Halk, halkçılık ve sınıflar üzerine – 2

18. yüzyılda yaşanan Sanayi Devriminin neden başka bir ülkede değil de Britanya’da ortaya çıktığına dair farklı görüşler var. Küçük toprak sahiplerinin büyük çiftlikler kurması, tarımla uğraşan küçük ailelerin kullandığı otlak alanlarının etrafını çitlerle çevirerek özel mülke dönüştürmesi (enclosure) arazi değerlerini yükseltmiş, şehirlere göç eden köylüler büyük bir emek arzı yaratmıştı. Ucuzlayan emek, sanayi kapitalizminin gelişmesinde önemli tetikleyicilerden biriydi. Britanya’nın idari yapısı, teknolojik buluşlar ve bilimsel gelişme sanayi kapitalizminin yükselişine önemli katkılar sundu. Adam Smith iş bölümünün, dolayısıyla verimlilik artışının önemine dikkat çekerken, Karl Marx da sermaye ile emek arasındaki ilişkinin doğasını ortaya çıkarttı.


[image error]


Marx’a göre kapitalizmin özünde sermaye ile emek arasındaki ilişki vardı. Emekçiler kendilerini geçindirmek için çalışırlarken, aynı zamanda sermaye için artı değer üretiyorlar, artı değere el koyan kapitalistler de sürekli büyüyen sermayeye sahip oluyorlardı. Buradan hareketle Marx kapitalist toplumlarda belli başlı iki sınıfa dikkat çekiyordu: Sermaye ve mülk sahibi burjuvalar ve emeklerini ücret karşılığında satan ve burjuvalar için artı değer üreten proletarya. Marx’a göre diğer tüm sınıflar, bu temel ilişki etrafında konumlanmıştı ve tarihsel önemleri ikincildi. Marx kapitalizmin özünde yatan çelişkilerin kaçınılmaz olarak krizler yaratacağını, uzun vadede sermaye karlarının azalacağını düşünüyordu. Çünkü kapitalistler ürettikleri malları, emeklerini ücret karşılığı mübadele eden işçilere satmak zorundaydılar, sermaye ile emek arasındaki dengesiz ilişki ve “uzlaşmaz çelişki” sonucu sermaye büyürken emekçiler daha da yoksullaşacak, bu da her seferinde daha büyük arz fazlası krizlerine yol açarak kapitalizmin sonunu getirecekti. Marx’a göre kapitalizm kendi mezarını kazmaktaydı.


Marx’ın ünlü “proletaryanın zincirlerinden başka kaybedeceği bir şey yok, kazanacağı bir dünya var” görüşü ve bütün dünya işçilerini birleşmeye ve kapitalizmi yıkmaya çağırmasının gerisinde bu düşünce yatıyordu.


Daha sonraki bütün kriz dönemlerinde kapitalizmin sonunun geldiği düşünüldü, ancak kapitalizm bütün krizlerden daha da güçlenerek ve kökleşerek çıktı. 20. yüzyılın başında Buharin ve Lenin, Marksist literatüre emperyalizm kavramını hediye ettiler. Buna göre ulusal sınırlar içinde tröstleşen sermaye, devleti de dev bir savaş mekanizmasına çevirmiş ve kapitalizmi emperyalizm aşamasına taşımıştı. Lenin’e göre emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıydı.


Yaşanan her krizin kapitalizmin “nihai krizi” olduğu düşünülürken aykırı sesler de yükselmeye başlamıştı. Örneğin Sovyet iktisatçı Nikolay Kondratieff kapitalist iktisadın uzun dalgaları olduğunu ve bu dalgaların belli evrelerden geçerek her seferinde yeni dalgalar yaratarak yükseldiğini ileri sürdü. Kondratieff bu düşüncelerinden ötürü tarihsel materyalizme, dolayısıyla Marksizme aykırı düşünceleri savunmakla suçlandı ve sonunda da Stalin’in hışmına uğradı.


Marksizmin kapitalizmde iki (temel) sınıfa önem atfetmesi ve diğer bütün sınıfları ikincil görmesinin, halk ve halkçılıkla ilgili yaklaşımlarda iki temel sonucu oldu. Birincisi, Marksizme göre kapitalizm doğası gereği tekelleşmeye eğilimli bir sistem olduğu için toplumun küçük bir kesiminin çıkarına işleyen bir sistem olarak görüldü; dolayısıyla bütün halk katmanları, doğal olarak proletaryanın müttefiki idi. İkincisi de, emperyalizm biçiminde “en yüksek evresine ulaşan” kapitalizm, kapitalizm dışı ilişkiler içinde olan gelişmemiş ülkelerin de “düşmanı” idi. Bu ülkelerde yaşayan halklar da, doğal olarak kapitalizmin kurbanları kabul ediliyordu.


Burada Weber’in sınıf teorisine de küçük bir parantez açmak gerekiyor. Weber mülkiyet ilişkilerini önemsemekle beraber, sınıf teorisini toplumdaki güç ilişkilerine, katmanlaşmaya, mesleklere, statüye ve becerilere dayandırıyordu. Varlık sahibi sınıflar, varlıkları sayesinde belirgin bir şekilde avantajlıydı, tekeller kurma şansına sahiplerdi ve kaynaklara daha kolay ulaşabiliyorlardı. Girişimciler ticari ilişkiler, rantiye sınıfı da toprak kiralama yoluyla bu avantajı doyasıya kullanıyordu. Mülksüz sınıflar ise emeklerini emek pazarında satmak zorundaydılar. Buna karşılık Weber bu kesimleri tek bir sınıf olarak görmüyordu. Mülksüz sınıflar da kendi içlerinde vasıflı, yarı vasıflı ve vasıfsız olarak ayrılmaktaydı. Bu ayrım emekleri üzerinde farklı düzeyde pazarlık imkanı ve dolayısıyla da farklı ücret seviyeleri ortaya çıkartıyordu. Marx’ın aksine Weber, mülk sahibi olmayan bütün sınıfların çıkarının ortak olduğunu düşünmüyordu. İktisadi çıkar farklılığının yanı sıra, bu sınıfların kültürel iletişim ve toplumsal ağ yetenekleri de farklı düzeylerdeydi. Weber Marx’ın maddi çıkar kavramının önemini reddetmiyor, ancak toplumsal tabakaların mesleki ve kültürel statülerini de önemsiyordu. Dolayısıyla Weber bir “proleter devriminin” belli koşullarda ortaya çıkacak bir zorunluluk olduğunu düşünmüyordu. Weber’e göre özünde belli sınıf ya da statü çıkarlarına dayanıyor olsalar da, partilerin sınıf ya da statü çıkarlarına dayanarak bütün kesimleri kucaklaması pek olası değildi. Çünkü partiler birer “güç” örgütleriydi ve güç, sınıflar ve statü çıkarları arasında simetrik dağılmamaktaydı.


Kapitalizm geliştikçe halk kavramı da silikleşti ve halk ile hangi kesimlerin kastedildiği belirsizleşti. Belli bir iktisat politikasının “halkın çıkarına” olup olmadığı, somut iktisadi verilere değil, sübjektif kanaatlere dayanmaya başladı ve halkçılık kavramı gözden düştü, genellikle dolaylı bir amaca ulaşmaya çalışan, bunu yaparken de insanların kafasını karıştırmayı hedefleyen sağ ve sol popülizme dönüştü. Günümüzde halkçılık ya da popülizm, daha çok aşırı sağ ve totaliter sol siyasetlerin sahiplendiği bir söylem kabul ediliyor.


Burada kapitalizmin yaşadığı büyük dönüşümden de bahsetmek gerekiyor. 19. yüzyılda kapitalizm, teknolojik gelişme, yaşam ve tüketim koşullarının gelişimi gibi sonuçlarıyla mülksüz toplum kesimleri için dolaylı avantajlar sağlasa da, öncelikle ve ağırlıklı olarak burjuvalar lehine ve burjuvalar için bir sistemdi. Günümüzde kapitalizm olumlu ve olumsuz yanları ile sadece sermaye sahibi kapitalistler için değil, kapitalist olmayan toplum kesimleri için de bir sistemdir.


Açalım: 19. yüzyılda ve erken 20. yüzyılda varlık sahiplerinin kaynaklara ulaşma imkanı daha fazla idi. Bunun yanı sıra sınıfsal geçişkenlik, yani gelir ve varlık skalasının daha aşağılarında yer alanların sınıf atlama şansı çok azdı.


20. yüzyılın sonunda şirketlerin değişen ortaklık yapıları, gelişen finans ve bankacılık sistemi, kapitalizmin doğası gereği eşitsizlikler yaratmaya devam etse de, bu eşitsizliklerin kaynağı Marx’ın analiz ettiği dönemde olduğu gibi (sadece) artı değere el koyarak gerçekleşen emek sömürüsü değil. Başka bir deyişle, modern kapitalizmde varlıklara ve avantajlara ulaşmak için tek yol artık ücretli emek çalıştırmak değil.


Birkaç örnek üzerinden gidelim: Bugün Forbes’un dünyanın en zengin insanları listesinde yer alanların çoğu, sahip oldukları servetleri doğrudan artı değere el koyarak değil, modern kapitalizmin sağladığı olanaklar sayesinde elde ettiler. Bunların çoğu ücretli emek ya da yaygın bir artı değer “sömürüsüne” dayanmayan teknolojik ya da finansal buluşlar sayesinde mevcut konumlarına ulaştılar.


Piketty’nin 21. Yüzyılda Kapital isimli eserinde dikkat çektiği “süper yöneticiler” de aynı şekilde, doğrudan kapital sahibi oldukları için değil, çok yüksek ücretli işlerde çalıştıkları için ciddi bir sosyal katman, ya da sınıf haline dönüştüler.  Şirket CEO’su, danışman, akademisyen, sosyal medya ve iletişim uzmanı gibi işlerde ücretli çalışan bu olağanüstü statü ve prestij sahibi insanların çoğu, sermaye sahibi kapitalistlerden daha çok kazanıyorlar.


Sporcular, sanatçılar, kanaat önderleri, bazı doktorlar, yazılımcılar, gazeteciler, çok satan yazarlar da benzer konumda. Bunlar da sermaye sahibi değiller, buna karşılık sosyal katmanların en üstlerinde yer alıyorlar.


Olağanüstü boyutlarda genişleyen kapitalizm pazarı, sınıf geçişkenliği imkanı veriyor. Finansal kaynaklara ulaşım ve yatırım olanakları sadece sermaye sahibi kapitalistlerin ayrıcalığı değil. Ortalama bir insan da uçsuz bucaksız finansal pazarlara yatırım yapabiliyor. Bunların içinde tasarruf edebilen beyaz ya da mavi yakalı işçiler de var.


Konut sektörünün yeni bir servet değişim pazarına dönüşmesiyle, mülksüzler bile bu imkana sahipler; büyük servetler edinmeleri için kamu arazilerine gecekondu yapmaları yeterli; birkaç on sene içinde bu arazilere yapılacak binalar sayesinde rantiye olma imkanları var (ve bu bizim gibi ülkelerde kapitalist yatırımcılıktan çok daha kazançlı bir iş.) Dolayısıyla kapitalist gelişmeye en çok bu insanlar umut bağlıyorlar.


Günümüzde kapalı ve güvenlikli sitelerde yaşayan pek çok orta sınıftan ücretli emek gücü, toplumun daha alt katmanlarından insanları temizlikçi, güvenlik görevlisi, bahçıvan olarak çalıştırıyor. Hizmet sektöründe emeğini pazarlayanlarla bu emeği kiralayanlar arasındaki ilişki Marx’ın tarif ettiği artı ürün ilişkisi değil. Bu pazar günümüzde çok büyük bir sektörü oluşturuyor.


İletişim devrimiyle beraber emeğini home office çalışarak bir yatırımcı kapitalist olmaksızın pazara sürebilen yaygın bir kesim var. Bu kesimler geleneksel kapitalist sermaye-emek ilişkilerinin dışındalar ve bu ilişki tarzı hızla yaygınlaşıyor.


Toplumun en yoksullarının ve mülksüzlerin bile finansal piyasalara ulaşma şansları var. ABD’de 2007 yılında patlak veren krizi tetikleyen, bu kesimlere açılan sub-mortgage kredileriydi ve bu krediler olağanüstü bir finansal pazar oluşturuyordu.


Ortodoks Marksist yaklaşımın aksine, kapitalist ilişkiler bütün “arkaik” ilişkileri ezip geçmedi, iktisadın yaygın bir alanına hükmedemedi. Gelişmemiş yarı-kapitalist ülkelerde emeğini kapitalist pazara çıkartarak “sömürtmeye” can atan, ancak kapitalizmin ihtiyaç duymadığı çok yaygın bir emek pazarı var. Bu insanlar kent varoşlarında yaşıyorlar ve kapitalizmin çeperinde, zaman zaman kapitalist ilişkilere dahil olarak, ancak çoğunlukla kapitalizm dışı ilişkilerle yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Gelişmiş kapitalist merkezlerde bile durum farklı değil; örneğin Londra’nın gözde alışveriş caddelerinden Oxford Street’de bugün Hintliler, Pakistanlılar, Uzak Asyalılar, Araplar, Türkler ıvır zıvır hediyelik eşya, fast food ve ucuz mal ticaretinden hayatlarını kazanmaya çalışıyorlar. Londra küçük bir Mumbai, Paris küçük bir Cezayir, Berlin küçük bir İstanbul gibi. Kapitalizmin çeperinde yaşayan insanlar, kapitalizmin başkentlerini işgal etmiş durumda.


“Emperyalizm” de artık halkların düşmanı olarak görülmüyor. Filipinler’de, Tayvan’da, Haiti’de, Kolombiya’da, Kosta Rika’da, Vietnam’da, daha ileri giderek Çin’de, Kore’de, Brezilya’da, Türkiye’de insanlar doğrudan yabancı yatırımların yaşam standartlarını yükseltmesi nedeniyle “emperyalizmi” kovmaya değil, davet etmeye çalışıyorlar. Son araştırmaların hepsi, “yeni-emperyalizm” denen 21. yüzyıl küreselleşmesinin kapitalizmin merkezlerinde yaşayan insanların yaşam standartlarını düşürdüğünü, emperyalizmin sömürü alanları olarak görülen coğrafyadaki insanların yaşam standartlarını belirgin bir şekilde yükselttiğini ve sanayi devriminden sonra başlayan büyük ıraksamanın (great divergence), büyük yakınsamaya (great convergence) dönüştüğünü gösteriyor.


“Halkın” çıkarlarının ortak olduğu düşüncesi sübjektif. Çünkü “halkçılık”, “” gibi söylemler, “halkı” oluşturan farklı sınıfların maddi çıkarlarının ortak olduğu iddiasına dayanıyor. Kaldı ki, insanlık sadece maddi çıkarlar da değil, aynı zamanda kültürel, ahlaki değerlerde uzlaşma, idealler ve yaşam beklentilerinde ortaklaşmaya dayanıyor. “Maddi çıkarı” aynı olan insanlar bile ortak ideallerde buluşamayabilirler. Tersinden söylemek gerekirse, farklı sınıftan insanlar aynı ideallerde buluşabilirler. “Sınıfların”, ya da “halkın maddi çıkarları” söylemi, insanın ihtiyaç hiyerarşisindeki bütün üst ihtiyaçları yok sayan, önemsizleştiren, insanı sadece karın doyurmaya ve maddi çıkar elde etmeye indirgeyen bir söylem.


Bir önceki yazıda sorduğum soruya geri dönersem; hayır, halk, halkçılık, halk yönetimi gibi kavramlar günümüz dünyasında bir anlam ifade etmiyor ve sadece totaliter ve anti-demokratik yönetimler kurmak isteyen tiranlar tarafından kullanılıyor.


Önceki yüzyıllarda halkçılık, statü ve hak sahiplerine karşı, sıradan insanın sosyal eşitlik talebiydi. Günümüzde bazı toplum kesimleri bu haklarını kullan(a)masa da, ya da kullanacak yeterli araçlara ulaşamıyor olsalar da en azından anayasal eşitlik sağlandı.


Yukarıda anlatılanların hiçbiri, kapitalizmi “ideal” bir sistem yapmıyor. Kapitalizm bugün de eşitsizlik ve adaletsizlik üreten, çevreyi tehdit eden bir sistem. Dahası, insan doğasına ve insanlığın merhamet, dayanışma, yardımlaşma, empati, dostluk, ilerleme gibi yüksek değerlerine aykırı bir sistem. Ancak kapitalizmin alternatifi, statü, ideal, yaşam beklentileri, ahlaki değerler gibi alanlarda kökten ayrışmış kitleleri amorflaştıran, sıradanlaştıran, bu ayrımları önemsizleştiren bir halkçılık, anti-emperyalizm ve totaliter kolektivizm değil.

1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 09, 2018 03:32
No comments have been added yet.