Tuncer Şengöz's Blog, page 4

November 24, 2019

Paranın Olmadığı Bir Dünya

Alışveriş yapmak üzere bir markete giriyorsunuz. Önce günlük ya da haftalık yiyecek ihtiyacınızı karşılamak üzere gıda reyonuna yöneliyorsunuz. İhtiyaçlarınız üç aşağı, beş yukarı belli: Et, balık, sebze, meyve, yoğurt, kahvaltılık peynir, zeytin, çay, şeker, sucuk, salam, kahvaltı sonrası keyfi için kahve, biraz kuruyemiş, birkaç paket çikolata ve şekerleme.


Alışveriş sepetiniz şimdiden yarı yarıya doldu. Oradan temizlik malzemeleri reyonuna gidiyorsunuz, toz ve sıvı deterjan, bulaşık makinesi tableti alıyorsunuz. Sırada kişisel bakım reyonu var: Diş macunu, tıraş köpüğü, krem, tıraş bıçağı, kolonya parfüm. Gözünüz küçük ev aletleri ve oyuncak reyonlarına takılıyor. Evinizin ihtiyacı olan bir kaç ev eşyası, çocuklarınız için bir kaç oyuncak alıyor ve kırtasiye reyonuna geçiyorsunuz. Sepetinize kalem, defter, defter kabı da ilave ettikten sonra güzel bir akşam yemeğinde yudumlamak üzere bir şişe şarap, bir kaç kutu bira, son olarak yatmadan önce okumak için ilgi alanınıza göre iki-üç dergi aldıktan sonra, tüm alışverişinizi çevre dostu ve geri dönüştürülebilir çantalara yerleştirip marketten dışarı çıkıyor ve gidiyorsunuz. Çıkışta ne ödeme yapmanız gereken bir kasa, ne sizi durdurup çantanızı kontrol edecek güvenlik görevlileri var. Her şey bedava ve ihtiyacınız ne ise alıp çıkma hakkınız var.


Günümüzde bir veya iki alışveriş sepeti dolusu bu ihtiyaç maddelerini edinebilmek için, ciddi bir gelirinizin ve bu gelirin bir ifadesi olarak paranızın olması gerekiyor. Eğer paranız, ya da borçlanarak aldığınız ihtiyaç maddelerini ödeyebilme gücünüz yoksa, ihtiyaçlarınızı kısmak, hatta bazı aşırı durumlarda hiç bir şey almadan elde avuçta ne varsa onlarla idare etmek zorundasınız. Ekonominin “sağlıklı” işlediği zamanlarda insanların yarıya yakını, ekonominin kötü gittiği zamanlarda insanların üçte ikisinden fazlası, ihtiyaçlarını karşılayamadan, “idare ederek” yaşamak zorunda.


Durumun neden böyle olduğunu bazı insanlar en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamazken, bazı insanların kolayca karşılayabildiği, hatta ihtiyaç fazlasını adını parasal tasarruf dediğimiz bazı yöntemlerle saklayabildiğini, bazı insanlarınsa ihtiyaçlarından çok daha fazlasını kolayca tüketebildiğini izah eden ciltler dolusu kitap var. Biliyoruz ki, mevcut ekonominin bu şekilde işlemesi, tarihsel, sosyal ve siyasal bazı gelişmelerin sonucu; yani bir anlamda geçmişten gelen ve günümüzde sayısız ekonomik/siyasal krize, toplumsal huzursuzluğa neden olan bir sistemin ürettiği bir ilişki tarzı bu. Doğal ve kaçınılmaz değil, bir iktidar ve güç ilişkisinin sonucu. Bu güç ilişkisi bazı insanlara kolay ve rahat, bazı insanlara katlanması çok zor bir hayat sunuyor; adına eşitsizlik diyoruz.


Neden doğal ve kaçınılmaz değil?


Yüzyıllar boyunca insanlar içinde yaşadıkları doğal ortamı değiştirmek ve daha iyi yaşam koşulları sağlamak için çalışmak, doğayı yeniden üretmek zorundaydı. Bir takım insanlar tarlalarda çalışmalı, bazıları binalar, yollar, duvarlar inşa etmeliydi. Toplumsal düzenin sağlanması için bazı insanlar silahlar kuşanmalı, bazıları yasalar yapmalıydı. Bilginin nesilden nesle aktarılması için bazı insanlar öğretmenlik yapmalı, sağlık sorunlarını çözmek üzere bazı insanlar hekim, hemşire, hasta bakıcı olmalıydı. Yüzyıllar boyunca daha iyi organize olabilen ve emek gücünü daha verimli bir şekilde bölüştürebilen toplumlar daha hızlı ilerlediler. Ancak tarihin bütün dönemlerinde bir de bu emek dağılımının dışında kalan ve toplumun ürettiği fazla ürüne emek sarf etmeden el koyan bir “aylak sınıf” oldu. Değişik coğrafyalarda ve tarihin farklı dönemlerinde bu aylak sınıfların sahip oldukları güç ve zenginlik değişkenlik gösterdi; çalışan sınıflarla, aylak sınıflar arasındaki çatışma, zaman zaman kanlı isyanlara, devrimlere ve katliamlara yol açtı. 


Öyle veya böyle, bir iş bölümü olmak zorundaydı; birileri yerin altındaki karanlık tünellere girip maden çıkartmalı, bazıları tarlalarda yiyecek yetiştirmeliydi. Bu işleri kimse yapmazsa, topluluk ya açlıktan ölecek, ya da daha fazla ilerleyemeden hep aynı koşullarda yaşamak zorunda kalacaktı.


Toplumsal yaşamın devamlılığı bir iş bölümü gerektirirken, bu iş bölümü içinde kimin hangi işi yapacağı sorunu toplumları yüzyıllarca meşgul etti. Toplumun büyük çoğunluğu, yüzyıllar boyunca emek yoğun işlerde çalışmak zorunda olduğu için, bu büyük çoğunluğu işe koşmak için zaman zaman toplumsal uzlaşma, zaman zaman da güç kullanma zorunluluğu doğdu. Güç kullanma, yüzyıllar içinde varlığın ve gelirin eşitsiz ve adaletsiz dağılımı sonucunu doğurdu.


XVIII. yüzyılda Sanayi Devriminden sonra, insan emeğini daha verimli kullanma imkanları doğdu. Bir taraftan işbölümü ve uzmanlaşma yaygınlaştı, diğer taraftan makineler insan emeğinin üretebildiğinden daha fazlasını üretebilir hale geldi. Sanayi devriminin ilk yıllarından itibaren bazı meslekler ortadan kalkmaya, yeni meslekler ortaya çıkmaya başladı. Tarihte ilk defa, yaygın ve güçlü bir orta sınıf ortaya çıktı. Orta sınıfın nasıl tarif edilmesi gerektiği konusunda farklı görüşler var: Orta sınıf, toplam ulusal gelir dağılımı içinde “orta gelire” sahip sınıfın adı mıdır, yoksa çalışmayan sınıfla, emek-yoğun çalışan (ya da iş bulamadığı için çalışamayan) sınıflar arasındaki ilişkileri düzenleyen sınıfın adı mıdır?


Yaşadığımız çağda, orta sınıf olarak tarif edilenler, yukarıdaki tanımların her ikisine de uyan insanlardan oluşuyor: Bu insanlar hem çalışmayan sınıfla, emek-yoğun çalışan sınıfların ilişkilerini düzenliyor, hem de toplam ulusal gelirin dağılımı içinde, orta geliri elde ediyor. Son bir yüzyıldır bu sınıfa (genellikle) beyaz yakalılar deniyor. Beyaz yakalılar kol emeği ile değil, beyin emeği ile çalışıyorlar; çoğunlukla orta üstü eğitim almış oldukları için, belli bir alanda uzmanlıkları var. Bu uzmanlıkları sayesinde emeklerini yedeklemek kolay değil, dolayısıyla ücret pazarlığı konusunda, kol emeği ile çalışanlara göre daha avantajlılar. Ancak hayat bu sınıftan insanlar için bile kolay değil; bilgilerini güncel tutmak zorundalar, genellikle disiplinli ve dikey hiyerarşi içinde çalışmak zorundalar, çok zaman yapay aydınlatılmış, iklimlendirme cihazları ile yapay olarak havalandırılan, ısıtılan, soğutulan kapalı ortamlarda, oturarak çalışmak durumundalar, mesai saatleri belirli olsa da, çoğu zaman mesai dışındaki zamanlarını da işlerine vakfetmek zorundalar. Uğraştıkları işler ekonomik/finansal dalgalanmalardan hızlı ve yoğun bir şekilde etkilendiği için, kısa vadeli şoklarda işlerini kaybetme riski ile karşı karşıyalar. Çalışma koşulları ve biçimleri, sahip oldukları birikimle çeliştiği için, ruhsal sorunlar yaşama ihtimalleri çok yüksek, çünkü uzmanlıklarına, eğitimlerine, birikimlerine, entelektüel yeteneklerine daha fazla saygı duyulmasını istiyorlar, ancak hiyerarşik çalışma ortamları bu insanlara kendilerini geliştirmek ve entelektüel kapasitelerini kullanmak için pek az fırsat veriyor. Dolayısıyla, süpermarketlerde alışveriş sepetlerini daha fazla doldurma imkanları olsa da, bu imkanlara daha az sahip olanlara göre daha mutlu değiller.


20. yüzyılın sonunda yaşanan bilişim devrimi, sanayi devriminden sonraki ikinci büyük değişimi tetikledi ve bu değişim kol emeğini hızla önemsiz hale getirdi. Pek çok sektörde bir işin rutin bir şekilde yapılmasını gerektiren alanlarda makineler, insanlara göre daha etkin ve verimli çalıştığı için makinelere üstünlüğü olmayan insanlar işlerini hızla kaybetmeye başladılar. Önceleri bu insanların büyük çoğunluğu üretim bantlarında çalışan mavi yakalılarken, bilgisayarların hız ve kapasitesi arttıkça beyaz yakalı çalışanlar da işini kaybeden, ya da kaybetme riski taşıyan insanlar kervanına katıldı. Önümüzdeki 25-30 sene içinde daha önceden düşünülmeyen pek çok alanda daha makinelerin iş yaşamında insanların yerini alması bekleniyor; bir tahmine göre günümüz meslek ve uzmanlık alanlarının `’ından fazlasında makineler insanların yerini alacak.


Bu büyük değişim bir taraftan insan yaşamları için büyük tehditler oluştururken, bir taraftan da büyük imkanlar sunuyor. Eğer mevcut sosyoekonomik ilişkiler değişmezse, çoğu beyaz yakalılardan oluşan orta sınıfın ortadan kalkma, toplumun keskin gelir ve varlık uçurumları ile ayrışması riski var. Bu ayrışma ve eşitsizlik sadece ekonomik sınıflaşmayı değil, biyolojik sınıflaşmayı bile getirebilir. Toplum, bir tarafta ortalama yaşam süresi 100 yılı aşan, yaygın sağlık hizmetlerine kolayca ulaşma imkanına sahip, genetik yazılım sayesinde daha doğuştan hastalıklara bağışıklığı olan, yıpranan organları implantlarla sürekli değiştirilen üstün insanlar, diğer tarafta işsizlik/parasızlık nedeniyle en temel sağlık hizmetlerine bile ulaşamayan, ortalama yaşam süresi 55-60 yıl, sağlıksız insanlar olarak bölünebilir. Böylece, on binlerce yıl önce yeryüzünde yaşayan beş insan türünden dördünün yok olması ve sadece homo sapiensin varlığını sürdürmesine benzer biçimde, üstün bir (suni) insan türünün ortaya çıkışıyla, geri kalan milyarlarca insan, sosyoekonomik evrimsel seçilim sonucu “elenebilir”.


Ve bu suni seçilim nedeniyle “elenme”, insan türünün tarihindeki en dramatik gelişmelerden biri olabilir; türümüz yüzyıllar önce kurduğu ve değiştirme becerisi gösteremediği sağlıksız sosyoekonomik ilişkiler nedeniyle, belki de yok olmanın eşiğine gelebilir.


O halde, yazının başındaki dünyanın mümkün olup olmadığını sorgulayalım. Her şey neden bedava değil sorusunun cevabını tarihin sayfaları içinde aradık ve mevcut sistemimizin bir güç ilişkisinin sonucu olarak ortaya çıkan para ekonomisi olduğunu tespit ettik. Buradan para nedir ve nasıl bir işlev görür konusuna geçelim.


Genel kabul gören yaklaşıma göre paranın üç temel işlevi vardır:



Para bir değişim aracıdır. Takasa dayalı ilkel sistemlerde taraflar, ürettikleri metayı, karşılıklı değişiyorlardı. Ancak bu değişim, sınırlı sayıda ürün ve hizmet için yapılabildiği gibi, bölünebilir de değildi. Tarlasında karpuz yetiştiren bir çiftçi, ihtiyacını karşılamak için ihtiyaç fazlası karpuzu pazara sunuyor, bunun karşılığında giyecek, yakacak ve diğer hizmetleri alıyordu. Ancak diyelim ki giyecek sağlayan başka bir üreticinin karpuza ihtiyacı yoksa, ya da karpuzun sadece bir kısmını talep ediyorsa takas istenen sonucu vermiyordu. Bu durumda bir değişim aracı olarak paraya ihtiyaç vardı ve para karpuzun ve giyeceğin dolaylı değişimini sağlayan üçüncü bir değişken olarak işlev görüyordu.
Para bir ölçüm aracıdır. Bir kilo karpuzun değerini takası yapılan diğer tüm ürün ve hizmetler cinsinden tarif etmek zor ve zahmetli bir iştir. Ancak bir kilo karpuzun değerinin parasal anlamda ne kadar olduğunu ölçmek, tüm dolaylı değişimleri kolaylaştırır ve mümkün kılar. Para sayesinde karpuz önce paraya, daha sonra para sahibinin tercihine göre, değeri gene parasal olarak belirlenmiş diğer tüm ürün ve hizmetlere dönüştürülebilir.
Para bir değer saklama aracıdır. Ürününü veya emeğini pazara sunan biri, bunun karşılığında elde ettiği parayı hemen başka bir ürün ve hizmete dönüştürmeyi tercih etmeyip, saklamayı tercih edebilir. Böylece elde ettiği değeri, saklanmış bir servete dönüştürür, bu servetin büyüklüğü parasal bir değerdir. Paranın bu işlevine bağlı olarak dördüncü bir işlevi daha vardır: Para, sahibine bugünden kestiremediği, ancak gelecekte ortaya çıkacak ürün ve hizmetleri tüketebilme imkanı verir. Örneğin bugün sağlıklı olan bir insan, gelecekte sağlığı bozulduğunda harcamak üzere parasını biriktirebilir, ya da bugün parasını harcamak yerine, gelecekte üretilecek sürücüsüz otomobile, kuantum bilgisayarına, aya turistik seyahate harcamak üzere saklayabilir.

Paranın yukarıda tarifi yapılan üç işlevi, aynı zamanda bugün piyasaya sunulan her bir ürün ve hizmetin de değerinin nasıl belirlenmesi gerektiği sorusunu gündeme getiriyor. Bu konuda iki farklı görüş ve ana akım var: i) Tüm ürün ve hizmetlerin değeri serbest piyasada belirlenmeli, ii) Tüm ürün ve hizmetlerin değeri merkezi bir otorite tarafından belirlenmeli. Bu iki temel yaklaşımı, iki uç kabul edersek, ürün ve hizmetlerin değerinin belirlenmesi konusunda ılımlı, ara renkler de var: Bazı ürün ve hizmetlerin değerini serbest piyasa, diğer bazı ürün ve hizmetlerin değerini merkezi otorite belirlesin, gibi. 


En temel ekonomi yasalarından biri, arz/talep yasasıdır. Bu yasaya göre bir ürün ve hizmetin arzı, ona yönelik talepten az ise değeri yükselir, fazlaysa düşer, yani bir ürün veya hizmet kıtsa (parasal olarak) değerli, bolsa değersiz kabul edilir. Ancak bu yaklaşım da tek başına anlamlı ve yeterli değildir. Örneğin üniversite sayısı çoğaldıkça üniversite eğitiminin “değeri” azalmıyor, hatta yakın dönemde Türkiye’de yaşadığımız üzere, fakülte sayısı çoğalsa da, üniversite eğitimi daha pahalı hale geliyor. Çünkü pazara sunulan her ürün yeni tanımlara ihtiyaç duyuyor, bu tanımlara en genel anlamıyla kalite diyoruz. Kalite ise objektif bir kavram değil, her ürün ve hizmetin alıcısı tarafından belirleniyor. Keza, yeryüzünde sayısı çok az olan bazı ürün ve hizmetlerin değeri çok yüksekken, bazı başka ürünlerin sayısı çok az olmasına rağmen değeri çok düşük olabiliyor. Bu da ürün ve hizmeti talep edenin ilgili ürün ve hizmete atfettiği değerle ilgili. Örneğin bir Van Gogh tablosuna milyonlarca dolar değer biçilirken, Tibetli bir sanatçının, belki de aynı sanatsal değere sahip, nadir bir el işlemesi ürünü turistlere bir kaç dolara satılabiliyor.


Dolayısıyla değeri belirleyen temel değişken arz değil taleptir. Talep ise genellikle anlık ve itkiseldir. Örneğin insanlar sigara talep ederler, çünkü sigara anlık olarak haz verir. Oysa uzun vadede ciddi sağlık sorunlarına (ve sağlık harcamalarına) yol açtığı gibi, sigara içmeyenlerin sağlığı bakımından da zararlıdır. Bir dönem dünyaya salgın biçiminde yayılan hulahop, zamanla gözden düşmüştür. Tarım yapmak için yeraltı sularını kullanan bir çiftçi, birkaç nesil sonra tarım yapılamama ihtimalini düşünmez, anlık ihtiyacını gidermeyi daha öncelikli görür.


Bir değişim aracı olarak paraya dayalı serbest piyasa ekonomisinin periyodik krizlerinin gerisinde sadece arz ve talep patlamaları yok; aynı zamanda kendisi de bir değişken olan paranın değerine yönelik endişeler var. Geleceğin belirsizleştiği korku ve kaygı dönemlerinde parayı ürün ve hizmete dönüştürmek yerine saklama eğilimi, ya da tam tersine aşırı ürün ve hizmet talebiyle para ve kredi kullanma eğilimi arttığında da krizler patlak veriyor. Paranın miktarı ve akış hızı, krizleri hızlandıran bir değişkene dönüşebiliyor. Paranın miktar ve akış hızını belirlemek üzere inşa edilen kurumlar ise, her zaman güç ve iktidar ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor ve çoğu zaman da bu güç ve iktidar ilişkilerini şiddetlendirme eğilimini arttırıyor.


Dolayısıyla para, insan uygarlığı için çok yararlı sonuçlar doğurmasının yanı sıra, büyük krizlere ve toplumsal çatışmalara yol açma potansiyelini de içinde barındırıyor.


Paranın olmadığı bir dünya mümkün müdür?


Bu soruya cevap aramadan önce, başka ve çok daha radikal bir soruya cevap arayalım: Her şeyin bedava olduğu bir dünya mümkün müdür?


Bu soruyu bir kaç yüzyıl önce sorsaydık, evet cevabını vermek kolay olmayabilirdi. Çünkü kaynaklar kıttı, talebin sonsuz olduğuna inanılıyordu. Enerji elde etmek güçtü, teknoloji yetersizdi, iş bölümü gerekiyordu ve bu iş bölümü içinde bazı insanların sevimsiz işleri yapması gerekiyordu. İş bölümü, kaçınılmaz olarak güç ve iktidar ilişkilerine yol açıyor, bu ilişkilerin sonucu olarak da servet az sayıda insanın elinde birikiyordu. Servet biriktirenler, servetlerinden ve iktidar ilişkilerinden elde ettikleri güç sayesinde nesiller boyu çalışmadan yaşama imkanını elde ederken, servet sahibi olmayanlar her gün karınlarını doyurmak ve yaşamlarını sürdürebilmek için sağlıklarını yitirme pahasına çalışmak zorunda kalıyordu.


Servet ve gelir bağlamında mutlak eşitliğin iyi olduğunu düşünmüyorum; bir miktar eşitsizliğin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Yaratıcılığın, girişimciliğin, maceracılığın gerisinde toplumsal hiyerarşi içinde yükselme motivasyonu olduğu düşüncesini inkar etmiyorum. Ancak eşitsizliğin ve toplumsal hiyerarşi içinde yükselme motivasyonunun sınırları olması gerektiği fikrindeyim. Daha önemlisi de, iş, çalışma ve emek kavramları ile yukarıda işlevleri sıralanan paranın ilişkisinin kopması gerektiğini düşünüyorum. İş para kazanmak için kurulmamalı, çalışmanın amacı para kazanmak olmamalı, emek pazara sürülen bir meta olmaktan kurtulmalı.


Amaç para kazanmak değilse insanlar neden iş kursunlar, neden çalışsınlar, neden emek sarf etsinler?


Şöyle bir dünya hayal edelim: Enerji sınırsız, herkese yetecek kadar ürün ve hizmet üretiliyor, çalışmak zorunlu değil, tercihe bağlı. Bu dünyanın imkansız olduğunu söyleyebilir miyiz? Kardashev skalasına göre, güneş enerjisinin tamamını kullanabilen bir uygarlık Tip1 uygarlık olarak isimlendirilir. Uygarlığımız henüz Tip1 sınıflandırmasına çok uzak, Tip 0 uygarlık seviyesinde ve tepemizde kullanılmayı bekleyen büyük bir enerji kaynağı var. Çok değil, sadece bir yüzyıl öncesine göre ürün ve hizmet üretiminde on binlerce kat ilerledik ve en önemlisi, bugüne kadar ihtiyaç duyulan kol ve hatta beyin emeğimizi devralmak üzere hızla gelişen bir robot ve yapay zeka teknolojisi var. Sadece beş yüz yıl önce, yarım yüzyılda inşa edilen yapılardan çok daha gelişmiş olanlarını bir kaç ayda kuracak, yeni şehirler oluşturacak, insanlık tarihi boyunca üretilen bilginin tamamı kadar bilgiyi birkaç günde üretecek teknolojiye sahibiz. Mevcut sosyoekonomik yapımız ayağımıza bağ olmazsa, birkaç on yıl içinde kol emeğine ve rutin işlere hiç ihtiyaç duyulmayan bir sistem kurmak ve bu sistemle yeryüzünde yaşayan bütün insanların ihtiyaçlarını karşılamak mümkün. Yeter ki, sistemin temel amacı daha fazla para üretmek değil, daha çok ürün ve hizmet üretmek olsun.


Böyle bir dünyada insanlar iş kurmaz, çalışmaz, emek sarf etmez, varoluşsal bir felsefi kriz mi yaşanır? İnsanlar yaşam sevincini yitirir, kitlesel depresyona mı girer? Büyük bir ahlaki yozlaşma yaşanır, bütün toplumsal bağlar çözülür ve gevşer, en sonunda insanlar topluca intihar etmeye, birbirini öldürmeye mi başlar?


Bütün bu kaygıların gerisinde, insanın yaşamını sürdürmek için para kazanmak, para kazanmak için de çalışması gerektiği inancı yatıyor. Oysa iş kurmanın, çalışmanın, kendini geliştirmenin tek amacı para kazanmak değildir; insanlar itibar kazanmak, saygı görmek, onurlu bir yaşam sürmek, bir işe yaradığı duygusunu tatmin etmek gibi motivasyonlara da sahiptir. Bu motivasyonları gerçekleştirmenin tek yolu, mevcut sistemin sınırları içinde iş kurmak ve çalışmak değildir. Hatta tam tersine, mevcut sistem içinde insanların temel motivasyonu sevdikleri, yetenekli oldukları, kendileriyle barışık olacakları alanları seçmek yerine, daha fazla para kazanacakları alanlara yönelmek. Örneğin hekimlik mesleğini seçen insanların çoğunun temel motivasyonu insanları iyileştirmek, bir hastayı muayene etmek, cerrahi müdahalede bulunmak değil, doktorluk mesleği daha çok para kazandırdığı için bu mesleği seçiyorlar: Arz/talep yasasının kaçınılmaz sonucu!


Bu seçimlerin sonucu, gelecekte çok yararlı olacak bazı alanlar, talep olmadığı ve yeterince para kazandırmadığı için tercih edilmiyor. Örneğin hayvanlar dünyasına ve hayvan anatomisine ilgi duyan biri zooloji okumak ve bu alanda çalışmak yerine bankacı olmayı tercih ediyor. Sibernetik alanında çalışmalar çok soyut olduğu ve bu konuda henüz bir sanayi oluşmadığı için, bu alanda büyük başarılar elde edebilecek biri, kazancı daha fazla diye reklamcılık sektörüne yönelebiliyor. Daha çok para üretmek üzere yapılanmış bir sosyoekonomik yapı, bizi kendini yiyip bitiren bir gezegene hapsediyor, kozmik bir uygarlık olma yolumuzu tıkıyor.


Kaldı ki, geçmişin ve günümüzün aylak sınıfları varoluşsal felsefi krizler yaşamadıkları, intihar etmedikleri, yaşam sevincini yitirmediklerine göre, insanların kalan kısmının da ihtiyaçları bedava karşılandığında, bir insanlık krizi yaşanacağını düşünmek gerekmiyor. Çok daha yaygın, insanlığın marjinal ve bohem tercihleri nedeniyle bilerek, isteyerek yokluğu ve yoksunluğu seçmiş kesimleri hariç, yaşam ve çalışma koşulları iyileştirilmiş büyük bir orta sınıf uygarlığına dönüşmemesi için hiçbir neden yok.


Sanayi Devrimi, insanlık tarihinde bir sayfayı kapatmış yeni bir sayfa açmıştı. Ardından Teknoloji Devrimi ve Bilişim Devrimi geldi. Şimdi yeni bir aşamada, iş, çalışma, emek, sermaye, konut, şehir, ulaşım, fabrika, ofis gibi bütün kavramları kökten değiştirecek, temel kavramlarla paranın bağını kopartacak yeni bir devrimin şafağındayız.


Eğer bu devrim başarılı olursa, bütün kaynaklar daha verimli kullanılacak, insanlar arasında daha adil bir şekilde paylaştırılacaktır. Bu aşamada belki de bildiğimiz anlamda, hayvan doğasıyla “insan” ortadan kalkacak, Yeni-İnsan’ın çağı başlayacak. Başarısız olması durumunda, gelecek nesillerin distopyalarda hayal edildiğinden de karanlık bir dünyada yaşaması tehlikesi var.

2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 24, 2019 03:39

December 20, 2018

Kediler ve Dalgalar-XVII

Dünyamız, güneşin etrafındaki bir tam turunu daha tamamlamak üzere. 2010 yılının 30 Aralık günü kedi canlı mı, yoksa ölü mü diye başladık ve artık geleneksel oldu; o günden beri her sene sonunda tartışıyoruz; ancak bir türlü karar veremedik. Bilim insanları da karar veremedi. “Kuantum dünyasının saçmalığı” diyorlar. Saçma (sapan) bir dünyada yaşadığımız kesin; bu dünyayı daha eğlenceli ve anlaşılır hale getirmek için elimizden geleni yapıyoruz. Sadece biz değil, bizi eğlendirmek (ve eğlendirirken de para kazanmak) isteyen kocaman bir eğlence dünyası var ve onlar da ellerinden geleni yapıyorlar. Bu arada gerçek ve hayal birbirine karışıyor; hep beraber yuvarlanıp gidiyoruz.



Daha eski zamanlarda, bilgisayar teknolojisi ortalıkta yokken, roman ve öykü yazarları, okurların hayal gücünü kışkırtan kurgular üretiyordu. Okuduğumuz roman ve öyküler hepimizin zihninde farklı biçimlerde canlanıyordu. Bir öykünün gücü, yazarının betimleme ve anlatım yeteneklerine bağlıydı.


Artık bizim hayal gücümüze de ihtiyaç duyulmuyor. Sinemada öyküler, bilgisayar teknolojisinin bütün olanakları kullanılarak canlandırılıyor. Böylece harikalar diyarında gezen Alice de, harikalar dünyası da bizim hayal gücümüze ihtiyaç duyulmadan yaratılıyor. Yaratılan bu dünyalar bize o kadar gerçek gibi görünüyor ki, sinemadan çıktığımızda bu dünyaların var olmadığına inanmak güçleşiyor.


Sinemada gördüğümüz her bir sahne, üst üste bindirilmiş, bir kısmı gerçek, bir kısmı bilgisayarlarla yaratılmış görüntülerden oluşuyor. Kullanılan teknik ne kadar iyiyse, sahneler de o kadar gerçekçi oluyor.


Ve elbette sormadan edemiyoruz: Acaba bizim gerçeklik olarak algıladıklarımız da bu şekilde üst üste bindirilmiş sahnelerden mi oluşuyor?



Önce bir sinema filminde sahnenin nasıl yaratıldığını ele alalım: Bu sahne pek çok binadan, insan ya da hayali yaratıklardan, etrafta uçuşan helikopterlerden oluşuyor olsun. Sahne çekilirken, oyuncular genellikle boş bir stüdyoda gezinir, binalar başka bir mekana aittir, kalabalıklar bilgisayarda yaratılmış ve çoğaltılmıştır. Bu arada bazı ışık ve ses efektleri de dahil edilerek sanal bir gerçeklik oluşturulur. Filmi izlerken zihnimiz bize, bütün bu görüntülerin gerçek olmadığını telkin eder. Ancak hepsi öyle kusursuz bir şekilde bir araya gelmiştir ki, filmin içine dalar gideriz.


Şimdi bir de gerçek dünyaya dönelim. Gerçek dünyada da etrafımızda yüzlerce, binlerce bina, sayısız insan, bulunduğumuz mekanda pek çok eşya var.


Ya bunların hepsi birbirinin üstüne bindirilmiş görüntülerden ibaretse? Yani bedenimizin (avatarımızın) içinden dış dünyayı izlerken gerçekte biz de boş bir mekanda dolaşıyor, ancak farklı katmanlarda yer aldığı halde üst üste bindirildiği için bizde maddi gerçeklik duygusu yaratan bir hayal dünyasında yaşıyorsak?


Bu yaklaşıma şu şekilde itiraz edilecektir: Ama bizden bağımsız bir dış gerçekliğin olduğunu, ölçümler ve deneyler yaparak “biliyoruz”. Örneğin bir cismi elimize alıyor, tartıyor, ağırlığını ve maddi varlığını hissedebiliyoruz. Görüyoruz, kokluyoruz, seslerini işitiyoruz, dokunuyoruz…


Ancak unutmayalım: Dış gerçekliğin “varlığına” dair bilgi, duyu organlarımızla algılanıyor ve bu algı beynimize elektrik sinyalleri ile taşınıyor. Gerçeklik algısı, bütün bu sinyaller beynimizde birleştirilerek ve anlamlandırılarak yaratılıyor. Aynı gerçeklik algısı, sinemada seyrettiğimiz filmlerde de yok mu?


Acaba gerçekliği olduğundan farklı algılayan bir beyne mi sahibiz? Ya da bizim algıladığımızdan farklı bir dış “gerçeklik” var mı? Böyle bir dış gerçeklik varsa, bu gerçeklik ne kadar nesnel?


Bu sorular çok mu felsefi oldu? O halde yakın zamanda bilim dünyasının sorduğu soruyu soralım: Acaba bir simülasyon evreninde mi yaşıyoruz?


Soru yeterince kışkırtıcı … Sene bitmeden konuyu biraz daha kurcalayalım. Şimdilik tartışmayı burada keselim ve Tangerine Dream’e kulak verelim. Buyurun stratosfear’e:

2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 20, 2018 05:22

September 11, 2018

Çeviri: Lehman’ın batışından 10 sene sonra: 2008 çöküşüne yol açan nedenler şimdi post-modern 1930’larımızı şekillendiriyor| Yanis Varoufakis

Yazının orijinalini, Varoufakis’in kişisel blog’undan alarak, İngilizce’den çevirdim.


Ten Years After Lehman’s Collapse: What caused the Crash of 2008 is now shaping our post-modern 1930s

2008 yılının sonbaharında Wall Street’te, dünyanın her yerinde insanların ezici çoğunluğunun bir daha asla olamayacağına inandığı olaylar cereyan etti. Yaşananlar, güneşin ufukta yükseldikten hemen sonra kontrolden çıkmasının finansal karşılığıydı. İnsanlık olanları toplu bir inanmazlık içinde seyretti. Antik Yunan’da buna benzer durumlar için kullanılan bir söz vardır: Aporia – içinde yaşadığımız dünyada yeni bir model ihtiyacı ortaya çıkartan şiddetli bir kargaşa hali. 2008 Çöküşü öyle bir andı. Aniden dünya, birkaç hafta önce geleneksel akıl denen anlayışa göre anlaşılır olmaktan çıkmıştı.


Çok geçmeden yan etkiler her tarafta hissedilmeye başladı. On yıllarca yerleşik düşünceye uygun olarak yaratılan kesinlikler gitmiş, 40 trilyon dolar varlığı, sadece ABD’de 14 trilyon dolar hane halkı servetini, Amerika’da her ay 700,000 işi, her yerde el değiştiren sayısız konutu da beraberinde götürmüştü; liste uzun, içerdiği rakamlar akıl alır gibi değil. McDonald’s bile, aman Tanrım, Bank of America’daki kredilerini güvenceye alamamıştı.


Hükumetlerin, o güne kadar sımsıkı tutunduğu, trilyonlarca dolar, avro ve yen’i, birkaç ay öncesine kadar devasa hızla döndüren ve kışkırtıcı bir şekilde, küreselleşmiş bir gök kuşağının altında kaplar dolusu altın bulma iddiasındaki finansal sisteme akıtmaktan ibaret 20. yüzyılın yaşayan son ideolojisi mali sıkılıkla karşılık vermesi, kolektif aporia‘yı daha da şiddetlendirdi. Ve bu karşılığın çok cılız kaldığı ortaya çıkınca, Başkanlarımız, Başbakanlarımız, beyler ve hanımlar, devletçi politikalara karşı günahsız neo-liberal kanaat önderleri, 1917’de Lenin’in atılımlarını gölgede bırakacak ölçüde bankaları, sigorta şirketlerini ve araba üreticilerini kamulaştırma cümbüşüne giriştiler.


2008 yılında Wall Street’te ortaya çıkan kriz, on yıl sonra hala yerli yerinde duruyor. Muhtelif ülkelerde muhtelif biçimler alıyor (örneğin Yunanistan gibi yerlerde Büyük Buhran, Almanya gibi ülkelerde orta sınıf tasarruflarının büyük zarar görmesi, ABD’de tarihin bu güne kadar kaydettiği en gaddar eşitsizliğin kayrılması, Asya, Doğu Avrupa gibi yerlerde jeopolitik ve ticari gerginliklerin kalıcı hale gelmesi, vs.) Bir ana karadan diğerine, ülkeden ülkeye taşınıyor. İşsizlik üretecinden deflasyon makinesine, bir başka bankacılık krizine, küresel ticaret ve sermaye dengesizliklerine dönüşüyor.


Kriz, Avrupa’nın yönetici seçkinlerini gülünç hatalar serisine zorlamanın yanı sıra, Avrupa Birliği’nin ahlaki ve siyasi temelinin sarsılmasına ve aynı zamanda Atlantik’in diğer tarafında Donald Trump’ın Başkanlığı’na yol açmıştı. Yöneticilerimiz krizin yumuşatıldığını iddia ettikçe, daha derin bir kriz oluşuyor. Gerçekte, krizin kesintisiz dönüşümünden fayda sağlayanlar sadece tepedeki %0.1, en başta da sermaye sahipleri ve Avrupa’da, Amerika’da ve dünyanın geri kalan pek çok yerinde yeni faşist, tiksindirici yabancı düşmanlığı anlayışını yaratan, bir zamanlar Nasyonalist Enternasyonal olarak adlandırdığım oluşum.


Peki, 2008’de ne oldu?


Soruyu yanıtlayabilmek için en baştan, 1944’den başlamamız lazım. Savaş sona yaklaşırken, Washington’daki New Deal‘ci yönetim, silahlar sustuğunda Büyük Buhran’ın geri gelmemesinin tek yolunun Amerika’nın üretim fazlasının Avrupa ve Japonya’da yeniden işleme sokulması ve bu şekilde Amerikan endüstrisinin yeni yöneliminden sonra, kendi fabrikalarının üreteceği bütün o parıltılı yeni ürünler (bulaşık makineleri, arabalar, televizyonlar, yolcu uçakları) için yurt dışında talep yaratmak olduğunu anladı.


Sonuç, Avrupa’nın dolara boğulma projesi, bir ağır sanayi karteli olarak Avrupa Birliği’nin kurulması ve Japonya’nın yeniden yapılandırılmasıydı; bunların tümü, Bretton Woods sistemi olarak bilinen bir küresel para birliği kapsamı içindeydi: ABD dolarına çapalanmış bir sabit değişim oranı rejimi, neredeyse sabit faiz oranları, şiddetli sermaye kontrolü altında işlem yapan düz bankalar ve küresel kapitalizmin mal ve hizmetlerine yönelik toplam talebin Amerika tarafından işletilmesi.


Bu göz kamaştırıcı  tasarım bize düşük işsizlik oranı, düşük enflasyon, hızlı büyüme ve büyük ölçüde ortadan kalkan eşitsizlik sağlayan bir Altın Çağ getirdi. Ne yazık ki 1960’ların sonunda Bretton Woods suda boğuldu. Niçin? Çünkü Amerika üretim fazlası veremiyordu, ticaret ve bütçe açıklardan oluşan ikiz açıkların filizlendiği bir ortama kayıyordu ve bu nedenle de artık sahip olmadığı fazlaları yeniden üretime sokarak küresel sistemi istikrar içinde tutamıyordu. Washington, gerçeği kabul etmekte yavaş kalmayarak en güzel yaratımını öldürdü: 15 Ağustos 1971’de Başkan Nixon Avrupa ve Japonya’nın dolar bölgesinden çıkartıldığını duyurdu.


Nixon’un kararı, Amerikalıların açık verme fobisi eksikliğinin canlanması ile temellendi. Dünya genelinde egemen güç olma kapasitesini daraltacağı için sıkılaştırma uygulayarak açıkları dizginlemekten kaçınma, Washington’u açıklarını daha da arttırma yönünde harekete geçirdi. Böylece Amerikan pazarları, Almanya, Japonya ve daha sonra Çin’den gelen dev ihracatı emen dev bir vakum giderici gibi işlemeye başladı; bu da savaş sonrası büyümenin (1980-2008) ikinci aşamasını harekete geçirdi. Amerikanın büyüyen açıkları nasıl ödendi? Başka ülkelerdeki insanların, sığınak bulma ve yüksek getiri elde etme amacıyla, tsunami biçiminde, büyük bir iştahla Wall Street’e hücum etmesiyle. (Avrupalı, Japon ve Çinli net ihracatçı kazançlarının yaklaşık p’i.)


Sonuç itibarıyla, 1970’ler (benim Küresel Minotor adını verdiğim) çarpıcı bir Küresel Yeniden Üretim Mekanizması’nın açılışını yaptı: Artık ABD Dünyanın Geri Kalanı’nın büyük bir kısmının sanayi üretim fazlasını emiyor, bir taraftan da Wall Street ABD’ye üç yoldan akan yabancı sermayenin yönetimini üstleniyordu. Birincisi, ABD’de kazançları arttıran ve Wall Street’i yabancı sermaye için Avrupa ve Japonya’ya göre daha kazançlı hale getiren aynı sürecin bir parçası olarak ücretleri yükselmeyen Amerikalı tüketicilere kredi sağlıyordu. İkincisi, ABD şirketlerine doğrudan yatırım kanalları açıyordu ve tabi ki üçüncüsü ABD Hazine Tahvilleri’ni parasal olarak destekliyordu (yani, Amerika devletinin açıklarını fonluyordu).


Ancak Wall Street’in “diğer halkların sermayesinin mıknatısı” işlevi görmesi ve başka halkların üretim fazlalarını yeniden üretme rolünü icra ederek Amerika’nın açıklarını ödemesi için New Deal ve Bretton Woods dönemindeki katı düzenlemelerinin gevşetilmesi gerekiyordu. Kurumlaşmış açgözlülük, devlet müdahalelerinin toptan kaldırılması, kötü şöhretli “dönen kapılar”, egzotik türevler, vs. bu cesur yeni küresel yeniden üretim mekanizmasının önemsiz hastalık belirtileriydi. Finansallaşma her yere yayıldı, Avrupa’nın finansal kurumları sürece iştahla katıldılar ve 1991’den sonra, ilave üretimle ticari  akımlardaki dengesizlikleri daha da büyütmek üzere, eski Sovyetler Birliği, Çin ve Hindistan’dan ilave iki milyar işçi daha küresel proletaryaya katıldı. Küreselleşme dönemi başlamıştı!


Küreselleşme’nin başlangıcında, AB kendi ortak para birimini oluşturdu. AB’nin ortak bir para birimine gereksinim duymasının nedeni, bütün kartellerin yaptığı gibi, ana oligopolistik sanayilerinin ürün fiyatlarını, tek bir Avrupa pazarında istikrarlı tutabilmekti. Bunu yapabilmek için, Bretton Woods döneminde olduğu gibi, yetki sınırları içindeki alanda çapraz kurları sabitlemesi gerekiyordu. Ancak 1972 ile 1990’ların başına kadar geçen dönemde AB’nin Avrupa para birimlerini sabitleme yönündeki bütün girişimleri büyük başarısızlıklara uğradı. En sonunda AB, tek bir para birimine geçerek domuzu toptan boğazlamaya karar verdi. Bunu, tamamen dengesiz, ancak geçici olarak etkileyici olan, ABD’ye çapalanmış Küresel Fazla Yeniden Üretim Mekanizması’nın küresel istikrarının destekleyici ortamında başardı. Ne yazık ki bu sonsuz bir ahmaklıktı, AB avroyu tadına doyulmayan bir paradoks temelinde inşa etmişti: Arkasında bir devlet olmayan bir Merkez Bankası: Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve birer merkez bankası olmayan on dokuz devlet. ECB, bir kriz anında onları destekleyebilecek bir merkez bankası olmayan on dokuz ülkenin bankalarına tek bir kur üzerinden destek sağlayacaktı.


Bu esnada, Wall Street, City (Londra, T.Ş.) ve Fransız ve Alman bankaları, Dünyanın Geri Kalanı’ndan ABD’ye akan net kazançlardan oluşan dev özel para piramidini inşa etmek üzere kurulan ABD çapalı küresel yeniden üretim sisteminde merkezi konumlarının avantajını kullanıyordu. Bu sistem, ABD’de, Avrupa’da ve Asya’da sürekli hızlanan bir talep seviyesine yakıt taşıdıkça, yeniden üretim şemasına daha fazla enerji kattı ve aynı zamanda sistemin gerisindeki ticaret akışları ile finansal sermayeyi ayrıştırdı.


2008’de, Wall Street’in özel para piramidi kendiliğinden patlayıp küle döndüğünde, Wall Street’in küresel yeniden üretim döngüsünü sürdürme kapasitesi ortadan kalktı. Amerikan bankaları, Dünyanın Geri Kalan Kısmı’nın Amerika’ya net ihracatını sürdürerek, yeterli talebi parasal olarak koruma amacına yönelik ABD ikiz açıklarını kamçılayamaz hale geldi. İlaveten, Avrupa’nın ortak para birimi, dayanabilmek için şok emicileri olmadığı için, şok dalgalarının ardından başarısızlığa uğradı.


Bu karanlık andan itibaren, dünya ekonomisi ve özellikle de Avrupa ekonomisi eski dinginliğini koruyamaz hale geldi.


Muhasebe: Bankacılar için sosyalizm, pek çok insan için kemer sıkma, Nasyonalist Enternasyonal’in durdurulamaz yükselişi


Pek çok Alman dostum bana bugüne kadar şunu anlayamadıklarını söylüyorlar: Ne oldu da Deutsche Bank ve diğer Alman bankaları 2008’de fiilen iflas ettiler? Nasıl olur da bir ekonomik sektör, 24 saat içinde zilyonlarca kazanırken, vergi ödeyenlerin parasıyla devasa bir kurtarma talep ederek ödeme güçlüğüne düşer? Yanıt, yıkıcı olduğu kadar basittir de.


2007 yazında Alman bankalarını ve ihracatçılarını düşünün. Almanya’nın ulusal hesapları, Almanya’nın ABD ile arasındaki büyük ticaret fazlasını teyit eder. Tam olarak 2007 Ağustos’unda Almanya’nın Amerikalı tüketicilerin beğenisine sunulan Mercedes-Benz satarak elde ettiği net ihracat geliri tertemiz 5 milyar dolar idi. Buna karşılık gerçek aksiyon, Almanya’nın ulusal hesaplarının göstermediği, sahne gerisindeki drama idi.


Wall Street bankacıları, 1990’ların başından 2007’ye kadar, piyasa fiyatlarının hızlı yükselmesini garantiye almak için yarı-para toksik türevler ürettiler. Frankfurt’lu bankacılar bu kazançlı türevleri satın almak için ölüyorlardı ve öyle de yaptılar; Wall Street’ten borç alarak! 2007’nin Ağustos’unda Wall Street, nihayetinde 2008 Eylül’ünde Lehman’ın çöküşü ile sonuçlanacak, o korkunç annus horibilis‘e (Latince korkunç sene, T.Ş.) girdi, kaçınılmaz olarak türevlerin fiyatları düşmeye başladı. New York’taki ahbaplar dolar cinsi borçlarını geri çağırınca, Alman bankacıları panikleyerek felce uğradı. Telaş içinde dolara ihtiyaç duydular, ancak satın aldıkları zehirli türev dağlarını alacak kimse yoktu. Kağıt üzerindeki kazançlar içinde yüzen Alman bankaları kendilerini bir anda sahip olmadıkları dolarlara umutsuzca ihtiyaç duyar halde buldular. Alman bankacılar dolar yükümlülüklerini karşılayabilmek için Alman ihracatçılarından ödünç alamayacak mıydı? Alabilirlerdi, ama o Ağustos ayında 5 milyar dolar kazanmış olanlar, Amerikalıların şimdi geri çağırdığı Alman bankalarının 1 trilyon doları aşmış Wall Street borçlarını ödemek üzere nasıl yardımda bulunabilirlerdi ki?


Özetle, küresel olarak yaşanan, başlangıçta ABD ticaret açığına dayalı olarak büyümüş finansal akımların dolar cinsinden dengesizliğinin, kendilerini altta yatan ekonomik değerlerden ve ticaret hacminden ayrıştırarak, “amacına ulaşması” idi. Şunu söylemek fazla zorlama olmaz herhalde: Bankacıların bir zamanlar icat ettikleri, yarattıkları ve kendi bilançolarında sakladıkları dolar cinsi zehirli enstrümanlar, 2008 senesinde sert bir şekilde çakılmadan önce, kurtulma hızına ulaşarak Dünya Gezegeni’ni geride bırakmak üzereydiler.


O andan itibaren direksiyona, zararları yaratanları (bankerleri), yarattıkları zararlardan kurtarmak ve yükü masumların (orta sınıf borç verenler, ücretli işçiler, işsizler, engelli yardımı alanlar, off-shore hesap açmaya gücü yetmeyen vergi mükellefleri) sırtına yıkmak üzere politikacılar geçti.  Özellikle Avrupa’da, politikacı seçkinlerin ısrarlı aşağılamalarıyla, bir gururlu ulus diğerine karşı getirildi: (A) Kuzeyli ve Güneyli bankacıların ve rant geliri peşindeki oligarkların ittifakıyla yaratılan bir kriz, (B) müflis Güneyliler ve karınca gibi çalışan Kuzeylilerin neden olduğu çatışmanın krizine veya aşırı cömert Alman, Yunan, İtalyan, vs. sosyal refah sistemi krizine çevrildi.


Bütün bunları biraraya getirmek ve ciddi, etkin, açık seçik konuşan bir Sol’un yokluğunda, milliyetçiliğin, ırkçılığın ve yaygın bir sosyal nefretin ABD’de ve özellikle Avrupa’da niçin zafere ulaştığını kavramak için dahi olmaya gerek yok.


Şu anda neredeyiz?


1967 senesinde, John Kenneth Galbraith kapitalizmin bir piyasa toplumundan, Teknoyapı adını verdiği, şirket kartellerinden oluşan bir hiyerarşik sisteme nasıl dönüştüğünü açıklamıştı. Küresel bir elit tarafından işletilen Teknoyapı, New Deal’in tam istihdam hedefininin yerine GSYiH büyümesini koyarak, piyasayı, sabit fiyatları ve kontrollü talebi gasp etti.


Bu Teknoyapı, 1970’lerin sonundan itibaren yapısına, örneğin General Motors gibi araba firmalarını, arada sırada araba üretseler de, büyük finansal spekülasyon şirketlerine dönüştürerek,  finansallaşmanın kara büyüsünü de dahil etti. Böylece baş döndürücü bir faktörle gücünü arttırdı ve nihai olarak GSYiH büyüme hedefini de “finansal güçlülük” ile değiştirdi: Küçük bir azınlık için süreklileşmiş kağıt varlık enflasyonu ve büyük çoğunluk için kemer sıkma.


Sonuç, Teknoyapı’nın, özünde devletlerin ulusal hesaplarına odaklı, hiçbir makroekenomik yaklaşımın farkına bile varamayacağı biçimde, dolar-bazlı hegemonyasının güçlenmesi oldu; 1990’lardan itibaren, “gerçek aksiyon” küresel sermaye sahiplerinin bilançolarında cereyan ediyordu.


En sonunda bu finansallaşmış Teknoyapı, aşırı gururunun ağırlığıyla dizleri üzerine çöktü. 2008 Çöküşü bundan ibarettir. Finansallaşmış Teknoyapı’yı kendisinden kurtarmak üzere iki güç harekete geçti: ABD hükumeti ve özellikle de Avrupa özel ve merkez bankalarına, swap line olarak bilinen alışveriş yöntemi vasıtasıyla, trilyonlarca dolar pompalayan FED. Ve becerikli ekonomi yönetiminin iç yatırımları görülmemiş seviyelerde desteklemesi, diğer herkesin kurtulmaya çalıştığı değersiz dolar cinsi varlıkları hesaplarında tutmaya devam etmesi ve daha da öteye giderek John Maynard Keynes’in 1944 konferansında Bretton Woods’ta teklif ettiğine benzer çok taraflı borç sadeleştirme birliğini (multilateral clearing union) teklif ederek ticaret dengesizliklerini giderme yolunda adımlar atmak isteyen Çin. (Çin’in önerisi, ciddi bir istikrarsızlığa dayalı kapitalizmi göze alma pahasına, doların ayrıcalığını korumak isteyen Obama yönetimince reddedildi.)


Teknoyapı iki devlet tarafından (ABD ve Çin) kurtarılırken, güç sahipleri devlet borçlarına, refahın maliyetine, yüksek ücretlere, esnek olmayan emek piyasasına (ücretli işçilerin uberleşmesini engellemek için mücadele eden bazı sendikaların yaşamasına) veryansın ettiler ve kaçınılmaz sanayi kayıplarına yol açan yoğun ve kendi kendini baltalayan sıkılaştırma paketleri için kolları sıvadılar. Zehirli fantezi ve apolitik makro ekonomi yönetimine dayalı Teknoyapı, bugüne kadar tekno-köpükle gizlenerek, ilan edilmemiş sınıf savaşı ile kurulu düzen vasıtasıyla bütün risk ve kayıpları zayıflara yüklüyor, onlara “çekmeleri gerekeni çekmelerini” emrediyor, böylece de bütün halkı, ilerici enternasyonalist alternatifin yokluğunda, post-modern faşizmin kollarına teslim ediyor.


On yıl sonra Teknoyapı hala gücün kumanda kollarında sallanıyor. Ancak ne çare ki, bir zamanlar imalat rızasına (demokrasi ve Mostesquieu’nun ilkelerinin denetimi altında toptan kuralsızlaşmanın herkesin rüyasını gerçek yapacağına) dayalı neo-liberal popülist mit artık öldü. Irkçılık ve jeopolitik gerginliklerin hiddeti şaşırtıcı mı? Bazılarımızın 2008 öncesinden beri uyardığı, Beyaz Saray’da, Avusturya’da, Polonya’da, Macaristan’da, Hollanda’da, dahası (Merkel bir kenara atıldığında) Almanya’da aleni bir yabancı düşmanlığına dayalı bir Nasyonalist Enternasyonal’in yakında güç kazanması kaçınılmaz değil mi?


Ve işte buradayız: Bizim neslimizin 1930 anında. Çöküşün hemen sonrasında ve bir faşist hareket üzerimize gelirken. Hiçbir genç insan bu yüzleşmeyi hak etmese de, hiçbirimizin kaçamayacağı, bu neslin yüzleşmek zorunda olduğu, kendisini dayatan soru oldukça sert: Teknoyapı’nın kaçınılmaz krizi aptalca idare ettiği Batı uygarlığının her tarafında ne zaman ve nasıl ayağa kalkacağız?


Referanslar:


John Kenneth Galbraith, The New Industrial State


Adam Tooze, Crashed: How a decade of financial crises changed the world


Yanis Varoufakis, The global minotaur: America, Europe and the Future of the World Economy


Yanis Varoufakis, And the Weak Suffer What They Must? Austerity, Europe and the Threat to Global Stability

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 11, 2018 03:51

August 9, 2018

Halk, halkçılık ve sınıflar üzerine – 2

18. yüzyılda yaşanan Sanayi Devriminin neden başka bir ülkede değil de Britanya’da ortaya çıktığına dair farklı görüşler var. Küçük toprak sahiplerinin büyük çiftlikler kurması, tarımla uğraşan küçük ailelerin kullandığı otlak alanlarının etrafını çitlerle çevirerek özel mülke dönüştürmesi (enclosure) arazi değerlerini yükseltmiş, şehirlere göç eden köylüler büyük bir emek arzı yaratmıştı. Ucuzlayan emek, sanayi kapitalizminin gelişmesinde önemli tetikleyicilerden biriydi. Britanya’nın idari yapısı, teknolojik buluşlar ve bilimsel gelişme sanayi kapitalizminin yükselişine önemli katkılar sundu. Adam Smith iş bölümünün, dolayısıyla verimlilik artışının önemine dikkat çekerken, Karl Marx da sermaye ile emek arasındaki ilişkinin doğasını ortaya çıkarttı.


[image error]


Marx’a göre kapitalizmin özünde sermaye ile emek arasındaki ilişki vardı. Emekçiler kendilerini geçindirmek için çalışırlarken, aynı zamanda sermaye için artı değer üretiyorlar, artı değere el koyan kapitalistler de sürekli büyüyen sermayeye sahip oluyorlardı. Buradan hareketle Marx kapitalist toplumlarda belli başlı iki sınıfa dikkat çekiyordu: Sermaye ve mülk sahibi burjuvalar ve emeklerini ücret karşılığında satan ve burjuvalar için artı değer üreten proletarya. Marx’a göre diğer tüm sınıflar, bu temel ilişki etrafında konumlanmıştı ve tarihsel önemleri ikincildi. Marx kapitalizmin özünde yatan çelişkilerin kaçınılmaz olarak krizler yaratacağını, uzun vadede sermaye karlarının azalacağını düşünüyordu. Çünkü kapitalistler ürettikleri malları, emeklerini ücret karşılığı mübadele eden işçilere satmak zorundaydılar, sermaye ile emek arasındaki dengesiz ilişki ve “uzlaşmaz çelişki” sonucu sermaye büyürken emekçiler daha da yoksullaşacak, bu da her seferinde daha büyük arz fazlası krizlerine yol açarak kapitalizmin sonunu getirecekti. Marx’a göre kapitalizm kendi mezarını kazmaktaydı.


Marx’ın ünlü “proletaryanın zincirlerinden başka kaybedeceği bir şey yok, kazanacağı bir dünya var” görüşü ve bütün dünya işçilerini birleşmeye ve kapitalizmi yıkmaya çağırmasının gerisinde bu düşünce yatıyordu.


Daha sonraki bütün kriz dönemlerinde kapitalizmin sonunun geldiği düşünüldü, ancak kapitalizm bütün krizlerden daha da güçlenerek ve kökleşerek çıktı. 20. yüzyılın başında Buharin ve Lenin, Marksist literatüre emperyalizm kavramını hediye ettiler. Buna göre ulusal sınırlar içinde tröstleşen sermaye, devleti de dev bir savaş mekanizmasına çevirmiş ve kapitalizmi emperyalizm aşamasına taşımıştı. Lenin’e göre emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıydı.


Yaşanan her krizin kapitalizmin “nihai krizi” olduğu düşünülürken aykırı sesler de yükselmeye başlamıştı. Örneğin Sovyet iktisatçı Nikolay Kondratieff kapitalist iktisadın uzun dalgaları olduğunu ve bu dalgaların belli evrelerden geçerek her seferinde yeni dalgalar yaratarak yükseldiğini ileri sürdü. Kondratieff bu düşüncelerinden ötürü tarihsel materyalizme, dolayısıyla Marksizme aykırı düşünceleri savunmakla suçlandı ve sonunda da Stalin’in hışmına uğradı.


Marksizmin kapitalizmde iki (temel) sınıfa önem atfetmesi ve diğer bütün sınıfları ikincil görmesinin, halk ve halkçılıkla ilgili yaklaşımlarda iki temel sonucu oldu. Birincisi, Marksizme göre kapitalizm doğası gereği tekelleşmeye eğilimli bir sistem olduğu için toplumun küçük bir kesiminin çıkarına işleyen bir sistem olarak görüldü; dolayısıyla bütün halk katmanları, doğal olarak proletaryanın müttefiki idi. İkincisi de, emperyalizm biçiminde “en yüksek evresine ulaşan” kapitalizm, kapitalizm dışı ilişkiler içinde olan gelişmemiş ülkelerin de “düşmanı” idi. Bu ülkelerde yaşayan halklar da, doğal olarak kapitalizmin kurbanları kabul ediliyordu.


Burada Weber’in sınıf teorisine de küçük bir parantez açmak gerekiyor. Weber mülkiyet ilişkilerini önemsemekle beraber, sınıf teorisini toplumdaki güç ilişkilerine, katmanlaşmaya, mesleklere, statüye ve becerilere dayandırıyordu. Varlık sahibi sınıflar, varlıkları sayesinde belirgin bir şekilde avantajlıydı, tekeller kurma şansına sahiplerdi ve kaynaklara daha kolay ulaşabiliyorlardı. Girişimciler ticari ilişkiler, rantiye sınıfı da toprak kiralama yoluyla bu avantajı doyasıya kullanıyordu. Mülksüz sınıflar ise emeklerini emek pazarında satmak zorundaydılar. Buna karşılık Weber bu kesimleri tek bir sınıf olarak görmüyordu. Mülksüz sınıflar da kendi içlerinde vasıflı, yarı vasıflı ve vasıfsız olarak ayrılmaktaydı. Bu ayrım emekleri üzerinde farklı düzeyde pazarlık imkanı ve dolayısıyla da farklı ücret seviyeleri ortaya çıkartıyordu. Marx’ın aksine Weber, mülk sahibi olmayan bütün sınıfların çıkarının ortak olduğunu düşünmüyordu. İktisadi çıkar farklılığının yanı sıra, bu sınıfların kültürel iletişim ve toplumsal ağ yetenekleri de farklı düzeylerdeydi. Weber Marx’ın maddi çıkar kavramının önemini reddetmiyor, ancak toplumsal tabakaların mesleki ve kültürel statülerini de önemsiyordu. Dolayısıyla Weber bir “proleter devriminin” belli koşullarda ortaya çıkacak bir zorunluluk olduğunu düşünmüyordu. Weber’e göre özünde belli sınıf ya da statü çıkarlarına dayanıyor olsalar da, partilerin sınıf ya da statü çıkarlarına dayanarak bütün kesimleri kucaklaması pek olası değildi. Çünkü partiler birer “güç” örgütleriydi ve güç, sınıflar ve statü çıkarları arasında simetrik dağılmamaktaydı.


Kapitalizm geliştikçe halk kavramı da silikleşti ve halk ile hangi kesimlerin kastedildiği belirsizleşti. Belli bir iktisat politikasının “halkın çıkarına” olup olmadığı, somut iktisadi verilere değil, sübjektif kanaatlere dayanmaya başladı ve halkçılık kavramı gözden düştü, genellikle dolaylı bir amaca ulaşmaya çalışan, bunu yaparken de insanların kafasını karıştırmayı hedefleyen sağ ve sol popülizme dönüştü. Günümüzde halkçılık ya da popülizm, daha çok aşırı sağ ve totaliter sol siyasetlerin sahiplendiği bir söylem kabul ediliyor.


Burada kapitalizmin yaşadığı büyük dönüşümden de bahsetmek gerekiyor. 19. yüzyılda kapitalizm, teknolojik gelişme, yaşam ve tüketim koşullarının gelişimi gibi sonuçlarıyla mülksüz toplum kesimleri için dolaylı avantajlar sağlasa da, öncelikle ve ağırlıklı olarak burjuvalar lehine ve burjuvalar için bir sistemdi. Günümüzde kapitalizm olumlu ve olumsuz yanları ile sadece sermaye sahibi kapitalistler için değil, kapitalist olmayan toplum kesimleri için de bir sistemdir.


Açalım: 19. yüzyılda ve erken 20. yüzyılda varlık sahiplerinin kaynaklara ulaşma imkanı daha fazla idi. Bunun yanı sıra sınıfsal geçişkenlik, yani gelir ve varlık skalasının daha aşağılarında yer alanların sınıf atlama şansı çok azdı.


20. yüzyılın sonunda şirketlerin değişen ortaklık yapıları, gelişen finans ve bankacılık sistemi, kapitalizmin doğası gereği eşitsizlikler yaratmaya devam etse de, bu eşitsizliklerin kaynağı Marx’ın analiz ettiği dönemde olduğu gibi (sadece) artı değere el koyarak gerçekleşen emek sömürüsü değil. Başka bir deyişle, modern kapitalizmde varlıklara ve avantajlara ulaşmak için tek yol artık ücretli emek çalıştırmak değil.


Birkaç örnek üzerinden gidelim: Bugün Forbes’un dünyanın en zengin insanları listesinde yer alanların çoğu, sahip oldukları servetleri doğrudan artı değere el koyarak değil, modern kapitalizmin sağladığı olanaklar sayesinde elde ettiler. Bunların çoğu ücretli emek ya da yaygın bir artı değer “sömürüsüne” dayanmayan teknolojik ya da finansal buluşlar sayesinde mevcut konumlarına ulaştılar.


Piketty’nin 21. Yüzyılda Kapital isimli eserinde dikkat çektiği “süper yöneticiler” de aynı şekilde, doğrudan kapital sahibi oldukları için değil, çok yüksek ücretli işlerde çalıştıkları için ciddi bir sosyal katman, ya da sınıf haline dönüştüler.  Şirket CEO’su, danışman, akademisyen, sosyal medya ve iletişim uzmanı gibi işlerde ücretli çalışan bu olağanüstü statü ve prestij sahibi insanların çoğu, sermaye sahibi kapitalistlerden daha çok kazanıyorlar.


Sporcular, sanatçılar, kanaat önderleri, bazı doktorlar, yazılımcılar, gazeteciler, çok satan yazarlar da benzer konumda. Bunlar da sermaye sahibi değiller, buna karşılık sosyal katmanların en üstlerinde yer alıyorlar.


Olağanüstü boyutlarda genişleyen kapitalizm pazarı, sınıf geçişkenliği imkanı veriyor. Finansal kaynaklara ulaşım ve yatırım olanakları sadece sermaye sahibi kapitalistlerin ayrıcalığı değil. Ortalama bir insan da uçsuz bucaksız finansal pazarlara yatırım yapabiliyor. Bunların içinde tasarruf edebilen beyaz ya da mavi yakalı işçiler de var.


Konut sektörünün yeni bir servet değişim pazarına dönüşmesiyle, mülksüzler bile bu imkana sahipler; büyük servetler edinmeleri için kamu arazilerine gecekondu yapmaları yeterli; birkaç on sene içinde bu arazilere yapılacak binalar sayesinde rantiye olma imkanları var (ve bu bizim gibi ülkelerde kapitalist yatırımcılıktan çok daha kazançlı bir iş.) Dolayısıyla kapitalist gelişmeye en çok bu insanlar umut bağlıyorlar.


Günümüzde kapalı ve güvenlikli sitelerde yaşayan pek çok orta sınıftan ücretli emek gücü, toplumun daha alt katmanlarından insanları temizlikçi, güvenlik görevlisi, bahçıvan olarak çalıştırıyor. Hizmet sektöründe emeğini pazarlayanlarla bu emeği kiralayanlar arasındaki ilişki Marx’ın tarif ettiği artı ürün ilişkisi değil. Bu pazar günümüzde çok büyük bir sektörü oluşturuyor.


İletişim devrimiyle beraber emeğini home office çalışarak bir yatırımcı kapitalist olmaksızın pazara sürebilen yaygın bir kesim var. Bu kesimler geleneksel kapitalist sermaye-emek ilişkilerinin dışındalar ve bu ilişki tarzı hızla yaygınlaşıyor.


Toplumun en yoksullarının ve mülksüzlerin bile finansal piyasalara ulaşma şansları var. ABD’de 2007 yılında patlak veren krizi tetikleyen, bu kesimlere açılan sub-mortgage kredileriydi ve bu krediler olağanüstü bir finansal pazar oluşturuyordu.


Ortodoks Marksist yaklaşımın aksine, kapitalist ilişkiler bütün “arkaik” ilişkileri ezip geçmedi, iktisadın yaygın bir alanına hükmedemedi. Gelişmemiş yarı-kapitalist ülkelerde emeğini kapitalist pazara çıkartarak “sömürtmeye” can atan, ancak kapitalizmin ihtiyaç duymadığı çok yaygın bir emek pazarı var. Bu insanlar kent varoşlarında yaşıyorlar ve kapitalizmin çeperinde, zaman zaman kapitalist ilişkilere dahil olarak, ancak çoğunlukla kapitalizm dışı ilişkilerle yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Gelişmiş kapitalist merkezlerde bile durum farklı değil; örneğin Londra’nın gözde alışveriş caddelerinden Oxford Street’de bugün Hintliler, Pakistanlılar, Uzak Asyalılar, Araplar, Türkler ıvır zıvır hediyelik eşya, fast food ve ucuz mal ticaretinden hayatlarını kazanmaya çalışıyorlar. Londra küçük bir Mumbai, Paris küçük bir Cezayir, Berlin küçük bir İstanbul gibi. Kapitalizmin çeperinde yaşayan insanlar, kapitalizmin başkentlerini işgal etmiş durumda.


“Emperyalizm” de artık halkların düşmanı olarak görülmüyor. Filipinler’de, Tayvan’da, Haiti’de, Kolombiya’da, Kosta Rika’da, Vietnam’da, daha ileri giderek Çin’de, Kore’de, Brezilya’da, Türkiye’de insanlar doğrudan yabancı yatırımların yaşam standartlarını yükseltmesi nedeniyle “emperyalizmi” kovmaya değil, davet etmeye çalışıyorlar. Son araştırmaların hepsi, “yeni-emperyalizm” denen 21. yüzyıl küreselleşmesinin kapitalizmin merkezlerinde yaşayan insanların yaşam standartlarını düşürdüğünü, emperyalizmin sömürü alanları olarak görülen coğrafyadaki insanların yaşam standartlarını belirgin bir şekilde yükselttiğini ve sanayi devriminden sonra başlayan büyük ıraksamanın (great divergence), büyük yakınsamaya (great convergence) dönüştüğünü gösteriyor.


“Halkın” çıkarlarının ortak olduğu düşüncesi sübjektif. Çünkü “halkçılık”, “” gibi söylemler, “halkı” oluşturan farklı sınıfların maddi çıkarlarının ortak olduğu iddiasına dayanıyor. Kaldı ki, insanlık sadece maddi çıkarlar da değil, aynı zamanda kültürel, ahlaki değerlerde uzlaşma, idealler ve yaşam beklentilerinde ortaklaşmaya dayanıyor. “Maddi çıkarı” aynı olan insanlar bile ortak ideallerde buluşamayabilirler. Tersinden söylemek gerekirse, farklı sınıftan insanlar aynı ideallerde buluşabilirler. “Sınıfların”, ya da “halkın maddi çıkarları” söylemi, insanın ihtiyaç hiyerarşisindeki bütün üst ihtiyaçları yok sayan, önemsizleştiren, insanı sadece karın doyurmaya ve maddi çıkar elde etmeye indirgeyen bir söylem.


Bir önceki yazıda sorduğum soruya geri dönersem; hayır, halk, halkçılık, halk yönetimi gibi kavramlar günümüz dünyasında bir anlam ifade etmiyor ve sadece totaliter ve anti-demokratik yönetimler kurmak isteyen tiranlar tarafından kullanılıyor.


Önceki yüzyıllarda halkçılık, statü ve hak sahiplerine karşı, sıradan insanın sosyal eşitlik talebiydi. Günümüzde bazı toplum kesimleri bu haklarını kullan(a)masa da, ya da kullanacak yeterli araçlara ulaşamıyor olsalar da en azından anayasal eşitlik sağlandı.


Yukarıda anlatılanların hiçbiri, kapitalizmi “ideal” bir sistem yapmıyor. Kapitalizm bugün de eşitsizlik ve adaletsizlik üreten, çevreyi tehdit eden bir sistem. Dahası, insan doğasına ve insanlığın merhamet, dayanışma, yardımlaşma, empati, dostluk, ilerleme gibi yüksek değerlerine aykırı bir sistem. Ancak kapitalizmin alternatifi, statü, ideal, yaşam beklentileri, ahlaki değerler gibi alanlarda kökten ayrışmış kitleleri amorflaştıran, sıradanlaştıran, bu ayrımları önemsizleştiren bir halkçılık, anti-emperyalizm ve totaliter kolektivizm değil.

1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 09, 2018 03:32

Halk, halkçılık ve sınıflar üzerine – 1

Türkçe halk sözcüğünün İngilizce karşılığı people. People sözcüğünün kökeni ise Latince populus.


İngilizce’de people halk anlamında kullanıldığı gibi, insanlar, kişiler anlamında da kullanılabiliyor. Biz Türkçe’de “insanlar benim çılgın olduğumu düşünüyor” diyoruz, İngilizce’de “people think I’m mad” deniyor. İngilizce Turkish people dediğinizde, Türk halkını kastetmiş oluyorsunuz. Yani, Türkçe halk sözcüğünün karşılığı İngilizce’de insanlar (people) ya da belirli bir insan grubu (the people) anlamlarına karşılık geliyor.


Hem Türkçe’de, hem de İngilizce’de halk sözcüğünü millet yerine de kullanıyoruz. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” dediğimizde politik bir özne olarak bir insan grubunu kastediyoruz. İngilizce German people dediğimizde, Alman ulusunu kastetmiş oluyoruz.


Siyasal tarihte halk sözcüğünü İngilizce’de daha iyi karşılayan sözcük common people veya commoner. Bu sözcükler “sıradan insan” anlamına geliyor. Bazen the masses de deniyor. Türkçe’ye kitleler olarak girmiş sözcük, bir dönem sol siyasal jargonda çok kullanılırdı:  “Vermeyin insana izin, kanması ve susması için, hakkını alması için, kitleyi bilinçlendirin.” Sözcük daha sonra gözden düştü, negatif anlam yüklendi.


Sıradan insanı, ya da halkı siyasal özne haline getiren bir tarih var. Kısaca göz atalım:


Avcılık / toplayıcılık aşamasında insan topluluklarının eşitlikçi ve barışçı oldukları söylenir. Genel anlamda doğrudur. Antropolojik araştırmalar ve arkeolojik bulgular bu düşünceyi destekliyor. Ancak avcı/toplayıcı toplumlar, marksistlerin ya da anarko-primitivistlerin iddia ettikleri (ya da düşledikleri) kadar eşitlikçi değil. Çünkü bu ilkel toplumlarda bile bir iş bölümü ve tabakalaşma var. Marx toplumları iktisat perspektifinden değerlendirdiği için Marxist sınıf teorisi, toplulukların içinde bulundukları iktisadi ilişkilere ya da daha doğru bir ifadeyle mülkiyet ilişkilerine dayanıyor. Oysa Max Weber ve Thorstein Veblen sosyoloji perspektifinden değerlendirerek sınıfı statü ve sosyolojik ilişkilere göre tarif ediyorlar. İlk yaklaşıma göre, ilkel komünal toplumlarda mülkiyet ilişkisi olmadığı için bu topluluklar eşitlikçi kabul ediliyorlar. İkinci yaklaşıma göre bu topluluklarda (bile) statüye dayalı bir ilişki olduğu için, idealize edildikleri kadar eşitlikçi değiller. (Hatta çok gelişmemiş de olsa, bu topluluklarda da mülkiyet ilişkileri var.)


Erkekler kas güçleri, çeviklikleri ve savaşçı özellikleri nedeniyle avcılık yaparken, kadınlar toplayıcılık, temizlik, çocuk ve yaşlı bakımı ile uğraşıyorlar. İlkel toplumların kültürel etkileri günümüzde bile devam ediyor: Erkeklerin silah, araba ve kadınların çanta ve ev tutkuları avcı/toplayıcı kültürün kalıntıları.


Avcı/toplayıcı toplulukların daha ileri aşamalarında uğraşın niteliğine bağlı değerler sistemi ortaya çıkıyor: Güçlü erkek avcı, kadınlar, zayıf erkekler ve yaşlı erkekler toplayıcı olduğu için, gücün üstünlüğüne dayalı bir görenek beliriyor. Savaşkanlık, avlanma yüksek, üretim, emek, temizlik yapma ise düşük statü göstergesi kabul ediliyor. Türkçe’de avam sözcüğü bu nedenle düşük bir sosyal statüyü ifade ediyor.


Veblen’e göre bu görenek, zamanla bir aylak sınıfın (leisure class) ortaya çıkmasına neden oluyor. Avcı kabileler, avlak alanlarında karşılaştıklarında, silahlar karşılıklı doğrultuluyor ve savaşı kazananlar diğerlerini ek emek gücü olarak köleleştiriyorlar. Köleleştirilenlerin önemli bir çoğunluğu da kadınlar; Veblen’e göre kadınlar bir “zafer hatırası” olarak köleleştirilirken, köle sahibine hem kol emeği, hem de seks köleliği anlamında hizmet veriyorlar. Çok eşliliğin, cinsel ahlakın, kadının bir seks sembolü oluşunun kökeni bu tarihsel geçmişe dayanıyor.


Zamanla avlanma önemini yitiriyor. Vahşi hayvanların evcilleştirilmesi ve yerleşik tarım toplumların hayatına daha büyük kolaylıklar getiriyor. Geçmişin savaşçı avcısı çalışmayan bir egemen sınıfa dönüşüyor. Toplumların kültürü de buna göre şekilleniyor. Güç ilişkileri, şan, şeref gibi kavramları ortaya çıkartıyor. Aylak sınıf spor, şeflik/yöneticilik, “ataların ruhları ile temas” (şamanlık) gibi işlerle uğraşmaya başlıyor. Kadının ve kol emeğinin mülk haline getirilmesi ve yeni sosyolojik tabakalaşma toplumun küçük bir kısmını statü sahibi yaparak çalışma ve üretimden uzak ayrıcalıklılara dönüştürürken, büyük bir kısmını kitle, yığın, halk (populus) yapıyor.


Toplumların daha ileri bir aşamasını temsil eden antik Roma’da patricileri ve plepleri görüyoruz: Patriciler, kana dayalı bir soyluluğa sahip yönetici sınıf, plepler ise toplumun yönetilen kısmı. Plepler mülk sahibi olabilir, ticaretle uğraşabilirler, ancak silah taşıyamazlar, çünkü bu hak sadece patricilere aittir. Plepler özgür yurttaşlar kabul ediliyorlar. Toplumun en alt kesimleri ise kölelerden oluşuyor. Onların hiçbir hakkı yok.


Roma’nın çöküşünden sonra, özellikle Roma’nın son döneminde önemli bir politik güce dönüşen rütbeli askerler, etrafı duvarlarla çevrilmiş küçük alanlarda otonomi ilan ediyor ve feodal dönemi başlatıyorlar; merkezi otoritenin yerini yerel otoriteler alıyor. Böylece yeni bir toplumsal yapı ortaya çıkıyor. Bu toplumsal yapıda üç sınıf beliriyor: Savaşanlar, dua edenler ve çalışanlar; yani şövalyelik kültürüne sahip Senyörler, örgütlü bir ruhban sınıfı (clergy) ve çalışan sınıf (serfler). Toplumun değerler sistemi de buna göre, geçmişin benzeri bir biçimde yeniden oluşuyor. Avrupa’da bu rijit yapı, aşağı yukarı 1.000 sene devam ediyor. Servet kabul edilen her şey, hazineler, araziler, hayvan stoku, kaleler, şatolar çalışmayan senyörlere ve ruhban sınıfının örgütsel yapısını oluşturan kiliselere ve manastırlara ait. Toplumun çalışan alt tabakalarının mülkleri olmadığı gibi, hakları da yok: Halk kabul edilenler bunlar, sayısal çoğunluğun bir politik değer taşımadığı zamanlar.


Ortaçağın sonlarına doğru yeni bir sınıf ortaya çıkıyor, ticaretle uğraşan, para ve mal alışverişi sayesinde mülk sahibi olan, ancak hakları sınırlı bir ticaret sınıfı. Günümüzde demokrasinin temeli kabul edilen Magna Carta anlaşması, bu sınıfın krallara ve senyörlere karşı kazandığı ilk siyasi zafer. Magna Carta sayesinde mülkiyet hakkı kral tarafından kabul ediliyor. Magna Carta sayesinde tüccar sınıfının mülkü yazılı güvence altına alınıyor.


14. yüzyılda Avrupa nüfusunun yarısının ölümü ile sonuçlanan büyük veba salgını, geleneksel yapıya ilk darbeyi vuruyor. Sıradan insan, salgında sadece kendisinin değil, soyluların ve ruhban sınıfından insanların da salgına karşı ne kadar dirençsiz olduğunu görüyor. Eşitlik düşüncesi zihinlerde belirmeye başlıyor. Azalan nüfus, emeğin değerini ve ücretini arttırıyor, sıradan insan önemli bir politik ve iktisadi özne olarak tarih sahnesine çıkmaya başlıyor.


15. yüzyılda topun keşfi ile beraber, yüksek duvarlar arkasında hüküm süren Senyörlerin askeri ve politik gücü sarsılmaya başlıyor. Sıradan insanın yönetilebilmesi için yeni yapılara ihtiyaç baş gösteriyor. Sıradan insanın senyörlere ve ruhban sınıfına karşı hoşnutsuzluğu, İngiltere’de levellers olarak isimlendirilen bir siyasi eşitlik talebinin doğmasına neden oluyor. Sıradan insan yüzyıllardır devam eden durumuna eşitlik talebiyle isyan ediyor ve bu isyan bir iç savaşa ardından da 1642’de bir devrime yol açıyor.


Hemen hemen aynı dönemde, kara Avrupa’sında şiddetli bir şekilde devam eden din savaşları ve Reformasyon, 17. yüzyılın ortalarında ulus devleti doğuracak olan Vestfalya Antlaşması’na yol açıyor. Bu arada prestijini yitirmeye başlayan ruhban sınıfının örgütlü yapısını oluşturan kilisenin malları yağmalanarak, ilk kapitalist sermayelerin de temelini oluşturuyor.


18. yüzyılda sanayi devrimi sıradan insanı topraktan, dolayısıyla Senyöre bağımlılıktan kurtarıyor, “özgürleşen” emek, sanayi işçisi olarak emek pazarında satışa çıkıyor. Bu, aynı zamanda Marxist literatürde proletarya denen sınıfın doğuşu anlamına geliyor.


[image error]18. yüzyılın sonunda Amerikan ve Fransız Devrimleriyle beraber, sıradan insan, yani halk devrimler yapan, haklar ve özgürlüklere sahip bir siyasal özne haline geliyor. Fransız ressam Delacroix’nın Halka Yön Gösteren Özgürlük tablosunda ve Fransızların Amerikalılara hediye ettiği Özgürlük Heykeli’nde kadınların resmedilmesi, tarihte ilk kez özgürlükleri ve hakları gasp edilerek mülkiyet nesnesi haline getirilen kadınlara vurgu yapması bağlamında önemli.


19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başına kadar gene de nüfusun sayısal gücü politik anlamda bir önem taşımıyor. Çünkü oy vermekten, parlamentoda temsile kadar siyasal haklar sıradan insanların sahip oldukları haklar değil. Çok geniş bir coğrafyada sadece mülk sahibi erkekler oy hakkına sahipler. Bu dönem yeni bir siyasal anlayışın önünü açıyor: Halk egemenliği. Rusya’da halkçılık, bu dönemde filizleniyor.


Amerikan ve Fransız Devrimleri ile başlayan süreç, 20. yüzyılda devrilen monarşilerin yerine kurulan cumhuriyetlerle devam ediyor. Yönetimlerin halk egemenliğine dayanması esası, aynı zamanda siyasi meşruiyetin de temelini oluşturuyor. Bu rejimlerin demokratik olmaları da gerekmiyor; bir tiran ya da diktatör, “halkın iradesini” temsil etmek üzere yönetimlere el koyabiliyor. 1930 ve 1940’ların faşist yönetimleri halk iradesi, ya da milletin iradesi gibi kavramlara göndermeler yapıyor.


Sonraki dönemde de halkın iradesine çok farklı siyasal programlar öneren kesimler vurgular yapıyorlar. 1942 yılında ABD Başkan Yardımcısı Henry Wallace, bir konuşmasında “sıradan insanın yüzyılından” bahsediyor. Wallace’ın konuşmasından etkilenen Amerikalı besteci Aaron Copland Fanfare for the Common Man‘i besteliyor.



Mao Zedung 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan ediyor.


Türklerin tarihinde süreçler biraz daha farklı işliyor. Yüzyıllar boyunca göçebe yaşayan Türk boyları, genellikle askeri şefliklerle yönetiliyorlar ve yaygın göçebe federasyonları kuruyorlar. Bu yönetimlerde mülkiyet ilişkileri çok zayıf ve gevşek olduğu için, yerleşik toplumlardakine benzer bir aylak sınıf, yüzyıllarca ortaya çıkmıyor. Askeri şefler ve şamanlar saygın kabul edilseler de, ayrıcalıklı kabul edilmiyorlar. Türklerin yerleşik topluluklar biçiminde yaşadıkları dönemlerde de güçlü bir soylu sınıf ortaya çıkmıyor. Şeflerin kendileri de, toplumun diğer bireyleri gibi birer savaşçı ve gerektiğinde en ön saflarda savaşıyor, bazen de hayatlarını kaybediyorlar.


Türklerin büyük devletler ve imparatorluklar kurdukları zamanlarda bile durum fazla değişmiyor. Örneğin Osmanlılarda hanedanlığın yönetme ayrıcalığına saygı duyuluyor, ancak hanedan üyeleri “gerektiğinde” tahttan indiriliyor, katlediliyor. Osmanlı devleti çok güçlü bir merkezi örgütlenmeye ve güçlü bir askeri yapıya sahip olduğu için, yerel aristokrasinin gelişmesine izin vermiyor. Ulema, Batı’daki gibi mülkiyet sahibi değil, belli bir otonomiye sahip olsa da, devlete sadık. Merkezi otoritenin zayıfladığı dönemlerde önceleri beylikler, sonraları ayanlar biçiminde uç veren yerel aristokrasi, hiçbir zaman Batı’daki gücüne ulaşamıyor. İngiltere’deki Magna Carta benzeri Sened-i İttifak ciddi sonuçlara yol açamadan kadük kalıyor.


Hürriyet kavramı, Osmanlı tarihinde çok farklı bir içerikle, Batılı anlamda bir bireysel hak ve hürriyetler olarak değil, kolektif hürriyet olarak yorumlanıyor. Sıradan insan, uzun Osmanlı tarihinde reayaya karşılık geliyor. Reayanın bağımlılığı yerel soylulara değil, doğrudan sultana. Osmanlı tarihindeki isyanların çoğu, sultanın yönetim iradesine karşı değil, yozlaşmış, zalim yerel yöneticilere karşı. Dolayısıyla da hürriyet, yerel zorbadan kurtarması için sultandan talep ediliyor. Sultana karşı gelişen isyanlarda ise sıradan insan, genellikle kendi özgürlüğü ve talepleri için değil, önüne düşen önderin yönetme ayrıcalığı için mücadele ediyor. (Türkiye devrimci geleneğinde ütopik boyutlarda önem atfedilen Şeyh Bedrettin ve Celali isyanları ile ilgili araştırmalar, yukarıda ifade edilen görüşleri destekler nitelikte.)


1900’lerde yükselen halkçılık ve milliyetçilik birbirini tamamlayan iki kavram; ilki ulusal sınırlar içinde ulusal egemenliği, diğeri ise bu egemenliğin sıradan insana, yani halka dayandığını vurguluyor. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” ve “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” sözleri bu anlayışı formüle ediyor. İkincide vurgulanan sınıfsızlık, Marxist anlamda mülkiyete ve iktisada dayalı bir sınıfsızlık değil, cümlenin sonunda vurgulanan “kitle” ise halkı, yani sıradan insanı ifade ediyor.


Olabildiğince kısa özetlemeye çalıştığım bu uzun tarihsel geçmiş, günümüzde bir anlam ifade ediyor mu? Halk, halkçılık, halk yönetimi demode kavramlar mı, yoksa politik söylemin dayandırılması gereken ana unsurlar mı?


Halk, halkçılık ve sınıflar üzerine – 2

1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 09, 2018 00:06

July 29, 2018

Bir CHP yazısı

1923’te Cumhuriyet Halk Fırkası olarak kurulan, 1935 Kurultay’ında Cumhuriyet Halk Partisi adını alan günümüz CHP’si,  yüz yıla yaklaşan tarihinde pek çok iniş çıkıştan sonra 24 Haziran 2018 seçimlerinden sonraki yoğun tartışmalarla yeniden ve çok güçlü bir şekilde gündeme geldi. Cumhuriyeti kuran parti olması, ilk başkanının Mustafa Kemal Atatürk olması ve Türkiye siyasi tarihinin bütün önemli dönemeçlerinde oynadığı (ya da oynamadığı) kritik rolleriyle, senelerdir iktidara gelemese de Türkiye’nin en önemli siyasal örgütü hala CHP.


Tarihinin iniş çıkışlarla dolu olduğundan yukarıda bahsetmiştim.


1920’lerde Amerikan, Fransız ve Rus devrimlerinden,


1930’larda falanjizmden,


1940’larda faşizmden etkilenen,


1950’lerde iktidarı kaybettikten sonra çok dinamik bir muhalefet çizgisine çekilen,


1960’ların özgürlükçü anayasal ortamında “ortanın soluna” kaymaya başlayan,


1970’lerin toplumsal muhalefetinin etkisiyle Avrupa sosyal demokrasisine yaklaşan,


12 Eylül 1980 askeri darbesi sürecinde kapatıldıktan sonra genel başkanının popülist-milliyetçi sol çizgideki DSP’si ile örgütünün neo-liberalizmin etkisiyle merkeze kayan Avrupa tipi sosyal demokrasisinden etkilenen SHP’si arasında kendisine yol arayan,


1992’de yeniden açıldıktan sonra önce SHP’yi,


2002 yılında da büyük bir krizle iktidardan düşen DSP’yi kendi bünyesinde toplayan,


2000’lerin AKP  tek parti iktidarı döneminde ideolojik rotasını kaybederek kendisine yol arayan ve -25 oy bandına sıkışan CHP yeniden bir yol ayrımında.


Öncelikle CHP’nin 2002 ile 2018 arasında yaşanan üç önemli gelişmeye bağlı olarak sıkışıp kaldığı oy tabanının sosyolojik/iktisadi özelliklerini ve CHP’ye oy verme motivasyonunu tanımlamak gerekiyor:


1) Değişen sosyo-ekonomik yapı:


CHP’nin 1950 yılından sonra yapılan çok partili seçimlerdeki ilk on yıl boyunca oyları @’lar civarında seyretti. 1960’larda 0’lara gerileyen oyları 1970’lerdeki toplumsal canlılık döneminde yeniden 0’un üzerine yükseldi ve 1977 genel seçimlerindeki A.39’a kadar tırmandıktan sonra 1983 yılından sonra yeniden 0’lara geriledi. CHP geleneğini temsil eden HP 1983 seçimlerinde 0.46, 1983 ve 1987 seçimlerinde SHP/DSP sırasıyla  3.27 ve 1.50, 1995 ve 1999 seçimlerinde DSP/CHP sırasıyla %.35 ve 0.90 toplam oy aldı. 2002 ve sonrasında yapılan seçimlerde oyların büyük yüzdesini alan CHP ve çok küçük yüzdesini alan DSP toplamı -25 bandına geriledi.


[image error]


1950’lerle 1960’lar arasındaki dönemde Türkiye nüfusunun yaklaşık p’i kırsal alanda, 0’u kentsel alanda yaşıyordu. Bu oran 1970’lerden itibaren hızla birbirine yaklaşmaya başladı ve 1980’lerin ortalarında eşitlendi. 2000’lerin başında kentsel alan nüfusu `, kırsal alan nüfusu @ idi. Günümüzde kentsel alan nüfusu ’lara yaklaşırken, kırsal alan nüfusu civarına kadar gerilemiş durumda.


CHP, 1970’lerden sonra hızlanan kentlere göç olgusuna, ya da daha teknik bir ifadeyle kentleşmeye cevap verememiş görünüyor. Kırlardan kente göç, CHP oylarını @’lardan önce 0’lara, daha sonra da bugünkü -25 bandına kadar geriletmiş.


1950 ve 1960’larınn dünyasında Demokrat Parti geleneği ağırlıklı olarak kırsal yerleşimlerden oy alsa da, her iki parti de hem kırsal bölgelerden, hem de kentsel bölgelerden oy alabiliyordu. Sonraki 60 senede CHP yavaş yavaş kentli orta sınıfların partisine dönüştü ve Anadolu taşrasından silindi. Sadece Anadolu taşrasından silinmekle de kalmadı, tüm metropol yerleşimlerde ağırlıklı olarak orta ve orta-üst gelir gruplarının partisine dönüştü. Günümüzde CHP’nin oy depoları, İstanbul’da Kadıköy, Bakırköy, Şişli, Beşiktaş, Ankara’da Çankaya, Yenimahalle, İzmir’de Karşıyaka, Konak, Bornova, Bursa’da Nilüfer, Antalya’da Muratpaşa, Konyaaltı gibi ilçelerde yoğunlaşıyor. CHP oyları kent varoşlarına ve Anadolu illerine doğru gittikçe azalıyor ve Türkiye ortalamasının altına düşüyor.


CHP’yi orta ve orta-üst sınıfların partisi yapan dinamikler nelerdir? Bu soruya ilaveten, CHP’nin yoksul kesimlerden oy alamamasının sosyo-ekonomik nedenleri nelerdir?


[image error]


Bu soruya yanıt ararken, yukarıdaki grafik bazı ipuçları verebilir:


Grafiğe göre 1994 yılında en zengin , ortadaki @ ve en yoksul P’nin ulusal gelirden aldıkları paylar sırasıyla a, 1, %8 idi. Sonraki on yılda en zengin ’un toplam gelirden aldığı pay P’ye gerilerken, en yoksul P’nin aldığı pay ’ya kadar tırmandı. Aynı dönemde ortadaki @’ın payı da göreceli olarak arttı. Gelir dağılımının bu şekildeki değişimi, 1994’le 2002 arasında peş peşe yaşanan finansal krizlerle izah edilebilir. Gelirlerinin önemli bir ağırlığı finansal enstrümanlardan elde edilen sermaye gelirlerinden oluşan en zengin ’un gelir kaybına uğraması anlaşılır bir olgu. Peki, en yoksul P’nin geliri neden ve nasıl arttı? Sanırım bu sorunun cevabı kentleşme olgusunda yatıyor; tarım işçiliğinden, kentsel ekonominin hizmet sektörüne yönelen iş gücünün geliri göreceli olarak arttı. Bu artış, özellikle AKP iktidarının ilk yıllarında hızlanmış ve en yoksul P’nin geliri ’den ’ya çıkmış görünüyor. Bunun yanında, Türkiye’nin yerel idari yapısındaki değişimler, büyük şehir sayısının arttırılması ve daha önce “kırsal” kabul edilen yerleşimlerin il yönetimine dahil edilmesi de bu bölgelerde yaşayanların hem gelirlerinde, hem de aldıkları hizmetlerde artış anlamına geliyor. Sonraki on yıl boyunca gelir dağılımındaki kompozisyon fazla değişmemiş, en yoksul P’nin ulusal gelirden aldığı pay -16 bandında sabitlenirken, en zengin ’un payı birkaç puan yükselmiş, ortadaki @’ın payı birkaç puan gerilemiş.


Yaklaşık 15 sene süren bu süreç, toplumun en yoksul P’sinin önemli bir bölümünü sadık AKP seçmeni haline getirirken, ulusal gelirden aldığı pay değişmeyen (hatta 2007’den itibaren birkaç puan azalan) ortadaki @’ı da sadık muhalif seçmen haline getirmiş. Bu dönemde yapılan seçimler, muhalefetin iki büyük partisi olan CHP ve MHP’nin bu toplamda oy alması, büyük kentlerde yaşayan orta sınıfların CHP, küçük kentlerde yaşayan orta sınıfların ise MHP tabanında yoğunlaştığını gösteriyor. Bu dinamik sonraki on yılda da fazla değişmeden 2018’e kadar geliyor.


Son 20 yılda yaşanan bir başka olgu küreselleşme ve neo-liberal kapitalizm. Büyük yığınlar halinde kente göç eden yoksullar, modern anlamda kapitalizmin ücretli emek gücünü oluşturmak yerine, kapitalist ilişkilerin dışında, düzenli geliri olmayan, geçici işlerde ve güvencesiz çalışan kitleleri oluşturuyorlar. Hintli iktisatçı Kalyan Sanyal, Kapitalist Kalkınmayı Yeniden Düşünmek isimli eserinde bu kitleleri “çöldekiler” olarak isimlendiriyor. Bu kitleler, ortodoks Marxist yaklaşımda sermaye tarafından sömürülen ve “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” proleterler olarak tanımlanan insanlar bile değil. Emeklerini pazara çıkartmaya ve sermaye tarafından “sömürülmeye” çoktan razılar, ancak üçüncü dünya kapitalizminin onların emeğine ihtiyacı yok. Bu kesimler, klasik anlamdaki kapitalist ilişkilerin dışında veya çeperinde yaşıyorlar, yaşamlarını sürdürebilmek için hemşehriliğe dayalı geleneksel cemaat ilişkileri içinde ve kapitalizm dışı, ya da yarı-kapitalist ilişkiler içinde yaşamlarını sürdürmeye muhtaçlar. Daha yaşlı olanları küçük meta üretim ve satışı, perakendecilik, taksi şoförlüğü, güvenlik elemanı, gündelik temizlik, kapıcılık gibi işlerle uğraşırlarken, çocukları kentlerdeki hizmet sektöründe, çok düşük ücretlerle geçici işlerde istihdam ediliyorlar.


Son yirmi yılda yaşanan bu değişim, “çöldekileri”, kendilerine en temel hizmetleri ve yardımları sağlayan AKP’nin sadık seçmeni haline getiriyor. Kaba bir tahminle, yaklaşık 20-25 milyon civarında insan, bu ilişkiler içinde, devletten ve belediyelerden yardımlar alıyor. Hemşehri dayanışması ve cemaat kültürü, mahalle camileri, hemşehri dernekleri, muhtarlıklar ve parti il/ilçe örgütleri vasıtasıyla kurulan ilişkiler, modern anlamdaki yurttaşlık, kent paydaşlığı kavramlarını ikame ediyor.


Buna karşılık CHP, teknik becerileri ve eğitimi daha yüksek, ağırlıklı olarak kent merkezlerinde güvenlikli sitelerde oturan, gelirinin önemli bir kısmını eğitime ve kültürel etkinliklere ayıran, gelirinin bir kısmını tasarruf edebilen, çoğu plazalarda ya da kentsel ekonomide istihdam edilen beyaz yakalıların oy verdiği bir parti konumunda. CHP seçmeni kitlelerin hemşehriliğe dayalı cemaat ilişkileri çok zayıf; genellikle ücretli (ve güvenceli) çalışan konumundalar ve doğal olarak da yaşam tarzlarının bir sonucu olarak, modern dünyaya “uygun” bir siyasal program talepleri var.


Daha geleneksel orta sınıfları oluşturanlar ise, ağırlıklı olarak MHP ve MHP’den ayrılanların kurduğu İyiP’in oy tabanını oluşturuyor.


2) Neo-liberal Kapitalizm döneminde kimlik siyaseti:


Kapitalizmin 19. yüzyılın ortalarından 1970’lere kadar devam eden dönemi, üretime dayalı bir büyüme dönemiydi. 18. yüzyılın ortalarında Avrupa’da doğan ve 19. yüzyılda Amerika, Japonya ve Avustralya’ya, 20. yüzyılın başlarında da kapitalizm öncesi ilişkilerin egemen olduğu geri kalmış dünyaya yayılan sanayi kapitalizmi, ciddi bir toplumsal güç olarak ücretli emeği tarih sahnesine çıkartmış, 1917’de Rusya’da gerçekleşen sosyalist devrim, sanayi işçileri arasında yaygınlaşan sol/sosyalist/sosyal demokrat siyasal akımların programlarına -öyle veya böyle- ilham kaynağı olmuştu. Sendikalarda, derneklerde, meslek odalarında ve sol partilerde örgütlü ücretli emek, ülkelerin politik yaşamında ağırlığını hissettirmeye başlamıştı. Buna ilaveten 20. yüzyılın başında ortaya çıkan emperyalizm olgusu, gelişmemiş dünyada anti-emperyalist akımların doğuşuna neden olmuş, ulusal kurtuluşçu hareketlerin Çin, Küba, Vietnam ve bazı Afrika ülkelerinde kazandığı zaferler, kapitalizm/emperyalizm karşıtı siyasal programların geniş kitlelerce benimsenmesine yol açmıştı. 1950-1980 arasındaki dönem, SSCB’nin yüksek prestiji ve Avrupa’da sosyal demokrat/demokratik sol programların başarılı sosyal politikaları sayesinde bütün dünyada sol rüzgarların esmesini sağlamıştı.


Türkiye’de 20. yüzyılın başında anti-emperyalist bir kurtuluş savaşını yürüterek kurulmuş cumhuriyetin kurucu partisinin bu rüzgarlardan etkilenmemesi mümkün değildi. 1930 ve 1940’larda Avrupa’da yükselen falanjizmin ve faşizmin etkisiyle aşırı sağa meyleden CHP, 1970’lere gelindiğinde, dönemin anti-emperyalist, anti-kapitalist rüzgarlarının etkisiyle Avrupa tipi bir sosyal demokrat programı benimsedi. Program değişikliği sayesinde CHP 1976’da sosyalist enternasyonale üye oldu. Ancak 1980’lerde İngiltere’de Thatcherizm, Amerika’da Reaganizm’le beraber yükselişe geçen Yeni Sağ ile dünya yeni bir evreye girdi. Neo-liberalizm olarak isimlendirilen (ve düşünsel kökenleri çok daha geriye giden) bu dönemde kapitalizmin merkez ülkelerinde gerçekleşen iktisadi politika değişimleri, dünyayı sonraki on yılda ulusal kapitalizmden küresel kapitalizme taşıdı. Elektronik/bilişim devriminin de etkisiyle sermaye, ulusal sınırların dışına yöneldi. 20. yüzyılın başındaki emperyalizm olgusundan farklı olarak, çok uluslu şirketler kuruldu. Bu şirketler Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle beraber açılan geniş pazarlar sayesinde dünyanın her tarafına sermaye ihraç etmeye başladılar. 2000’lerde sermaye ihraçları, doğrudan yatırımdan spekülatif portföy yatırımlarına kaymaya başladı. Böylece dünyada üretim yoğunluğu kapitalizmin merkezlerinden Asya ağırlıklı olarak gelişmemiş dünyaya, spekülatif portföy yatırımları ise, finansallaşmaya bağlı olarak dünyanın her yanına yayıldı. Hizmet sektörü, başta finans sektörü, perakende tüketim ve turizm olmak üzere, sermayenin yöneldiği başat sektörlere dönüştü. Bu dönemde sanayide yoğunlaşmış ücretli emek önemini ve toplumsal gücünü önemli ölçüde yitirdi. 20. yüzyılın başında ulusal sermayelerin tröstleşmesi ve devlet aygıtlarının devasa birer savaş makinesine dönüşmesi ile ortaya çıkan emperyalizm ise yavaş yavaş gündemden düştü.


Yukarıda anlatılan sürecin bir sonucu olarak, sınıf savaşlarına, ücretli emeğin sendikal mücadelesine, bağımsızlıkçı anti-emperyalist programlara ve refah devleti taleplerine yönelik sol/sosyal demokrat/sosyalist programlar da gözden düşmeye başladı. Boşluğu kimlik siyaseti doldurdu. 20. yüzyılın önemli bir bölümünde önemini yitiren etnisiteye, dinsel kimliğe, cinsiyete ve cinsel tercihlere dayalı alt-kimlikler, siyasal programların ve siyasal örgütlenmelerin temel unsurları oldu.


Bu süreçte, Türkiye’de etnik ve dinsel kimlikler, seçmenlerin önemli bir yüzdesi için temel oy kriterlerine dönüştü. CHP bu dönemde hızla Kürt ve Sünni-İslam kimliğinin baskın olduğu coğrafyadan silindi. Kimlik vurgusu güçlü toplumsal gruplardan sadece Aleviler’den oy alabilen CHP, Alevi nüfusun yoğun olduğu kentler hariç, Orta ve Doğu Anadolu’da üçüncü, yer yer dördüncü parti durumuna düştü ve milletvekili çıkartamaz oldu.


Sendikaların, derneklerin, meslek örgütlerinin de hızla küçülmesi ve etkisizleşmesi sonucu CHP, oy tabanında örgütlü olan Alevilerin yerel örgütlerde biraz daha güçlü olduğu bir partiye dönüştü.


3) Yaşam Tarzı


Yukarıda anlatılan süreçlere ilaveten, 1990’ların başlarından itibaren yaşam tarzı kaygıları arttı. Türkiye’de seküler yaşamın pek çok unsuru, hızla ortadan kalkmaya başladı: Meyhaneler, içkili lokantalar, iskambil oyunları, tavla ve satranç oynanan kahvehaneler, mizah dergileri, seküler yaşamı ve seküler ilişkileri anlatan sinema filmleri, televizyonda eğlence programları, diziler, halk konserleri, tiyatrolar, plajlar, kadın günleri, caz orkestralarının çaldığı düğünler, tekel bayileri, kamu kurumlarının dinlenme tesisleri, “balkon kültürü” ve daha  pek çok şey ortadan kalktıkça, seküler toplumsal yaşayış da dinselleşti, muhafazakarlaştı. Üniversitelerin, gençlik örgütlerinin, gazete ve dergi yayıncılığının toplumla bağları koptu. Politik mizah tamamen ortadan kalktı.


Bu süreç, özellikle seküler yaşamı benimsemiş orta gelir gruplarında ve toplam nüfus içinde azınlık konumundaki Alevilerde ve gayrı-müslimlerde yaşam tarzı kaygılarının ortaya çıkmasına neden oldu. Bu kaygı ve korkular, kendilerini farklı siyasal pozisyonlarda ifade eden geniş kesimleri CHP oy tabanında topladı.


2018 yılına geldiğimizde, % civarında bir oy  potansiyeline hapsolmuş görünen CHP, birbirinden çok farklı dünya görüşlerine, gelir gruplarına ve sınıfsal ilişkilere sahip insanların oy verdiği bir parti konumunda. Oy tabanında sosyal demokratlar, sağ ve sol cumhuriyetçiler, laikler, sosyalistler, Atatürk milliyetçileri, liberaller, yoksul Aleviler, kentli orta sınıf Kürtler, zengin iş insanları ve seküler dindarlar olan bir parti CHP. Parti örgütleri, yoğun bir şekilde oy aldıkları eğitimli, nitelikli emekçi orta sınıflardan ziyade, Alevilerden ve geleneksel hemşehrilik ilişkisi içinde olan küçük cemaatlerden oluşuyor; çünkü günümüz dünyasında örgütlü olanlar (ve belki de kendilerini haklı olarak tehlikede hissedenler) ağırlıklı olarak onlar. Ilımlı bir sosyal demokrat programı – utangaçça da olsa – savunmasına rağmen en düşük ücretlerle çalışan emekçiler ve kapitalist emek “sömürüsünün” bile içine giremeyen “çöldekiler” CHP’ye oy vermiyorlar. CHP bu kesimlerden oy alabilmek için söylemini sağa çekiyor, partinin en yüksek pozisyonlarındaki figürlerin ağzından muhafazakar bir dille konuşuyor, parti temsilcilerinin dinsel ritüellerini abartılı bir şekilde sergiliyor, ancak bu kesimlerden en ufak bir şekilde rağbet görmüyor.


2018 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Muharrem İnce, CHP’nin mevcut konjonktürde ulaşabileceği en geniş sınırlara ulaştı; 0,64 oy aldı ve muhtemelen de -13 civarında seçmenin ikinci tercihi konumundaydı. Bu anlamda Muharrem İnce’nin yakın dönem CHP söyleminden farklı vurguları CHP’yi mevcut konjonktürde ulaşabileceği maksimum seçmene yaklaştırdı. Buna rağmen CHP gene de toplumun yarısından fazlasına ulaşamıyor. Ulaşamama nedenleri yukarıda sıralandı.


Diğer taraftan ne kadar eleştirilse de, mevcut CHP yönetimi, birbirinden çok farklı siyasal görüşlere sahip kesimlerin bir koalisyonu durumunda ve bu koalisyon dağılırsa, CHP bir tüzük ve program değişimine gitse bile, mevcut oy seviyelerinin de altına gerileyebilir.


Peki, bu sıkışmışlık içinde CHP (çok güçlü bir alternatifi çıkana kadar) Türkiye aydınlanmasının ana damarı olarak neler yapabilir ve toplumsal tabanını nasıl genişletebilir?


Durum Tespiti ve Öneriler:


Yukarıda uzun uzadıya anlatılan küresel ve yerel konjonktür hızla sürdürülemezlik durumuna yaklaşıyor. Dünya büyük bir borç krizinin ve tarihsel ölçekli bir sermaye yıkımının eşiğinde. Bunun Türkiye’ye de kaçınılmaz etkileri olacak. Bunun yanı sıra, iklim değişimine bağlı çevresel çöküş ve özellikle kol emeğini birkaç on sene içinde önemli ölçüde ortadan kaldıracak bir üretim/tüketim paradigma değişimi de hemen kapıda. Bütün bu krizler CHP’nin bugün yaslandığı oy tabanının orta gelirden yoksullara yaklaşmasına yol açacak. Başka bir anlatımla CHP’nin bugün seslendiği oy tabanı daha da küçülecek. Beyin göçü ve sermaye kaçışları, bu süreci halihazırda beklenenden de önceye çekmiş görünüyor.


Bu koşullarda CHP, ekonomik söylemini, 1990’ların merkez sağ söyleminden farklı olarak toplumun geniş kesimlerine hitap edecek şekilde değiştirmek ve kitlelere daha iyi bir gelecek umudu vermek zorunda. Bu umudu sadece söylem değiştirerek de veremez; “çöle” çıkmak ve “çöldekilerin” temsilini sağlamak zorunda. Muharrem İnce’nin seçim kampanyasında sıkça vurguladığı nanoteknoloji, endüstri 4.0, akıllı teknolojiler, genetik devrimi gibi başlıklar, mevcut paradigma içinde “çöldekiler” için bir umut değil, tehdit. Çünkü mevcut beceri düzeyleri, eğitimleri ve dünya kültüründen izole yaşam biçimleriyle dünyaya gelmekte olan değişim, “çöldekileri” bir daha çıkamayacakları biçimde “çöle” hapsedecek. Bugün emek piyasasında satamadıkları emeklerini, gelecekte hiç satamayacaklar; çünkü piyasanın onların emeğine hiç ihtiyacı kalmayacak. Miting meydanlarını dolduranların çılgınca alkışladıkları fütüristik teknolojiler sadece bu nedenle bile en yoksul P’ye bir anlam ifade etmiyor.


Dünyada niteliksiz emeğin büyük bir yıkıma uğrama tehdidine karşı pek çok fikir geliştiriliyor; CHP fütüristik fanteziler yerine bu fikirlere kulak vermeli. Teknolojik değişim bir siyasal tercih değil, zaten gerçekleşecek ve Türkiye bu değişimden kaçınılmaz olarak etkilenecek. Sorun bu teknolojilerin Türkiye’de üretilmesi de değil; bu teknolojilerin kimlerin denetiminde olacağı, bu teknolojilerle ilgili mülkiyet ilişkileri ve teknolojilerin toplumsal ya da bireysel yarar yönündeki evrimi çok daha önemli. CHP seçmenlere teknolojiyi ülkeye “getirme” sözü vermek yerine, teknolojik değişimin toplumsal etkilerine ve paylaşım dinamiklerine odaklanmak zorunda.


Bu bağlamda temel yurttaşlık geliri, emek piyasasının çok güçlü bir sosyal devlet politikasıyla denetim altına alınması ve emeğin bir meta olmaktan çıkartılması, kamusal hizmetlerin genişletilmesi, çalışma saatlerinin azaltılması, kamu hizmetlerinin ucuzlatılması, daha ileri giderek temel hizmetlerin bedava hale getirilmesi, sosyal güvenlik sisteminin çalışanlar (ve çalışamayanlar) lehine desteklenmesi, kademeli vergilerle en zenginlerin sermaye gelirlerinin azaltılması, fırsat eşitliğini sağlamak üzere her türlü önlemin alınması ve emeğin niteliğini arttırmaya yönelik önlemler bu fikirlerden bazıları.


Ancak bu fikirleri programa yazmak da yetmez; CHP bu fikirleri parti bürokratları kanalıyla değil, bilfiil “çöldekiler” ve ileride “çöle” mahkum olması muhtemel gençler ve kadınlar vasıtasıyla savunmak ve anlatmak zorunda.


Yaşam tarzı kaygılarını muhakkak önemsemeli ve seküler yaşam unsurlarının yeniden canlanması için elindeki bütün politik araçları kullanmalı. Bunun için yazarları, sanatçıları, akademisyenleri, yerel önderleri, kadınları ve gençleri öne çıkartmalı,  liderin konuştuğu, kitlelerin dinlediği geleneksel mitingler yerine, seküler yaşam unsurlarının kuvvetli bir şekilde vurgulandığı daha küçük toplantı ve etkinlikler düzenlemeli. Yerel yönetimleri, alternatif yaşam ve yönetim modellerinin fiilen uygulandığı belediyecilik anlayışıyla yürütmeli. İnterneti, sosyal medyayı, elektronik yayıncılığı desteklemeli, geleneksel siyasal iletişim yöntemleri yerine, interaktif yöntemleri kullanmalı. “Çöldekileri”, içine hapsoldukları kültürel çölden kurtaracak etkin ve etkili programlar uygulamalı.


İnsanlığın 21. yüzyılda karşılaşacağı sorunların yerel çözümleri olmadığı gerçeğinden hareketle uluslararası dayanışmayı güçlendirmeli, entelektüel arayışları yerel ve ulusalla sınırlamamalı.


Parti yapılanmasını, programını, kadrolarını ve iletişim kanallarını doğrudan demokrasi anlayışına uygun olarak yeniden oluşturmalı.


Peki, CHP bunları yapabilir mi? Mevcut görüntüsü ve muhafazakar, statükocu kadrolarıyla ne kadar zor görünse de, CHP’nin kökeninde müdafaa-i hukuk cemiyetleri ve cumhuriyetçi, aydınlanmacı, seküler, devrimci damar var. Tabanı çok canlı ve motivasyonu yüksek. Toplumun en eğitimli, idealist ve dünyaya açık kesimlerinden oy alıyor. Geriye sadece altı oktan devrimcilik okunu hatırlamak ve bu oka sıkı sıkıya sarılmak kalıyor. CHP sadece kendisini değiştirmekle kalmamalı, toplumu da değiştirecek iradeyi yaratmalı. CHP için devrimci köklerine dönüş, bir seçenek değil, tarihsel bir zorunluluktur.


CHP bu iradeyi yaratamazsa, 21. yüzyılın değişen koşullarında önce küçülecek, daha sonra yok olacak. Doğa boşluk kaldırmaz; 200 yıllık aydınlanma geleneği olan Türkiye muhakkak CHP’nin alternatifini yaratacaktır.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 29, 2018 00:07

March 25, 2018

Neo-İnsan Çağına Geçiş: 2018 ve Sonrası

24 Aralık 2017 gününden başlayarak 2 Ocak 2018’e kadar bir hafta boyunca twitter hesabımdan paylaştığım 2018 ve sonrasına dair tahminlerim:



1) Mutlak ve değişmez olan hiçbir şey yoktur. Evrende her şey kendi karşıtını da içerir. Değişim ve gelişme karşıtların çatışmasından doğar. Özellikle yaşadığımız çağ, karşıtların çatışmasının zirveye çıktığı bir dönem, bu nedenle tarihsel ölçekli değişimler yaşıyoruz.


— Tuncer Şengöz (@TuncerSengoz) 25 Aralık 2017


Sosyal trendler, politik gelişmeler, finansal piyasalarla ilgili tahminler yapacağım, ancak bu tahminlerin “kehanet” gibi algılanmaması için bu tahminleri yaparken kullandığım yöntemlerden de bahsetmek isterim:


1) Mutlak ve değişmez olan hiçbir şey yoktur. Evrende her şey kendi karşıtını da içerir. Değişim ve gelişme karşıtların çatışmasından doğar. Özellikle yaşadığımız çağ, karşıtların çatışmasının zirveye çıktığı bir dönem; bu nedenle tarihsel ölçekli değişimler yaşıyoruz.


2) Elliott Dalga Prensibi ve sosyonomi, tüm sosyal ve finansal trendlerin bir rastgelelik içinde değil, karmaşık sistemler oluşturarak, ancak düzenli trendler halinde ve belli kalıpları izleyerek ilerlediği temel anlayışına dayalıdır. Tahmin yöntemim budur.


3) Tahminlerimi belli bir ruh hali ifade eden sözcüklerle tanımlamam; bunlar belli bir duygusal algıyı ve birbiriyle çatışan zıtların sadece bir tarafını ifade ederler: İyimserlik, kötümserlik, umut, korku sözcükleri trendin baskın karakterini vurguluyor olabilirler, ancak tahmin değeri taşımazlar.


Bu nedenle 2018 için “iyimserim, kötümserim, umutluyum, umutsuzum, korkuyorum, ürkütücü, heyecan verici” gibi sözcükler kullanmayacağım. Tahminlerimi değerlendirirken okuyucunun da bu algıya teslim olmamasını tavsiye ederim.


Akışa başlamadan önce bir de uyarı: Sizi yerinizden hoplatacak çok muazzam tahminler yapmayacağım, sadece bugüne kadar ilerleyen trendlerin önümüzdeki bir sene boyunca bizi nerelere götürebileceği ile ilgili değerlendirmeler yapacağım. Okurken beklentinizi düşük tutun lütfen.


2018 ve sonrasına yönelik doğru tahminler yapabilmek için dünyada (özellikle) 1980’den beri ilerleyen üç trendin çok iyi anlaşılması gerekiyor; çünkü bu trendler günümüzde patlama haline dönüşen pek çok olgunun da temel nedeni. Sırasıyla inceleyelim, sonra tahminlerde bulunacağım.


i) Ülke bazında baktığımızda, güçlü sosyal devletlere sahip kuzey Avrupa ülkeleri (kısmen) hariç olmak üzere, bütün dünyada en zengin ’un varlıkları ve gelirleri gitgide artan bir hızla büyüyor, en yoksul P’nin varlık ve gelirleri ise gene artan bir hızla azalıyor. Bu trend 1987, 1997, 2002-03 ve 2007-08 kriz dönemlerinde kısa molalar verdikten sonra, özellikle son bir kaç senedir bir patlama halinde, ülkeler içindeki eşitsizliği olağanüstü boyutlara taşıdı. Günümüzde bütün sosyal, ekonomik, finansal trendler bu zemine göre şekilleniyor. Ancak ülkeler içindeki eşitsizlikler hızla artarken, coğrafyalar arasındaki eşitsizlik (Afrika ve Orta Doğu hariç) ortadan kalkıyor. 1980’lerin yoksul Asya’sı, sermaye ihraç eden zengin bir kıtaya dönüşüyor, Latin Amerika toparlanıyor. Dünya coğrafi olarak eşitleniyor.


Sayısal bir örnek, yukarıda anlatılanı somutlaştıracaktır: 1990 yılında kişi başı milli gelir Çin’de 318$, Birleşik Krallık, ABD, Kanada’da 19,900-23,000$ düzeyindeydi. 2016’da Çin’de 8,123$ seviyesine ulaştı. BK ve Kanada’da 40,000$, ABD’de ise 57,500$ seviyesine ulaştı. Başka bir deyişle Birleşik Krallık, Kanada ve ABD’de kişi başı milli gelir, 1990 yılında Çin’e göre 62 kat daha fazlayken, bugün Birleşik Krallık ve Kanada’da (yaklaşık) 5 kat, ABD’de 7 kat daha fazla. Benzer eğilim, diğer Asya ülkelerinde de geçerli. Asya zengin dünyaya hızla yaklaşıyor.


Dünyada eşitliğe doğru bir başka gelişme, cinsiyetler ve renkler arasında: 50 yıl önce ABD’de erkeklerin 1$ aldığı bir iş karşılığında kadınlara 0.64$ ödeniyordu. Bugün 0.85$ ödeniyor. (25-35 yaş kuşağında 0.90$) Avrupa’da erkek ve kadın ücretleri hemen hemen eşitlendi.


Bir başka önemli eğilim, kadınların siyasal temsilinde; Avrupa, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’da kadınların siyasal temsili 50 sene önceki -15’lerden en az 0’a, bazı ülkelerde @-45’e kadar ulaşmış durumda. Artık “ideal” kabineler P-50 kadın-erkek dağılımı ile oluşturuluyor. Almanya, Birleşik Krallık başbakanları, FED, IMF başkanları kadın. ABD’de ilk defa bir kadın başkanlığa çok yaklaştı. Pek çok Avrupa ülkesinde, Avustralya ve Yeni Zelanda’da kadın başbakan artık sıradan bir olgu.


50 yıl önce ABD’de hala renkler arasında ciddi hukuksal (ve daha önemlisi toplumsal hafızada) ciddi ayrılımcılık söz konusu idi. Güney Afrika’da ırk ayrımına dayalı bir sistem vardı. Dünyanın pek çok coğrafyasında ırkçılık sıradan bir hukuki durumu ifade ediyordu. Günümüzde ırkçılık en hafif tabiriyle AYIP, daha doğru bir ifade ile bir İNSANLIK SUÇU kabul ediliyor. Örfi ve hukuki olarak buraya geldik, çok önemlidir, ancak ücretler ve gelirler anlamında renk ayrımcılığı ve uçurumlar hala devam ediyor.


Eşitlik konusunda en önemli sorun, küresel olarak ’un, daha dikkatli bir bakışla %1’in, hatta %0.1’in varlık ve gelirlerindeki olağanüstü artış. Başka bir deyişle, dünyada varlığı ve geliri 1980’den sonra “patlayan” kesim bu ultra zengin %0.01.


[image error]


Özetle, 1980’den beri yeryüzünde 1) coğrafi eşitsizlik, 2) cinsiyet eşitsizliği, 3) renge dayalı eşitsizlik hem sosyal, hem hukuki, hem de siyasal olarak ortadan kalkıyor, gelir eşitsizliği devam etmekle beraber azalıyor, buna karşılık çok küçük bir kesim olağanüstü zenginleşiyor.


Yukarıdaki uzun değerlendirme, birkaç şeyin doğru anlaşılması ve doğru tahminler yapılması bakımından önemli: Günümüzde sorun, coğrafyalar, uluslar, toplumlar, renkler, dinler, cinsiyetler arasında değil. Dolayısıyla bu çelişkilere dayalı siyasal programlar demode ve geçersiz. Dünyada bugünkü (neredeyse) tüm sorunların özünde 80’den beri elde ettikleri ayrıcalıklara ve (hayali) servetlere yapışmış bu ultra zengin azınlık var: Eşitsizlik, ekonomik istikrarsızlık, finansal krizler, savaşlar, demokrasilerin çöküşü, iklim değişimi, çevresel yıkım


Yukarıda bu kesimlerin varlıklarının hayali olduğunu özellikle belirttim. Dünyada emekle üretilmiş bu kadar servet yok. Olamaz da… Günümüzde eşitsizliğin temeli, varlıkların çok büyük bir ağırlığının finansal varlıklardan ve şişirilmiş emlak varlıklarından oluşması. Toplumun en yoksul P’si ne finansal varlıklara ne de varlık denebilecek bir emlak stoğuna sahip. Ultra zengin %1 ise finansal varlıkların ve emlak stoğunun çok büyük bir yüzdesini elinde tutuyor. Varlık balonları şiştikçe de uçurum derinleşiyor.


Dünyada hisse senetlerinden, emtiaya, türev araçlardan kripto paralara, sanat eserlerinden (450 milyon $’a satılan Da Vinci tablosunu hatırlayın) devlet tahvillerine balonlaşmış bütün varlıklar, bu (hayali) servetlerin korunma kaygılarından kaynaklanıyor.


Böylece 2018 ve sonrasına yönelik ilk tahminimi yapıyorum: 2018 ilk çeyreği (belki ilk yarısı) balonların daha da şişmesiyle geçtikten sonra, istisnasız tüm balonların DÜNYA REKORU seviyelerde patlayacağını, çoğunun değerinin sonraki 2-3 yılda SIFIRA ineceğini tahmin ediyorum. Hayali servetler buharlaşmaya başladığında, 2007-08’den farklı olarak merkez bankalarının ve hazinelerin elinde atacak kurşun kalmadığı için, yangını piyasa müdahaleleri ile değil, otoriter rejimlerle korumaya çalışacaklar. Bu da, varlık ve gelir uçurumu en derin ülkelerde rejimlerin çok sert ve otoriter tedbirler alacağı ve toplumun en yoksul kesimlerinde sefalet yaşanacağı anlamına geliyor. Orta sınıflar bu ülkelerde hızla ortadan kalkacaktır.


Yukarıdaki değerlendirmeye bağlı ikinci tahminim şudur: Ne 2018’de, ne de 2018’i takip eden yıllarda, (Birinci ve İkinci Dünya Savaşı benzeri) büyük ülkeler arasında bir savaş ihtimali olduğunu düşünmüyorum. Ülkelerin yönetici elitleri arasında çelişki ve çıkar çatışması olmadığı gibi, halklarını düşmanlığa sevk edecek milliyetçilik gibi ideolojilerin de toplumlarda bir karşılığı yok. Bunun tek istisnası Çin olabilir. Ancak Çin’in de görünür gelecekte savaştan kaçınacağını tahmin ediyorum. Bölgesel savaşların da yaygınlaşmayacağını tahmin ediyorum. Bildiğimiz anlamda konvansiyonel savaşlar uzunca bir zamandır dünyanın sadece en geri kalmış coğrafyalarına özgü bir çatışma biçimi ve sanırım görünür gelecekte de böyle olmaya devam edecek. Yeryüzünde asıl çelişki ve çıkar çatışması, yeryüzündeki varlıkları elinde tutan süper zenginlerle, hiçbir varlığa sahip olayan yoksullar ve önümüzdeki yıllarda yaşanacak derin ekonomik krizlerde yoksullaşacak günümüz orta sınıfları arasında. Dolayısıyla olası (politik, kültürel, askeri) tüm çatışmanın ülkeler arasında değil, küresel ölçekte bu kesimler arasında olacağını tahmin ediyorum. (Bu anlamda çok yoğun ve sert sınıf savaşlarına geri dönülecek bir döneme girdiğimizi düşünüyorum.)


ii) Dünyada uzun zamandır ilerleyen ve 2018 sonrasında çok ciddi etkileri görülecek ikinci önemli trend küresel ısınma ve iklim değişimi. Son bir yüzyılda yeryüzü sıcaklığı yaklaşık 1°C arttı ve bu artış görünür gelecekte de (iniş çıkışlarla) devam edecek.


[image error]


Küresel ısınmanın görünen gelecekte beklenen sonuçları şunları: Okyanus seviyesinde yükselme, seller, kuraklık, orman yangınları, aşırı hava koşulları, altyapıda (giderek artan) hasar, üretimde ve üretkenlikte düşüş, kitlesel göçler, artan güvenlik sorunları, türlerin yok oluşu. Bütün bu sorunların bir de mali tablosu var: Bu mali tablo her sene katlanarak artıyor. Ülkeler küresel ısınmanın maliyetini karşılayabilmek için her sene daha büyük miktarda bütçe ayırmak zorunda kalacak. Bu maliyetler bir yerde karşılanamaz seviyeye gelecek. Asıl soru şu: Ne zaman?


Önceleri küresel ısınmanın çok uzun vadeli bir sorun olduğu düşünülüyordu. Daha sonra bilim çevreleri tehlikenin “beklediklerinden” çok daha yakın olduğu uyarılarını yapmaya başladılar. Daha önceki yıllarda 21. yüzyılın sonlarında gerçekleşeceği tahmin edilen “felaketler” sürekli öne çekiliyor. Bazı ülkeler bu sorunları “geri dönüşümsüz bir şekilde yaşamaya başladı bile.


Türkiye’nin sürekli jeopolitik bağlamda tartışılan Suriye ve göçmenler sorunu, sadece bir “politika” sorunu değil, aynı zamanda küresel ısınmayla ve kuraklıkla da ilintili bir sorun. Önümüzdeki on yıllarda 500 milyon civarında insanın (özellikle de kuraklaşan ve verimsizleşen) Ortadoğu’dan daha ılıman kuzeye doğru göç edeceği tahmin ediliyor. Avrupa bütün gücüyle buna önlem almaya çalışırken, Türkiye göç istilasına en hazırlıksız yakalanan ülkelerden biri. Türkiye’nin diğer hatası, gelecekte en önemli zenginlik kabul edilecek doğal varlıklarını, yukarıda anlattığım ultra zengin azınlığın sermaye biriktirme hırslarına kurban ediyor olması. Orman tahribatı, deniz dolgusu, betonlaşma ve inşaata dayalı büyüme intihar demek.


İnsanlığın küresel ısınma ile baş edebilmesi için sorunlara dar milliyetçi, bakıştan, “ulusal çıkar” sığlığından, %1’in servet biriktirme ve saklama hırslarından arınarak yaklaşması gerekiyor. Uluslararası bir dayanışma gerekiyor ve çok yetersiz olmasına rağmen Paris Anlaşması bir umut idi. Küresel ısınmaya en büyük katkıda bulunan ABD’de, Obama döneminde tüm eyaletler, 2020’de yürürlüğe girecek Paris antlaşmasına uygun şekilde yapılanmaya davet edilmişti. Buna bazı cumhuriyetçi eyaletler direnç göstermiş ve itiraz etmişti.


Geçen sene başkan seçilen Donald Trump, ABD’yi Paris antlaşmasından çekeceğini duyurdu. Trump yönetimi ve cumhuriyetçilerin çoğu küresel ısınmanın insan katkısı nedeniyle ortaya çıktığına “inanmıyor”, bunun zamanla tersine dönecek bir doğal gelişme olduğunu düşünüyor. Paris Anlaşmasının 28. maddesine göre bir ülke üç seneden önce antlaşmadan çekilme hakkına sahip değil. Buna göre ABD resmi çekilme başvurusunu 2019’da yapabilir ve ancak 2020’de antlaşmadan çekilebilir.


Bazı bilim insanlarına göre kürsel ısınmada geri dönüş noktası çoktan geçildi; yani bundan sonra insanlık ne yapsa nafile. Bu kadar karamsar olmayan diğer bazılarına göre acil önlem alınırsa felaketin boyutları küçültülebilir.


Öyle veya böyle… Petrol kapitalizmi insanlığa çok büyük zarar vererek tarih sahnesinden çekilecek, kendisiyle beraber insanlığı da yok oluşa götürecek mi? Asıl soru bu. 2018-2024 arasındaki dönem, insanlığın ilerlediği rotayı belirleyecek çok önemli bir zaman kesiti olacak.


[image error]Küresel ısınma grafiğine tekrar bakarak 2018’le ilgili bir tahminde bulunabilir miyiz acaba? 20. yüzyılın başında 1920’lerden 1940’ların başına kadar bir sıcaklık artışı görüyoruz. (Yaklaşık 20 sene), sonraki 20 senede de (1940’ların başı-1960’ların başı) sıcaklık azalması.


Bu dönemdeki artış yaklaşık 0.5°C, azalış yaklaşık 0.3°C. 1960’ların başından itibaren açısı dikleşmiş bir yükseliş başlıyor. Bu yükseliş yaklaşık 0.8°C’lik bir artışla gerçekleşmiş ve 55 senedir devam ediyor.


0.5°C / 0.3°C / 0.8°C 20-21 sene 20-21 sene / 55 sene… Şu ana kadarki görüntü TİPİK bir Elliott dalgası örüntüsü ile ilerlemiyor mu? Eğer öyleyse, Paris Anlaşması tam da üçüncü dalganın zirvesinde gerçekleşmiş bir tarihi olay gibi görünüyor.


Bu durumda ne beklemeliyiz? Yeryüzünde ortalama sıcaklıkların yaklaşık 20 sene süren bir duraklaması; küresel ısınmaya neden olan sektörlerde durgunluk, petrol temelli yakıtlardan yenilenebilir, “doğa dostu” enerjiye geçiş, belki de sanayide, enerji kullanımında durgunluk. Küresel ısınma, insan etkinliğinin bir sonucu olduğu için Elliott kalıpları izlemeli. Tahminim şudur: Küresel sıcaklık 2016 yılında 21. yy ilk yarısı için en yüksek seviyeye ulaşmış olabilir. 2018’den başlayarak 2030’ların sonuna, belki de 2050’ye kadar sürecek bir döneme giriyoruz. 2018’den itibaren enerji kullanımında, sanayi altyapısında, gündelik yaşayışta radikal değişimler başlayacak. Bu dönem bittiğinde yeryüzünde petrol temelli yakıt kullanan araç kalmayacağını tahmin ediyorum. (Bence insanlık kendi sonunu getirecek kadar akılsız değil)


2018 tahminlerime şöyle de bir sansasyonel tahmin ekleyeyim: Doğa, önümüzdeki bir iki sene içinde insanlığa “reddedemeyeceği bir teklif” yapabilir; yani küresel ısınmanın sonucu bir doğal afet, insanlığı daha radikal kararlar almaya ikna edebilir.


iii) Uzunca bir zamandır dünyayı etkisi altına alan üçüncü trend “makine çağı”. Tarım Devrimi ile insan, hayvan ve makine birleşmiş, insanın doğayı yeniden üretme dönemi başlamıştı. 18. yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimi bu üçlüden hayvanı çıkarttı, geriye insan ve makine kaldı. 20. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve yüzyıl bitmeden yaygınlaşan elektronik devrimi, doğanın yeniden üretiminde insan emeğini de boşa çıkartıyor. Doğanın yeniden üretiminin tamamen makinelere devredileceği bir dünya artık bilim kurgunun değil, iş dünyasının konusu.


İnsan toplumlarının yaşayışını değiştiren bütün devrimler spekülasyonun geniş alanı içinde başlar, pek çok deneme-yanılma sürecinden sonra kendisine sağlam bir zemin bulur. Toplumların yaşayış ve kültürü de bu deneme yanılma süreçlerinde yoğun çatışma ve devinimle oluşur.


2018 yılını – diyelim ki -1988 yılı ile karşılaştırırsanız, dünyanın sadece bir neslin yaşam süresi içinde ne kadar dramatik bir şekilde değiştiğini görürsünüz. Günümüzde bütün üretken ve kazançlı sektörler, klasik üretim/tüketim/çalışma/iş modellerinin dışında oluşuyor.


Bu trend özellikle son birkaç yılda iyice hızlandı. Otelleri olmayan AirBnB, booking-com, taksileri olmayan Uber, kitapçıları olmayan Amazon, stüdyoları olmayan Netflix, temsilcilikleri, plaza ofisleri olmayan Facebook, Twitter, mağazaları olmayan AliBaba. 21. yüzyılın şirketleri: Minimum sayıda insan çalıştırırken, en geniş coğrafi alanda faaliyette bulunan ve olağanüstü boyutta cirolara ulaşan bu şirketler 21. yüzyılın şirket modellerini de oluşturuyorlar. Bunun yanında verdikleri hizmetleri ve sattıkları ürünleri piyasa koşullarına göre ucuzlatıyorlar. En dramatik örneklerden biri Spotify. Bugün herhangi bir mağazadan bir müzik CD’si satın aldığınız fiyata toplam beş kişi aylık aile paketi satın alabiliyor, Spotify kataloğunda yer alan bütün müziklere erişebiliyorsunuz. Bu “bütün” neredeyse bütün albümleri kapsıyor.


Ve bu şirketlerin tamamı yeni üretim/tüketim/dağıtım modellerinin, yeni çalışma ve iş kültürünün öncüleri. Son 3-5 yılda filizlenen bu iş alanları, önümüzde 5-10 senede patlayacak bir kasırganın sadece öncüleri. 2018-2024 arası benzer modellerle iş yapan binlerce firma doğacak. 18. yüzyılda Watt makinesi ile başlayan sanayi devrimi, verimsiz hayvan emeğini boşa çıkartmış, yeni bir devir başlatmıştı. Yapay Zeka da, günümüzün verimsiz insan emeğini boşa çıkartıyor ve yeni bir devir başlatıyor.


Ancak bu sürecin sosyal ve kültürel bazı şoklara yol açmaması mümkün değil. Gelişmiş dünyada Trump, Brexit, ırkçı/milliyetçi partilerin (marjinal) yükselişi, gelişmemiş dünyada otoriterlik eğilimlerinin artması bu şoklardan sadece bir kısmı. Yeryüzünde hizmet sektöründe çalışan, kendi bedeni ve ilkel makineler dışında hiçbir alet kullanamayan, düzenli gelire, iş güvencesine sahip olmayan, sınıf bilinci taşımayan ve örgütsüz bu yığınlar, yeryüzünde demokrasilere ve 20. yüzyıl kazanımlarına yönelik en büyük tehdit. 2018-2024 döneminde eski toplumdan yeni topluma geçişin pek çok sancısını yaşayacağız. Bir tarafta görkemli ve göz alıcı teknolojilerin, iş alanlarının, yeni iş modellerine göre örgütlenmiş şirketlerin patlamasını, diğer tarafta daha da yozlaşmış kitlelerin sefaletini göreceğiz. Önümüzdeki 5-6 sene içinde yaşanacak bu kaos, 21. yüzyılın ikinci çeyreğinde büyük bir (sosyal ve siyasal) devrimler çağının başlamasına yol açacak: Yeryüzündeki yaşayışı, insan uygarlığının kültürünü kökünden değiştirecek bir BIG BANG.


Türkiye’de neler olur konusundaki tahminlerime geçmeden önce “spor toto” kıvamındaki tahminlerimi sıralayayım (En iddiasız alanım bu) :


-2018 Şampiyonlar ligi: Barcelona


-Türkiye süper lig: Başakşehir (Gönül Beşiktaş ister ama zor)


-Eurolig basketbol: CSKA


-Eurocup basketbol: Darüşşafaka


-Türkiye basketbol süperligi: Fenerbahçe Ülker (Gönül Beşiktaş Sompo Japan ister)


– Dünya kupası futbol: Fransa (sürpriz İngiltere)


2018’de (tarihin garip bir cilvesi) demokrasi karnesi en kötü ülkelerde başkanlık seçimleri var: Rusya, Mısır, Azerbaycan, Venezuela, Gürcistan. Hepsinde iktidar koltuğunda oturan başkanlar “halkın yoğun teveccühü” ile rekor seviyede oy alır ve seçilirler. (Aksi sürpriz olur)


Sandığın, demokrasinin, oy vermenin bir anlam ifade ettiği diğer ülkelerden üçünde genel seçim var:


1) İtalya (Berlusconi yeniden yeşil sahalara çıkıyor. Bence bit pazarına nur yağmaz) Yarış merkez sol koalisyonla Beş Yıldız arasında geçer.


2) İsveç: Sosyal demokratlar açık ara farkla rahat bir seçim zaferi kazanır. Aşırı sağ yükselmez, İskandinav sosyal demokrasisi bu seçimden de sorunsuz çıkar.


3) Brezilya: Çok çekişmeli ve gerilimli bir seçim olacağını tahmin ediyorum. Lula engellenmez ve seçime girerse kazanır.


4) İngiltere: Mayıs ayında ağırlıklı olarak Labour’ın güçlü olduğu bölgelerde yerel seçimler yapılacak. Eğer bu seçimden Labour güçlenerek çıkarsa (ben ezici bir üstünlükle çıkacağını tahmin ediyorum) İngiltere’de politik ortam çok ısınabilir.


Bir başka tahminim şu: 2018’in ikinci yarısında, ya da 2019’un başlarında Birleşik Krallık’ta Brexit’in yeniden oylanması gündeme gelebilir. Benzer şekilde Trump’ın normal süresini tamamlayamayacağını tahmin ediyorum. 2019’a kalabilir.


Katalanya’da ve Irak Kürdistan’ında ayrılma kararı çıkan referandumlar fiyasko ile sonuçlanmıştı. İskoçya’da eğilim hızla BK içinde kalmaya döndü. Bunda Labour’ın yeniden güçlenmesinin de payı olduğunu düşünüyorum.


Finansal piyasalarda:


1) Kripto paralarda tarihi ölçeklerde çöküş olur


2) Borsalar sene içinde gördükleri zirvelerden sene içinde en az -25 ölçeğinde geriler


3) Yılın ilk çeyreğinden sonra $ güçlenir, € ve £ zayıflar


4) Mal piyasalarında yeni bir düşüş dalgası gelir.


Bunların dışında 2018 yılında:


– Dünya dışı akıllı bir uygarlıkla temas kurulmaz


– Dünyaya asteroid çarpmaz


– 7.0 richter ölçeğinin üzerinde en az 3 deprem olur


– Leonardo DiCaprio kesinlikle Oscar ödülü almaz


– Cem Yılmaz’ın yeni filmi gişe yapmaz.


– Roger Waters yeni bir The Wall turnesine çıkmaz


– Iron Maiden ve Metallica yeni albümler çıkartırlar


– Asya’da yeni bir pop-moda uç verir (ne olduğunu kestiremiyorum) ve bu moda bütün dünyaya salgın biçiminde yayılır.


– Birleşik Krallık’ta Charles nihayet kral olur.


Son ve en iddialı tahminim şu: – Yılbaşı büyük ikramiyesi bana çıkmaz (bu twiti şu anda okumakta olanlardan birine de çıkmaz)


Türkiye’yle ilgili tahminlere geçmeden önce var olan durumun bir fotoğrafını çekmek gerekiyor. İlki demografik fotoğraf: (Nüfus piramidi üzerindeki isimlendirmeler bana ait)


[image error]


Türkiye’nin nüfus piramidi, Cumhuriyet kuşağının artık yavaş yavaş tarihten silinmekte olduğunu gösteriyor: Atatürk’ü, devrimlerin coşkusunu, sıfırdan ülke kurma heyecanını, çok okumayı, çok çalışmayı, “medeni dünya” ile müsavi olma mücadelesi vermeyi erdem belleyenler gidiyor. Nüfus içindeki oranı %2.52’ye düşen, savaş görmüş, savaşın yokluğunu, yoksulluğunu yaşamış, her şeyin kıymetini bilen, tüketmemeyi erdem kabul etmiş, 50’lerin romantik, 60’ların onurlu dünyasını kuran sessiz kuşak da gidiyor. (Sadece 2 milyon kaldılar.) Bugünün dünyasını yaratan Daktilo Kuşağı da yavaş yavaş tarih sahnesinden çekiliyor. Pek çok kavramı ve inanç dünyası Soğuk Savaş ideolojisine göre şekillenmiş bu kuşak toplam nüfus içinde ’ye düştü. (Benim de ucundan dahil olduğum) bu kuşakla ilgili birkaç söz etmek lazım:


Bütün büyük kitle eylemlerinde gördüğünüz kuşak ağırlıklı olarak budur: Uğur Mumcu’nun cenazesinde, 1990’ların sonundaki “Türkiye laiktir laik kalacak” eylemlerinde, ışık kapatıp açma eylemlerinde, Cumhuriyet mitinglerinde, Maltepe adalet mitinginde… ve Uğur Dündar’ın halk arenasında heyecanla bayrak sallayanlar. Bu kuşağın mantığı şudur: “Ben muhakkak orada olmalıyım.” “Orada olmak”… Bu nedenle “orada olmayanlar”, “heyecan duymayanlar”, “göbeğini kaşıyanlar”, “çekirdek çitleyerek evinden twit atanlar” pek makbul değildir bu kuşak için. (elbette genel karakteristikten bahsediyorum.) Kaderin cilvesine bakın ki, bu kuşak kendisini yönetsin diye sadece milliyetçi, muhafazakar, sağcı, liberal ve oportünist figürler çıkartabildi ve ülkeyi bunlara teslim etti. Bunun en önemli nedeni de sanırım kentlere akın eden köylüleri dönüştüremeyip onlara teslim olmasından kaynaklanıyor. Bu kuşak aynı zamanda laik yaşamın ne olduğunu bilen SON kuşaktır; Bir insanın karşı cinsten arkadaşı ile özgürce ilişki kurmasının, eğlenmenin, (her konuda) düşüncelerini açıkça ve net ifade etmenin, yaşam ölçütlerini kutsala değil, akla dayandırmanın ne olduğunu bilen SON kuşak.


Türkiye’nin son çırpınışları, işte bu kuşağın çırpınışlarıdır. Bu kuşak da toplam nüfus içinde ’un altına inip marjinalleştiğinde, laik yaşamı bilen, kültürel kodlarını, ahlakını, toplumla, karşı cinsle ilişkilerini laik ölçütlerle oluşturan SON nesil de gitmiş olacak. Bu nesil giderken kendisiyle beraber 1960’ların, ’70’lerin çağıl çağıl çağlamış o müthiş kültür patlamasını, toplumsal ayağa kalkışı, Türkiye’nin bütün tarihi boyunca yaşadığı TEK demokratik dönemini de beraberinde götürecek. Çünkü bu kuşak (Türkiye’de) yenilmiş bir kuşaktır.


Nüfusun !’ini oluşturan Kayıp Kuşak (12 Eylül kuşağı) korkutulmuş, sindirilmiş, kitaptan, sanattan, itiraz etmekten, baş kaldırmaktan ölesiye korkan bir kuşaktır. Bu kuşağın tek ciddi baş kaldırısı ise Gezi Direnişi’dir. O da arkasında bir tek iz bile bırakmadan kaybolup gitmiş, yenilmiştir. Kendisi de bu kuşaktan olan ve bütün mizah anlayışını bu kuşağın küfürbaz, uyanık, açık gözlü, cin fikirli, köşe dönmeci Arif karakteri ile berraklaştıran en baskın figürlerden biri Cem Yılmaz’dır. Bu kuşağın ruhunu Cumhuriyet gazetesine verdiği söyleşide ifade ettiği görüşlerle Cem Yılmaz, Kayıp Kuşağın (12 Eylül Kuşağı) kendisinden önceki bütün kuşaklardan ne kadar farklı olduğunu anlatıyor:



Sosyal yaşamın içine yeni girmeye başlayan ve Gezi ile ilk ciddi tarihsel sınavını veren (ancak hem sayısal olarak, hem de niteliksel olarak henüz yetkinleşmediği için Gezi’nin baskın unsuru olamayan) Dijital Kuşak bambaşka değerlere sahip ve henüz tarihin ateşinde test edilmedi. Bu kuşak için kendisinden önceki bütün değerler demodedir: Anti-emperyalizm, halkçılık, milliyetçilik, din odaklı bir dünya görüşü ve bugünlerde en yüksek perdeden ifade edilen her şey. Gözlerini bambaşka bir dünyaya açtılar ve aileleri tarafından çok büyük bir özenle büyütüldüler; dünyaya çok daha açık bir kuşak ve geçmişle bağları çok zayıf. Bu kuşak için “köy” artık çok uzaklarda. Feodal yaşantıya, feodal ilişkilere sığmıyorlar. Ellerindeki telefon, internet kotası ve arkadaşlarıyla haberleştiği interaktif kanallar onların her şeyi. Bunlar aynı zamanda bu kuşağı potansiyel bir dünya vatandaşı yapıyor. Laik yaşamın ne olduğunu bilmiyorlar. Çünkü gözlerini dünyaya AKP-CHP-MHP döneminde açtılar ve AKP dışında bir parti iktidarı tanımıyorlar (Diğerlerinden farklı söylemi olan, etnosentrik HDP hariç, partilerin hepsi eski kuşakların partisidir, Halk Arenası’nda bayrak sallayanlara bakın mesela)




Dijital kuşak laik yaşamın – en azından bizim bildiğimiz, tanıdığımız anlamda- ne olduğunu bilmiyor, ama laik yaşama. en büyük özlemi duyan nesil de bu olacak. Çünkü bizim için zaten bilinen, yaşanan bir şey olan laik yaşam, laik değerler, laik ilişkiler, bu neslin ütopyası olacak. Bu nesil önceki nesillere bahşedilmiş laikliği yeniden ve çok güçlü bir şekilde kurmak isteyecek ve bu neslin bütün yaşamı – anne babalarının aksine- bu mücadele ile geçecek. Bu mücadelenin hangi şiddette gerçekleşeceği, başka bazı unsurlara ve daha da önemlisi, dünyada yükselecek yeni trendlere bağlı. Ama sanırım Dijital kuşağın ütopyasını yaşamak ancak, şimdi nüfusun #.71’ini oluşturan ve henüz bir isim verilmemiş bugün 0-14 yaş döneminde olanlara nasip olacak. Bu nesil hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, sadece teorik yaklaşımlarda bulunabiliriz.

İşte 2018-2024 dönemi, Türkiye’nin bu demografik dönüşümü yaşadığı, Cumhuriyet neslinin ve sessiz kuşağın tarih olduğu, daktilo kuşağının sayıca ve sosyal olarak marjinalleştiği, kayıp kuşağın hayal kırıklıkları içinde DAHA da savrulduğu, ezildiği, hayata küstüğü bir dönem olacak

İkinci fotoğraf: Toplumun en yoksul P’sinin ulusal gelirden aldığı pay… Bu fotoğraf Türkiye’de genel geçer yorumların hepsini boşa çıkartan ezber-bozan bir fotoğraftır ve Türkiye’nin tembel entelijansiyası ne yazık ki verileri yorumlamak yerine ezberine dört elle sarılmayı tercih ediyor.

[image error]

Önümüzdeki günlerde bu grafiği daha detaylı bir şekilde yorumlayacağım. Şimdilik şu notu düşüp geçiyorum: 1995-2007 arasında toplumun en yoksul P’sinin ulusal gelirden aldığı pay %8’den ’ya yükselmiş, yani oransal olarak ikiye katlamıştır.

Peki bu dönemin adı ne? Küreselleşme (yani o çok sevilen soğuk savaş diliyle ifade edelim: “neo-emperyalizm”). Tartışmayı dallandırıp budaklandırmamak için bu grafiği şu notu düşerek ve daha sonra yorumlamak üzere geçiyorum: Ülkelerin içe kapanması, yoksulların lehine değildir. Türkiye’nin dışa açıldığı 1995-2007 küreselleşme dönemi, aynı zamanda toplumun en yoksul P’sinin gelirinin görece arttığı bir dönem oldu. Tarım işçiliğinden kent işçiliğine geçiş, hizmet sektöründe güvencesiz de olsa istihdam bu kesimlerin gelirini görece arttırdı.

Adına Küreselleşme denen dönem iki kesimin çok yararına oldu: (O zamana kadar) gelişmemiş dünyanın emek gücü ve dünyanın en zengin ve en elit %1’i. En çok kaybedenler ise gelişmiş dünyanın orta sınıfları oldu.

[image error]
 Başka bir deyişle geçtiğim 15-20 sene, küreselleşme dönemine kadar gelişmemiş olan ülkelerin çalışan sınıfları ile dünyanın en zengin %1’inin çıkarlarının ortaklaştığı bir dönemdi. Bütün 20. yüzyıl kurumlarının yerle bir olmasının yanıtı da burada. 2007 büyük finansal krizinde bu dönem sona erdi. Küresel sermaye gelişmekte olan dünyayı terk etmeye başladı. 2007-08 krizi Türkiye’yi teğet geçti, ama asıl kriz 2011’den sonra vurmaya başladı. Toplumun en yoksul P’si bu tarihten sonra görece yeniden yoksullaşmaya başladı.

Türkiye’deki otoriterleşmenin, demokratik kurumların etkisizleşmesinin, çatışmanın artmasının (ekonomik) nedeni budur. Akışın başlarında artık finansal/iktisadi yönetimlerin atacak kurşununun kalmadığını, yeni krizlerin otoritenin gücü ile göğüslenmeye çalışılacağını yazmıştım.

Tahminim şudur: Bu trend, 2018-2024 dönemine damgasını vuracak. Pasta küçülecek (çok küçülecek) ve bu pastadan yoksulların aldığı pay azalacak (çok azalacak). Türkiye’de siyasi/iktisadi statüko sürdürülemeyecek.

En yoksul P’nin toplam ulusal gelirden aldığı pay ’dan ’e doğru süzülüyor. Bu trend daha da hızlanarak devam edecek. Küreselleşme döneminde kazanılanlar, içe kapanma döneminde geri verilecek.

2018 bu döneme adım attığımız yıl olacak. Sonraki 6-7 yılın hem Türkiye, hem de dünya için çok zor olacağını tahmin ediyorum. Ancak hem dünya, hem de Türkiye bu dönemden bambaşka bir anlayışla çıkacak. Sonrası “Neo-İnsan” çağına geçiştir.

Bu geçişi gerçekleştirecek kuşak, nüfus piramidinin en altındaki bugünlerde 0-14 yaşlarında olan kuşak olacak. Sayıca yeterliler. Geçen 6-7 sene içinde donanım olarak da yeterli hale gelecekler. Yeni-dünyayı onlar kuracaklar.

[image error]
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 25, 2018 05:37

December 22, 2017

Kediler ve Dalgalar-XVI

Zamanda ileriye doğru yolculuk ne demek?


[image error]


100 metre yarışlarında, tabancanın ateşlenmesi ile çıkış takozundan çıkarak koşuya başlayan atletlerin tümü, yaklaşık 10 saniye içinde bitiş çizgisini geçer ve yarış tamamlanır. t1=0 anında bütün atletler çıkış takozundadır, t2=t1+10 sn. anında 100 metrelik mesafe kat edilmiş ve atletler bitiş çizgisine ulaşmıştır. Zaman böyle bir şey midir?


[image error]


Odunu ateşe atarsınız ve karşısına geçer seyredersiniz. Odun çıtır çıtır yandıkça ısı verir. Bu süreçte bir kimyasal reaksiyon gerçekleşir ve zaman geçtikçe odun kül ve dumana dönüşür. t1=0 anında odun vardır, t2=t1+∆t anında adun kül ve dumana dönüşmüştür. Zaman böyle bir şey midir?


Bu basit örneklerden hareketle evrenin karmaşık yapısını düşünelim: t=0 anında belli bir miktarda madde ve enerji vardır. Bu madde ve enerji toplamı, kendi içinde bir takım ilişkilere girerek ∆t zaman sonra (madde ve enerji toplamı aynı kalmak üzere) başka tür ve çeşitte bir madde toplamına dönüşür. Bu dönüşme süreci içinde de zaman mı geçer? Eğer böyleyse, zamanda geçmişe yolculuk imkansızdır, çünkü bir zaman yolcusu bugünden geçmişe gittiğinde evrendeki madde toplamı o zaman aralığında M+m olur. (M: evrendeki bütün maddenin toplamı, m: zaman yolcusunun ve beraberinde götürdüğü bütün maddelerin toplamı.) Başka bir deyişle zamanda geçmişe yolculuk, seyahat edilen geçmişteki madde ve enerji toplamını değiştirir, ona ilave madde ve enerji katar, bu da termodinamiğin yasaları ile çelişir.


Geçmişe yolculukta bir başka sorun, zaman yolcusunun kendisiyle karşılaşması paradoksudur. Diyelim ki 50 yaşındaki bir zaman yolcusu, 40 sene geriye gidiyor ve 10 yaşındaki kendisiyle karşılaşıyor. Bu paradoks, zaman yolcusunun 10 yaşındaki ve 50 yaşındaki “kendisinin” aynı değil, iki farklı varlık olduğunu varsaysak bile sorunludur, çünkü maddesel olarak izah etsek bile, bilinç ve anıları izah edemeyiz: Zaman yolcumuzun 10 yaşındaki anılarında neden kendisiyle karşılaşması yoktur; eğer böyle bir anı varsa, zaman yolcusu, ileride zaman yolculuğu yapacağını biliyor demektir. Zaman yolcusu, ileride zaman yolculuğu yapacağını biliyorsa, bu bilme hali, zamanda ileriye doğru da gittiği ve geleceği “hatırladığı” anlamına gelmez mi?


Offf kafamız karıştı galiba. Bir ara verelim, sonra da zamanda ileriye doğru yolculuk da aynı şekilde paradokslar içeriyor mu, bir bakalım. Buyurun Iron Maiden’a; o da zamanda bir yerlere takılmış kalmış:



Geleceğe yolculuk bu anlamda biraz daha mümkün görünüyor; çünkü zaman lineer olarak ilerliyorsa, geçmiş ve bugün, bütün madde ve enerji toplamı ile zaten “var”, ancak gelecek henüz oluşmadı. Bir zaman yolcusu, bugünden geleceğe gittiğinde geleceğin “zaten var olan” madde/enerji toplamını değiştirmiyor, ancak bildiğimiz anlamdaki neden-sonuç ilişkilerinde ani ve tanımlanamaz bir değişime neden oluyor. Çünkü, yukarıdaki örnekler üzerinden izah etmek gerekirse, atletlerin çıkış takozundan bitiş çizgisine ulaşması için de, odunun yanması ve kül ve dumana ayrışması için de zamanın “geçmesi” gerekiyordu. Oysa zaman yolcusu, gelecekte birdenbire zuhur etti ve bildiğimiz anlamdaki neden-sonuç ilişkilerini “bozdu”. Acaba şöyle mi demeliyiz: Zaman yolculuğu yaparken gene bir neden-sonuç ilişkisine bağlı kaldı, ancak bu neden-sonuç ilişkisi zaman dediğimiz boyuttan bağımsız gerçekleşti.


Hmmm.. Acaba böyle zamandan bağımsız işleyen başka neden-sonuç ilişkileri de var mı? Var tabi olmaz olur mu: Einstein’ın Özel Görelilik kuramına göre zaman mutlak değildir ve gözlemcilerin hızına bağlıdır. Daha hızlı hareket eden bir gözlemciye göre zaman, daha yavaş hareket eden bir gözlemciye göre zamandan daha hızlı geçer. Tabi burada sözü edilen hız, bugün yeryüzünde tasarlanan en hızlı araçların bile hızlarından on binlerce kat daha fazlası… Yoksa tavşanla, kaplumbağadan bahsetmiyoruz!


İkizler paradoksu olarak bilinen paradoks şudur:


[image error]İkisi de 20 yaşında olan ikizlerden biri yeryüzünde kalıyor, diğeri ışık hızının ’ı hızla, yani kabaca saniyede 270 bin km. hızla hareket eden (yani güneşle dünya arasındaki mesafeyi yaklaşık 9 dakikada kat eden) bir uzay aracı ile seyahat ediyor olsun. Uzaycı ikiz, 19 yıl bu hızla hareket ettikten sonra 39 yaşında yeryüzüne dönüyor ve hemen koşa koşa ikizini görmeye gidiyor. O da nesi! Kendisi 39 yaşında ve genç sayılabilecek biri iken, ikizi 64 yaşında ihtiyar bir adam olmuş!


Zamanın göreliği böyle bir şey işte. Acaba şöyle mi demek gerekiyor: Işık hızının ’ında hareket eden ikiz, yeryüzündeki ikizin “geleceğine” mi gitti? Hayır, zamanda yolculukla kastedilen bu değil; çünkü kimse zamanın akışı içinde bir sıçrama yapmadı. İkisi de kolundaki saatin tıkır tıkır işlediği zaman içinde, lineer bir şekilde zaman geçirdiler. Bizim geleceğe yolculuk dediğimiz bugünden kalkıp hop diye yaşlanmadan, mesela 350 sene sonrasına gitmek.


Mesela yıl 2367 ve İstanbul’da bir kıraathaneye düşüyoruz, üç kişi bir masanın etrafına oturmuşlar, sigara içiyorlar. Bizi görünce “nerede kaldın bilader ya okey karesi tamamlayamadık” diye palas pandıras bizi masaya oturtuyorlar… Yok canım daha neler? Sene 2367, Türkiye’de bir kıraathanede hala okey oynanıyor ha? Tabi ya ne zannettiniz!


Konumuza geri dönersek… Böyle bir şey mümkün mü acaba? Yok.. Gelecekte hala sigara tüttüre tüttüre okey oynamaktan bahsetmiyorum. Geleceğe yolculuktan bahsediyorum.


Valla bilmiyorum… Belki de uzay-zamanın dokusu neden-sonuç ilişkilerinin sadece bizim bildiğimiz anlamda, “∆t zamanda şu kadar…” biçiminde değil, başka türlü işliyordur. Nasıl işliyordur?


Bilmiyorum. Merak eden birileri varsa teorik fizik filan çalışsın; benden bu kadar.


İşte böylece gezegenimiz güneşinin etrafındaki bir turu daha tamamlıyor ve takvimler 2017’den 2018’e dönüyor.


Kediler ve Dalgalar’ı yazmaya 2010’da başladım ve sekiz senedir geleneği bozmadan sürdürüyorum. Ne mutlu bana… Darısı 2018’in Kediler ve Dalgalar yazılarına…


Haydi rastgele…

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 22, 2017 02:31

December 18, 2017

Kediler ve Dalgalar-XV

Kediler ve Dalgalar XIV‘de Adolf Hitler’in doğumunu engellemeye çalışmış, engelleyememiştik. Anlatmak istediğimi biraz daha somutlaştırabilmek için sayısal bir örnek vereyim: İstanbul Borsası’nda 15 Aralık 2017 gününü BIST100 endeksi 109,330.17 seviyesinde kapattı. Zaman makinemizi 8,792.18 ile borsa endeksinin son 15 yılın en düşük seviyesini gördüğü 24 Mart 2003 tarihine ayarlasak, o güne gitsek ve olağanüstü büyük miktarlarda hisse senedi alarak yeniden bugüne dönsek ve borsa endeksinin 15 Aralık 2017 günü kapanışını hiç değişmemiş bulsak ne düşünürdük?


Eğer zaman yolculuğunda geçmişte yapılan bir değişiklik, bugüne hiçbir etkide bulunmuyorsa, bunun dört anlamı olabilir:



Geçmiş ve gelecek tek bir doğrusal rotada ilerlemiyor; sonsuz sayıda çatallanan tarihsel akış var ve bir zaman yolcusu geçmişe gittiğinde yarattığı değişiklik, çatallanan sayısız gelecekten sadece birine neden oluyor.
Geçmiş ve gelecek birbirine bağlı değil. Her ikisinin kendisine ait ve bağımsız bir dokusu, ya da “gerçekliği” var. Biri neden, diğeri sonuç değil.
Bugünün gerçekliği, kendisini sürekli katı ve sabit tutan bir dokuya sahip; geçmişte yapılan herhangi bir değişiklik, bugünün gerçekliği tarafından “düzeltiliyor”.
Bugün de geçmiş de sadece bir yanılsamadan ibaret. Zaman yolcusu maddesel bir yolculuk yapmıyor, sadece kendi zihninde bir yolculuk yaptığını düşünüyor.

Yukarıdakilere başka açıklamalar da ilave edilebilir; benim aklıma gelenler bunlar…


Bunlardan ilki, bizi doğrusal olmayan bir zaman boyutuna ve paralel evrenler düşüncesine götürüyor. Bu düşünceye göre her bir neden-sonuç ilişkisi, farklı bir gerçekliğe doğru çatallanan sayısız yollar yaratıyor ve zaman aslında bütün bu çatallanan yolların hepsini kapsıyor. Eğer bu açıklama doğruysa, sonsuz sayıda “bugün” var. Bunların her biri farklı neden sonuç ilişkileri ile oluştu ve herhangi bir gözlemci bunlardan sadece birini gözlemleyebiliyor.


İkinci izah yukarıdakine benzer bir mantıkla açıklanabilir ve yukarıdaki teorik açıklamaya şu da ilave edilebilir: Belki de zaman ilerlemiyor; bugüne kadar yaşanmış ve yaşanacak her şey “var” ve belki de durağan. Bir zaman yolcusu, aslında ilerlemekte olan “geçmiş” zamana değil, zaten “var” olan gerçekliklerden birine gidiyor, sonra gerisin geri kendi gerçekliğine dönüyor.


(Sigortayı biraz daha yakmak isterseniz belki Kediler ve Dalgalar II‘yi de okumak istersiniz.)


Üçüncü izah neden-sonuç ilişkisini tersine çeviriyor. Buna göre “neden” t zamanda , sonuç t 1 zamanda gerçekleşmiyor. Belki de gelecek geçmişi belirliyor yani bizim sonuç olarak gözlemlediğimiz olaylar neden olarak gözlemlediğimiz olayları yaratıyor. Kavraması biraz güç ama, belki de borsa endeksi 15 Aralık 2017 günü 109,330.17 olduğu için 24 Mart 2003 tarihli kapanış 8,792.18 olarak gerçekleşiyor, yani uzay-zamanın mevcut dokusu, kendi varlığını, bizim geçmiş olarak değerlendirdiğimiz bir zamansal derinlik içinde yaratıyor.


Dördüncü izah bizi idealist felsefenin, mistiğin alanına taşıyor. Bu izaha göre her şey bizim zihnimizde olup bitiyor ve maddi bir gerçeklik yok. Okuyucunun yorumuna bırakıyorum.


Kediler ve Dalgalar XIV‘de uçlarda düşünerek ortalamaya doğru yaklaşmanın iyi bir yöntem olduğundan bahsetmiştim. O halde Hitler’i yok etmek gibi bir uçtan diğer uca giderek yeniden düşünelim:


Zaman yolcumuz geçmişteki herhangi bir zamana gidiyor, ancak Hitler’in doğumunu engellemek gibi majör etkide bulunmuyor, mesela sadece yürüdüğü çakıl zeminde -tarihsel bir değişime neden olmayacak- bir kaç çakıl taşının yerini değiştiriyor ve geri dönüyor olsun. Bu durumda doğal olarak Hitler’in yok olmasını da, borsa endeksinin değişmesini de beklemiyoruz. Nihayetinde bir avuç çakıl taşının yeri değişti ve tarihçilerimizin neden-sonuç mantığı bakımından tarihsel akışın değişmesine gerek yok. Ancak bir fizikçinin bakış açısından bir şeyler değişti: Uzay zamanın dokusu değişti. Kelebek etkisi nedeniyle bunun da bir sonucunun olması gerekir. Acaba bu sonuç sadece bizim “tarih” dediğimiz akış bakımından mı önemsiz, yoksa hangi açıdan bakarsak bakalım mı önemsiz?


Şöyle düşünün bir resmin piksel sayısını arttırdıkça o resim netleşiyor.


[image error]


Yüksek çözünürlükteki bir resimde piksel sayısı çok fazla (örneğin en soldaki resimde inç başına nokta sayısı 1200, yani çözünürlük 1200 dpi), düşük çözünürlükteki bir resimde piksel sayısı daha düşük (örneğin ortadaki resimde çözünürlük 300 dpi, en sağdaki resimde 72 dpi)


Bu resimlerin üçüne de baktığınızda bunların bir sarı güle ait resimler olduğunu biliyorsunuz. Bu resimlerde bir noktanın yerini değiştirdiğinizde, bu değişimin etkisi soldan sağa sırasıyla inç başına 1/1200, 1/300 ve 1/72 oluyor. Eğer resim 1 dpi olsaydı, değişikliğin inç başına etkisi 1/1, yani 0 olacaktı.


Her resim, aynı zamanda baytlarla ölçülen büyüklükte bir bilgi içeriyor. Örneğin soldaki resim -diyelim ki- 2MB boyutunda bilgi içeriyorsa, ortadaki resim 500 kB ve en sağdaki resim 120 kB bilgi içeriyor. Bu resimlerin bir inç karesindeki bir alanda bir noktayı değiştirdiğinizde, bu değişikliğin byte olarak ölçülen etkisi de sırasıyla 1/2.000.000, 1/500.000 ve 1/120.000 oluyor.


Bu ölçekteki değişimlerin tarihe bir etkisi var mı? İnsanlık tarihine etkisi yok, ama belki de o bölgede yaşayan bir karınca kolonisinin tarihinde dramatik değişimlere neden oluyor. Bu da belki uzun vadede evrimsel gelişmenin tarihine etkide bulunuyor ve belki de 4 milyon yıl sonra yeryüzünde yükselecek bir akıllı karınca uygarlığının gelişimi daha ortaya çıkmadan yok olmuş oluyor…. Kelebek etkisi!!!


Konuyu biraz daha deşmeden önce bir mola vermekte yarar var:



Tarihi, olayların akışı değil bir bilgi toplamı olarak düşünün: Tarih dediğimiz, 10∞ byte büyüklüğündeki bilgi olsun. Bu durumda bizler, bu sonsuz büyüklükteki bilgiye yol açan sonsuz uzunluktaki bir formülasyonun içindeki küçük bir işlemden başka bir şey değiliz. Zaman yolcusu, geçmişe gidip bir çakıl taşının yerini değiştirdiğinde bu formülasyona çok çok küçük boyutta (mesela mesela  10-3000 ölçeğinde), Hitler’in doğumunu değiştirdiğinde ilkine göre biraz daha büyük, ancak gene de çok küçük boyutta (mesela 10-30 ölçeğinde) değiştirmiş olabilir.  Bu da, Hitler’in doğumunun engellenmesi bile olsa, tarihin değişmemesi anlamına geliyor.


Bu zihin egzersizi bizi bireysel tercihler ve toplulukların davranış kalıpları konusuna getiriyor. Kişilerin tercihleri rastgeledir ve önceden öngörülemez; oysa kitlelerin davranışları rastgele değildir, belli kalıpları izler. Örneğin binlerce arabanın hareket ettiği trafikte her gün belli oranlar içinde kaza meydana gelir. (Diyelim ki, her gün 15-25 yaralanmalı, hasarlı kaza) Bu 15-25 kazaya hangi araçların yol açacağını öngöremezsiniz, ama her gün BU sayıda (bundan biraz daha az, biraz daha fazla, ya da tam bu aralıkta) kaza olacağını öngörebilirsiniz. (Zaten bütün yol mühendisliği uygulamaları da bu tip ampirik yaklaşımlara göre planlanır.)


Başka bir deyişle, tarihsel kalıplar vardır; tarih rastgele değildir. (Olaylar rastgeledir).


Buraya kadar zaman yolcumuzu geçmişe gönderdik. Kediler ve Dalgalar XVI‘da zaman yolcumuzu bir de geleceğe göndermeyi deneyelim bakalım nasıl olacak da olacak… O zamana kadar buyurun Arch Enemy’ye.. War Eternal



(Bu yazıyla beraber, Kediler ve Dalgalar – I, Kediler ve Dalgalar – II, Kediler ve Dalgalar – III, Kediler ve Dalgalar – IV,  Kediler ve Dalgalar -VKediler ve Dalgalar-VI, Kediler ve Dalgalar-VII,  Kediler ve Dalgalar-VIII,  Kediler ve Dalgalar-IX,  Kediler ve Dalgalar-X, Kediler ve Dalgalar – XI, Kediler ve Dalgalar XIIKediler ve Dalgalar XIII ve Kediler ve Dalgalar XIV başlıklı yazıların da okunmasını öneririm.)

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 18, 2017 00:48

December 17, 2017

Kediler ve Dalgalar-XIV

Bir zaman makineniz var ve bu zaman makinesi ile geçmişe gidip olayların akışını değiştirmek istiyorsunuz. Zaman makinenizi ayarlıyor ve gitmek istediğiniz zamana gidiyorsunuz. Peki, geçmişte neyi düzeltmek istiyorsunuz?


En masum isteklerimizden başlayalım:


-Sigaraya başladığım güne gider, o ilk sigarayı içmezdim.


-Amcamla tartıştığım o güne geri gider, sonradan pişman olduğum o sözleri söylemezdim.


-Ana sınıfı günlerime geri gider, oyun hamuru ile yaptığım ilk balığımı biraz daha iri yapardım.


Zamanda geriye gidip yaptığınız bu değişikliklerin insanlık tarihi üzerinde etkileri çok büyük olmazdı herhalde. Belki de sigaraya 14 yaşınızda değil, 16 yaşınızda başlardınız. Amcanıza çok pişman olduğunuz o sözü değil, başka bir sözü söyler, belki de uzun seneler boyu gene dargın kalırdınız. Ana sınıfı günlerinizde, diğer çocuklar için alay konusu olan oyun hamuru ile yaptığınız o minik balık yerine iri bir balık yapar, ancak belki başka bir etkinlikte diğer çocuklar size güldüğü için gene senelerce bilinç altınıza kazınan bir kompleksiniz olurdu.


Belki de bütün hayatınız değişir, bambaşka bir insan olur, bambaşka türlü ilişkiler kurardınız.


Teknik dille ifade etmek gerekirse, uzay zamanın dokusunda gerçekleşecek bu tip değişimler, elbette tarihin akışını değiştirirdi, ancak acaba bu değişim hangi boyutlarda olurdu?


Mesela sigaraya hiç başlamaz, ancak tam da bu nedenle bambaşka bir hayat kurar, şimdiki orta zekalı çocukların değil de, çok büyük bilimsel buluşlar yapacak deha düzeyinde zekaya sahip çocukların mı dünyaya gelmesine yol açardınız? (Şşşt eşiniz duymasın)


Mesela amcanıza o kötü sözü etmediğiniz için, amcanızla birlikte hayallere sığmayacak kadar başarılı olacak bir şirket kurar, bütün tüketim alışkanlıklarını kökten değiştirecek bir sektörün ortaya çıkmasına mı yol açardınız?


Mesela ana sınıfında oyun hamuru ile yaptığınız o gülünç minik balık nedeniyle özgüveniniz örselenmez, aşırı özgüveninizin yardımıyla ülkenin siyasal rotasını değiştirecek büyük bir siyasal önder mi olurdunuz?


İşte bu tip büyük sonuçlara yol açan küçük etkilere kelebek etkisi deniyor: “Çölde bir kelebek kanat çırpar ve bu okyanusta bir kasırgaya neden olur.” Breh breh breh…


Şöyle bir mini bilim kurgu öyküsü yazalım: Yılbaşı piyango çekilişinde büyük ikramiyenin çıktığı rakamı bilen bir zaman yolcusu geçmişe gider ve biletlerin satışa çıkartıldığı gün büyük ikramiyenin isabet edeceği bileti arar, bulur, satın alır ve günümüze gelir. Böylece zaman makinesi sayesinde büyük ikramiyenin sahibi olur.


[image error]Gerçekten olur mu acaba? Zaman yolcumuzun yola çıktığı tarihte, yani piyango çekilişi yapıldıktan sonra büyük ikramiyenin hangi numaraya isabet ettiği belli olmuş, ancak biletlerin bir kısmı (belki hepsi) satılmıştır. Dolayısıyla büyük ikramiyenin vurduğu bileti satın alan biri mevcuttur. Zaman yolcusu, bu bileti satın alarak uzay zaman dokusunda bir değişikliğe neden olmuştur. Bu durumda yolculuğa başladığı kendi zamanına döndüğünde, yaşadığı zamana uzanan tarihi değiştirmiştir. Bu durumda büyük ikramiye gene aynı numaraya mı isabet edecektir, yoksa tarihte bir değişiklik yapıldığı için bambaşka bir numaranın sahibi mi büyük ikramiyenin sahibi olacaktır? Her iki durumda da, zaman yolcusunun yolculuğa çıktığı andaki gerçekliğe ne oldu? Durumu daha da zora sokan bir soru soralım: Sadece bir değil, sayısız zaman yolcusu varsa ve bunların her biri geçmişe gidip muhtelif değişiklikler yapıyorsa bugünkü gerçeklik dramatik bir şekilde değişmez mi? Daha kötüsü, tek bir gerçekliğin varlığından söz edilebilir mi? Mesela başka bir zaman yolcusu, aynı bilete sahip olmak üzere (bizim zaman yolcumuzdan önce ya da sonra) yola çıkar ve O bileti satın alırsa ne olur?


Görüldüğü üzere zaman yolculuğu sayısız paradoksu içeriyor. Belki de zaman yolculuğu diye bir şey söz konusu bile değildir.


Acaba makul bir orta yol bulabilir miyiz? Belki de bulabiliriz…


Bir deneyelim:


[image error]Diyelim ki zaman yolcuları geçmişe bir etkide bulunamıyor, sadece gözlem yapabiliyorlar. Aslında bizim her gün yaptığımız tam olarak budur. Karanlık bir gecede kafamızı kaldırıp gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz, bugünün değil, geçmişin manzarasıdır. Çünkü ışığın sabit bir hızı var ve örneğin gökyüzündeki en parlak yıldız olan Sirius, dünyamıza 8,611 ışık yılı uzaklıkta; yani biz gökyüzüne baktığımızda Sirius’un 8,611 yıl önceki halini görüyoruz. Gökyüzü buna benzer sayısız yıldızla dolu ve bunların çoğu da milyonlarca ışık yılı uzaklıkta. Belki de bunların bir kısmı yok oldu ve biz gökyüzüne baktığımızda sadece hayaletleri görüyoruz? Korkunç!


Bir de tersini düşünün; Sirius yıldızının etrafında dönmekte olan gezegenlerden birinde akıllı yaşam biçimi olduğunu varsayın.  Bu akıllı uygarlık, tıpkı bizim gibi gökyüzünü tarıyor ve diyelim ki bizden de ileri tekniklerle gökyüzünde olan biteni izliyor olsun. Dünyamız bu uygarlığın teleskoplarına takıldığında, dünyamızın 8,611 yıl önceki halini gördükleri için hiçbir uygarlık belirtisi tespit edemeyecekler. (Acaba buradan yola çıkarak şunu diyebilir miyiz: Eğer uygarlığımız galaksideki başka uygarlıklar için bir tehdit oluşturuyorsa, bu tehdidi algılayan uygarlıklar maksimum 10.000 ışık yılı yarı çapındaki bir kürenin içinde olmalılar. Durumumuz çok da kötü görünmüyor.)


Zaman yolculuğuna geri dönersek… Belki de zaman yolculuğu dediğimiz böyle bir şeydir: Etkide bulunamıyor, ama sadece izleyebiliyorsunuz. Bildiğimiz evrende hiçbir şey ışıktan daha hızlı hareket edemeyeceğine göre, dünyamızdan uzaya yayılan “görüntüleri” nasıl yakalayacağız? Ne bileyim ben; belki bir yere yansır geri dönerler, ya da solucan deliklerinden geçerek ışığın izlediği yolu kat etmeden bir yerden bir yere ulaşma imkanı vardır, ya da buna benzer başka bir uçuk kaçık yol… Kim bilir? Eğer zamanda bu şekilde yol alma imkanı varsa, belki de bir gün merak ettiğimiz bütün soruların cevabını alacağız: Marilyn Monroe neden intihar etti ya da gerçekten intihar etti mi? Julius Sezar son nefesini verirken “sen de mi Brütüs” dedi mi? Piramitler nasıl yapıldı? Isaac Newton’ın kafasına gerçekten de bir elma düştü mü?


Bilim zannedildiğinden çok daha eğlenceli …


Uzay zaman teorilerinin içine girip kaybolmak istemiyorum; çünkü ben bir fizikçi değilim ve okuyucuyu da karmaşık fizik teorileri ile yormak istemiyorum; maksadım sadece eğlenceli bir yeni yıl yazısı yazmak…Sürekli uçlarda düşünen ve bu uçlardan “ortalamaya” giderek makulu bulmaya çalışan bir beyin işleyişim var… Bu yazının okuyucusunu da böyle bir işleyişe davet etmeye çalışıyorum. Şöyle bir durum düşünelim:


Geçmişe yolculuk sadece gözlemsel olarak değil, geçmişte bir özne (ya da nesne) biçiminde var olarak da mümkün diye kabul edelim ve bizim amacımız sadece büyük ikramiye isabet eden bileti satın almak değil, aynı zamanda bilerek, isteyerek tarihte bir değişiklik yapmak!


Çok sevilen bir bilim-kurgu klişesinden yola çıkalım: Adolf Hitler’in doğumunu engellemek ve böylece 2. Dünya Savaşı’nın çıkmasının önüne geçmek gibi bir niyetimiz var. Geçmişe gidiyor ve Hitler’in babasını buluyoruz. Hitler’in doğumunu engelleyebilmek için Hitler’in babasını alıp dünyanın diğer ucuna götürüyor ve orada sudan bir bahane ile tutuklatıyoruz. Sonra mutlu ve mesut kendi zamanımıza dönüyoruz. Hemen internete giriyor ve arama motoruna Adolf Hitler yazıyoruz. Bekliyoruz ki tarihten Adolf Hitler ismi silinmiş, ya da en iyi ihtimalle bir Adolf Hitler dünyaya gelmiş ama 3. Reich’ın eli kanlı Führer’i olarak değil, mesela bir gezici tiyatro topluluğunda ikincil, üçüncül karakterleri oynayan sevimli biri olarak filan… O da nesi? Tarih olduğu yerde duruyor; hiçbir şey değişmemiş… Tarih kitapları da dünyanın diğer ucuna götürülerek tutuklanmış bir baba Hitler’den bahsetmiyor.


Hay Allah neler oluyor acaba?


Kediler ve Dalgalar XV‘de biraz bu konuyu deşelim. O zamana kadar buyurun Sabaton’a: Rise of Evil



(Bu yazıyla beraber, Kediler ve Dalgalar – I, Kediler ve Dalgalar – II, Kediler ve Dalgalar – III, Kediler ve Dalgalar – IV,  Kediler ve Dalgalar -VKediler ve Dalgalar-VI, Kediler ve Dalgalar-VII,  Kediler ve Dalgalar-VIII,  Kediler ve Dalgalar-IX,  Kediler ve Dalgalar-X, Kediler ve Dalgalar – XI, Kediler ve Dalgalar XII ve Kediler ve Dalgalar XIII başlıklı yazıların da okunmasını öneririm.)

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 17, 2017 06:56