Halk, halkçılık ve sınıflar üzerine – 1

Türkçe halk sözcüğünün İngilizce karşılığı people. People sözcüğünün kökeni ise Latince populus.


İngilizce’de people halk anlamında kullanıldığı gibi, insanlar, kişiler anlamında da kullanılabiliyor. Biz Türkçe’de “insanlar benim çılgın olduğumu düşünüyor” diyoruz, İngilizce’de “people think I’m mad” deniyor. İngilizce Turkish people dediğinizde, Türk halkını kastetmiş oluyorsunuz. Yani, Türkçe halk sözcüğünün karşılığı İngilizce’de insanlar (people) ya da belirli bir insan grubu (the people) anlamlarına karşılık geliyor.


Hem Türkçe’de, hem de İngilizce’de halk sözcüğünü millet yerine de kullanıyoruz. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” dediğimizde politik bir özne olarak bir insan grubunu kastediyoruz. İngilizce German people dediğimizde, Alman ulusunu kastetmiş oluyoruz.


Siyasal tarihte halk sözcüğünü İngilizce’de daha iyi karşılayan sözcük common people veya commoner. Bu sözcükler “sıradan insan” anlamına geliyor. Bazen the masses de deniyor. Türkçe’ye kitleler olarak girmiş sözcük, bir dönem sol siyasal jargonda çok kullanılırdı:  “Vermeyin insana izin, kanması ve susması için, hakkını alması için, kitleyi bilinçlendirin.” Sözcük daha sonra gözden düştü, negatif anlam yüklendi.


Sıradan insanı, ya da halkı siyasal özne haline getiren bir tarih var. Kısaca göz atalım:


Avcılık / toplayıcılık aşamasında insan topluluklarının eşitlikçi ve barışçı oldukları söylenir. Genel anlamda doğrudur. Antropolojik araştırmalar ve arkeolojik bulgular bu düşünceyi destekliyor. Ancak avcı/toplayıcı toplumlar, marksistlerin ya da anarko-primitivistlerin iddia ettikleri (ya da düşledikleri) kadar eşitlikçi değil. Çünkü bu ilkel toplumlarda bile bir iş bölümü ve tabakalaşma var. Marx toplumları iktisat perspektifinden değerlendirdiği için Marxist sınıf teorisi, toplulukların içinde bulundukları iktisadi ilişkilere ya da daha doğru bir ifadeyle mülkiyet ilişkilerine dayanıyor. Oysa Max Weber ve Thorstein Veblen sosyoloji perspektifinden değerlendirerek sınıfı statü ve sosyolojik ilişkilere göre tarif ediyorlar. İlk yaklaşıma göre, ilkel komünal toplumlarda mülkiyet ilişkisi olmadığı için bu topluluklar eşitlikçi kabul ediliyorlar. İkinci yaklaşıma göre bu topluluklarda (bile) statüye dayalı bir ilişki olduğu için, idealize edildikleri kadar eşitlikçi değiller. (Hatta çok gelişmemiş de olsa, bu topluluklarda da mülkiyet ilişkileri var.)


Erkekler kas güçleri, çeviklikleri ve savaşçı özellikleri nedeniyle avcılık yaparken, kadınlar toplayıcılık, temizlik, çocuk ve yaşlı bakımı ile uğraşıyorlar. İlkel toplumların kültürel etkileri günümüzde bile devam ediyor: Erkeklerin silah, araba ve kadınların çanta ve ev tutkuları avcı/toplayıcı kültürün kalıntıları.


Avcı/toplayıcı toplulukların daha ileri aşamalarında uğraşın niteliğine bağlı değerler sistemi ortaya çıkıyor: Güçlü erkek avcı, kadınlar, zayıf erkekler ve yaşlı erkekler toplayıcı olduğu için, gücün üstünlüğüne dayalı bir görenek beliriyor. Savaşkanlık, avlanma yüksek, üretim, emek, temizlik yapma ise düşük statü göstergesi kabul ediliyor. Türkçe’de avam sözcüğü bu nedenle düşük bir sosyal statüyü ifade ediyor.


Veblen’e göre bu görenek, zamanla bir aylak sınıfın (leisure class) ortaya çıkmasına neden oluyor. Avcı kabileler, avlak alanlarında karşılaştıklarında, silahlar karşılıklı doğrultuluyor ve savaşı kazananlar diğerlerini ek emek gücü olarak köleleştiriyorlar. Köleleştirilenlerin önemli bir çoğunluğu da kadınlar; Veblen’e göre kadınlar bir “zafer hatırası” olarak köleleştirilirken, köle sahibine hem kol emeği, hem de seks köleliği anlamında hizmet veriyorlar. Çok eşliliğin, cinsel ahlakın, kadının bir seks sembolü oluşunun kökeni bu tarihsel geçmişe dayanıyor.


Zamanla avlanma önemini yitiriyor. Vahşi hayvanların evcilleştirilmesi ve yerleşik tarım toplumların hayatına daha büyük kolaylıklar getiriyor. Geçmişin savaşçı avcısı çalışmayan bir egemen sınıfa dönüşüyor. Toplumların kültürü de buna göre şekilleniyor. Güç ilişkileri, şan, şeref gibi kavramları ortaya çıkartıyor. Aylak sınıf spor, şeflik/yöneticilik, “ataların ruhları ile temas” (şamanlık) gibi işlerle uğraşmaya başlıyor. Kadının ve kol emeğinin mülk haline getirilmesi ve yeni sosyolojik tabakalaşma toplumun küçük bir kısmını statü sahibi yaparak çalışma ve üretimden uzak ayrıcalıklılara dönüştürürken, büyük bir kısmını kitle, yığın, halk (populus) yapıyor.


Toplumların daha ileri bir aşamasını temsil eden antik Roma’da patricileri ve plepleri görüyoruz: Patriciler, kana dayalı bir soyluluğa sahip yönetici sınıf, plepler ise toplumun yönetilen kısmı. Plepler mülk sahibi olabilir, ticaretle uğraşabilirler, ancak silah taşıyamazlar, çünkü bu hak sadece patricilere aittir. Plepler özgür yurttaşlar kabul ediliyorlar. Toplumun en alt kesimleri ise kölelerden oluşuyor. Onların hiçbir hakkı yok.


Roma’nın çöküşünden sonra, özellikle Roma’nın son döneminde önemli bir politik güce dönüşen rütbeli askerler, etrafı duvarlarla çevrilmiş küçük alanlarda otonomi ilan ediyor ve feodal dönemi başlatıyorlar; merkezi otoritenin yerini yerel otoriteler alıyor. Böylece yeni bir toplumsal yapı ortaya çıkıyor. Bu toplumsal yapıda üç sınıf beliriyor: Savaşanlar, dua edenler ve çalışanlar; yani şövalyelik kültürüne sahip Senyörler, örgütlü bir ruhban sınıfı (clergy) ve çalışan sınıf (serfler). Toplumun değerler sistemi de buna göre, geçmişin benzeri bir biçimde yeniden oluşuyor. Avrupa’da bu rijit yapı, aşağı yukarı 1.000 sene devam ediyor. Servet kabul edilen her şey, hazineler, araziler, hayvan stoku, kaleler, şatolar çalışmayan senyörlere ve ruhban sınıfının örgütsel yapısını oluşturan kiliselere ve manastırlara ait. Toplumun çalışan alt tabakalarının mülkleri olmadığı gibi, hakları da yok: Halk kabul edilenler bunlar, sayısal çoğunluğun bir politik değer taşımadığı zamanlar.


Ortaçağın sonlarına doğru yeni bir sınıf ortaya çıkıyor, ticaretle uğraşan, para ve mal alışverişi sayesinde mülk sahibi olan, ancak hakları sınırlı bir ticaret sınıfı. Günümüzde demokrasinin temeli kabul edilen Magna Carta anlaşması, bu sınıfın krallara ve senyörlere karşı kazandığı ilk siyasi zafer. Magna Carta sayesinde mülkiyet hakkı kral tarafından kabul ediliyor. Magna Carta sayesinde tüccar sınıfının mülkü yazılı güvence altına alınıyor.


14. yüzyılda Avrupa nüfusunun yarısının ölümü ile sonuçlanan büyük veba salgını, geleneksel yapıya ilk darbeyi vuruyor. Sıradan insan, salgında sadece kendisinin değil, soyluların ve ruhban sınıfından insanların da salgına karşı ne kadar dirençsiz olduğunu görüyor. Eşitlik düşüncesi zihinlerde belirmeye başlıyor. Azalan nüfus, emeğin değerini ve ücretini arttırıyor, sıradan insan önemli bir politik ve iktisadi özne olarak tarih sahnesine çıkmaya başlıyor.


15. yüzyılda topun keşfi ile beraber, yüksek duvarlar arkasında hüküm süren Senyörlerin askeri ve politik gücü sarsılmaya başlıyor. Sıradan insanın yönetilebilmesi için yeni yapılara ihtiyaç baş gösteriyor. Sıradan insanın senyörlere ve ruhban sınıfına karşı hoşnutsuzluğu, İngiltere’de levellers olarak isimlendirilen bir siyasi eşitlik talebinin doğmasına neden oluyor. Sıradan insan yüzyıllardır devam eden durumuna eşitlik talebiyle isyan ediyor ve bu isyan bir iç savaşa ardından da 1642’de bir devrime yol açıyor.


Hemen hemen aynı dönemde, kara Avrupa’sında şiddetli bir şekilde devam eden din savaşları ve Reformasyon, 17. yüzyılın ortalarında ulus devleti doğuracak olan Vestfalya Antlaşması’na yol açıyor. Bu arada prestijini yitirmeye başlayan ruhban sınıfının örgütlü yapısını oluşturan kilisenin malları yağmalanarak, ilk kapitalist sermayelerin de temelini oluşturuyor.


18. yüzyılda sanayi devrimi sıradan insanı topraktan, dolayısıyla Senyöre bağımlılıktan kurtarıyor, “özgürleşen” emek, sanayi işçisi olarak emek pazarında satışa çıkıyor. Bu, aynı zamanda Marxist literatürde proletarya denen sınıfın doğuşu anlamına geliyor.


[image error]18. yüzyılın sonunda Amerikan ve Fransız Devrimleriyle beraber, sıradan insan, yani halk devrimler yapan, haklar ve özgürlüklere sahip bir siyasal özne haline geliyor. Fransız ressam Delacroix’nın Halka Yön Gösteren Özgürlük tablosunda ve Fransızların Amerikalılara hediye ettiği Özgürlük Heykeli’nde kadınların resmedilmesi, tarihte ilk kez özgürlükleri ve hakları gasp edilerek mülkiyet nesnesi haline getirilen kadınlara vurgu yapması bağlamında önemli.


19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başına kadar gene de nüfusun sayısal gücü politik anlamda bir önem taşımıyor. Çünkü oy vermekten, parlamentoda temsile kadar siyasal haklar sıradan insanların sahip oldukları haklar değil. Çok geniş bir coğrafyada sadece mülk sahibi erkekler oy hakkına sahipler. Bu dönem yeni bir siyasal anlayışın önünü açıyor: Halk egemenliği. Rusya’da halkçılık, bu dönemde filizleniyor.


Amerikan ve Fransız Devrimleri ile başlayan süreç, 20. yüzyılda devrilen monarşilerin yerine kurulan cumhuriyetlerle devam ediyor. Yönetimlerin halk egemenliğine dayanması esası, aynı zamanda siyasi meşruiyetin de temelini oluşturuyor. Bu rejimlerin demokratik olmaları da gerekmiyor; bir tiran ya da diktatör, “halkın iradesini” temsil etmek üzere yönetimlere el koyabiliyor. 1930 ve 1940’ların faşist yönetimleri halk iradesi, ya da milletin iradesi gibi kavramlara göndermeler yapıyor.


Sonraki dönemde de halkın iradesine çok farklı siyasal programlar öneren kesimler vurgular yapıyorlar. 1942 yılında ABD Başkan Yardımcısı Henry Wallace, bir konuşmasında “sıradan insanın yüzyılından” bahsediyor. Wallace’ın konuşmasından etkilenen Amerikalı besteci Aaron Copland Fanfare for the Common Man‘i besteliyor.



Mao Zedung 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan ediyor.


Türklerin tarihinde süreçler biraz daha farklı işliyor. Yüzyıllar boyunca göçebe yaşayan Türk boyları, genellikle askeri şefliklerle yönetiliyorlar ve yaygın göçebe federasyonları kuruyorlar. Bu yönetimlerde mülkiyet ilişkileri çok zayıf ve gevşek olduğu için, yerleşik toplumlardakine benzer bir aylak sınıf, yüzyıllarca ortaya çıkmıyor. Askeri şefler ve şamanlar saygın kabul edilseler de, ayrıcalıklı kabul edilmiyorlar. Türklerin yerleşik topluluklar biçiminde yaşadıkları dönemlerde de güçlü bir soylu sınıf ortaya çıkmıyor. Şeflerin kendileri de, toplumun diğer bireyleri gibi birer savaşçı ve gerektiğinde en ön saflarda savaşıyor, bazen de hayatlarını kaybediyorlar.


Türklerin büyük devletler ve imparatorluklar kurdukları zamanlarda bile durum fazla değişmiyor. Örneğin Osmanlılarda hanedanlığın yönetme ayrıcalığına saygı duyuluyor, ancak hanedan üyeleri “gerektiğinde” tahttan indiriliyor, katlediliyor. Osmanlı devleti çok güçlü bir merkezi örgütlenmeye ve güçlü bir askeri yapıya sahip olduğu için, yerel aristokrasinin gelişmesine izin vermiyor. Ulema, Batı’daki gibi mülkiyet sahibi değil, belli bir otonomiye sahip olsa da, devlete sadık. Merkezi otoritenin zayıfladığı dönemlerde önceleri beylikler, sonraları ayanlar biçiminde uç veren yerel aristokrasi, hiçbir zaman Batı’daki gücüne ulaşamıyor. İngiltere’deki Magna Carta benzeri Sened-i İttifak ciddi sonuçlara yol açamadan kadük kalıyor.


Hürriyet kavramı, Osmanlı tarihinde çok farklı bir içerikle, Batılı anlamda bir bireysel hak ve hürriyetler olarak değil, kolektif hürriyet olarak yorumlanıyor. Sıradan insan, uzun Osmanlı tarihinde reayaya karşılık geliyor. Reayanın bağımlılığı yerel soylulara değil, doğrudan sultana. Osmanlı tarihindeki isyanların çoğu, sultanın yönetim iradesine karşı değil, yozlaşmış, zalim yerel yöneticilere karşı. Dolayısıyla da hürriyet, yerel zorbadan kurtarması için sultandan talep ediliyor. Sultana karşı gelişen isyanlarda ise sıradan insan, genellikle kendi özgürlüğü ve talepleri için değil, önüne düşen önderin yönetme ayrıcalığı için mücadele ediyor. (Türkiye devrimci geleneğinde ütopik boyutlarda önem atfedilen Şeyh Bedrettin ve Celali isyanları ile ilgili araştırmalar, yukarıda ifade edilen görüşleri destekler nitelikte.)


1900’lerde yükselen halkçılık ve milliyetçilik birbirini tamamlayan iki kavram; ilki ulusal sınırlar içinde ulusal egemenliği, diğeri ise bu egemenliğin sıradan insana, yani halka dayandığını vurguluyor. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” ve “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” sözleri bu anlayışı formüle ediyor. İkincide vurgulanan sınıfsızlık, Marxist anlamda mülkiyete ve iktisada dayalı bir sınıfsızlık değil, cümlenin sonunda vurgulanan “kitle” ise halkı, yani sıradan insanı ifade ediyor.


Olabildiğince kısa özetlemeye çalıştığım bu uzun tarihsel geçmiş, günümüzde bir anlam ifade ediyor mu? Halk, halkçılık, halk yönetimi demode kavramlar mı, yoksa politik söylemin dayandırılması gereken ana unsurlar mı?


Halk, halkçılık ve sınıflar üzerine – 2

1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 09, 2018 00:06
No comments have been added yet.