cihazı gibi bir makine ile insanlara gel gel yapıyordu. Olamazdı. Çok kutsal bir işti. Ama Agâh kahramanının hayatının bu noktaya nasıl geldiğini merak ediyordu.
Mehmet, Agâh ı ilerideki çay ocağına davet etti. Yer ile bütünleşmiş iskemleleri çekip oturdular ve karşılıklı cigaralarını yaktılar. İlk nefesler çekildikten sonra başladılar anlatmaya. Agâh anlattıkça Mehmet’in gözleri doldu. ‘Aferin lan kerata, adam olacağın belliydi. Gurur duyuyorum seninle’ dedi. Mehmet ise anlatmaya başlayınca Agâh daha da dağıldı.
Agâh mahalleden ayrıldıktan sonra, Mehmet evlendi. İki çocuk sahibi oldu. Çocuklar bereketi ile geldi ve bir manav dükkanı daha açtı. İşleri iyi gidiyordu. Keyfi yerindeydi.
Ancak bir gün ailecek gidilen bir bayram gezisi esnasında, trafikte alkollü birinin eşine laf atması sonucu aracından indi adamla ciddi bir mücadeleye girdi. Adamın silah çekmesi üzerine kendisini bıçakladı. Adeta hayatı karardı, hem de ailesinin gözleri önünde. Öldürmeye teşebbüsten hapse girdi. Hafifletici sebepler falanlar filanlar da olsa hatırı sayılır bir süre içeride kaldı. Çoluk çocuk perişan oldu. Kayınpederinin baskıları doğrultusunda eşi de, kendisinden boşandı ve boşanırken çocukları aldı.
Mehmet içeriden çıkınca yine tek tabanca kaldı. Sağda solda fedailik, korumalık, meyve sebze halinde hammallık gibi işlerde takıldı. Ancak bir türlü dikiş tutturamadı. Hep yanlış işler ve / veya kişiler denk geldi.
Akabinde yine Mehmet’in daha önce büyük bir iyilik yaptığı bir tanıdığı belediyede hatırı sayılır bir pozisyona geldi ve otoparkta iş ayarladı.
Agâh’ın içinde boşluk falan kalmadı. Uzun zamandan beri gerçek bir insan ile gerçek konulara dair muhabbet etmemişti. Hele ki bu gerçek insan, çocukluk kahramanı olunca tadından yenmez. Bünyede eksik parça kalmaz. Hatta parça artar.
Agâh; Mehmet abisini görebilmek ve nefes alabilmek için, uzun bir süre Mehmet’in çalıştığı otoparka anlamsızca gitti geldi. Uzun uzun sohbetler, gülmeler, ağlamalar, sarılmalar, çoşmalar, racon kesmeler, eskileri yad etmeler Agâh’a çok iyi geldi. İlk defa nefes aldığını hissetti.
Agâh ve Mehmet; an itibariyle, Kuzguncuk’ta birlikte açtıkları manav dükkanını işletiyorlar. Agâh’ın hayatında artık ödül, kariyer, kampanya, çakra, meditasyon, yoga, depresyon, to-do-list, calendar, meeting request, performans gibi mevzular yok. Tüm bu illüzyonların yerine Agâh’ı her daim anlamlandıracak, koruyacak ve Agâh’a nefes aldıracak kahramanı, Mehmet Abi’si var…
The post Türk Süper Kahramanları appeared first on @yucezerey.
Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.
May 10, 2015
Aduket
Sami (39 – Bekar), bir yatırım değerleme şirketinde orta düzey yönetici. SSK müfettişi bir baba ile öğretmen bir annenin tek çocuğu. Ailesinden, çevresinden öğrendiği yegane mevzu ‘Başarılı ol, g..tünü kurtar…’. Hayatın her alanında her daim başarılı olma, parmak ile gösterilme, Sami’nin fabrika ayarlarında yüklü olan işletim sisteminin temellerini oluşturuyor.
Hayatında hiç risk almadı. Piyango bileti almadı. Herhangi bir iddiaya girmedi. Yazı tura bile atmadı.
Üniversiteden bir çok arkadaşı başarılı girişimler kurup, para mevhumunu sonsuza kadar kapatırken, Sami her daim profesyonel kariyerinde yürümeye konsantre oldu.
Sağlıksız kariyer odağından dolayı, uzun süreli nitelikli ilişkilerden ziyade; tek kullanımlık, kullan at ilişkilere odaklandı.
Yaşı 39. Kariyerinde güzel bir noktada. Hayatında düzenli biri yok. Ailesi ile çok nadir görüşüyor. Dostu yok. İşten öte özel bir hayatı yok. Sadece kartviziti ve kartvizitten mütevellit yüzeysel arkadaşlıkları ile yaşıyor.
Hayat rutini içerisinde mumla aradığı rassal mutlulukların yoksunluğundan dolayı; anlam bunalımı, ruhsal buhranlarını tetikliyor.
Sami, yine, sıradan bir günün sabahına uyandı. Non-fat sütlü, decaf kahvesini aldıktan sonra işe doğru yola koyuldu ve her zaman olduğu gibi trafikte dur kalk muamelesine başladı. Maillerini kontrol ederken; köprü girişinde emniyet şeridinden gelen bir araç, aniden önüne kırdı. Neye uğradığını şaşıran Sami, kendisinden hiç beklenmedik bir şekilde avucunun içi ile kornaya abandı ve elini hiç çekmedi. Öndeki aracın kapısı seri bir şekilde sonuna kadar açıldı ve içeriden parlak siyah pantolonlu, bağırı açık, beyaz kısa kollu gömlekli tıknaz bir delikanlı indi. Seri adım ve el kol haraketleri ile Sami’nin aracına doğru yürüdü. Sami yine kendinden beklenmedik bir şekilde gaza geldi ve camı açarak bastı herife küfürü.
İşte bu küfür her şeyin başlangıcıydı. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Tıknaz adam, Sami’yi araçtan indirip eşek sudan gelinceye kadar dövdü. Sami, arada bir iki kere yumruk sallamayı denese de hepsi boşa gitti. Hayatında ilk defa bir kavgaya dahil oluyor ve ilk defa dayak yiyordu. İlginç bir şekilde; dayak yemek, çok iyi gelmişti. İlk defa, gerçek bir his deneyimledi. Mutluydu. Çünkü bu deneyim gerçekti. Ağızı, yüzü, sağı solu sızlıyordu. Ancak bu durumdan enteresan bir haz almıştı. Dudaklarından kanlar gömleğine damlarken, Sami’nin kafa bi milyondu. Sami’ye yürüyen abi ise çoktan aracına binip yürümüştü.
İşe gitmek yerine en yakın AVM’nin açılmasını bekledi ve kendini toparlayıp yeni kıyafetleri ile işe doğru yola koyuldu. Aklında hala dayağın hazzı vardı ve mutluydu. İş ortamında, Sami’yi gören herkes dehşete kapılırken; Sami’nin yüzünde ve zihninde tarifsiz salak bir tebessüm vardı.
Olayın üzerinden henüz bir ay geçmemişti ki; Sami, ne kadar dövüş sporu varsa merak sarmıştı. Sürekli okuyor, izliyor, kurslara gidiyor, özel dersler alıyor dövüş ile yatıp kalkıyordu. İşi gücü, kariyeri ikinci plana atmıştı. Hayatında ilk defa bir şeye tutku ile bağlanıyordu.
Aklına mükemmel bir fikir geldi. Profesyoneller için dövüş kulübü kuracaktı. Böylece, hem öğrendiklerini pratik edebilecek; hem de esaretin zincirini boynuna geçirmiş diğer profesyonellere nefes aldıracaktı.
Şık bir web sitesi kurdu. Başarılı bir sosyal medya kampanyası başlattı ve yavaş yavaş emeklerinin karşılığını almaya başladı. Başlangıç olarak 42 kişilik bir dövüş kulübünün lideri olmuştu bile. Haftada 3 gün sote mekanlarda toplanıp, kartvizitlerini bir kenara bırakıyor ve Allah ne verdiyse birbirlerine dalıyorlardı. Herkes, aynı filmde olduğu gibi, büyük bir keyif alıyordu. Kulüp üyelerinin hayatları anlamlı ölçüde değişmeye başlamıştı. Kulüp, herkesin hayatının merkezine oturmuştu. Üyeler arasında profesyonel hayattan ‘evli, çocuklu, bekar, üst düzey yönetici, uzman vs.’ her tip insan vardı.
Kulübe olan ilgi ve alakada ciddi artış vardı. Özellikle sosyal medyada, kulübe dair anlamlı düzeyde bir ilgi vardı. Herkes katılmak veya en azından bir dövüşü izlemek istiyordu.
Bir gece yine Maslak Oto Sanayi’nde sote bir depoda toplanmışlardı. Özel kıyafetler, ritüeller, söylemler, kulübün marka değerini ve cazibesini hızla yükseltiyordu. Yeni katılan iki üyenin fütursuz dövüşü esnasında birden mekanı 8 kişilik bir ekip bastı. Bu ekip Maslak Oto Sanayi’nde çalışan; çırak, kalfa, ve kısmen usta taifesiydi. Mekanda an itibariyle bulunan 24 kişilik Dövüş kulübü üyelerine kafa tuttular. Kafa tutmanın bazında ‘Siz dövüşmekten ne anlarsınız lan muhallebi çocukları?’ motivasyonu vardı. Mekanı basanlar, sosyal medyadan kulübü takip etmiş ve kulübün kolpa bir yapılanma olduğunu ve gereken dersin verilmesi gerektiği düşünüyorlardı.
Kulüp üyeleri büyük gazdı. Ne de olsa sürekli dövüşüyorlardı. Bir sürü eğitimden de geçmişlerdi. Dolayısıyla bu gazla ve sayılarının üstünlüğüne güvenerek mekanı basanlara dayılandılar. Süreç hiç uzamadı. Herkes birbirine uzadı. Son tahlilde ise, dövüş kulübü üyeleri eşek sudan gelinceye kadar dayak yediler. Neye uğradıklarına şaşırıp, Medine dilencisi gibi yürümeye başladılar. ‘Hayatımız bu noktaya nasıl geldi?’ diye düşünürlerken anladılar ki; dövüşmek hobi olmaktan öte bir şeydi. Var oluşlarından itibaren hayatta kalmak için sürekli dövüşen, kavganın hayatlarının organik parçası olan insanlar; bunu hobi olarak gören ve illüzyonuna kapılan bir grup gaz profesyonele gereken dersi vermişlerdi. Dayaktan en çok nasiplenenlerin başında geliyordu Sami. Kendini ciddi manada sorguluyordu. Hani çok iyiydi. Hani bir sürü insanı etrafına toplamıştı. Bir grup sanayi çalışanı bu illüzyonu bozmuştu. İllüzyondan kaçmak isterken illüzyonun ta kendisine kapılmışlardı.
Olayın üzerinden tam 3 ay geçti. Sami, hayatında ilk defa risk aldı ve işinden istifa etti. Akabinde de kredi çekerek, dövüş kulübünü bitiren meşhur kavga sonrası kanka oldukları Üstüpü Rıza ile birlikte Gültepe’de mütevazi bir Jiu Jitsu salonu salonu açtı. Kariyeri, aferinleri, başarıları bir kenara bırakan Sami, şu sıralar çocuklara Jiu Jitsu dersi veriyor ve mutlu mesut gerçek bir hayat yaşıyor.
“Dinleyin Sürüngenler! Sizler özel değilsiniz, sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz, sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz, sizler iç çamaşırı değilsiniz, sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz! Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden pislikleriyiz! Hepimiz aynı pisliğin lacivertleriyiz!” (Dövüş Kulübü – 1999)
The post Aduket appeared first on @yucezerey.
Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.
April 25, 2015
Hayalleri Tüketme Enstitüsü
İsmet (35, Bekar), yerli yabancı kalantor müşterilere hizmet veren bir reklam ajansında müşteri ilişkileri direktörü.
Çocukluktan alaylı hayalperest. Belki de tek alaylı olduğu konu bu. Her b..kun eğitimini, sertifikasını almış; yolunu yordamını tescilletmiş ancak hayalleri hep alaylı kalmış. Sertifikalara, sunumlara, ice breakerlara meze etmek istememiş hayallerini.
Çocukluğundan kalma hayallerinde havalı bir sinema filmi çekmek, her daim treding topic. Hani Tim Burton’ın çektikleri gibi. Masal mı, gerçek mi anlayamadıklarımızdan.
Çeşitli denemeleri mevcut. Ancak bütün bu denemeler esnasında araya bir hayat önceliği girmiş ve hep filmin sonu ‘Hayaller karın doyurmaz.’ ile bitmiş. Dolayısıyla İsmet, kariyer basamaklarında sol şerite geçerek yapıştırmış, yıllarını kilometre taşı hesabıyla geride bırakmış.
Kocaman markalara çok havalı kampanyaların yapılmasına omuz atmış. Tüm omuz atma operasyonlarını tadında süsleyerek yazmış CV’sine en afili cümlelerin yardımıyla. Yazdıkça mutlu olmuş. Mutlu oldukça gazı köklemeye devam etmiş. Gazı kökledikçe mutlu olmuş. Maç esnasında sahada sakatlanan adama sıkılan sprey gibi bir mutluluk bu. Spreyin etkisi geçene kadar mutlu. Oyuna devam ediyor. Ancak spreyin etkisi geçtikten sonra acının dibi ile yüzleşiyor. İsmet’in durumu tam olarak bu. Uyuşturucu gibi bir mutluluğu deneyimledikçe bağımlı hale geliyor. Alaylı bir hayalperest olarak en son ne zaman hayal kurdu? Profesyonel hayatın tümleyeninde neyi talep etti? Hatırlamıyor. Ama sorarsan mutlu. Ya da en azından mutlu olduğunu düşünüyor.
Ağustos ayının üçüncü haftası. İsmet, üç seneden beri ilk defa izin kullanacak.
Herkes nereye gideceğini merak ederken İsmet gideceği yeri kimse ile paylaşmadı.
İsmet uzun bir aradan sonra ilk defa seyahat için havalimanı yerine Esenler Otogarı’nın yolunu tuttu. Tabiki check-in olmadı, çünkü çevresine göre ziyadesiyle kıro bir hareket. Ya da otantik lensle halkı gözlemleme kafası olarak da yorumlanabilir.
Otogar’a girince önce havayı kokladı. Kesif bir mazot kokusu. Kokuyu hatırlaması zaman alsa da hatırladı. Gideceği perona doğru ilerlerken insanların memleketlerinden gelen çuvallara, erzaklara odaklanmışken; patlak hoparlörlerden yapılan ruhsuz anonslar ve sürekli sağa sola bağıran muavin ve şirket çalışanları dikkatini dağıttı. Gideceği otobüse yaklaştı. Muavin çantasına doğru hamle yapınca nazikçe çantasını yanına alacağını ifade etti. Sırt çantası nasılsa sıkıntı olmaz. Kaptan uzakta karizmatik güneş gözlükleri, kısa kollu mavi gömleği ile cigarasından bir nefes alırken, aldığı dumanı sararmış bıyıkları arasından verirken adeta Lord of the Rings castında yer almış imajı veriyor.
Otobüste yanına kızını üniversiteye kayıt ettirmek için getirmiş ve yalnız memleketine dönen Osman adında bir oduncu oturdu. Osman’ın kılık ve kıyafeti hiç İsmet’in tarzı değil. Ancak yüzünde inanılmaz naif bir ifade var. Baktıkça iyi geliyor insana. Ama İsmet mümkün olduğunca Osman ile samimi olmama derdinde. En ufak bir samimiyet sinyali 16 saat sürecek olan yolculuğu kabusa dönüştürebilir. Onun için Osman’ın selamını alıp hemen kulaklığını taktı. Saati geldi ama otobüs hala kalkmadı. Yaşlılar yavaş yavaş biniyor. Şöför otobüs firmasının elemanları ile makara yapıyor. İşte bunlar hep İsmet’i geren hareketler. Daha başlamadan tatili sorgulamaya başlıyor.
Neyse, güzel bir şarkı listesi her şeyi toparlar. Kulaklığı takıp başını cama dayayarak yolu izlemeye koydu ve daldı.
Omuzunda bir el hissederek, uyandı. Osman, çok mahcup bir ifade ile:
‘Uyandırmak istemezdim ama yol uzun. Fazla da mola verilmiyor bir ihtiyacın varsa gider, diye uyandırdım kusuruma bakma.’
Öncelikle ‘Ulan cürete bak ne uyandırıyon beni amk’ diye gerilse de sonradan mesanesindeki baskıyı ve bünyesindeki tütün eksikliğini hissedince ‘İyi ki uyandırmış lan herif Allah razı olsun.’ dedi içinden.
Temel ihtiyaçlarını giderdikten sonra kaynamış katran gibi bir çayı cigarasına altlık yaparak telefonunu kurcalamaya başladı.
Maillere bakmamaya yeminli. Sosyal medya hesapları ile oynaşırken Osman geldi ‘Müsade var mı?’ diyerek yanına oturdu. Adama kıl mı olsun sevsin mi hala kararsız. İntiba olarak düzgün bir adam, ama bir taraftan da yalnız kalmak istiyor.
İster istemez muhabbet başladı. Adam daha lafa başlamadan İsmet, içinden ‘Ulan yol bitene kadar bu herif ve muhabbeti çekilir mi’ söylemleri ile kaynıyor.
Kaçılmaz son gerçekleşti ve ikilinin sohbeti otobüste yolculuk esnasında da devam etti. Laf lafı açtı, güven düzeyi arttı, mevzu bir şekilde İsmet’in yolculuk motivasyonuna geldi. İsmet de anlatmaya başladı:
‘Artvin – Yusufeli, memleketim. Ancak gitmeyeli 15 sene oldu. Annem, ben küçükken vefat etti. Babam da başka biri ile evlendi ve Trabzon’a taşındı. Memlekette çok kimsem ve gitmek için nedenim kalmadı.
Bizim ortamlar biraz farklı. Çok süslü, şatafatlı ama gerçek değil. Gerçek insan, gerçek duygu, gerçek deneyim bulman çok zor. Benim de gerçeklik ayarlarım alt üst oldu. Kolpa ile gerçek birbirine yakınsadı.
3 hafta önce Cuma gecesi, yine ajansta eşekler gibi çalışırken anlamsız bir şekilde içim daraldı cigara içmek için aşağı indim. Bi cigara içebilmek için asansöre binip 17 kat aşağı inmek neyin kafası ise artık. Neyse, aşağı indim cigaramı yaktım. Bir nefes çektim ki karşıda çöpleri karıştıran çocuğa takıldım. Çocuğun kafasında şık, modern, kırmızı renkli bir kulaklık; beden dili kendinden emin, dans ede ede çöpleri karıştırıyor, işine yarayacak malzemeleri, sırtında taşıdığı, beyaz bez ile kaplı iki tekerlekli arabasına atıyordu. O kadar mutlu çalışıyordu ki, ilk defa birinin mutluluğunu kıskandım. Ben ise müşteri sunumunun daha 4.slideında es verip cigara içmek için 17 kat aşağı inip sınırlı bir zamanda sözüm ona nefes almaya çalışıyordum. Çocuk çöp topluyordu ama neredeyse mutluluğundan ve gerçekliğinden bir parça vermesi için yalvaracaktım.
Dayanamadım gittim yanına. Cigara uzattım. Kıllandı. Duraksadı. Ama sonra samimi bir tebessüm ile:
“Sağol abi kullanmıyorum” dedi. Halbuki adam çöp topladığı için her türlü kötü alışkanlığı olması gerekiyordu. Hiç düşünmeden mal gibi cigara uzattım. Ah bu anasını sattığım sanal ön yargılar. Yine g..t olmuştum.
“İşinden memnun musun?” dedim.
“Çok memnunum. Sürekli farklı mekanlara gidiyorum. Farklı eşyalar buluyorum. Eşyaları, sahiplerini, ilişkilerini düşünüyorum. Sürekli hayaller kuruyorum. Eşyalar ve sahiplerinin baş rolde olduğu hikayeler kurguluyorum. Kendime anlatıyorum ve çok eğleniyorum. Ben çöp toplamıyorum. İnsanların üzerinde çok düşünmeden harcadığı hayallerini topluyorum. Bu da benim dünyamı zenginleştiriyor. Mutlu ediyor.”
Uzun bir süre ağızımı kapatamadım. Millet bu hayat dersini almak için kamyonla paralar harcayıp Hindistan’a falan gidiyor. Ben hayatımın dersini çöp toplayan delikanlıdan bi cigara molasında tokat gibi aldım.
Bütün çocukluğum hayal kurmakla geçmişti. Alaylı hayalperesttim . Ne oldu? En son ne zaman bir hayal kurdum? Hayal kurmayı ne zaman unuttum? Hayallerim nasıl tükendi, tüketildi? Ben buna nasıl izin verdim? gibi sonsuz soru ile kendime hunharca vurmaya başladım. Ertesi gün izine çıkarak memlekete gitme kararı aldım.
Fabrika ayarlarıma geri dönecektim. Çocukluğuma. İlk hayal kurduğum iklime, mekanlara, insanlara soracaktım nasıl hayal kurduğumu?
İşte bunun için şu an burdayım.’
İsmet bütün bohçayı dökerken, Osman kendini sessiz moda almıştı. Ta ki derinden bir ses duyulana kadar. Sesin desibeli git gide artıyordu ve biri sürekli İsmet diyordu.
Tutulmuş boynunu kımıldatmakta zorlandıysa da başını kaldırabildi. Suratının bir tarafının ve sağ kolunun karıncalandığını hissetti koltuğuna yaslanmaya çalışırken. Ofisteydi. Müşteri sunumunu hazırlarken masanın üzerinde uyuyakalmıştı. Çaycı Osman Abi İsmet’i uyur vaziyette görünce belki önemli bir işi vardır diye dayanamayıp uyandırmıştı. İsmet uyanmasına rağmen hala mavi ekran durumunu koruyordu.
‘Memleket yolunda değil miyim? Oduncu Osman Nerede? Çöp toplayan çocuk gerçek miydi? İzin aldım mı?’ gibi sorular işletim sisteminde kum saatini dönmekten maymun etmişti.
Kum saati dönme görevini tamamlandıktan sonra sistem kendini hızlıca toparladı. Bir rüya, bir hayal, ya da bir gerçek hangisidir bilinmez. Ancak bilinen tek şey yıllar sonra farklı bir dünyaya girip çıktı. Gerçekten kısa ama tesirli bir nefes aldı. Hayal kurmayı hatırladı. Hem de 1350 km yol yapmadan.
“Hayatın kendisi, uyanıkken görülen rüyadır.” (Henry Thoreau)
26.04.2015 Tarihinde Radikal’de yayınlanmıştır.
The post Hayalleri Tüketme Enstitüsü appeared first on @yucezerey.
Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.
April 12, 2015
Aferin Nesli
Yağız (35-Bekar), kariyeri kendinden menkul, profesyonel hayatın parmakla gösterdiği figürlerden.
Çocukluğunda anne ve babasından, asgari müştereklerin altında ilgi gördüğü için; çocuk yaşta öğrenmiş, ‘Aferin!’ denilince bi kova dolusu su içmeyi ve sorgusuz sualsiz ilgi gösterenin peşinden koşmayı.
‘Aferin’ ve ‘İlgi’ kavramları bilinç altının ve üstünün merkezine oturmuş. Yaptığı ve yapmadığı tüm davranışların motivasyon setini bu iki kavram domine etmiş.
Öğrencilik sürecinde, iş ve özel hayatında; öncelikle başarılı olmaya, akabinde ‘Aferin’ almaya ve dolayısıyla daha çok ilgi görmeye, sevilmeye odaklanmış. Kısacası hayat felsefesi duygu bağımsız bu kavramların açlık düzeyine göre şekillenmiş.
Çok çalışmış, çabalamış, ezilmiş, doğrulmuş, yılmadan devam etmiş. Eş zamanlı sonsuz iş yapmış, hobi ile uğramış, insanla takılmış ve her alanda başarıyı yakalamış.
Herkesin parmakla gösterdiği, kendisine olan ‘İlgi’ ve ‘Aferin’in toplumsal düzeye taşındığı kocaman bir birey olmuş.
Ne mutlu kendisine.
Kocaman bir birey olmanın verdiği haz ile mutlu mesut hayatına devam ediyor olsa gerek. Ediyor mu?:
‘Yapmam gereken o kadar çok şey var ki, hayatı ve anı yaşayamıyorum. Sürekli bir yerlere, bir şeyler yetiştirmeye çalışıyorum.’
‘Hayat benim için bir görev listesi. Hayatımın anlamı; görevleri, zamanında ve istenilen kalitede yerine getirmek.’
‘Sürekli toplantıdayım ama değilim. Çünkü toplantı esnasında bile başka işleri hallediyorum.’
‘Boş kalayazdığım her anda maillerimi temizliyorum. Mail kutum her zaman tertemiz kalmalı. Yoksa bunalıma giriyorum.’
‘Sürekli işime, uzun vadede hayatıma katma değeri olacak kişilerle network geliştirmeye çalışıyorum. Kişiye göre özelleştirilmiş yalaka içeriği ve deneyiminde dünya markasıyım. Bunun ekmeğini de yemiyorum desem yalan olur.’
‘Hislerimi aldırdım. Acıma duygum yok. ‘Herkes kendi bacağından asılır.’ söylemine çok inanıyorum. Bana yardım eden oldu mu? Herkes çalışsın başarsın. Kimsenin durumu beni ilgilendirmiyor.’
‘İşteki başarımı, fiziksel ve ruhsal dünyama da yansıtmam gerekiyor. Dolayısıyla düzenli sporu, yogayı, meditasyonu aksatmıyor; yememe, içmeme de dikkat ediyorum.’
‘Sabahları erken saatlerde mutlaka sahil kenarında koşuyorum. Koşmak bana tüm sporlardan daha iyi geliyor. Koşarken adeta, kendimden, geçmişimden, hislerimden, gerçeklikten kaçıyorum.’
‘Etrafımda arkadaşım dostum kalmadı. Çünkü onlara vakit ayıramıyorum. Onlar da bir sabrediyor, iki sabrediyor sonrasında: ‘Başlarım işine!’deyip gidiyorlar. Çok da umrumda. Beni anlayamayan, empati kuramayan dostun, arkadaşın yolu açık olsun.’
‘Yaşıtlarım çoluk çocuğa karıştı ben ise hala aynı yastığa baş koyacağım hayat arkadaşını bulamadım. Aramaya vaktim bile yok. Bulamadığım için de sürekli yastığa başkaları baş koyuyor.’
‘Kimseyle düzenli bir ilişki yaşayamıyorum. Yaşamaya çalıştığım zaman, karşımdakinin duygusal beklentilerini iş gibi ele alıp kendime görev olarak yazıyorum. Dolayısıyla bu da beni son tahlilde geriyor ve film mutsuz sonla bitiyor. Mutsuzluklarımın üzerine sürekli, tanımadığım rassal tenler basıyorum. İtiraf edemiyorum ama bu durum beni daha çok mutsuz ediyor.’
‘İş hayatında herkesin gözü üzerimde. Herkes başarısız olacağım anı bekliyor. Asla başarısız olmamalıyım. Her daim kazanan ve başarılı olan olmalıyım. İşte bu da beni çok geriyor.’
‘Aileden kalan veya gelen bir gelirim olmadığı için hep çok kazanmak zorundayım. Çok kazanmalıyım ki, güzel bir evim olsun, arabam olsun hobilerime ayıracak param olsun. Aksi takdirde ben bir hiçim. Nasıl yaşayabilirim ki?’
‘İnsan görmek istemiyorum. İnsanlar sürekli bir şeyler talep ediyorlar. Beklenti içindeler. Ancak ben de bu beklentiyi karşılayacak ne enerji ne de motivasyon var.’
‘Ailemi bayramdan bayrama görebiliyorum. Çok görmek istesem de vakit ayıramıyorum bir türlü. Bayramlarda bile bazen kafa dinlemek için yurt dışına çıktığım olmuyor değil. Aile ziyaretlerinde sürekli eş, dost, akrabanın bir şeyler istemesinden çok yoruluyorum. Onun için uzak duruyorum.’
‘Profesyonel hap bağımlısıyım. Haplar olmdan psikolojimin direksiyonu hemen depresyona çekiyor. Haplar sayesinde ayakta duruyor, ‘Alayına koy rahvan gitsin’ diyebiliyorum.’
‘Eleştirilmeye zerre kadar tahammülüm yok. Sosyal medyada bile biri hakkımda olumsuz bir yorum yapsın, dünya başıma yıkılıyor. Kimse benim hakkımda olumsuz konuşamaz. Çünkü ben çok iyiyim ve bu noktaya da tırnaklarımla kazıya kazıya geldim.’
‘Sürekli okuyorum kendimi geliştiriyorum. Okuyup öğrendiklerimi deneyimlerimi mutlaka paylaşıyorum. Dolayısıyla herkes ne donanımlı ve paylaşımcı olduğumu görebiliyor.’
‘Birinin bana ihtiyacı varsa, sürekli bir iş bahanesi buluyorum. Sonrasında da telefonlarına çıkmıyorum. Bana da kimse yardım etmemişti. Herkes kendi sorununu kendi çözsün.’
‘İnsanların sürekli çocuklarından bahsetmesinden, fotoğraflarını göstermesinden nefret ediyorum. Ama yine de network listemde olan biri bunu yapıyorsa çocuğu ile kendi çocuğummuş gibi yalandan ilgileniyorum.’
‘Bulunduğum ortamda başkalarının başarılarından bahsedilmesine uyuz oluyorum. Hep benden konuşulsun, mevzu hep benimle ilgili olsun, insanlar hep beni övsün istiyorum.’
Yaptığı yorumlardan Yağız’ın çok da mutlu mesut hayatına devam ettiğini söylemek zor. Yaşadığının hayat olduğunu bile söylemek zor. Toplumdan bağımsız, sadece başarılarla bireysel egoyu beslemek ve yüceltmek üzerine kurulu bir hayat, nasıl hayat olabilir ki?
Böyle bir hayat için mi okuyoruz, çalışıyoruz, çabalıyoruz, acı çekiyoruz?
Nasıl bir hayat yaşadığımızın ne kadar farkındayız?
Nasıl bir hayat istediğimiz üzerine hiç kafa yorduk mu?
Yoksa sadece yaşıyor muyuz?
Tabi, yaşamak denirse…
12.04.2015 Tarihinde Radikal’de yayınlanmıştır.
The post Aferin Nesli appeared first on @yucezerey.
Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.
Yüce Zerey's Blog
- Yüce Zerey's profile
- 10 followers

