Yüce Zerey's Blog, page 4
January 18, 2020
Kutsal Ego

Kutsal ego; seni başkalarının hayranlığına muhtaç edip, kendini ölçüsüz sevdirerek aynada her daim mükemmeli kovalayan müptezel haline dönüştüren; gerçekliğin sillesiyle karşılaşma sonucu çıkan potansiyel travmalar ve hayal kırıklıkları yaşandığında arkasına bakmadan çekip giden bir illüzyon ustasıdır.
İnsanın her an düşünmesi, kendine fütursuz ontolojik sorular sorması, yaşamaya üşenmesi; düşüncelerinden, eylemlerinden ve kendi varlığından bitip tükenmesi, varlığının dramından alev alması; ne derece dertli olduğunu gösterir.
Dertlenme her ne kadar kalbin işiyse de çoğu zaman mide bulandırır, düşünmekse akılla doğrudan ilişkili olduğundan cehennem azabıdır. İkisi arasında savunmasızca salınırken, tam o esnada kutsal ego devreye girer, şovunu, yani illüzyonunu yapar ve insanın dikkatini farklı yerlere çekerek onu kandırır, uyuşturur.
İnsan kaçındığı şeyler tarafından her daim tehdit edilir. Dikkati, sık sık kendisini terk ettiği için kaçmak istediği eğilimlere boyun eğer ya da murdar sırlara yem olur…
Kimi insan da günün zevkine ve eğlencesine dalarak kendi gerçekliğinden kaçmaya çalışır. Sabahtan akşama kadar telefondan gözünü alamayan elinden bırakmayan, akşam olduğunda evinde oturamayan ve mutlaka kendisini unutabileceği bir ortama sığınma gereği duyan insanlar, işte tam da bu tip insanlardır.
Kutsal ego bu tarzı benimsemiş, düşünmekten korkan, dertlenmeyen, istek, arzu ve tatmin ishali olmuş bu insanı; erişebileceği azami hazzı paketleyerek tavlar. Muazzam bir ambalaj, olağanüstü bir sunum vardır kutsal egoda, insafı yoktur. İnsafı olmadığı gibi, insanı da yoktur. Kutsal egonun içine düşmüş olan, çırpınan bir zavallıdır. İnsanlığın esamesi okunmaz orada.
Kutsal ego, insanı sözcükleriyle kendine aşık ettiği için gürültülü sessizliklerdeki gizemden nefret eder ve sessizliğe mahal vermez. Kutsal egonun havai ve talihsiz hovardalığıdır bu.
Kutsal ego güdümündeki fevkalbeşer (Üstün İnsan), sistemdeki varlığını sürdürebilmek için daha açgözlü ve ihtiraslı oldu. Son tahlilde, gerçekte zavallı ve acınacak bir insan haline geldi. Daha önce hiç hissedilmemiş, hatta hayal bile edilememiş ihtiyaçları yaratmanın bağımlısı oldu. Kitleleri peşinden sürükleyecek yeni bir malzeme bulunca kendi kendini tatmin için tedavi edebileceği yeni hastalıklar ve karşılayabileceği yeni özlemler yarattı. Sonuçta fevkalbeşerin işi hazzın veya mutluluğun ertelenmesinden ziyade hoşnut olmanın imkansızlığı ile ilgilidir.
Kutsal ego insanları, küçümsenmekten korkan ve dolayısıyla kendilerini küçük gören bireyler oldukları için diğer bireyleri de küçümserler. Sırf başkalarının güçsüz olması ya da güçsüz görünmesi için güç kazanma çabasında olan bu bireyler, aslında başkalarına güçsüz görünmekten ya da güçsüz yönleriyle yüzleşmekten korktuğu için böyle bir taktik geliştirmişlerdir. Hayatları son derece ironik, trajikomik ve nevrotiktir.
Yalnızca kendi görüşlerinin doğruluğuna inanır kutsal ego insanları. Kendisini eleştirmeye kalkışanları kötü niyetli ve düşman olarak algılar. Diğer insanlarla olan ilişkilerinde sürekli kusur arar ve onları küçümser. Aslında küçümsediği kendi benliğidir. Buna karşılık, olmak istediği imajı gerçekleştiren kişiye hastalıklı bir hayranlık geliştirir.
Kendisine hiç değer verilmemiş kutsal ego sahibi, bir başkasına da değer veremez. İnsanın kendine değer verebildiği oranda başkasına değer verebildiği düşüncesi bu tip insanlarda bir kez daha haklılık bulur. Sevgisizdirler, sevemezler. Kamuran Yarkın’ın müthiş nihavend bestesi
“Sen kimseyi sevemezsin sevmeyeceksin / rüzgârların önünde kuru bir yaprak gibi sürükleneceksin / şefkât nedir, aşk nedir, ömrünce bunu bilmeyeceksin / rüzgârların önünde kuru bir yaprak gibi sürükleneceksin” tam da bu tip insanları anlatmak için yazılmış gibidir.
Kutsal ego insanı, müzmin bir ruh yalnızıdır. İnsanlarla olduğunda da yalnızdır ama birileriyle ilişki halinde olduğuna dair bir illüzyon yaşar. Yalnızlığının farkına hiçbir zaman varamaz. Kazandıklarının kendisine sağladığı besinsiz doyumu yaşayacağı yerde sürekli tedirgin olup suçluluk ve değersizlik duygularından kurtulamaz, yakın ve samimi ilişkiler kuramadığı için giderek, daha da yalnızlaşır.
Gerçekte yalnız insan, insanlar tarafından terk edilmiş olan değil insanlar arasında acı çekendir. Alkışlar arasında dahi kendi çölünde sürüklenir. Tamiri imkansız bu koca maskeli baloda, yüzündeki bütün kırışıklıklarla maskesiz dolaşandır.
Hayat denen oyunun hangi perdesinde olursa olsun, kutsal ego hep oyunbozan rolünü oynar.
Kutsal ego savaşçıları, ışığa doğru ilerlediklerini zannederken, haz odaklı hedefsiz yürüyüşten yorulur, kendilerini yere bırakırlar. Yığıldıkları yerde, samimiyetsizliği kaldıramayan bereketli toprak açılır. Kaymaya başlarlar. Aşkla zirveye yürüyen bireyler, düşüşlerini de bir “dünyayı kurtarma” hikayesine dönüştürerek düşüşlerini daha da hızlandırırlar. Kendi içlerinde, yönelecek bir merkez bulamayan bu kişiler; amaçsız, yorgun ve yaşamları zehir olmuş insanlar haline dönüşmüşler ya da mutsuz fanatik göstericiler olarak kalmışlardır.
Kutsal ego kanaması engellenemediğinde, dünya görüşü kırmızıya boyanır; ahkamlar, tümörler gibi birbirinin üzerine tırmanır. Kırmızının çağrıştırdığı her tür duyguya bu kanamada yer vardır, utanç hariç. Çünkü utanç doğrudan vicdanla alakalıdır ve sık ego kanaması yaşayan insanlarda vicdan kara bir lekeye dönüşür.
Kutsal egoyla yüzleşilmedikçe, büyük korkular alaylı sırıtmalarla değiş tokuş edilir. Kutsal egoya karşı kazanılmış en küçük galibiyet ve yenik düşülen her arzu insanı güçlü kılar. Dünyaya söz geçirme ve hatta kafa tutma zannına, dünyayla uyum sağladığı ölçüde kapılır. Dolayısıyla en büyük güç kaynağı nötr olmaktır. Her şeye ve herkese.
Epikür’e göre, ihtirasların tatmini yoluyla ulaşılan bir doyum, yaşamın amacı olamaz. Çünkü böyle bir hazzı, doğal olarak bir isteksizlik ya da sıkıntı izleyecektir ve bu bizi gerçek amacımız olan acıdan kaçma, uzaklaşma hedefimizden saptıracaktır. Bu anlamda Epikür, M.Ö 4. yüzyılda bir ego tanımı yapmış sayılır. Tolstoy’a göre ego sahibi, herkesten daha iyi ve zeki olduğuna inanan insandır. Nietzsche ise ego hakkındaki en sarsıcı yorumu yapan düşünürlerden biridir. “Ne zaman tırmanışa geçsem, peşimde bir köpek var, adı: ego.” der. Ego, bir insanın hem iç dünyasını hem de dış dünyayı zindana çevirebilecek hükümdarın adıdır. Her hükümranlığa olduğu gibi, egonun hükümranlığına karşı da geliştirilebilecek stratejiler vardır. Unutulmamalı ki bu stratejilerin hiçbiri egoyu yok etmez, terbiye eder. Zaten mühim olan da budur: eğer insan kendi kalbiyle konuşabilirse, kalbiyle bakabilirse, ego (benlik) geriye çekilecektir. Terbiye olacaktır ve her fırsatta “ben” demeyecektir.
Benliği terbiye etme pratikleri:
Bir başkasıyla (ötekiyle) bir araya geldiğinde, tıpkı senin gibi “biricik” olan bir insanla bir araya geldiğinin bilincinde ol. Alışkanlıklar, düşünce biçimi, huylar, tepkiler farklıdır ötekiyle. Dolayısıyla öteki’yle buluşmak benliğin için bir dur ihtarıdır. Orada öncelik öteki’nindir.
Bu dünyanın prangası çoktur. Sahip olunan maddi-manevi her şey prangaların sayısını artırır. Ya gerçekten hakiki ihtiyaçlarla meşgul olmalısın ya da hiçbir şeyin yegane sahibi olmadığını bilmelisin.
Sürekli haz arayanların mutluluğu kısa ömürlüdür, düşleri öz yıkıcıdır. En çabuk gerçekleşen haz aynı zamanda en kolay yok olandır. Bu durumda zamanın gerçekten içinde olup yaşamın tadını sürmek, hayatta olmanın lezzetini almak ve tüm bunların senden kaynaklanmadığını bilmek seni kendine getirecektir.
“Kendini ölçüsüz seven başkalarının hayranlığına muhtaçtır, ilaveten her vesileyle kendi mükemmelliğini aynada görmek ister. Aynadaki hiçbir imge gerçek zaafları ortadan kaldıramadığından, hep kendisiyle ilgili hayal kırıklığına uğratılma tehlikesine maruzdur.” der Wilhelm Schmid. Hayal kırıklığı, beklentilerinin aşırı, kusursuz ve mükemmel olmasıyla alakalıdır. Gözden geçir.
Baumann, “Hiç bu kadar özgür olmamıştık, hiç bu kadar aciz hissetmemiştik.” demesinin sebebi insanın aklına gelen her şeyi yapmasını özgürlük olarak kabul etmesi. Halbuki aklına gelen her şeyi yapmak acizlik göstergesidir. Sor: kalbin istiyor mu onları?
İmkansız bir ödev belirlemek geleceğe değer katmak değil bugünü değersizleştimektir. Olması gerektiği gibi olmamak bugünün telafi edilemez ilk günahıdır. Bugün daima ister ve bu kendisini çirkin, nefret edilesi ve katlanamaz kılar. Bugün demodedir. Bugün daha var olmadan demode olur. İmrenilen gelecek bugün olduğu anda heba edilmiş geçmişin atığı ile zehirlenir. Bugünün keyfi sadece kaçıp giden bir an sürer: Bunun ötesinde keyif bir nebze de olsa ölüsever bir nitelik kazanır; başarı günaha, hareketsizlik de ölüme dönüşür.
The post Kutsal Ego appeared first on Yüce Zerey.
December 5, 2019
İlgi İstilası
İlgi; yaşadığımız samimiyet fukarası çağın en sinsi uyuşturucusudur. Bu uyuşturucunun üreticisi de tüketicisi de kişinin kendisidir.
Bir şeylere, en doğal haliyle ilgi beslemek yerini hunharca bir arsızlığa bıraktı. Mesela pul koleksiyonu yapan birini düşünelim. Muhtemelen babasından aldığı bir görgü neticesinde başladığı bu koleksiyon hevesi, daha sonra pullara karşı samimi bir meraka dönüşür ve akabinde koleksiyon genişler. Bu genişleme kaliteli biçimde ilerledikçe kişide tatmin oluştuğu gibi koleksiyon geleceğe bırakılacak bir kayıt defteri görevi de görür.
Yani işin temelinde görgü vardır ve baba da o görgüyü kendi babasından yahut ata, usta diye niteleyebileceği birisinden almıştır.
Görgü aktarımı, ilgiyi de yerinde, en doğal formunda tutar. Görgüsüzce ve tamamen kişisel tatmin için kurulan ilgi hem samimi değildir hem de ortaya ciddi bir emek sunmaz. Dolayısıyla görgüsüzlükle gösteriş arasında doğru bir orantı vardır. Görgüsüzlük arttıkça gösteriş budalılığı da artar.
İnsanın insana duyduğu ilgi veya insanın insandan beklediği ilgi de aynı bunun gibidir ve iki nokta arasında gidip gelir.
Bir uçta samimiyet, diğer uçta sömürü vardır.
Tanır tanımaz karşısındakini beğenen birini düşünelim. Bu beğeni oldukça doğal olabilir. Ancak zamanla, karşısındaki insandan samimi davranışlar görmese de beğenisini hoşlantıya, hatta hayranlığa dönüştüren bir insan şüphesiz ki beslediği duyguların aynısını görmek isteyecektir. Burada ilgi arsızlığıyla beraber sevgi açlığı da ortaya çıkar.
Bir beğeni şeklinde başlayan ilişki bir anda son derece tehlikeli bir hale bürünür.
İlgiyi kendine mahsus bir uyuşturucuya çevirmiş olan insan, karşısındakinden beklediği ilgiyi her göremediğinde tipik bir müptela gibi davranmaya başlayacaktır.
Şiddet, hırs, paranoya, kıskançlık, haset, dedikodu uyuşturucunun girdilerini oluştururken; anormal kırılganlık, anormal alınganlık, yetersizlik hissi, özgüven kaybı, iletişim kuramama, yitirilen inanç da çıktılarını oluşturacaktır.
Öyle ki birçok ilişki, ilgiyi uyuşturucu madde gibi kullanan kimselerin elinde hayatın anlamına dönüştüğünden sonu yıkımla da bitebilir. Buna sömürü düzeni denir.
Gerçek sevgiyi ve gerçek ilgiyi henüz tatmamış, bu duygulara dair belirli bir görgüye ulaşamamış hastalıklı ruhlar tarafından, sevgiyi ve ilgiyi gerçek manalarında yaşamış saf ruhlara karşı geliştirilen yıkıcı bir atak. Sonu gelmeyen, davranış ve duygu kıyametleri yaşatan, hayattan soğutan, ruh kemiren bir sömürü düzeni.
İlgi ve sevgi için kerteriz noktası olmayan ve şasesi yamuk araba gibi ne yöne gideceğine kendi karar veremeyen bu tip insanların en belirgin özelliği dillerinin kemiğinin olmamasıdır. Her an şikayet etmeye, başaramadıkları her şey için başkalarını suçlamaya ve böylece sevdiğini de nefret ettiğini de sürekli ifade etmeye ihtiyaç duyan bir ruh-mekan-zaman huzuru bozma makinesidirler. Bu makineler sebebiyle insanların çoğu ilgi suistimali yüzünden gelecekle zehirlenmiş bir halde aniden kendilerini ‘tüm zamanlardan’ sorumlu, ürpertiyle yüklü bir müddetin bağrında hissederler.
Engin Geçtan işte bu makineleri şöyle anlatır İnsan Olmak’ta: “Yalnızca işi düştüğünde ya da dert anlatmak için bizi arayanlar, karşılaştığımızda bizim o ândaki koşullarımız ne olursa olsun sürekli kendilerinden ve sorunlarından söz edenler oldukça sık yaşadığımız örneklerdir. Böylesi insanlar gerçekten bizi görmek istedikleri için değil, o anda yalnız kalmak istemedikleri için bizi ararlar, ilişkileri sürdürme çabalarının gerisinde de günün birinde gerekli olabileceğimiz düşüncesi bulunur. Bize ilgi gösterirler; ama bu bizi anlamaya çalışmaktan uzak, yatırım amacını içeren bir tutumdur. Kısa bir süre sonra mutlaka karşılığında bir şeyler istenir, veremediğimizde de kendi verdiklerini hatırlatarak bizi suçlamaya çalışabilirler.”
Hepimiz zaman zaman, hayata uyum sağlayabilmek için gömlek değiştirir gibi ilgi değiştiriyoruz. ‘Her ortama adapte olabilen’ bir insan olduğumuzu göstermek için karakterimizden ödün veriyoruz. Bu bazen güvenlik bazen de özgürlük arayışının neticesi olarak yer buluyor insan ilişkilerinde.
Hayat güvenliğini sağlamak için İsviçre çakısı olmaya hazır bir duruma düşebilen insan, kişisel özgürlüğü için de her türlü ideolojinin maskarası haline gelebiliyor. Uzun vadeli güvenliğin yokluğunda anlık ilgi cazip biçimde makul bir strateji olarak görülebiliyor. Her kim nasıl ilgi gösterecekse bunu en doğal haliyle gösterse, ona kim ne diyebilir? Ama bilhassa performans toplumunda “yarının ne getireceğini kim bilir?” anlayışıyla, Hakan Günday’ın deyimiyle insan bir anda kendini sevdikleriyle savaşırken ve nefret ettikleriyle sevişirken bulabiliyor. Ten üstüne tenler basılıyor, değişim dur durak tanımıyor.
Sürekli ilgi arayanların mutluluğu kısa ömürlüdür, düşleri yıkıcıdır. En hızlı karşılanan ilgi aynı zamanda en kolay kaybedilendir. Çünkü samimi değildir, geçicidir, transparandır. Mutluluk hissinin bile içinde dert olması gerektiğini Zygmunt Bauman çarpıcı kitabı Benlik Pratikleri’nde şöyle özetliyor: “Mutluluk hissi, derdi tasası olmayan bir hayatın değil, hayatın zorluklarını yakın mesafeden, doğrudan göğüsleyebilmenin ve yüzümüze siper olan maske yukarı kaldırılınca, o zorluklara direnmenin, onlarla mücadele etmenin, onları çözmenin ve yenebilmenin sonucunda ortaya çıkar.”
İnsanların mutsuz ve ilgiye muhtaç oldukları bir toplumda yaşıyoruz. Buna rağmen insanlık tarihinde ilk kez, insanlığın fiziksel olarak varlığını sürdürebilmesi, kendi kalbindeki köklü değişikliklere bağlıdır. Adımı atak ayaktır ancak ona bu aklı veren kalp olmadığı müddetçe gidilen yol ne kadar yoldur? Bu sorunun cevabı, insan hayatında ‘ölçü’ denen kavramın nerede durduğunu da yeniden yorumlamayı gerektiriyor. Ölçülü sevmek, ölçülü ilgi duymak, ölçülü yaşamak, ölçülü hissetmek, konuşmak, dinlemek… Yaşadığımız topraklarda nispet kelimesi evvela bu anlama gelirdi, yani oran anlamına. Şimdilerde hayatımızda güzellik filtresi denince sadece Instagram filtresi aklımıza geldiğinden, nispet kelimesinin de sadece kıskandırmak veya üzmek anlamına geldiğini düşünüyoruz. Oysa nispet, insanın hayatta durduğu yerle, görgüsüyle alakalı bir kavramdır. Kalabalık içinde yüksek sesle konuşmamak, dara düşmüş birinin derdine ortak olmak, caminin yanına gökdelen yapmamak hep nispetle ilgilidir. Dolayısıyla nispet, kişinin kalbinin hayat karşısında aldığı pozisyonla doğrudan alakalıdır. Eğer bu pozisyonda belirli bir oran yoksa, kişi hem kendisini daraltacak hem de başkalarında nefes darlığı yapacaktır. Bir insan ilgiyi ölçüsüzce beklemeye başladığında şeytan da ellerini ovuşturmaya başlayacaktır. Başkalarının takdirine, övgüsüne, alkışına olan müptelalık şeytanın besin kaynaklarıdır. Kendiyle Dost Olmak kitabında Wilhelm Schmid, “Kendini ölçüsüz seven başkalarının hayranlığına muhtaçtır, ilaveten her vesileyle kendi mükemmelliğini aynada görmek ister. Aynadaki hiçbir imge gerçek zaafları ortadan kaldıramadığından, hep kendisiyle ilgili hayal kırıklığına uğratılma tehlikesine maruzdur.” diyor. İnsan gerçek zaaflarıyla yüzleşmedikçe gerçek bir ilgiyi ve sevgiyi ancak rüyalarında görecektir. Üstelik bu rüyalar çoğu zaman kabus formunda zihne yansıyacaktır.
İnsan, dünyanın insafına terk edilmiş bir varlık olarak elbette ilgiye ve sevgiye muhtaçtır. Günümüz toplumlarına tepeden bakıldığında ilgiye ve sevgiye olan ihtiyacın tüyler ürpertici bir biçim aldığını görebiliriz. Çünkü samimiyetsizlik insanların en kolay başvurduğu iletişim şekli halini aldı. Oysa samimiyetsizlik ilkel toplumların bilmediği bir davranış biçimiydi. Samimiyetsizlik uygarlıkla gelişti. Çünkü uygarlıkla birlikte diplomasi de gelişti ve çalınacak şeylerin sayısı arttı. Örselenecek, hırpalanacak, yozlaştırılacak şeylerde kalp ve ruh başı çekti. Tüm yeryüzü için konuşacak olursak, bu kadar çok ruh bilimci olmasına rağmen bunca ruhsuzluğun olması biraz tuhaf değil mi?
İlgi İstilasından Korunma Yöntemleri
“Like” ile gelen ilginin “Unfollow” ile gidebileceğini unutma.“DM” den gelen ilginin sadece sana gelmediğinin farkında ol. Etrafındakilerin, olmanı istedikleri kişi olduğunda gelecek ilginin; kendin olduğunda gelmeyecek, sanal bir ilgi olduğunu unutma. Yalnız kalabilmeyi ve kendinle dost olabilmeyi başar.Duygularının güdümünde ilerleyip başkalarını yanıltma, başkalarının da seni yanıltmasına izin verme. Hayattaki önemli gayelerden birinin; kendinin ve diğer insanların kişiliklerinin gelişip güçlenmesi olduğunu unutma. Sadece bilinçli yönlerini değil, bilinçdışının da dehlizlerini tanı. Ezikliklerinle, eksiklerinle ve arızalarınla yüzleş, helalleş.Kötülüğün, gelişimin engellenmesi sonucunda doğduğunu unutma. Yaşamına, kendi dışında hiç kimsenin anlam veremeyeceğinin farkına var. Sevinci; başkalarını ve varlıklarını sömürmekte değil, vermekte ve paylaşmakta bulİhtiras, nefret, kıskançlık ve kartonpiyer tutkuları en alt düzeye indirmeye çalış. Kendini aldatma ihtiyacını duymayacak olgunluk seviyesine gelmeye çalış, putlarından arın. Kendini çok sevmeyi bırak, insan varoluşunun sınırlarını ve kısıtlarını kavra.
The post İlgi İstilası appeared first on @yucezerey.
İlgi İstilası

İlgi; yaşadığımız samimiyet fukarası çağın en sinsi uyuşturucusudur. Bu uyuşturucunun üreticisi de tüketicisi de kişinin kendisidir.
Bir şeylere, en doğal haliyle ilgi beslemek yerini hunharca bir arsızlığa bıraktı. Mesela pul koleksiyonu yapan birini düşünelim. Muhtemelen babasından aldığı bir görgü neticesinde başladığı bu koleksiyon hevesi, daha sonra pullara karşı samimi bir meraka dönüşür ve akabinde koleksiyon genişler. Bu genişleme kaliteli biçimde ilerledikçe kişide tatmin oluştuğu gibi koleksiyon geleceğe bırakılacak bir kayıt defteri görevi de görür.
Yani işin temelinde görgü vardır ve baba da o görgüyü kendi babasından yahut ata, usta diye niteleyebileceği birisinden almıştır.
Görgü aktarımı, ilgiyi de yerinde, en doğal formunda tutar. Görgüsüzce ve tamamen kişisel tatmin için kurulan ilgi hem samimi değildir hem de ortaya ciddi bir emek sunmaz. Dolayısıyla görgüsüzlükle gösteriş arasında doğru bir orantı vardır. Görgüsüzlük arttıkça gösteriş budalılığı da artar.
İnsanın insana duyduğu ilgi veya insanın insandan beklediği ilgi de aynı bunun gibidir ve iki nokta arasında gidip gelir.
Bir uçta samimiyet, diğer uçta sömürü vardır.
Tanır tanımaz karşısındakini beğenen birini düşünelim. Bu beğeni oldukça doğal olabilir. Ancak zamanla, karşısındaki insandan samimi davranışlar görmese de beğenisini hoşlantıya, hatta hayranlığa dönüştüren bir insan şüphesiz ki beslediği duyguların aynısını görmek isteyecektir. Burada ilgi arsızlığıyla beraber sevgi açlığı da ortaya çıkar.
Bir beğeni şeklinde başlayan ilişki bir anda son derece tehlikeli bir hale bürünür.
İlgiyi kendine mahsus bir uyuşturucuya çevirmiş olan insan, karşısındakinden beklediği ilgiyi her göremediğinde tipik bir müptela gibi davranmaya başlayacaktır.
Şiddet, hırs, paranoya, kıskançlık, haset, dedikodu uyuşturucunun girdilerini oluştururken; anormal kırılganlık, anormal alınganlık, yetersizlik hissi, özgüven kaybı, iletişim kuramama, yitirilen inanç da çıktılarını oluşturacaktır.
Öyle ki birçok ilişki, ilgiyi uyuşturucu madde gibi kullanan kimselerin elinde hayatın anlamına dönüştüğünden sonu yıkımla da bitebilir. Buna sömürü düzeni denir.
Gerçek sevgiyi ve gerçek ilgiyi henüz tatmamış, bu duygulara dair belirli bir görgüye ulaşamamış hastalıklı ruhlar tarafından, sevgiyi ve ilgiyi gerçek manalarında yaşamış saf ruhlara karşı geliştirilen yıkıcı bir atak. Sonu gelmeyen, davranış ve duygu kıyametleri yaşatan, hayattan soğutan, ruh kemiren bir sömürü düzeni.
İlgi ve sevgi için kerteriz noktası olmayan ve şasesi yamuk araba gibi ne yöne gideceğine kendi karar veremeyen bu tip insanların en belirgin özelliği dillerinin kemiğinin olmamasıdır. Her an şikayet etmeye, başaramadıkları her şey için başkalarını suçlamaya ve böylece sevdiğini de nefret ettiğini de sürekli ifade etmeye ihtiyaç duyan bir ruh-mekan-zaman huzuru bozma makinesidirler. Bu makineler sebebiyle insanların çoğu ilgi suistimali yüzünden gelecekle zehirlenmiş bir halde aniden kendilerini ‘tüm zamanlardan’ sorumlu, ürpertiyle yüklü bir müddetin bağrında hissederler.
Engin Geçtan işte bu makineleri şöyle anlatır İnsan Olmak’ta: “Yalnızca işi düştüğünde ya da dert anlatmak için bizi arayanlar, karşılaştığımızda bizim o ândaki koşullarımız ne olursa olsun sürekli kendilerinden ve sorunlarından söz edenler oldukça sık yaşadığımız örneklerdir. Böylesi insanlar gerçekten bizi görmek istedikleri için değil, o anda yalnız kalmak istemedikleri için bizi ararlar, ilişkileri sürdürme çabalarının gerisinde de günün birinde gerekli olabileceğimiz düşüncesi bulunur. Bize ilgi gösterirler; ama bu bizi anlamaya çalışmaktan uzak, yatırım amacını içeren bir tutumdur. Kısa bir süre sonra mutlaka karşılığında bir şeyler istenir, veremediğimizde de kendi verdiklerini hatırlatarak bizi suçlamaya çalışabilirler.”
Hepimiz zaman zaman, hayata uyum sağlayabilmek için gömlek değiştirir gibi ilgi değiştiriyoruz. ‘Her ortama adapte olabilen’ bir insan olduğumuzu göstermek için karakterimizden ödün veriyoruz. Bu bazen güvenlik bazen de özgürlük arayışının neticesi olarak yer buluyor insan ilişkilerinde.
Hayat güvenliğini sağlamak için İsviçre çakısı olmaya hazır bir duruma düşebilen insan, kişisel özgürlüğü için de her türlü ideolojinin maskarası haline gelebiliyor. Uzun vadeli güvenliğin yokluğunda anlık ilgi cazip biçimde makul bir strateji olarak görülebiliyor. Her kim nasıl ilgi gösterecekse bunu en doğal haliyle gösterse, ona kim ne diyebilir? Ama bilhassa performans toplumunda “yarının ne getireceğini kim bilir?” anlayışıyla, Hakan Günday’ın deyimiyle insan bir anda kendini sevdikleriyle savaşırken ve nefret ettikleriyle sevişirken bulabiliyor. Ten üstüne tenler basılıyor, değişim dur durak tanımıyor.
Sürekli ilgi arayanların mutluluğu kısa ömürlüdür, düşleri yıkıcıdır. En hızlı karşılanan ilgi aynı zamanda en kolay kaybedilendir. Çünkü samimi değildir, geçicidir, transparandır. Mutluluk hissinin bile içinde dert olması gerektiğini Zygmunt Bauman çarpıcı kitabı Benlik Pratikleri’nde şöyle özetliyor: “Mutluluk hissi, derdi tasası olmayan bir hayatın değil, hayatın zorluklarını yakın mesafeden, doğrudan göğüsleyebilmenin ve yüzümüze siper olan maske yukarı kaldırılınca, o zorluklara direnmenin, onlarla mücadele etmenin, onları çözmenin ve yenebilmenin sonucunda ortaya çıkar.”
İnsanların mutsuz ve ilgiye muhtaç oldukları bir toplumda yaşıyoruz. Buna rağmen insanlık tarihinde ilk kez, insanlığın fiziksel olarak varlığını sürdürebilmesi, kendi kalbindeki köklü değişikliklere bağlıdır. Adımı atak ayaktır ancak ona bu aklı veren kalp olmadığı müddetçe gidilen yol ne kadar yoldur? Bu sorunun cevabı, insan hayatında ‘ölçü’ denen kavramın nerede durduğunu da yeniden yorumlamayı gerektiriyor. Ölçülü sevmek, ölçülü ilgi duymak, ölçülü yaşamak, ölçülü hissetmek, konuşmak, dinlemek… Yaşadığımız topraklarda nispet kelimesi evvela bu anlama gelirdi, yani oran anlamına. Şimdilerde hayatımızda güzellik filtresi denince sadece Instagram filtresi aklımıza geldiğinden, nispet kelimesinin de sadece kıskandırmak veya üzmek anlamına geldiğini düşünüyoruz. Oysa nispet, insanın hayatta durduğu yerle, görgüsüyle alakalı bir kavramdır. Kalabalık içinde yüksek sesle konuşmamak, dara düşmüş birinin derdine ortak olmak, caminin yanına gökdelen yapmamak hep nispetle ilgilidir. Dolayısıyla nispet, kişinin kalbinin hayat karşısında aldığı pozisyonla doğrudan alakalıdır. Eğer bu pozisyonda belirli bir oran yoksa, kişi hem kendisini daraltacak hem de başkalarında nefes darlığı yapacaktır. Bir insan ilgiyi ölçüsüzce beklemeye başladığında şeytan da ellerini ovuşturmaya başlayacaktır. Başkalarının takdirine, övgüsüne, alkışına olan müptelalık şeytanın besin kaynaklarıdır. Kendiyle Dost Olmak kitabında Wilhelm Schmid, “Kendini ölçüsüz seven başkalarının hayranlığına muhtaçtır, ilaveten her vesileyle kendi mükemmelliğini aynada görmek ister. Aynadaki hiçbir imge gerçek zaafları ortadan kaldıramadığından, hep kendisiyle ilgili hayal kırıklığına uğratılma tehlikesine maruzdur.” diyor. İnsan gerçek zaaflarıyla yüzleşmedikçe gerçek bir ilgiyi ve sevgiyi ancak rüyalarında görecektir. Üstelik bu rüyalar çoğu zaman kabus formunda zihne yansıyacaktır.
İnsan, dünyanın insafına terk edilmiş bir varlık olarak elbette ilgiye ve sevgiye muhtaçtır. Günümüz toplumlarına tepeden bakıldığında ilgiye ve sevgiye olan ihtiyacın tüyler ürpertici bir biçim aldığını görebiliriz. Çünkü samimiyetsizlik insanların en kolay başvurduğu iletişim şekli halini aldı. Oysa samimiyetsizlik ilkel toplumların bilmediği bir davranış biçimiydi. Samimiyetsizlik uygarlıkla gelişti. Çünkü uygarlıkla birlikte diplomasi de gelişti ve çalınacak şeylerin sayısı arttı. Örselenecek, hırpalanacak, yozlaştırılacak şeylerde kalp ve ruh başı çekti. Tüm yeryüzü için konuşacak olursak, bu kadar çok ruh bilimci olmasına rağmen bunca ruhsuzluğun olması biraz tuhaf değil mi?
İlgi İstilasından Korunma Yöntemleri
“Like” ile gelen ilginin “Unfollow” ile gidebileceğini unutma.“DM” den gelen ilginin sadece sana gelmediğinin farkında ol. Etrafındakilerin, olmanı istedikleri kişi olduğunda gelecek ilginin; kendin olduğunda gelmeyecek, sanal bir ilgi olduğunu unutma. Yalnız kalabilmeyi ve kendinle dost olabilmeyi başar.Duygularının güdümünde ilerleyip başkalarını yanıltma, başkalarının da seni yanıltmasına izin verme. Hayattaki önemli gayelerden birinin; kendinin ve diğer insanların kişiliklerinin gelişip güçlenmesi olduğunu unutma. Sadece bilinçli yönlerini değil, bilinçdışının da dehlizlerini tanı. Ezikliklerinle, eksiklerinle ve arızalarınla yüzleş, helalleş.Kötülüğün, gelişimin engellenmesi sonucunda doğduğunu unutma. Yaşamına, kendi dışında hiç kimsenin anlam veremeyeceğinin farkına var. Sevinci; başkalarını ve varlıklarını sömürmekte değil, vermekte ve paylaşmakta bulİhtiras, nefret, kıskançlık ve kartonpiyer tutkuları en alt düzeye indirmeye çalış. Kendini aldatma ihtiyacını duymayacak olgunluk seviyesine gelmeye çalış, putlarından arın. Kendini çok sevmeyi bırak, insan varoluşunun sınırlarını ve kısıtlarını kavra.
The post İlgi İstilası appeared first on Yüce Zerey.
November 12, 2019
Yalnızlığa Övgü
Yalnızlık, virgüller gibi hareket eden insanların olduğu bir toplumda nokta gibi davranıp hareketsizleşerek nefes almaktır. İnsanın nefesini tutup ânı durdurarak düşünce nöbeti beklemek için iç dünyasına çekilişidir.
Yalnızlık Ömür Boyu – MFÖ

Yalnız kalmak, bir tepki değildir. Dolu dolu yaşamanın gerektirdiği bir tavırdır.
Modern dünya yalnızlığımızı bozdu. Muhatap olduklarımızın üzerimizde bıraktığı izler, silinemez bir hâl aldı ve bizleri nefessiz bıraktı.
Yalnız kalmayı isteyen, yalnız kalmayı bilen biri şahsiyetini korumak için ilk ve en önemli mühimmatı elde etmiş demektir.
Yalnız kalamayan insan, sürekli meşgul çalan bir telefon gibidir ama farkında değildir.
Kendini aramak aklına bile gelmez.
Rehberinde koca bir dünya vardır, ama kendisi yoktur.
Kendini bulmasın, görmesin ve hissetmesin diye; belleği bünyesini tarumar eder, hafızası oyun oynar.
Kendinle başbaşa kalamadığı her anda mutlu görünmek zorunda hisseder.
Oysa mutsuzsan, mutsuzsundur.
Nedir bu mükemmel görünme telaşı?
Hiçbir ihtiyaçları olmadığını, her şeye sahip olduğunu, aşkların en güzeline ve pahaların en biçilmezine sahipmiş gibi yaşamanın bir bedeli olmayacak mı?
Çok ağır bir bedeli var oysa: “Sen kendine dost değilsin.”
İnsan, üzüntü yaşamadan sevinci tadamaz. Yalanla karşılaşmadan doğruyu bilemez. Çirkini görmeden güzeli keşfedemez. Sahteyle temas kurmadan hakikati hissedemez. İşte tam da böyle, yalnız kalmadan da kendiyle dost olamaz insan.
Dost olmanın temel hassasiyeti nedir?
Anlamak, dinlemek, tamir etmek, yara sarmak.
Neden tüm bu eylemler bizden ‘öteki’ne doğru yapılan şeyler gibi anlatılır?
İnsanın hiç mi kendini anlamaya, dinlemeye, tamir etmeye ve kendi yaralarını sarmaya ihtiyacı olmaz?
Olur, hem de sık sık olur.
Nasıl ki şefkat, merhamet, gönülden bir muhabbet ve nihayet sevgi gibi yüce davranışlar bir insandan başka bir insana akabildiği gibi, kişinin kendisine doğru da akabilir. Bunun için her şeyden önce, üzerine basa basa, yalnız kalmak gerekir.
Hani kitap okurken, gözlerin kelimelerin üzerinden süratle geçerken ansızın durur ve eline kalemi alıp çizersin ya, işte o çizdiklerine bir daha bak.
Onlar sensin.
Söylemek istediklerinin hepsi orada.
Gölgelediğin, maskelediğin şeyler saklı o seslerde.
O sesleri hep gizledin oysa.
İnsan bir kitabı kendi için okumaz mı evvela?
Bir cümlenin altını çizerken “Tam da beni anlatıyor” demez mi?
Hep birileri sana, seni anlattı.
Sen ne zaman kendini, kendine anlatacaksın?
Hani geçen gün dinlediğin o şarkı, evet şu seni yıllar öncesine götüren melodiler, gönlünün hangi köşesinde sinmiş kalmış olanları bulup çıkarttı da gözlerin yaşardı?
İlla mikrofon ve enstrümanlar mı gerekiyor saklı kıyılarındaki sandalı keşfetmene?
Hani tek başına gitmek isteyip de bir türlü gidemedin, sonra hiç de kafalarınızın uyuşmadığı ama çok iyi dost göründüğün arkadaşınla gittiğin filmi hatırladın mı?
Oradaki sahneyi mesela. Nasıl da şişmişti gözlerin. Ağlamaktan değil, ağlamamaktan. Oysa göğüs kafesine inen yol gayet açık ve net, sen sadece orada bir labirent var sanıyorsun.
Kitaplar, şiirler, müzikler, filmler, resimler derken hayatını anlamlı, doygun ve yoğun yaşadığını zannediyorsun.
Kabul edelim mi artık, tüm bunlar başkalarına anlatmak, başkalarına göstermek için yaptığın şeyler.
Sen yoksun, mükemmel biri var o eylemlerin içinde ve ne yazık ki sen o değilsin. Çünkü anlamlı yaşamayı şiar edinmiş, bilgelik dağına tırmanmayı göze almış insanlar nevalelerini nerelerden toplarlar biz pek bilmeyiz.
Derin, sessiz ve yalnız yaşamayı çok iyi bilirler.
Acıları gibi sevinçleri de bir iç kanama gibidir onların.
İyi bilirler kendilerine neyin iyi geldiğini. Başkalarına iyi görünmenin yolcusu değil, kendine iyi gelmenin dervişidir onlar.
Freud’u en doğru anlamış insanları biri Zweig’tir. Ancak Zweig, Freud’a beslediği bu derin hürmetin yanı sıra Dostoyevski için “psikologların psikoloğudur” demişti.
Freud da Dostoyevski hakkında: “Dostoyevski olmasaydı eğer, psikanaliz biraz beklemek zorunda kalacaktı” demişti.…
Peki ama neden?
Bu soruyu insan ruhunun o meçhul derinliğine fener tutan Dostoyevski cevaplasın. Bu fenerden süzülen ışıklar, yalnız kalmaktan ürkenler ve hepimiz için gelsin:
“Gerçekten mutsuz olabilir mi insan? Ah, mutlu olmaya gücüm varsa, hüzün ve felaketin ne anlamı olabilir? Biliyor musunuz, bir ağacın yanından geçeceksiniz, onu göreceksiniz ve mutlu olmayacaksınız ha, işte bunu aklım almaz! Sevdiğiniz bir insanla konuşacaksınız ve mutlu olmayacaksınız! Ah, anlatamıyorum… Kötü durumdaki bir insanın bile adım başı göreceği bu kadar çok güzel şey varken mi mutlu olamayacaksınız? Bir çocuğa bakın, güneşin doğuşuna bakın, bir otun boy atışına bakın, sizi seven insanların gözlerinizin içine bakışına bakın!” (Budala)
Yani diyor ki yaşayın. Farkına vararak, doya doya, hissede hissede yaşayın.
Bir taraftan insanın kendisiyle dost olmasından bahsediyor Dostoyevski, diğer taraftan da bir yalnızlığı işaret ediyor.
Bir müze olarak ele alalım yaşamı. Bu müzeye, ömrümüzün çeşitli safhalarında yeniden ve yeniden girmemiz gerekiyor, bunu da biliyoruz. Her girişimizde hem hayata hem de kendimize dair çok şeyle karşılaşıyoruz. Bunları anlamlandırmak, bir yere koymak, ihtiyaç oldukça oradan çekip çıkarmak nedir yavaşça öğreniyoruz. Müzeyi her ziyaret edişimizden oldukça büyük bir lezzet alıyoruz. Her şey yerli yerine oturuyor, gönül kendi ferahlığını buluyor, genişliyor.
“Bu müzeye evvela tek başına mı girmek isterdin yoksa birkaç kişiyle beraber mi? Onca gölge ve gürültü arasında müzenin sunduklarından hangisini heybene atabilirsin? Önce yalnız girmen gerekmez mi o müzeye? Hatta birçok ziyaretinde yalnız olman şart değil mi? Sonra, belki çok sonra sevdiğin bir dostunla yeniden gidip görebilirsin yaşam müzesini. Artık kendinle dost olabildiğin için bir başkasına da dostluğun iyi gelecek. Sen onu anlarken o da seni anlayacak, hikâyeleriniz birbiriyle buluşacak, yalnızlıktan koca bir dostluk çıkacak. Anlamaktan büyük dostluk var mıdır? Yoktur. O hâlde en kazık soru da şu olsa gerek: Kendini anlamayan kendine dost olur mu? Kendine dost olmayan başkasına ne olur?
Cevap biraz ağır olabilir: YÜK!
İlginçtir, tek başına vakit geçiremeyen insanların belki de en sarsıcı ortak özelliği çevrelerine yük olabilme potansiyeli taşımalarıdır.
Sürekli konuşurlar, şikâyet ederler, planlar yaparlar ve paylaşırlar.
Kim dinliyor, ne kadar kendini veriyor, nasıl çözüm sunuluyor hiç önemi yoktur.
Bencillik bu tip insanların benzinidir. Şu koca dünyanın yalnızca kendileri için var olduğunu sanırlar.
Dünyanın türlü zevkleri de onlar içindir hiç bitmeyen elemi, gamı, kederi de.
Yeterince iğreti geldi mi?
Geldi.
İşte bu tip insan hiçbir zaman yalnız kalmayı bilmedi. Zaten hevesi de yoktu, çünkü çok korkuyordu.
Tek başına bir şeyler yapan herkesten tiksindi, tuhaf buldu.
Hayatının hiçbir noktasında “ben neden bir şeyi tek başıma halledemiyorum?” diye sormadı.
Üstelik vücudu bazen bu sorunun peşine düşmesine ne kadar ihtiyacı olduğuna dair sinyaller de verdi: bağışıklık sisteminin çökmüş olması sebebiyle sürekli hastalanma, daima yorgun uyanma, unutkanlık, pişmanlık, öfke……
Geçmiş olsun!
The post Yalnızlığa Övgü appeared first on @yucezerey.
November 4, 2019
Yavaşlığa Ağıt
Hız; niceliğin niteliğe, ânın zamana, sonucun nedene, yüzeyin derinliğe, şuursuzluğun bilince, samimiyetsizliğin samimiyete, unutmanın belleğe karşı kazandığı mahalle kavgasıdır.
Hız, zaman bahçesindeki ânları zararlı ot olarak görüp koparan bahçıvandır. Ânların haricinde kendi mekanıyla ilgili referans noktalarını da koparır.
Hız ete batmış bir kıymıktan çok, saplanmış bir hançerdir.
Hız hissedilmeye başladığında dram da başlamış demektir.
Hızı hissetmeyen, kendi cennetindedir. Cehennem de insanın hızdan dolayı cinnet geçirmekte olduğu yerdir.
Hızın akımına kapılanlar, gerçekliğin koordinat ekseninde kerteriz noktalarını kaybederek; anlamları emilmiş bir düzlemde dolanıp duran çakma gerçekliklere dönüşürler. Yani hızla birlikte giderek sahteleşirler. İnsanlar bir gerçeği durdurmak ve o gerçeği her fırsatta yeniden hissedebilmek için heykel sanatını ortaya çıkarmışlardır. Billboard’lar ise gelip geçiciliğin, yani sahteliğin izdüşümüdür. Kalıcı olan muhakkak yavaş üretilmiştir, yavaşlıktan beslenmiştir. Düşünme ve tefekkür, yavaşlığın armağanlarıdır.
İnsan ve teknoloji, modern başlığı altında birleşir birleşmez yeryüzünden, gerçek bilgiden, yani hakikatten uzaklaşmıştır. Tüm hava araçlarıyla birlikte kablosuz bağlantılar, yerçekimini yani var olmanın o kaygan zeminini insanın elinden almıştır. Yeryüzü uzaklaştıkça küçülür, ne kadar hızlı hareket edilirse o kadar daralır. Bu durumda mesafeleri kaldırmak insanın yeryüzüyle ve gökyüzüyle olan mesafesini artırır. Ayaklarını toprağa basmayan ve kafasını göğe kaldırmayan insan yalnızca dünyaya değil, kendine de yabancılaşmıştır.
Modern teknolojinin ürettiği “sanallık” sebebiyle keşfettiğimiz ve dünyamıza gittikçe daha çok yaklaşan illüzyon karadeliği “şeyleri” yörüngelerinden, yani anlam bağlarından çekip çıkarır. Kütleleri yörüngede tutan yerçekimin etkisini alt üst eder. Yerçekiminin yıllanmış baskısından kurtulan bütün anlam parçacıkları kendi yollarını takip ederek sonsuzluğa ulaşmaya çalışırken uzayda kaybolur. Tüm bunlar sistemin olmazsa olmazlarıyla oynanan tehlikeli bir oyundur ve kaybedeni oyunun başında yazılmıştır.
İşte bütün insanları, ilişkileri, diyalogları, duyguları ve yaşam biçimlerini hem yatay hem de dikey düzlemde hızlandıran günümüz toplumlarının geldiği, belki de düştüğü durum budur: “Varoluş Sancısı”.
İnsanın kendi varlığını, doğanın varlığını ve bu ikisi arasındaki oluşunu hissedememesi, hızla doğrudan alakalıdır.
Hız, tüm hisleri ortadan kaldırır. Hissizleştirir ve yıkar. İnsan hızın güdümündeki bu ortamda yıkıldığının farkına varmaz. Çünkü hız acıyı hissettirmez, yas tutturmaz. Hızla birlikte “şimdi ve burada” yok olur. İnsan geçmişten geleceğe fırlarcasına ilerleyen, geçip giden bir canlıdır hızın ortamında. Can sıkıntısıyla birlikte yaşar. Çünkü canı bir yerde durup dinlenmez, bir şeyi idrak etme çabası gütmez, bir şey için sahici bir mücadelede bulunmaz. Yavaşlık anımsatır, hız unutturur. Seyir hâlinde yaşayanlar iç mutluluğunu yakalamış olanlardır. Milan Kundera’nın Yavaşlık’ta söylediği gibi: “Tanrı’nın pencerelerini seyreden kimsenin canı hiç sıkılmaz, mutludur.”
Önceler, sonralar, çağlar, devirler;… tüm zamanların en sinsisi hızdır. Mekan ve insan tanımaz. Bir alışkanlık gibi geliverir. “Alışkanlık zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılmayacak kadar güçlü olur” diyor Arthur Schopenhauer. Hız bir kere bulaştı mı insanın kanına, yeterlidir. İnsanı ve zamanı dağıtır. Hayat süratle ilerliyormuş gibi gelir, haz verir. “Oysa gerçekte yaşam hızlanmamış”tır Byung-Chul Han’a göre, “daha hummalı, daha girift, daha amaçsız bir hâl almıştır sadece.”
Yerçekimi eksikliğinden “şeyler”le geçici bir temas kurulur. Hiç bir şeyin ağırlığı yoktur. Hiçbir şey kesin değildir ve nihai değildir. Neyin önemli olduğunu belirlemek artık mümkün olmadığında her şey önemini kaybeder.
Hızlandıkça büyük korkular samimiyetsiz tebessümlerle değiş tokuş edilir. İnsanlar birbirine nesne gibi, bir ceset gibi davranır, ölü gömücünün gözüyle bakar.
Heidegger, hüküm süren hız kaynaklı aceleciliği, sessizliği, uzun ve yavaş şeyleri algılama beceriksizliğine bağlar.
Acelecilik çağı, dağılmışlık çağıdır. Derin düşünmenin, tecrübenin ve bilginin ırzına geçildiği bir çağdır. Moliere, Hastalık Hastası’nı yazdığında yıl 1673’tü ve orada şöyle diyordu: “Mermere kazmak, kuma yazmaktan daha güçtür, ama mermerdeki yazı daha çok dayanır; sanırım bu çocuğun kavrayışındaki yavaşlık, ilerde düşünce gücünün büyük olacağına kanıttır.”
Duyguların panayıra, davranışların showroom’a dönüştüğü bir çağdır hız çağı. İnsan bu çağda sadece zapping yapar.
İzler, zaman öldürür ve yenilir.
* * *
Hıza maruz kalmama yöntemleri:
Aşık olacaksın. Kalbini fark edeceksin
Dertli olacaksın. Acı çekeceksin
Sabırlı olacak, sebat edeceksin
Kendini, insanı, hayatı, kitabı okuyacaksın
Yalnız kalmayı, kalınca da kendinle kalmayı becereceksin.
Hazlara değil, hedeflere odaklanacaksın.
Nefes alacaksın. Nefes almayı bileceksin.
Aklınla kalbini; mana ile maddeyi dengeleyeceksin.
Akışa kapılmayacaksın. Kendi akışına sahip olacaksın.
Disiplinli ve sistematik olacaksın.
En az üç şiiri ezbere bileceksin.
Bir manzarayla karşılaştığında aklına birkaç ressamdan tablolar getireceksin.
Hiç girmediğin ortamlara girip, hiç tanışmam dediğin insanlarla tanışıp sohbet edecek diyalog kuracaksın
Yaşadığın şehirde yemeğin güzelini yapan yerleri bileceksin
Hiç gitmediğin bir şehre gidip turist gibi değil, seyyah gibi gezeceksin.
Anlayacaksın: “Matematik, Algoritma, Psikoloji, Sosyoloji, Tarih, Antropoloji, Hikaye Anlatımı”
Okuyacaksın: “Bauman, Baudrillard, Fromm, Heidegger, Freud, Jung, Strauss, Cioran, Canetti, Han”
Gideceksin: “Cenaze, Hastane, Kadın Günü, Kahvehane, Huzurevi, Müze, Pazar”
Kaçacaksın: “Gerçekliği olmayan insanlardan, egodan, sahte ortamlardan, sanal alem illüzyonundan, sanal duygular ve tavırlardan”
Kendin Olacaksın!
Tuhaf Dergisi Ekim Sayısında Yayımlanmıştır.
The post Yavaşlığa Ağıt appeared first on @yucezerey.
September 29, 2019
“İnsanı Anlama” – Okuma Listesi
İnsan insanı anlamak için ezelden beri kafa yorar. Anlamak için deneyimler, okur, kendini geliştirir. İnsanı, kendini anlama çabası olanlar bir okuma listesi hazırladım. Faydalı olması temennisiyle:

İnsan Olmak – Engin GeçtanViktor Emil Frankl – İnsanın Anlam ArayışıRollo May – Yaratma CesaretiRollo May – Kendini Arayan İnsanErich Fromm – Sahip Olmak ya da OlmakErich Fromm – Dinleme SanatıErich Fromm – İnsan Olmak ÜzerinePaul Tillich – Olmak CesaretiDr. Alexis Carrel – İnsan Denen MeçhulAlfred Adler – İnsanı Tanıma SanatıAlfred Adler – Yaşamın Anlam ve AmacıAlfred Adler – Yaşama SanatıCarl Gustav Jung – RuhCarl Gustav Jung – Psikolojide TiplerCarl Gustav Jung – Anılar, Düşler, DüşüncelerSigmund Freud – Uygarlığın HuzursuzluğuSigmund Freud – Kitle PsikolojisiSigmund Freud – Ben ve İdKaren Horney – Çağımızın Nevrotik KişiliğiKaren Horney – İçsel ÇatışmalarımızAdam Phillips – KaçırdıklarımızAdam Phillips – Yasak Olmayan HazlarOrtega y Gasset – İnsan ve “Herkes”Renata Salecl – Kaygı ÜzerineNancy J. Chodorow – Duyguların GücüR. D. Laing – Yaşantının PolitikasıDonald W. Winnicott – İnsan DoğasıOtto Rank – Kahramanın Doğuş MitiEugenio Borgna – Ruhun YalnızlığıEugenio Borgna – Şu Bizim KırılganlığımızAndrew Scull – Uygarlık ve DelilikWilhelm Schmid – Kendiyle Dost OlmakWilhelm Schmid – Mutsuz OlmakMarie Haddou – Hayır Demeyi BilmekGabor Mate – Vücudunuz Hayır DiyorsaS. Forward , C. Buck – Zor Bir Ailede BüyümekJ. Campbell – Kahramanın Sonsuz Yolculuğu Aldous Huxley – Kadim FelsefeA. Comte-Sponville – Büyük Erdemler Risalesi Zygmunt Bauman – Yaşam SanatıZygmunt Bauman – Akışkan AşkZygmunt Bauman – Akışkan ModerniteE. Cioran – Çürümenin KitabıE. Cioran – BuruklukE. Cioran – Doğmuş Olmanın Sakıncası ÜstüneElias Canetti – KörleşmeJorge Luis Borges – Alçaklığın Evrensel TarihiEduardo Galeano – TepetaklakHermann Hesse – ÖldürmeyeceksinHermann Hesse – İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez
The post “İnsanı Anlama” – Okuma Listesi appeared first on @yucezerey.
March 23, 2019
NTV: Bana Söz Ver – Mima
Simge Fıstıkoğlu’nun hazırlayıp sunduğu programda Youtube’un hayatımıza getirdikleri, sosyal medya kullanımı ve yeni kitap Mima üzerine sohbet ettik.
Güncel videolar için kanalıma abone olabilirsiniz ► http://bit.ly/AboneOlYuceZerey
The post NTV: Bana Söz Ver – Mima appeared first on @yucezerey.
Mima
Yeni kitap, yeni heyecan…
“Her distopya birileri için bir ütopyadır. Mima’nın her satırı distopya. Ve kimler için bir ütopya olduğu da satır aralarında…”
Hakan Günday
Mima Hakkında…
İnsanoğlu olarak biz bu zamana kadar en iyi neyi yönettik?
Şirketleri…
Hayatta kalan son insanlar, Lacivitas’ta toplanmıştı ve tutunacakları tek bir dal vardı: “Mima.”
Mima, performans yönetimi bazlı bir yönetim modeliydi.
İnsanlığın son umudu olarak tasarlanmıştı.
Kendine has kanunları, ritüelleri vardı.
Bir yaşam biçimiydi.
Yönetim, bu düzenin kıyamete dek sürmesi gerektiğine inanıyordu, çünkü insanların başka şansı yoktu.
Kolektif bir bilincin sorgulanamaz inancı, insanlığın son kurtarıcısıydı Mima…
Ta ki biri bu sistemin tam ortasında bir kıvılcım yakana kadar!
Mima’nın Hikayesi
Yeryüzü yaşanılmaz bir hâle gelmiş, hayatta kalanlar “Son İnsan Şehri” Lacivitas’ta sıkışıp kalmış, yönetim hakkının sadece Mima liderlerinde olduğu, insanların ölmemek için tek bir çareye tutunduğu kabus gibi bir yıl: 2020…
Neydi insanları hayata bağlayan, gelecek adına hâlâ umutlu olmalarını sağlayan şey?
Öldürücü bir rutin eşliğinde performans göstermek. Yani sabahtan akşama kadar kusursuz biçimde, asla hata yapmadan ve sürekli istenilenleri yerine getirerek çalışmak.
Hırsın, kibrin ve her türlü kötülüğün ortasında bir kalbe sahip olduğunu unutmak…
İşte bu soluksuz itaat ve hiç bitmeyen olağanüstü disiplin altında her şeyi değiştirebileceğine ve insanlığa yeniden umut olacağına inanan tek bir insan vardı: Alaz.
O, bir taraftan verilen görevleri yerine getirirken diğer taraftan sürekli sorguladı. Bataklıkta yaşadığının farkında olsa da âşık oldu. Bitirilmesi gereken sayısız işe rağmen yaralarıyla yüzleşti. Kendi derdine derman bulamazken insanlığa derman oldu.
Başarıyla başarısızlık arasında hissettiği endişe, onun her şeyiydi…
Mima, yaşamında her zaman anlam arayanlar için eşsiz bir roman.
Gerçeğin tüm acımasızlığını hissettiren gerilim yüklü bir distopya.
Her satırında sarsan, tansiyonu hiç düşmeyen, aşkları ve çocukluk yaralarıyla, çizimleri ve şarkılarıyla kusursuz bir edebiyat resitali…
Mima Farkı
Müzik Listesi ve hikayenin ilgili yerlerinde kolayca şarkı dinleme imkanı
Hikayenin tamamının görsel özeti
Bölüm sonlarında ilgili bölümün görsel özeti
Mima karakterleri ve çizimleri
Mima haritası ile hikayedeki lokasyonların gösterimi
Mima ile birlikte okunması gereken kitapların listesi
Mima ile birlikte izlenmesi gereken filmlerin listesi
Mima kavramlarının açıklamalarının yer aldığı Mima sözlüğü
The post Mima appeared first on @yucezerey.
Ayşe Arman – Mima Röportajı

Performans uğruna ‘AŞK’larımızı feda ediyoruz
BEN galiba hızlı, parlak, her şeyi ‘küt’ diye kavrayabilen, yeniliklere açık insanlardan etkileniyorum. En önemlisi, hayatı anlamaya ve yakalamaya çalışan… Yüce Zerey onlardan biri!Bir pazarlama profesyoneli.Aynı zamanda akademisyen.Çok sıkı bir eğitimi var. Üstelik eğitiminin tamamı burslu. London School of Economics’te okursun da, burs alarak okumak tabii daha özel…THY, Coca Cola, Unilever gibi büyük şirketlerde çalışmış, şimdi de Hepsiburada’nın CMO’su…Araştıran, okuyan, yazan, her şeyin dibini kurcalayan biri. En son ‘Fabrika Ayarlarınıza Dönün’ diye bir kitap yazmıştı. Şimdi aşmış kendini, bir roman yazmış: ‘Mima’…Bu söyleşiyi ‘Mima’ şerefine yaptık.Çarpıcı ve derin bir kitap. ‘Mima’, son insan topluluğunun yönetim modeli. Toplulukta dünyanın farklı milletlerinden insanlar var. ‘Mima’nın iki kurucusu ve romanın ana kahramanı da Türk.Roman şu tespitle başlıyor: “İnsanoğlu olarak biz, bu zamana kadar en iyi neyi yönettik? Şirketleri. Dünya da bir şirket gibi yönetilmeli… Bu mümkün mü?”İşte kitapta pek çok şey gibi bunun da cevabını buluyorsunuz.Ama Yüce Zerey’den bu söyleşide öğrendiğim bir şey beni çok çarptı. Performans meselesi. Bana da sanki öyle geliyordu. Hayat bir performans sergileme alanı. Ve yaşarken yaptığımız, tüm performansları üst üste koymak. Yani şöyle: Her gün benim daha iyi performans sergilemem gerekiyor. Hep daha iyi işler yapmam, daha iyi röportajlar sunmam, daha fit olmam, daha derin olmam, daha bilgili olmam…Yüce bu röportajda dedi ki “Artık kendimizle yarışmaktan öleceğiz!”. Doğru. Başkasıyla değil, kendimizle yarışıyoruz! Çok matah bir şeymiş gibi. Hep daha iyisi için. Ve sürekli “performans” sergiliyoruz. Ben sevgilimi arıyorum, o da o sırada performans sergiliyor, ya toplantıda ya seyahatte oluyor. Ulaşamıyorum. Çünkü o da elinden gelenin en iyisi yapmaya çalışıyor, kendisiyle yarışıyor, hep daha iyi olmak için…Ve şimdi dönüyorum Yüce’nin lafına: “Performans uğruna aşklarımızı feda ediyoruz!” Valla bana hayat dersi gibi oldu Yüce Zerey. Size de olması dileğiyle…
Biz seni profesyonel dünyanın “pazarlama dehası” olarak tanıyoruz. Öyle misin gerçekten?
Ben işini tutkuyla yapan bir pazarlamacıyım. Bunun dışında söylenenlere ancak teşekkür edip, “Söyleyenlerin teveccühü!” diyebilirim. Yaptığın işi nasıl tanımlıyorsun?
Pazarlama dünyasının merkezinde yer alan “insan”ı, doğru gözlemlerle anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorum…
Sence “pazarlama çağı”nda mı yaşıyoruz?
Gerçek ihtiyaçlarla illüzyon ihtiyaçlar arasındaki ayrım ortadan kalkmış, toplumda geçerli tek gerçeklik “tüketimin kendisi” olmuşsa, kesinlikle pazarlama çağında yaşıyoruz…
Yani sorunun cevabı “Evet”…
Elbette!
Peki günümüzün en büyük pazarlama problemi ne?
Pazarlamanın havalı kavramlarına âşık olup, hikâyenin asıl kahramanı “insan”ın göz ardı etmek…
En son “Fabrika ayarlarına dön!” diyordun. Şimdi bir roman yazdın: “Mima”… Ne alaka?
Alakayı kurmak için kitapların isimlerinden ilerleyelim. Önce “profesyonel” olduk. Profesyonel dünyayı tanıdık, anladık. Sonra baktık ki bu profesyonelleşme bizi bazı şeylerden uzaklaştırıyor, o zaman da “Fabrika Ayarlarına Dön!” dedik. “Mima” ise profesyonelleşmeyle insan kalabilme arasında bir araf serüveni. O kadar derin ve manidar bir serüven ki ancak roman olurdu! Ben de roman yazdım.
Ne anlatıyor bu roman?
Hakan Günday’ın mühtiş kitabı “Kinyas ve Kayra”da şöyle bir cümle vardır: “Biz insanlar, sadece iyi bir performans gösterip öyle ölmek istiyoruz. Yoksa başka yapacak bir şey yok!” İşte Mima, hayatını iyi performans için harcayan ve harcamak zorunda olan insanları anlatıyor. Nasıl bu hale geldiklerini, ölümün kıyısında nasıl yaşadıklarını, performanslarını, aşklarına nasıl tercih ettiklerinden bahsediyor. Renklerin olmadığı, her şeyin ve herkesin mükemmel olması gereken bir dünya… Şöyle hoş bir tebessüme, dolu dolu bir ağlamaya bile doğru düzgün yer yok. Çünkü zaman yok! Tüm umutların söndüğü, hayatın sadece rutin, klişe ve öykünülen statülerden oluştuğu, insanların sürekli üstün performans göstermekten başka hiçbir şeylerinin kalmadığı, tutkuların ve sevgilerin kaybolduğu bir zamanda her şeyi yeniden kazanabilmenin mümkün olduğunu anlatmaya çalışıyor. İnsanın kendi özüyle temas kurabildiğinde, başkalarının da kalbine dokunabileceğini gösteriyor.
İNSANLAR ARTIK KENDİLERİYLE YARIŞIYOR
Gelecekte iş yaşamı, sosyal yaşam, ilişkiler neye evrilecek, nasıl değişecek?

Zygmunt Bauman ve Byung-Chul Han, günümüz insanının artık başkalarıyla kapışmayı bıraktığını söylüyorlar. Ne diyorlar biliyor musun? “İnsanlar birbirleriyle değil, artık kendileriyle yarışıyorlar!” Düşün ki her sabah kalktığında, “Bugün dünden daha fazla ne yapabilirim?” diye soran bir insanla karşı karşıyayız. Dünden daha havalı bir yerde yemek yemek, daha “derin” bir kitap okumak, daha fit olmak isteyen biri… Her gün biraz daha fazla… Ve elbette tüm bunları başkalarına da sunmak istiyor. “Bakın, ben zaten sizi çoktan geçtim de kendimi aşma yolundayım, artık kendi kendime yetemiyorum! İnanılmaz bir şey oldum çıktım!” demek istiyor. Yarıştığı, kapıştığı başkaları değil yani. Gittikçe hırs da bu işin merkezine yerleşiyor.
YENİ BİR ŞEY: EMOJİLERLE ÖZETLENEN ROMAN
Kitapta daha önce hiç denenmemiş bir şey yapıyorsun… Bütün kitap bölümleri “pictogram” denilen, telefonlarımızda kullandığımız emojilere benzer sembollerle de anlatılıyor. Bir anlamda tüm kitabı emoji diliyle de okuyoruz. Nereden geldi aklına? İletişim araçları gelecekte romanları da dönüştürecek mi?
İnsanlığın varoluşundan beri hikâye var. Hikâye anlatımının yıllar içinde formu değişse de hissettirdiklerinde ve kapsamında büyük değişimler olmuyor. Günümüzde hikâye anlatımı daha çok görsel odaklı ilerliyor. Emojiler de metinle anlatılmış bir hikâyeyi destekleyen görsel öğeler. Mima’nın hikâyesi de görsel öğeler ve emojilerle destekleniyor. Görsel ve işitsel öğelerle desteklenmeyen metinlerin şansı gittikçe azalıyor, hikâye anlatımının formu değişiyor.
Senin röportajlarında da yakında emojileri görürsek şaşırmam :)
21 Şubat 2019 tarihinde Hürriyet’te yayınlanmıştır.
The post Ayşe Arman – Mima Röportajı appeared first on @yucezerey.
July 28, 2018
İyi Bir Pazarlamacının Mutlaka İzlemesi Gereken Diziler
Pazarlama Heybesi kavramı altında iyi bir pazarlamacının heybesine doldurması gerekenleri paylaşmaya çalışıyorum. Daha önce İyi Bir Pazarlamacının Mutlaka Okuması Gereken Kitapları paylaşmıştım.
Şimdi sıra izlenmesi gereken dizilerde.
Hayat seyrimizde ziyadesiyle dizi izliyoruz.
Çoğu zaman izlediklerimizden sıkılıp, ‘izleyecek bir şey bulamıyorum’ diyoruz.
İzlenecek dizilerin en azından ilgi ve / veya uzmanlık alanınıza katkı sağlayabilmesi için ‘İyi Bir Pazarlamacının Mutlaka İzlemesi Gereken Diziler’ listesi sizler için faydalı olacaktır.
Daha önce de ifade ettiğim gibi İyi bir pazarlamacının önce insanı, sonra toplumu, akabinde toplumun hikayelerini iyi anlaması gerekir ki akabinde bu baz üzerine doğru bir şekilde pazarlama bilgisini inşa edebilsin.
İzlenecek dizilerin beslendiği farklı disiplinleri ve sıralamasını da bu şekilde değerlendirmek gerekir.
Dizi Listesinin akışı Psikoloji, Sosyoloji – Antropoloji, Hikaye ve Pazarlama şeklinde olmalıdır.
Akış doğrultusunda faydalanabileceğiniz dizi listesi aşağıdaki gibidir. Faydalı olması temennisiyle…
Psikoloji
The Mentalist
Lie to me
Sherlock Holmes
Mindhunter
The Sinner
Dexter
True Detective
Bates Motel
The Fall
Hannibal
Suskunlar
Sosyoloji – Antropoloji
Black Mirror
Modern Family
Under the Dome
Vikings
Ekmek Teknesi
The Office
Utopia
Homeland
American Gods
Mr. Robot
Hikaye
Game of Thrones
Dark
The Lost Room
Breaking Bad *
Fargo
Six Feet Under
Westworld
Fringe
Supernatural
Pazarlama
MadMen
The Pitch
Tech Stars
Çukur
Leyle ile Mecnun
Lost
Gerçek Kesit
Ezel
Yaprak Dökümü
Aşk-ı Memnu
SouthPark
Avrupa Yakası
House of Cards
Sense 8
Better Call Saul
Halt Catch and Fire
The Newsroom
The post İyi Bir Pazarlamacının Mutlaka İzlemesi Gereken Diziler appeared first on @yucezerey.
Yüce Zerey's Blog
- Yüce Zerey's profile
- 10 followers

