Tuncer Şengöz's Blog
May 17, 2025
GüneŠDöngüleri ve Tarihsel Döngüler
25. GüneÅ Döngüsü, 2024 yılının AÄustos ayındaki 216 güneÅ lekesi gözlemi ile zirve yaptı. Bu tarihten itibaren güneÅ aktivitesindeki yavaÅlamaya, gözlemlenen leke sayısı azalmaya baÅladı. 25. GüneÅ Döngüsünün 2030 sonu/2031 baÅında tamamlanması bekleniyor.

GüneÅ Döngüleriyle insan etkinlikleri arasındaki iliÅkiyi ilk fark eden bilim insanı, Alexander Chizhevsky idi. Disiplinlerarası bir bilim adamı olan Chizhevsky, güneÅ döngüleri ile insan kitlelerinin toplu davranıÅları arasındaki iliÅkiyi incelemiÅ, özellikle isyanlar, devrimler, savaÅlar gibi uç kitlesel tepkilerin, maksimum güneÅ etkinliÄinin gerçekleÅtiÄi dönemlere denk geldiÄini fark etmiÅti. Ãzellikle Büyük Rus Devriminin tam da 15. GüneÅ Döngüsünün maksimum etkinlik dönemi ile çakıÅması, Chizhevsky’nin araÅtırmalarına ilham kaynaÄı olmuÅtu.
Chizhevsky’nin yaklaÅımı, anlamlı istatistik bulgulara iÅaret etse de, güneÅ etkinliÄi ile toplumsal olaylar arasında kurmaya çalıÅtıÄı doÄrusal iliÅki, gözlemcinin öznel yaklaÅımına baÄlı olduÄu iddiasıyla bilim çevrelerinde raÄbet görmedi. Buna karÅın, son bir yüzyılda yaÅanan önemli olaylara baktıÄımızda, bunların önemli bir kısmının güneÅ döngüsü zirvesine denk geldiÄini görüyoruz:
16. GüneÅ döngüsü zirvesi 1929 yılında Amerika’da borsanın tarihi çöküÅüne, 17. GüneÅ döngüsü zirvesi 1938/39 yıllarında 2. Dünya SavaÅının baÅlangıcına, 18. GüneÅ döngüsü zirvesi 1947 yılında SoÄuk SavaŒın baÅlangıcına denk gelirken 19. GüneÅ Döngüsünün 1957 zirvesinde büyük bir savaÅ, isyan, ekonomik çöküŠolmadı. 20. GüneÅ Döngüsünün 1969 zirvesi 1968 öÄrenci isyanları, 21. GüneÅ Döngüsü zirvesi 1979 yılında ikinci petrol krizine sahne oldu. 22. GüneÅ Döngüsünün 1989-91 zirveleri Ãin’de Tiananmen Meydanındaki isyanlar ve 1991’de Sovyetler BirliÄinin çöküÅü ile Chizhevsky’nin yaklaÅımını destekleyen olayları beraberinde getirdi. 23. GüneÅ Döngüsünün 2000-2001 zirvelerinde Nasdaq borsası çöktü, 9/11 olayları olarak bilinen, İkiz Kulelere ve Pentagon binasına terör saldırısı oldu. 24. GüneÅ Döngüsünün 2011-2014 zirvelerinde Brezilya’dan Hindistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye isyan dalgası yayıldı; OrtadoÄu coÄrafyasında Arap Baharı olarak bilinen isyanlar rejimleri sarstı. 25. GüneÅ Döngüsünün 2024 zirvesi ise Ukrayna ve Gazze’de kanlı “operasyonlara” sahne oldu.
DiÄer taraftan, 20. ve 21. yüzyılın önemli bazı olaylarının da GüneÅ Döngüsü zirvelerine denk gelmediÄini görüyoruz.
16. GüneÅ Döngüsünün sonunda, 1933 yılında Hitler iktidara geldi. 17. GüneÅ Döngüsünün sonunda, 1944 sonlarında 2. Dünya SavaÅı sona ermek üzereydi. 19. GüneÅ Döngüsünün sonlarında, 1962 yılında dünyayı nükleer savaÅın eÅiÄine getiren Küba füze krizi, 20. GüneÅ Döngüsünün sonunda birinci petrol krizi yaÅandı ve ABD’de borsalar dibe vurdu. 21. GüneÅ Döngüsünün sonunda, 1987 yılında ABD’de Kara Pazartesi olarak bilinen ani borsa çöküÅü oldu. 22. GüneÅ Döngüsünün sonu sakin geçerken, 23. GüneÅ Döngüsünün sonunda 2008 yılında Küresel Finans Krizi patlak verdi. 24. GüneÅ Döngüsünün sonunda, 2019-2020’de Ãin’in Wuhan kentinden dünyaya yayılan ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan COVID salgını baÅladı.
GörüldüÄü üzere insanlık tarihi, güneÅ etkinliÄinin zirveye ulaÅtıÄı dönemlerde deÄil, iyice yavaÅladıÄı GüneÅ Döngüsü sonlarında da önemli olaylara sahne oldu. Yukarıda sıralanan önemli olayların her birinin, güneÅ etkinliÄinin zirveye veya dibe ulaÅtıÄı zamanlara denk gelmesi, istatistik olarak anlamlı bir iliÅki olduÄunu gösterse de, bu iliÅkinin “mekaniÄi” hakkında fikir vermiyor. İÅleyiÅi bilinmediÄi için de, gelecekte ne tip krizlerin yaÅanacaÄını tahmin etmek mümkün olmuyor.
Ancak daha bütünsel bir bakıÅ, güneÅ etkinliÄi ile yeryüzündeki insan etkinliÄinin genel doÄrultusu hakkında bir fikir verebilir.

Yukarıdaki grafik, 1760’lardan günümüze kadar gözlemlenen güneÅ lekelerinin sayısını ve GüneÅ Döngülerini gösteriyor. GüneÅ Döngüleri, bilimsel gözlemlerin baÅladıÄı 18. yüzyılın ortalarından itibaren numaralandırılmaya baÅlıyor; dolayısıyla 1755-1766 döngüsü, 1. GüneÅ Döngüsü olarak kabul ediliyor. Gözlemler baÅlamadan önceki dönemlerde leke sayısı, grafiÄe tahmini deÄerler olarak iÅleniyor. 1645-1715 döneminde güneÅ aktivitesinin aÅırı yavaÅladıÄı, güneÅ lekesi sayısının, özellikle 1672-1699 döneminde 50’ye kadar düÅtüÄü biliniyor. Oysa 28 yıllık dönemlerde tipik olarak gözlemlenen güneÅ lekesi sayısı 40,000-50,000 civarında. GüneÅ etkinliÄinin aÅırı yavaÅladıÄı bu döneme Maunder minimum deniyor.
Tarihsel kayıtlar, Maunder minimum döneminde yeryüzü sıcaklıÄının çok düÅük olduÄunu gösteriyor. Bu dönemin, yeryüzünde yüzyıllar boyunca sürmüŠolan bir Küçük Buz ÃaÄının son evrelerine ait olduÄu tahmin ediliyor. Bilim çevrelerinde Küçük Buz ÃaÄının tam olarak ne zaman baÅladıÄı konusunda görüŠbirliÄi yok. Ancak tarihi kayıtlar, Küçük Buz ÃaÄının 1300’lerde baÅladıÄını gösteriyor. YaklaÅık 500 yıl süren Küçük Buz ÃaÄının 20. yüzyılın baÅlarında sona erdiÄi kabul ediliyor. Bu tarihten sonra yeryüzü ısınıyor. Isınmanın iklim ve güneÅ döngüleri ile iliÅkisi konusu ise oldukça tartıÅmalı. İklim Krizi inkarcıları, sıcaklıkların artıÅı ile insan etkinlikleri sonucu CO2 salınımı arasındaki iliÅkiyi reddediyor. Bu notu da düÅtükten sonra, GüneÅ Döngüleri ile insan etkinlikleri arasındaki iliÅkiye geri dönelim:

Yukarıdaki grafik, bilimsel ölçümlerin baÅladıÄı 1750’lerden günümüze, güneÅ lekesi sayısını ve GüneÅ Döngülerini gösteriyor. 275 yıl boyunca, 11 yıllık güneÅ döngülerinin yanısıra, her bir döngüde önce artan, daha sonra azalan daha uzun döngülerin de olduÄunu görüyoruz. SC 1-3 boyunca yükselen, SC 4-5’te azalan bu ilk büyük döngünün ardından SC 6-8’de yükselen, SC 9-14’de azalan ikinci döngüyü ve SC 15-19’da yükselen ve 25. döngüye kadar azalarak devam eden üçüncü döngü kolayca tespit edebiliyoruz. GrafiÄin üzerinde de belirtildiÄi üzere, bu üç ana döngünün azalma dönemlerinin, Birinci, İkinci ve Ãçüncü Sanayi Devrimlerine denk gelmesi tesadüf olmasa gerek.
Ana döngülerin yükseliÅ dönemleri, sonraki dönemin siyasi/toplumsal paradigmalarını belirleyen çatıÅmalara, savaÅlara, isyanlara sahne oluyor.
Birinci ana döngüde, yani 1755-1778 tarihlerindeki SC 1-3 boyunca Amerika BaÄımsızlık SavaÅını görüyoruz, ana döngünün sonlarında, 1776 Amerikan BaÄımsızlık Bildirgesi yayınlanıyor. Bu bildirge, sonraki dönemin temel paradigmasını belirliyor ve 1789’da Fransa’daki devrime ilham kaynaÄı oluyor. Aynı tarihlerde Britanya’da Birinci Sanayi Devrimi baÅlıyor. Sonraki yüzyılı bu iki olay belirleyecek; devrimci fikirler dünyaya yayılacak, toplumlar din/tarım düzenlerinden bilim/sanayi düzenlerine geçecek.
İkinci ana döngü Napolyon SavaÅlarının Avrupa’ya yayılmasıyla baÅlıyor, Napolyon SavaÅları ile hem siyasi, toplumsal paradigma, hem de üretim/mülkiyet iliÅkisi paradigması deÄiÅiyor. Bu dönemde çelik-kömür endüstrileri, toplu üretim ve otomasyonla ikinci sanayi Devrimi baÅlıyor ve hızla dünyaya yayılıyor. Halkların Baharı olarak bilinen 1848 Devrimi, Marx ve Engels’in kaleme aldıÄı Komünist Manifesto’nun yayınlanması, ikinci ana döngünün zirvelerine denk geliyor ve sonraki yüzyılda yaÅanacak siyasi/toplumsal çatıÅmanın ana paradigmasını Åekillendiriyor. İkinci Sanayi Devrimi yayılırken 1861-68 yıllarında Amerikan İç SavaÅı Kuzeyin zaferi ile sonuçlanıyor, Amerika’da kölecilik dönemi sona eriyor.
Ãçüncü ana döngünün sonlarında 1873’te baÅlayan Uzun Depresyon baÅlıyor. Uzun Depresyon, kullanılan metriÄe baÄlı olarak 1879 ya da 1899’a kadar devam ediyor. Bu tarihten sonra güneÅ etkinliÄi yeniden artıyor. Ãçüncü döngünün zirveye ulaÅtıÄı 1957 yılına kadar geçen dönem, isyanlarla, devrimlerle, savaÅlarla geçiyor. 1914-18’de ilk dünya savaÅı, 1917’de Rus Devrimi, 1920’lerde Türk Devrimi, 1939-45’de ikinci dünya savaÅı, 1949’da Ãin Halk Cumhuriyetinin kurulması ile sonuçlanan Ãin Devrimi bu döneme damgasını vuruyor. Döngünün zirvesinde, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948), Kadınların Siyasi Haklarına Dair SözleÅme (1952) ve Ãocuk Hakları Bildirgesi (1959) yayınlanıyor. Sonraki dönemin toplumsal paradigması, bu bildirgelerle Åekillenecek. 1960’lardan sonra radyonun yerini televizyon alıyor ve iletiÅim teknolojileri hızla yayılıyor. 1970’lerde dijital teknolojilere geçiÅ, 1980’lerde bilgisayarlar ve 1990’lardan itibaren internet yaygınlaÅıyor. Ãçüncü Sanayi Devrimi, 2000’lerde hızlanıyor; sosyal medya, dijital teknolojiler, dijital bankacılık ve yapay zeka ile Dördüncü Sanayi Devriminin temelleri atılıyor. Bu dönemde güneÅ etkinliÄi yeniden azalıyor, Ãçüncü ana GüneÅ Döngüsünün sonlarına yaklaÅılıyor.
11 yıllık küçük döngülerin aksine, ana döngüler sabit sayıda yıllar boyunca deÄil, sayısı artarak devam eden yıllar boyunca sürüyor. İlk ana döngü 5, ikinci ana döngü 8 küçük döngüyü kapsadı. Ãçüncü ana döngü, 11 küçük döngüyü kapsadı ve devam ediyor. EÄer, ana döngüler Fibonacci sayı serisini takip ediyorsa, 26. ve belki 27. döngüde de maksimum güneÅ lekesi sayısı azalmaya devam edebilir ve 28. döngüden itibaren küçük döngülerde güneÅ lekesi sayısı yeniden artmaya baÅlayabilir. Bu da kabaca, 2040’ların ortalarından itibaren yeni bir ana GüneÅ Döngüsünün baÅlayacaÄı anlamına geliyor.
18. yüzyılın ortalarından beri gözlemlenen üç ana döngünün geçiÅ dönemlerinde yaÅananlar, dördüncü döngüde de tekrar edecekse, 2030’ların ortalarından baÅlayıp 2050’lere kadar devam edecek bir isyan, devrim, savaÅ dalgası ile bir sonraki toplumsal, siyasi paradigmaya, daha sonra da yeni bir üretim paradigmasına geçiŠöngörülebilir.
Chizhevsky, 18. GüneÅ Döngüsü’nde, güneÅ etkinliÄi ile yeryüzünde olan biten arasındaki iliÅkiyi çözmeye çalıÅırken, elinde inceleyebileceÄi sınırlı sayıda veri vardı. 25. GüneÅ Döngüsünün ortalarında yaÅayan bizlerin elinde çok daha fazla veri var; dahası bütün bu verilerle insanlık tarihinin dönemlerini karÅılaÅtırmada ve bilimsel iliÅkiyi kurmada yararlanabileceÄimiz yapay zeka uygulamalarına da sahibiz.
Belki gelecekte neler olup biteceÄini öngörebileceÄimiz bir bilimsel yönteme sahip olamayacaÄız, ancak insalık tarihinde olan bitenlerin kozmosla iliÅkisini daha iyi kavrayabileceÄimiz bir dönemde yaÅıyor olabiliriz.
Kim bilir… Belki de güneÅin Dördüncü ana döngüsü sadece yeni bir toplumsal paradigmanın deÄil, aynı zamanda yeni bir kozmolojik kavrayıÅın da yolunu açar.
April 15, 2024
CHP önümüzdeki 10 yıl içinde oylarını `’lara çıkartabilir mi?

31 Mart 2024 günü ülke genelinde yapılan yerel seçimlerde CHP’li Belediye başkan adayları 7.77, İl genel meclisi adayları 4.30 oy aldı. CHP seçimi Ak Parti’nin yaklaşık 2 puan önünde birinci bitirdi ve böylece Ak Parti’nin kuruluşundan beri ilk kez bir seçimden CHP birinci, Ak Parti ikinci çıktı.
CHP en son 1977 yılında yapılan yerel seçimlerde A.8 ve genel seçimlerde A.38 oy oranları ile ve CHP geleneğini temsil eden SHP 1989 yerel seçimlerinde (.7 oy oranı ile birinci çıkmıştı. Bu şekilde bakıldığında merkez sol bir seçimi en son, SHP logosu ile 35, CHP logosu ile 47 sene önce birinci tamamlamıştı.
CHP ve SHP’nin geçmiş seçim başarıları kalıcı olmamış, her iki parti de birinci çıktıkları seçimlerden sonra hızla oy kaybetmişti. 31 Mart 2024 yerel seçimlerinden sonra ilk akla gelen, bu geçici seçim başarıları oldu ve 2024 seçim sonucunun da geçici bir başarı olup olmadığı tartışıldı. Bu yazıda soruyu tersten sorarak CHP’nin oy oranını `’lara çıkartıp çıkartamayacağını, on yıllar sürecek bir güçlü iktidar kurup kuramayacağını tartışacağım.
2018 Cumhurbaşkanı seçiminden sonra, 29 Temmuz 2018’de kaleme aldığım Bir CHP Yazısı başlıklı yazıda @’lardan ’lere gerileyen ve % civarında oy oranına sıkışan CHP’nin üç handikapla karşı karşıya olduğunu tespit etmiştim:
Değişen sosyo-ekonomik yapıNeo-liberal kapitalizm döneminde kimlik siyasetiYaşam tarzı çelişkileri/kaygılarıKısaca özetlemek gerekirse: CHP’nin A’i aşarak seçim başarısı elde ettiği 1970’lerin ortalarında kırsaldan kente göç yeni başlamıştı ve toplam nüfus içinde kent nüfus oranı 0, kırsal alan nüfusu p’lerdeydi. Türkiye’de gelir ve varlık dağılımı nispeten eşitlikçiydi. Yoksulluk/zenginlik, yoksunluk/varlık çelişkileri iktisadi olmaktan ziyade coğrafi idi. Kültürel ayrışma ve yaşam tarzı çatışması da günümüz ölçeğinde değildi.
Şu dört ayırt edici özelliğe sahip orta sınıf yeni doğuyordu: 1) Hem emek, hem sermaye geliri elde eden, 2) Emek satan, aynı zamanda kendisi de (hizmet alımı veya ücretli emek çalıştırma biçiminde) emek istihdam eden, 3) Tüketici, kentli, seküler, orta gelire sahip, 4) Varlıklarını miras yoluyla çocuklarına aktarabilen.
1960 ve 70’lerden itibaren, toplumun düşük gelire sahip katmanlarından ayrışan orta sınıf, iktisadi gücünü kabaca beş alandaki üstünlüğü sayesinde elde etti:
1) Kent ve kıyı rantı: 1970’lerden itibaren hızlanan kente göç, kent merkezlerindeki ve yakın banliyölerdeki arsa ve konutların hızla ve büyük oranlarda değerlenmesine yol açtı. Kooperatifler ve çok sınırlı konut kredileri sayesinde kent merkezlerinde konut ve arsa sahibi olanlar birkaç on yıl içinde göreceli olarak zenginleştiler. Aynı şekilde, henüz başlangıç safhasında olan yazlık turizminin çok erken aşamalarında, yerli halkın tarımsal ürün yetiştirmek bakımından verimsiz olduğunu düşünerek satışa çıkarttığı kıyı arazilerinde yazlık edinmek üzere bu arazileri satın alanlar, sonraki yıllarda artan talebe bağlı olarak değerli varlıklara ve bu varlıklardan elde edilen rant gelirlerine sahip oldular.
2) Nitelikli emeğe talepteki artış: 1960’larda başlayan hızlı sanayileşme ve kentleşme nitelikli emeğe talebi arttırdı. Mühendislik, avukatlık, doktorluk gibi uzun eğitim ve özel uzmanlık gerektiren mesleklere yenileri eklendi. Önceki yıllarda katiplik olarak isimlendirilen büro işleri yaygınlaştı, çeşitlendi ve uzmanlaşmış bir beyaz yakalılar sınıfının doğmasına neden oldu. Nitelikli emek talebi, bu niteliklere sahip olanlara yüksek gelir, tasarruf yapma ve varlık edinme imkanı sağladı.
3) Dünya kültürü ile temas: Özellikle 1980’lerden sonra dünya kültürü ile temas, yabancı dil öğrenmenin yaygınlaşması, uluslararası turizm ve çok uluslu şirketlerle ticaret sayesinde yerel kültürün sınırlayıcı etkilerinden kurtulan orta sınıf, becerilerini arttırma ve kendilerine ilave gelirler sağlayacak alanlara yönelme imkanı buldular.
4) Finansal araçlara ve bankacılık ürünlerine erişim: Önceki yıllarda finans ve bankacılık ürünlerine erişim, toplumun çok küçük bir yüzdesinin ayrıcalığıydı. Tasarruf edebilen orta sınıf, 1980 ve 90’larda serbest piyasanın yaygınlaşması, bankacılık ürünlerinin ve finansal araçların çeşitlenmesi sayesinde, emek gelirinin yanında sermaye geliri de elde etmeye başladı.
5) İnternet ve uzaktan çalışma: Özellikle 2000’lerde internetin ve uzaktan çalışmanın yaygınlaşması ile, yurtdışı da dahil olmak üzere masa başı işler sayesinde ek işler yapabilme, yabancı para birimleri üzerinden gelir edinme imkanlarına kavuştu.
CHP’nin 1970’lerde elde ettiği seçim başarısı, o dönemde yaygın bir işçi/memur/aydın koalisyonunun kurulabilmiş olmasının sonucu idi. 1980’lerden itibaren büyüyen orta sınıf, bu koalisyonun dağılmasına, daha önce CHP’nin oy tabanını oluşturan kesimlerin gelir ve varlık toplamlarının ayrışmasına, iktisadi farklılaşmaya bağlı olarak yaşam biçimlerinin, tüketim kalıplarının ve beklentilerinin farklılaşmasına yol açtı.
Toplumun daha düşük gelir sahibi kesimleri ve mülksüzleri, Ak Parti iktidarının ilk dönemlerinde yaygın sosyal yardımlar sayesinde bu partinin sadık tabanını oluştururken, ideolojik hegemonya sayesinde sınıf nefretini 1980’lerden sonra zenginleşen orta ve üst orta sınıfa yöneltti, çünkü cemaat ve hemşerilik ilişkileri içinde yaşayan bu kesimlerin gördüğü zenginlik, orta ve üst orta sınıfa ait mahalleler, güvenlikli siteler ve kent merkezlerinden ibaretti. En üst gelire ve varlığa sahip olanlar ve servetleri, bu kesimler için görünmezdi. Ak Parti döneminde olağanüstü zenginleşen bu kesimleri “halk adamı”, tüketici orta sınıfları “tuzu kuru” gören bu kesimler, doğrudan ve dolaylı vergilerle ve piyasalaştırılmış eğitim, sağlık ve ulaştırma sayesinde gelirinin önemli bir kısmına el konan orta sınıftan aktarılan kaynakları, iktidar partisinin bir lütfu olarak gördü ve bu partinin sadık tabanını oluşturdu.
Klasik Marxist söylemi değişen dünya ve ülke koşullarına uygun olarak güncellemek yerine olduğu gibi tekrar eden ve ücretli emeğin bütün kesimlerini “işçi sınıfı” olarak sosyalist bir ütopyaya davet eden daha soldaki partiler ise marjinaliteye hapsoldu, büyümedi. Bu söylem hizmetler kesiminde çalışan ve emeğini büyük kartellere değil, kapıcılık, temizlik, çocuk ve yaşlı bakımı, tezgahtarlık, güvenlik ve yakın zamanda kuryelik gibi alanlarda orta sınıfa satan düşük gelir grubu mülksüzlerde de de, yukarıda tarif edilen iktisadi/kültürel avantajlara sahip ağırlıklı beyaz yakalı büro işçilerinde de karşılık bulmadı. “Çöldekiler” Ak Parti’nin, orta ve üst orta sınıftakiler ağırlıklı olarak CHP’nin tabanını oluşturdu. Bu dinamiğin bir sonucu olarak Ak Parti @’larda, CHP ’lerde konsolide oldu. Bu iki parti dışındakiler, kültürel, ideolojik, etnik kimliklere dayalı olarak MHP, İyi Parti, HDP (DEM) ve yakın zamanda Yeniden Refah gibi partilere dağıldı.
Yukarıda anlatılan dinamik, 2018’den itibaren değişmeye başladı. Türkiye’nin idari yapısındaki değişimin yanı sıra ekonomik/finansal krizler toplumun tamamı üzerinde yıkıcı etkilerde bulundu: 2018’de “Rahip Brunson krizi” olarak etiketlenen kur sıçraması, 2020 ve 21’de COVID salgını, 2021’de “faiz neden enflasyon sonuç” ısrarı ile düşürülen faizlere bağlı ikinci kur sıçraması ve 2022’de kurdaki hızlı artışı durdurabilmek için başvurulan Kur Korumalı Mevduat uygulamaları beş sene içinde büyük bir servet transferine, orta sınıf da dahil olmak üzere toplumun bütün kesimlerinin yoksullaşmasına neden oldu. Toplumun özellikle üç kesimi bu krizden ağır bir şekilde etkilendi: Emekliler, üniversite öğrencileri ve ücretli çalışanlar. Konut fiyatlarında ve kiralarda hızlı artış ciddi bir barınma sorunu yaratırken, orta sınıfın dinselleştirilen eğitimden kaçış umudu ile talep yarattığı özel okulların ücretlerindeki büyük artışla 1980-2015 döneminde ayrışan çıkarlar yeniden ortaklaştı. Tüketici orta sınıfın iç talebi azaltması ve elektronik alışverişe yönelmesiyle yoksullaşan küçük esnaftaki rahatsızlığın da büyümesiyle yaygın bir “gidişattan rahatsızlar” koalisyonu oluşmaya başladı.
Bu koalisyon ilk kez 2019 yerel seçimlerinde görünür olmuş, İstanbul ve Ankara’da 25 yıldır devam eden Ak Parti üstünlüğü CHP’ye geçmişti. 2024 yerel seçimlerinde koalisyonun daha da genişlediği anlaşıldı. 2023’teki seçim yenilgisinin dağınıklığını yaşamasına rağmen CHP otuz yılı aşkın zamandır geçemediği 0 barajını geçti, birinci parti oldu ve sıkıştığı Trakya, Ege, Akdeniz sahillerinden iç Anadolu ve Karadeniz’e doğru genişledi.
2018’de kaleme aldığım yazıda CHP’nin daha yaygın bir tabana hitap edebilmesi için bir takım öneriler sıralamıştım: Daha iyi bir gelecek umudu vermek, “çöldekilerin” temsilini sağlamak, emek piyasasını sosyal devlet anlayışı ile desteklemek, kamu hizmetlerinin ucuzlatılması ve yaygınlaştırılması, fırsat eşitliği sağlanması, emeğin niteliğinin arttırılması, alternatif yaşam ve yönetim modellerinin hayata geçirilmesi, “çöldekileri” içine hapsoldukları kültürel çölden kurtaracak etkin ve etkili programların uygulanması, uluslararası dayanışmanın güçlendirilmesi…
2019-2024 döneminde görev yapan CHP’li belediyeler, yukarıda sıralanan önerilerin önemli bir kısmını başarıyla uyguladı. Kent lokantaları, öğrenci kredileri ve yurtları, çiftçilere tohum desteği, istihdam ofisleri, ev kadınlarına, emeklilere, öğrencilere indirimler, kent mekanlarının kamusal kullanıma açılması gibi uygulamalar toplumda ciddi bir karşılık buldu. 2023 Kurultayından sonra yenilenme, gençleşme ve kadınların temsilini arttırma sayesinde bu uygulamaları enerjik bir şekilde hayata geçirecek kadroların da göreve çağrılmasıyla CHP daha yaygın bir temsil olanağına kavuştu.
2024 yerel seçimlerinden sonra toplumun ortak sorunlarına cevap veren bu uygulamalar daha da yaygınlaşırsa CHP’nin 1965 seçimlerinde Adalet Partisi’nin ulaştığı R’ye ulaşması, hatta bu oranı da aşarak `’lara tırmanması mümkündür. Türkiye’de 1960’lardan 2000’lere kadar baskın oy tabanını kucaklayan siyasal çizgi popülist merkez sağ idi. Popülist merkez sağ 1960 ve 70’lerde Adalet Partisi’nde konsolide olmuş, 1980 ve 90’larda ANAP ve DYP’ye ayrışmıştı. Popülist sağın vaatleri, büyüme, güçlü bir tüketici orta sınıf yaratma, kırsalda yaşayanlara çiftçi destekleri, kentlerde yaşayanlara “iki anahtar” ile formüle edilen bir araba, bir konut sahibi olma imkanları yaratma idi.
2000’lerin başındaki krizin ardından Ak Parti, kırsal alandan göç ederek kent varoşlarına yığılanların hayallerini önemli ölçüde gerçekleştirdi. Betonarme ve kaloriferli apartman dairesinde yaşama, araba sahibi olma, kamu hizmetlerinden ve sosyal yardımlardan yararlanma, altyapının iyileştirilmesi, ucuz krediye erişim, belli ölçülerde tüketim 20 yılı aşkın Ak Parti iktidarı döneminde toplumun düşük gelir ve varlık sahibi kesimlerine sağlanan olanaklar idi. Ancak bu politikalar, kamu mallarının satılması, borçlanma, asimetrik büyüme ve en sonunda yüksek enflasyona yol açan uygulamalar sonucu gerçekleşti ve sürdürülebilir değildi. Neo-liberal büyümeden en çok faydalananlar toplumun en zengin ’u ile en yoksul P’si oldu. Ortadaki @ ise, doğrudan ve dolaylı vergi yükünü taşıdığı gibi, eğitim, sağlık, ulaşım gibi hizmetlerin özelleşmesi ve piyasalaşması sonucu ciddi gelir kaybına uğradı.
2018’den sonra bu modele dayalı büyümeyi sürdürmek imkansız hale gelip neo-liberal dönemin faturası toplumun geniş kesimlerinin sırtına yıkılınca, “gidişattan rahatsızlar” hızla arttı. IPSOS Araştırma’nın 2024 Şubat ekonomi dosyasına göre toplumun ’i Türkiye’nin en büyük sorununun ekonomi olduğunu düşünüyor, u’i Türkiye’nin genel durumundan, w’si ekonomiden memnun değil, e’i açıklanan enflasyon rakamına inanmıyor, H’i hane halkı gelirinin azaldığını söylüyor, r’si alım gücünün düştüğünü söylüyor. Önümüzdeki iki-üç sene içinde bu rakamların daha da yükselmesi bekleniyor.
Bu durumda geriye, çıkarları, şikayetleri ve beklentileri birbirine yaklaşan toplum kesimleri için ortak umut yaratmak ve bu umudu gerçekleştirecek kadroları çıkartmak kalıyor. 100 yıllık geçmişi, köklü geleneği ve siyasal birikimi ile CHP önümüzdeki dönemde iktidarın en güçlü adayıdır. 2024 seçimlerinden başarıyla çıkan belediye başkanları, yönetim kadrosu ve örgütleri büyük hatalar yapmazsa, on yıl içinde CHP’nin Türkiye seçimler tarihinin rekorunu kırması asla sürpriz olmayacak.
February 20, 2024
2024 Yerel Seçimleri : Tarihsel Yol Ayrımı?
Seçim nedir?
Britannica ansiklopedisinin seçim maddesinde yazan şudur:
Seçim, bir kişiyi kamu görevi için seçmenin veya siyasi bir öneriyi oylama yoluyla kabul etmenin veya reddetmenin resmi sürecidir. Seçimlerin şekli ile özü arasında ayrım yapmak önemlidir. Bazı durumlarda seçim biçimleri mevcuttur, ancak seçmenlerin en az iki alternatif arasında özgür ve gerçek bir tercih yapma şansına sahip olmadığı durumlarda seçimin özü eksiktir.
Yukarıdaki tarifte altını çizdiğim unsurları tekrar etmek gerekirse seçim,
Kişileri kamu görevi için belirleme,(siyasi) bir öneriyi kabul etme veya reddetmeEn az iki alternatif arasında özgür ve gerçek bir tercih yapma eyleminin adıdır.Seçimler önemli midir?
Seçimler şüphesiz ki önemlidir. Oy verme hakkına sahip bireyler tercihlerini verdikleri oyla ifade ederler. Seçim sonuçları, sayısallaştırılmış ve seçeneklere dağılmış tercihlerdir. Modern dünyada seçimler, tercihlerin dağılımını ve ağırlığını ölçmenin tek ve biricik yoludur.
Seçimlere katılmama hakkı vardır ve seçmenin herhangi bir tercihte bulunmadığını, seçeneklerin hepsini olumlu veya olumsuz anlamda birbirine eşit tuttuğunu gösterir ve elbette seçim yapmamak da bir tercihtir. Ancak seçim yapmama, tercih belirtenlerin çoğunluğunun tercihini peşinen kabul etme anlamına gelir.
Oy kullanmayan bir seçmenin seçilenlerin uygulamalarına itiraz hakkı vardır, ancak seçim usulüne uygun biçimde yapıldıysa, seçilenlere itiraz etme hakkı yoktur; çünkü kendisine tercihi sorulduğu halde bir tercih belirtmemiştir.
Seçimlerde usul, sayım, döküm ve sonucun ilanı neden önemlidir?
Seçimler, bir topluluğun tercihlerini belirlemek için yapılır. Topluluğun tercihinin tespit edilmesinde seçmenler arasındaki eşitlik, seçimin önceden duyurulan kurallara göre yapılması, zamanında ve şeffaf bir şekilde sayım/dökümün yapılması ve sonucun ilan edilmesi, çıkan sonuç veya kazanan aday lehinde oy kullanmamış seçmenlerin rızasını almak bakımından önemlidir.
Demokrasi kültürü, bütün adayların eşit koşullarda yarışmasını, oylamaya sunulan seçeneklerin açıkça ve her boyutuyla tartışılmasını gerektirir. Eşitsiz koşullarda yarışma, sonuçlara saygı ve rıza gösterme konusunda sorunludur. Bu nedenle tartışmalı seçimler çözüm değil, sorun üretirler.
Bir anekdot:
24 Aralık 1995 genel seçimlerinde, arkadaşlarımla beraber Ankara’nın Çankaya ilçesinde, birer yurttaş olarak sayım sürecini izliyoruz. Sandık, bugün olduğu gibi o yıllarda da çok ağırlıklı olarak sosyal demokrat, liberal, seküler seçmenlerin oy kullandığı bir sandık. 1995 seçimlerinin birincisi Refah Partisi’ne tek tük oy çıkıyor. Pusulalardan birinde, seçmen mührü Refah Partisi’nin logosu üzerine vurmuş. Tercih görünmediği için Refah Partisi’nin sandık gözlemcisi sözlü itirazda bulundu. Biraz daha dikkatli bakınca, tercihin Refah’a olduğu fark edildi. Ancak gözlemcilerin neredeyse tamamı, geçersiz sayılan oyun Refah’a yazılmasına karşı çıktı. Oyun geçerli sayılmasına itiraz edenlerin çoğu, kurallardan ziyade, 9 ay önce yapılmış ve Refah Partisi adayının kıl payı kazandığı yerel seçimde, oyların “çalınmış” olduğunu düşündüğü için karşı çıkıyordu. Salona “onlar çaldıysa biz de bu şekilde kullanılmış oyu geçersiz sayalım” havası hakimdi. Bu ısrar anlamsızdı, çünkü Refah temsilcisi sayıma itiraz edecek ve tekrar sayıldığında bu oy geçerli sayılacaktı. Kalabalık bir grup halinde sayımı izleyen biz, müdahale ettik ve oyun geçerli sayılması gerektiği konusunda Refah temsilcisine destek olduk. Hiçbirimiz Refah’a oy vermemiştik ve siyasal pozisyonumuz da Refah’ın karşısında idi. Asıl savunduğumuz, tercihlerin sonuca doğru yansıması gerektiğiydi.
Üstünden seneler geçti; 1995 seçimlerinin Türkiye tarihinde çok derin etkileri oldu. Ben o gün doğrusunu yaptığımızı düşünüyorum. Hile ve haksızlık belki bir oy kazandırır veya kaybettirir, ama uzun vadede kimseye bir şey kazandırmaz. Her oy değerlidir ve bizim tercihimizi yansıtmasa bile saygı gösterilmeli ve doğru sayılmalıdır.
Türkiye çok partili sisteme erken mi geçti?
Cumhuriyeti kuranların toplum yeterince olgunlaşmadan ve demokratik bilince ulaşmadan iktidarı karşı devrimcilere teslim ettikleri hep söylenegelir. Toplumun demokratik kültürünün yeterince olgunlaşmamış olduğu doğrudur. Ancak yaklaşık 75 sene sonra bugün de durum budur. O halde çok partili, serbest seçime geçmek için doğru zaman nedir? 1950 yılında, Demokrat Parti’nin büyük bir meclis çoğunluğu kazanarak zaferle çıktığı seçim o sene değil de diyelim ki beş, on, yirmi yıl sonra yapılsaydı sonucunun farklı olacağı iddia edilebilir mi? Dahası, bu süre içinde demokratik kültürün gelişeceğini kim iddia edebilir? Mesela çok koyu bir diktatörlüğün egemen olmayacağını kim söyleyebilir? Türkiye o sene geçmeseydi, belki de asla çok partili serbest seçimlere geçemeyecekti.
Bence Türkiye 1945’de çok partili sisteme geçerek ve 1950 yılında kapalı oy, açık sayım ilkesine göre seçim yaparak doğru tercihte bulundu. Bu tercih, aynı zamanda bir dünya ve sistem tercihiydi. Türkiye o gün, o tercihi yapmasaydı, belki de 75 sene sonra bugün, göstermelik seçimlerle galiplerin oyla (!) zafer ilan ettiği bir ülke olacaktı. Bugünkü durumun bundan daha iyi olmadığını düşünenler vardır. Ancak kimse geçmiş 75 senede oluşan seçim kültürünü hafife almamalıdır. Türkiye’de sadece ulusal düzeyde değil, her düzeyde seçimler yapılıyor: Muhtar ve ihtiyar heyeti, meslek odaları, sendikalar, apartman/site yönetim kurulu seçimleri, vb. yapılıyor. Bunlarının her birinin bir usulü, yasası, yönetmeliği var. Yüzbinlerce insan bu seçimlerde seçme ve seçilme hakkını kullanıyor.
Türkiye’nin Tanzimat’tan bugüne 200 senelik çok gelişmiş bir demokrasi kültürü var ve Türkiye tarihinin en büyük kazanımı da budur. Toplumların tarihinde iniş/çıkışlar vardır, ancak önemli olan doğrultudur ve Türkiye’nin bugüne kadarki doğrultusu tartışmasız bir şekilde demokrasi yönündedir.
Türkiye’nin yakın tarihindeki seçimlerin anlam ve önemi nedir?
Ben Türkiye’de bugüne kadar yapılan her seçimin, bir diğerinden farklı bir anlam ve önemi olduğunu düşünüyorum. 1950 seçimi, yönetimin demokratik bir şekilde devredilmesi seçimiydi. 1961 seçimleri yeni anayasanın pekiştirilmesi, 1965,1969 ve 1973 seçimleri yeni kuşak siyasetçilere devir, 1977 seçimleri kurucu parti CHP’nin siyasal programını yenileme, 1983 seçimleri askeri yönetimden çıkış, 1995 sisteme kökten itiraz eden Refah’ın yükselişi, 2002 seçimleri sonraki yirmi yıla damgasını vuracak Ak Parti dönemini açan seçimlerdi. Her birinin zamanın ruhuna uygun olumlu/olumsuz sonuçları oldu. Bu seçimlerin her biri, Türkiye’nin değişen sosyoekonomik ve sosyopolitik yapısının sonuçlarını ortaya koydu. Bu seçimlere katılım p’le arasında değişti. Katılım oranı, Batı ülkelerindeki seçimlere katılımın çok üzerinde oldu ve halk genel anlamda tercihlerini ortaya koydu. Her seçimde bir karar verildi ve halk verilen kararın sonuçlarını yaşadı.
Yazının en başında seçimlerin neden önemli olduğunu belirtmiştim. Şu şekilde kurulan cümlelerin ahlaki olarak da, siyasi olarak da, sosyopolitik olarak da bir anlamı yok: “Halk tercihini böyle kullandı, ama...” Bu cümlelerdeki “ama”dan sonrasını okumaya bile gerek yok. Çünkü bu şekilde kurulan bir cümlede ikinci değerlendirme önemsizdir ve cümleyi kuranın öznel değerlendirmesi olmanın bir anlam ve önemi yoktur. Seçim sonuçları, sayısallaştırılmış tercihlerdir ve her toplum yaptığı tercihlerin sonucunu yaşar. Bu tercihlerin aksine tercih belirtmiş olmak, kişiyi sonuçlardan muaf kılmaz. Bir tercih yapılmışsa sonuçları herkesi bağlar ve etkiler.
2024 Yerel Seçimi neden önemlidir?
Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılına denk gelen 2023 genel ve cumhurbaşkanlığı seçimleri ile 2024 yerel seçimleri, tıpkı bundan öncekiler gibi anlam ve önemi büyük iki seçimdir. Benim değerlendirmeme göre bu iki seçim, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık geçmişinin değil, hatta Türk modernleşmesinin iki yüzyıllık geçmişinin de değil, Türklerin bin yıllık tarihinin en önemli seçimleridir.
Türkler bin yıl önce Moğol baskısıyla Hazar kıyılarından ve kuzeyde çökmekte olan Hazar Devletinden koparak boylar halinde Anadolu’ya girdi, Anadolu’nun kadim halklarıyla kaynaşarak sonraki bin yıl anayurtları olacak Anadolu’ya yerleşti. Bu kaynaşma, tarih sahnesine yepyeni bir toplumu çıkarttı. Bu toplum, Anadolu’ya göçlerle gelen Türk boylarından da, Anadolu’da yerleşik kadim halklardan da farklı bir kültürü benimsedi. Yepyeni bir yaşam kültürüyle kaynaşan bu toplumlar, hızla çöken Bizans’ın kalıntıları üzerinde büyük ve önemli devletler kurdular. Kurdukları devletler, batıdan gelen Haçlı orduları ve doğudan gelen Moğol baskısına karşın çok uzun yıllar istikrarlı bir şekilde ve tarihin o dönemi dikkate alındığında genel olarak barış ve huzur içinde yaşadı. Tarihin aynı döneminde Avrupa büyük kargaşalıklar içindeyken, Anadolu halkları birkaç istisna hariç genel olarak iç kargaşalığa düşmeden yaşadı.
Sarsıntılı geçen 19. Yüzyılda Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın kısa süren seferi ve 20. Yüzyılda Sevr sonrası, gene kısa süren işgal hariç Anadolu toprakları istila görmedi, sömürgeleşmedi, yabancı gücün egemenliği altına girmedi.
1923 yılında ilan edilen cumhuriyetten sonra da genel olarak sakin bir yüzyıl geçirdik. 1950’lerde çok kısa süren Kore ve 1974 Kıbrıs savaşı hariç – ki ikisi de topraklarımız dışındadır- savaşsız bir yüzyıl geçirdik. 1980’lerin ortalarında başlayan, 1990’larda zirvesine ulaşan terör sorununu da ülke topraklarımız dışında tutmayı başardık. Dünyada toplumları bir arada tutan, genellikle o topluma yönelmiş bir dış düşman tehdididir. Oysa biz, genel olarak savaşsız geçen bu dönemde, ciddi bir dış tehdit olmadan da bir ulus/toplum olmayı başardık.
21. yüzyılın başında yaşanan ağır ekonomik kriz sonrasında Türkiye, geçmiş on yıllardan farklı bir rotaya girdi. Bu dönemde sadece ülkenin modern kuruluş ilkeleri, doktrini, doğrultusu, temel sözleşmesi değil, belki bunlardan da önemlisi, yurttaşlarının kimliği, kökeni, yaşam biçimi, inanç veya inançsızlığı ve hatta kurucuları tartışmaya açıldı. Önceleri bir siyasal söylem olarak görülen bu lafız, zamanla dozu artarak devam etti ve yakın zamanda toplumun önemli bir kesimini aşağılayan, hakkını, hukukunu yok sayan, onları düşmanlaştıran uygulamalara dönüştü. Ülkenin kuruluşu, kurucuları ve asli unsurları ağza alınmayacak hakaretlere ve yok saymaya maruz bırakıldı.
Yazının en başında, seçimlerin toplumların ölçülebilir tercihlerini gösterdiğinden söz etmiştim. Kem söz elbette sahibine aittir, ancak söz eyleme geçtiğinde toplumlar tercihlerini açıkça göstermek zorundadır ve seçimler bu tercihleri göstermenin en basit ve demokratik yoludur.
Şu anda önümüzdeki soru şudur: Biz, bir toplum olarak bir arada ve barış içinde yaşamayı tercih ediyor muyuz, etmiyor muyuz? Eğer seçimler, toplumun bir kesimini açıkça düşman ilan edenlerin kazanması ile sonuçlanırsa, artık “halk tercihini böyle kullandı, ama…” ile başlayan cümlelerin bir anlamı kalmamış demektir. Çünkü toplumu oluşturan her bireyin de bir sorumluluğu vardır ve toplum önüne konan sandıkta, tercihini belirtmek zorundadır. Tercih kullanmamak, yani oy vermemek, sonuca rıza göstermek demektir. Tercih, toplumun bir kısmının hakkını, hukukunu, kimliğini, kökenini, inancını/inançsızlığını, yaşam biçimini, değerlerini, tercihini yok sayanların lehineyse ve sandıktan her seferinde bu yönde bir çoğunluk kararı çıkıyorsa, sadece yüz veya iki yüzyıllık değil, bin yıllık bir tarihin de sonuna gelinmiş demektir. Tarih, bu tercihler yönünde akacak, toplum bu tercihlerinin sonucunu yaşayacaktır.
Bu bağlamda 2023 seçimleri önemliydi, bir “tercihle” sonuçlandı. Belki de tarihin bir lütfu olarak, hemen bir sene sonra yapılacak 2024 yerel seçimleri, bu tercihin –belki de son kez- sağlaması olacak. Eğer toplum bir arada yaşama iradesi gösteremezse, tarihin şaşmaz yargısı, bu tercihin gereğini yerine getirecektir.
Benim bakış açımdan 2024 yerel seçimi, belediye başkanlarının seçileceği sıradan bir seçim değil. Kimin aday olduğu, olamadığı, kimin hangi logoyla bu seçime girdiği, kıl payı mı, büyük farkla mı kazandığı da önemli değil.
Bence bin yıllık tarihimizin en önemli seçimini yapacağız ve sanırım ki bu seçim ya tamam, ya devam seçimi olacak.
Korkarım ki, aylardır aday tartışması yapan kamuoyu, seçimi kendi kişisel ajandaları nedeniyle önemsizleştiren siyasetçiler, Türkiye tarihinin bu en kritik dönemecinin farkında bile değil. Bir kısmı seçimden sonrası için hesaplar yapsa da, ben bir “sonra” olduğunu düşünmüyorum. Elbette tarih sona ermeyecek, ancak bu seçimin sonuçlarına göre belki de çok keskin bir şekilde yön değiştirecek.
Ben tercihimi yukarıdaki perspektife göre kullanacak, yaşamımın kalan yıllarındaki kişisel tercihlerimi de, toplumun bu seçimde vereceği karara göre belirleyeceğim.

August 3, 2022
Büyük DeÄiÅim â (3) Ekonomi
Ekonomi, tanımı gereÄi üretim ve daÄıtım süreçlerinin organizasyonu ve bu süreçlerde yer alan kurum ve iliÅkilerin oluÅturduÄu sistemdir. Bu tanıma göre ekonominin özünde üretim vardır. Bir Åeylerin üretilmesi gerekmektedir ki, geri kalan her Åey bunun üzerine inÅa edilebilsin.
İlkçaÄ ve OrtaçaÄ ekonomisi basitti. Yerel üretim ve daÄıtım yüzyıllar boyunca hemen hemen hep aynı ölçekte ve aynı biçimde gerçekleÅiyordu. DaÄınık ve küçük yerleÅimlerde kapalı ve genellikle kendine yeten ekonomi yüzlerce yıl boyunca deÄiÅmedi. Ekonominin daha geniŠölçekli olduÄu imparatorluk merkezleri ise, hem köle emeÄinin, hem de ticaretin yoÄunlaÅtıÄı yerlerdi. Bilinen eski dünyanın Akdeniz kıyısındaki kentler, Fenikeli ve Lidyalı tüccarlarca bir ticaret aÄı içinde birleÅmiÅ, birbiriyle ticaret yapıyordu. Bunun yanı sıra, bilinen en eski zamanlardan beri DoÄu ile Batı arasında kurulan ticaret aÄları sayesinde ürünler doÄudan batıya, batıdan doÄuya taÅınıyordu. En güçlü imparatorluklar, bu ticaret yollarına hakim olanlardı.
OrtaçaÄın sonlarına doÄru, Türklerin batıya yürüyüÅleri ile Avrupa’da baÅlayan arayıÅlar, Avrupalı denizcileri okyanuslara açılmaya teÅvik etti. Böylece Eski Dünya’nın tanımadıÄı yeni ticaret yolları ve coÄrafyalar keÅfedildi. Ãzellikle Amerika kıtasının Avrupalılarca keÅfedilmesinin ardından, Avrupa, Afrika ve Amerika arasında bir ticaret üçgeni oluÅtu: Afrika’dan köleler Amerika’ya taÅınıyor, Amerika’da çıkartılan madenler, çiftliklerde, tarlalarda üretilen mallar Avrupa’ya taÅınıyordu. Afrika’nın güney ucundaki Ãmit Burnunu dolaÅarak Hint Okyanusuna ve Asya’ya ulaÅan Avrupalı tüccarlar, bu bölgeleri de kolonileÅtirmeye baÅladılar.
15. yüzyılın sonlarında baÅlayan bu dönem, 17. yüzyılda zirveye ulaÅtı. Misyonerler, askerler, tüccarlar, denizciler, meraklılar, maceracılar Avrupa’dan dünyanın dört bir yanına yayılırken, madenler, tarım ürünleri, mücevherat, ipekli kumaÅlar, mineraller, egzotik hayvanlar ve daha pek çok Åey Avrupa’ya aktı.
Binlerce yıl boyunca deniz aÅırı ticaret sadece Akdeniz havzası ile sınırlıyken, dünyanın “yedi denizi” bir anda karmaÅık bir ekonominin muhtelif unsurlarını oluÅturmak üzere doldu, taÅtı. İspanya, İtalya, Portekiz, İngiltere gibi denizci toplumların önemi artarken, bu hızlı deÄiÅime ayak uyduramayan Ãin, Hindistan, Osmanlı, İran gibi eski güçler önemsizleÅti.
18. yüzyılda Britanya’dan baÅlayarak önce kara Avrupa’sına, oradan Amerika’ya, Okyanusya’ya ve Japonya’ya yayılan sanayi devrimi, dünya ekonomisine yeni bir ivme kattı. Sanayi devrimi sayesinde mal üretimi mislilerce katlanırken, ekonomi de nitelik deÄiÅtirmeye baÅladı. Sanayi Devrimi’nin yol açtıÄı pek çok deÄiÅimden özellikle üçü, sonraki yüzyılları belirlemesi bakımından önemlidir: 1) Sanayi Devrimi, çok karmaÅık bir iÅbölümünü ortaya çıkarttı. Bu iÅbölümü, uzmanlıklara dayanıyordu ve her bir iÅçi, nihai ürünün belli bir üretim aÅamasında çalıÅıyordu. 2) Sanayi Devrimi tarihte ilk defa baskın ekonomik iliÅkinin biçimini, ihtiyaç için üretimden pazar için üretime çevirdi. Bu üretim tarzında temel amaç yüksek kazanç elde ederek sermaye biriktirmektir; adına kapitalizm diyoruz. 3) Sermaye birikimine dayalı ekonomik model, para ekonomisinin ortaya çıkıÅına yol açtı. Bir kaç yüzyıl içinde para ekonomisi, yeryüzündeki bütün insanların yaÅamlarının temel unsuruna dönüÅtü.
Sanayi Devriminin Åüphesiz ki çok önemli baÅka sonuçları da oldu: 18. yüzyıldan baÅlayarak milyonlarca insan köylerden sanayi merkezlerine akmaya, topraÄa baÄlı çalıÅan ve yaÅayan köylülerden, sanayi iÅçilerine dönüÅtü. Bu demografik deÄiÅime baÄlı olarak önce kalabalık kentler, yirminci yüzyıldan sonra da milyonlarca insanın yaÅadıÄı mega-kentler ortaya çıktı. Mal ve hizmet üretimi, bir kaç yüzyıl içinde olaÄanüstü hızlandı, daha önceki yüzyıllarda hayal bile edilemeyen ürün ve hizmetler, sıradan insanların kullanımına sunuldu, gündelik eÅyalara ve hizmetlere dönüÅtü. Sanayi Devriminin doÄrudan bir sonucu olarak atmosfere salınan karbon sonucu iklim deÄiÅti, doÄaya salınan atık maddeler sonucu okyanuslar, nehirler kirlendi, her ikisinin sonucu olarak yeryüzündeki bitki örtüsü ve hayvan çeÅitliliÄi azaldı. Kalabalık insan kitlelerinin uzak coÄrafyalarla iletiÅime geçmesi sonucu kapalı köy ekonomileri çözüldü, daÄıldı, ulusal ve uluslararası ekonomik iliÅkiler belirleyici olmaya baÅladı. Yönetim sistemleri ve yönetici belirleme süreçleri deÄiÅti.
Ancak biz günümüzde yaÅanan Büyük DeÄiÅimi anlayabilmek için, sanayi devrimi ile yaÅantımıza giren yaygın ve karmaÅık iÅbölümü, pazar ve sermaye birikimi için üretim ve para ekonomisine yoÄunlaÅalım.
Günümüz dünyasında, birbirinin tıpatıp aynısı iÅleri yapan çok az insan var ve bunu sanayi devrimine borçluyuz. Her sabah milyonlarca insan evinden çıkıyor, iÅyerlerine gidiyor ve birbirinden çok farklı iÅler yapıyor. Oysa sadece on nesil önce, yeryüzündeki insanların ezici çoÄunluÄu birbirine benzer iÅlerle uÄraÅıyordu. Yaygın ve yoÄun iÅbölümünün bir baÅka sonucu, birbirinden çok farklı iÅler yapan bu insanların her biri farklı aletler kullanıyor, ya da benzer aletler kullansa bile, bu aletlerin farklı fonksiyonlarına yoÄunlaÅıyor. Bir aleti büyük beceri ile kullanabilen bir insan, baÅka bir aleti kullanırken aynı beceriyi gösteremiyor. Dolayısıyla alet kullanma becerisi, kiÅilerin yeteneklerine deÄil, eÄitim ve deneyimlerine baÄlı. Bu da, daha erken yaÅlardan itibaren her bir insanın çok iyi yetiÅtirilmesini zorunlu kılıyor. Yaygın iÅbölümünün olumlu yanı, iÅlerin önceki yüzyıllara göre daha verimli yapılabilmesi, olumsuz yanı ise, insanları ve toplumları birbirlerine, önceki yüzyıllardan daha baÄımlı hale getirmesi. Bir örnek vermek gerekirse, hepsi birbirinden becerikli cerrahlardan oluÅan bir toplum düÅünelim. Bir baÅka toplum da hepsi birbirinden yetenekli musluk tamircilerinden oluÅsun. Bir üçüncü toplum ise her bir uzmanlık alanında ortalama yetenekli bireylere sahip olsun. İlk toplumda ameliyatlar baÅarıyla yapılır ve ikinci toplumda damlayan musluk bulunamaz ama, Åüphesiz ki yaÅamın daha sorunsuz akıp gittiÄi üçüncü toplum daha fazla tercih edilir. O halde, her toplumun daha büyük beceriyle iÅ yapan bireyleri olsa da, modern toplumlarda amaç, her uzmanlık alanından bireylere sahip olabilmektir.
Pazar için meta üretimi ve bu üretimin sonucu sermaye biriktirmeye dayalı kapitalizm, yaklaÅık 300 yıldır yeryüzünde egemen sistem. Kapitalizme rakip olma iddiasıyla ortaya çıkan, baÅta 20. yüzyıl reel sosyalizmi de, pazar için üretim ve sermaye birikimi motivasyonunu deÄiÅtiremedi. İhtiyaçları tespit etmeye ve bu tespitlere göre planlamaya dayalı ekonomik model, 1980’lerden itibaren pazar için meta üreten kapitalizmle rekabet edemedi. Sermaye birikimi ise deÄiÅmeden sürdü. 20. yüzyıl reel sosyalizmi sermayenin özel mülkiyette birikmesine izin vermedi; sermayeyi biriktiren ise devlet oldu. 1990’larda da devletin biriktirdiÄi sermaye, kısacık bir on yılın içinde yaÄmalandı, özelleÅti. Bu Åekilde bakıldıÄında 400 yıl boyunca ne pazar için meta üretimine, ne de sermaye birikimine rakip olabilecek bir sistem çıkmadı. Ulusal ve uluslararası rekabette sermaye biriktirme yarıÅı yavaÅlamak ve zayıflamak bir yana, günümüz dünyasında vahÅi bir mücadele halinde sürüp gidiyor. Tarihte ilk defa bazı insanlar, binlerce yıldır hüküm süren krallardan, imparatorlardan daha büyük servetler biriktirdi. Günümüz dünyasında sıradan bir insanın bile, “tanrının yeryüzündeki gölgesi” padiÅahlardan, imparatorlardan, tanrı firavunlardan daha fazla eÅyası ve konforu var. Zamanında yedi düvele hükmetmiÅ, ancak bir yüzyıl önce tarihe karıÅmıŠbüyük imparatorlukların baÅındakilerin kiÅisel eÅyalarının sergilendiÄi günümüz müzelerini gezen küçük bir çocuk bile, daha fazla ve daha iyi eÅyaları olduÄunu, ısınma, barınma, saÄlık ve eÄitim hizmeti alma, kiÅisel bakım, ev konforu, ulaÅım ve daha pek alanda, geçmiÅ zaman sultanlarından daha iyi durumda olduÄunu kolayca görebilir. Sanayi Devrimi ve onunla beraber gelen kapitalizmin insanlara sefalet deÄil konfor getirdiÄi açıktır; ancak bu konforun bedelleri yüksek olmuÅtur: Ãevresel yıkımdan yukarıda söz etmiÅtim. Bütün yaÅamımız boyunca belli bir düzen ve disiplin içinde yaÅama zorunluluÄumuz, düzenin sürdürülebilmesi adına uygulanan zihinsel ve fiziksel Åiddet, savaÅlar, bazı özgürlük alanlarının kısıtlanması, toplumlar arası aÅırı rekabet ve ahlaki çürüme, bizi bir kaç yüzyıl içinde sultanlardan daha iyi yaÅar hale getiren ekonomik sistemin, akla ilk gelen bedelleri oldu.
Para ekonomisine geçiÅ ise, insanlık tarihinin hiç bir döneminde olmadıÄı kadar büyük ölçüde, üretilen meta veya hizmetleri gölgeleyecek ölçüde, bu meta ve hizmetlere ulaÅmada bir araç olan parayı öne çıkarttı. Paranın genel kabul gören üç özelliÄinden ikisi, yani paranın bir servet saklama aracı olması ve gelecek ödemelerde de bir ölçek iÅlevi gören hesap birimi olma özelliÄi, bir mübadele aracı olma özelliÄini önemsizleÅtirdi. Günümüzde mesleklerin önemli bir yüzdesi, parasal hizmetlerin yürütülmesi ile ilgili; bankacılıktan, sermaye piyasası iÅlemlerine, muhasebecilikten finansal kiralamaya, sigortacılıktan emeklilik iÅlemlerine uzanan bu geniÅ yelpazedeki meslek ve uzmanlıklar, tarihin hiç bir döneminde olmadıÄı kadar yaygınlaÅtı. Ãzellikle son 50 yılda yaÅanan geliÅmeler sonucu ekonomi neredeyse sadece para hareketlerine ve parasal büyüklüklerdeki deÄiÅimlere indirgendi. FinansallaÅmanın yaygınlaÅması ile parasal iÅlemlerden elde edilen kazançlar, üretim, daÄıtım ve diÄer hizmetlerden elde edilen kazançları mislilerce aÅtı. Modern bankacılıÄın yaklaÅık 500 yıllık tarihinde, bankacılık ve finansal hizmetler büyük riskler içeren bir faaliyet alanı idi. Modern bankacılıÄın erken aÅamalarında bankacıların müÅterileri, öncelikli olarak ordularını finanse etmek zorunda olan krallardı. Daha sonra ticaretin yaygınlaÅması ile beraber deniz aÅırı seferlere giriÅen tüccarlar, sanayi devriminden sonra da sanayi ve altyapı yatırımlarına giriÅen sermayedarlar bankacıların faaliyetlerini yoÄunlaÅtırdıkları müÅteriler oldu. 20. yüzyıldan itibaren tasarruf sahibi sıradan insanlar, çiftçiler, esnaf, küçük ve orta boy sanayiciler derken herkes, bankacılık ve finansal hizmetler faaliyetlerinin müÅterisi haline geldi. Yirminci yüzyılın sonlarından itibaren geliÅtirilen borçlanma Åemaları, gündelik harcamaların kredilendirilmesi, tasarrufların para ve sermaye piyasasına aktarılması, emeklilik fonları, hisse senetleri, türev piyasaları, kripto varlıklar, dijital varlıklar derken para ekonomisi, Yirmi Birinci Yüzyıl insan yaÅamının her alanını iÅgal eden, kesintisiz, devasa, ülkeler, uluslar, kurumlar üstü bir olguya dönüÅtü. Bu hızla ve bu ölçeklerde büyüyen para ekonomisi olgusu, insanlar arasında yüzyılladır bilinen iliÅki biçimlerini, deÄerler sistemini, meÅruiyet kriterlerini kökünden sarstı, devamlılıÄının saÄlanması için gerektiÄinde toplumların, ulusların, kurum ve kuralların feda edilebileceÄi ve her Åeyin gözden çıkartılabileceÄi bir “Minotor’a” dönüÅtü.
Büyük DeÄiÅim yazı dizimizin daha önceki bölümlerinde incelenen demografik ve teknolojik deÄiÅim de bu ekonomik/finansal deÄiÅime kuvvetlendirici etkide bulundu. Ortalama yaÅam süresi uzadıkça tasarrufların saklanma süresi uzadı, yeni nesillere aktarılma hızı düÅtü. Emeklilik fonlarında biriken devasa miktarda finansal varlık, finans dünyasına yakıt saÄlamakla kalmadı, nesiller arası varlık uçurumlarının da derinleÅmesine yol açtı. DiÄer taraftan teknoloji, neredeyse bütün yaÅam alanlarının finansallaÅmasına yardımcı oldu, yeryüzündeki bütün varlık ve iliÅkileri finansın konusu haline getirdi. Böylece her Åeye parasal deÄer biçilebilen bir dünyada yaÅamaya baÅladık. Para, her türlü iliÅkiyi, deÄeri, meslek grubunu, geleneÄi, göreneÄi, ulusu, cemaati, ülke yöneticilerini ve akla hayale gelecek her Åeyi satın alabilecek bir güç haline geldi. Bu gücün neredeyse sınırsız ve ölçüsüz bir Åekilde belli insan, çevre ve sınıflarda toplanması, verimli bir ekonomiyi sürdürme ve gelecekte barıŠiçinde yaÅamayı sürdürmenin önündeki en büyük engele dönüÅtü.
July 30, 2022
Büyük DeÄiÅim â (2) Teknoloji
İnsan türünün, evrim süreci içinde bir kaç kez yok olmanın eÅiÄine geldiÄi, günümüzden 200 bin yıl önce, Afrika savanalarındaki nüfusunun 10.000’e kadar düÅtüÄü, yani günümüzde nesil tükenmesinin eÅiÄinde olan kutup ayılarının sayısının bile altındaki bir nüfusa gerilediÄi tahmin ediliyor.
İri pençeleri, kalın bir kürkü, güçlü çeneleri olmayan, iki ayaÄının üstünde yürüyen, bir batında çoÄunlukla tek bir yavru doÄurabilen zayıf bir türün, sadece 200 bin yıl içinde gezegenin her tarafına yayılıp 8 milyar nüfusa ulaÅması ve diÄer bütün türlerin yaÅam alanlarını istila ederek yeryüzüne hakim olması teknoloji kullanabilmesi sayesinde olmuÅtu. Ellerini beceriyle kullanabilen ve bu beceri sayesinde alet yapabilen hominid türü günümüzden 2.3-2.4 milyon yıl önce ortaya çıktı. Bu türe Homo Habilis, yani yetenekli insan deniyor. Kesici aletler kullanmayla baÅlayan bu yüzbinlerce yıllık serüven, 20. yüzyılda gezegeni terk ederek uydumuz Aya gitme, 21. yüzyılda da yeryüzünün her tarafına daÄılmıŠmilyarlarca insanı arabalar, trenler, gemiler, uçaklarla fiziksel, telefon, televizyon, internet ile kültürel olarak birbirine baÄlama aÅamasına ulaÅtırdı.
Günümüzde de alet kullanabilen bazı hayvan türleri var, ancak insana avantaj saÄlayan özelliÄe sahip deÄiller: Alet kullanmayı becerseler de, o aletleri yanlarında taÅıyamıyor, bedenlerinin bir parçasıymıŠgibi kullanamıyorlar. Oysa insan, evriminin her aÅamasında kullandıÄı aletleri de yanında taÅıdı ve onları bedeninin bir parçasıymıŠgibi, büyük bir beceriyle kullanabildiÄi için fiziksel dezavantajlarını kapatabildi. Muhtemelen de bu sayede beynini geliÅtirdi ve en sonunda da akıllı bir tür olarak dünyaya hükmedebildi. O halde Åu önemli notu düÅerek devam edelim: İnsandan bahsediyorsak, aynı zamanda teknolojiden bahsediyoruz demektir. Aletleri olmadan insan, sıradan bir hayvan türünden farklı deÄildir.
Kesici ve delici taÅ aletlerle baÅlayan teknolojik evrim, yüzbinlerce yıl boyunca çok yavaÅ ilerledi. Günümüzden yaklaÅık 12.000 yıl öncesine geldiÄimizde, insanın aletleri biraz daha geliÅmiÅ, kesici ve delici aletlere ilaveten mızrak, balta, ok, yay, iÄne gibi daha incelikli aletlerle zenginleÅmiÅti. Ancak asıl büyük devrim, günümüzden 12.000 yıl önce, insan topluluklarının tarım yapmaya baÅlayıp yerleÅik hayata geçiÅi ile yaÅandı. Neolitik Devrim adı verilen bu deÄiÅim, insanın tarihindeki en büyük deÄiÅimdi.
Neolitik Devrim’den sonra insan, yaÅamını sürdürebilmek için sadece diÄer hayvanları avlayıp doÄal bitkileri toplamıyor, aynı zamanda çevresini deÄiÅtirmeye, dönüÅtürmeye baÅlıyordu. İklim deÄiÅiminin de yardımıyla tohum ekerek ürün yetiÅtirmeye, at, eÅek, domuz, inek, koyun, kedi, köpek, kuÅ gibi hayvanları evcilleÅtirmeye baÅlayan insan, içinde yaÅayacaÄı konutlar, ibadet edeceÄi tapınaklar, yollar, köprüler inÅa etmeye baÅladı.
Neolitik Devrimden orta çaÄın sonuna kadar teknolojik geliÅme hızlanarak devam etti. İnsan toplumlarının örgütlenmesi ve iÅ bölümü ilerledikçe, daha karmaÅık aletler, daha yüksek binalar, daha uzun yollar, daha öldürücü silahlar yapıldı. Bu arada insan emeÄine hayvan emeÄi de ilave olmuÅ, insan, hayvan ve aletlerden oluÅan üç unsurlu teknoloji, rüzgar, ateÅ, akan su gibi doÄal enerji kaynaklarıyla güçlendirilerek insanın geliÅiminde çok güçlü bir teknolojik destek saÄlamaya baÅlamıÅtı.
Neolitik Devrimden sonraki en büyük devrim, 18. yüzyıldan baÅlayarak dünyanın her tarafına yayıldı: Sanayi Devrimi. Sanayi devrimi, önce kömür ve buhar, daha sonra elektrik ve iki yüzyıl içinde doÄadaki tüm enerji kaynaklarını kullanarak insan uygarlıÄını uzay yolculuÄunun eÅiÄine kadar getirdi. Bu enerji kaynaklarıyla beslenen makineler önce hayvan gücünü, 20. yüzyıl biterken de insan emeÄini gereksiz hale getirdi. DüÅük verimli hayvan ve insan kas gücünün yerini, çok karmaÅık, hassas ve geliÅmiÅ makineler aldı.
20. yüzyılın sonunda, bilgisayarların, internetin ve iletiÅim aÄlarının dünyanın her yerine yayılmasıyla, insanlık tarihindeki üçüncü büyük devrim baÅladı: BiliÅim Devrimi. İki yüzyıl içinde hayvan ve insan kas gücünü gereksiz hale getiren Sanayi Devriminden sonra BiliÅim Devrimi, sadece 20 yıl içinde insan beyin gücünü de gereksiz hale getirmeye baÅladı. Pek çok büro iÅi, çok geliÅmiÅ ve hızlı bilgisayarlar sayesinde kolayca yapılabilen iÅlere dönüÅtü.
Yukarıda özetlenen teknolojik geliÅimde ilk kesici aletlerle neolitik devrim arasında iki milyon yıldan fazla, neolitik devrimle sanayi devrimi arasında yaklaÅık on iki bin ve sanayi devrimi ile biliÅim devrimi arasında da iki yüzyıl olduÄu görülüyor. Her yüzyılda üç neslin yaÅadıÄını varsayarsak, yaklaÅık 65.000 nesil kesici, delici aletler, yaklaÅık 3.600 nesil neolitik devrim ve sadece 9 nesil sanayi devriminin teknolojisi ile yaÅamıÅ. Yeryüzünde yaÅayan bugünkü nesil olarak bizler ise, biliÅim devriminin teknolojisi ile yaÅayan ilk ve biricik nesiliz. Sanayi devriminin erken aÅamalarındaki bir insan için bile, dünyanın bir ucundan diÄerine, anlık olarak sesli, görüntülü iletiÅim kurmak, yeryüzündeki en uzak mesafeye bir gün içinde ulaÅabilmek, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir geliÅmeden anında haberdar olabilmek hayal bile edilemeyecek teknolojiler gerektiriyordu. Oysa bunlar, bizler için sıradan yaÅam unsurları. Bütün bir insanlık tarihi boyunca, en yakın gök cismi olan Ayı, güneÅ sistemimiz içindeki Venüs’ü, Jüpiter’i, Mars’ı ve gökyüzündeki yıldızları ve yıldız sistemlerini gözlemleyebilmek için aletler geliÅtiren atalarımız için, evrenin oluÅtuÄu zamanlardaki galaksilerin fotoÄrafına bakmak akıllara durgunluk veren bir geliÅme idi. Bizler bu fotoÄrafı görme Åansına sahip olan ilk nesiliz. İnsan uygarlıÄının 2022’de ulaÅtıÄı seviyede, artık böyle bir aÅamadayız.
Ancak ulaÅtıÄımız bu aÅama, heyecan verici olduÄu kadar ürkütücü de. Birincisi, bu teknolojinin nasıl çalıÅtıÄı ile ilgili bilgi pek az insanın tekelinde. Diyelim ki 500 yıl öncenin en geliÅmiÅ teknolojik aletinin bile nasıl çalıÅtıÄını bilmek için alim olmaya gerek yoktu. Biraz daha yakın zamana gelirsek, sanayi devriminin ilk yüzyılındaki basit makinelerin çalıÅma prensipleri de hayret verici deÄildi; bütün temel eÄitim kurumlarında, temel fen derslerinde bu makinelerin çalıÅma prensipleri ve bu prensiplerin dayandıÄı doÄa yasaları öÄretiliyordu. Oysa günümüzde, geliÅmiÅ dünyada yaÅayan herkesin elinde bir mobil telefon, evinde bir bilgisayar, televizyon, altında araba olduÄu halde, pek az insan bu aletlerin çalıÅma prensiplerini biliyor. Makineler karmaÅıklaÅtıkça, o makinelerin çalıÅma prensiplerini bilen insan sayısı da azalıyor. ÃrneÄin yakın gelecekte bütün yolları sürücüsüz arabalar kaplayacak, ancak bu arabaların “beyni”, yani aracı yönlendiren yapay zeka ile bütünleÅik yazılımın çalıÅma prensiplerini pek az insan bilecek. Yüz binlerce yıl boyunca, insanların aletlerini yanında taÅıdıÄını, o aletleri bedeninin bir parçası gibi kullandıÄını yukarıda belirtmiÅtim. Teknolojinin günümüzde ulaÅtıÄı aÅamada insanlar aletlerini yanlarında taÅımaya ve bedenlerinin bir parçası gibi kullanmaya devam ediyorlar, ancak bu aletlerin nasıl çalıÅtıÄını, arızalandıklarında nasıl düzeltileceÄini, aleti oluÅturan aksamda hangi parçanın doÄru çalıÅmadıÄını bilemeyecek, baÅka insanlara, makinelere veya bunların bileÅkesi olan bir Åeylere baÄımlı olacaklar.
İkincisi, aletler bedenin ayrılmaz bir parçasıymıŠgibi iÅlev görseler de, çoÄunlukla bedenin bir parçası deÄildi. Oysa teknoloji geliÅtikçe insan bedeni, biyolojik olmayan, ya da biyolojik de olsa yapay pek çok aletle donanmaya baÅladı: Protezler, kalp pilleri, iÅitme cihazları, yapay organlar, ilaçlar, bedene enjekte edilen sıvılar, vs.. Ãnceleri bütün bu dıÅsal madde ve cihazların takviye amaçlı olduÄu, iyi çalıÅmayan organları desteklemek üzere kullanıldıÄı düÅünülüyordu, oysa günümüzde bu takviyeler, bedene Åu veya bu nedenle yapılan müdahalelerle, müdahale edilen insanın daha güzel, daha genç, daha iÅlevsel, daha üstün olmasını saÄlıyor. İlk bakıÅta olumsuz bir yan yok gibi görünse de, bu müdahalelerin muhtemel birkaç olumsuz sonucu olabilir: Yapay olarak aÅırı uzatılan ömür, hem ömrü uzatılana, hem de topluma çok olumsuz etkilerde bulunabilir. Bu müdahaleleri yaptırabilenlerle yaptıramayanlar arasında, baÅka bir deyiÅle daha güzelleÅtirilen, daha güçlendirilen, daha gençleÅtirilenlerle, doÄal yaÅam sürmek zorunda kalanlar arasında çok derin ve kapatılması güç uçurumlar oluÅabilir. Bugüne kadar, doÄal yaÅam sınırının 110-115 olduÄu, bu yaÅtan itibaren ne yapılırsa yapılsın yaÅamın sürdürülemeyeceÄi varsayılıyordu. Bir anlamda maksimum yaÅam sınırı vardı. Bir önceki yazıda yaÅam süresinin yüzyıllar içinde nasıl uzadıÄından bahsetmiÅtim. Uzayan yaÅ, bu biyolojik sınıra dayanmıŠdurumda. Teknolojik geliÅme sonucu bu sınır da aÅılırsa, ya da belli bir insan grubu bu bariyeri aÅarsa, insanlıÄın bilinen bütün sosyal düzenleri sarsılacak, yeni bir düzen kurma zorunluluÄu ortaya çıkacaktır. Daha dramatik bir geliÅme, insan bedenlerinin yenilenmesi deÄil, deÄiÅtirilmesi olabilir. Biyolojik bedeni ölüm sınırına gelmiÅ olanlar, bedenlerini daha genç ve daha saÄlıklı bedenlerle deÄiÅtirebilir, bu Åekilde insanlıÄın en büyük hayali olan ölümsüzlüÄe ulaÅılabilir.
Ãçüncüsü, teknolojik geliÅme insanın dünyayı, evreni ve çevresini algılama kapasitesini dramatik ölçülerde deÄiÅtirebilir. Bütün insanlık tarihi boyunca geliÅtirilen aletler, insanın bilinen duyularını kuvvetlendirmeye yönelikti: Gözlükler, mikroskoplar, teleskoplar, iÅitme cihazları, kremler, aÄız ve diÅ bakımı, vs.. Bu aletler geliÅtikçe insanın çevresini algılama kapasitesi de arttı. Sanayi devriminden sonra geliÅtirilen aletler sayesinde ıÅık ve ses spektrumunda, doÄal organlar ile algılanamayan frekanslar algılanabilir hale geldi. Bu aletlerin insan bedenine implant edildiÄi muhtemel bir gelecekte, “doÄal insanın” iÅitemeyeceÄi sesleri iÅiten, göremeyeceÄi ıÅık frekanslarını görebilen, daha ileri giderek beyin dalgalarını algılayabilen, iletiÅim için sözlü ve yazılı araçlar kullanmayan bir süper insan türünün ortaya çıkabileceÄi düÅüncesi de yeterince ürkütücü.
Dördüncüsü, teknolojik geliÅme sıradan insanı iÅlevsiz hale getirebilir ve makineler kendilerini üretebilen, yenileyebilen makinelerle çoÄalabilir. En kötüsü de makineler bilinç kazanabilir ve üstün yetenekleri sayesinde insanı köleleÅtirebilir.
BeÅincisi ve en önemlisi de, teknolojik geliÅme, yeryüzünde yaÅamı sona erdirecek bir felakete yol açabilir: Nükleer savaÅ, biyolojik silahlar, iklim deÄiÅimine yol açan karbon salınımının durdurulamaması, çevresel çöküÅ, nükleer silahlar kullanılmasa bile konvansiyonel silahlarla yürütülecek çok yoÄun ve yıkıcı bir dünya savaÅı, yaÅam zincirinin, dolayısıyla doÄal dengenin bozulması, vs..
Yukarıda sayılan tehlikelerin her biri, yaklaÅık bir yüzyılı aÅkın bir geçmiÅi olan Bilim Kurgu türü içinde hikaye edildi: H.G. Wells, Zaman Makinesi‘nde(1895) sanayi devriminden sonra iki farklı yönlerde evrimleÅmiÅ iki insan türünün yaÅadıÄı bir dünyayı anlattı. Asimov, dünya dıÅında yaÅadıkları için daha uzun ömürlü, daha saÄlıklı, daha güçlü “Uzaycıları” (Spacers) anlattıÄı Ãelik MaÄaralar (1954), Ãıplak GüneÅ (1957), Robotların ÅafaÄı (1983) romanlarında bu toplumlardaki yasaları, adaleti, eÅitsizliÄi sorguladı. Frank Herbert Dune(1965-1985) serisinde insanları köleleÅtirdikleri için yasaklanan bilgisayarlardan bahsetti. Wachowski kardeÅler Matrix üçlemesinde (1999-2003) dünyayı ele geçiren süper bilgisayarlara ve köleleÅtirilen insanlara dikkat çekti. Richard Morgan K. DeÄiÅtirilmiÅ Karbon‘da (2002) beden deÄiÅtirebilen süper zenginleri anlattı. Mary Shelley Frankenstein‘da (1818) laboratuvarda üretilmiÅ yapay insanı konu ederek, Bilim Kurgu türünün deÄiÅmez varlıkları olan Sayborglar, robotlar, androidler ve daha pek çok yapay türün hayal edilmesine giden yolu açtı.
Bilim Kurgu yazarlarının korkularının gerçek olacaÄı bir çaÄda olabiliriz. Teknolojik geliÅmede karanlık ve korkutucu sayısız gelecek olasılıÄı var. Ancak bugüne kadar insan yaÅamını kolaylaÅtıran, insan ömrünü uzatan ve zeka kapasitemizi çoÄaltan teknolojiyi, daha güzel bir dünya için kullanmak ve geliÅtirmek de mümkün.
Büyük DeÄiÅimin diÄer alanlarını da tartıÅtıktan sonra, deÄiÅimin yol açacaÄı muhtemel gelecekleri tartıÅacaÄım.
July 29, 2022
Büyük DeÄiÅim – (1) Demografi
İnsanlık tarihinin en tuhaf dönemlerinden birinde yaşıyoruz. Encyclopædia Britannica’ya dayanarak verilen bilgilere göre:
Paleolitik Çağ’da (Erken Taş Devri’nde) 15 yaşında kadar yaşama olasılığı ` idi. 15 yaşına gelenlerin tahmini ömrü ise 54, bütün bireylerin ortalama yaşam süresi 24-33 idi.
Ortaçağın başlarına kadar bu istatistik küçük değişimler gösterse de, 20 yaşına kadar yaşama olasılığı hemen hemen P idi. 20 yaşına geldikten sonra tahminen 30 yıl daha ilave yaşam ile, tahmini ömür süresi 50 civarındaydı. Bütün bireyler dikkate alındığında ortalama yaşam süresi ise 35’i aşmıyordu.
İnsanların uzun ömür yaşayabilmesi için önce doğumdaki, daha sonra da çocukluktaki tehlikeleri atlatması gerekiyordu; ancak bu durumda bile en fazla 50-55 yaşlarına kadar yaşayabiliyorlardı. 60’lar, 70’ler istisna kabul ediliyordu.
Bu istatistik 20. yüzyılın başlarında değişmeye başladı. Canlılığın ne olduğunun anlaşılması, hastalıkların nedenlerinin öğrenilmesi, tıptaki ilerlemeler, çevresel koşulların iyileştirilmesi, hijyen ve yaşam konforunun yaygınlaştırılması sonucu doğumda ve çocuklukta ölüm riski azaldı, ortalama yaşam süresi Avrupa, Kuzey Amerika, Okyanusya ve Japonya’da 60’a yükseldi.
Günümüz dünya genelinde bebek ve çocuk ölümlerinin önemli ölçüde önüne geçildiği gibi ortalama erkek ömrü 71’e, ortalama kadın ömrü 76’ya yükselmiş durumda. Gelişmiş ülkelerde doğumda beklenen yaşam süreleri 80’lerin de üzerinde (Hong Kong 85.3), gelişmemiş ülkelerde bile insanlığın binlerce yıllık yaşam süresinin üzerine çıkıldı (Orta Afrika Cumhuriyeti 54)
İnsan toplumlarında bir yüzyılda aşağı yukarı üç kuşağın yaşadığı varsayılır. Günümüze gelene kadar belirli bir zaman kesitinde, bu üç kuşağın çoğunlukla ikisi aynı anda bir arada yaşıyor, birinci ve üçüncü kuşak ya aynı anda yaşamıyor, ya da çok kısa bir süre için bir arada bulunabiliyordu. Pek çok toplumda yeni doğanlara, dedelerinin ismi veriliyor, devamlılık böyle sağlanıyor, “ataların ruhu” bu şekilde yaşatılıyordu. Günümüzde ise dört kuşağın aynı anda yaşaması artık istisna olmaktan çıktı. Pek çok büyükbaba ve büyükanne çocuklarının torunlarını görebiliyor, hatta onlar belli bir yaşa gelene kadar da yaşamaya devam ediyor.
Sadece on binlerce yıllık kültürel evrimimiz değil, aynı zamanda son bir kaç yüzyıllık toplumsal yapımız da, dört kuşağın bir arada yaşamasına, hatta daha ileri giderek yaşlı bireylerin toplumların ve bireylerin kaderlerini doğrudan etkileyecek karar mekanizmalarının başında olmasına uygun değil.
Yaklaşık 620 yıl saltanat süren 35 Osmanlı padişahının toplam yaşam süresi ortalaması 52.6 idi. Ortalamayı yükseltenler ilk üç padişah (Osman 70, Orhan 81, 1. Murat 65) ve son 3 padişahtır (2. Abdülhamit 76, 5. Mehmet 74, 6. Mehmet 68) XIV-XVIII. yüzyıllara arasındaki yaklaşık 400 yıl boyunca saltanat koltuğunda oturan padişahların toplam yaşam süresi ortalaması 48.5’dir.
Oysa günümüzde dünyanın en önemli ülkesi olan Amerika’nın başında 80 yaşındaki Joe Biden var. Rusya’nın lideri Putin 70, Çin’in lideri Xi JinPing 69 yaşında. Siyaseti geçen sene bırakan Almanya şansölyesi Merkel 67 yaşındaydı. Japonya başbakanı Fumio Kishida 65, geçen hafta istifa eden İtalya başbakanı Mario Draghi 74 yaşında.
Dünya tarihinin bu kadar kritik bir dönemecinde karar mekanizmalarının başında, kültürel formasyonları yaklaşık 40-50 sene önce oluşmuş bir siyasetçiler kuşağının olması, dört nesilden insanların bir arada yaşadığı toplumların yönetime katkısı anlamında ciddi bir sorun teşkil ediyor.
Ancak demografik sorun, çok farklı yaş kuşaklarının bir arada yaşamasından ibaret de değil. İnsanlık tarihi boyunca insan toplumları nispeten homojen topluluklar halinde yaşadılar. Sadece imparatorluk başkenti olan Roma, İstanbul, sanayi döneminde ise Londra, Paris, Berlin, New York gibi kentler kozmopolit topluluklardan oluşuyordu. Oysa günümüzde dünyanın neredeyse bütün önemli şehirleri, çok farklı kültürlere sahip yüzbinlerce insana ev sahipliği yapıyor. Yaklaşık 100-150 yıl öncesine kadar insanların çok büyük çoğunluğu, bütün ömrü boyunca kendi kabilesi ve hemşerileri hariç pek az insanla karşılaşıyordu. Bu insanların tamamına yakını tanıdıktı, iletişim halinde olunan bir insandan ne beklenip beklenmeyeceği biliniyordu. Sıradan bir insan bütün ömrü boyunca birkaç yüz insan tanırdı. Oysa günümüzde doğrudan veya dolaylı iletişim kurulan insan sayısı yüzbinleri geçti. Orta büyüklükte bir kentte yaşayan herhangi bir insan, büyükbabasının bütün ömrü boyunca gördüğünden fazla insanı bir tek günün içinde görüyor. Fikirlerini, gündelik yaşamındaki davranışlarını ve kararlarını, sadece bu insanlara göre de değil, televizyon, internet, sosyal medya gibi modern iletişim araçları vasıtasıyla haberdar olduğu çok uzaktaki insan ve toplumlara göre de ayarlamak zorunda kalıyor. Toplumların yüzbinlerce yıllık kültürel evrimi, bir yüzyıl içinde ortaya çıkan bu olağanüstü çeşitlilikle baş etmeye de müsait değil.
Yukarıda sözü edilenlere ilaveten modern insan, bir kaç nesil önceki atalarından farklı olarak her gün yaşamını doğrudan veya dolaylı etkileyecek kararlar vermek zorunda; bu kararlar gündelik yaşamla ilgili olabileceği gibi (bugün hangi kıyafeti giyeyim, işe hangi vasıtayla gideyim, akşam ne yiyelim, evi ne zaman boyatayım, bankadaki parayı nasıl değerlendirmeliyim) içinde yaşadığı toplumla, ülkeyle, hatta dünyayla da ilgili olabilir (eş seçme, para havale etme, çöp ayrıştırma, düşük enerji tüketen elektronik eşya alma, bağışta bulunma, gazete/dergi alma, seçimlerde oy kullanma). Oysa binlerce yıl boyunca insanlar neyi, nasıl yapacakları konusunda pek az kafa yormuşlardı. Hayat basit ve tekdüzeydi. Eş seçimi, çocuk yapma konuları bile kişisel tercihlere bağlı değildi. İnsanlar yaşıyor, ölüyor, çok nadiren bir karar vermek durumunda kalıyorlardı.
Modern yaşamın bir başka sorunsalı, insanların çok geniş bir kimlik yelpazesi içinden “modern kimlikler” kuşanması zorunluluğudur. Toplumsal ilişkiler karmaşıklaştıkça, bu ilişkiler içindeki pozisyonlara bağlı olarak kimlikler ortaya çıkar, kuşanılan kimlik insana belli bir davranış kalıbı dayatır. Geçmiş yüzyıllardan farklı olarak günümüz insanı bir kent kimliği (Rizeli, Karslı, Dersimli), bir etnik kimlik (Çerkez, Bantu, Uygur), bir ulusal kimlik (Çinli, Alman, Rus) ile tarif edilmek durumunda. Bu kimlikler, geniş bir siyasal tercihler yelpazesinden alınan kimliklerle birleşir (muhafazakar, liberal, sosyalist), bazen özel bir duyarlılıkla harmanlanır (hayvan sever, çevreci, tebliğci), bu kimliklerden bir amaç devşirilir (açık toplum, İslami bir düzen, eşitlikçi bir düzen) ve bu bir siyasal tercihe dönüşür. Siyasal tercihleri, kimlik(ler)i ve ütopyaları olan birey, insanlık tarihinde yenidir. Geçmiş yüzyıllar boyunca bu kimlik ve aidiyetlerin hiç biri yoktu; insanlar soyları, köyleri, bağlı oldukları din ve haraç verdikleri efendi veya kralla tarif ediliyorlardı.
Modern yaşam ve çalışma dünyası, milyonlarca yıllık biyolojik ve yüzbinlerce yıllık kültürel evrime de uygun olmayan bir yaşam tarzı doğurdu: Ayakkabı giymek, uzun saatler boyunca oturmak, yumuşak yastıklara dayanarak uyumak, diğer insanlarla göz teması olmadan iletişim kurmak, yazılı metinlerin ana fikrini anlamaya çalışmak, çok farklı saat dilimleri ve iklimler arasında hızlı seyahat etmek, düzenli çalışma saatlerine uymak, bireysel eğlenceler, oyunlar, sanal gerçeklik, vs.
Modern toplumların yönetime katılması da insanlık tarihinde yenidir. Yüzbinlerce yıl boyunca toplumları yöneten soylular, din sınıfı, krallar, sultanlar, padişahlar tebaalarının yönetime katılmasına izin vermemiştir. Kararlar saray divanlarında, soylu senatolarında, ekümenik konsillerde, dayanışma meclislerinde alınmış, sıradan insandan bu kararlara uyması istenmiştir. Modern toplumlarda ise, en baskıcı yönetimler bile halkoyuna başvurmak ve onay almak zorunda. Demokrasi yaygın ve genel kabul gören bir yönetim şekli. Halkın karar ve tercihlerini sınırlayan rejimler bile demokratik olma iddiasında ve geçmiş yüzyıllara baktığımızda gerçekten de göreceli olarak öyleler. Ancak bu durum, sıradan insanlara bir görev yüklüyor aynı zamanda: Bir siyasal heyet, siyasal program seçerken, bir referandumda tercihte bulunurken ve seçilmişleri denetlerken, gerektiğinde protestolar, genel grevler, boykotlar ve diğer demokratik eylemlerle uyarırken dikkatli olmak, iyi düşünmek, doğru kararlar vermek zorundalar. Ülke yönetimine katılmak çok ciddi bir sorumluluk ve bu sorumluluğu önemsememenin maliyeti de çok büyük.
21. yüzyılın toplumları, dünyadaki bu büyük demografik, kültürel, sosyolojik değişimin daha da ileri bir aşamasında yaşıyorlar. İlerleyen teknoloji daha karmaşık bir uygarlığa yol açarken, sorunları da ağırlaştırdı. Bu sorunları ve bu sorunların yol açabileceği muhtelif gelişmeleri, ekonomik, kültürel ve teknolojik değişimi de incelediğim bölümleri yazdıktan sonra tartışacağım.
March 26, 2022
SavaÅ ve BarıÅ
Savaşlar kötüdür.
Eğer savaş hakkında bir yargıya varmak istiyorsak, yukarıdaki tek cümle yeterlidir. İnsanların öldüğü, fiziksel ve ruhsal sakatlıklarla yaşamaya mahkum olduğu, maddi varlıkların tahrip edildiği, sivillerin ve özellikle de çocukların, hastaların, yaşlıların ve kadınların doğrudan ve ağır bir şekilde etkilendiği, en temel ihtiyaçlara ulaşılamayan savaşlara olumlu anlamlar yüklemek kolay değil; özellikle de yaşadığımız çağda…
Savaşların Can MaliyetiAncak ne kadar olumsuz nitelik taşırsa taşısın, savaşlar bir gerçeklik ve insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası. Britannica Ansiklopedisi, Truva Savaşı’ndan günümüze kadar tarihteki savaşların bir listesini veriyor. Liste 17. yüzyıldan itibaren yoğunlaşmaya başlıyor. Savaşların sayısı 20. yüzyılda tepe yaptıktan sonra, hızla azalıyor. Britannica ansiklopedisine göre 21. yüzyılın ilk çeyreğinde sadece üç kayda değer savaş var: Afganistan Savaşı, Irak Savaşı ve Suriye İç Savaşı. Wikipedia, Britannica Ansiklopedisinin kayda değer bulmadığı daha küçük ölçekli savaşları da zikreden daha ayrıntılı bir liste veriyor ki bu liste, Yemen İç Savaşı, Libya İç Savaşı, Nijerya’da Boko Haram’a karşı verilen savaş gibi, ciddi kayıplara neden olanları da içeriyor.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaş, yukarıdaki kanlı listeye eklenen yeni bir savaş oldu. Bu savaşın detaylarına biraz daha yakından bakmadan önce Vox’ta Our World in Data sitesine referansla yayınlanan son 600 yıldaki savaşlardaki can kayıplarına göz atalım:

Savaşlarda 1600 ile 1900 yılları arası düşme eğiliminde olan can kaybı, iki dünya savaşının yaşandığı 1914-1945 arasında yeniden artıyor ve o tarihten itibaren de dramatik bir şekilde azalma eğilimine giriyor. Grafik can kayıplarının sayısını değil, 100 bin kişiye düşen can kaybı oranını gösteriyor. Buna göre, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında askeri ve sivil ölüm sayısı toplamının oranı 2.000/100.000’i aşmış. Başka bir deyişle o dönemde yaşayanların yüzde ikiden fazlası, yaşamını savaşa bağlı nedenlerle yitirmiş. Daha kesin rakamlarla konuşmak gerekirse:
1918 yılında dünya nüfusu yaklaşık 1.8 milyar, 1. Dünya Savaşındaki askeri ve sivil ölüm sayısı yaklaşık 40 milyon. Savaşta ölenlerin 1918 nüfusuna oranı %2.2.1945 yılında dünya nüfusu yaklaşık 2.5 milyar, 2. Dünya Savaşındaki askeri ve sivil ölüm sayısı yaklaşık 80 milyon. Savaşta ölenlerin 1945 nüfusuna oranı %3.2.Günümüzde dünya nüfusu yaklaşık 8 milyar ve savaşlarda ölüm oranı 100 bin kişide 0.2’ye, yani 1 milyonda 2’ye geriledi.Yukarıdaki istatistiki verileri, ülkenizin savaşa girmesinden bağımsız olarak savaşa bağlı nedenlerle ölme olasılığınız olarak değerlendirirseniz, büyük büyük ebeveynlerinizin ölüm ihtimali %2-3 civarındayken, sizin savaşa bağlı nedenlerle ölme olasılığınız sadece bir milyonda 2. Dolayısıyla sadece çok uzun ve istikrarlı bir barış döneminde yaşamıyoruz, aynı zamanda bu çağda, salgın hastalık, açlık, yokluk, yoksulluk gibi, savaş da ölüm nedenleri içinde büyük bir yer tutmuyor.
Ancak bu tablo yavaş yavaş değişiyor. 2020 yılında başlayan ve halen etkisini yitirmeye başlasa da tamamen ortadan kalkmamış olan kovid salgını, salgına bağlı ölüm ihtimalimizi küçük de olsa arttırdı. Ukrayna savaşının ise nereye evrilebileceği henüz belirsiz; çok yaygın ve kapsamlı bir savaşın epey erken aşamalarında olabileceğimiz gibi, beklenmedik ölçüde kısa sürecek bir işgalin en kötü aşamasını geçmiş de olabiliriz.
Savaşların fırsat maliyetiYukarıda en kötü iki örneği, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını referans alarak savaşların can maliyetine göz attık. Bir de fırsat maliyetine bakalım:
Yazıya, savaşlar kötüdür diye başlamıştım. Sanırım bu, hangi toplumda yapılırsa yapılsın, bütün kamuoyu anketlerinde ezici bir çoğunlukla üzerinde uzlaşı sağlanacak bir nitelemedir. Ancak insanların ezici çoğunluğu savaşların kötü olduğunu düşünse de, savaşlar, sadece geçmişin sevimsiz bir hayaleti değil; günümüzde bütün ülkeleri, tedbir almaya ve ülke kaynaklarının bir kısmını askeri harcamalara ayırmayı zorlayan bir gerçeklik.

2019 yılında askeri harcamaları en yüksek iki ülke Amerika ve Çin. Amerika 731 milyar $ harcaması ile en yakın rakibi olan Çin’in 2.8 katı kadar para harcıyor. 2019 yılı itibarıyla Rusya’nın harcamaları 65.1 milyar $ ile ABD’nin %8.9’u kadar, Suudi Arabistan’ın 61.9 milyar $, Türkiye ve İsrail’in 20’şer milyar $ ve dünyaya büyük bir tehdit gibi sunulan İran’ın 12.6 milyar $ harcama yaptığına bakarak, dünyanın en tehlikeli ve çatışmalı coğrafyası olan Ortadoğu’nun dört önemli ülkesinin ve Rusya’nın toplam harcamalarının ABD’nin askeri harcamasının dörtte biri bile etmediğini de not edelim.

PGPF.org sitesindeki veriler daha da çarpıcı sonuçlar veriyor: ABD’nin 2020 askeri harcamalarının, diğer ülkelerle karşılaştırmasına göre ABD kendisini takip eden 11 ülkenin tamamından daha fazla askeri harcama yapıyor. Bu harcamaların ABD GSYiH’sına oranı, Soğuk Savaş döneminde %6-7 oranında iken, bugün %4 civarında. Bu oran, Rusya hariç diğer bütün ülkelerden fazla. Örneğin Çin, GSYiH’sının %1.74’ünü, Birleşik Krallık, Kanada, Fransa, %2-2,5, Japonya %1’ini askeri harcamalara ayırıyor.
iisd.org sitesinde yer alan 2016 tarihli bir rapora göre 800 milyon insan açlık sınırının altında yaşıyor. Bunların 90 milyonu beş yaş altı çocuk. Yıllık 11 milyar $’lık bir bütçe, 2030 yılına kadar yeryüzünde açlığı sona erdirmek için yeterli. Bu bütçenin 7 milyar $’lık kısmını açlıkla boğuşan ülkeler kendi bütçelerinden karşılayabiliyor. Bu ülkelere her yıl toplam 4 milyar $ yardım yapılması yeterli olacak.
Nature dergisinde yer alan bir habere göre, yoksul ülkelere küresel iklim değişiminin sonuçları ile baş etmek için yapılacak yıllık 100 milyar $’lık bir kaynak, hem küresel iklim değişimi ile mücadeleye güç katacak, hem de iklim krizinin yıkıcı sonuçlarını engellemek yolunda ciddi bir katkı sunacak. Habere göre zengin ülkeler 2009 yılında bu sözü de vermişler. Ancak söz tutulmamış.
Bir başka rapora göre, iklim değişimini engellemek için yapılan harcama toplamı 2019/2020’de 321 milyar $ olmuş. Bu harcamanın önemli bir kısmı, devletlerle beraber Birleşmiş Milletler tarafından karşılanmış. Ancak özellikle ABD’nin ayak sürümesi sonucu, harcamalar istenen düzeyde artmamış.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. 2021 yılı itibarıyla dünya genelindeki toplam askeri harcamalar 2 trilyon $’a ulaşmış durumda. Bu harcamaların yarısının açlık, yoksulluk, eğitimsizlik, göçmen sorunları, sağlık gibi alanlara yöneltilmesinin gezegenimizi cennete çevireceğini, yeryüzündeki canlı yaşamı tehdit eden iklim krizini sonlandıracağını söylemeye gerek yok. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının dünyada askeri harcamaları daha da arttıracağı kesin.
Ancak çok ilginç bir paradoksla karşı karşıyayız: Yeryüzünde son 600 yılın en barışçı dönemi yaşanır ve savaşa bağlı ölümler tarihin en düşük seviyelerinde seyrederken bu kadar yoğun askeri harcamanın nedeni ne?
Yazının bu aşamasından sonra, silahlanmanın “ekonomisini” bir tarafa bırakıp “anatomisi” ile ilgili düşüncelerimi aktaracağım. Yazının sıkıcı akışından ve yorucu ritminden sıkılan okuyucuya, genel geçer ezberler dışında bir düşünme çağrısıdır bu.
21. yüzyılda savaşRus askerleri Ukrayna’ya girer girmez, başta Avrupa olmak üzere önce çok gürültülü bir “savaşa hayır” kampanyası başladı. Elbette savaşa karşı çıkmanın eleştirilecek bir yanı yok, ancak yeryüzünde savaş olgusu yaklaşık yirmi senedir en vahşi görüntüleriyle yaşanıyor. Daha yakın zamanda Afganistan’da savaştan ve Taliban yönetiminden kaçmak üzere uçaklara tutunan insanlar gördük. Sınırlarımızın yanı başında Azerbaycan-Ermenistan savaşının dumanı tütüyor. Suriye iç savaşı on yılı aşkın bir süredir devam ediyor ve bu savaşta o kadar zalimce öldürmelere tanıklık ettik ki, insanlığımızdan utandık. Irak coğrafyasında 20 yıldır devam eden bir savaş var. Daha yakın bir zamanda, ülkenin muhtelif yerlerinde konuşlanmış yabancı askeri güçlere, bir de terörist örgüt, IŞİD katıldı. Biraz öteye gittiğimizde Yemen ve Libya’da devam eden savaşlar var. Doğu komşumuz İran’ın doğrudan bir askeri müdahaleye muhatap kalmasa da, sık sık siber ataklara maruz kaldığını biliyoruz.
Geçen hafta ölen, eski dışişleri bakanı Madeleine Albright’ın “Irak’a uygulanan ambargo sonucu yarım milyon çocuk öldü, buna değdi mi?” sorusuna verdiği “zor bir seçimdi, ama buna değdiğini düşünüyorum” sözü pek çok şeyi açıklıyor olsa gerek. Birincisi ABD, egemen bir ülkeye saldırma hakkını sadece kendisine ait görüyor ve dünya kamuoyu da zımni olarak bunu kabul ediyor. İkincisi, fail ABD ve koalisyon ortakları olunca yarım milyon çocuğun ölümüne yol açmak, özellikle de bu çocuklar Ortadoğulu ise, bir insanlık suçu kabul edilmiyor, ancak daha savaşın ilk ayı bile dolmadan, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in savaş suçlusu ilan edilmesi normal kabul ediliyor. Üçüncüsü, Avrupa Birliği veya NATO üyesi olmadığı halde, yabancı ülkelerden aldığı askeri yardımlarla neredeyse koskoca bir askeri üsse dönüşmüş olan Ukrayna’nın durumu normal kabul edilirken, bu askeri yığınağı kendisine tehdit olarak gören Rusya’nın tutumu savaş suçu olarak niteleniyor.
Burada bir başka soru daha var: İki okyanusla çevrili güvenli bir coğrafyada yaşar ve sadece iki ülke ile kara sınırı varken, bu iki ülkeden biriyle, Kanada’yla hiç savaşmamış, diğeriyle, Meksika’yla en son 174 yıl önce savaşmış ABD’nin bu ölçüde silahlanmasının nedeni nedir? Dahası, dünya kamuoyu bu silahlanmayı ne şekilde algılamakta ve kabul etmektedir? İlk sorunun cevabı basit: ABD savunma amacıyla değil, dünyada kendi egemenliğine dayalı düzeni korumak için silahlanıyor. Bu düzene yönelik tehdit nereden gelirse gelsin, oraya müdahale etme hakkını kendinde görüyor; bu müdahalenin doğrudan ya da dolaylı sonucu yarım milyon çocuğun ölümü bile olsa. İkinci sorunun cevabı biraz daha zor: Dünya kamuoyunun bir kısmı ABD’nin aşırı silahlanmasını dünya barışı ve elbette kendi rahatı ve güvenliği için bir gereklilik ve güvence olarak görüyor, diğer yarısı ise tehdit. ABD’nin dünya jandarmalığı rolünden en çok faydalanan ülkeler, Kanada ve Birleşik Krallık. Avrupa ülkeleri bu konuda net değil; Rusya’ya coğrafi olarak daha yakın olanlar ABD’yi bir güvence olarak görürken, daha uzaktaki ülkeler en azından ateşli militan olmamayı tercih ediyor. Avrupa’nın iki önemli ülkesi olan Fransa ve Almanya ise renk vermiyor; bir taraftan ABD’ye hem askeri, hem de mali bağımlılık nedeniyle bu aşırı silahlanmaya sessiz kalıyor, diğer taraftan biraz da ABD zorlaması ile AB’ye dahil edilen eski sosyalist blok ülkelerinin aşırı Amerikancı tavırlarından rahatsızlık duyuyorlar.
ABD’nin aşırı silahlanmasından, egemenlik alanını sürekli genişletmesinden rahatsız olan ülkelerin başında eski süper güç Rusya ve yeni süper güç adayı Çin geliyor. Bu iki ülke, kendileri gibi kalabalık nüfusları, dünya ekonomisinde artan etkileri ve hammadde kaynakları ile birer dünya gücü olma hayali kuran Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeleri de yanlarına çekmeye çalışıyor.
Karşımızdaki küresel rekabetin görünümü kabaca böyle. Ülke halklarının pozisyonu ise biraz daha karmaşık. Avrupa halkları genel olarak yaşam standartlarından da, her ne kadar içi boşaltılmış olsa da sosyal devletlerinden ve demokrasilerinden de, yetmiş yılı aşkın bir zamandır barış içinde yaşamaktan da memnun. En önemli tehdit olarak gördükleri göçmen akımlarını durdurmaya çalışıyorlar. Amerika’ya bu göçmen akımlarını tetikleyen operasyonları nedeniyle kızgın olsalar da, genel olarak memnun oldukları düzenin bekçiliğini yapan ABD’den bir şikayetleri yok: Avrupa’daki tatlı hayatın maliyeti, yarım milyon Iraklı çocuk da olsa, fırtınalı denizlerde perişan edilmiş ülkelerinden kaçmaya çalışırken boğulup ölen göçmenler de olsa… Bu anlamda Ukrayna’daki bir savaş elbette daha korkutucu, çünkü bir ayın içinde iki milyon göçmen, Rusya’nın steplerinden yola çıkmış korkutucu Rus ordusunun önünden kaçıyor; nükleer silahlarını kullanma tehditleri savuran Putin Avrupa’daki bu tatlı hayatları tehdit ediyor. “Savaşa karşı” olmanın gerisinde ne yazık ki bu tip bencilce beklenti ve kaygılar var.
Çin, Hindistan gibi kalabalık ülkelerde Ukrayna Savaşı’na yönelik değerlendirmeler, Avrupa’dan farklı. Hindistan yönetimi tarafsız kalmayı tercih ederken, Hindistan halkının bu savaşa çok da ilgi göstermediğini zannediyorum. Asya halklarının görüşünü yansıtan Güney Kore menşeli Asian Boss you tube kanalının sokak röportajları ilginç: Çin ve Kazakistan‘da yapılan sokak röportajları bir gösterge ise, bu ülkelerde Rusya ve Ukrayna savaşına yönelik bakış Avrupa’dan çok farklı. Her iki ülkenin insanları da, öncelikle kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirme yapıyor. Çinliler de, Kazaklar da bu savaşa taraf olmanın kendi çıkarlarına uygun olmadığı fikrinde. Diğer taraftan Avrupa ve Amerika’da Ruslara yönelik, ırkçılığa varan ölçüde tepki bu ülke halklarında yok. Daha yaşlı olanlarda sempati, gençlerde biraz daha mesafeli bir duruş veya antipati hemen görülüyor. Burada önemle not etmek gerekir ki, Asyalı toplumlar, Batı medyasında gösterildiği gibi, kendi iradesini “diktatörlere”, yönetimlere, partilere teslim etmiş değiller. Tam tersine, kendisiyle röportaj yapılanlar, sorulara son derece tutarlı, mantıklı ve dirayetli cevaplar veriyor. Asyalıların “yöneticilerinin onlara ezberlettiğini tekrarlayan papağanlar” olduğu propagandasının – en azından bu röportajlarda – bir karşılığı yok.
Savaşın AnatomisiYazının en başındaki tek cümlelik yargıdan ilkesel olarak ayrılmamakla beraber, romantik bir hümanizm anlayışı ile gerçekten kopmak yerine, yüzyıllardır insan topluluklarının olduğu her yerde ve her dönemde hüküm süren savaş gerçeğine çeşitli boyutlarıyla bakmaya, savaşın “anatomisini” anlamaya çalışalım.

Çağımızdan 2500 yıl önce yaşamış bir Çinli komutan olan Sun Tzu’ya atfedilen Savaş Sanatı isimli eser yüzyıllardır okunuyor, okutuluyor, klasikleşmiş bir eser olarak sadece askerlik alanında değil, pazarlamadan, finansal alım satıma, kişisel gelişimden işletme/yönetim bilimlerine kadar çok geniş bir alanda çalışan insanların da ilgisini çekiyor. Sun Tzu bu eserinde sayısız tavsiyede bulunuyor ve birbirinden farklı pek çok durumda savaşı kazanmak için neler yapmak gerektiğini anlatıyor. Kitabın askerlik dışındaki alanlardan ilgi görmesinin nedeni basit: Prusyalı asker Carl von Clausewitz’in yaklaşık üç yüzyıl önce isabetle tespit ettiği üzere savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır. Dolayısıyla birbiri üstünde üstünlük veya avantaj sağlamak isteyen birden fazla insanın, topluluğun veya ulusun arasındaki ilişki, pekala savaş kavramları ile formüle edilebilir. Fiziksel şiddete dayalı savaş, mücadelenin belki de en ilkel, ancak en etkili yoludur.
Özellikle 17. yüzyıldan sonra dünyada askerliğin biçimine, doğasına ve uygulamasına yönelik köklü anlayış değişimleri oldu. Daha önceki yüzyıllarda savaş genellikle, paralı askerlerin mücadelesidir. Askerleri savaştıkları tarafa bağlayan en önemli motivasyon kendilerine vaat edilen maddi varlıklardır. Maaşlı askerlik veya savaş kazanıldıktan sonra yağmadan alınacak pay, boyun eğdirilen halklardan toplanacak haraç veya kurulacak yeni yönetimde kazanılacak paye, eski zaman savaşlarındaki temel motivasyon nedeni idi. Savaşlar bir dini yüceltmek ve yaymak amacıyla icra ediliyor olsa bile, özünde insan doğasının açgözlülüğü, hırsları ve kazanç beklentileri yatar. Kutsal toprakları kurtarmak için yola çıkan Haçlı orduları da, İslam dinini yaymak için cihada yönelen Müslüman orduları da, ilk dalgadaki idealist beklentilerin ardından, yağma, öldürme ve katliam gibi vahşet dolu sonlara mahkum olmuştur. Elinde silah tutan bir insan her zaman ve herkes için tehlikelidir. Bu insanlar kalabalıklar halinde bir ordu olduklarında daha da tehlikelidir. Çünkü şiddet insan doğasında vardır ve insan, nefsinin taleplerini karşılayamadığı zaman vahşi hayvan sürüsü gibi davranır.
Yakın zamanlarda, modern ulusların ortaya çıkışı ile beraber, uğruna savaşılacak, gerekirse ölünecek bir yurt/vatan kavramı doğdu ve askerlik bir yurttaşlık görevi olarak tatbik edilmeye başladı. Ancak savaş, özünde şiddet ve vahşet barındırdığı için ne kadar kutsal amaçlar için icra edilirse edilsin, her zaman insan onuruna aykırı sonuçlar doğurdu. Kutsal yerleri kurtarmak için Avrupa’dan yola çıkan Haçlı orduları, daha kutsal topraklara ulaşmadan Avrupa’da Yahudilere, Bizans topraklarına girdikten sonra kendi dindaşlarına yönelik katliamlar yapmaya başlamış, yer yer yamyamlığa varan ölçüde vahşet uygulamışlardı. Konstantinopolis’in bütün varlıkları yağmalanmış, kent tarihinin en büyük yıkımı yaşanmıştı. 2. Dünya Savaşı’nda anavatan savunmasında milyonlarca yurttaşını yitiren Sovyet Kızıl Ordusu, Nazileri püskürtüp Berlin’e yöneldiğinde, Almanların başkentine ulaşana kadar on binlerce kadına tecavüz ederek ilerlemişti. Kızıl Ordu dünyayı Nazi belasından kurtarmış, ancak geride on binlerce tecavüze uğrayarak onuru kırılmış kadın, sayısız babasız evlat bırakmıştı. Savaş, ne kadar kutsal amaçlarla icra edilirse edilsin böyle bir insanlık suçudur.
Doğasındaki vahşete ve ne kadar önlenmeye çalışılırsa çalışılsın barındırdığı potansiyel suçlara karşılık savaş, belli kurallar içinde icra edilmek zorundadır. Satranç oynayan bir oyuncu, rakibine taş kaptırdığında ona neden tokat atmıyorsa, savaşta da mevzi kaybettiğinde kin ve nefretle yaklaşmamalıdır. Mustafa Kemal’in İstiklal Savaşı’nda esir aldığı düşman ordularının kumandanı Trikopis’i, askerliğin şerefine uygun olarak saygıyla karşılamasının ve kendisiyle medeni bir şekilde sohbet etmesinin nedeni budur. Trikopis işgalci bir ordunun kumandanıdır ve askerleri hırsızlıktan tecavüze sayısız suça karışmıştır. Ancak Mustafa Kemal Trikopis’e gerekli saygıyı göstermiştir.
Uluslararası Savaş Hukuku, uluslararası hukukun bir parçasıdır ve savaşı belli kurallara bağlamıştır. Yaralanmış, teslim olmuş, esir düşmüş bir asker artık bir savaşçı değildir; işkence göremez, canına kastedilemez. Savaşta belli silahlar kullanılamaz, sivillere yönelik saldırı düzenlenemez, vs.. Bu nedenle dünyanın bütün ülkelerinde askerlik mesleğini icra edenler barbar savaşçılar olarak değil, saygın bir meslek erbabı olarak görülürler. Esirlere işkence eden, onları -sadece asker oldukları için – idam eden, öldürdüğü askerden ele geçirdiği kişisel telefonla ölünün ailesini arayarak sadist duygularını tatmin edenler savaş suçu işlemektedir.
Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş bu bağlamda değerlendirilmelidir. Her iki taraf da savaştığı için değil, eğer Uluslararası Savaş Hukukunu çiğniyorlarsa suçludurlar. Bir ülkenin, bir başka ülkeyi işgale girişmesi, başka bir deyişle siyasetin en şiddet ve vahşet içeren araçlarıyla boyunduruğuna almak istemesi elbette hoş görülecek, anlayışla karşılanacak bir girişim değildir. Ancak herhangi bir askeri müdahaleyi sadece bu çerçeveden değerlendirmek de gerçekçi değildir. Sun Tzu’nun Savaş Sanatı kitabı, yüzyıllar sonra da geçerlidir ve bu çerçevede saldırı kendi başına bir suç değildir.
Konuyu Rusya-Ukrayna savaşı bağlamında değerlendirmek gerekirse, gerçekçi bir bakışla görülen şudur:
Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra hızla güç kaybeden bir ülkedir. 1990’larda yaşadıkları trajediler, yaşayan nesillerin hafızasında tazedir. “Hür ve demokratik dünyanın bir parçası” olmak yoluna çıkmış, 1930’ların Büyük Buhranından bile daha derin bir ekonomik küçülme yaşamak zorunda kalmıştır. Halkın @’ının geliri açlık sınırının altına gerilemiş, ülkenin varlıkları IMF’in Şok Doktrini uyarınca özelleştirme ve piyasalaştırma baskısı ile yağmalanmış, yurt dışına kaçırılmıştır. Ülkenin çok iyi yetişmiş ve eğitimli iş gücü, onur kırıcı işlerde çalışma pahasına yurt dışına göç etmek zorunda kalmıştır. SSCB’nin dağılmasından hemen önce verilen “NATO Sovyet cumhuriyetlerine genişlemeyecek” sözü tutulmamıştır. Rusya’yı çok yakından ve doğrudan tehdit edecek şekilde NATO genişlemesi, sınır komşularının bir cephanelik boyutlarında silahlandırılması, Rusya müttefiki ülkelerde renkli devrimler, bu ülkelere Amerika’dan vali atamaya varan açık tehditler, Rus etnisitesine karşı asimilasyon ve katliam girişimleri, nihayetinde eski bir süper gücün mirasçısı olan Rusya için hazmedilmesi imkansız girişimlerdir. Rusya’nın dünya sistemi içinde yer alabilme adına attığı adımların yok sayılması ve Amerika’nın Rusya’yı Avrupa’ya bir tehdit olarak göstermesi (gerçek ya da değil) 2022 yılındaki askeri işgal girişimine giden yolları döşemiştir.
Başta Ukrayna olmak üzere, eski sosyalist blok ülkelerinin Rusya ile aralarına mesafe koymak istemesi normaldir. Yarım yüzyıla yakın bir süre boyunca, Rusya’nın gölgesinde yaşamak, ulusal tercihlerin yok sayılması, ulusal kimlikler üzerinde asimilasyon uygulanması, Macaristan ve Çekoslovakya örneklerinde olduğu gibi yerel liderlerin yargılanması, cezalandırılması, öldürülmesi bu ülkeleri Rusya’ya karşı ciddi önlemler almaya sevk ediyor. Doğu Avrupa ülkelerinin tamamına yakını Avrupa Birliği’ne üye olmak ve Batılı üye halklar gibi zengin olmak istiyor. Bir kısmı muradına erdi, Ukrayna ise muradına eremediği gibi, 1991’deki GSYiH’sı seviyesinden bir türlü uzaklaşamadı, ekonomik gelişme ve kalkınma sağlayamadı. Ülkenin doğusu ile batısı arasındaki kültürel, etnik ve siyasal farklılıklar bu ülkeyi sürekli bir politik/ekonomik çıkmazda tuttu. ABD ve AB’nin Ukrayna’ya sürekli ve doğrudan müdahaleleri, yerel politikacılarla kirli ilişkiler, iddialar doğruysa Ukrayna’nın Oğul Biden tarafından finanse edilen bir biyolojik laboratuvar alanına dönüştürülmesi gibi nedenler, ülkeyi bağımsız ve egemen bir ülke olarak değil, egemenliğini kaybetmiş bir uzak uydu gibi görmeyi gerektiriyor.
Avrupa’nın diğer ülkeleri açısından, Orta doğulu yoksul halklara layık görülen, savaş ve mültecilik gibi olguların hemen kapısına dayanmış olması elbette kaygı vericidir. “Sarışın, mavi gözlü insanlar ölüyor” biçiminde tepki verilmesi de sıradan bir gaf değil, bilinçaltını yansıtması bakımından dikkat çekicidir.
Sıradan Ukraynalılar için, ülkelerinin büyük güçlerin çatışma alanına dönüşmesi ve öfkeli komşularının orduları tarafından işgale uğraması büyük bir trajedidir. Savaşan taraflardan Ukraynalılar kendi ülkelerini savunuyor. Rus askerler ise yabancı topraklarda ve onlara niçin savaştıklarını anlatmak çok güç. Rusya liderliğinin, içinde belli oranda gerçeklik payı içerse de, sürekli neo-Nazi vurgusu yapmasının amacı, biraz da Ukrayna’da savaşan askerlerine ve anayurttaki halkının bilinç altına hitap edebilmek. Rusların hafızalarında Nazi işgali ve bu işgal esnasında yaşanan trajediler o kadar güçlü ki, bir yurtseverlik duygusu yaratabilmek için korkutucu bir düşmana ihtiyaç var. Ukrayna yönetimi de, neo-Nazi Azov taburunun, faşist milislerin Odessa ve Ukrayna ordusunun Donbass’ta giriştiği suçlara göz yumarak Rusya’ya gerekçe yarattı. Beceriksizlik, zayıflık, işbirliği ya da ihanet, ne dersek diyelim, bunca hata en sonunda ülkenin işgaline yol açtı.
ABD ve Avrupa medyası, sadece Rusya işgale başladıktan sonra değil, Ukrayna’da yıllardır olaylar tırmanırken hep tek sesli ve tek yanlı yayın yaptı. Bu yayın anlayışı Amerikalı ve Avrupalı halklarda sürekli bir Rus tehdidi ve canavar Putin imgesini canlı tuttu. Yaşadığımız çağ artık Vietnam haberlerini sızdıran özgür basının, kendi ülkesinin izlediği politikalara aykırı da olsa gerçeği yüksek sesle haykırmaktan çekinmeyen Jean Paul Sartre’ların çağı değil. Her biri devasa bir sermaye tekeli olan medya tröstlerinin, özgür medya denen sosyal medyanın bile karşı tarafı sansürlediği, etiketlediği, erişimini sınırladığı bir tek seslilik çağı. Çok utanç verici bir şekilde, yazarların, sanatçıların, Pink Floyd gibi efsanevi grupların Shell, BP, Goldman Sachs, George Soros fonlarıyla, faşist Azov taburlarının, Alman neo-Nazilerinin, Amerikan paralı askerlerinin, iklim aktivisti Greta Thunberg ile beraber saf tuttuğu bir çağdayız.
Rusya elbette her platformda kınanmalı ve işgali sonlandırmak için gerekli tüm diplomatik yöntemler kullanılmalı. Ancak Rusya’nın çoğu haklı kaygılarına ve taleplerine de cevap verilmeli, en azından bu kaygı ve taleplerin kamuoyunda duyulması engellenmemeli. Rusya işgale giriştiği andan itibaren yürürlüğe konan kampanya, Rusya işgaline değil, Rus halkına, Rus kültürüne, bilgi edinme, bir kanaat oluşturmak üzere tüm tarafları dinleme hakkına ve dünya barışına karşı bir kampanyadır.
Bu kampanyanın sonunda Rusya ağır ekonomik yaptırımlar sonucu çökebilir, ancak bu dünya barışına bir katkıda bulunmaz. Amerika ve Avrupa basınında yürütülen propagandada Putin bir şeytan olarak resmedilse de, Rusya devlet geleneğine sadık, Rus kültürüne hakim, dünyaya meydan okumak yerine, ülkesinin çıkarlarını koruma kaygıları ile hareket eden bir lider Putin. Tarzını, muhaliflerine karşı uyguladığı sindirme politikasını, narsisistik kişiliğini ve delici bakışlarını sevmemiz gerekmiyor. Anlamak zorundayız. Rusya nihayetinde bir nükleer güç ve dünyada hiç kimse bu gücün, diyelim ki Kuzey Kore gibi babadan oğula geçen bir tiranlığın, İran’daki gibi dinsel dogmalarla hareket etme potansiyeli olan bir molla oligarşisinin kontrolünde olmasını istemez. Bu kriz Putin rejiminin çöküşü ve varsayalım ki Rusya’nın bölünmesi ile sonuçlanırsa, yarın gücü eline geçirmiş, devlet yönetme kültürü olmayan bir oligarklar topluluğu veya ufak tefek Rusya artığı tiranlıklarına saçılmış nükleer füzeler dünyayı daha yaşanabilir bir yer yapmaz.
Son olarak.. Bu yazıyı Putinci, Rusçu bir yazı olarak okuyacak okura uyarı: Dünyada Putincilik diye bir akım olmadığı gibi, bu blogun yazarı olan benim de hiç bir parti, sermaye grubu, düşünce kuruluşu, fon ya da NGO ile parasal veya entelektüel ilişkim yok. Yaşadığı dünyayı anlamaya çalışan bir bağımsız aydınım ve yazının Rusya’nın bakış açısına çok yakın olduğunu düşünüyorsanız, yazıyı bu ağırlıkla yazmamın nedeni, dünya medyasındaki tek sesli propagandaya tepki sonucudur. Yazının başında verdiğim silahlanma harcamalarının önemli bir yüzdesini gerçekleştiren Amerika’nın, anayurdunu değil, dünyada kurduğu askeri, finansal, ticari hegemonyayı koruma kaygısı ile bunca harcamayı yaptığını düşünüyorum. Bu emperyal kaygının hiç bir tarihsel, ahlaki ve siyasal haklılığı olduğunu düşünmüyorum. Dünyanın en korunaklı coğrafyasında ve bu kadar asimetrik bir güce ulaşmış bir ülkenin küresel gücünü bu şekilde kullanması yeryüzündeki bütün halklara ihanettir. Birkaç on yıl içinde, iklimdeki kötüleşmeyle beraber açlık isyanları başladığında, yeryüzü bir cehenneme dönebilir. Dünyada açlığı, hastalığı, her türlü savaşı ve kötülüğü bitirme potansiyeline ulaşıp bu potansiyeli emperyal hedeflerle heba etmek insanlık için ne büyük müsriflik…
Evet, hiç tereddütsüz savaşlar kötüdür ve savaşları engellemek için gereken her şey yapılmalıdır. Ancak savaşın fitili ateşlendikten sonra da, romantik bir tutumla dünyanın en açgözlü ve yıkıcı güçleri ile beraber saf tutmak yerine, gelecekte yeryüzü nasıl barış içinde ve daha güzel bir yer olur diye kafa yorulmalıdır.
Ben, en başta iki okyanusun arasına sıkışmış bu güç, para ve nüfuz konsantrasyonu dağılmadıkça yeryüzünün daha güzel bir yer olacağına inanmıyorum.
January 19, 2022
Türkiye’de Orta Gelir Grubunun Durumu
Amerika’nın Sesi haber portalında yayınlanan, Soner Kızılkaya imzalı ve 18 Ocak 2021 tarihli “Orta Gelir Grubunun Eğlence Hayatı Bitiyor” başlıklı haber, bir bar işletmecisinin sözlerinden alıntılanmıştı ve hızla küçülen eğlence sektörüne işaret ediyordu. 2021 yılında yaşanan yüksek enflasyona karşı gelirler aynı oranda artmadığı için, bütçelerden kısılan ilk gider kalemi eğlence olmuş, bu da (dış mekanlarda tüketici olarak) eğlence hayatının “bitmesine” yol açmıştı.
Haberde sözü edilen orta gelir grubu (bundan sonra orta sınıf olarak anılacak) kimlerden oluşur? Diğer ülkelerdeki orta sınıflarla benzerlikleri ve farklılıkları nelerdir? Dünya gelir ve varlık skalasında nereye tekabül eder?
Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de orta sınıf, iki farklı gelir grubundan oluşuyor: Bunlardan ilki “beyaz yakalı” olarak tabir edilen, ücretli çalışan, düzenli bir gelire sahip, diplomalı, dolayısıyla belli bir meslek ve uzmanlık sahibi, işinde teknolojik araç gereç ve bilgi kullanan kesim. (Doktorlar, mühendisler, teknisyenler, büro elemanları, reklamcılar, medya çalışanları, orta ve üst düzey kamu görevlileri, satış elemanları, bankacılar, sigortacılar, vs..)
Orta sınıfın kalanını, yukarıdaki özellikleri taşısın veya taşımasın serbest çalışanlar (self employed) oluşturuyor. Bunlar da home office çalışan beyaz yakalılardan, dükkan ve mağaza işleten ve kendisi de emek çalıştıran esnaf ve küçük işletme sahiplerine kadar uzanan geniş bir kesimden oluşuyor.
Her iki kesimin de ortak özellikleri, kişisel ihtiyaçlarını görmek üzere, genellikle kapıcı, güvenlik görevlisi, bahçıvan, temizlikçi, bakıcı sıfatı taşıyan insanları gündelikçi veya düzenli istihdamla çalıştırıyor olmaları. KONDA araştırma şirketinin son araştırmasına göre, Türkiye’de site içinde oturanların oranı %8’e ulaşmış. Bu insanların tamamına yakını 2020’lerdeki orta sınıf beylik örneğini oluşturuyor.
Orta sınıfı oluşturan insanların önemli bir yüzdesi, sadece tam veya yarı zamanlı kiraya verdikleri emeklerinden değil, aynı zamanda küçük ölçekli sermayelerinden de gelir sağlıyor. Bu sermaye altın, Türk Lirası, yabancı para olarak evde ya da mevduat hesabında tutulduğu gibi, para ve sermaye piyasalarında küçük yatırımların da sermayesini oluşturuyor. Bunların yanı sıra, orta sınıfa ait insanların belli bir yüzdesinin kira geliri elde ettiği taşınmazları da var. Dolayısıyla bu insanlar, ne “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçiler”, ne de hayatını “kupon keserek kazanan burjuvalar”.
Orta sınıfın bir başka özelliği, para ve sermaye piyasalarına, borçlanma araçlarına, sigorta ürünlerine ve dünyanın her yerindeki kripto varlıklar gibi yenilikçi veya küresel borsalar, emtia, çapraz kurlar ve türev araçları gibi geleneksel finansal ürünlere erişebiliyor olmaları. En önemli avantajları da, bilgiye erişim olanakları.
Orta sınıfın bir başka özelliği, yıllar içinde edindiği ve biriktirdiği varlıkları miras bırakabiliyor olması. Dolayısıyla bu sınıf, sadece yaşadığı zaman diliminde var olmuyor, aynı zamanda sınıfsal özelliklerini, sonraki nesillere de aktararak devam ediyor.
Toparlamak gerekirse; modern orta sınıf, eğitimli, diplomalı, emek gelirinin yanında sermaye geliri de elde eden, edindiği varlıkları miras yoluyla bir sonraki nesle aktarabilen bir sınıftır. Ülkelerdeki maddi varlık, hizmet ve kültür tüketiminin önemli bir kısmı bu sınıfa aittir. Kitap, dergi satışlarından sinema ve tiyatroya, turizmden makyaj ürünlerine, paralı eğitimden lokanta/kafelere, ev dekorasyonundan elektronik yayıncılık aboneliğine uzanan geniş bir tüketim ve harcama yelpazesinin en önemli alıcısı bu sınıftır.
Toplam nüfus içindeki oranı, ülkeden ülkeye değişse de, orta sınıf olarak adlandırılanlar genellikle gelir ve varlıklarına göre ortadaki @’tır. Ülkelerdeki ve dünyadaki gelir ve servet dağılımını incelemek için kullanılan diğerleri ise tepedeki ve en alttaki P’dir.
Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti yasaklayan, küçük işletmeler ve mülkler üzerindeki özel mülkiyeti de önemli ölçüde kısıtlayan sosyalizm uygulamaları 20. yüzyılın son çeyreğinde ortadan kalktıktan sonra, dünyanın tamamına yakınında tek bir ekonomik sistem egemen oldu: Kapitalizm. Ancak kapitalizm tek egemen sistem olarak kalsa da, dünyadaki gelir ve varlık dağılımı ülkeden ülkeye değişiyor. Türkiye orta sınıfının, dünyadaki yerini, diğer orta sınıflara göre durumunu değerlendirmeden önce, en alttaki P’nin ve en tepedeki ’un durumuna da bakmak gerekiyor.
En alttaki P, toplumun en düşük gelire ve varlığa sahip, hatta hiç varlığı olmayan, emeği dışında gelir elde etme imkanı da olmayan, genellikle ya aile, mahalleli, hemşeri, cemaat gibi geleneksel dayanışma ile veya kamusal yardımlar ile yaşamını sürdürebilen kesimdir. En alttaki P, nüfusun yarısını oluşturmasına rağmen, maddi ürün, hizmet ve kültür tüketiminin küçük bir kısmını yapar. Ülkedeki genel eğitim düzeyinin altında eğitimlidir. Sermaye geliri ve varlığı hemen hemen sıfır olduğu için, miras bırakabileceği bir şey de yoktur. En alttaki P’nin bir kısmını, emeğini çok düşük ücretlerle kiralayanlar, bir kısmını da emek geliri bile elde edemeyecek durumdakiler oluşturuyor: Günlük ve mevsimlik işçiler, kaçak çalıştırılanlar, düşük maaşlı emekliler, ev hizmetlerinde çalışanlar (ev kadınları ve yardımcıları), hasta, sakat ve iş göremez durumda olanlar, sigortasız işçiler, emeklilik hakkı kazanamamış yaşlılar, sokak satıcıları, seks işçileri, düzensiz ve güvencesiz çalışanlar, vs..
En üstteki ise, hem gelirlerin, hem de varlıkların önemli bir kısmına sahiptir. Dünyada son 20-25 yılda yaşanan gelişmelerden sonra, bu kesimin de önemli bir yüzdesinin hem emek, hem sermaye geliri elde edenlerden oluştuğu ve bu oranın gitgide arttığı görülüyor. En üstteki ’un bir kısmı, sadece sahip olduğu varlıkların geliri ile yaşayan “aylak sınıftan” oluşuyor: Şirket hisseleri, kiraya verilen mülkler, vakıf gelirleri ile geçinenler, vs. Ancak ’un içindeki daha kalabalık bir kesim, nitelikli emek ile yüksek kazanç sağlayanlardan oluşuyor: Üst düzey yöneticiler, cerrahlar, avukatlar, mali danışmanlar, finans uzmanları, üst düzey sporcular, sanatçılar, moda tasarımcıları, emlak simsarları, vs… En yüksek gelire sahip olanlar, ihtiyaçları sonrası arttırdıkları kazançlarını sermayeye dönüştürdükleri için, emek gelirlerine sermaye gelirleri de ekleyebiliyorlar. Bu da, yüksek emek gelirlerinin, yüksek sermaye gelirleri ile nemalanması demek.
Sanırım yukarıdaki tarifler, genel olarak gelir ve varlık gruplarını tanımlayabilmek için yeterli.
Türkiye orta sınıfının durumunu değerlendirebilmek için diğer ülkelerdeki gelir ve varlık dağılımına bakmak, Türkiye orta sınıfını bu ülkelerdeki orta sınıflarla karşılaştırmak yararlı olacaktır. Analizde kullandığım veriler World Inequality Database (Dünya Eşitsizlik Veri Tabanı) sitesinden alındı.

Yukarıdaki tablo, seçilmiş bazı ülkelerde, 2000 ve 2020 yıllarında, gelir gruplarının ulusal gelirden aldığı payı gösteriyor.
Son 20 sene içinde oranlar değişmiş olsa da, gelir dağılımına göre belli başlı dört kategori olduğu görülüyor: (Tablo bu kategorilere göre oluşturulmadı.)
En üstteki ’un, ulusal gelirin P -60’ını aldığı ülkeler: 2020 itibarıyla Brezilya (X.6), Hindistan (W.1), Türkiye (P.1) bu gruptaki ülkeler. Bu ülkelerde orta sınıf oldukça zayıf ve ulusal gelirin 0’u orta sınıfa gidiyor. Bu eşitsizliği yaratan faktörlerin başında hızlı teknolojik gelişme, sanayi altyapısındaki değişim, finansallaşma gibi faktörlerin yanı sıra, elbette istikrarsız ve yoz siyasi ortam da geliyor. En üstteki ’un ulusal gelirin E-50’sini aldığı ülkeler: 2020 itibarıyla Mısır (H.7), Rusya (F.4) bu grupta yer alıyor. Bu iki ülke, 2000’de bir üst gruptaydı. 2020’de ’un gelirlerden aldığı pay nispeten azaldı. ABD’nin de E.5 ile bu grupta olduğuna dikkat edin. ABD 2000’den 2020’ye, eşitsizliği hızla artan bir ülke. Bu kategorideki ülkelerde de orta sınıf oldukça zayıf ve ulusal gelirin yaklaşık 5’ini alıyor. Sadece ABD’de, orta sınıf hemen hemen en üstteki kadar gelire sahipEn üstteki ’un ulusal gelirin @-45’ini aldığı ülkeler: Japonya (C.2), Arjantin (B) ve Çin (A.7). Japonya ve Çin’de ’un aldığı pay yirmi sene içinde artarken, Arjantin’de azalmış. Bu ülkelerde orta sınıf ulusal gelirin aşağı yukarı @’ını alıyor. En üstteki ’un ulusal gelirin 0-35’ini aldığı ülkeler: Birleşik Krallık (5.7), İspanya (4.7), İtalya (2.4), Fransa (2.2), İsveç ().3). Bu gruptaki ülkelerde orta sınıf ulusal gelirin yaklaşık E’ini alıyor. Orta sınıfın çok güçlü olduğu bu ülkeler, aynı zamanda (göreceli) eşitliğe en yakın ülkeleri oluşturuyor.En alttaki P’nin ulusal gelirden en az pay aldığı ülkeler Brezilya (), Hindistan (.1), ABD (.3), Çin (.4) ve Türkiye (.5). Bu ülkeler içinde sadece Türkiye’de en alttaki P son yirmi sene içinde payını arttırabilmiş.
Ulusal gelirden aldıkları paya göre, Avrupa orta sınıflarının uzak ara en güçlü, Brezilya, Hindistan, Türkiye orta sınıflarının ise en zayıf olduğu görülüyor. Yukarıdaki tabloların vergi öncesi gelirlere göre oluşturulduğuna dikkat edin. Türkiye’de orta sınıf sadece dünyadaki emsallerine göre ulusal gelirden en az payı almıyor, aynı zamanda sırtına bindirilen sayısız vergi ile ülkenin vergi yükünü de taşıyor.
Bir de varlıklara göre dağılıma bakalım:

Varlıkların dağılımına baktığımızda, en üstteki ’un ulusal varlıkların en büyük yüzdesine sahip olduğu ülkelerin 2020 itibarıyla Brezilya (y.8), Rusya (t.1), ABD (p.7), Çin (g.4) ve Türkiye (f.2) olduğu görülüyor. 2020’den bu yana Türkiye, bu ligden uzaklaşmaya çalışıyor, ancak gene de varlık dağılımı aşırı eşitsiz. Bu ülkelerde orta sınıflar varlıkların -30’una sahip. Varlık dağılımına göre orta sınıfı en zayıf ülkeler Brezilya ( .5), Rusya (".8) ve Çin (&.1). ABD '.8 ile bu üçlüye yaklaşıyor, Türkiye ise 0 ile uzaklaşmaya çalışıyor.
Varlık dağılımı bakımından da orta sınıfın en güçlü olduğu yer Avrupa. İtalya(B.4), Birleşik Krallık (8.4) ve İsveç (7.1) ile başı çekiyor.
En alttaki P, tarih boyunca, coğrafya fark etmeksizin hep varlıkların çok küçük yüzdesine sahip olmuş. 2020 itibarıyla en alttakiler sadece İtalya’da ulusal varlıkların ’una sahip. Brezilya ve ABD’de en alttaki P neredeyse sıfır. Türkiye’de 2000’den beri neredeyse sıfırdan %3.8’e gelmiş, Rusya’da ise %6.2’den %3.1’e düşmüş.
Yukarıdaki tablolar, 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna yaklaşırken ABD’nin artık Batı Avrupa’ya değil, Rusya ve Çin’e benzer bir ülke olduğunu. Latin Amerika ve Ortadoğu’da gelir ve varlık eşitsizliğinin dramatik boyutta bulunduğunu, Avrupa’nın mevcut koşullarda eşitliğe en yakın coğrafya olduğunu açıkça gösteriyor. Elbette uygulanan sosyal politikalar da önemli. Avrupa, neo-liberal dönemin yıkımlarına karşın hala sosyal devleti ayakta tutuyor ve varlıkların çok küçük yüzdesini elinde tutan en alttaki P’ye, sadece ulusal gelirden en yüksek oranda gelir sağlamakla kalmıyor, sosyal devletin parasız eğitim, sağlık, işsizlik yardımı, ucuz ulaşım, ucuz konut gibi kolaylıkları ile desteklemeye devam ediyor.
Elbette ülkelerin gelişmişlik düzeyleri ve zenginlikleri de birbirinden farklı olduğu için, oransal karşılaştırmalar yeterli değil. ABD’de en alttaki P hem gelirden, hem de varlık dağılımından en düşük payı alsa da, ülkenin zenginliği bu ülkede yoksulluğu (nispeten) çekilir hale getiriyor. Brezilya ise sadece eşitsiz değil, aynı zamanda yoksul bir ülke. Dolayısıyla en alttaki P’nin yaşam koşulları çok kötü.
Türkiye bu tabloda hem eşitsizliği, hem de yoksulluğu azaltmaya çalışan bir ülke görüntüsünde. Daha detaylı bir analiz, Türkiye orta sınıfının 2007’den sonra zayıflamakta olduğunu gösteriyor. Ortadaki @’ın ulusal gelirden aldığı payın 2007’den 2020’ye (vergi öncesi) 6.1’den 3.8’e, Ulusal varlıklardaki payının da 2’den 0’a gerilediği görülüyor. 2021 yılında bu oranlar muhtemelen daha da kötüleşti ve Türkiye 2013’den beri reel olarak yoksullaşıyor. Dünya Bankası verilerine göre GSYiH 2013 yılında 957.783$ iken 2020 yılında 719.955$’a gerilemiş durumda. Bu da orta sınıfın son on-on beş senede düzenli olarak zayıfladığını teyit ediyor. 2022 başında muhtemelen bu trend yeni bir evreye girdi.
December 25, 2021
Patlayan bir balonun ardından
Investing.com sitesindeki verilere göre ABD Dolarının TL karşısındaki son beş günlük performansı şu şekilde:
20 Aralık Pazartesi: -17.72 %
21 Aralık Salı: -7.94%
22 Aralık Çarşamba: -3.62%
23 Aralık Perşembe: -4.83%
24 Aralık Cuma: -6.63%
17 Aralık-24 Aralık fark: -35.1%
Bu hareketin öncesini/sonrasını değerlendirmek, aynı kuyuya bir daha düşmemek ve kıssadan hisse çıkartmak adına bir örnek seçtim. Konuyu kişiselleştirmemek için kullanıcı adını gizledim. Twitter’da kısacık bir diyalog kocaman bir hikaye anlatıyor. Bakalım ne anlatıyormuş:

20 Aralık günü öğleden sonra saat 1:45. Dolar 17.50’yi de geçmiş; yaklaşık sekiz saat sonra çökecek ve 12’ye inecek. “Kader ağlarını örerken” bir takipçim bana bir mesaj atıyor, sonrasında da aramızda şu diyalog geçiyor. Bakalım bu kıssadan ne hisseler çıkıyormuş..
Bu benim başıma çok sık gelir ve her zaman da 12’ye beş kala gelir. “Yaw Tuncer hoca iyidir hoştur ama ters indikatördür. O düşecek mi dedi, alacaksın; yükselecek mi dedi satacaksın!”. Böyle düşünenler olabilir, saygı duyarım, ama ne zamanki ilgili şahıs kendini tutamaz, piyasa coşkusu içinde, kazandığı paracıkların sevinci ve aşırı özgüveni içinde bunu bana yazmaya karar verir, işte genellikle o tam 12’ye 5 kala anıdır. Artık piyasanın ömrü sayılıdır; siz deyin birkaç saat, ben diyeyim birkaç gün.
Bu kıssadaki hisse ne? Amatör yatırımcı, ne zamanki kendini uzmandan daha iyi piyasa görüşüne sahip görür, işte o zaman dönüş zamanıdır. Çünkü piyasa “her şeyin aşikar olduğu”, “uzmana ihtiyaç duyulmayan zaman” çöker. Yani uzmana ne gerek var, dart tahtasına ok atan maymun olsan para kazanırsın denen zaman…
Şimdi konunun başını sonunu ciddiyetle irdeleyelim ve önce ne oldu onu anlayalım, daha sonra bizi ne bekliyor onu konuşalım, sonra da aynı çukurlara tekrar tekrar düşmemek için yaşadıklarımızdan bir ders çıkartıp konuyu teorize edelim:
Beni dikkatle takip eden sosyal medya arkadaşlarım dolarizasyon konusuna nasıl yaklaştığımı biliyorlar. Ben Türkiye’de (özellikle 2000’lerdeki) dolarizasyonun özünde orta sınıfın plütokrasiye karşı yürüttüğü sınıf savaşı olduğunu düşünüyorum. 1950-1990 arasında ortaya çıkan modern orta sınıf, genellikle diplomalı (ancak ücretli), emek gelirinin yanında sermaye geliri de elde eden (ve genellikle kendisi de temizlikçi, bakıcı, bahçıvan gibi ücretli emek çalıştıran), varlık sahibi ve bu varlığı miras bırakan bir sınıf. Bu sınıf, kendisini yüksek gelir grubuna taşıyan ne varsa hepsinin 2000’lerde saldırı altında olduğunu gördü: Diploması değersizleşti, diplomasını aldığı lise ve üniversite de değersizleşti. Bedava eğitim, tatil imkanları elinden alındı, paralı oldu. KDV/ÖTV ile sırtına yük bindi. Ancak bu sınıf geçmiş 35-40 sene boyunca belli bir birikim yapmıştı. Bu birikim onlara, finansallaşmış bir dünyada ciddi bir direnç gösterebilecekleri gücü sağlıyordu. Bütün mesele bu finansal gücü doğru kullanabilmekteydi. Plütokrasinin zayıf karnı döviz açığı idi. Döviz almak ve tutmak bu sınıfın, plütokrasiye karşı savaşındaki en önemli silahtı. Mevduatlardaki e’lere varan döviz oranı, buz dağının sadece görünür yüzü; yastık altındaki altın/döviz, yurt dışına çıkartılanlar, kripto varlıklara kaçanlarla bu sınıfın gücü çok daha fazla.
Toplumun en alttaki P-60’ı zaten mülksüz, örgütsüz ve güçsüz. O sınıfın hiç bir iddiası da yok, talebi de. Onları yönetmek çok kolay; sadakaya muhtaç hale getir, dilencileştir, zaten herhangi bir şeye itiraz edecek güçleri de dermanları da yok. Örgütleri de yok. Ama orta sınıfın başı dik. Çok sıkışırsa yurtdışına gidip satabileceği diploması, eğitimi var. Geliri düşse de, aileden miras kalan mülkü var. Kentlerin en değerli semtlerinde konutları var; az çocuk yapıyor, icabında kendi dayanışma ağlarını kurabiliyor. Kimseye eyvallahı yok. Ama finans piyasaları üzerinden yürüyen bir sınıf savaşında, dolarizasyon bir güç ve silah da olsa tehlikeli. Çünkü o silah sahibinin elinde patlayabilir. İşte Eylül/Aralık aylarında o silah, orta sınıfın elinde patladı.
Orta sınıfın zaafları var: Genel davranış biçimi şımarık, küstah, küçük dağları ben yarattım havasında. Mesela devlet gücünü 20 senedir elinde tutanları beğenmiyor. Onlara sürekli cahil diyor, ekonomiden anlamazlar diyor. Onlara akıl vermeye kalkıyor. Sürekli üstten konuşuyor. Ama beğenmediği kadroların elinden iktidarı bir türlü alamıyor. Bu şımarıklığı ve küstahlığı yüzünden, mülksüzleri, yoksulları sürekli plütokrasinin yanına itiyor. Onun müttefiki ve oy deposu haline getiriyor. Kent merkezlerindeki izole gettolarda yaşayabileceğini zannediyor. Döviz “koptu gidiyor” havasına girince kendisini uyaranları da beğenmiyor. Onlara da küstahlık yapıyor. 15-16 liraya çıkmış dolar kurunun ne kadar absürd bir balon olduğunu göremiyor. Plütokrasinin kendisine kurduğu tuzağa aptalca düşüyor, ama hala burnundan kıl aldırmıyor.
Ben kendi adıma yapabileceğim tüm uyarıları yaptım. Hiç huyum olmadığı halde, bir hafta sonumu harcadım, Dolarla ilgili blog yazısı bile yazdım. Bunun bir piyasa hareketi OLMADIĞINI yazdım, bu fantastik evrende “bir haftada don/gömlek kalabilirsiniz” dedim. Dolar 18 liraya çıkmışken 25-30 lira gazı vermedim. Çünkü yeni bakanın da (farklı cümlelerle) ifade ettiği üzere, piyasa profesyonelleri bilir, bu tip çıkışların çok sert geri dönüşü olabileceğini (hele ki bu bir piyasa hareketi değilse…)
Şimdi bir endişem daha var. Bunu da paylaşmam gerektiğini düşündüğüm için bu uzun akışı yazıyorum. Geçen hafta daha önce MB başkanlığı yapmış, (bilgisine, deneyimine saygım sonsuz) şimdi muhalefette yer alan bir Millet vekili, bu geri gelişin “alım fırsatı” olduğunu söyledi. Bunu duyunca benim tüylerim diken diken oldu ve aklıma şu soru geldi: Peki, ya Dolar kuru önümüzdeki aylarda önce 9’a, daha sonra 8’e ve hatta 7’ye gerilerse ne olacak? Piyasa aşırılıklarını rasyonalize etme hastalığı devam ediyor ve sanki serbest piyasa varmış gibi davranılıyor. “$ kurunun olması gereken seviye” diye bir şey yok. Piyasacı takıntısı bu. (O nedenle Timothy bey, günlerdir kafayı yiyecek. Anlayamıyor doların neden bu kadar hızlı çıkıp indiğini, piyasayı herkesin kazandığı çarşı zannediyor. Burada kan revan sınıf savaşı yürüdüğünü göremiyor.
Ve hala aynı kibir, aynı şımarıklık. “Bunlar cahil, ekonomiden anlamaz” kibri. Bizim diplomalı orta sınıf da aynı havada, ama bu arada sırtındaki ceket çekilip alınıyor. Olsun, ceketimi verir, don/gömlek kalır, ama burnumdan kıl aldırmam havasında. Benim sosyal medya arkadaşlarıma uyarım şu olsun: Öncelikle bu kibirli, şımarık tavrı terk edin. Terim’in deyişiyle: “look at the tabela“. Böyle tepeden tepeden konuşur, onu bunu beğenmezken Dolar haftayı 10,60 kapattı. İkincisi, rakip gördüğünüze saygı duyun. Satrançta bile böyledir: Karşımdaki ne yapmaya çalışıyor diye düşünür insan. Yahu bu cahilin teki, satranç değil tavla oluyor dediğiniz anda şahı kaptırırsınız. Ben muhalif çevrelerde esen bu kibir havasından çok tedirginim. Piyasaya fazla güvenmeyin, piyasa 2008’de çoktan öldü.

Bu da grafik. O son ay çubuğu çok çirkin. Uzun vade kanalın dışına savrulup içine giriş çok çirkin. RSI uyumsuzluğu (çok çirkin. 21 üstel ortalama 9.9 ve 8 üstel ortalama 8.5’te. Kanal dibi 7 civarında. RSI 2013’ten beri 60’ın altına inmedi. İnerse yandı gülüm keten helva. Çok can yakar. İner demiyorum. Çok ciddi düşüş riski var diyorum.
Ama siz tabi ki daha iyisini bilirsiniz. Ben “ters indikatörüm”.
December 5, 2021
USDTL 2000-2021: Dalga analizi & deÄerlendirme
ABD Doları, 2021 yılının AÄustos ayını, Türk Lirası karÅısında 8,3045 seviyesinde tamamladı. 2021 yılının Kasım ayı biterken 1 ABD Doları 13.4732 Türk Lirası seviyesine yükseldi. Bu kapanıÅla ABD Doları’nın TL karÅısındaki üç aylık yükseliÅi b.24 oldu. Ãç ayın içinde bu ölçekte artıÅ, tarihe son 20 yılın rekoru olarak geçti. Son 20 yıl içinde üç aylık en yüksek artıŠrekoru D.50 ile 2018 Mayıs-AÄustos dönemine aitti; “Rahip Brunson krizi” olarak bilinen dönemdir. Son 20 yılın rekorlar sıralamasında ikinci sırada 3.22 artıÅla 2008 AÄustos-Kasım dönemi var; ABD’de eÅik altı mortgage krizi ile baÅlayan, Lehman Brothers’ın iflası ile devam eden ve bütün dünyada likidite sıkıÅıklıÄına yol açan küresel kriz dönemidir.

Biraz daha geriye baktıÄımızda, 2001 Ocak-Nisan dönemini görüyoruz. Türk Lirası’nın serbest dalgalanmaya bırakıldıÄı 2001 Åubat ayı kararlarını da içeren üç aylık dönemdir. Dolar Türk Lirası karÅısında üç ay içinde h.81 yükselmiÅti.
Son 30 senenin rekoru ise 1994 yılının Ocak-Nisan dönemine aittir. Tansu Ãiller’in BaÅbakanlıÄını yaptıÄı DYP-SHP koalisyon döneminde patlak veren krizde Dolar, üç ay sonunda TL karÅısında .22 yükselmiÅ, anormal ölçekli yükseliÅ 5 Nisan Kararları olarak bilinen kararlarla durdurulabilmiÅti.

Son 30 senenin üçüncü en büyük üç aylık yükseliÅine nasıl gelindi? Elliott Dalga Prensibi ile yapılan analizlerde öngörülemeyen bu yükseliÅ nasıl gerçekleÅti? 2021 yılının Aralık ayı baÅındaki görünüm ne? Ãncelikle bu sorulara cevap arayacaÄım, daha sonra genel olarak finans piyasalarının iÅleyiÅinin ve özel olarak da çapraz kurların (ve kısmen kripto varlıkların) fiyat oluÅumunun Elliott Dalga analizlerinde neden sapmalara neden olduÄunu sorgulayacaÄım.
Ancak neler olup bittiÄini ve dalgaların nasıl yükselip alçaldıÄını anlamak için 2001 yılına kadar geri gitmek gerekiyor.
2001-2010Türk Lirası 2001 yılının Åubat ayında serbest dalgalanmaya bırakıldıÄında bütün kurlara karÅı hızla deÄer kaybetti. Dolar karÅısında sadece 2001 Åubat ayındaki kayıp @ oldu. TL daha sonraki aylarda da deÄer kaybetmeye devam etti. Dolar’ın 2001 Ekim’ine kadar devam eden yükseliÅi, o ay görülen 1.655 seviyesine gelindiÄinde 4’ü bulmuÅtu.

2001 Ekim’inden sonra farklı bir dinamik iÅlemeye baÅladı. Dolar’ın TL karÅısındaki yükseliÅi önce hız kesti, daha sonra Türkiye tarihinde ilk defa Dolar TL karÅısında kalıcı olarak deÄer kaybetmeye baÅladı.
2001 Ekim’i ile 2003 Mart’ı arasındaki momentum kaybı çok belirgindi. Ãnce düÅüŠve yükseliÅlerde dalgalar birbirinin fiyat bölgesine girmeye, RSI çok hızlı bir Åekilde alçalmaya ve negatif uyumsuzluk sinyalleri vermeye baÅladı. YaklaÅık 16 ay süren bu yavaÅlama döneminde oluÅan kalıba Elliott Dalga Prensibinde Sonlanan Diyagonal diyoruz. 2008’de baÅlayan ve 2020’lere kadar devam eden yükseliÅin de bu kalıpla sona ermesini bekliyordum. Yakın dönemi yorumlarken daha detaylı inceleyeceÄim; Åimdilik 2001-2010 dönemine geri dönelim ve olan biteni dikkatle incelemeye devam edelim:
2003 yılının baÅında RSI göstergesi 70’in altına geriledi ve daha sonraki 10 sene boyunca da bu bölgeye geçemedi. RSI göstergesinin 70’in altına gerileyerek aÅırı alım bölgesinden çıkıÅı önemli bir trend dönüŠsinyalidir; bu sinyalin bir uyumsuzlukla, yani fiyat yeni zirveler yaparken göstergenin sürekli daha aÅaÄıda zirveler yapmasıyla teyit edilmesi daha da önemlidir. İncelenen grafiÄin aylık olması, trend dönüÅünün kısa vadeli deÄil, oldukça uzun zamana yayılacak orta vadeli dönüŠolduÄunu göstermesi bakımından önemlidir.
Sonraki aylarda Dolar TL karÅısında 2005 Mart ayındaki 1.25’e kadar geri çekildi. İki senelik bu düÅüÅün ardından 2006 Haziran’ındaki 1.75 zirvesine kadar yükseliÅ geldi. Tarihi zirve üç sene sonra yeniden test edilmiÅ, ancak geçilememiÅti. Sonraki aylarda düÅüŠdevam etti ve Dolar 2008 Ocak ayındaki 1.145’e kadar geriledi. Bu tarihten itibaren, 2003-2008 ayı piyasasındaki fiyat hareketinin simetriÄi oluÅmaya baÅladı. Dolar 2009 Mart ayında tarihi zirvesini yeniden test etti ve 1.819 gördü; ancak tarihi zirve bu denemede de geçilemedi ve fiyat 2010 Kasım’ındaki 1.389’a kadar gevÅedi. 2011 yılında Dolar yeniden yükseliÅe geçti ve tarihi zirvenin üzerine, 1.72-1.92 bölgesine yerleÅerek bütün 2012 yılını bu bölgede geçirdi. Teknik terminolojiyle ifade etmek gerekirse, tarihi zirve kırılmıŠve 10 seneye yakın direnç olarak çalıÅan 1.70-1.75 bölgesi desteÄe dönüÅmüÅtü. Teknik analizin en bilinen önermelerinden biridir: Direnç kırıldıktan sonra desteÄe, destek kırıldıktan sonra dirence dönüÅür.
Basit teknik analizle incelediÄimiz 2001-2010 dönemini bir de Elliott Dalga Prensibi ile incelemeden önce o döneme ait iki önemli ipucunu not etmekte yarar var:
Bunlardan ilki 2007 Eylül -2008 AÄustos dönemi. 2007 Eylül’ünde Dolar TL karÅısında %7.24 deÄer kaybederken yaklaÅık yedi sene boyunca destek olarak çalıÅan 1.25’in de altına iniyor ve 1.20’ye kadar geriliyor. Dolar sonraki ay da deÄer kaybetmeye devam ediyor ve 2007 Ekim sonunda 1.17’ye geriliyor. 2008 yılının Ocak-AÄustos döneminde 1.15’le 1.33 arasında sert bir dalgalanma görüyoruz. Dolar boÄaları fiyatı altı senelik desteÄin üzerine çıkartmaya çalıÅırken Dolar ayıları fiyatı daha derine sürüklemeye çalıÅıyor. Sonraki yıllarda çok kliÅe olan 1USD=1TL sözünün edildiÄi zamandır; asla temelsiz deÄildi ve oldukça muhtemeldi. Hatta Dolar’ın daha da derinlere, 1.0 seviyesinin de altına inme potansiyeli vardı. Neden gerçekleÅmediÄini sorgulamak için 2008 yılında olan biteni hatırlamakta yarar var: USDTL 1.15-1.33 arasında sert iniŠçıkıÅlar yaparken ABD’de tarihsel bir finans krizi patlıyor. Kriz eÅik-altı mortgage piyasasından baÅlıyor ve hızla diÄer piyasalara yayılıyor. 9/11‘den sonra likiditeye boÄulan dünya finans piyasalarında likidite hızla kuruyor. (USDTL’de de boÄa piyasasından ay piyasasına geçiÅin ABD’ye terörist saldırının yaÅandıÄı 2001 Eylül’ünden hemen sonra baÅladıÄına dikkat edin.) 2008 AÄustos’undan sonra Dolar ayıları pes ediyor. USDTL 2008 AÄustos ayında %1.46, Eylül ayında %6.28 ve Ekim ayında ".71 yükseliyor. Bu dönemde Lehman Brothers’ın iflas ettiÄini (15 Eylül 2008), iflasın eÅiÄine gelen pek çok banka ve finans kuruluÅunun FED, ABD Hazinesi ve elindeki uzun vadeli ABD tahvillerini satmayarak, hatta bir miktar satın alarak likidite krizinin sönmesine katkı veren Ãin sayesinde atlatıldıÄını hatırlayalım.
2008 Eylül-2009 Mart dönemi, dünyanın her yerinde varlıkların haraç mezat satıldıÄı, panikle likide dönülmeye çalıÅılan bir dönemdir ve likit elbette ABD Dolarıdır. USDTL de bu dönemde 1.149’dan 1.819’a kadar yükselmiÅtir. 2009 yılının Mart ayından itibaren FED ve ABD Hazinesinin müdahaleleri sonuç vermeye baÅlıyor. PaniÄi yatıÅtırmak üzere piyasalara likidite veriliyor, finans kuruluÅlarının bilançolarındaki “toksik varlıklar” satın alınıyor, FED bilançosu geniÅlemeye baÅlıyor. Türkiye’de de Dolar’ın ateÅi sönüyor, sonraki 1,5 sene içinde TL yeniden deÄer kazanıyor, USDTL 1.389’a kadar geriliyor. Ancak bu dönem grafiklerde incelendiÄinde 2003-2008 döneminin simetriÄinin oluÅtuÄu, USDTL’nin yavaÅ yavaÅ ayı piyasasından boÄa piyasasına geçmekte olduÄu kolayca görülebiliyor. Artık 1USD=1TL çok uzaklardaki bir fantezi olarak kalıyor, Dolar TL karÅısında günümüze kadar devam edecek büyük bir yükseliÅ için temel oluÅturuyor.
Burada ikinci önemli ipucuna dikkat çekmek isterim: USDTL grafiÄinde çok tipik bir ters Omuz BaÅ Omuz (tOBO) formasyonu oluÅuyor. Bu formasyonun çukur derinliÄi logaritmik skalada tarihi zirveye taÅındıÄında yükseliÅin ilk ölçüm hedefi kolayca tespit edilebiliyor: 1USD = 3TL. USDTL 3.0 seviyesine geldiÄinde Elliott analizleri neyi gösteriyordu, bu soruyu analizin devamında cevaplayacaÄım. Åimdilik 2001-2010 döneminde kalmaya devam edelim ve bu dönemi bir de Elliott Dalga Prensibi ile inceleyelim:

GrafiÄin sol tarafındaki, 2001 Ekim – 2003 Mart dalgası tipik bir Sonlanan Diyagonal ve bu tip bitiÅlerin ardından uzun sürecek derin geri çekilmeler beklemek gerekiyor. 2008 Ocak ayına kadar süren düÅüŠdalgası kolayca sayılabilen bir (geniÅleyen) yassı. Yassı dalgalar 3-3-5 yapısındadır ve kalıbın geniÅleyen kısmı, yukarıda tartıÅılan 2008 Ocak’ına kadar süren ve [C].5 olarak etiketlenen aÅama.
Elliott Dalga Prensibi olay nedenselliÄine dayanmaz. Fiyatı oluÅturan dalgaların, fiyatın “nedeni” olduÄu düÅünülen tüm olay ve geliÅmelerle beraber bir doÄa yasası sonucu oluÅtuÄu varsayımına dayanır. Ancak 2008 yılında yaÅanan küresel kriz, piyasadaki para miktarını, para arz ve talebini radikal bir Åekilde deÄiÅtiren, olaÄan dıÅı bir geliÅme olduÄu için, Åu soruyu sorabiliriz herhalde: 2008 küresel krizi olmasaydı, ya da bu kriz biraz daha geç ortaya çıksaydı TL karÅısında Dolar daha da deÄer kaybeder miydi? Soruyu EDP terminolojisi kullanarak soralım: 2003-2008 düzeltme dalgası daha da geniÅ zamana, belki daha da geniÅ bir fiyat bölgesine (mesela 1.0 seviyesinin altına) uzayarak devam eder miydi? Muhtemelen evet; ama devam etmedi. 2008 yılında Dolar hızla 1.80 üstüne sıçrayınca, 2003’te baÅlayan düzeltme bitti.
Burada ilk ciddi teknik sorunla karÅı karÅıyayız: 2008 Ocak dibi 1.145 ve 2008 Eylül dibi 1.149 ; dolayısıyla dipten baÅlayan ilk ataÄın ardından gelen geri çekilme dalganın tümünü geri almıyor, ancak normal bir düzeltme dalgasının geri alıÅının da (a.8 veya x.6) ötesine geçiyor. Yukarıdaki sayımda bu yükseliÅ ve düÅüŠdalgasını (1) ve (2) saydık, dalga beÅe tamamlandıktan sonra da yıllar boyunca devam edecek itkisel yapının ilk dalgasının bu Åekilde oluÅtuÄunu varsaydık. 2021 yılına kadar da bu sayımı takip ettik, ancak yukarıdaki sayıma alternatif bir sayım daha var:

Bu sayım 2008 AÄustos dibine kadar geri çekilerek bir önceki dalganın ’ini geri alan düÅüÅü itkisel dalgaya ait olmayan, kısa kalmıÅ, “güdük” bir (C) kabul ediyor. (Neden güdük kaldıÄı konusu, yukarıda uzun uzadıya tartıÅıldı.) Dolayısıyla düzeltmenin 2008 Ocak dibinde deÄil, bir yükselen üçgene dönüÅerek 2010 Kasım’ına kadar devam ettiÄini varsayıyor. Bu sayıma göre de 2020’lere kadar devam eden dalga 2008’de deÄil, 2010’da baÅladı. Küçük bir teknik ayrıntı gibi görünen bu farklılık, 2018 sonrası için önemli. Bu konuyu da 2018-2021 dönemini tartıÅırken ele alacaÄım. Åimdilik bu farklı sayımı da bir kenarda tutalım.
Dalgalar niçin böyle davranıyorlar? BaÅka bir deyiÅle neden bize onları kolayca açık/seçik sayabileceÄimiz biçimde davranmıyorlar? Bu konuyu da analizi bitirdikten sonra, yazının son bölümünde tartıÅacaÄım. 2001-2011 dönemini bu Åekilde kapatmadan önce, muhtemel soruları peÅinen cevaplama adına son bir teknik not daha düÅelim: Dikkat edilirse 2008 yılındaki dip, 2005 dibinin altında; dolayısıyla bu Åekilde sayım yaptıÄımızda “normal” bir yükselen üçgen saymıyoruz. Bu Åekilde oluÅan yapılara “geniÅleyen üçgen” (running triangle) deniyor. Nitekim sadece [C] etiketlenen dalga deÄil, aynı zamanda [D] etiketlenen dalga da öncekinin sınırlarını aÅıyor. Dolayısıyla küçük marjlarla da olsa, geniÅleyen bir yapı var. Piyasa hareketi analisti asla huzur içinde bırakmayacak ve hep ikircikli bir Åekilde tekrar tekrar grafiklerini inceleyecek bir yapı oluÅturarak (son bölümde tartıÅacaÄım) uzun vadeli yükseliÅine baÅlıyor. Artık dikkatimizi 2011-2018 dönemine verebiliriz…
2011-2018
2010 yılının Kasım ayında çok ciddi bir bullish ay çubuÄu ile yükseliÅ baÅlıyor. Bundan sonrasını, 2018 AÄustos’una kadar Elliott Dalga Prensibine uygun olarak “tıkır tıkır” sayabiliyoruz. İlk atak 2011 Aralık’ta, yeni bir tarihi zirvede, 1.922’de sona eriyor. Adından bir seneyi aÅkın bir düzeltme ile 1.745’e geri çekilme ile 5 3 dalgalık döngü tamamlanıyor.
Bir önceki bölümde bahsettiÄim tOBO formasyonunun ilk ölçüm hedefi olan 3.0 seviyesinin 2015 ortalarında görüldüÄüne, ancak Elliott analizlerinde bir trend sonu olamayacaÄına dikkat edin. Bu seviyeyi [3].(3) sayıyoruz. [3].(3) zirvesi genellikle yolun tam yarısında oluÅur. Bu ipucundan hareketle, logaritmik skalada ölçüldüÄünde, nihai zirvenin de 7.90/8.0 civarında oluÅması beklenir(di).
2013 yılının Åubat ayından itibaren, oldukça çalkantılı bir sosyal/siyasal/ekonomik arka planı alarak yeni tarihi zirvelere doÄru yolculuk baÅlıyor. FED’in para arzını kısacaÄını duyurması, Gezi DireniÅi, 17/24 Aralık süreci, 2014 yerel seçimleri, CumhurbaÅkanlıÄı seçimi, 2015 yılında çifte seçim, iki seçim arasında yaÅanan dehÅet verici terör eylemleri, 2016 yılında darbe kalkıÅması, ardından gelen olaÄanüstü hal, 2017 referandumu, 2018 cumhurbaÅkanlıÄı seçimi, 2019 yerel seçimleri, 2020 korona virüs pandemisi derken 2021’e kadar uzanan süreçte Dolar her yeni ataÄında yeni rekorlar kırarak yükseliÅe geçiyor. Bu süreçte kitleler ruhsal olarak savrulmaya, ekonominin bütün alanlarında defansif pozisyonlar almaya baÅlıyorlar. Bu sürecin sosyonomik yorumunu, 2021 Haziran Finansal Görünüm yazımın DeÄerlendirme bölümünde uzun uzadıya yapmıÅtım.
2018 AÄustos’una kadar yapının kitaplarda tarif edilen kusursuz bir beÅ dalgalık Elliott kalıbı olduÄuna dikkat edin. (1) ve (2) etiketlenen 5 3 döngüsünün ardından uzatan (3) baÅlıyor. Bu dalga çok düzgün bir 1-3/2-4 kanalının içinde ilerliyor ve 5 etiketlenen son bir atakla sona eriyor. Ardından gelen geri çekilmede düzgün (1)-(3) / (2)-(4) kanalı da oluÅuyor. Her Åey Elliott kalıplarına uygun, artık son bir atak gelmeli ve 2010 Kasım’ında baÅlayan dalga – tam da Fibonacci sürelerine uygun bir Åekilde – 8 sene sürdükten sonra- tamamlanmalı. Bu dalganın normal hedefi, 4.68 ile 5.10 arasında bir yerlerde. 4.68 normal (5) = (1), 5.10 ise (5) = 2 x (1) hedefi. Dalganın sekiz senelik düzgün kanal yapısı da bu bölgeyi normal bir hedef haline getiriyor. Son ataÄın kanalın içinde kalarak tepe yapmasını ve 5.0 seviyesini kalıcı olarak geçmeden sona ermesini bekliyoruz. Ancak beklentimizin aksine, çok uzun bir aylık çubukla kanal üst bandı kırılıyor, Elliot dalga yapısı ana Åeklini korusa da, dalga boyu aÅırı deforme olarak fiyat ekseninde ikinci bir uzatma daha oluyor. Bir Åeylerin normal gitmediÄi çok aÅikar. 2018 yılının AÄustos ayında anormal bir Åeyler oluyor, bu anomali daha sonraki döneme de sirayet edecek. Åimdilik Åu soruyu sorarak bu dönemi kapatıyorum: O dönemde yaÅanan kriz, Rahip Brunson krizi olarak biliniyor. İçinde casusluk iddiasının da bulunduÄu, bol drama içeren bir kriz bu. Ancak Doların son 15-20 yılın en büyük sıçrayıÅını yaptıracak ölçüde ne olmuÅ olabilir? Amerikalı bir rahibin tutuklanması / serbest bırakılması sürecinde Türk Lirasını bu ölçüde çökertecek, o güne kadar “tıkır tıkır” iÅleyen Elliott kalıplarını bozacak bu paniÄin gerisinde olan biten, bizim deÄil, tarihçilerin konusu. Bizi ilgilendiren kısmı Åu: Bu dönemde ilk anomali ile karÅı karÅıyayız ve piyasa dıÅı bir Åeyler oluyor. Sonraki dönemlerde analitik yönteme sadık kalmakla beraber dikkatli olmak zorundayız.
2019
2019 yılında oluÅan yapıyı bir simetrik üçgen saydık. 2018 AÄustos’unda görülen zirveden 5.13’e kadar düÅülmüÅ, daha sonra alçalan tepeler ve yükselen diplerle bir simetrik üçgen oluÅmuÅtu. Ancak üçgen olarak saydıÄımız bu yapının, Elliott Dalga Prensibinin rehber ilkelerine çok ciddi aykırılıkları vardı. Her Åeyden önce dalgaların geri alıÅları yeterli deÄildi. (B) etiketlenen dalganın a.8 ila x.6 arası bir geri alıŠyapması gerekirken, bu dalga P geri alıŠyapabilmiÅti. Ãçgenlerin iç yapılarında P geri alıÅlar kurallara aykırı olmamakla beraber sık görülen bir durum deÄildir; ardıÅık dalgalar genellikle büyük geri alıÅlar yapar. Ãçgenin sıkıÅma alanı çok sorunlu idi, üçgen neredeyse alçalan ve yükselen trend çizgilerinin birleÅmek üzere olduÄu bir aÅamada kırılmıÅtı. Oysa beklenen, üçgenin daha geniÅ bir alan içinde oluÅtuktan sonra, “üçte ikisinde” kırılmasıydı. Dalgalar da birbiriyle aÅırı orantısızdı. (A) etiketlenen dalga ile (D) ve özellikle (E) etiketlenen dalgalar aynı dereceye ait olamayacak kadar orantısızdı.

Son olarak üçgen uzun vadede düzgün bir [1]-[3] / [2]-[4] kanalının içine oturmamıÅtı. Normalde [3].(5) etiketlenen dalganın önemli bir kısmının (çoÄu zaman tamamının) geri verilmesi ve yükseliÅ kanalının dibine kadar geri çekilmesi beklenirdi, oysa USDTL konsolidasyonunu çok daha yukarıda, [3] etiketlenen dalganın (1)-(3) trend çizgisinin üzerinde tamamlamıÅtı. Bu trend çizgisinin 2018 AÄustos’ta kırılması çok ciddi bir alım paniÄinin sinyaliydi ve normalde alım paniÄi sona erdikten sonra kanalın içine geri çekilme beklenmeliydi, oysa Dolar “alım paniÄi bölgesinde” kalmaya devam etmiÅti.
Yukarıdaki argümanların tamamı, 2001’de serbest dolaÅıma geçtikten sonra çok saÄlıklı ve düzgün bir Åekilde saydıÄımız dalgaların deforme olmaya baÅladıÄını gösteriyordu. Ancak baskın dinamiÄin gene de Elliott Dalga Prensibine uygun olması gerekir, çünkü Elliott Dalgaları sadece fiyat hareketi deÄil, insan kitlelerinin davranıŠbiçimidir.
Åimdi 2017-2021 dinamiÄine biraz daha dikkatli bakalım ve 2021 Kasım ay çubuÄunu anlamaya çalıÅalım.
2017-2021
Åimdi paralel evrene gidelim ve 2021 Kasım ve Aralık ay çubuklarının oluÅmadıÄını, yükseliÅin 10.0 seviyesini aÅmadan daha yavaÅ bir tempoda ilerlediÄini varsayalım. Bu durumda oluÅacak yapı hiç Åüphesiz bir Sonlanan Diyagonal olacaktı ve 2008-2021 dalgası, tam da bir Fibonacci zamanında, 13 senede tamamlanacak ve tamamlanırken de 2001 yılındaki tepede oluÅturduÄu yapının aynısını oluÅturacaktı. EÄer yapı bu Åekilde oluÅsaydı, bütün teknik göstergeler de uyumsuzluk sinyalleri verecek ve çok derin bir düÅüÅe iÅaret edecekti.
Bu yapı, Elliott kalıpları içinde en muhtemeliydi ve çok yüksek bir ihtimale sahipti. Ãçgenden çıkıÅta oluÅan ve ABC olarak etiketlenen yapı kusursuz bir zigzagdı. Bu zigzagı oluÅturan A ve C dalgalarının eÅitliÄi, kurallara da rehber ilkelere de uygundu. Kalıbın 2020 sonunda bitmiÅ olma ihtimali çok düÅüktü, ancak aynı Åekilde “normal bir piyasa hareketi ile” 10.0 seviyesini de aÅmaması gerekirdi. Yapı bu Åekilde devam etmiÅ olsaydı 2018 AÄustos’unda 7.2 seviyesine kadar uzama ve 2019 üçgeninin amorf yapısındaki anomaliler bir seferlik kabul edilebilirdi.
2021 Kasım (ve henüz çok erken olmakla beraber) Aralık ay çubuklarının yapısı bir Åeylerin analitik sınırları çok ciddi ölçüde zorlayarak anormal gittiÄini gösteriyor. Sokak diliyle tabir etmek gerekirse, 10.0 seviyesi geçilirken “kayıÅın kopması” ve fiyatın hızını alamayarak bir ayın içinde 14.0 sınırına kadar savrulması da piyasa oyuncularının hiç beklemediÄi bir hareketin gerçekleÅtiÄini ve bu harekete verilen tepkilerin ölçüsüz ve kontrol dıÅı olduÄunu gösteriyor.
Bundan sonrası için sayısız ihtimal oluÅtu. Bu ihtimaller fiyatın hızlı bir Åekilde gerisin geri 10 seviyesinin altına çökmesinden, hiperenflasyona da yol açacak, anormal ölçekli bir yükseliÅe kadar çok geniÅ bir yelpazeyi içeriyor. 2021 Kasım hareketinden sonra bütün piyasa oyuncuları artık kördür ve ne fiyatın yönü, ne de yaÅanacak hareketin boyutları konusunda fikir sahibidirler. Analitik yöntemlerin tamamı kifayetsizdir.

Yukarıdaki grafik Doların TL karÅısında hareket ettiÄi bölgeleri gösteriyor. 2010-2018 döneminde alt koridorda, 2018-2021’de orta koridorda hareket eden USDTL, Kasım ayında üst koridoru da delerek 13 senelik kanalın üst bandından savruldu. Kanalın içine dönüÅ, aÅırı duygusal ortamın yatıÅtıÄı anlamına geleceÄi için önemli. Kanalın üst bandı 2021 Aralık ayında 11.5 civarından geçiyor. Ancak kanalın içine dönülemezse, 13 yıllık kanalın dıÅında yaÅanacak fiyat hareketlerinin taÅkınlıÄı, tahminlerin çok ötesindeki fiyat seviyelerini gündeme getirebilir. Elliott analizleri bakımından 2019 üçgeninden çıkıÅtan itibaren devam eden dalganın [5] olma ihtimali kalmadı. Dolayısıyla ya alternatif sayıma, yani 2003-2010 dönemini üçgen kabul eden sayıma dönmek veya Elliott analizlerinin tutarlılıÄı bakımından kaçınılmaz üç koÅuldan en az birinin ortadan kalktıÄını varsaymak gerekiyor:
i) Fiyatların tamamen serbest olarak belirlendiÄi organize bir piyasa, ii) ölçülebilir ve düzenli parametreleri bulunan bir piyasa, iii) istatistik açıdan anlamlı sayıda alıcı ve satıcısı bulunan bir piyasa.
2018 Åokunda neler olup bittiÄi konusunda spekülasyon yapmak yerine konuyu tarihçilere bırakmıÅtık. O yılın AÄustos ayında “hiç bir Åey olmadıysa da bir Åeyler oldu”. Ancak ondan sonraki dönemde kararnameler, düzenleyici kurullar, merkez bankası ve hazine vasıtasıyla piyasa hareketlerinin kısıtlandıÄını, 2017 referandumu sonrasındaki rejim deÄiÅikliÄi ile sadece piyasaların deÄil, kurumların da emir/komuta ile yönlendirildiÄini, piyasanın en güçlü oyuncularının palas pandıras piyasayı terk ettiÄini düÅünürsek, yukarıdaki koÅulların ortadan kalktıÄını düÅünmek için yeterli gerekçemiz var demektir.
13 yıllık yükseliÅ kanalını aÅırı yüksek momentumla geçen Dolar kuru, Türk Lirasının para olma özelliklerini ciddi bir Åekilde tehdit ediyor: 1) Hesap birimi, 2) DeÄiÅim aracı, 3) Servet saklama aracı. Türk Lirası artık öngörülemez, bırakalım uzun vadeyi, kısa ve orta vadede bile kestirilemez potansiyel taÅıdıÄı için 1) TL ile hesap yapmak zorlaÅıyor, 2) DeÄiÅim aracı olarak baÅka kurları kullanma arayıÅı baÅlıyor, 3) TL’de tutulan servetler büyük bir hızla eridiÄi için servet saklama iÅlevi de kayboluyor. Türk Lirası, baÅta Amerikan Doları olmak üzere bütün para birimlerine karÅı kripto paraların hareketine benzer hareketler yapıyor (aradaki tek fark fiyatın doÄrultusu olmak üzere). Dolayısıyla bir servet saklama aracı deÄil, servet transfer aracına dönüÅüyor.
SonuçAÄır bir hastalıkla evine kapanmak zorunda kalan yaÅlı Raph Nelson Elliott, 1930’ların sonunda olaÄanüstü bir gözlemde bulunmuÅ ve fiyat hareketlerini oluÅturan kalıpları keÅfetmiÅti. Nereden bakılırsa bakılsın dahiyane bir keÅiftir. Milimetrik kaÄıtlara çizilmiÅ grafiklere bakarak ve sınırlı sayıdaki piyasa incelenerek yapılmıŠbu keÅif, 80 yıla yakın zamandır dünyanın her yerindeki Elliott analistleri tarafından baÅarıyla kullanılıyor. Elliott analizleri bize hiç bir Åeyi göstermiyorsa bile, bir piyasanın piyasa olma niteliÄini kaybedip kaybetmediÄini gösteriyor.
Elliott pek çok çaÄdaÅı gibi gözlemi, deneyselliÄi, yanlıÅlanabilir olmayı ve doÄanın sadece bilimle anlaÅılabileceÄini önceleyen bir anlayıÅa sahip bir Aydınlanma dönemi insanıydı. Ona göre doÄada devinen her Åeyin tabi olması gereken bir düzen ve yasa vardı. Fiyat grafiklerinde keÅfettiÄi kalıpların bir doÄa yasasının sonucu olduÄunu söyledi. Elliott bu çıkarsamaları yaparken Amerika’da Büyük Buhran yaÅanıyordu. 1929’da borsa çökmüÅ, 1930’larda ekonomik daralma buhrana dönüÅmüÅtü. Avrupa’da otoriter rejimler yükseliyor, ’30’ların sonunda patlayacak dünya savaÅının ayak sesleri yükseliyordu. Elliott böylesine kaotik bir dönemde, kaosun içindeki düzeni keÅfetmiÅti.
Aynı dönemde Elliott’un çaÄdaÅı bir ekonomist de olaÄanüstü gözlemler yapıyor ve genel anlayıÅa aykırı bazı tezler ve yöntemler üzerinde çalıÅıyordu. Bu ekonomistin adı John Maynard Keynes idi. Keynes piyasa oyuncularının davranıÅlarını kendisinden önceki pozitivist ekonomistlerin rasyonal davranıŠteorileri ile deÄil, “hayvan ruhu” (animal spirit) ile anlamaya çalıÅıyordu. AÅırı hırslar ve korkular içindeki insan kitlelerinin yarattıÄı aÅırılıkların kökeninde rasyonal ve matematiksel beklentiler deÄil, hayvan ruhunun olduÄunu düÅünen Keynes, 1930’ların Büyük Buhranından da çıkıÅın ana aktörü olmuÅtu. Aynı dönemde Ralph Nelson Elliott teorisinde bir türlü çözemediÄi ayrıntılarla uÄraÅıyordu.
Elliott’un çözemediÄi ayrıntıların bir kısmı üçgenler ve yükseliÅlerin baÅlangıç ve finali ile ilgiliydi. Elliott yaÅadıÄı dönemin tarihsel bir dönemeç olduÄunu biliyordu. 1929 borsa çöküÅünün birkaç yüzyıl süren bir yükseliÅin sonu olduÄunu, düzeltmenin ardından çok uzun sürecek bir yükseliÅin baÅlayacaÄını biliyordu. 1929’da baÅlayan düzeltme nasıl ilerliyordu? Bir sonraki dalga baÅlamıŠmıydı, baÅlamadıysa ne zaman baÅlayacaktı? Bu dalga nerelere kadar uzanacaktı? Elliott bunlara kafa yoruyordu. UÄraÅtıÄı soruların bir kısmı cevapsız kaldı, Elliott çalıÅmalarını önemli ölçüde tamamladı, ancak bazı alanları tamamlayamadan öldü.
Aynı dönemde Keynes çıÄır açtı. AçtıÄı çıÄır paranın doÄasını da deÄiÅtirdi. Keynes paranın doÄasına iliÅkin farklı ve radikal yaklaÅımı ile Büyük Buhranla savaÅırken, kendisinden seneler sonra, 2008 Buhranıyla savaÅanlara da örnek oldu.
1990’lardan itibaren yeni bir dünya kuruldu. Bu deÄiÅim bütün büyük pazarların birbiriyle organize olduÄu, paranın ıÅık hızıyla bir pazardan diÄerine aktıÄı, piyasadaki fiyat deÄiÅimlerinin mikro ölçeklerde bile anlık olarak izlenebildiÄi bir dünya yarattı. 2000’lerden itibaren akıllı makineler piyasalarda insanların rakibi olmaya baÅladı. Bu makineler Büyük Veri (Big Data) ve Yapay Zeka ile yavaÅ yavaÅ “düÅünen makinelere” dönüÅüyor. Bu deÄiÅim, paranın doÄasına ve finansal deÄiÅim dinamiklerine iliÅkin yeni bir yorum ve deÄerlendirmeyi gerektiriyor.
Ralph Nelson Elliott’un beÅ dalga modeli en kolay insan yaÅamı analojisi ile anlaÅılabilir. Birinci dalga bebeklik ve çocukluktur, yaÅamın ne yöne gideceÄi bu dönemde Åekillenir, ancak bu dönem hala sayısız olasılıÄa, spekülasyona açıktır. Dönem ergenlik bunalımları ile sona erer. Ergenlik ikinci dalgadır. Biyolojik ve ruhsal deÄiÅim bu dönemde gerçekleÅir. Ardından güçlü ve saÄlıklı orta yaÅ gelir. ÃalıÅma ve iÅ, cinsel aktivite ve üreme, zihinsel yaratıcılık ve üretkenlik bu dönemde zirveye çıkar. En uzun ve en güçlü dalgadır. Elliott Dalga Prensibindeki üçüncü dalgaya karÅılık gelir. Ardından durulma dönemine girilir. Yorgunluk ve isteksizlik, biyolojik yıpranma ve yaÅlılıÄa geçiÅ, ruhsal durgunluk dördüncü dalgadır. Ardından yaÅlılık gelir. Zihinsel olarak yeniden çocuklaÅma, geçmiÅe özlem ve tüm aktivitelerde yavaÅlama. Ãlüm beÅ dalgayı tamamlar. İnsan yaÅamının süreleri de bu analojiye uygundur: Genellikle Birinci dalga (çocukluk) 13 yıl, İkinci dalga (ergenlik) 5 yıl, üçüncü dalga (orta yaÅ) 21, dördüncü dalga (andropoz/menopoz) 8 yıl ve beÅinci dalga (yaÅlılık) 13 yıl sürer. Yakın zamana kadar genel Åema buydu: YaÅ dönemleri 0-13, 13-18, 18-39, 39-47, 47-60 Åemasına uygundu. İnsandan insana ufak tefek farklılıklar gösterse de, bu süreler içinde ilgili aÅamaların geçilmesi, 60’dan sonra da ölümün beklenmesi öngörülüyordu.
20. ve 21. yüzyılın geliÅmeleri bu süreleri deÄiÅtirdi. Ãocukluk ve ergenlik pek fazla deÄiÅmese de, orta yaÅ ve yaÅlılık uzadı. Elliott, finansal piyasalardaki hareketlere bakarak dalga modelini kurarken, dalgalardan sadece biri uzar demiÅti. Analojiye gönderme yapmak gerekirse, uzun orta yaÅ yaÅayanların yaÅlılıÄı uzun olmaz. Bazı insanlarda çocukluk, bazılarında yaÅlılık uzun sürer(di). Elliott Prensiplerindeki analojisi Birinci ve BeÅinci Dalga Uzatmalarıdır.
Ãzellikle 21. yüzyıl teknolojileri artık çifte uzamaya imkan veriyor. Uzun Orta yaÅ döneminin ardından çok uzun yaÅlılık dönemi de mümkün hale geldi. Orta yaÅla, yaÅlılık arasındaki geçiÅ belirsizleÅti. Bir tür hibrid yapı oluÅtu; yarı genç-yarı yaÅlı insanların sayısı Ã§Ä±Ä gibi arttı.
Finansal piyasalarda da hibrid yapılara rastlıyoruz. USDTL’de 2008 yılında bir türlü karar veremediÄimiz ikili dip yapının dalga dinamiÄi, hem itkisel, hem düzeltme karakteristiÄi taÅıyor. Dolayısıyla dalganın nerede bittiÄine, nerede baÅladıÄına karar veremiyoruz. Bu sadece çaÄımıza özgü de deÄil; 1929 borsa çöküÅü ile baÅlayan düzeltmenin nerede bittiÄine sadece Ralph Nelson Elliott deÄil, ondan sonra gelen Elliott analistleri de bir türlü karar verememiÅti. Tahminler 1933’den 1941’e kadar geniÅ bir varyasyonu içeriyordu. Benzer Åekilde, kendisinden sonraki Elliott analistlerinin prensiplerin dıÅına çıkarttıÄı “AB Tabanı” gibi önermeleriyle Elliott, dalga baÅlangıçları konusunda da tereddütlere düÅmüÅtü. AB tabanı fikri, itkisel yapılarla düzeltme kalıplarının birbirinin içine geçtiÄi hibrid bir yapı öngörmekteydi.
Ãzellikle çapraz kurlar Elliott prensipleri bakımından en sorunlu alanı oluÅturur. Ãünkü Elliott dalgaları sürekli büyüyen bir yapı üzerine kuruludur. Bu anlamda kapitalizmin en iyi modellemesidir. Ancak çapraz kurlar sürekli büyümezler; daha ziyade geniÅ bantlarda yatay hareket etme eÄilimindedirler. Ãünkü çapraz kurun hangi tarafının hırsı, hangi tarafının korkuyu temsil ettiÄi belli deÄildir. ÃrneÄin hisse senetlerinde taraflar bellidir: YükseliÅ hırs, düÅüŠkorku ile beslenir. Egzotik kurlarda ve Türkiye gibi gündelik yaÅamını çifte kur üzerine kurmuŠülkelerde uzun zamanlar boyunca tarafları teÅhis etmek kolaydır: Türk Lirası lehine hareketler hırs, Dolar lehine hareketler korku ile beslenir. Ancak bu ülkelerde bile çapraz kurun tarafı zaman içinde deÄiÅkenlik gösterir.
Kurlar aynı zamanda ölçüm birimi iÅlevi de gördükleri için, deÄerlerinin deÄiÅimi belli zamanlarda Elliott kalıplarının dıÅında gerçekleÅebilir. En önemlisi de, para birimlerinin sahipleri vardır ve hiç bir para birimi piyasaların insafına bırakılamaz. Devletler, kurumları vasıtasıyla para birimlerine müdahale eder, Elliott kalıplarını bozarlar. Bu, Dolar, Avro gibi para birimlerinde daha sınırlı ölçektedir. Ãünkü bu paralar, temsil ettikleri coÄrafyaların dıÅında da para özelliÄi taÅırlar.
Kur hareketlerinin ideal Elliott kalıplarına yaklaÅması için bazı koÅullar vardır. Bunların baÅında da piyasa derinliÄi gelir. Bir piyasanın derinliÄi ne kadar fazlaysa, kalıp o kadar ideale yakınsar. TL serbest dalgalanmaya bırakıldıÄı 2001 yılından sonraki yıllar boyunca çok farklı piyasalarda çok farklı oyuncuların katılımı ile iÅlem gördü. Piyasa derinliÄinin artması, fiyatın bir yöndeki aÅırılıklarını da törpüler. Ãzellikle kaldıraçlı piyasalar, piyasa oyuncularını aÅırı hareketlerde fiyatı dengelemeye teÅvik eder. Diyelim ki 10 kaldıraçlı bir piyasada %1’lik bir hareket , 100 kaldıraçlı piyasada 0 getiri saÄlar. Bu da pozisyondaki oyuncuyu kar realizasyonuna, yani trendin aksi yönünde pozisyon tutmaya teÅvik eder. Kaldıraçlı piyasası olmayan, ya da kaldıraçlı piyasasında derinliÄi daralmıŠçapraz kurlar çok aÅırı oynaklık gösterme eÄilimindedir. 2018 sonrası Türkiye, buna en iyi örneklerden biri olsa gerek. AÅırı korkuya kapılmıŠkitlelerin “hayvan ruhları” ile matematiksel beklentilere deÄil, duygularını yatıÅtırmaya yönelik hareket edecekleri de unutulmamalı. Umalım ki, USDTL’de (yükseliÅ kanalının üst bandı aÅılmıŠolsa da) kitleleri makul bir alan içinde tutan sınırlar aÅılmamıŠolsun. EÄer bu sınırlar da aÅıldıysa, vay halimize…
Sonuç olarak, inan yaÅamı gibi finansal ömürlerin de dramatik olarak uzatılabildiÄi, para ve deÄer kavramlarının allak bullak olduÄu, zenginliÄe kolayca eriÅilebilen, zenginlikten yoksulluÄa göz açıp kapayıncaya kadar düÅülebilen, hayvan ruhumuzun serbest bırakıldıÄı bir dünyadayız. Elliott’un analiz ettiÄi kapalı devre piyasalar çok geride kaldı ve Keynes dünyaya para konusunda yepyeni bir anlayıŠzerk edeli neredeyse 90 yıl oldu.
Yazının baÅında dalgaların, özellikle de orta/uzun vadeli trendi bir aÅamasından diÄerine geçerken analistleri hep ikircikte bırakan yapılarından söz etmiÅtim. Sanırım bu ikilemin biri ekonomik/finansal, diÄeri felsefi/bilimsel iki izahı var. Ekonomik/finansal izahtan baÅlamak gerekirse… Orta/uzun vadeli trendlerin sonunda, para politikaları tıkanır ve paranın idaresinden sorumlu kurumları politika deÄiÅikliÄine zorlar. Para politikasındaki deÄiÅiklik de, hem piyasadaki para miktarını, hem de bu miktar ile belirlenen tüm varlık deÄerlerini etkiler. Bu deÄiÅim, “hibrid” yapıların oluÅmasına neden olur. İtkisel ve düzeltme dinamikleri aynı anda etkilidir ve bu etki, piyasaya içkin bir dinamikle deÄil, piyasaya müdahale yoluyla tetiklenmiÅtir. Yönteme sadık Elliott analistlerinin kafa karıÅıklıÄı normaldir.
Felsefi/bilimsel izahı ise, piyasa katılıÄı dıÅında bir düÅünme ve hayal esnekliÄi gerektiriyor. Elliott Dalga Prensibi kitabımın son bölümünde, fizik dünyası ile finans dünyası arasındaki analojilere dikkat çekmiÅtim. Kitabımın en az okunan bölümü bu olsa gerek. Ãünkü bugüne kadar bu bölümle ilgili tek bir dönüŠbile almadım. Sanırım herkes, Elliott dalgalarının felsefesini ve hangi bilimsel mantıÄa dayandıÄını anlamaya çalıÅmadan bir an önce kasayı doldurmaya çalıÅıyor. Aynı Åekilde 2018 yılında yayımlanan KarmaÅık Sistemler ve Piyasa DinamiÄi isimli kitabım da beklediÄim ölçüde ilgi görmedi. Her iki kitabımda da, özellikle çift yarık deneyine iÅaret ederek bir analoji oluÅturmaya çalıÅmıÅtım. Ãift yarık deneyi bize özellikle iki Åeyi öÄretir: 1) IÅıÄın aynı zamanda hem dalga, hem de parçacık özelliÄi göstermesi, 2) GözlemlenmediÄi zaman dalga özelliÄi gösteren foton parçacıklarının, gözlemlendikleri zaman parçacık özellikleri ile hareket etmesi. Ãift yarık deneyi, ya da genel anlamda kuantum fiziÄi ile insan kitleleri ve onların davranıŠdinamiklerinin izdüÅümü olan finans dünyası arasında analojiler kurmanın, mantıksal tehlikelerinin farkındayım. Bu tip kestirme analojilerin de bizi çok hatalı gözlemlere sürükleyebileceÄini biliyorum. Gene de finans dünyasına, “o oldu, bundan yükseldi, Åu oldu Åundan düÅtü” kütlüÄü içinde bakmamak gerektiÄini düÅünüyorum. DoÄada insan kitlelerinin dinamiÄi ile analoji kurulabilecek pek çok durum var ve çift yarık deneyi bunların içinde en fantastik olanı.
KarmaÅık Sistemler ve Piyasa DinamiÄi kitabımda baÅka analojilere de dikkat çekmiÅtim. Bunlardan biri de, eÅ zamanlı ve birbirlerinden habersiz olarak doÄal yaÅamdaki nüfus hareketlerinin dinamiÄini keÅfeden Alfred James Lotka ve İtalyan matematikçi Vito Volterra’nın keÅfi. Lotka/Volterra denklemleri, dıÅarıdan müdahale edilmeyen doÄal ortamlardaki av/avcı nüfus iliÅkisini gösteriyor. Bu ortamlarda birinin nüfusu aÅırı artınca diÄerinin nüfusu azalıyor, bu da yeni bir dengelenmeyi zorunlu kılarak nüfus artıŠve azalıÅına doÄal sınırlar çekiyor. Finans dünyasındaki analojisi, alıcı ve satıcı arasındaki dengedir. Biri diÄerinin yakıtıdır ve birinin aÅırı artıÅı, diÄerini yok olmanın eÅiÄine getirdiÄinde trend kaçınılmaz olarak döner. Ãünkü bir olmadan diÄeri de olmaz.
2018 AÄustos’unda yaÅanan spekülatif atak sonrasında aÅırı korkuya kapılan merkezi otorite, döviz piyasalarına çeki düzen vereyim derken av nüfusunu yok olma sınırına getirdi, avcıyı da çok daha yüksek seviyelerden avlanmaya mı zorladı acaba?
Ãzerine derin derin düÅünmek için sayısız soruyla dolu bir dönemdeyiz.