Yüce Zerey's Blog, page 10

January 28, 2015

Ali ile Ayşe

İstanbul’a gelmiş on binlerce öğrenciden bir tanesi de bizim Ali idi. Bizim Ali diyorum. Aynı topraktandık. İkimiz de Ege’li idik. Köyümüzün ismini veremeyeceğim çünkü hikayenin doğru olan ve köydeki arkadaşlar tarafından bilinmeyen çok kısmı var. Sonrasında ortalığın karışmasını istemem.


Ali Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyordu. Ben ise Marmara Üniversite’ni kazanmıştım. Son sınıfa geldiğinde iki üç arkadaşı ile Hisarüstü’nde bir eve çıktı. Son senenin keyfi ile Güney’de muhabbetler, uzun geceler; keyfini çıkartıyordu. Arada beni de çağırdıklarında iki bira, soslu fıstık muhabbete katılıyordum. Çok samimi olmasak da biraraya geldiğimizde köyden, eskilerden iki üç kelime ediyorduk.


Ali ilginç adamdı. Hayatının aşkını arama konusunda takıntıları vardı. Bir gün kendisinin karşısına hayatının aşkının çıkacağına inanıyor ve her hoşlandığı kıza o gözle bakıp ilişkide çok hızlı bir şekilde konuyu evliliğe getiriyor veya ters giden birşey olduğu anda ilişkiyi bitiriyordu.


Ali’nin bundan sonra anlatacağım hikayesinde “Nasıl ve nereden biliyorsun bu hikayeyi” diye sormayın ama çok keyifli bir devam gelmiyor. Bu yüzden okuyup okumama kararını size bırakıyorum.



Ali final haftası öncesinde geç saatlerde eve geldi. Güneyde arkadaşları ile demlenmiş ve keyifli bir gün geçirmişti. Evdeki cemaat televizyon karşısında sohbet içindeydi. İyi akşamlar diyerek odasına geçti. Şort, atlet uyku durumuna hazırdı. Yavaşça yastığa koydu kafasını. Çok rüya görmezdi Ali ama bu akşam göreceği rüya veya her neyse sarsıcı olacaktı.


Derin uyku aşamasında iken kendini ilkokulu okuduğumuz köyümüzün üstündeki tepede bir kayalık üstünde buldu. Rüya bu ya yanında da yaşlı aksakallı dede tarzında bir çoban vardı. Çoban Ali’ye bakıp “Hoşgeldin genç” dedi. Ali “Sağolasın” diye karşılık verdi. Çoban sakince bir kayanın üstüne çöktü ve gözlerini Ali’ye çevirip “Bak Ali, bu rüyada bir görevin var ve bu görev aslında senin hep merak ettiğin sorunun cevabı biraz. Köye inince eski haline geleceksin yani 9-10 yaşlarında olacaksın yine. Köyde gezinmeye başla. Köyde sadece ama sadece bir kişi seni görebilecek ve diğerleriyse göremeyecek veya yaptıklarını hissedemeyecek. O seni gören kişi; seni bu dünyada en çok ama en çok seven kişi olacak. Amma her şey bu kadar basit değil. Şu an öğlen vakti ve güneş tepede, aha bu güneş arkamızdaki kayalıktan gözükmez hale gelinceye kadar o kişiyi bulup geri dön yoksa…”. “Yoksa?” dedi Ali rüyasında. “Yoksa uyanamaz ve rüyanda yaşamaya devam edersin ta ki öbür tarafta ölünceye kadar veya burada ölünceye kadar” diye devam etti çoban.


Görevi olan rüya. Güldü Ali kendi kendine. Çok zor da değildi. Köy zaten kaç hane idi. Akrabaları, annesi, babası birisi çıkacaktı kendisini en çok seven. Ne de olsa çocukluk zamanıydı. Düşünmedi ve sorgulamadı çobanı. Rüyasıydı sonuçta. Ölecek hali yoktu ya. İndi tepeden koşar adımlarla. Arkasında tiz bir ses kulaklarını yakaladı koşarken. “Güneş batmadan geri dön yoksa uyanamazsın…”.


Köye doğru yaklaştı Ali. Yürürken fark etti bir anda eski 9 yaşındaki Ali olmuştu bedeni. Ne zaman nasıl olmuştu anlamamıştı bile. Şaşırdı ama hoşuna da gitti. Hemen sokakları geçti. Gerçekten köyde kimse fark etmiyordu onu. İlginç rüya idi. Hoşuna da gitmedi değil evlerin penceresinden bakıyor, bahçelere girip çıkıyordu kendi evine doğru giderken. Evlerine vardı sonunda. Annesi idi büyük ihtimal kendisini bu dünyada en çok sevebilecek. Daha fazla kim sevebilirdi ki? “Ana…” diye bağırdı evin önünde. Kimse çıkmadı. Kapısını açtı evin. Tek katlı deprem döneminde yapılmış klasik ama sıcak bir evdi. “Anaaaaa” diye bağırdı kapıdan. Yoktu seslenen kendisine. Odalara baktı tek tek. Anası yoktu evde. Arka kapıdan bahçelerine çıktı. 3-5 ağaç vardı bahçede. Elma, şeftali filan. Yerde de çilek vardı. Anasını gördü sonra çamaşır yıkarken leğende. İki büklüm olmuştu yine kadın. Koştu anasına doğru sarılmak için ama içinden geçti kadının. “Ana, anacım” dedi. Ama ne gören vardı ne duyan. Karşısına geçti seslendi, konuştu ama tık yoktu. Sanki yoktu kendisi. Aslında yoktu. Şaşırdı Ali. Toparlanması bir kaç dakika sürdü. Oturdu yere düşünmeye başladı. Anam değilmiş dedi beni en çok seven. Kimdi peki o zaman? Babası aklına geldi. Babası makul adamdı ama öyle gelip “oğlum, aslanım” diye sarıldığı yılda iki bilemedin üç idi. Sevdiğini göstermeyen klasik Türk erkeği modeline örnek adamdı. “Vay be adama bak, içinden beni anamdan çok seviyormuş ama göstermiyormuş, helal olsun” diye düşündü Ali. Gidip görmek için fırladı kapıdan. Kahvede olurdu babası bu saatte. Kahvede aznif oynardı büyükler. Kendisi de yeni nesilde aznif oynayabilen üç beş kişiden birisiydi.


Kahveye geldiğinde önlere baktı. Yoktu babası dışarıdaki masalarda. Tabakadan tütün saran abiler, amcalar doluydu. İçeri girdi. Babası sol köşede çayını içiyor, sarma cigarasını tüttürüyordu. “Baba” dedi. Tek kelime çıktı ağzından. Bağırmasına rağmen dönüp bakmadı ne babası ne de diğerleri. Masaya gitti. Babası domino taşlarını keyifle masaya vuruyor ve aznifde sayı üstüne sayı alıyordu. Ali seslendi, bağırdı, çağırdı. Babası da değildi onu en çok seven bu dünyada. Üzülmemişti ama şaşırmıştı. Anası değildi, babası değildi. Kimdi peki? Merak içinde çıktı kahveden. Birisi görecekti onu bir şekilde ama kimdi? Yürümeye başladı. Akrabalarını gezmeye başladı. Teyzeleri, kuzenleri, amcası… Hiçbirisi görmedi onu. Sesini duymadılar. Olay canını sıkmaya başlamıştı.  Böyle rüya mı olurdu? Aslında geri dönse uyanacak ve rüya bitecekti ama kendisini en çok seven insan bu köyde ise onu görmek için can atıyordu. Her zaman böyle rüya göremezdi.


Sokakları dolaştı. Ses çıkardı. Dikkat çekmek için abuk sabuk hareketler yaptı. İnsanların önünden geçerken tek tek seslendi hepsine. Kimse görmedi Ali’yi. Akşamüstü oluyordu artık. Dönme zamanı geliyordu. Eğer güneş batmadan çobana geri dönmezse rüyada kalacaktı ömrünün sonuna kadar.


Pes etti güneş yaklaşırken tepeye doğru. Yürümeye başladı. İçi içini yiyordu ama dönmesi de lazımdı çobana. Köyden çıktı. Toprak yolda yürümeye başladı. Dönüp dönüp köye bakıyordu. Anası, babası, akrabaları tek tek aklından geçiyordu. Atladığı kimse yoktu. Herkese uğraşmıştı. Arkadaşları, okuldakiler hepsine görmüştü. Yapmadığı şaklabanlık kalmamıştı ama yok görmemişti kimse onu. Yapacak bir şey yoktu. Yürümeye devam etti tepeye doğru. Ta ki sol tarafından “Ali” diye bir ses gelinceye kadar. 4-5 kız çocuğu yürüdüğü yolun sol tarafında bir şeyler oynuyorlardı. Aralarında bir kız çocuğu; 8 yaşında, saçları iki tarafa örgülü bir kız çocuğu tekrar “Ali…” diye bağırdı.


Ali dondu kaldı. Kıza baktı. Kız ona gülümsüyerek yaklaştı. “Ali nereye gidiyorsun?” dedi. Ali bir anda büyük bir uyanış yaşamış gibi sarsıldı. Hatırlamıştı Ayşe’yi. Kendisinden bir yaş küçük, okulun sevimli kızlarından birisiydi. Dikkatini çekmemişti rüyasına kadar. 3 üstteki evdeki Ayşegül ablanın kızıydı. Ayşe’miydi kendisini en çok seven bu dünyada? Ayşe’ye döndü, baktı kaldı. Birşey diyecekti ama aklına birşey gelmedi. Ne diyecekti ki? “Bu bir rüya, ben bilemedim senin beni çok sevdiğini özür dilerim” mi diyecekti? “Ben aslında büyüdüm okuyorum gel seni de götüreyim mi?” diyecekti. Saçma sapan bir durumdu. Bu arada güneş batmak üzere tepeye dokunuyordu. Az zaman kalmıştı. Ayşe sessizce tuttu Ali’nin elini. Sadece bakıyordu Ali’ye. Ali’de ona. Öyle kaldılar bir kaç dakika…


Ali bir anda gülümsedi, heyecanla ayağa kalktı. Hemen çobana gidecek, uyanacak ve diğer tarafa geçip Ayşe’yi bulacaktı. Ne de olsa onu en çok ama en çok seven insan Ayşe idi. Kafası rahatlamıştı. Ayşe’nin ellerini bıraktı ve gülümsedi. “Bulacağım seni merak etme Ayşe” dedi. Koşmaya başladı tepeye doğru. 1-2-10 adım derken bir anda dizlerinin üstüne düşüverdi. Çobana baktı sırtını Ayşe’ye dönük. Çoban bekliyordu sakin bir şekilde. Gidemedi bir adım daha. Arkasına baktı. Ayşe öyle ona bakıyordu mahsun bir şekilde. Ayağa kalktı, geri döndü ve Ayşe’ye doğru yürümeye başladı. Çoban adım adım arkasında kalıyordu. Ali yavaş yavaş yürüyordu, artık belliydi güneşin batışına yetişmeyeceği. Ama belli ki bir sebebi vardı bu kararlığının. Ayşe onbir oniki yaşında ölmüştü köyde iken. Sebebini hatırlayamadı ama ateşlenmiş ve kurtaramamışlardı. Dönse bile gerçek hayatta yoktu Ayşe. O zaman neye yarardı ki uyanması. Kimi severse sevsin Ayşe’den daha fazla seven birisi olamayacaktı. O zaman Ayşe’yi görebileceği tek yer bu rüya idi hem de uyanmama hakkı vardı. Bu hakkını kullandı Ali. Ayşe’ye geri döndü ve sarıldı. Bir çocuğun saf, naif sevgisinden daha büyük ne olabilirdi zaten.


Çoban sessizce arkasını döndü. Yüzünde ne bir endişe ne de ısrarcı bir ifade vardı. Basit bir çobandı sonuçta. Rüyadaki görevi sona ermişti. Ertesi sabah arkadaşları Ali’yi uyandırmak için odaya girdiler ama başarılı olamadılar. Derin, çok derin bir uykudaydı Ali. Bitkisel hayat mı dersiniz koma mı dersiniz bilinmez ama aslında vücut faaliyetlerinin tümü devam ediyor ama bir türlü uyanmıyordu. Ailesine haber verdiler. Ambulans çağırdılar. Hastaneye kaldırıldı. Tomografiler, testler hiçbirşey çıkmadı. Daha önceki hiç bir hastalığa benzemiyordu. Zaten hasta değildi Ali ama bunu bilen tek kendisiydi. Beyin ölümü yoktu. Yaşattılar Ali’yi belki uyanır diye. Annesi, babası bekledi başında. Günlerce, haftalarca, aylarca beklediler. Belki uyanır, geri döner diye. Tıbbi imkanların el verdiği şekilde hayatta tuttular.


2,5 yıl sonra Ali son nefesini verdi hastanede. Kendi isteği ile son verdi hayatına. 2,5 yıl Ayşe ile mutlu bir hayat sürdü Ali. Ayşe ölünce rüya veya diğer taraftaki hayatında o da son verdi kendi hayatına rüyasında. Ali için rüyasında Ayşe ile geçireceği 2,5 yıl gerçek hayatta yaşayacağı onlarca yıla bedeldi. Kimse anlamadı niye uyanmadığını ve niye öldüğünde yüzünde bir gülümseme olduğunu.


Korhan ERCIN


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


The post Ali ile Ayşe appeared first on @yucezerey.



Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 28, 2015 01:16

January 25, 2015

Hepsi Hikaye

hepsihikaye.001


Herkes, hayatında birilerinin hikayesini dinleyerek büyüyor. Hikaye, insan hayatının bu kadar merkezinde iken, pazarlama ve iletişim dünyasının da  hikayeye kayıtsız kalması mümkün değil.


Farklı dillerde kendi halinde bir kaç kelimenin bir araya gelerek ortaya çıkardığı enerji, yüzyıllardır insanoğlunun, kendi gerçekliğinden kurtulup, özgür ve farklı dünyalara yelken açmasını sağlıyor.


“Bir Varmış… Bir Yokmuş…” kelimelerini duyduğumuzda, az sonra özel bir anlatı ve deneyime hazır olmamız gerekliliğini hissediyoruz. İşte bu deneyim hikayenin ta kendisi iken edebiyat kitaplarımız, “Yaşanmış veya tasarlanmış bir olayı, bir durumu, yer, kişi ve zaman belirterek anlatan kısa yazılar” olarak tanımlıyor bize hikayeyi. Paketlenmiş bir hap olarak verilen hikaye tanımının kendisi hikaye.


 Kuru söz, tanım, deneyim akılda kalır mı? Bir kulaktan girer diğerinden çıkar. Dolayısıyla insanoğlunun yer yüzündeki serüveninde var oluşundan günümüze kadar, toplulukları bir araya getirmek, yönetmek ve yönlendirmek vs. süreçlerinde her daim hikaye anlatımı kullanılmıştır.



Neden Hikaye?


Hikayelerin insanlar üzerinde neden bu kadar etkili olduğu, araştırma dünyasının ziyadesiyle ilgisini cezbeden önemli konulardan biri.


Konu ile ilgili yapılan çalışmalar incelendiğinde, fiktif olarak kurgulanan hikayelerle gerçek hayatı baz alarak kurgulanmış hikayelerin insanların beyninde aynı bölgeyi etkilediği sonucu ortaya çıkıyor.


Hikaye ile ilgili yapılan araştırmaların detayına inildiğinde, hikayelerin oxytocin denilen ve duygusal etkileşimi arttıran, “Aşk Hormonu” olarak da bilinen hormonun fiziksel olarak salgılanmasına imkan sağladığı hususunda araştırmacılar mutabık kalıyor.


California Claremont Üniversitesi’nden araştırmacı Paul Zak’a göre, okunan kitaplarda, izlenen filmlerde ve televizyon programlarında deneyimlenen ve benimsenen hikayeler sonucunda salgılanan oxytocin hormonu, hikayeleri hayattan, aileden biri olarak görmeyi, hikaye kahramanları ile kuvvetli bir bağ kurulmasını ve hikaye kurgusunun vazgeçilemez olmasını sağlıyor.


Sonuç olarak herkesin bir hikayesi var. Herkes, hayatında birilerinin hikayesini dinleyerek büyüyor ve/veya anlatıyor.


İnsanlar hikayeleri arkadaşlarından, okul ortamlarından, iş ortamlarından, sinemadan, gazeteden, televizyondan, sosyal medyadan deneyimliyorlar. Dijital platformların insanlığa sağladığı katma değerler ve kullanım kolaylıkları sayesinde insanlar deneyimledikleri hikayeleri özgün bir şekilde aktarma, mevcut aktarılmış hikayeleri özgün bir şekilde yeniden yorumlama imkanı buluyorlar.


Hikayenin bu kadar aktif olduğu tüketici dünyasında, markaların da kendi hikayelerini oluşturması, oluşturmuş oldukları hikayeleri doğru mecralarda, doğru mesajlarla, doğru hedef kitleye aktarma disiplini, mevcut modern pazarlama iletişim süreçlerinin bazını oluşturuyor.




Pazarlama ve Hikaye


Markaların pazarlama iletişim süreçlerinde aktif olarak hikaye anlatımını kullanabilmeleri için, öncelikle eğlence endüstrisini (film / dizi / TV programları) akabinde oyun endüstrisini (oyun tasarımını) çok iyi analiz etmeleri gerekiyor.


Markalar, eğlence ve oyun endüstrisinden öğrendikleri deneyimler sonucunda hikaye kurgusu ve değerlendirme  süreçlerine dair bir çok prensibi bünyelerine entegre ettiler.


Hikaye Oluşturma Prensipleri


1)   Hikayenin bir problem ile başlaması


2)   Hikayenin mutlaka bir kahramanının olması


3)   Hikayenin geçtiği bir ortam / mekan olması


4)   Hikayenin hedef kitlesi ile ten uyumu olması


5)   Hikayenin sade olması


6)   Hikayenin samimi bir dilde anlatılması


7)   Hikayenin doğası gereği yayılabilir olması


8)   Hikayenin mutlaka bir sonu olması



Hikayeyi Değerlendirme Prensipleri



1)   Markanın hedef kitlesine uyan doğru bir iç görüye dayanması


2)   Hikayelerin tüketiciler ile bağlantı kurabilmesi,


3)   Hikayelerin tüketicilere bir şeyler hatırlatabilmesi / çağrıştırabilmesi,


4)   Hikayelerin tüketicilere konuşabilecekleri bir baz vermesi,


5)   Hikayenin marka kimliği ve stratejisi ile bağlantılı olması



Özetle, yayılabilir ve marka stratejisi/hedefleri ile bağlantılı hikayeler, marka içeriğine baz teşkil ediyor. Entegre pazarlama iletişim sürecinde hikaye ile örgülenmiş marka içeriği baz alınarak, marka deneyimi tanımlanıyor, tanımlanan içerik ve deneyimler sosyal mecralarda aktif/dinamik diyaloglara dönüşüyor. Böylece hikaye anlatımı, modern entegre pazarlama iletişim sürecindeki yerini perçinlemeye devam ediyor.


Sonuç olarak hepsi hikaye…


 25.01.2015 Tarihinde Radikal’de yayınlanmıştır.



The post Hepsi Hikaye appeared first on @yucezerey.



Benzer Yazılar:
İçeriğe Değil Hedef Kitlenize Odaklanın
Sosyal Web'in Geleceği


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 25, 2015 14:12

January 20, 2015

Herşeyi Sıfırla Çarpan Adam

fft81_mf3216732


Akşam ışıklarınının eziklenerek süzüldüğü şehrin hüzünlü sokaklarında kaybolmak, yıllar arasından, evler arasından, sessiz ilan-ı aşklar, aşk yaralarına basılan tenler arasından geçip gitmek istiyorum… Gelin sizi de yanımda gezdireyim.


Akşam olduğunda dünya daha yavaş döner gibi gelir bana. Yorulmuştur belki de. Işıklar yanmaya, evler dolmaya, sokaklar hızla boşalmaya başladığında dünyalar yer değiştirir.


Sabah evde bıraktığı hasta annesinin acısına, ona bakmak durumunda kalmanın altında ezilen ve bunu farkettiğinde vicdanına deli gibi söven kuaför kalfası kızın dolmuş beklerken boşluğa bakan gözlerindeyim.



Ekmek parasına saç kesip dert dinleyen bayan kuaförünün önünde birbirine içini döken, düğün için saç sırası bekleyen iki orta yaşlı kadından biriyim.


Akşam trafiğinde santimlik manevralarla yol bulmaya çalışırken telefonu çalan, açtığında karısının anlamadığı bir tarifle anlattığı alışveriş listesini o anda unutan dolmuş şoförüyüm.


Müşterilerin harman midelerinin tetiklediği egosanktrik salyalar yere damlamadan siparişi yetiştirmek için rüzgarla yarışırken koşmayı unutan moto-kuryeyim.


Sabahtan akşama kadar kendi b.kunu temizlemeye muktedir insanlarla karşılaşma umudunu yitirmemeye çalışan, buz gibi havada elindeki maşrapaya su dolduran umumi helacıyım.


Mesai yerine giderken oturabilme sevdasıyla metrobüs duraklarında duracağı yeri hesaplarken balatayı sıyıran, gecenin ilerleyen saatlerine kadar zengin fırlamaların samimiyetsiz parfüm kokularının sindiği havalı arabalarını çeken her seferinde: “Bahşiş verecek mi? Yoksa teşekkür edip gidecek mi?” Geriliminde ekmeğini arayan valeyim.


Koca g.tüne bakmadan üzerine oldurmaya çalıştığı kıyafeti bünye kabul etmeyince fırça atan cemiyet hayatının tanınmış isimlerinin güne başlama mezesi olan tezgahtarım.


Sevda yüklü bulutların sağanağına yakalanma lüksü olmadan yaşlı anasına babasına bakabilmek için, kaputun altında elinden düşürmediği üstüpü yağlı ellerini sildiği kadar göz yaşlarını da silen rektifiyeciyim.


Kirden gözenekleri tıkanmış tenleri saatlerce keseleyerek alın teri ile açan, ancak kalbin kararmış tıkalı gözeneklerine kas gücü yetmeyen tellağım.


Bir gün önce babasını kaybetmesine rağmen müşteri memnuniyeti adına yüzündeki kolpa gülümsemeyi eksik etmeyen şef garsonum.


Kısa kış günlerinde son derse karanlık akşamla giren, şanslı cam kenarından boşluktaki bir noktada oynaşan hayallerini seyreden, ikinci öğretimin gülüyüm.


Askerden döndükten sonra iş bulamadığı için arkadaşının mesaisine ortak olan gececi taksiciyim.


Az önce çıktığı sınavın malum sonucuyla büyükşehirde bir sene daha tutunmak zorunda olduğunu iliklerine kadar farkeden, emekli babanın emektar oğluyum.


Asla sonu gelmeyecek bu listenin herhangi bir satırındayım ben de, hadi beni bulun bakalım, ben kimim…

18.01.2015 Tarihinde Radikal’de Yayınlanmıştır.


The post Herşeyi Sıfırla Çarpan Adam appeared first on @yucezerey.



Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 20, 2015 13:49

Her Beyaz Yakalının Plaza Hayatında Tanıştığı 12 Profesyonel

35 katlı cam ama ruhsuz binalar, asansör sıraları, sabahın ayazında doluşulan ve kimsenin birbiriyle konuşmadığı servisler, bitmeyen toplantılar, PowerPoint sunumları, to-do list’ler, plaza dili ve edebiyatı arasına sıkışmış insanlar; yani kısaca beyaz yakalılar…


Dışarıdan “Ne kadar havalı bir hayatı var” diye düşünülen ama camlı binalar ekosisteminde hayatını tüketen profesyonellerin aslında habitatı plazalarla sınırlı değil. Öyle ki bu profesyonellerin iş yaşamındaki alışkanlıkları öyle bir hal alıyor ki zamanla bir kimliğe dönüşüyor. Elimize bir kalem-kağıt verseniz hepsinin resmini gözümüz kapalı çizebiliriz gibi geliyor.


Biz de reklamcılık sektörünün önemli isimlerinden Yüce Zerey‘in “The Profesyonel” kitabındaki ibret verici tespitleri sıraladık ve bu ekosistemde hemen herkesin karşısına çıkan profesyonellerin kimlik kartlarını çıkardık.



1. Toplantı profesyonelleri

bUSINESS-MEETING


Beyaz yakalının dünyasında toplantılar hiç bitmez. Toplantıya girip çıkmaktan işler yetişmez; saatlerce süren toplantıların sonunda hiçbir ele avuca gelen karar alınmaz ama olsundur; toplantı “set etmek”, toplantıya katılmak mühim meseledir. “Neden toplantı yapıyoruz?” sorusuna projeleri konuşmak/değerlendirmek, ego tatmini yapmak, “Çok yoğunum, toplantılardan kafamı kaldıramıyorum” imajı çizmek, çalışanları nadiren motive etmek, çoğu zaman ise stres altına sokmak ve gözdağı vermek gibi cevaplar verilebilir bu ekosistemde ve herkesin bildiği ama sesli olarak dile getiremediği bu cevap hiç yadırganmaz.


İşte plaza hayatında sürekli toplantıdan toplantıya koşturan ve aslında tek işi bu olan insanlara, yani “toplantı profesyonelleri”ne çok sık rastlarsınız. Bu kişiler için sürekli toplantısı olmak, toplantıdan toplantıya koşmak, hatta toplantı yapmaktan yemek yemeyi bile unutmak bir “statü sembolü”dür. Bu tip profesyonellerin ego tatminini ise “Ne kadar yoğun, ne kadar önemli bir insan; sürekli toplantıda” söylemleri oluşturur. Toplantı profesyonellerinin yanından ayırmadığı aksesuarlar arasında profesyonel defter, havalı bir kalem, özgün kartvizit kabı, akıllı telefon, tablet bulunur ve toplantı profesyonellerin toplantılar boyunca filtre kahve içtikleri gözlemlenir.


2. Konferans profesyonelleri

Delegates watching a business presentation during a conference


Etkinlikten etkinliğe koşan, nerede sektörel bir konferans olsa orada olmazsa ölecek hastalığına kapılan konferans profesyonellerini nerede görürseniz tanırsınız. Çünkü sektördeki herkes bu zirvelerde buluşur, orada olmak, “networking” goygoyundan geri kalmamak bu profesyonel için bir statü sembolüdür.


Ancak konferans profesyonelleri asla bu etkinlikler için para vermez, eş-dostu darlayarak davetiye koparmaya çalışırlar. Davetiye ayarladıktan sonra etkinliğe katıldığını Twitter, Facebook, Foursquare gibi sosyal ağlardan duyurmadan mekandaki yerlerini almazlar. Etkinlik mekanında ise filtre kahve ve cookie’leriyle ortalıkta görünmek ve cep telefonları ile meşgul olmak bu sürecin en önemli parçasıdır. Gözüne tanışmak, konuşmak istedikleri bir önemli profesyoneli kestirdiklerinde ise hemen yanlarına giderek kartvizit değiş-tokuşuna girilir ve daha detaylı görüşme için kahve randevusu ayarlanır. Artık konferans profesyonelimizin bir sonraki etkinliğe kadar içi rahattır, yastığa başını koyunca mutlu mutlu uyuyabilecektir.


3. İş yemeği profesyonelleri

is-yemegi


İş yemeği profesyonelleri yemek masasında kartvizit yarışına giren beyaz yakalılardan oluşur. Çalışanlar, iş ortakları, müşterilerle yemek ortamında bir araya gelmeyi hobi edinen ve bunu zamanla bir kimliğe dönüştüren bu insanlar tüm bu süreci profesyonel bir şekilde yönetir. Örneğin üst düzey katılımın olduğu bir yemeği organize etme işi executive asistana verilir, “meeting request”ler gönderilir, LCV’ler toplanır.


Yemek öncesi ekip liderleri taktik toplantısı yapar, katılacak insanlar detaylıca araştırılır, notlar alınır. Yemek süresince ise mükemmel ev sahibi rolüne bürünülür ve yemeğin amacının başarıya ulaşması için azami gayret gösterilir. İş yemeği profesyoneli aslında sonuç ne olursa olsun tüm bu süreçle tatmin olan insandır.


4. Eğitim profesyonelleri

egitim-profesyonelleri


Hemen her konuda eğitim vermeye kendini yetkin görenlerle hemen her konuda sertifika almaya yemin etmiş insanlardan oluşan kesişim kümesini eğitim profesyonelleri olarak adlandırabiliriz.


Kişisel gelişime, eğitime kafayı takmış bu profesyoneller ister eğitmen tarafında ister katılımcı tarafında olsun sadece daha iyi bir kariyeri hedeflemezler. Onlar genellikle mutsuzluk ve tatminsizliklerinden kaçma yolunu eğitimde bulan profesyonellerdir. Eğitim, aç profesyonelin karnını doyurmak için seçtiği yerdir.


5. Brainstorming profesyonelleri

brainstorming


İş dünyasında fikir bulma işinin zorla yüklendiği toplantı ortamları “brainstorming session”lardır. Tek başına fikir üretemeyenlerin ödüllük fikir bulma umuduyla bir odaya sıkışmasından doğan bireyler ise brainstorming profesyonelleri.


“Bu fikri brainstorming ile bulduk” demek çok havalı olduğu için, uygulanan fikir işe yaramadığında bunun sorumluluğunun tek bir omza yüklenmesinden kaçmak için bu beyin fırtınası olasılığına sığınan brainstorming profesyonellerinin klasik davranışları arasında sıra kendilerine gelene kadar fikirlerini belirtenleri dinlememek ve sadece kendi söyleyecekleri şeye odaklanmak; dolayısıyla çoğunlukla pişti olmak gelir. Ardından gıybet ortamının oluşmasının çok olası olduğu brainstorming toplantılarının vazgeçilmez aracı ise flipchart’lardır. Çünkü brainstorming profesyoneli onsuz yapamaz, adeta eli koludur.


6. Brunch profesyonelleri

brunch


İş yemeği profesyonellerinin varlığının yanı sıra cuma, cumartesi geceleri takılarak sabah geç uyanan ve öğlen kahvaltı etme alışkanlığı edinen brunch profesyonelleri de bu ekosistemin önemli oyuncularındandır. Ancak brunch profesyoneli gelişigüzel davranmaz, her adımı planlıdır.


Brunch’a kimle, saat kaçta, nereye gideceğinden brunch süresince nasıl davranacağına, hangi gazeteleri okuyacağından, brunch sonrası nasıl takılacağına kadar her şeyini adım adım planlayan bu profesyonelimizi mekanda gördüğünüz anda tanımanız olasıdır.


7. Spor profesyonelleri

spor-profesyoneli


Spor yapmanın sağlıktan öte bir trend olmasından dolayıdır ki spor profesyonellerine her iş ortamında rastlamanız olası. Sportif, bakımlı ve fit insanlar statüsünde olmak için ayda maaşlarının büyük bir bölümünü spor salonlarına bırakan bu profesyoneller seçimlerinde çok titizdir. Mesela spor salonu eve/işe yakın mı?, aletlerin sayısı yeterli mi?, kuaförü var mı?, dinlenme odası var mı? gibi soruların cevaplanması çok mühim bir olaydır.


8. Business Class profesyonelleri

business-class


Neden böyle dedik? Çünkü profesyonel dediğin Business Class’ta uçar! Pasaportunda hemen her ülkeye yeterli süre için geçerli vize barındıran, executive asistanına “İş seyahatine şuraya gidiyorum” diye haber salarak elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan istediği yere uçabilen profesyonellere business class profesyonelleri diyebiliriz.


Bu kişiler business class profesyonellerine ayrılmış pasaport sırasına girer, hemen etrafı tarayarak iş dünyasından kim var diye kontrol eder ve Lounge’a geçer. Burada yine tanıdık ya da tanışılmaya değer insanlar kontrol eden bu profesyonellerimiz kimseyi bulamazsa iPad’e talim eder. Uçakta da gayet profesyonel davranan bu iş dünyası insanlarımız uçaktan indikten sonra priority pass ayrıcalığını kullanarak gittikleri ülkeye kolaylıkla giriş yapar.


9. Tatil profesyonelleri

tatil-profesyoneli


Plazaların donuk dünyasından çıkarak kendini kızgın kumlara, serin sulara bırakan beyaz yakalıları tatildeki dik duruşlarından hemen tanıyabilirsiniz. Tatil profesyonelleri tatil süreçlerine bir kampanya gibi yaklaşır. Bu kampanyayı tüm mecralarla entegre şekilde yürüten tatil profesyonelleri kendilerini kral/kraliçe gibi ağırlatmayı iyi bilirler. Ancak tatil bitince bütün bu padişahlık da sona erer ve klimali ofislerde e-postaların içine gömülerek sıkıcı ve sıradan kimliklerine geri dönerler.


10. Kuaför profesyonelleri

kuafor-profesyonelleri


Plaza hayatının sıkıcılığını, hüzünlerini, acılarını kuaförlerde bırakmayı seçenlerdir kuaför profesyonelleri. Berber/kuaför farkının en ince ayrıntılarına hakim bu profesyonelleri metroseksüeller, az ünlüler, dedikodu özlemi çekenler, saçlarının okşanmasından acayip hazlar duyanlar olarak sıralayabiliriz. Kariyer ve imajın kol kola ilerlediğini düşünen bu profesyonellerin kötü gün dostları hatta tek dostları kuaförleri, manikürcüleri, pedikürcüleridir.


11. Profesyonel misafirlikler

don-draper


Gittiği misafirliklere profesyonel kimliklerini de götüren, plaza ruhunu her eve taşıyan insanlardır efendim bunlar. Misafirlik öncesi karısına, kocasına, çocuğuna gerekli tembihlerde bulunan, aşırı sorgulamalarla kendini yıpratan bu tip profesyoneller misafirlik anında da masaya iş hayatını yatırır ve itici bir samimiyetle(!) sorularını doğru yerlerden sormayı bilir. Kartvizitin maske gibi kullanıldığı bu misafirlikler bittiğinde ise gıybet kaçınılmazdır.


12. Gece hayatı profesyonelleri

gece-hayati-profesyonel


Dr.Jekyll ve Mr Hyde’ın plaza ortamında can bulmuş halleridir bu profesyoneller. Havanın kararmasıyla vardiyası başlayan, genelde hafta içi 1 gün, cuma ve cumartesi olmak üzere hafta sonu 2 gün kendilerini dışarı atan; camlı plazalardaki donuk ve kendi halindeki görünüşünün altından bir canavar çıkan bu profesyonellerin motivasyonları, organizasyon süreci, hazırlanma süreci, mekana giriş ritüelleri, mekanda davranış biçimleri ve mekan sonrası yapılacak aktivite seçimleri küçük nüanslar gösterse de hep aynıdır. Dolayısıyla üstlerinde ofiste Clark Gable kostümü olsa da mekanlarda çıkardıkları pelerinlerinden onları hemen tanırsınız. Kısacası gece hayatı profesyonelleri gecenin karanlığında kendini ararken kaybedenlerdir.


Kitap bonusu

yuce-zerey-profesyonel


Profesyonel hayatın ve plaza ekosisteminin diğer detayları ve ibret verici tespitler için Yüce Zerey‘in “The Profesyonel” kitabını okumanızı ısrarla tavsiye ederiz.


19.01.2015 Tarihinde Listelist’te yayınlanmıştır.


The post Her Beyaz Yakalının Plaza Hayatında Tanıştığı 12 Profesyonel appeared first on @yucezerey.



Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.



1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 20, 2015 12:36

January 17, 2015

Nereye Koşuyoruz?

fft16_mf3149668


Ceyda’nın kırkı çıkalı üç ay olmasına rağmen Metin’in kalbindeki ruh ölümü hala gerçekleşmemişti. Bedenini elleri ile gömmesine rağmen, kalbi bir türlü “El-Fatiha” diyemiyordu.


Neden diyemiyordu?


Uzun zamandan beri kendine en çok sorduğu soru buydu. Nedeni aşk, sevgi, tutku gibi romantik kavramlar mı? Yoksa vicdan mıydı? Kendi kendine kolay açılabilen bir karakter değildi Metin.



Ceyda, Metin’in karısı idi. 4.5-5 ay önce İstanbul maratonu esnasında tüm koşanların, kameraların gözü önünde kendini Boğaz Köprüsü’nden aşağı attı. Olayın gerçekleştiği esnada Metin de iş için bulunduğu Londra’dan dönmek üzereydi.


Havalimanına iki saat erken gelmişti. Hiç vakit kaybetmeden tüm güvenlik kontrollerinden geçti ve nefes aldığı barınağına, Business Lounge’a, yöneldi. Her zaman olduğu gibi yine içinden “Biz bu işi İngilizlerden daha iyi becerdik. Bi bizim lounge a bak bir de İngilizlerinkine bak.” Milliyetçi damarını kabartan düşünce kümesini, yarım parmak viskisine altlık yaptı ve sote bir yere yerleşti.


Çantasından iPad’ini çıkarır çıkarmaz wireless a abanmak istedi. Ancak şifre yine değişmişti. B.k vardı sürekli değişiyordu. Viski bardağının altlığı wireless şifresinin yazılı olduğu kağıdı kapatmıştı. Yiğitliğe b.k sürdürmemek için görevliye de sormadı. Uzun uğraşlar sonucu şifre kağıdını buldu ve bağlanabildi. Uzun yıllardan beri internete bağlanamadığı zamanlarda anksiyete atakları geçirecek kadar online dünyaya bağımlı idi.


Mailleri ile birlikte Twitter’a girdi. Feed’ine akan bütün tweetler İstanbul Maratonu ile ilgili idi. İstanbul Maratonu ne zamandan beri bu kadar insanların hayatının merkezine girmişti. Trending topic listesinde de durum farklı değildi. İstanbul Maratonu ile ilgili dört tane trending topic vardı. Birine tıkladığında “Maratonda İntihar” başlıklı haberi görünce epey şaşırmıştı. “Oha lan kafaya bak. Hayatı sonlandırmak için maratonu seçmek güzel bir kapanış.” diye içinden geçirirken haberin detaylarını okumaya devam ediyordu ki…


Birden elindeki viski bardağını düşürdü. Beyinin bedene karşı kullandığı emir komuta zincirinde kontrol altına alınamayacak bir isyan çıkmıştı. Eli ayağı boşaldı. Damağı kurudu. Kan basıncı zıvanadan çıktı. Göz bebekleri ekrana kilitlendi. Herhangi bir ses duymuyordu. Herhangi bir hareketi algılayamıyordu. Kilitlenmiş olduğu ekranda, haberin detayında Ceyda’nın ismi yazılı duruyordu.


İntihar eden Ceyda idi. Nasıl olabilirdi? Maratona katılacağından bile haberi yoktu. Sıkıntıları vardı kabul. Ama Ceyda bunu Metin’e nasıl yapabilmişti? Metin’in bünyesi ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu. Adeta kilitlenip kalmıştı. Ağlamak istiyor ama ağlayamıyordu. Bir tarafı Ceyda’ya karşı büyük bir kızgınlık ve nefret besliyordu. Bir tarafı vicdan azabı çekiyordu. Bir tarafı da çok acıyordu. Hangi tarafı seçecekti? Seçim izni var mıydı? İç sesi ile tüm bu pazarlıkları yaptığı esnada, yanaklarından yüksek bir debi ile göz yaşları süzülmeye başladı.


Tam bu sırada herkesi çok şaşırtan bir olay gerçekleşti. Ceyda’nın blogunda yeni bir post yayınlandı ve bu post kendisinin tüm sosyal medya hesaplarından paylaşıldı.


Ceyda ölmemiş miydi? Evet ölmüştü.


Ama intihardan önce herkes ile paylaşmak için zamanı ayarlanmış blog yazısı girip sosyal medya paylaşımı organize etmişti. Kendisinin intihar haberinin en zirve yaptığı esnada bu paylaşımın ekranlara gelmesi Ceyda’nın blogunu kilitledi. Herkes büyük bir şok içerisinde yazıyı paylaşıyordu. Yazının içeriğinde:


“Yaşamayı Beceremedim…


Bugünü de, dünü de yaşamayı beceremedim. O zaman anlamı ne yarını da yaşamanın; ya da yaşamaya çalışmanın? İnsanı insan yapan ne var bende olmayan? Ama insan olabilmem için bir şey eksik bende. Yaşam gücü.


Elimden geleni yaptım ama tükendim. Yaşam gücüm, mecalim kalmadı. Herkes ne istiyorsa yaptım. Kendimi itin g.tüne koyarken herkesi merkezime koydum. Hayatımı siz belirlediniz. Tercihleriniz, öncelikleriniz, mutluluklarınız, talepleriniz, beklentileriniz, hüzünleriniz. Siz merkezime koyamadığım beni, zaten çoktan öldürmüştünüz.


Yaşayan bir ölüydüm adeta. Başarılı bir yönetici, eş ve abla olarak gözüksem de ben zaten ölüydüm.


Yukarıda yazdıklarım arasında elbet şükretmek için yeterli sebepler var. Ama belki ben daha fazlasını istedim. Belki çağımız için imkansızı istedim. Mutlu olmak istedim. Ben olmak istedim. Sadece mutlu olabilmek istedim. Çok çalıştım bu kısa ömrüm boyunca. Çok çabaladım. Hatta bir keresinde mutlu bile olmayı başardığımı düşündüm. İlk ve son kez. Hayat buymuş be dedim. Metin’i tanıdım, sevdim ve evlendim. Gerçekten güzel günler geçirdik. Görüntüde büyük bir aşk yaşıyorduk. Ancak zaman geçtikçe bu aşkın karşılıklı olmadığını anlamam uzun sürmedi. Son kalemi de kaybediyordum. Metin bana aşık değildi. Metin, ilgiye aşıktı. Deposuna ne kadar ilgi doldursan o kadar karşılık alıyordun. Özellikle sanal dünyanın ilgisine. Hayatını sanal dünyada ilgi peşinde geçiriyordu. Her kim, kendisine zerre kadar bile ilgi gösterse kulu köpeği oluyorken, her geçen gün benden daha fazla uzaklaşıyordu. Artık benim ilgim kontağı çevirmesine bile yetmiyordu. Fazlalıktım… Herkese fazlalıktım. İşte de fazlalıktım. Aileme de fazlalıktım. Sonuç olarak kimsenin suçu yok. Suçlu benim. En başından beri… Kendimi bulamadım, kendime saygı duyamadım ve kendim olamadım…


Affedin beni…”


Metin, göz yaşları ve hıçkırığın it dalaşı yaptığı bir gerçeklikte bu satırları okurken ismini uçağa çağrı anonsunda duyunca irkildi. Sözüm ona toparlandı ve anons edilen kapıya doğru koşmaya başladı.


Ceyda ilk defa bir tercih yapmış, son nefesini sonunu bilmediği bir maraton için harcamıştı.


Metin ise en üzgün hali ile bile başarı odaklı 100 mt koşuyordu dolayısıyla uçağı yakaladı. Ama hayatta neleri kaçırmıştı?


Bilinmez…


12.01.2015 Tarihinde Radikal’de yayınlanmıştır.


The post Nereye Koşuyoruz? appeared first on @yucezerey.



Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 17, 2015 07:42

January 4, 2015

Ölümüne Selfie

olumuneselfie.001


Tansu, hatırı sayılır bir internet fenomeni. Karaköy’de tüyü bitmemiş modern bir kafede yapılan rassal muhabbet esnasında; gaza gelip yüksek sesle ifade edilecek kadar takipçi sayısı ve sanal kitleler üzerindeki gücü ile ortalığı kasup kavuranlardan.


Markalar, kendisi ile proje yapmak için burunlarında top çevirip, kapısının önünde pas pas oluyorlar.


Magazin programlarında, izlerken ağızımızın salyalarını akıtarak öykündüğümüz ünlülerden farklı bir hayat yaşamıyor. Davetler, galalar, açılışlar, defileler, lansmanlar, yağlı güreşler, horoz dövüşleri, fikibok şenlikleri gibi daha nice  premium deneyimler hayatının doğal parçası.


Tansu, ergenlik yıllarından yaralı. İçindeki çocuk ile otorite arasındaki bitmek bilmeyen çatışma sonucunda alkolün mutlak egemenliğini ilan ettiği kişilerden. Popülaritesi arttıkça bu ilişki daha da kaotik bir hal alıyor. Adeta hiç ayrılmamacasına birbirlerine daha çok bağlanıyorlar.


Saprofit dergisinin lansman gecesi. Yine aynı seçkin zümrenin davetli olduğu sıradışı görünümlü sıradan gecelerden. Ortamda katılımcıların sınıfına uygun özgünlük ve marjinallikte her türlü aktivite mevcut. İşbu aktivitelerin ana motoru olan alkol de kana karışma mücadelesinde sinsice ilerliyor.


Tansu, doğuştan 100 mt koşucusu olduğu için ilk kıvama gelenlerden. Kıvama geldiğinde sanatsal yetkinlikleri daha çok ön plana çıkıyor. Bir kaç özgün kadraj hareketi ile herkesin parmakla gösterdiği bir selfie sanatçısına dönüşüveriyor. Bu yetkinliğinden dolayı, kendisinin katıldığı tüm etkinliklerde herkes adam gibi like toplama sevdasıyla elindeki makinelerle Tansu’nun egosuna meze oluyor.


Saprofit dergisinin lansman gecesinde de benzer olay silsilesi birbirini kovaladı.  Tezahüratlar eşliğinde kameralar Tansu’ya verildi. Kendisine uzatılan kameraları karizmatik bir eda ile refüze eden Tansu, sağ g.t cebinden ezici telefonunu çıkardı ve “Kendi imzamı, kendi oyuncağımla atar ve  ölümsüzleştirim.” mesajını verdi.


Hep birbirine benzer çekimler yapmaktan sıkılmıştı. Daha farklı bir şey denemek istiyordu. Herkesi terasın kenarına davet etti. Kendisi de korkuluklara çıktı. Dolunayın gözünden seçkin insanları selamlamak istiyordu. Herkes pozisyonunu aldı. Ancak Tansu bir türlü istediği kadrajı yakalayamadı. İstediğini tam buldum derken ayağı tökezledi dengesi bozuldu ama hemen toparladı. Toparlar toparlamaz karşısındakilere “Biz kaçın kurasıyız…” tadında piç bir bakış attı. Tekrar optimum kadrajını buldu. Selfie çekimini tam tamamlayacakken kadraja iki kişi daha girdi. Son girenleri de alayım derken ayağı tekrar tökezledi, rüzgarın da etkisiyle dengesini yitirdi. Elinden telefonu fırlattı korkuluklara tutunmaya çalıştı. Ancak nafile. Hızla boşlukta ilerliyordu. Kendisini tanıyan veya tanımıyan herkesin şok bakışları altında düştü. Kimse gözlerine inanamıyordu. Alkolün de etkisiyle bunun muzipçe bir eşek şakası olduğunu bile düşünenler vardı. Tansu aşağı düşmüş ve talihsiz bir şekilde hayatını kaybetmişti. Ortamdaki yegane gerçeklik buydu.


Tansu’nun cansız bedeni kanlar içinde asfaltın üzerinde yatıyordu. Başına üşüşmüş heyecanlı bir kalabalık tarafından sarıp sarmalanmıştı.


Kalabalığın arasından bazıları, linç edilmeyi göze alıp Tansu’nun kanlar içindeki cansız bedenini çekip sosyal medyada paylaşmaya çalışıyordu.


Tansu’nun ölüm haberi sanal alemde büyük bir infial yarattı.


Üzüntü konusunda hakkıyla görünürlük payı alabilmek adına #riptansu #mekanincennetolsuntansu hashtagleri altında Tansu’nun ölümüne dair paylaşımlar büyük bir yarışa dönüştü. Ülkenin trending topic listesi, Tansu ile ilgili hashtagler tarafından domine edilmişti.


Tansu’nun ailesi Yozgat’ta yaşıyordu. Ailesi ile en son yolları, 12 sene önce beraber büyüdüğü kuzeninin cenazesinde kesişmişti.  Aralarında aşılamayacak mesafeler vardı.


Tansu’nun cenaze organizasyonu İstanbul’da yaşayan diğer kuzeni Faruk ile çocukluk arkadaşı Üstüpü Mustafa üstlenmişti. Cenaze,  Üstüpü Mustafa’nın mahallesindeki mütevazi bir camiden kaldırılacaktı.


Fiziksel gerçeklikte organizasyon süreci bu şekilde akarken, sanal alem adete yıkılıyordu.  Tansu’nun cenazesinin ne zaman, nereden kalkacağının lojistik bilgileri yayıldıkça herkes cenazeye katılacağını bildirip, çevresindekileri organize ediyordu.


Cenazeye binlerce kişinin katılma olasılığı Faruk ve Üstüpü Mustafa’yı, mütevazi bir mahalle camisinin bu altyapıyı nasıl kaldıracağına dair düşündürüyordu.


Cenaze öncesinde 2140 kişi kesin olarak cenazeye katılacağını belirtmişti.


Öğle ezanı okundu. Cami cemaati yavaş yavaş avludan içeri girmeye başladı. Avluya giren herkes, geçerken musalla taşının üzerindeki tabutun kimliğinden bağımsız, bir Fatiha hediye ederek öğle namazını kılmak için camiye yöneldi.


Faruk ve Üstüpü Mustafa tabutun başında taziyeleri kabul ediyordu. Taziyeler derken, yanlış olmasın, toplam 19 kişi gelmişti.


Gelenlerden biri musalla taşının yanına tweetwall kurmuş, Tansu’nun vefatı ile ilgili atılan tweetleri avluya yansıtıyordu. Tweetlerin akış hızı inanılmazdı. Ancak avluda adeta zaman durmuştu.


Cemaat tesbihatını tamamlamış yavaş yavaş tabutun arkasında toplanmaya başlamıştı. Tansu’nun cenazesi için gelen 19 kişiden 5’i cami cemaati ile birlikte hocanın arkasında saf tuttu. Hoca çaktırmadan cemaate tweetwall’u sordu. Cemaatten akil bir amca, “Ses etme hocam dursun. Acıları taze. Biz görevimizi yapalım.” . Hoca, derin bir nefes verirken “La Havle…” deyip, akabinde tekbir getirerek namaza başladı. Cami cemaatinin haricindekiler yanlarındaki amcaları takip ederek namazı tamamladılar. Akabinde cami cemaatinin omuzlarında Tansu’nun cenazesi defnedildi.


Hoca her zaman olduğu gibi merhum ile yalnız kaldı. Son dualarını etti ve defin süreci tamamlandı.


Ters giden bir şey vardı. Münker ve Nekir melekleri, sorgu için bir türlü gelmiyordu. Tansu kendi cenazesinia kısıtlı bir kadrajdan izleyebiliyordu ama hala ne olduğunu anlayabilmiş değildi. Dua esnasında iki arkadaşı selfie çekerken Tansu’da o telefonun ekranından kendi cenazesini izliyordu.


Tansu dünya ile kabir hayatı arasında sıkışıp kalmıştı.


Tansu artık, selfie çeken telefonların ekranlarında yaşıyor ve hayata da bu ekranlar aracılığı ile bakıyordu.


Her kim, bir yerde selfie çekiyorsa Tansu da aynı kadrajdan o mekanı izleyebiliyordu.


Hayat ile arasında kalan tek bağ selfie çekenin yaratıcılığına emanetti.


The post Ölümüne Selfie appeared first on @yucezerey.



Benzer Yazılar:
İçeriğe Değil Hedef Kitlenize Odaklanın


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 04, 2015 12:48

Aralık Pavyon

Çok sevdiğim yetenekli dostum Sevgili Korhan Erçin‘in beğeniceğinizi düşündüğüm güzel bir hikayesini paylaşmak istedim.


“Cemil’imiz nemli bir İzmir akşamında Çankaya civarında adını burada bahsedemeyeceğimiz bir kamu bankasından kapanışlarını yapıp çıkmıştı. Şube müdürü ile muhabbeti iyi olmasına iyiydi ama okulu bitirirken klasik her gencin hayalindeki yönetici olurum, güzel bir evlilik ve akla gelebilecek tüm hayallerin peşinden sürüklenme heyecanı azalmış artık standart süreçler içinde yaşan bir insan olmuştu. Yine her iş çıkış akşamı olduğu gibi 28 yıldır aynı çatı altında yaşadığı annesi ve babası ile beraber oturduğu evine doğru ilerlemeye başladı Cemil. Kravatı gevşetti az biraz. Lisesi gençlerin okul çıkışı kravat seviyesine getirdi. Yaş biraz daha küçük olsa aslında bebeksi suratı ile lisesi diyecek kızlar çıkabilirdi ama bu Cemil’in hoşuna gider mi veya takılacağı bir mevzu mu olur onu bilemeyiz. Şubede geçen 6 yılını düşündü. Ne katmıştı kendisine, mutlu muydu? Gitti geldi kafası. Aslında kafasını neye takacağını veya vereceğini de bilemezdi Cemil. Eve gitmek, gitmemek. Alsancak Kordon’a gideyim dedi sonra. Orada 1-2 telefon, lise veya üniversite tayfasından 2-3 arkadaş; 1 tepsi midye kapatıp 2-3 bira ile kafayı uyuşturup bu geceyi de kurtarırız dedi. Ayaklar Çankaya – Basmane düzleminden Fuar kapısını gelirken dönmüşken Cemil’in aklına şeytan girdi. “Daha önce gitmediğim bir yere gideyim” dedi kendi kendine. Psikolog vs birine gitmeyi hep düşünüp klasik Türk erkeği gururu ile gitmemişti. Buna benzer ne var diye düşündüğünde her zaman Çankaya’dan Basmane’ye geldiğinde cadde üzerindeki pavyonlar aklına gelmişti. Buradaki kızlar ne de olsa dert dinleyip öğüt veriyorlar diye düşündü Cemil. Psikologlar alınmasın bu Cemil’in fikri yoksa böyle bir iddaamız yok. Cemil için 2-3 derdini anlatacağı ama iyi şeyler duyacağı insanlara ihtiyaç var ne de olsa. Hadi der değişiklik yapalım. İşin garibi o kadar yakın yerde çalıştığı halde bir defa kapısından girmemişti pavyonların. Ama o ışıklı tabelaları hep görmüştü. Araba tamircilerinin arasında renkli ışıklar ile saklanmış karanlık kapılardan yeni dünyalar açılırdı bizim iç dünyalara… Bu pavyonlar keyifli yerlerdir aslında. İçeride masaya oturduğunda masa donatılır. Rakılar, viskiler gelir gider. Hikayeler anlatılır. Bazen acı hikayeler, bazen klişe günlük hikayeler. Ama öyle bir anlatılır ki sanırsın o devlet memuru, oto tamircisi aslında gündüzleri dünyayı kurtarıyor, ölümcül hastalıklara derman buluyor. Bir de içki masasında o tanımadığın ama 10 dakikada samimi olduğun hanımefendi verdi mi gazı o suskun dilin olur bir geveze. O hanımefendi seni sözleri ile masajlar, rahatlatır, dinlendirir. İyi hissedersin çıkarken. Ulan ben kurtardım bu dünyayı dersin. Aslında o kadınlardır bu dünyanın sihri. Arkalarında yüzlerce dert olmasına rağmen sanki ülkeyi onlar yönetiyorlarmış gibi davranırlar. Seni patron hissettirirler ama onlar yönetirler tüm masayı, dolan ve boşalan kadehleri. Ve onların dertleri başlar sabaha karşı sen çıkarken kafa resetlenmiş.



Bizim Cemil tam o kafalarda değildi ama değişik bir tecrübe yaşayalım diyerek yönlerini değiştirdi ayaklarının. Yaş 28, ee artık eklemeli idi bir yeni tecrübe daha hayatına; “Pavyon Tecrübesi”. Basmane kapısına geldi Fuar’ın. Işıklardan geçti. Hızlanmıştı adımları. Değişik bir tecrübe olacaktı onun için. Heyecanlandı. Az buçuk terledi. Sanki evli idi de karısını aldatacakmış gibi garip bir heyecana kapıldı. Güldü kendi kendine.


Pavyonlar başladı birer birer ama saat çok erkendi. Tabi tecrübesizlik. Saat henüz sekiz olmuştu. Öyle önlerinden yürüdü. Sonra geriye döndü ve tekrar yürüdü. Kafasında huzurlu hissedeceği bir kapı aradı girmek için. Akşam çıkacak sanatçılar, dansçılar, afişleri, fotoğrafları vardı kapılarda. Cemil’in işi onlarla değil idi ama o resimlere göre ve fotoğraflara göre içerisini kafasında canlandırmaya çalışıyordu. “Amaaaaan” dedi 20 dakikada 3 tur atmıştı. Girdi birisinin kapısından. Boştu içerisi. O kırmızı kadife, koltuklar, loş ışıklar, önceki akşamdan kalma parfüm kokuları. “Sadece filmlerde değilmiş” dedi. Gerçekten de aynı idi. Boş idi hemen hemen tüm masalar. Hazırlıklar son aşamada idi. Garsonlar kenarda laflıyordu. Karanlığa gözleri tam alışırken “buyur abicim hoşgeldin” lafı döküldü 45 -50 yaşlarında beyaz gömlek siyah pantolon bir abimizden. “İçecektim” dedi Cemil. Abicim gülümsedi. “Tabi abicim buyur şöyle bir masaya alayım” dedi ve arkalara doğru sohbetin iyi olacağı müziğin arka fonda kalacağı bir yeri gösterdi. Cemil “vay be” dedi “adam benim görüntümden ne mal olduğumu anladı” dedi kendi kendine.


Oturdu masaya Cemil. Yuvarlak, kırmızı kadife koltuklar şeklinde etrafları yükselerek arka duvarla birleşen bir masa idi. “Abime donatıyorum masayı” dedi garson. Cemil “tabi olur” dedi. Sonra kızdı kendi kendine. Ne gelecekti acaba? Fiyat ne olacaktı vs vs… neyse olan olmuştu. Bu arada tek başına düdük makarnası gibi bekliyordu. Güya sohbet edecek dertleşecekti. 5 dakika sonra bir tepsi meze, zeytin, kavun, peynir geldi. “Abi rakı açıyoruz değil mi?” diye sordu garson. “Olur” dedi Cemil. “35’lik mi açayım abi yoksa gelecek varsa 70’lik mi?” diye sorduğu anda masaya yaklaşan isminin sonrasında Necla olduğunu öğreneceğimiz sarışın veya peruğunun sarışın olduğunu tahmin ettiğimiz hanım kişilik “70lik olsun” dedi. Mesaj alınmıştı. Psikolog vizite ücreti 35likti. Ben anlatacağım o dinleyecekti ama bedeli bi ekstra yarım idi. “İyi” dedi Cemil içinden “ekonomik olacak gece”.


Necla bölüm 1


Necla oturdu yanına. Yaklaştı ama dokunacağı kadar değil. Belli ki raconu vardı tartıyordu önce Cemil’i. Cemil’i öyle sakin sakin baktı Necla’ya. İlk defa geldiğini söylese miydi yoksa çaktırmadan yol yordam öğrenip girer miydi muhabbete? Akışına bıraktı ama zaten Necla dümene geçmiş, soruları ile nazikçe gemiye yön veriyordu. Sanırsın 10 yıllık koçluk eğitimi almış en az kelime ile maksimum bilgi nasıl alırım dersinden çıkmış gibi idi. Bir saat bittiğinde rakı yarılamış, muhabbet artmış, arada kahkakalarla keyifli anlar gelmişti. Yıllarca niye gelmemişti ki Cemil? Ne güzeldi muhabbet. Ne lise, ne mahalle arkadaşları ile böyle muhabbete girmemişti. O güzel muhabbet devam ederken Cemil sorduğu soru ile Necla’nın o loş ışıkta bir belli olacak şekilde rengini değişirecek birşey söyledi. “O şişeden içebiliyor muyuz?” dedi. “Hangi şişe?” dedi Necla. Parmağı ile gösterdi Cemil. Barın üstünde kırmızı bir şişe idi. Bira şişesi büyüklüğünde idi ama masadan çok net görülüyordu. Hatta üstüne ışık düşüyor gibi idi. Necla Cemil’e baktı ve “görebiliyor musun o şişeyi” dedi. Cemil muhabbetin değiştiğini anlamıştı. “Evet, gariplik nedir” dedi. Necla bozmadı. “Yok helal olsun diyecektim buradan gördün ya” dedi ama yüzünün rengi farklı idi. İçelim o şişeden bir bardak dedi Cemil. Necla sakince emin misin pahalı içkidir o dedi ama Cemil takmıştı. Niye takdığını da anlamamıştı ama istiyordu. Bi bardak içelim diye ısrar etti. Necla yarı merak yarı ne olduğu belli olmayan bir git gel durumunda garsonu çağırdı. Garsonun kulağına fısıldadı. Garson Cemil’e baktı.”Abla emin misin?” dedi. Necla gözleri ile “evet” dedi. Garson “tamam abla” dedi ve uzaklaştı. 2 dakika sonra elinde 1 çay bardağı ve içinde kırmızı bir içki ile geldi. Cemil “siz de için…” diyecek oldu ama Necla gülümsedi. “Bu sana benim ikramım. Bu içkiyi herkese ikram etmeyiz. İsmi “Nefes”. Afiyet olsun” dedi.


Cemil masaya gelen kırmızı içkiyi aldı “şerefinize” dedi ve tek nefeste yutuverdi.


2 saat sonra Cemil pavyondan çıkmış eve doğru gidebilmek için taksi bakıyordu. Hala olayı unutamamıştı. İnanılmazdı. Hayatının bir anlamı vardı artık. Bir nefes ile hayatı değişmişti. Necla ise masasında bahtiyar bir şekilde içkisini yudumluyor ve Cemil’den sonra masayı dolduran Ahmet, Mehmet’lerle nefessiz ama rakılı bir gece sürdürüyordu. Ara sıra Cemil’in suratı aklına geliyor ve gülüyordu. Bugün, hatta bu zamanlarda Nefes ile ilişkili bir duru olacağını düşünmüyordu ama olmuştu. Cemil’e çıkmıştı piyango. Ve Cemil taksiye binip evine doğru ilerledi.


Ertesi sabah:


Necla siz öğlen deyin onun için sabah gibi gözlerini açtığında tuvalete doğru yollandı. Elini yüzünü yıkadı. Klasik bir gün başlamıştı onun için. Giyindi çıktı. Dün ne de olsa uzun süre sonra nefes’i gören bir adam çıkmıştı. Gülümsedi kendi kendine. “Büyüksün Allahım” dedi.


3 gün sonra:


Necla yine öğlene doğru uyandı ve doğruldu yatağında. Elini yüzünü yıkadı. Üstüne birşeyler aldı ve mutfağa geçti. Bir kahvaltı yapayım dedi havanın güzelliği ile. Bir İzmir klasiği olan balkonuna doğru yürüdü. Dün aldığı ama bakamadığı gazeteyi aldı eline. Çayını aldı eline. Eski meşhur, İzmir’in kişiliği olup satıldıktan sonra kişiliksizi olan lokal gazetesine bakarken çay bardağı elinden kaydı gitti. Allahtan yoldan geçen yoktu. Bardak tuzla buz oldu Cemil’in intihar haberini okurken gazetenin alt köşesinde…


Cemil gitti…


Cemil akşam eve varmıştı ama aklından çıkmamıştı Nefes ile yaşadığı tecrübe. Bunun kalıcı olması için tek yol vardı Cemil’e göre. Düşünmeye, zaman kaybına gerek yoktu. Evde dedesinden kalma silahı aldı odasına. Sessizce ve ebedi nefes için bu dünyadaki son nefesini verdi.


Necla’nın Cemil öldükten sonraki ilk akşamı…


Akşam geldi pavyona Necla ama kafa dağılmıştı. Cemil aklından çıkmıyordu. Aklından çıkmamasının sebebi polis vs değildi. Polis gelir miydi? Sorgudan geçer miydi? Umrunda değildi. Tek düşündüğü Nefes’in neden böyle birşeye yol açtığı idi. Garsonlardan Mehmet yaklaştı ona doğru. O akşam Nefes’i servis yapan Mehmet idi. “Abla” dedi “çocuk gitmiş”. “Biliyorum” dedi Necla. Mehmet “abla kaldıralım o şişeyi, başka işler olacak sonra polis vs patron bilmiyor yakmasın bizi” dedi. Necla “olmaz birşey olursa da ben üstüme alırım” dedi. Mehmet “abla…” diye devam ettirecek oldu ama Necla öyle bir baktı ki Mehmet’e sadece geri çekilmek kaldı. Necla erken başlayacaktı o akşam. Kafası Cemil ile dolu iken kadehleri devirdi ama sarhoş olmayı boşver sanki su içiyor gibi idi Necla. Mehmet tanırdı ablasını, içki koymazdı Necla’ya. Dertler koyardı ve bu Cemil olayı bir sıkıntı olacak gibi idi.


Saatler geçmiş pavyon yine koyu kırmızı renklerden kadife kırmızının parladığı; ışıkların yanar döner hale geldiği saatlere gelmişti. Necla etrafı gezmeye kalkacak iken karşısına deri montlu, beyaz gömlekli; gözleri keskin, düzgün traşlı sanki “Al Yazmalım Selvi Boylum” filminden fırlamış Kadir İnanır modunda bir adam oturdu. “Umarım rahatsız etmiyorum” dedi Ahmet nazikçe. Necla “yok buyrun” dedi. Necla iş bu otur bakalım dedi kendi kendine. Ahmet “ne içeriz? Rakı??” diye sordu. “Olur” dedi Necla nazikçe. Sanırsın Basmane’de pavyon’da değil çay bahçesinde fuarda tanışıyor gibilerdi.


Ahmet iyi geldi Nazan’a. Ahmet kendi özelinden ama eğlenceli şeyler anlatıyor, Necla uzun süredir gülmediği kadar içten gülüyordu. Cem Karaca tarzı ses tonu ile Ahmet ele geçirmişti onu. Kaşkolu olsa Ahmet’in dışarıdaki kamyona binip gideceklerdi Kadir İnanır hesabı. Yine güldü kendi kendine. Cemil aklından çıkmıştı 1-2 saatliğine de olsa. Ta ki Ahmet’in bardaki bira şişesi görünümlü şişeden kırmızı içki isteme anına kadar. Necla kadehi düşürdü masaya. “Ne içkisi…” dedi Necla sessizce. Ama Ahmet görmüştü Nefes’i. Geri  dönüşü olmazdı bu yolun. “İşte orada duran kırmızı şişe” dedi Ahmet. Ah Ahmet dedi. Bugüne mi denk geldin dedi içinden Necla. Rakımız var içiyoruz ne güzel dedi Necla. Ama Ahmet takmıştı kırmızı şişeye. “Bir kadeh içelim” dedi. Zaten Nefes’ten dolayı idi görünmesi şişenin yoksa Ahmet istese de göremezdi, yoktu suçu Ahmet’in. “İçelim” dedi Necla. Mehmet’e baktı. Mehmet anlamıştı zaten. Bara doğru yürüdü.


Birazdan çay bardağında kırmızı bir içki ile geldi Mehmet. Ahmet’in önüne koydu bardağı. “Buyur abi” dedi Mehmet. “Siz” dedi Ahmet Necla’ya. Necla “yok teşekkürler, o şişeden benim iznim yok. siz buyrun” dedi Necla. Ahmet aldı bardağı “sağlığınıza” dedi ve…


1 saat sonra Ahmet tekrar Necla ile başbaşa idi. Kendine gelmesi bi 10 dakika aldı. Ne olduğunu anlamış ama anlamamıştı. Necla’ya baktı. Necla “iyi misiniz?”dedi. Ahmet “iyiyim” dedi “ama narkoz yiyip vücudunun dışından zevki sefa içinde ameliyatını seyretmiş insan durumu içindeyim. Ne oldu bana? dedi. “Ağır içkidir etkiledi herhalde” dedi Necla. Ahmet 2 lafla geçiştirilecek adam değildi. “Anlatın bana” dedi “ne içtim ben?”


Necla anlatmazsa Ahmet’in sonu da Cemil’e mi benzer diye korktu. Aslında yüzlerce erkek içmişti Nefes’i ve kimse ölmemiş ve içen kimse sormamıştı nedir diye. Ne olmuştu da son 1 hafta içinde 1 adam tam nefes almak intahar etmiş diğeri ise gidip geldiğini fark edecek kadar hatırlıyordu. Tam bu sırada Ahmet Necla’nın kafası başka yerlerde iken “ben benim vücudumda değildim ama sen benimle konuşuyordun ve ve o ben değildim Allah aşkına söyle ne oldu?” diye tekrar sorar ama nezaket bir parça azalmış merak ve gerginlik artmıştır ses tonunda.


Pavyonda ortaya doğru bakar Necla. Sanırsın havadaki dumanla konuşuyordur. “Anlatacağım Hüseyinim” der. “Belki Ahmet yoldaşımız, sırdaşımız olur. Zaten anlattıklarına kimse inanmazdı bu yüzden anlamaktan çekinmiyordum ama o anlayacak gibi ben dayanamayacağım der pavyondaki sisli dumanlara doğru”. Daha önce anlattığı olmuştu aslında ama o 2-3 kişi gülmüştü ona. Ama Ahmet kadar hatırlayan da olmamıştı.


Hüseyin…


Başlattı anlatmaya… Hüseyin’in; aşkının nasıl öldüğünü, öldürüldüğünü bu pavyonda. Hüseyin’in kavgada ölme hikayesi pavyon hikayelerinin en klişelerindendir. Laf atılır. Laf atan dışarı çıkartılır. Dışarı çıkartılan silah çeker. Payvon korumalarından Hüseyin araya girer. Silah patlar. Hüseyin ölür. Necla ortada kalır. Ama Necla payvondan ayrılamaz. İşte bu bölümü klişe olan bölümden ayrılır.


Necla ayrılmaz pavyondan istese bile çünkü Hüseyin ölmesine rağmen farklı bir durum oluşur. Bu durumun ortaya çıktığı ilk akşam Necla yine dertleşirken pavyonda bir müşteri bu içkiyi, nefesi görür ve ister. Necla o ana kadar görmemiştir Nefes’i ve ne olduğunu da bilmez. İşin garibi bu adam dışında görebilen yoktur Nefes’i. Nefesi içen bu adam bedenini kısa bir süreliğine terk eder ve Hüseyin dile gelir bu adamın bedeninde.  Necla o an anlar Hüseyin’in bir şekilde hala pavyonda olduğunu ve bir vücut bulduğunda dile geldiğini. Necla ile 2 kelime edebilmek için Nefes içirtir Hüseyin Necla’nın müşterilerine; ama seçicidir. Herkese içirmez. Adam gibi, düzgün, yakışıklı olanları seçer.  Ne de olsa bedenini kısa süre için kullanacak. Böylece o vücutta 1-2 saat için bile olsa can bulur Hüseyin. 2 kelime eder Necla ile. Yani aslında Nefes alan Necla ile Hüseyin’dir. Nefes aldıkça yaşar ikisi. Nefes; Hüseyin’in istediğine gösterdiği istediğine göstermediği içkisidir.


Necla sustu hikaye bitince.


Ahmet sessizce ama keyifli bir gülümseme ile masadan kalktı. Deri montunu alır omzuna… “Bundan sonra başka beden aramayın” dedi Necla’ya ve pavyondaki puslu havaya. Böylece her hafta görüşürler Necla ile Hüseyin. Ahmet onların dert ortağı olur. Ahmet ara verirken mevcut hayatına Necla ile Hüseyin nefes alıp ağlaşırlar… “


The post Aralık Pavyon appeared first on @yucezerey.



Benzer Bir Yazı Bulunmamaktadır.



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 04, 2015 10:11

January 3, 2015

Yeni Yıl Kutlama Performansları

Amansızca birbirini takip eden 365 günün damaklarda bıraktığı tatın adı tatlı mıdır? Acı mıdır? Bilinmez. Tattan bağımsız  gelecek seneden beklentilerin gerçekleşmesi halinde ne kadar mutlu olunacağının düşünülüp umutlanılan günün adıdır yılbaşı.


yeni.001


Neden Yılbaşı Kutlanır? 


“Bilmem. Kendimi bildim bileli kutluyoruz. Ontolojik bir olgu bu. Neden kutlanmasın ki?”


“Herkes kutlamanın dibine vuruyor. Diplerde nefes alıp, aldığı nefes ile bir sene idare ediyor. Biz neden kutlamayalım ki?”


“Tanıdığım bir çok değerli arkadaşım ile yılbaşı kutlama okazyonlarında tanıştım. Bir çok dost sandığım insanın da gerçek yüzünü bu okazyonlarda gördüm.”


“Güzelim, birbirimize yürümek için daha anlamlı bir gün mü var? Bugün yılbaşı”


“Eğlenmek için. İlla anlam mı yüklemek gerekiyor?”


“Çoluk çocuk çok güzel eğleniyor. Onlar mutlu olsun da gerisi hikaye.”


“Yöneticilerimizle daha organik bir ortamda sosyalleşiyoruz. Telakki ettiğimiz emirleri kadehlere meze yapıyoruz.”



Yılbaşı Nasıl Kutlanır?


Ev Ortamı


 


Pijamalar giyilir. Uzaktan kumanda ele tutkalllanır. Koca bir tabağa; çerez, ıvır zıvır boşaltılır. Tercihe göre premium bir içecek seçilir. Televizyon izlenir, geri sayılır, Victoria’s secret defilesi izlenir, “Bunlar hatun ise bizim etrafımızdakiler ne?” tepkisi verilir. Yılbaşını dışarıda arkadaşları ile kutlayanlara b.k atılır. İtina ile uyunur. Ertesi gün “Yılbaşı o kadar umrumda değil ki yeni yıla uyuyarak girmişim. Amortiyi de bir rakamla kaçırdım.” geyiği yapılır.


Arkadaşlar arasında çocukları arıza çıkarmayan, kendi çocukları ile de anlaşıp güzelce oynayan aileler yılbaşı programı için davet edilir. Davet öncesinde dışarıdan hindi, sağda solda fazla deneyimlenmemiş antin kuntinlikteki mezeler, atıştırmalıklar hazırlanır. Geceye özel kıyafetler giyilir; makyajlar, saçlar yaptırılır. Premium içkiler, hediyeler, oyunlar, filmler, satın alınır. Tadım aktiviteleri düzenlenir. Tombala oynanır. Hediyeler açılır. Yiyecek içecek faslı amansızca devam eder. Çocuklar da kendi aralarında süslü dünyalarında kaynaşırken, ebeveynler de alkolün de etkisi ile birbirlerinin bütün çarşaflarını dökerek yeni yıla doğru geri sayarlar.


Parti ruhuna uygun kişiler davet edilir. Davetliler eve gelir gelmez alkol servisi başlar. Geceye özel shotlar, karışımlar hızlıca piyasaya sürülür. Mümkün olduğunca hızlı bir şekilde herkes kafayı bulur. Kimse yılbaşı ağacı, süsü, hediyesi, otu, b.ku ile ilgilenmez. Güzel müzikler eşliğinde karaoke seanslarını müteakip en optimum zamanda cam gibi olmaya odaklanır. Cam gibi olmayı müteakip şişe çevirmece gibi sonuç odaklı oyunlar oynanır. Bazıları hüzünleriyle elinde telefon ile oynarken geri sayar. Bazıları geri sayamadan sızar. Bazıları ise skor sayarak geceyi tamamlar.


Ev denildiğinde, mekanın hakkının yeneceği büyüklük ve ihtişamdaki bir mekana sadece gelir ve /veya statü / ün seviyesi üst düzeyde olan kişiler davet edilir. Mekanda, hatırı sayılır mekanlarda bile görüleyemecek düzeyde bir catering hizmeti vardır. Garsonlar şık kıyafetleri ve ellerindeki tepsilerle içki ve yiyecek servisi yapar. Katılımcılar da minik porsiyonları minik minik alarak prestijlerinin sürdürebilirliğini devam ettirirler. Tombala, kafaya noel baba şapkası takma, düdük öttürme, amorti kontrol etme, TV izleme, dilin damağın kuruyana kadar çerez yeme, beleş diye hayvan gibi alkole abanma, birbirinin yüzüne kırmızı don fırlatma gibi aksiyonlar bu tip yılbaşı okazyonlarında görülmez. Hatırı sayılır bir müzik grubunun arka planda yaptığı hafif batı müziğiyle birlikte misafirler, mikrofonik kahkahaları, puroları ve kadehleri ile sofistike sohbetler gerçekleştirirler. Aslında yaşanan gecenin diğer gecelerden farkı yoktur. Sadece tema yılbaşıdır. Arkaplanda biraz daha yılbaşı efektleri gözlemlenmektedir. Sonuç olarak bir grup elit insanın bir araya gelme, sosyalleşme, diğer elit insanlara b.k atma, refah düzeylerini sergileme ortamıdır. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar kalınmaz. Çünkü bu kişilerin yılbaşı gecesinde uğramak zorunda oldukları asgari 3 mekan daha vardır.


 


Dış Mekan


Ekip organize edilir. Doğru toplu taşıma araçları (metrobüs, metro, otobüs, minibüs ve kombinasyonları) ile gerekli optimizasyon yapılarak yılbaşının kutlanacaği dış mekana varılır. Mekanda eğlencenin zirve yapacağı sıcak alanlar belirlenir. Sıcak alanlardaki ön sıralara konuçlanılır. Marketten uygun fiyata tedarik edilmiş içki, çerez gibi yiyecek ve içeceklerle havaya girilir. Hedefler ve hedeflere yönelim planları tanımlanır. Planlara hayata geçirilerek hedefteki karşı cinsin ilgisini çekecek atraksiyonel performanslar sergilenir. Ekibin bir kısmı başarılı olarak karma bir grup ile eğlenmeye devam ederken, kalan kısmı ise yapmış oldukları fırlamalıklarla (pandikler atılır, pandikler yenilir) övünerek, tadında bir buruk  eğlenmişlik hissi ile mutlu mesut mekanlarına geri döner.


Güzel ve eğlenmeyi bilen bir ekip ile havalı bir mekan organize edilir. Mekana check-in olunduğunda “Vay Tarjan’lar yeni yıla Ananas’ta kutluyorlarmış.” Diye muhabbet başlatacak bir mekan olmalıdır. Mekanda sunulan fiks menünün hiç bir önemi yoktur. Önemli olan gidilen ekip, mekanın havası, içerideki eğlenme potansiyelidir. Mekanda garson tarafından tanınma, garsona ismi ile hitap etme; garsonu, komiyi, DJ i, mekan müdürünü düzenli olarak yemlemek; loca vs ayarlatmak  önemlidir. Mekana girince mekan müdürü tarafından önceden itina ile ayarlanmış locaya doğru escortluk yapılması fark yaratır. İçkileri dibine kadar içmek tercih edilmez. Mutlaka 1,7 parmak boyu dibinde bırakmak gerekir. İçki tercihinde Utopias, Evan Williams, Black Pearl, 1990 Louis Roederer Cristal, Jamaika Romu, The Macallan, 1787 Chateau Lafite, İrlanda Viskisi, Diva yolundan ilerlenilebilir. Mekanın popüler içeceklerine hakim olarak, (Kırçiçeği, Bepanthene, Gelincik, Pikaçu, Anasının Nikahı, Eben, Kevaşe Bakire, Karpuz Kabuğu, vs) içeceklerin isimleri ile ve ek isteklerle sipariş vermek büyük puan kazandırır. Mekanda hayvan gibi öpüşmek, yiyişmek, birbirine ellemek, kucak kucağa oturmak hiç hoş karşılanmaz. İçkinin ayarı kaçabilir. Sağa sola kusmalar olabilir. Ekip bu tip süreçleri de kendi içinde hızlı bir şekilde organize olarak yönetir ve kısmı mutlu sona bağlar.  Hesap ödeme esnasında özellikle grubun içerisinde kızlar varsa kavga etmek, hesap kabını elden ele almaya çalışmak, bağırmak çağırmak prim yaptırır. Süreç esnasında unutulmaması gereken en önemli husus mekan, hesabı ödeyeni tanır. Bir sonraki gelişte gerekli hürmeti hesabı ödeyene gösterir. Mekanın kapanışı esnasında, tüm ışıklar açıldığında ahtapot gibi yiyişirken yakalanmak, mekandaki herkesin“Oha be olm burada geldikleri seviye bu ise, gecenin ilerleyen saatlerinde bunlar neler yapar?” söylemlerine maruz kalmamak gerekir.


 


Sonuç olarak her kahramanın seyrinde olduğu gibi hikaye başladığı noktaya geri döner. Yeni yıl kutlamalarının ardından bal kabağı ortadan kaybolur. Yeni yıl kutlamasını vesile olarak görüp bi nebze de olsa nefes almak isteyen herkes, kaotik hayat döngüsünün acımasız çarklarına bünyesini teslim eder. Bir sonraki yeni yıl kutlamasına kadar aldığı nefesi tutmaya çalışır.


The post Yeni Yıl Kutlama Performansları appeared first on @yucezerey.



Benzer Yazılar:
Cola Zero: Yeni Kampanyalar


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 03, 2015 06:10

December 30, 2014

Pikaçu Quotes

Yağmur damlaları yeryüzüne farklı yerlerden düşse bile buharlaştıktan sonra aynı bulutta kavuşup rüzgarı arkalarına alırlar.

The post Pikaçu Quotes appeared first on @yucezerey.



Benzer Yazılar:
Pikaçu Quotes
Pikaçu Quotes
Pikaçu Quotes


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 30, 2014 20:25

December 29, 2014

Pikaçu Quotes

Uzak dediğin önce içinde birikir insanın, sonrası yalnızca yoldur.

The post Pikaçu Quotes appeared first on @yucezerey.



Benzer Yazılar:
Pikaçu Quotes
Pikaçu Quotes
Pikaçu Quotes


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 29, 2014 20:24

Yüce Zerey's Blog

Yüce Zerey
Yüce Zerey isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Yüce Zerey's blog with rss.