Tuncer Şengöz's Blog, page 2
June 11, 2021
Sosyonomik Görünüm, Haziran 2021
Müsilajİnsan da ağaç gibidir; yükseklere ve ışığa ne kadar ulaşmak istese, kökleri aşağıya, toprağa, kötülüğün derinliğine ulaşmak için o kadar çabalar durur.
Friedrich Nietzsche, 1883
2021 yılının haziran ayında kelime dağarcığımıza yeni bir sözcük daha eklendi: Müsilaj. Haziran ayında Marmara denizi kıyılarının sümüksü bir tabaka ile kaplanmaya başlaması kamuoyunun birdenbire ilgisini çekti ve “deniz salyası” hızlı bir şekilde haberlerin ilk sırasına oturdu. Böylece belki de ilk defa çevre ile ilgili bir gelişme, ana haber bültenlerinde ilk sıralarda kendisine yer bulabildi.
Oysa Marmara denizi çok uzun zamandır can çekişiyordu. Türkiye kamuoyu 1980’lerde koli basili isimli bakteri ile tanışmış, Marmara’da daha önce denize girilebilen pek çok sahilin bu bakteri ile kaplanmakta olduğunu işiterek Marmara’yı yüzülebilir bir deniz olarak görmemeye başlamıştı. İstanbul’un Marmara sahillerindeki plajların kapanmaya başladığı dönemdir; hemen hemen aynı tarihlerde İstanbul’un sayfiyesi olan ve pek çok İstanbullunun yazlığına ev sahipliği eden Darıca Yelkenkaya, Yalova, Çınarcık, Erdek, Marmara Ereğlisi gibi yerler de gözden düşmeye, “yazlıkçı turizmi” Ege ve Akdeniz’e kaymaya başlamıştı. Marmara sahilleri zaman zaman deniz anası ve yosunla kaplanıyor, denize girmek isteyenler, deniz yüzeyinin temiz olduğu sayılı günü kolluyordu.
Yoğun kirlilik sonucu kokuya neden olan Haliç’in ve Kurbağalıdere’nin temizlenmesi konuları da 1980’lerin sonu ile 1990’ların başında gündeme geldi. İstanbul’da ve Marmara’da çevre kirliliği, yüzlerce yıldır devam eden “Su Kültürünün” de gözden düşüşü anlamına geliyordu.
Marmara bölgesinde yaşayanlar epeydir denize giremedikleri gibi, Marmara denizinde avlanan balığın da küçüldüğünü, azaldığını, lezzetsizleştiğini görüyor, ancak bütün yaşananlar “modern yaşamın olmazsa olmazı” kabul ediliyordu.
Türkiye, kendisine ait, bu büyüklükte bir iç denizi olan, yeryüzündeki tek ülke. 11,500 km² yüzölçümüne sahip Marmara’nın 240 kilometre uzunluğundaki sahillerinde konuşlanmış 7 il var. İstanbul 15 milyonun üzerindeki nüfusu ile bir mega-şehir. Bursa 3 milyon, Kocaeli 2 milyon ve Balıkesir 1,23 milyon nüfusa sahip. Yedi ilin toplam nüfusu 22.5 milyon ve Türkiye toplam nüfusunun dörtte biri bu yedi ilde yaşıyor. İzmit Körfezi’nin etrafındaki Bursa, Kocaeli ve Yalova ile, Marmara’ya kıyısı olmayan Sakarya otomotiv sektörünün İstanbul’un Avrupa bölgesi ile Tekirdağ tekstil sektörünün geliştiği iller. Sadece Çanakkale ve Balıkesir hayvancılık ve balıkçılığa dayalı ekonomilere sahip. Tüpraş’ın 11,3 milyon ton işleme kapasitesi olan rafinerisi İzmit körfezinde ve Tüpraş tesis kapasitesini daha da arttırmaya hazırlanıyor.
Marmara denizine kıyısı olmayan Edirne, Kırklareli, Sakarya ve Bilecik de dahil edildiğinde toplam 25 milyonluk bir nüfusu ve otomotivden, gemi imalatına, dericilikten hazır giyime, petrol arıtmadan demir-çelik, çimento, kimya ve elektronik sanayiine kadar en önemli üretim tesislerini bu bölgeye yerleştirmiş bir ülkenin “Marmara’yı kurtarma” planları yapması elbette ciddiye alınacak ve umut bağlanacak bir girişimden ziyade, kamuoyu tepkisini azaltmaya, korkuyu yatıştırmaya yönelik bir makyajdan ibaret.
Yakın zamanda kimi yerbilimcilere göre iki, kimilerine göre üç adet 7.0 büyüklüğünün üzerinde deprem bekleyen Marmara, karşı karşıya olduğu deprem, kirlenme, doğal yaşamın sona ermesi, aşırı nüfus baskısı gibi tehlikelerle sadece bu bölgede yaşayanlar için değil, Türkiye’nin de geleceği bakımından büyük riskler barındıran bir bölge.
Korona Sonrası KentlerUygarlık tarihi aynı zamanda şehirlerin tarihidir. Dünyanın ilk şehirleri olarak bilinen Eriha, Uruk nüfusları 2,000-5,000 civarındaydı. M.Ö. 700-1500 arasında Yinxu, Ur, Babil kentlerinin nüfusu 100,000’i aştı. M.Ö 500 ile M.S. 500 arasında Kartaca 500,000, Roma 1,5 milyon oldu. Roma çöktükten sonra bin yılı aşkın bir süre boyunca en yüksek zamanındaki Roma’nın nüfusunu geçen şehir olmadı. Ortaçağda Konstantinopolis 600,000, Bağdat 900,000, Kaifeng 1 milyon ve M.S.1500 civarında Pekin ve Ayutthaya 1 milyonluk nüfuslarıyla en kalabalık kentler oldu. Sanayi devriminden sonra kent nüfusları yeniden artmaya başladı. 1825’te Londra 1,335,000 nüfusa ulaştı. 1925’te New York nüfusu 8 milyona, 1968’te Tokyo nüfusu 20 milyona dayandı. Günümüzde Guangzhou yaklaşık 50 milyonluk bir kent.
2020’lerin başında yeryüzünde 10 milyon üstü 35 mega-şehir var. Bunlardan 21’i Asya’da, 4’ü Güney Amerika’da, 3’ü Afrika’da. Mega-şehir, genellikle az gelişmiş dünyaya özgü bir olgu. Gelişmiş dünyaya ait sadece 9 mega-şehir var: Tokyo (38.8 m), Seul (25.5 m), New York (23.6), Osaka (20 m), Los Angeles (18.5 m), Moskova (16.9 m), Londra (13.8 m), Paris (12.4 m), Rhine-Ruhr (11.3 m).
Mega-şehirler, sanayi toplumlarında lojistik optimizasyonu sağladığı için, hizmet maliyetlerini düşürüyordu. Enerji, iletişim ve dağıtım hatlarını, sağlık, eğitim, ulaştırma ve barınma hizmetlerini belli bir alanda toplamak, geniş bir coğrafyaya yaymaktan çok daha verimliydi. Bu şehirler farklı yaş ve kültür gruplarının hizmet beklentilerini de kolayca sağladığı için yoğun nüfus hareketleri bu şehirlere yöneliyordu.
Ancak aşırı nüfus yoğunlaşması, hijyen ve sağlık sorunlarının yanı sıra, güvenlik sorunlarını da beraberinde getiriyor, çevrenin hızlı ve aşırı bozulmasına, eko-sistemlerin çöküşüne, hava, su ve toprak kalitesinin düşmesine yol açıyor.
Korona öncesinde kentler, çalışma dışı zamanlarda sosyalleşmek için cazip görünüyordu. Bir kentin ne kadar çok sineması, lokantası, kafesi, oteli, konser salonu, kongre salonu, tematik parkı varsa ve sosyal etkinlik sayısı ne kadar fazlaysa marka değeri o kadar yüksekti. Büyük kentlerde dış mekanlar cazip, iç mekanlar, ekonomik nedenlerle daha küçüktü. Özellikle son yarım yüzyılda evde geçirilen zaman iyice azalmış, evler ailelerin sadece akşam saatlerinde, iş ve okul çıkışında toplandıkları mekanlara dönüşmüştü.
2020’de başlayıp 2021’in ilk çeyreğinde etkili olan salgına bağlı kapanmalar, insanları çok dar mekanlara sıkıştırınca, ev içinde geçirilen zamanlar önem kazanmaya başladı. “Kent merkezine yakınlık” önemini yitirdi, banliyöler önem kazandı. Evde geçirilen zamandaki artışa paralel olarak kapalı mekanların baskısını azaltmaya yönelik olarak, park, bahçe, doğal alan talebi de arttı.
2021 yılında konut fiyatlarının en çok yükseldiği iller, E.8 artışla Muğla, Aydın ve Denizli oldu. Artış yüzdesi Antalya’da A.9, İzmir, Balıkesir, Çanakkale’de 3.9 oldu. Her sene konut fiyatlarındaki artışta başı çeken Ankara 0.3, İstanbul (.9 artışla bu illerin gerisinde kaldı. İstanbul içinde de Beykoz, Sarıyer gibi ilçelerde bahçeli villaların fiyat artışları 0’ü buldu. Benzer artış trendi, geniş peyzaj alanları, yürüyüş ve rekreasyon mekanları olan sitelerde de yaşandı. Konut sektöründe bir başka değişim, kiralık talebindeki artıştı. Pek çok aile, kent merkezinde kendi evinde oturmak yerine, banliyölerde kirada oturmayı tercih etti. Bu da kiralarda çok hızlı artışa ve Adalar gibi ilçelerde aşırı talebe neden oldu.
Korona salgınında ortaya çıkan bir başka eğilim, kalabalıklardan uzaklaşmak adına, kent konforundan vaz geçerek doğayla iç içe yaşamak üzere karavan talebindeki artıştı.
Son iki yılda ortaya çıkan bu eğilimler geçici olabilir ve korona salgını sona erdikten sonra, eski alışkanlıklara dönülebilir. Ancak bu eğilimlerin kalıcı olma ihtimali oldukça yüksek görünüyor. Mevcut trende göre kentlerde yaşam kalitesi düştükçe, kentlerde yaşamak zorunda olmayan yaşlılar, emekliler, uzaktan çalışma imkanı olanlar kentleri terk edip kalıcı olarak banliyölere, sayfiyelere taşınmayı tercih ediyor. Bu yaş ve meslek gruplarına yönelik hizmetlerde bazı meslek alanları şimdiden ciddi bir talep daralmasıyla karşı karşıya. Korona salgını pek çok insan için sadece küçük bir uyarı oldu. Güvenlik, temizlik ve sağlık sorunları, doğal besinlere ulaşamama, toprak, su ve çevre kalitesinin düşüşü, kentlerden kaçış trendini daha da hızlandırabilir.
Bu trend 1980’lerde başlamış, emeklilikte “sahile yerleşme” kültürü Bodrum, Marmaris, Çeşme, Kuşadası, Alanya gibi ilçelere talebi arttırmış, bu ilçelerde ciddi demografik değişimlere yol açmıştı. Uzunca bir zamandır çalışmak üzere İstanbul’a ve Ankara’ya gelenlerin nüfus baskısı, halihazırda bu kentlerde yaşayanları sahillere doğru itmekteydi. Bu kentler sadece nüfuslarıyla değil, yaşam tarzları ve kültürleriyle beraber uzunca bir zamandır sahillere doğru göç halindeydi. Buna karşılık büyük şehirler hızla kasabalılaşıyor, mega-köylere dönüşüyordu. İstanbul ve Ankara, milyonluk nüfuslarıyla muhafazakar Anadolu kasabalarına dönüşürken, sahiller kent kültürünün yaşadığı yerler olmaya yönelmişti.
Korona sonrasında, 19. ve 20. yüzyıllarda yükselen kent kültüründeki çöküşün hızlanması ve büyük şehirlerin sadece çalışmak zorunda olanların, hayatlarını sürdürebilme uğruna, pek çok riski göze aldıkları yerleşimler olma ihtimali oldukça yüksek.
Salgın sona erse de, büyük konserlerin, festivallerin, milyonlarca insanı toplayan açık alan etkinliklerinin kısa zamanda canlanması zor görünüyor. Önümüzdeki yıllarda tüketici orta sınıfa yönelik kültür, sanat etkinlikleri ve modern sosyalleşme mekanları önemini kaybedecek, muhafazakar bir kasaba kültürü ağırlığını ve yaygınlığını arttıracak gibi görünüyor.
İstanbul ve Ankara’da, uzunca bir zamandır bu trend ilerliyor. İstanbul’da plaj ve gazino kültürü çok uzun yıllar önce ortadan kalkmıştı. Beyoğlu, Taksim gibi eğlence kültürünü, Nevizade gibi meyhane kültürünü yaşatan mekanlar sıradanlaşıyordu. Bakırköy sahili çok uzun zaman önce yüksek binalarla işgal edilmiş, deniz kültürü ortadan kalkmıştı. Adalar otantik bir ilçe olmaktan çıkmıştı. Yalova, Çınarcık, Darıca gibi orta sınıfa, Florya, Şile gibi daha varlıklı, Marmara Ereğli gibi alt orta sınıflara hitap eden yakın sayfiyeler de önemlerini yitirince İstanbul’un kent kültürü yerini muhafazakar kasaba kültürüne bırakmaya başlamıştı. Ankara’da da benzer bir eğilim yaşanmaktaydı. Orta sınıfın önce Oran mahallesi, daha sonra Çayyolu gibi kentin uzak banliyölerine taşınmasıyla Kavaklıdere, Ulus, Kızılay önemini yitirmiş, bu semtlerdeki pek çok gazino, bar, kafe, tiyatro, sinema kapanmış, kent merkezi kimliksizleşmişti. Ankara’da Necatibey, İzmir caddesi, Karanfil sokak, Sakarya ve Tunalı Hilmi caddelerinin önemlerini yitirmesiyle, kent kültürü merkezden banliyölere göç etmişti. İstanbul ve Ankara’da yaşanan, Anadolu’da çok daha geniş boyutlarda ve yaygın bir şekilde yaşanmış, Anadolu’nun orta büyüklükteki kentlerinde yeme, içme, eğlenme kültürü önemli ölçüde ortadan kalkmış, bu kentlere koyu muhafazakar bir durgunluk yerleşmişti.
Bu trendlerin yakın zamanda tersine döneceğine dair bir sinyal yok; tam tersine, büyük ve orta büyüklükteki kentlerde bir kaç ilçeye sıkışmış kent kültürü de ortadan kalkma eğiliminde. Korona salgınında en büyük darbeyi müzisyenler, sinema ve tiyatrocular yedi. Lokanta, kafe, eğlence mekanı, sinema, tiyatro işletmecileri ve bu sektörlerde çalışanlar da işlerini kaybetti. Daha kötüsü, bu sektörlere yönelik talebi oluşturan orta sınıflar, şehirlerin banliyölerine ve küçük sahil kasabalarına taşındı, taşınmayanlar yaşam tarzlarını değiştirdi veya gelirlerindeki kayıplar nedeniyle değiştirmek zorunda kaldı.
20. yüzyılın başına dönüşAçık alan etkinliklerinde ücret ödeyerek sosyalleşmeye, kent merkezlerindeki kalabalık mekanlarda zaman geçirmeye dayalı kent kültürü, geç sanayi dönemine ait ve son birkaç neslin deneyimlediği bir kültürdü. Bu kültür, önemli ölçüde tüketici bir orta sınıfın ortaya çıkışının bir sonucuydu.
Türkiye’de 1930-1980 arası ortaya çıkan ve sadece büyük kentlerde değil, Anadolu’nun orta büyüklükteki şehirlerinde de yaygınlaşan bu orta sınıf kültürü, özellikle 1960 ve 1970’lerde büyük bir pop kültür patlamasına yol açmıştı; Türk sinemasının, Anadolu-Pop’un, tiyatronun, yazlık sinemaların, çay bahçesi konserlerinin, gazinoların, cazbantların, plaj kültürünün, televizyon skeçlerinin altın çağıdır. 1980-2020 arası kent kültürü önce büyük şehirlere, daha sonra bu şehirlerin kent merkezlerindeki semtlerine sıkışmaya başladı. 1960 ve 70’lerde sanatçılar Anadolu turnelerine çıkardı, 2000’lerde konser salonlarına sıkıştılar. Dünyada da benzer bir trend yükseldi. 1930’larda cazbantlar barlarda küçük gruplara çalıyordu. 1960’larda British Invasion dalgasıyla başlayıp Woodstock Festivali sonrası Amerika’ya ve daha sonra da dünyanın her yerine yayılan büyük kalabalıklara çalma trendi, 2000’lerde AC/DC, Metallica, Iron Maiden, Muse, The Rolling Stones gibi gruplarla 500.000’in üzerindeki kalabalıklara ulaşmıştı. Türkiye’de bu trend fazla güçlenemeden 1970’lerde tıkandı. 2000’lerde yeniden canlansa da, Türkiye kökenli sanatçılar hep küçük dinleyici gruplarına ve genellikle kapalı mekanlarda çalmak zorunda kaldı. Korona sonrasında dünyada yeniden 1930’larda cazbantların küçük gruplara çaldığı gazino ve barlara dönüş yaşanabilir. Türkiye’de de muhtemelen müzisyenler uzunca bir süre küçük gruplara çalmak zorunda kalacaklar.
Yeşilçam’ın yazlık ve kışlık sinemalar, tiyatro kumpanyalarının Anadolu turneleri sayesinde Türkiye’nin her yerine ulaşabildiği 1960 ve 1970’lerin ardından 1980 ve 1990’lar sinema ve tiyatro için durgun geçmişti. Tiyatro 1990’larda TV skeçlerine ve 2000’lerde dizilere sıkışmış, sinema 1990’ların sonunda kıpırdanmaya başlamış, 2000’lerde nihayet ciddi kalabalıklara ulaşmıştı. Ancak hem sinemada, hem de tiyatroda kalite düşüşü çok belirgindi. Korona salgını, bu dönemi de kapatmış görünüyor.
Elbette kentlerde tüketici orta sınıf kültürünün yok olmasının nedeni sadece orta sınıfın kentleri terk etmesi değil; bizatihi bu sınıfın kendisi de ortadan kalkıyor olabilir. Bu sınıfın nasıl ortaya çıktığını 1930-1950 Dönemindeki Toplumsal Katmanlara Türk Edebiyatından Örneklerle Sosyonomik Bakış başlıklı yazımda ve 2021 Mayıs Sosyonomik Görünüm‘de özetledim ve günümüzde plütokrasiye karşı yürüttüğü sınıf savaşını da 2021 Mayıs Finansal Görünüm yazımda değerlendirmeye çalıştım.
Bu sınıfın tüketici olmasının yanı sıra iki özelliği daha var: Tasarruf edebiliyor ve edindiği varlıkları miras yoluyla çocuklarına devredebiliyor. Orta sınıf tüketmek, tasarruf etmek ve miras bırakmaktan oluşan bu üç özelliği 1960’lardan sonra kazandı. 1990’lardan itibaren gasp edilen haklarına ilaveten, her krizden sonra önüne konan kemer sıkma paketleriyle sertleşen sınıf mücadelesinde tasarruf edemediğini görerek spekülatif varlıklara yöneldi. Önce yüksek faiz veren bankerler, bankalar ve finans kuruluşlarına yöneldi, hisse senedi piyasasında şansını denedi. Ancak bankerlerin, bankaların, finans kuruluşlarının batışı, borsanın çöküşü ve zorla el konan tasarruflarının bir kısmının Konut Edindirme Yardımı (KEY) gibi alanlarda plütokrasi lehine kullanıldığını görünce daha “sağlam” gördüğü Amerikan Doları ve Avrupa Para Birimi Avro gibi alanlara yöneldi. Orta sınıfın daha genç kuşakları, şanslarını kripto varlıklarda deniyorlar.
Bu sınıf artık, 1960’lardan sonra kazandığı üç özelliği birden sürdürebilme imkânı olmadığını fark ediyor: Aynı zamanda tüketmek, tasarruf etmek ve anlamlı miktarda tasarrufu miras yoluyla devretmek mümkün görünmüyor; ota sınıf bir veya bir kaçından vaz geçmek zorunda. Şimdilik Batı benzeri bireyci bir kültür gelişmediği, ya da ailenin çok önemli olduğu Türkiye’de zemin bulamadığı için miras bırakmaktan vaz geçilemiyor. (Hatta tasarrufların devlete ve plütokrasiye kaptırılmaması için elden gelen her şey yapılıyor.) Tasarruf etmek de artık çok kolay görünmüyor, çünkü reel kazanç elde edilemediği için tüketimden sonra tasarruf edilebilecek bir birikim de kalmıyor. Geriye vaz geçilebilecek tek bir alan kalıyor: Tüketim. Bu alanda da vaz geçilebilecekler sınırlı. Doğal olarak en önce vaz geçilebileceklerden vaz geçiliyor: Bunlar dış mekan etkinlikleri ve korona salgını da bu süreci oldukça hızlandırdı.
Türkiye dünyadaki trendlere paralel olarak, ancak dünyadan çok daha hızlı bir şekilde 20. yüzyılın başına dönüyor: Tasarruf edilemeyen, tüketime kaynak ayrılamayan, gelecek nesillere bırakılacak mirasın olmadığı, sınıf atlamanın sadece hırsızlık veya zengin sınıftan biriyle evlenmekten geçtiği, kötü yönetimlerin bıraktığı borçları ödemek için en az bir neslin feda edildiği uzun bir durgunluk çağı.
Bu dönemi 20. yüzyılın başına göre daha dramatik kılan, öncekilere ilave olarak çevresel sorunların ve kitleleri tehdit eden büyük felaketlerin yaratığı risklerle dolu bir dönem olması.
Bu dönemde şimdiden kestirmesi zor bir süre boyunca kültür, sanat gerileyecek, dış alan etkinlikleri azalacak, 2000’lerin başında sıradan insanın da ulaşabildiği pek çok tüketim alanı yeniden varlıklı kesimlerin lüksü olacaktır. Kültür, sanat etkinliklerini ve yaygın tüketimi ayrıcalıklı sınıfların lüksü olmaktan çıkartacak kamucu, sol/sosyalist programlar da ufukta görünmediğine göre, en azından önümüzdeki on yılın kültür, sanat ve tüketim açısından oldukça durgun geçmesi beklenebilir.
Bu dönemin belki de tek olumlu yanı, doğanın kendisini onarma ve toparlanma dönemi olması olacak. Belki, geleceğe dönük hiç bir planı, programı, vizyonu olmayan, 50 sene içinde kendisine ait bir denizi öldürmeyi başarabilmiş Türkiye gibi ülkelerde müsilaj ve benzeri çevresel atıklar ortadan kalkmayacak, ancak dünya aşırı tüketim döngüsünden çıkma şansı bulacak ve bu da eninde sonunda Türkiye’yi de etkileyecek.
Korona dünyaya yeni bir yaşam, yeni bir kültür getirecek gibi görünüyor; bu yaşamın minimalist olması ihtimali çok yüksek.
Sosyonomik Görünüm, Haziran 2021
Müsilajİnsan da ağaç gibidir; yükseklere ve ışığa ne kadar ulaşmak istese, kökleri aşağıya, toprağa, kötülüğün derinliğine ulaşmak için o kadar çabalar durur.
Friedrich Nietzsche, 1883
2021 yılının haziran ayında kelime dağarcığımıza yeni bir sözcük daha eklendi: Müsilaj. Haziran ayında Marmara denizi kıyılarının sümüksü bir tabaka ile kaplanmaya başlaması kamuoyunun birdenbire ilgisini çekti ve “deniz salyası” hızlı bir şekilde haberlerin ilk sırasına oturdu. Böylece belki de ilk defa çevre ile ilgili bir gelişme, ana haber bültenlerinde ilk sıralarda kendisine yer bulabildi.
Oysa Marmara denizi çok uzun zamandır can çekişiyordu. Türkiye kamuoyu 1980’lerde koli basili isimli bakteri ile tanışmış, Marmara’da daha önce denize girilebilen pek çok sahilin bu bakteri ile kaplanmakta olduğunu işiterek Marmara’yı yüzülebilir bir deniz olarak görmemeye başlamıştı. İstanbul’un Marmara sahillerindeki plajların kapanmaya başladığı dönemdir; hemen hemen aynı tarihlerde İstanbul’un sayfiyesi olan ve pek çok İstanbullunun yazlığına ev sahipliği eden Darıca Yelkenkaya, Yalova, Çınarcık, Erdek, Marmara Ereğlisi gibi yerler de gözden düşmeye, “yazlıkçı turizmi” Ege ve Akdeniz’e kaymaya başlamıştı. Marmara sahilleri zaman zaman deniz anası ve yosunla kaplanıyor, denize girmek isteyenler, deniz yüzeyinin temiz olduğu sayılı günü kolluyordu.
Yoğun kirlilik sonucu kokuya neden olan Haliç’in ve Kurbağalıdere’nin temizlenmesi konuları da 1980’lerin sonu ile 1990’ların başında gündeme geldi. İstanbul’da ve Marmara’da çevre kirliliği, yüzlerce yıldır devam eden “Su Kültürünün” de gözden düşüşü anlamına geliyordu.
Marmara bölgesinde yaşayanlar epeydir denize giremedikleri gibi, Marmara denizinde avlanan balığın da küçüldüğünü, azaldığını, lezzetsizleştiğini görüyor, ancak bütün yaşananlar “modern yaşamın olmazsa olmazı” kabul ediliyordu.
Türkiye, kendisine ait, bu büyüklükte bir iç denizi olan, yeryüzündeki tek ülke. 11,500 km² yüzölçümüne sahip Marmara’nın 240 kilometre uzunluğundaki sahillerinde konuşlanmış 7 il var. İstanbul 15 milyonun üzerindeki nüfusu ile bir mega-şehir. Bursa 3 milyon, Kocaeli 2 milyon ve Balıkesir 1,23 milyon nüfusa sahip. Yedi ilin toplam nüfusu 22.5 milyon ve Türkiye toplam nüfusunun dörtte biri bu yedi ilde yaşıyor. İzmit Körfezi’nin etrafındaki Bursa, Kocaeli ve Yalova ile, Marmara’ya kıyısı olmayan Sakarya otomotiv sektörünün İstanbul’un Avrupa bölgesi ile Tekirdağ tekstil sektörünün geliştiği iller. Sadece Çanakkale ve Balıkesir hayvancılık ve balıkçılığa dayalı ekonomilere sahip. Tüpraş’ın 11,3 milyon ton işleme kapasitesi olan rafinerisi İzmit körfezinde ve Tüpraş tesis kapasitesini daha da arttırmaya hazırlanıyor.
Marmara denizine kıyısı olmayan Edirne, Kırklareli, Sakarya ve Bilecik de dahil edildiğinde toplam 25 milyonluk bir nüfusu ve otomotivden, gemi imalatına, dericilikten hazır giyime, petrol arıtmadan demir-çelik, çimento, kimya ve elektronik sanayiine kadar en önemli üretim tesislerini bu bölgeye yerleştirmiş bir ülkenin “Marmara’yı kurtarma” planları yapması elbette ciddiye alınacak ve umut bağlanacak bir girişimden ziyade, kamuoyu tepkisini azaltmaya, korkuyu yatıştırmaya yönelik bir makyajdan ibaret.
Yakın zamanda kimi yerbilimcilere göre iki, kimilerine göre üç adet 7.0 büyüklüğünün üzerinde deprem bekleyen Marmara, karşı karşıya olduğu deprem, kirlenme, doğal yaşamın sona ermesi, aşırı nüfus baskısı gibi tehlikelerle sadece bu bölgede yaşayanlar için değil, Türkiye’nin de geleceği bakımından büyük riskler barındıran bir bölge.
Korona Sonrası KentlerUygarlık tarihi aynı zamanda şehirlerin tarihidir. Dünyanın ilk şehirleri olarak bilinen Eriha, Uruk nüfusları 2,000-5,000 civarındaydı. M.Ö. 700-1500 arasında Yinxu, Ur, Babil kentlerinin nüfusu 100,000’i aştı. M.Ö 500 ile M.S. 500 arasında Kartaca 500,000, Roma 1,5 milyon oldu. Roma çöktükten sonra bin yılı aşkın bir süre boyunca en yüksek zamanındaki Roma’nın nüfusunu geçen şehir olmadı. Ortaçağda Konstantinopolis 600,000, Bağdat 900,000, Kaifeng 1 milyon ve M.S.1500 civarında Pekin ve Ayutthaya 1 milyonluk nüfuslarıyla en kalabalık kentler oldu. Sanayi devriminden sonra kent nüfusları yeniden artmaya başladı. 1825’te Londra 1,335,000 nüfusa ulaştı. 1925’te New York nüfusu 8 milyona, 1968’te Tokyo nüfusu 20 milyona dayandı. Günümüzde Guangzhou yaklaşık 50 milyonluk bir kent.
2020’lerin başında yeryüzünde 10 milyon üstü 35 mega-şehir var. Bunlardan 21’i Asya’da, 4’ü Güney Amerika’da, 3’ü Afrika’da. Mega-şehir, genellikle az gelişmiş dünyaya özgü bir olgu. Gelişmiş dünyaya ait sadece 9 mega-şehir var: Tokyo (38.8 m), Seul (25.5 m), New York (23.6), Osaka (20 m), Los Angeles (18.5 m), Moskova (16.9 m), Londra (13.8 m), Paris (12.4 m), Rhine-Ruhr (11.3 m).
Mega-şehirler, sanayi toplumlarında lojistik optimizasyonu sağladığı için, hizmet maliyetlerini düşürüyordu. Enerji, iletişim ve dağıtım hatlarını, sağlık, eğitim, ulaştırma ve barınma hizmetlerini belli bir alanda toplamak, geniş bir coğrafyaya yaymaktan çok daha verimliydi. Bu şehirler farklı yaş ve kültür gruplarının hizmet beklentilerini de kolayca sağladığı için yoğun nüfus hareketleri bu şehirlere yöneliyordu.
Ancak aşırı nüfus yoğunlaşması, hijyen ve sağlık sorunlarının yanı sıra, güvenlik sorunlarını da beraberinde getiriyor, çevrenin hızlı ve aşırı bozulmasına, eko-sistemlerin çöküşüne, hava, su ve toprak kalitesinin düşmesine yol açıyor.
Korona öncesinde kentler, çalışma dışı zamanlarda sosyalleşmek için cazip görünüyordu. Bir kentin ne kadar çok sineması, lokantası, kafesi, oteli, konser salonu, kongre salonu, tematik parkı varsa ve sosyal etkinlik sayısı ne kadar fazlaysa marka değeri o kadar yüksekti. Büyük kentlerde dış mekanlar cazip, iç mekanlar, ekonomik nedenlerle daha küçüktü. Özellikle son yarım yüzyılda evde geçirilen zaman iyice azalmış, evler ailelerin sadece akşam saatlerinde, iş ve okul çıkışında toplandıkları mekanlara dönüşmüştü.
2020’de başlayıp 2021’in ilk çeyreğinde etkili olan salgına bağlı kapanmalar, insanları çok dar mekanlara sıkıştırınca, ev içinde geçirilen zamanlar önem kazanmaya başladı. “Kent merkezine yakınlık” önemini yitirdi, banliyöler önem kazandı. Evde geçirilen zamandaki artışa paralel olarak kapalı mekanların baskısını azaltmaya yönelik olarak, park, bahçe, doğal alan talebi de arttı.
2021 yılında konut fiyatlarının en çok yükseldiği iller, E.8 artışla Muğla, Aydın ve Denizli oldu. Artış yüzdesi Antalya’da A.9, İzmir, Balıkesir, Çanakkale’de 3.9 oldu. Her sene konut fiyatlarındaki artışta başı çeken Ankara 0.3, İstanbul (.9 artışla bu illerin gerisinde kaldı. İstanbul içinde de Beykoz, Sarıyer gibi ilçelerde bahçeli villaların fiyat artışları 0’ü buldu. Benzer artış trendi, geniş peyzaj alanları, yürüyüş ve rekreasyon mekanları olan sitelerde de yaşandı. Konut sektöründe bir başka değişim, kiralık talebindeki artıştı. Pek çok aile, kent merkezinde kendi evinde oturmak yerine, banliyölerde kirada oturmayı tercih etti. Bu da kiralarda çok hızlı artışa ve Adalar gibi ilçelerde aşırı talebe neden oldu.
Korona salgınında ortaya çıkan bir başka eğilim, kalabalıklardan uzaklaşmak adına, kent konforundan vaz geçerek doğayla iç içe yaşamak üzere karavan talebindeki artıştı.
Son iki yılda ortaya çıkan bu eğilimler geçici olabilir ve korona salgını sona erdikten sonra, eski alışkanlıklara dönülebilir. Ancak bu eğilimlerin kalıcı olma ihtimali oldukça yüksek görünüyor. Mevcut trende göre kentlerde yaşam kalitesi düştükçe, kentlerde yaşamak zorunda olmayan yaşlılar, emekliler, uzaktan çalışma imkanı olanlar kentleri terk edip kalıcı olarak banliyölere, sayfiyelere taşınmayı tercih ediyor. Bu yaş ve meslek gruplarına yönelik hizmetlerde bazı meslek alanları şimdiden ciddi bir talep daralmasıyla karşı karşıya. Korona salgını pek çok insan için sadece küçük bir uyarı oldu. Güvenlik, temizlik ve sağlık sorunları, doğal besinlere ulaşamama, toprak, su ve çevre kalitesinin düşüşü, kentlerden kaçış trendini daha da hızlandırabilir.
Bu trend 1980’lerde başlamış, emeklilikte “sahile yerleşme” kültürü Bodrum, Marmaris, Çeşme, Kuşadası, Alanya gibi ilçelere talebi arttırmış, bu ilçelerde ciddi demografik değişimlere yol açmıştı. Uzunca bir zamandır çalışmak üzere İstanbul’a ve Ankara’ya gelenlerin nüfus baskısı, halihazırda bu kentlerde yaşayanları sahillere doğru itmekteydi. Bu kentler sadece nüfuslarıyla değil, yaşam tarzları ve kültürleriyle beraber uzunca bir zamandır sahillere doğru göç halindeydi. Buna karşılık büyük şehirler hızla kasabalılaşıyor, mega-köylere dönüşüyordu. İstanbul ve Ankara, milyonluk nüfuslarıyla muhafazakar Anadolu kasabalarına dönüşürken, sahiller kent kültürünün yaşadığı yerler olmaya yönelmişti.
Korona sonrasında, 19. ve 20. yüzyıllarda yükselen kent kültüründeki çöküşün hızlanması ve büyük şehirlerin sadece çalışmak zorunda olanların, hayatlarını sürdürebilme uğruna, pek çok riski göze aldıkları yerleşimler olma ihtimali oldukça yüksek.
Salgın sona erse de, büyük konserlerin, festivallerin, milyonlarca insanı toplayan açık alan etkinliklerinin kısa zamanda canlanması zor görünüyor. Önümüzdeki yıllarda tüketici orta sınıfa yönelik kültür, sanat etkinlikleri ve modern sosyalleşme mekanları önemini kaybedecek, muhafazakar bir kasaba kültürü ağırlığını ve yaygınlığını arttıracak gibi görünüyor.
İstanbul ve Ankara’da, uzunca bir zamandır bu trend ilerliyor. İstanbul’da plaj ve gazino kültürü çok uzun yıllar önce ortadan kalkmıştı. Beyoğlu, Taksim gibi eğlence kültürünü, Nevizade gibi meyhane kültürünü yaşatan mekanlar sıradanlaşıyordu. Bakırköy sahili çok uzun zaman önce yüksek binalarla işgal edilmiş, deniz kültürü ortadan kalkmıştı. Adalar otantik bir ilçe olmaktan çıkmıştı. Yalova, Çınarcık, Darıca gibi orta sınıfa, Florya, Şile gibi daha varlıklı, Marmara Ereğli gibi alt orta sınıflara hitap eden yakın sayfiyeler de önemlerini yitirince İstanbul’un kent kültürü yerini muhafazakar kasaba kültürüne bırakmaya başlamıştı. Ankara’da da benzer bir eğilim yaşanmaktaydı. Orta sınıfın önce Oran mahallesi, daha sonra Çayyolu gibi kentin uzak banliyölerine taşınmasıyla Kavaklıdere, Ulus, Kızılay önemini yitirmiş, bu semtlerdeki pek çok gazino, bar, kafe, tiyatro, sinema kapanmış, kent merkezi kimliksizleşmişti. Ankara’da Necatibey, İzmir caddesi, Karanfil sokak, Sakarya ve Tunalı Hilmi caddelerinin önemlerini yitirmesiyle, kent kültürü merkezden banliyölere göç etmişti. İstanbul ve Ankara’da yaşanan, Anadolu’da çok daha geniş boyutlarda ve yaygın bir şekilde yaşanmış, Anadolu’nun orta büyüklükteki kentlerinde yeme, içme, eğlenme kültürü önemli ölçüde ortadan kalkmış, bu kentlere koyu muhafazakar bir durgunluk yerleşmişti.
Bu trendlerin yakın zamanda tersine döneceğine dair bir sinyal yok; tam tersine, büyük ve orta büyüklükteki kentlerde bir kaç ilçeye sıkışmış kent kültürü de ortadan kalkma eğiliminde. Korona salgınında en büyük darbeyi müzisyenler, sinema ve tiyatrocular yedi. Lokanta, kafe, eğlence mekanı, sinema, tiyatro işletmecileri ve bu sektörlerde çalışanlar da işlerini kaybetti. Daha kötüsü, bu sektörlere yönelik talebi oluşturan orta sınıflar, şehirlerin banliyölerine ve küçük sahil kasabalarına taşındı, taşınmayanlar yaşam tarzlarını değiştirdi veya gelirlerindeki kayıplar nedeniyle değiştirmek zorunda kaldı.
20. yüzyılın başına dönüşAçık alan etkinliklerinde ücret ödeyerek sosyalleşmeye, kent merkezlerindeki kalabalık mekanlarda zaman geçirmeye dayalı kent kültürü, geç sanayi dönemine ait ve son birkaç neslin deneyimlediği bir kültürdü. Bu kültür, önemli ölçüde tüketici bir orta sınıfın ortaya çıkışının bir sonucuydu.
Türkiye’de 1930-1980 arası ortaya çıkan ve sadece büyük kentlerde değil, Anadolu’nun orta büyüklükteki şehirlerinde de yaygınlaşan bu orta sınıf kültürü, özellikle 1960 ve 1970’lerde büyük bir pop kültür patlamasına yol açmıştı; Türk sinemasının, Anadolu-Pop’un, tiyatronun, yazlık sinemaların, çay bahçesi konserlerinin, gazinoların, cazbantların, plaj kültürünün, televizyon skeçlerinin altın çağıdır. 1980-2020 arası kent kültürü önce büyük şehirlere, daha sonra bu şehirlerin kent merkezlerindeki semtlerine sıkışmaya başladı. 1960 ve 70’lerde sanatçılar Anadolu turnelerine çıkardı, 2000’lerde konser salonlarına sıkıştılar. Dünyada da benzer bir trend yükseldi. 1930’larda cazbantlar barlarda küçük gruplara çalıyordu. 1960’larda British Invasion dalgasıyla başlayıp Woodstock Festivali sonrası Amerika’ya ve daha sonra da dünyanın her yerine yayılan büyük kalabalıklara çalma trendi, 2000’lerde AC/DC, Metallica, Iron Maiden, Muse, The Rolling Stones gibi gruplarla 500.000’in üzerindeki kalabalıklara ulaşmıştı. Türkiye’de bu trend fazla güçlenemeden 1970’lerde tıkandı. 2000’lerde yeniden canlansa da, Türkiye kökenli sanatçılar hep küçük dinleyici gruplarına ve genellikle kapalı mekanlarda çalmak zorunda kaldı. Korona sonrasında dünyada yeniden 1930’larda cazbantların küçük gruplara çaldığı gazino ve barlara dönüş yaşanabilir. Türkiye’de de muhtemelen müzisyenler uzunca bir süre küçük gruplara çalmak zorunda kalacaklar.
Yeşilçam’ın yazlık ve kışlık sinemalar, tiyatro kumpanyalarının Anadolu turneleri sayesinde Türkiye’nin her yerine ulaşabildiği 1960 ve 1970’lerin ardından 1980 ve 1990’lar sinema ve tiyatro için durgun geçmişti. Tiyatro 1990’larda TV skeçlerine ve 2000’lerde dizilere sıkışmış, sinema 1990’ların sonunda kıpırdanmaya başlamış, 2000’lerde nihayet ciddi kalabalıklara ulaşmıştı. Ancak hem sinemada, hem de tiyatroda kalite düşüşü çok belirgindi. Korona salgını, bu dönemi de kapatmış görünüyor.
Elbette kentlerde tüketici orta sınıf kültürünün yok olmasının nedeni sadece orta sınıfın kentleri terk etmesi değil; bizatihi bu sınıfın kendisi de ortadan kalkıyor olabilir. Bu sınıfın nasıl ortaya çıktığını 1930-1950 Dönemindeki Toplumsal Katmanlara Türk Edebiyatından Örneklerle Sosyonomik Bakış başlıklı yazımda ve 2021 Mayıs Sosyonomik Görünüm‘de özetledim ve günümüzde plütokrasiye karşı yürüttüğü sınıf savaşını da 2021 Mayıs Finansal Görünüm yazımda değerlendirmeye çalıştım.
Bu sınıfın tüketici olmasının yanı sıra iki özelliği daha var: Tasarruf edebiliyor ve edindiği varlıkları miras yoluyla çocuklarına devredebiliyor. Orta sınıf tüketmek, tasarruf etmek ve miras bırakmaktan oluşan bu üç özelliği 1960’lardan sonra kazandı. 1990’lardan itibaren gasp edilen haklarına ilaveten, her krizden sonra önüne konan kemer sıkma paketleriyle sertleşen sınıf mücadelesinde tasarruf edemediğini görerek spekülatif varlıklara yöneldi. Önce yüksek faiz veren bankerler, bankalar ve finans kuruluşlarına yöneldi, hisse senedi piyasasında şansını denedi. Ancak bankerlerin, bankaların, finans kuruluşlarının batışı, borsanın çöküşü ve zorla el konan tasarruflarının bir kısmının Konut Edindirme Yardımı (KEY) gibi alanlarda plütokrasi lehine kullanıldığını görünce daha “sağlam” gördüğü Amerikan Doları ve Avrupa Para Birimi Avro gibi alanlara yöneldi. Orta sınıfın daha genç kuşakları, şanslarını kripto varlıklarda deniyorlar.
Bu sınıf artık, 1960’lardan sonra kazandığı üç özelliği birden sürdürebilme imkânı olmadığını fark ediyor: Aynı zamanda tüketmek, tasarruf etmek ve anlamlı miktarda tasarrufu miras yoluyla devretmek mümkün görünmüyor; ota sınıf bir veya bir kaçından vaz geçmek zorunda. Şimdilik Batı benzeri bireyci bir kültür gelişmediği, ya da ailenin çok önemli olduğu Türkiye’de zemin bulamadığı için miras bırakmaktan vaz geçilemiyor. (Hatta tasarrufların devlete ve plütokrasiye kaptırılmaması için elden gelen her şey yapılıyor.) Tasarruf etmek de artık çok kolay görünmüyor, çünkü reel kazanç elde edilemediği için tüketimden sonra tasarruf edilebilecek bir birikim de kalmıyor. Geriye vaz geçilebilecek tek bir alan kalıyor: Tüketim. Bu alanda da vaz geçilebilecekler sınırlı. Doğal olarak en önce vaz geçilebileceklerden vaz geçiliyor: Bunlar dış mekan etkinlikleri ve korona salgını da bu süreci oldukça hızlandırdı.
Türkiye dünyadaki trendlere paralel olarak, ancak dünyadan çok daha hızlı bir şekilde 20. yüzyılın başına dönüyor: Tasarruf edilemeyen, tüketime kaynak ayrılamayan, gelecek nesillere bırakılacak mirasın olmadığı, sınıf atlamanın sadece hırsızlık veya zengin sınıftan biriyle evlenmekten geçtiği, kötü yönetimlerin bıraktığı borçları ödemek için en az bir neslin feda edildiği uzun bir durgunluk çağı.
Bu dönemi 20. yüzyılın başına göre daha dramatik kılan, öncekilere ilave olarak çevresel sorunların ve kitleleri tehdit eden büyük felaketlerin yaratığı risklerle dolu bir dönem olması.
Bu dönemde şimdiden kestirmesi zor bir süre boyunca kültür, sanat gerileyecek, dış alan etkinlikleri azalacak, 2000’lerin başında sıradan insanın da ulaşabildiği pek çok tüketim alanı yeniden varlıklı kesimlerin lüksü olacaktır. Kültür, sanat etkinliklerini ve yaygın tüketimi ayrıcalıklı sınıfların lüksü olmaktan çıkartacak kamucu, sol/sosyalist programlar da ufukta görünmediğine göre, en azından önümüzdeki on yılın kültür, sanat ve tüketim açısından oldukça durgun geçmesi beklenebilir.
Bu dönemin belki de tek olumlu yanı, doğanın kendisini onarma ve toparlanma dönemi olması olacak. Belki, geleceğe dönük hiç bir planı, programı, vizyonu olmayan, 50 sene içinde kendisine ait bir denizi öldürmeyi başarabilmiş Türkiye gibi ülkelerde müsilaj ve benzeri çevresel atıklar ortadan kalkmayacak, ancak dünya aşırı tüketim döngüsünden çıkma şansı bulacak ve bu da eninde sonunda Türkiye’yi de etkileyecek.
Korona dünyaya yeni bir yaşam, yeni bir kültür getirecek gibi görünüyor; bu yaşamın minimalist olması ihtimali çok yüksek.
May 30, 2021
Finansal Görünüm | Haziran 2021
Mayıs ayı borsada yatay, altın ve dövizde yukarı, kripto varlıklarda ciddi çöküşle sona eriyor. Dünyada ve Türkiye’deki aşırı finansal oynaklık nasıl izah edilmeli?
Kripto Varlıklar ve BitcoinKripto varlık piyasa değeri, 2021 yılının Nisan ayında 2 trilyon $’ı aşarak bir rekor kırdı ve 2020 Türkiye GSYiH’sının üç katına ulaştı. Nisan ayının ortalarında Bitcoin 64.778’te zirve yaptı, ardından da başta Bitcoin olmak üzere bütün kripto varlıklar değer kaybetmeye başladı.

Bitcoin’de Nisan ayındaki düşüş, 50.000’in altında destek bulduktan sonra 58.000’e kadar bir tepki geldi. Tepki tıkandıktan sonra Mayıs ayında fiyat yeniden gerileme başladı. Ardından gelen haber bombardımanında düşüşler hızlandı. Önce Tesla’nın (artık) BTC kabul etmeyeceği haberi geldi. Tesla sadece üç ay önce, Şubat ayında 1,5 milyar $ bitcoin aldığını ve ödemelerde de kabul edeceğini duyurmuş, bu haberin ardından BTC bir ay içinde 38.000’den 58.000’e sıçramıştı. Düşüşü hızlandıran bir başka gelişme, Çin’in banka ve finansal kurumlarda kripto varlıkları yasakladığı haberi oldu. Mayıs ayının sonunda İran, elektrik kesintilerinin önüne geçmek üzere 3 ay boyunca bitcoin madenciliğini yasakladığını duyurduğunda bitcoin fiyatı 32.000’e kadar gerilemiş, bu seviyede destek bulmaya çalışıyordu.
Mayıs başında 2.4 trilyon $ piyasa değerine ulaşan kripto varlık piyasa değeri, Mayıs ayı biterken 1.4 trilyon $’a gerilerken 1 trilyon $ bir ay gibi kısa bir süre içinde buharlaştı. Teknik olarak bakıldığında, 2020 Mart’ında 3.800’lerden başlayan beş dalgalık bir yükseliş dalgası, tipik bir Elliott kalıbı olan sonlanan diyagonalle sona ermiş görünüyor. Şubat ayından itibaren oluşan dalga yapısı, yakıtını tüketmek üzere olan itkisel bir yükselişin son aşamasına işaret ediyordu. Trendden haberi olmayanlar ise, haber etkisiyle dalgaya son yakıtını veriyor, çok sert ve derin bir düşüşün zeminini hazırlıyorlardı. Mayıs ayındaki haber bombardımanı düşüşün “gerekçesi” oldu. Dalga Nisan ayının ortalarında tamamlanmış, Nisan sonundaki düşüşle dalga bitişi teyit edilmişti.
Nisan zirvesinden düşüş, günlük grafikte beş dalgalık bir yapı oluşturuyor. Beş dalgalık düşüşler, bir düzeltme sonrasında yeni düşüşlerin habercisidir. Kısa vadede öncelikle zirveden düşüşün, 30.000’in altına gerileme ile beş dalgaya tamamlanıp tamamlanmadığı izlenmeli. Beş dalgalık bir yapı tamamlanırsa, bir süre 30.000-40.000 arasında hareket beklenebilir. Bir sonraki düşüşün şiddeti ve derinliği, Bitcoin’de hangi derecede bir dalganın sona erdiğini gösterecektir.
Altın ($/ons)
Altın’da 2089-1673 arasında 7 ay süren düzeltme ikili zigzag kalıpta ilerledi ve tamamlandı. 1850 geçilirken alçalan kanal üst bandı kırıldı. Mart ayında başlayan yükseliş dalgası itkisel yapıda ilerliyor ve 3 no’lu dalganın herhangi bir aşamasında görünüyor. Kanal üst bandı kırıldıktan sonra en kuvvetli direnç 1965 seviyesinde. İtkisel dalganın bu dirençte tamamlanma ihtimali oldukça yüksek. Daha sonraki aşamada kırılan kanal üst bandına doğru bir geri çekilme beklenebilir. Şimdilik yön yukarı.
USDTL
USDTL’de de yön yukarı, ancak kısa vadeli yükselişin Şubat ayında 6.88’den başlayan yükseliş dalgasının son atağı olma ihtimali var. Yukarıdaki grafik de bu ihtimali gösteriyor. Eğer bu sayım doğruysa yükselişin 9.0-9.30 bölgesinde tıkanma ihtimali var.

Orta vadede tercih ettiğim sayıma göre (3).A ilerliyor, orta vadede momentum kaybıyla yükselişin devam edeceği, ancak 2018 veya 2020 yılındakine benzer çok güçlü ralliler olmayacağı fikrindeyim. Dalga yapısı tahmin ettiğim üzere bir Sonlanan Diyagonale dönüşecekse, dalga boylarının hem zaman, hem de fiyat ekseninde küçülmesi ve dalgaların birbirlerinin fiyat bölgelerine girmesi beklenmeli.
Geçen haftaki kapanış değeri olan 8.55, 2018 Ağustos’unda görülen ve yukarıdaki grafikte [3].(5).5 olarak etiketlenen 7.24 seviyesine göre sadece artışa karşılık geliyor ve 2020 Kasım’ında görülen 8.58’e altı ay sonra ancak ulaşılabildi. Bu şekilde bakıldığında yükseliş momentumu iki senedir yavaşlıyor.
BIST100
BIST100, iki aydır Mart ayındaki şoku sindirmeye çalışıyor. 22 Mart günü açılışta oluşan 20 puanlık boşluk, trendin orta vadeli devamı bakımından önemli bir risk oluşturmaya devam ediyor. Bu boşluk iki aydır doldurulamadı; önümüzdeki aylarda da doldurulamazsa, bir “kaçış boşluğu” olarak kalacak. Bu durumda düşüşün derinleşmesi ve daha uzun zamana yayılması ihtimali doğacak.
Yukarıdaki sayım, boşluğun doldurulacağı ve BIST100 endeksinin yeni bir tarihi en yüksek yapacağı varsayımına dayanıyor. Bu varsayım, yükselen kanal kırılmadığı sürece geçerli olacak.

Dolar bazlı BIST100’de düşüş dalgasının bitişi henüz teyit edilmedi. Yaklaşık iki senedir 130-210 bölgesinde bir taban oluşturma çabası var. Yükseliş kanalı kırılırsa 2007 Ekim’inden beri devam eden orta vadeli düzeltmenin 2020 yılı içinde görülen diplerden birinde sona erdiğini varsaymak gerekiyor. Alternatif sayıma göre bir düşüş dalgası daha gelebilir. Bir düşüş dalgası daha gelirse, bu dalganın 100-120 bölgesinde sona ermesini beklerim.
USD Index DXY
Piyasaların orta vadeli yönü bakımından incelenmesi gereken grafiklerden biri, Dolar Endeksi DXY. Dolar endeksi 2015 yılından beri 88-104 bölgesinde hareket ediyor. 2017 başından beri ilerleyen yapı ise, çok büyük ihtimalle bir yassı düzeltme. 88 seviyesi aşağı kırılmazsa, hem düzgün bir yassı C dibi oluşmuş olacak, hem de 2008’den beri ilerleyen yükseliş dalgası düzgün bir (1)-(3) / (2)-(4) kanalına oturmuş olacak. Sayım doğruysa itkisel kalıbın tamamlanması için 2001-2002 zirvelerinin görüldüğü 120’ye doğru bir yükseliş dalgası daha gelmesi lazım. Piyasa beklentisi bu yönde olmasa da, mevcut görüntü ile bu ihtimal, teknik olarak çok daha güçlü. 88 desteği kırılırsa, bu durumda da bir ikili tepe formasyonu oluşmuş olacak. Formasyonun ölçüm hedefi aşağı yukarı 2008 ve 2011 dipleri. Ancak ben bu ihtimali çok zayıf görüyorum.
CRB Index
Orta vadede kritik bir seviyeye ulaşan bir başka endeks, emtia fiyatlarının genel seviyesini gösteren Thomson Reuters/Core Commodity endeksi. CRB endeksinde 2008 Temmuz ayında 473 zirvesinden başlayan ve 2020 Nisan ayında x kayıpla 101 dibine kadar ilerleyen düşüş dalgasının içinde hareket ettiği kanal üst bandı deneniyor. Kanal üst bandının kırılması yaklaşık 300-350 bölgesine kadar bir yükselişin önünü açabilir. Geçen sene gördüğü en düşük seviyeden, bir sene içinde yaklaşık 0 yükselmiş olan emtia endeksinin orta vadede yükselişine aynı hızla devam etmesi çok kolay görünmüyor. Kısa vadede 150’ye doğru bir geri çekilme daha muhtemel.
2007 yılında görülen zirve, muhtemelen 1930’lardan beri devam eden bir emtia Supercycle zirvesiydi. 80 seneyi aşkın bir yükselişin 12 yıllık bir düşüşle düzeltilip yeni zirvelere yönelmesi çok mümkün görünmüyor. Ben yakın vadede Dolar’ın çöküşü ve ciddi bir enflasyon tehlikesini yüksek olasılık olarak görmüyorum. Teknik görüntü, orta vadede Dolar’ın yeniden güçlenmesi ve emtia fiyatlarının gerilemesinin daha muhtemel olduğunu gösteriyor.
DeğerlendirmeMax Weber, ölümünden sonra yayımlanan 1922 tarihli Economy and Society : An Outline of Interpretive Sociology isimli kitabında paranın “belirsiz hizmetler için üretilmiş önemsiz bir fiş değil, insanın insana karşı mücadelesinde bir silah” olduğunu söyler. Weber’e göre fiyatlar da bu çıkar çatışmasındaki göreceli değişimin sayısallaştırılması işlevini görür.
Para insanlar arasındaki mücadelede bir silahsa, mücadelenin tarafları kimlerdir? Eğer daraltılmış bir çerçeveden bakarsak, pazarda para ve mal alışverişi yapmak üzere karşı karşıya gelen herkes birbiriyle mücadele halindedir. Bu yaklaşımı karikatürize eden en güzel örnek, kurban pazarındaki alıcı ve satıcı olsa gerektir. Geleneksel yüz yüze alışverişte pazarlık aşamasında alıcı ve satıcı el sıkışmaya başlarlar. Birbirinin elini sıkıca kavrayan taraflar, bütün güçlerini kullanarak, karşı tarafı yıldırana kadar tuttukları eli sallarlar. Böylece alışveriş parasal bir değişimin ötesine geçer, ete kemiğe bürünür. Kıran kırana pazarlık aynı zamanda bir fiziksel yıldırma ve üstünlük sağlama mücadelesidir. Weber’in yaklaşımına göre geleneksel ya da modern, yüz yüze veya uzaktan, bütün alışverişlerde alıcı ve satıcı, bu şekilde bir mücadele halindedir.
Ancak günümüzde fiyatlar üzerinde doğrudan pazarlık edilemiyor. Genellikle satıcı fiyat etiketini koyuyor, alıcı da etiketteki fiyata razıysa alıyor, razı değilse almıyor. Bu, finansal pazarlarda da böyle. Alıcı ile satıcı birbirini görmüyor, tanımıyor; buna karşılık her gün finansal piyasalarda trilyonlarca dolarlık alışverişler oluyor.
Çerçeveyi daha genişletirsek, savaş halinde olanların, finansal alışveriş dünyasının mikro ölçeğindeki alıcı ve satıcılar değil, bu alışverişe güçleri oranında katılan sınıflar olduğunu görürüz. Her birey, finansal alışverişin belli bir aşamasında alıcı veya satıcı olabilir; ancak bu finansal alışverişler boyunca bireyin sosyolojik aidiyeti değişmez. Her bireyin finansal alışverişin dışında da bir dünyası vardır; bu dünyadaki konumunu, gücünü, düşünsel ve duygusal dünyasını alışverişteki pozisyonu değil, ait olduğu sınıf belirler.
Finans dünyasının dışında, her bireyin ödemesi gereken konut ve ofis kiraları, okul taksitleri, alışveriş faturaları, kredi geri ödemeleri vardır. Bu ödemeler para ile yapılır. Özellikle geliri sabit olanlar için paranın değeri, mal ve hizmetlere ulaşım gücünü gösterir. Bireyler sabit gelirleriyle elde ettikleri mal ve hizmet miktarı azaldıkça, eksiklerini kapatmak için muhtelif yollara başvururlar. Bu yollardan biri borçlanmadır. Borçlanmanın maliyetini para politikaları belirler. Bir diğer yol daha önceki tasarrufları harcamaktır. Tasarrufların değeri de doğrudan paranın değerine bağlıdır. Bir üçüncü yol, sermaye geliri elde etmek üzere finans piyasalarında spekülasyon yapmaktır. Bireyler, para ve krediye erişim olanaklarına bağlı olarak bu yollardan bir veya birkaçını kullanırlar.
Dünyada tasarruf edebilen orta sınıfın ortaya çıkışı yenidir. 20. yüzyıldan önce yeryüzündeki toplumların tamamı keskin uçurumlarla ayrışmıştı: Bir tarafta çok yüksek miktarda varlık ve gelire sahip zenginler, diğer tarafta ihtiyaçlarını ucu ucuna karşılayan, gelirinden tasarruf edemeyen yoksullar vardı. Bu durum aşağı yukarı 2. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar devam etti. 20. yüzyılın ortalarından itibaren, tasarruf edebilen orta sınıf tarih sahnesine çıktı. Bu sınıfın ortaya çıkışının birkaç nedeni vardı: Birincisi, özel meslekler ve uzmanlık alanları ortaya çıkmış, bu meslek ve uzmanlıklara sahip olanlar, yüksek emek gelirleri sayesinde tüketimlerinden kalan bir miktarı tasarruf edebilir hale gelmişlerdi. İkincisi, 1950’lerden itibaren gelişmiş ülkelerin tamamında sosyal devlet politikaları uygulanmış, bu politikalar sayesinde bazı harcama alanları devletin sorumluluğu kabul edilerek, hizmetlere bedava erişim sağlanmıştı. Üçüncüsü, sendikalar, meslek odaları, dernekler, yerel yönetimler ve siyasi partilerde yaygın örgütlenme sayesinde, daha yüksek ücret, daha erken emeklilik, emeklilikte düzenli gelir elde etme, bunun yanında iktisat politikalarına müdahale edebilme imkanı doğmuştu. Dördüncüsü de, para ve sermaye piyasalarına erişimin yaygınlaşması sayesinde, tasarrufları yüksek getirili finansal enstrümanlarda değerlendirme şansı yakalanmıştı. Böylece yarım yüzyıl gibi kısa sayılabilecek bir zamanda yeryüzünde emek gelirlerine sermaye gelirleri de ilave eden, tasarruf edebilen bir orta sınıf ortaya çıktı. Öncelikle ABD, Kanada, Avrupa, Japonya ve Avustralya gibi gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan bu sınıf, bu ülkelerin kültürünü ve yaşam biçimini de derinden etkiledi.
Gelişmemiş dünyada tasarruf edebilen orta sınıfın ortaya çıkışı nispeten yenidir. Çin, Hindistan ve gelişmekte olan diğer Asya ülkelerinde orta sınıfın yükselişi, 20. yüzyılın sonu ile 21. yüzyılın başına, küreselleşme dönemine denk gelir. Yatırım sermayesinin, gelişmiş ülkelerden, azgelişmiş ülkelere yönelmesiyle yeryüzündeki hemen hemen bütün gelişmekte olan ülkelerde bu gelişme muhtelif boyutlarda yaşanmıştır. Tasarruf edebilen orta sınıfın tabanı, ülkeler nüfuslarının ’si ile @’ı arasında bir oranı oluşturuyor.
Türkiye’de de tasarruf edebilen orta sınıfın ortaya çıkışı aşağı yukarı 1950’lerdedir. Tasarruf edebilen orta sınıfın tabanı 1960 ve 1970’lerde genişlemiş, 1990’lara gelindiğinde tasarrufları sayesinde ciddi miktarda sermaye geliri elde edebilir, ev işleri, özel eğitim, çocuk ve bahçe bakımı gibi işlerde emek kiralayabilir hale gelmiştir.
1980’lerden itibaren uygulanan neo-liberal politikalar en çok bu sınıfı etkiledi. Neo-liberal dönemde diplomalar sayesinde elde edilen yüksek gelirler düştü. Sosyal devlet politikaları terk edilip özelleştirme ve piyasalaşma başlayınca daha önce bedava alınan bazı hizmetler paralı hale geldi, bu da giderlerin artmasına yol açtı. Sendikaların pazarlık güçlerini, meslek odalarının, derneklerin ve siyasi partilerin iktisat politikalarını etkileme kabiliyetini yitirmesiyle orta sınıfın bu dönemdeki kayıpları daha da arttı. Emeklilik yaşı yükseldi, emekli maaşı düştü. Tasarruf edebilen orta sınıfa, 1950’lerden sonraki kazanımlarından geriye sadece finansal piyasalara erişim olanağı kaldı.
1990’ların tamamı ve 2000’lerin ilk on yılı, orta sınıflar için para ve sermaye piyasalarındaki olanakları araştırmakla geçti. Gelişmiş dünyada, ciddi tasarruflara sahip orta sınıflar, bu tasarrufları devasa emeklilik fonlarında, ABD borsasında, yüksek getirili bazı türev enstrümanlarda değerlendirdiği gibi, faiz arbitrajına dayalı carry-trade veya kur riski nispeten düşük, gelişmekte olan piyasalar gibi yüksek riskli alanlarda da değerlendirmekten kaçınmadı. Bu arayışlar aşağı yukarı 2008 finansal krizine kadar devam etti.
2008’den sonra tasarruf edebilen orta sınıflar açısından bir kaç gelişme yaşandı. Öncelikle, özellikle Avrupa’dan ABD’ye olağanüstü büyük miktarlarda yönelen tasarruflar, 2008-2009 kredi daralması döneminde çok ciddi zararlara uğradı. 2010 yılından sonra da İrlanda ve Yunanistan’da başlayan krizin İtalya ve İspanya’ya yayılması ile ikinci bir şok daha yaşandı; bu ülkelerin yüksek faizli tahvillerine yatırılan tasarruflar, faizlerin daha da yükselmesi ve geri ödeme sorunlarının başlamasıyla zarara uğradı.
2008-2012 döneminde Merkez Bankalarının bilançolarını genişletme politikalarının sonucu, tasarruflarını daha düşük riskli ve düşük getirili enstrümanlarda tutanlarda yeni bir korku dalgasını tetikledi: Aşırı para arzı ile yaşanacak bir enflasyonist ortamda tasarrufların satın alma gücünün yitirilmesi.
Bu korku ve endişeler, 2008 sonrasında stratejilerin değiştirilmesine neden oldu. Risk primi yükselen gelişmekte olan ülkelerdeki yatırımlar geri çekildi, çok hızlı bir şekilde değer kazanan kripto paralar ortaya çıktı, Robinhood gibi işlem komisyonu almayan finansal platformlar, Reddit gibi sosyal medya platformlarında örgütlenerek, “asalak ve düşman” görülen hedge fonlara karşı short-squeeze‘e yönelik saldırılar başladı. Bunun en dramatik örneği, Şubat ayında Gamestop hisse senetlerinde yaşandı.
Weber’in yaklaşımına geri dönersek, para bir silahtı ve bir savaş yaşanıyordu; ama bu savaşın adı neydi?
Bu bir sınıf savaşıydı. 1980’lerden itibaren, vergi indirimleri, de-regülasyon, aşırı finansallaşma ve sosyal devletin küçülmesiyle orta sınıflar ciddi kayıplara uğramış, yüksek sermaye geliri elde eden üst sınıflar olağanüstü büyük kazançlar elde etmişti. Demokrasilerin yozlaştırılması ve çok büyük sermaye sahiplerinin daha önce lobiler sayesinde müdahale ettikleri iktisat politikalarına artık doğrudan müdahale etmeye başlaması ve plütokrat rejimlerin demokrasileri gasp etmesiyle orta sınıflar bir mevzi daha kaybetmişti. Özellikle 2008’den sonra, sadece Goldman Sachs kökenli yüzlerce insan, dünyanın dört bir yanında valilikten başbakanlığa kadar yüzlerce yönetim mevkiine getirildi.
Finansal zararların silinmesi, zehirli varlıkların kurtarma paketleri ile merkez bankası bilançolarına devri, ucuz kredi, yüksek CEO primleri ve ülke yönetimlerine doğrudan yönetici atamaya varan pervasızlık, en sonunda orta sınıfları, “ne yaparlarsa yapsınlar asla zarar etmeyecek zenginlere karşı” çok sert bir sınıf savaşı vermeleri gerektiğine ikna etti.
Türkiye’de de benzer bir durum yaşandı. Gelişmiş ülkelerdeki orta sınıfların uğradığı kayıpların benzerlerine uğrayan Türkiye orta sınıfları, sosyal devlet hizmetleri ve emeklilik gelirlerinin hızla küçüldüğünü, eğitim, sağlık, dinlenme gibi hizmet maliyetlerinin ve kendilerinden doğrudan veya dolaylı alınan vergilerin anormal oranlarda yükseldiğini gördüler. İktisat politikalarına demokratik müdahale imkanları yoktu; seçimlerde verdikleri oylar bir işe yaramıyordu. Kaliteli diplomanın maliyeti iyice yükselmişti ve hazine oluk oluk parayı, gelir garantili projeler vasıtasıyla bir grup sermayedara aktarıyordu. Türkiye’de orta sınıfların bu sınıf savaşında daha güçlü bir silaha ihtiyacı vardı. O silah, 1950-2000 döneminde yapılan tasarrufların finansal silahlara dönüşmesi idi.
Hisse senedi yatırımları, vadeli mevduat hesapları, çok düşük reel getirili ve riskli devlet ve özel sektör tahvilleri tasarrufları korumuyordu. 1980 ve 1990’larda banker faciası, borsa çöküşleri ve TL’nin aşırı değer kaybı, başlardaki bocalama dönemiydi. Bu piyasalarda kaptırılan paralar, daha “sağlam” silah arayışlarını hızlandırdı.
Emlak piyasası balonlaştığı için, emlak yatırımları özellikle 2010’lardan sonra cazibesini yitirmişti. Geriye sadece altın ve döviz kalıyordu. Böylece Türkiye orta sınıfı tasarruflarını oluk oluk altın ve dövize akıtmaya başladı. Bu tasarrufların bir kısmı sistem içinde tutulurken, önemli bir miktarı da yastık altına çekildi. Türkiye’de dolarizasyon olarak isimlendirilen yabancı para (ve altın) tutma eğilimini bu şekilde isimlendirmek gerekiyor: Sınıf Savaşı.
Sınıf savaşı kıran kırana devam ederken, orta sınıf yatırımcılar için bir opsiyon daha doğdu: Kripto varlıklar. Ancak kripto varlıkların aşırı oynaklığı nedeniyle taşıdıkları riskler bir yana, alışverişi yapılan borsaların da güvenilirliği oldukça kuşkulu. Nisan ayında yaşanan skandal ve dolandırıcılık iddiaları, aşırı riskin yanı sıra, bu piyasalarda işlem yapan insan sayısının tahminlerin çok ötesinde olduğunu göstermesi bakımından da çarpıcı idi. Sadece Thodex’te işlem yapan yatırımcı sayısının 400 bin civarında olduğu iddia ediliyor.
Türkiye’de tasarruf edebilen orta sınıf, küçük sermaye gruplarının devlet takviyeli avantajlarının ve izlenen iktisat politikalarının kendi aleyhine olduğunu biliyor, bu nedenle tasarruflarının önemli bir kısmını emlak, döviz ve altında tutuyor. Borçlanma araçlarına, hisse senedi borsalarına güvenmiyor. Yakın zamanda ciddi miktarda tasarrufunu kripto varlıklara ve dünya borsalarında cazip getirili finansal enstrümanlara kaydırıyor.
Gelirlerinin büyük kısmı emek, küçük kısmı sermaye gelirine dayalı tasarruf edebilen orta sınıfla, gelirlerinin büyük kısmı ranta ve devlet destekli sermaye gelirine dayalı zengin azınlık arasındaki sınıf savaşı kıran kırana devam ediyor. Orta sınıf, döviz tasarruflarını bozdurup ekonomiye katkı yapma çağrılarına kulaklarını tıkıyor; çünkü o ekonominin kendi lehine olmadığını biliyor, bu düzeni finanse etmek istemiyor.
Ancak grafiklerin de gösterdiği üzere dövizi yukarı itme gücü tükeniyor. Bütün finansal enstrümanlar gibi, döviz de aşırı yığılma nedeniyle yukarı gitmekte zorlanıyor. Geçmiş yarım yüzyılda yaptığı tasarruflarını koruması için orta sınıfların başka silahlara ihtiyacı var.
2021 yılından sonra sınıf savaşı yeni bir evreye girecek. Savaşın hangi finansal platformda cereyan edeceğini, dünyadaki parasal ve finansal gelişmeler belirleyecek.
Finansal Görünüm | Haziran 2021
Mayıs ayı borsada yatay, altın ve dövizde yukarı, kripto varlıklarda ciddi çöküşle sona eriyor. Dünyada ve Türkiye’deki aşırı finansal oynaklık nasıl izah edilmeli?
Kripto Varlıklar ve BitcoinKripto varlık piyasa değeri, 2021 yılının Nisan ayında 2 trilyon $’ı aşarak bir rekor kırdı ve 2020 Türkiye GSYiH’sının üç katına ulaştı. Nisan ayının ortalarında Bitcoin 64.778’te zirve yaptı, ardından da başta Bitcoin olmak üzere bütün kripto varlıklar değer kaybetmeye başladı.

Bitcoin’de Nisan ayındaki düşüş, 50.000’in altında destek bulduktan sonra 58.000’e kadar bir tepki geldi. Tepki tıkandıktan sonra Mayıs ayında fiyat yeniden gerileme başladı. Ardından gelen haber bombardımanında düşüşler hızlandı. Önce Tesla’nın (artık) BTC kabul etmeyeceği haberi geldi. Tesla sadece üç ay önce, Şubat ayında 1,5 milyar $ bitcoin aldığını ve ödemelerde de kabul edeceğini duyurmuş, bu haberin ardından BTC bir ay içinde 38.000’den 58.000’e sıçramıştı. Düşüşü hızlandıran bir başka gelişme, Çin’in banka ve finansal kurumlarda kripto varlıkları yasakladığı haberi oldu. Mayıs ayının sonunda İran, elektrik kesintilerinin önüne geçmek üzere 3 ay boyunca bitcoin madenciliğini yasakladığını duyurduğunda bitcoin fiyatı 32.000’e kadar gerilemiş, bu seviyede destek bulmaya çalışıyordu.
Mayıs başında 2.4 trilyon $ piyasa değerine ulaşan kripto varlık piyasa değeri, Mayıs ayı biterken 1.4 trilyon $’a gerilerken 1 trilyon $ bir ay gibi kısa bir süre içinde buharlaştı. Teknik olarak bakıldığında, 2020 Mart’ında 3.800’lerden başlayan beş dalgalık bir yükseliş dalgası, tipik bir Elliott kalıbı olan sonlanan diyagonalle sona ermiş görünüyor. Şubat ayından itibaren oluşan dalga yapısı, yakıtını tüketmek üzere olan itkisel bir yükselişin son aşamasına işaret ediyordu. Trendden haberi olmayanlar ise, haber etkisiyle dalgaya son yakıtını veriyor, çok sert ve derin bir düşüşün zeminini hazırlıyorlardı. Mayıs ayındaki haber bombardımanı düşüşün “gerekçesi” oldu. Dalga Nisan ayının ortalarında tamamlanmış, Nisan sonundaki düşüşle dalga bitişi teyit edilmişti.
Nisan zirvesinden düşüş, günlük grafikte beş dalgalık bir yapı oluşturuyor. Beş dalgalık düşüşler, bir düzeltme sonrasında yeni düşüşlerin habercisidir. Kısa vadede öncelikle zirveden düşüşün, 30.000’in altına gerileme ile beş dalgaya tamamlanıp tamamlanmadığı izlenmeli. Beş dalgalık bir yapı tamamlanırsa, bir süre 30.000-40.000 arasında hareket beklenebilir. Bir sonraki düşüşün şiddeti ve derinliği, Bitcoin’de hangi derecede bir dalganın sona erdiğini gösterecektir.
Altın ($/ons)
Altın’da 2089-1673 arasında 7 ay süren düzeltme ikili zigzag kalıpta ilerledi ve tamamlandı. 1850 geçilirken alçalan kanal üst bandı kırıldı. Mart ayında başlayan yükseliş dalgası itkisel yapıda ilerliyor ve 3 no’lu dalganın herhangi bir aşamasında görünüyor. Kanal üst bandı kırıldıktan sonra en kuvvetli direnç 1965 seviyesinde. İtkisel dalganın bu dirençte tamamlanma ihtimali oldukça yüksek. Daha sonraki aşamada kırılan kanal üst bandına doğru bir geri çekilme beklenebilir. Şimdilik yön yukarı.
USDTL
USDTL’de de yön yukarı, ancak kısa vadeli yükselişin Şubat ayında 6.88’den başlayan yükseliş dalgasının son atağı olma ihtimali var. Yukarıdaki grafik de bu ihtimali gösteriyor. Eğer bu sayım doğruysa yükselişin 9.0-9.30 bölgesinde tıkanma ihtimali var.

Orta vadede tercih ettiğim sayıma göre (3).A ilerliyor, orta vadede momentum kaybıyla yükselişin devam edeceği, ancak 2018 veya 2020 yılındakine benzer çok güçlü ralliler olmayacağı fikrindeyim. Dalga yapısı tahmin ettiğim üzere bir Sonlanan Diyagonale dönüşecekse, dalga boylarının hem zaman, hem de fiyat ekseninde küçülmesi ve dalgaların birbirlerinin fiyat bölgelerine girmesi beklenmeli.
Geçen haftaki kapanış değeri olan 8.55, 2018 Ağustos’unda görülen ve yukarıdaki grafikte [3].(5).5 olarak etiketlenen 7.24 seviyesine göre sadece artışa karşılık geliyor ve 2020 Kasım’ında görülen 8.58’e altı ay sonra ancak ulaşılabildi. Bu şekilde bakıldığında yükseliş momentumu iki senedir yavaşlıyor.
BIST100
BIST100, iki aydır Mart ayındaki şoku sindirmeye çalışıyor. 22 Mart günü açılışta oluşan 20 puanlık boşluk, trendin orta vadeli devamı bakımından önemli bir risk oluşturmaya devam ediyor. Bu boşluk iki aydır doldurulamadı; önümüzdeki aylarda da doldurulamazsa, bir “kaçış boşluğu” olarak kalacak. Bu durumda düşüşün derinleşmesi ve daha uzun zamana yayılması ihtimali doğacak.
Yukarıdaki sayım, boşluğun doldurulacağı ve BIST100 endeksinin yeni bir tarihi en yüksek yapacağı varsayımına dayanıyor. Bu varsayım, yükselen kanal kırılmadığı sürece geçerli olacak.

Dolar bazlı BIST100’de düşüş dalgasının bitişi henüz teyit edilmedi. Yaklaşık iki senedir 130-210 bölgesinde bir taban oluşturma çabası var. Yükseliş kanalı kırılırsa 2007 Ekim’inden beri devam eden orta vadeli düzeltmenin 2020 yılı içinde görülen diplerden birinde sona erdiğini varsaymak gerekiyor. Alternatif sayıma göre bir düşüş dalgası daha gelebilir. Bir düşüş dalgası daha gelirse, bu dalganın 100-120 bölgesinde sona ermesini beklerim.
USD Index DXY
Piyasaların orta vadeli yönü bakımından incelenmesi gereken grafiklerden biri, Dolar Endeksi DXY. Dolar endeksi 2015 yılından beri 88-104 bölgesinde hareket ediyor. 2017 başından beri ilerleyen yapı ise, çok büyük ihtimalle bir yassı düzeltme. 88 seviyesi aşağı kırılmazsa, hem düzgün bir yassı C dibi oluşmuş olacak, hem de 2008’den beri ilerleyen yükseliş dalgası düzgün bir (1)-(3) / (2)-(4) kanalına oturmuş olacak. Sayım doğruysa itkisel kalıbın tamamlanması için 2001-2002 zirvelerinin görüldüğü 120’ye doğru bir yükseliş dalgası daha gelmesi lazım. Piyasa beklentisi bu yönde olmasa da, mevcut görüntü ile bu ihtimal, teknik olarak çok daha güçlü. 88 desteği kırılırsa, bu durumda da bir ikili tepe formasyonu oluşmuş olacak. Formasyonun ölçüm hedefi aşağı yukarı 2008 ve 2011 dipleri. Ancak ben bu ihtimali çok zayıf görüyorum.
CRB Index
Orta vadede kritik bir seviyeye ulaşan bir başka endeks, emtia fiyatlarının genel seviyesini gösteren Thomson Reuters/Core Commodity endeksi. CRB endeksinde 2008 Temmuz ayında 473 zirvesinden başlayan ve 2020 Nisan ayında x kayıpla 101 dibine kadar ilerleyen düşüş dalgasının içinde hareket ettiği kanal üst bandı deneniyor. Kanal üst bandının kırılması yaklaşık 300-350 bölgesine kadar bir yükselişin önünü açabilir. Geçen sene gördüğü en düşük seviyeden, bir sene içinde yaklaşık 0 yükselmiş olan emtia endeksinin orta vadede yükselişine aynı hızla devam etmesi çok kolay görünmüyor. Kısa vadede 150’ye doğru bir geri çekilme daha muhtemel.
2007 yılında görülen zirve, muhtemelen 1930’lardan beri devam eden bir emtia Supercycle zirvesiydi. 80 seneyi aşkın bir yükselişin 12 yıllık bir düşüşle düzeltilip yeni zirvelere yönelmesi çok mümkün görünmüyor. Ben yakın vadede Dolar’ın çöküşü ve ciddi bir enflasyon tehlikesini yüksek olasılık olarak görmüyorum. Teknik görüntü, orta vadede Dolar’ın yeniden güçlenmesi ve emtia fiyatlarının gerilemesinin daha muhtemel olduğunu gösteriyor.
DeğerlendirmeMax Weber, ölümünden sonra yayımlanan 1922 tarihli Economy and Society : An Outline of Interpretive Sociology isimli kitabında paranın “belirsiz hizmetler için üretilmiş önemsiz bir fiş değil, insanın insana karşı mücadelesinde bir silah” olduğunu söyler. Weber’e göre fiyatlar da bu çıkar çatışmasındaki göreceli değişimin sayısallaştırılması işlevini görür.
Para insanlar arasındaki mücadelede bir silahsa, mücadelenin tarafları kimlerdir? Eğer daraltılmış bir çerçeveden bakarsak, pazarda para ve mal alışverişi yapmak üzere karşı karşıya gelen herkes birbiriyle mücadele halindedir. Bu yaklaşımı karikatürize eden en güzel örnek, kurban pazarındaki alıcı ve satıcı olsa gerektir. Geleneksel yüz yüze alışverişte pazarlık aşamasında alıcı ve satıcı el sıkışmaya başlarlar. Birbirinin elini sıkıca kavrayan taraflar, bütün güçlerini kullanarak, karşı tarafı yıldırana kadar tuttukları eli sallarlar. Böylece alışveriş parasal bir değişimin ötesine geçer, ete kemiğe bürünür. Kıran kırana pazarlık aynı zamanda bir fiziksel yıldırma ve üstünlük sağlama mücadelesidir. Weber’in yaklaşımına göre geleneksel ya da modern, yüz yüze veya uzaktan, bütün alışverişlerde alıcı ve satıcı mücadele halindedir.
Ancak günümüzde fiyatlar üzerinde doğrudan pazarlık edilemiyor. Genellikle satıcı fiyat etiketini koyuyor, alıcı da etiketteki fiyata razıysa alıyor, razı değilse almıyor. Bu, finansal pazarlarda da böyle. Alıcı ile satıcı birbirini görmüyor, tanımıyor; buna karşılık her gün finansal piyasalarda trilyonlarca dolarlık alışverişler oluyor.
Çerçeveyi daha genişletirsek, savaş halinde olanların, finansal alışveriş dünyasının mikro ölçeğindeki alıcı ve satıcılar değil, bu alışverişe güçleri oranında katılan sınıflar olduğunu görürüz. Her birey, finansal alışverişin belli bir aşamasında alıcı veya satıcı olabilir; ancak bu finansal alışverişler boyunca bireyin sosyolojik aidiyeti değişmez. Her bireyin finansal alışverişin dışında da bir dünyası vardır; bu dünyadaki konumunu, gücünü, düşünsel ve duygusal dünyasını alışverişteki pozisyonu değil, ait olduğu sınıf belirler.
Finans dünyasının dışında, her bireyin ödemesi gereken konut ve ofis kiraları, okul taksitleri, alışveriş faturaları, kredi geri ödemeleri vardır. Bu ödemeler para ile yapılır. Özellikle geliri sabit olanlar için paranın değeri, mal ve hizmetlere ulaşım gücünü gösterir. Sabit geliriyle elde ettiği mal ve hizmet miktarı arttıkça, bireyler eksiklerini kapatmak için muhtelif yollara başvururlar. Bu yollardan biri borçlanmadır. Borçlanmanın maliyetini para politikaları belirler. Bir diğer yol daha önceki tasarrufları harcamaktır. Tasarrufların değeri de doğrudan paranın değerine bağlıdır. Bir üçüncü yol, sermaye geliri elde etmek üzere finans piyasalarında spekülasyon yapmaktır. Bireyler, para ve krediye erişim olanaklarına bağlı olarak bu yollardan bir veya birkaçını kullanırlar.
Dünyada tasarruf edebilen orta sınıfın ortaya çıkışı yenidir. 20. yüzyıldan önce yeryüzündeki toplumların tamamı keskin uçurumlarla ayrışmıştı: Bir tarafta çok yüksek miktarda varlık ve gelire sahip zenginler, diğer tarafta ihtiyaçlarını ucu ucuna karşılayan, gelirinden tasarruf edemeyen yoksullar vardı. Bu durum aşağı yukarı 2. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar devam etti. 20. yüzyılın ortalarından itibaren, tasarruf edebilen orta sınıf tarih sahnesine çıktı. Bu sınıfın ortaya çıkışının birkaç nedeni vardı: Birincisi, özel meslekler ve uzmanlık alanları ortaya çıkmış, bu meslek ve uzmanlıklara sahip olanlar, tüketimlerinden kalan bir miktarı tasarruf edebilir hale gelmişlerdi. İkincisi, 1950’lerden itibaren gelişmiş ülkelerin tamamında sosyal devlet politikaları uygulanmış, bu politikalar sayesinde bazı harcama alanları devletin sorumluluğu kabul edilerek, hizmetlere bedava erişim sağlanmıştı. Üçüncüsü, sendikalar, meslek odaları, dernekler, yerel yönetimler ve siyasi partilerde yaygın örgütlenme sayesinde, daha yüksek ücret, daha erken emeklilik, emeklilikte düzenli gelir elde etme, bunun yanında iktisat politikalarına müdahale edebilme imkanı doğmuştu. Dördüncüsü de, para ve sermaye piyasalarına erişimin yaygınlaşması sayesinde, tasarrufları yüksek getirili finansal enstrümanlarda değerlendirme şansı yakalanmıştı. Böylece yarım yüzyıl gibi kısa sayılabilecek bir zamanda yeryüzünde emek gelirlerine sermaye gelirleri de ilave eden, tasarruf edebilen bir orta sınıf ortaya çıktı. Öncelikle ABD, Kanada, Avrupa, Japonya ve Avustralya gibi gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan bu sınıf, bu ülkelerin kültürünü ve yaşam biçimini de derinden etkiledi.
Gelişmemiş dünyada tasarruf edebilen orta sınıfın ortaya çıkışı nispeten geçtir. Çin, Hindistan ve gelişmekte olan diğer Asya ülkelerinde orta sınıfın yükselişi, 20. yüzyılın sonu ile 21. yüzyılın başına, küreselleşme dönemine denk gelir. Yatırım sermayesinin, gelişmiş ülkelerden, azgelişmiş ülkelere yönelmesiyle yeryüzündeki hemen hemen bütün gelişmekte olan ülkelerde bu gelişme muhtelif boyutlarda yaşanmıştır. Tasarruf edebilen orta sınıfın tabanı, ülkelerde nüfusun ’si ile @’ı arasında bir oranı oluşturuyor.
Türkiye’de de tasarruf edebilen orta sınıfın ortaya çıkışı aşağı yukarı 1950’lerdedir. Tasarruf edebilen orta sınıfın tabanı 1960 ve 1970’lerde genişlemiş, 1990’lara gelindiğinde tasarrufları sayesinde ciddi miktarda sermaye geliri elde edebilir, ev işleri, özel eğitim, çocuk ve bahçe bakımı gibi işlerde emek istihdam edebilir hale gelmiştir.
1980’lerden itibaren uygulanan neo-liberal politikalar en çok bu sınıfı etkiledi. Neo-liberal dönemde diplomalar sayesinde elde edilen yüksek gelirler düştü. Sosyal devlet politikaları terk edilip özelleştirme ve piyasalaşma başlayınca daha önce bedava alınan bazı hizmetler paralı hale geldi, bu da giderlerin artmasına yol açtı. Sendikaların pazarlık güçlerini, meslek odalarının, derneklerin ve siyasi partilerin iktisat politikalarını etkileme kabiliyetini yitirmesiyle orta sınıfın bu dönemdeki kayıpları daha da arttı. Emeklilik yaşı yükseldi, emekli maaşı düştü. Tasarruf edebilen orta sınıfa, 1950’lerden sonraki kazanımlarından geriye sadece finansal piyasalara erişim olanağı kaldı.
1990’ların tamamı ve 2000’lerin ilk on yılı, orta sınıflar için para ve sermaye piyasalarındaki olanakları araştırmakla geçti. Gelişmiş dünyada, ciddi tasarruflara sahip orta sınıflar, bu tasarrufları devasa emeklilik fonlarında, ABD borsasında, yüksek getirili bazı türev enstrümanlarda değerlendirdiği gibi, faiz arbitrajına dayalı carry-trade veya kur riski taşımayan gelişmekte olan piyasalar gibi yüksek riskli alanlarda da değerlendirmekten kaçınmadı. Bu arayışlar aşağı yukarı 2008 finansal krizine kadar devam etti.
2008’den sonra tasarruf edebilen orta sınıflar açısından bir kaç gelişme yaşandı. Öncelikle, özellikle Avrupa’dan ABD’ye olağanüstü büyük miktarlarda yönelen tasarruflar, 2008-2009 kredi daralması döneminde çok ciddi zararlara uğradı. 2010 yılından sonra da İrlanda ve Yunanistan’da başlayan krizin İtalya ve İspanya’ya yayılması ile ikinci bir şok daha yaşandı; bu ülkelerin yüksek faizli tahvillerine yatırılan tasarruflar, faizlerin daha da yükselmesi ve geri ödeme sorunlarının başlamasıyla zarara uğradı.
2008-2012 döneminde Merkez Bankalarının bilançolarını genişletme politikalarının sonucu, tasarruflarını daha düşük riskli ve düşük getirili enstrümanlarda tutanlarda yeni bir korku dalgasını tetikledi: Aşırı para arzı ile yaşanacak bir enflasyonist ortamda tasarrufların satın alma gücünün yitirilmesi.
Bu korku ve endişeler, 2008 sonrasında stratejilerin değiştirilmesine neden oldu. Risk primi yükselen gelişmekte olan ülkelerdeki yatırımlar geri çekildi, çok hızlı bir şekilde değer kazanan kripto paralar ortaya çıktı, Robinhood gibi işlem komisyonu almayan finansal platformlar, Reddit gibi sosyal medya platformlarında örgütlenerek, “asalak ve düşman” görülen hedge fonlara karşı short-squeeze‘e yönelik saldırılar başladı. Bunun en dramatik örneği, Şubat ayında Gamestop hisse senetlerinde yaşandı.
Weber’in yaklaşımına geri dönersek, para bir silahtı ve bir savaş yaşanıyordu; ama bu savaşın adı neydi?
Bu bir sınıf savaşıydı. 1980’lerden itibaren, vergi indirimleri, de-regülasyon, aşırı finansallaşma ve sosyal devletin küçülmesiyle orta sınıflar ciddi kayıplara uğramış, yüksek sermaye geliri elde eden üst sınıflar olağanüstü büyük kazançlar elde etmişti. Demokrasilerin yozlaştırılması ve çok büyük sermaye sahiplerinin daha önce lobiler sayesinde müdahale ettikleri iktisat politikalarına artık doğrudan müdahale etmeye başlaması ve plütokrat rejimlerin demokrasileri gasp etmesiyle orta sınıflar bir mevzi daha kaybetmişti. Özellikle 2008’den sonra, sadece Goldman Sachs kökenli yüzlerce insan, dünyanın dört bir yanında valilikten başbakanlığa kadar yüzlerce yönetim mevkiine getirildi.
Finansal zararların silinmesi, zehirli varlıkların kurtarma paketleri ile merkez bankası bilançolarına devri, ucuz kredi, yüksek CEO primleri ve en sonunda ülke yönetimlerine doğrudan yönetici atama, en sonunda orta sınıfları, “ne yaparlarsa yapsınlar asla zarar etmeyecek zenginlere karşı” çok sert bir sınıf savaşı vermeleri gerektiğine ikna etti.
Türkiye’de de benzer bir durum yaşandı. Gelişmiş ülkelerdeki orta sınıfların uğradığı kayıpların benzerlerine uğrayan Türkiye orta sınıfları, sosyal devlet hizmetleri ve emeklilik gelirlerinin hızla küçüldüğünü, eğitim, sağlık, dinlenme gibi hizmet maliyetlerinin ve kendilerinden doğrudan veya dolaylı alınan vergilerin anormal oranlarda yükseldiğini gördüler. İktisat politikalarına demokratik müdahale imkanları yoktu; seçimlerde verdikleri oylar bir işe yaramıyordu. Kaliteli diplomanın maliyeti iyice yükselmişti ve hazine oluk oluk parayı, gelir garantili projeler vasıtasıyla bir grup sermayedara aktarıyordu. Türkiye’de orta sınıfların bu sınıf savaşında daha güçlü bir silaha ihtiyacı vardı. O silah, 1950-2000 döneminde yapılan tasarrufların finansal silahlara dönüşmesi idi.
Hisse senedi yatırımları, vadeli mevduat hesapları, çok düşük reel getirili ve riskli devlet ve özel sektör tahvilleri tasarrufları korumuyordu. 1980 ve 1990’larda banker faciası, borsa çöküşleri ve TL’nin aşırı değer kaybı, başlardaki bocalama dönemiydi. Bu piyasalarda kaptırılan paralar, daha “sağlam” silah arayışlarını hızlandırdı.
Emlak piyasası balonlaştığı için, emlak yatırımları özellikle 2010’lardan sonra cazibesini yitirmişti. Geriye sadece altın ve döviz kalıyordu. Böylece Türkiye orta sınıfı tasarruflarını oluk oluk altın ve dövize akıtmaya başladı. Bu tasarrufların bir kısmı sistem içinde tutulurken, önemli bir miktarı da yastık altına çekildi. Türkiye’de dolarizasyon olarak isimlendirilen yabancı para (ve altın) tutma eğilimini bu şekilde isimlendirmek gerekiyor: Sınıf Savaşı.
Sınıf savaşı kıran kırana devam ederken, orta sınıf yatırımcılar için bir opsiyon daha doğdu: Kripto varlıklar. Ancak kripto varlıkların aşırı oynaklığı nedeniyle taşıdıkları riskler bir yana, alışverişi yapılan borsaların da güvenilirliği oldukça kuşkulu. Nisan ayında yaşanan skandal ve dolandırıcılık iddiaları, aşırı riskin yanı sıra, bu piyasalarda işlem yapan insan sayısının tahminlerin çok ötesinde olduğunu göstermesi bakımından da çarpıcı idi. Sadece Thodex’te işlem yapan yatırımcı sayısının 400 bin civarında olduğu iddia ediliyor.
Türkiye’de tasarruf edebilen orta sınıf, küçük sermaye gruplarının devlet takviyeli avantajlarının ve izlenen iktisat politikalarının kendi aleyhine olduğunu biliyor, bu nedenle tasarruflarının önemli bir kısmını emlak, döviz ve altında tutuyor. Borçlanma araçlarına, hisse senedi borsalarına güvenmiyor. Yakın zamanda ciddi miktarda tasarrufunu kripto varlıklara ve dünya borsalarında cazip getirili finansal enstrümanlara kaydırıyor.
Gelirlerinin büyük kısmı emek, küçük kısmı sermaye gelirine dayalı tasarruf edebilen orta sınıfla, gelirlerinin büyük kısmı ranta ve devlet destekli sermaye gelirine dayalı zengin azınlık arasındaki sınıf savaşı kıran kırana devam ediyor. Orta sınıf, döviz tasarruflarını bozdurup ekonomiye katkı yapma çağrılarına kulaklarını tıkıyor; çünkü o ekonominin kendi lehine olmadığını biliyor, bu düzeni finanse etmek istemiyor.
Ancak grafiklerin de gösterdiği üzere dövizi yukarı itme gücü tükeniyor. Bütün finansal enstrümanlar gibi, döviz de aşırı yığılma nedeniyle yukarı gitmekte zorlanıyor. Geçmiş yarım yüzyılda yaptığı tasarruflarını koruması için orta sınıfların başka silahlara ihtiyacı var.
2021 yılından sonra sınıf savaşı yeni bir evreye girecek. Savaşın hangi finansal platformda cereyan edeceğini, dünyadaki parasal ve finansal gelişmeler belirleyecek.
May 24, 2021
1930-1950 Dönemindeki Toplumsal Katmanlara Türk Edebiyatından Ãrneklerle Sosyonomik BakıÅ
1. 1930-1950 döneminde para
Berber Reşit cebinden çıkardığı gıcır gıcır dört tane yüzlüğü bayrak gibi sallayarak “Gidiyok!” dedi. “Temam!”
“Bunlar ne?”
“Gözün kör mü kız? Para!”
“Ne parası?”
“Ne Parası mı? Ne parası mı kız soyka? Para işte. Anayı kızdan ayıran!”
Kuru karı paraları kocasının elinden çekip aldı. Yere yan yana dizdi. Önlerine diz çöktü.
Orhan Kemal, Hanımın Çiftliği, 1961
1940’ların sonlarını anlatan Hanımın Çiftliği romanında Berber Reşit’in karısına gösterdiği 400 Lira’nın satın alma gücü, 2020’ler Türkiye’sindeki kaç liraya karşılık geliyor? Bunu tespit etmek kolay değil.
1930-1950 döneminde paranın satın alma gücünü ve insanların hayatındaki yerini anlamak için Türk edebiyatında kısa bir tür atmamız gerekiyor.
Orhan Kemal’in Cemile romanından 1930’ların başlarında bir bardak çayın beş kuruş, aynı dönemi anlatan otobiyografik Avare Yıllar romanından, bir bardak şarabın beş kuruş olduğunu öğreniyoruz. Bu romanda, arkadaşlarına göre biraz daha varlıklı bir gencin cebinden çıkanlar şunlar: Paketi 25 kuruşa satılan Köylü sigarası, 45 kuruş ve 18 kuruş fabrika kooperatifi markası.
Orhan Kemal’in 1930’ların başını anlattığı Suçlu romanında İstanbullu taksici Adem, 5.000 lira bulup bir taksi almayı düşünüyor. Günlük brüt kazanç hedefi 20-25 lira.
Cemile romanında fabrikada çalışan bir katibin net aylık ücreti 30 lira civarında. İşçi mahallelerinde, otuz/kırk ailenin oturduğu, avlu biçimindeki toplu konutlarda oda kirası aylık 2,5 lira. Bütün yapının aylık kira geliri 50-60 lira civarında. İşçi kahvelerinde bir kahvenin günlük net kazancı, yeterince çay satabilirse 4,5 lira.
Orhan Kemal’in 1940’ların başını anlattığı Ekmek, Sabun ve Aşk öyküsündeki gardiyan Galip’in aylık maaşı 35 lira. Yaklaşık 10 sene boyunca gelirlerin ve satın alma gücünün fazla değişmediği görülüyor.
Türkiye’de 2. Dünya Savaşı biter bitmez, Türk Lirasını devalüe etme ihtiyacı doğuyor: 1930’ların başında 1.31 TL olan 1 Amerikan Doları, 1946 devalüasyonunda 2.80 liraya yükseltiliyor. Orhan Kemal’in 1940’ların sonunu anlattığı Bereketli Topraklar Üzerinde romanında, vasıfsız bir fabrika işçisinin günlük kazancı 2-3 lira. 1930’lardan 1940’ların ortasına kadar, Türk lirasının satın alma gücünün, yarı yarıya azaldığını varsayabiliriz. Sonraki on senede Türk lirasının satın alma gücü daha da hızlı bir şekilde değer yitiriyor. 1940’ların ortalarından, 1950’lerin ortalarına kadar, Türk lirasının satın alma gücünün yaklaşık dörtte üçünü kaybettiğini tahmin edebiliyoruz. Nitekim 1957 yılında yapılan devalüasyonla Amerikan doları Türk lirası karşısında yaklaşık üç kat yükseliyor ve 9 liraya çıkıyor.
Yukarıdaki verilerden hareketle 1950’lerin başında, Berber Reşit’in cebinden çıkartıp karısının önüne dizdiği 400 liranın satın alma gücünün, 2020’lerdeki 10 bin lira civarında olduğunu tahmin edebiliyoruz. 10 bin lira, 2020’lerde olduğu gibi, 1940’larda da kırsal yerleşimde yaşayan Berber Reşit ve karısı gibi insanlar için büyük para. Berber Reşit’in cebindeki 400 lira, Reşit’in arkadaşı Cemşir’in kızı Güllü için verilen bin lira başlık parasından, aracılık bedeli olarak Reşit’e düşen pay; 16 yaşındaki işçi kızı Güllü için, yaklaşık 25 bin lira başlık parası ödendiğini anlıyoruz.
Orhan Kemal’in 1950’lerde yazdığı öykülerden, tütünde çalışan bir işçinin aylık kazancının 100 lira (Çocuk), sebze tüccarının bir kamyon sebze karşılığı kazancının 700-800 lira (Yeni Şoför), ambar katipliği maaşının 120 lira (Korku) olduğunu öğreniyoruz.
1930-1950 arası gelir gruplarıEn ZenginlerTürk edebiyatının, o yılları anlatan eserlerinden, toplumun sınıfsal yapısını çıkartabiliyoruz:
Toplumun en tepesinde, çok zengin bir azınlık var. Bu sınıfın geliri, toplumun en altındakilerle karşılaştırılamayacak ölçüde yüksek. Bu sınıfı oluşturan insanlar, kültürel olarak birbirinden çok farklı iki tipten oluşuyor: Bir tarafta kent kökenli, zenginliği atadan gelen, çok iyi eğitimli, görgülü, bilgili, dünyayı tanıyan bir sermayedar kesimi var, diğer tarafta kırsal kökenli, servetini genellikle 1910 ve 1920’lerin büyük nüfus hareketleri, savaşlar ve yokluklar sırasında karaborsacılık, vurgunculuk, gaspla edinmiş, eğitimsiz, görgüsüz, dünyayı tanımayan bir sermayedar kesimi.
Cemile romanındaki Numan Şerif bey ve Kadir Ağa, bu iki farklı sermayedar kesimini simgeler:
“Karakulakzadelerin eksiksiz konağında gözlerini dünyaya açan Numan Şerif Bey, bütün ömrü boyunca hesapsız bir refah içinde yaşamış, elli beş yaşlarında gerçekten bir erkek güzeliydi. Yaşamasını, yemesini, içmesini, oturup kalkmasını, görüşüp konuşmasını gayet iyi bilir, yalnız Türkçeyle değil, İtalyanca, Fransızca ve Almancayla da derdini anlatabilirdi.
İstanbul’da yazlık, kışlık köşkleri, bir de yalısı vardı. Köşklerinin, apartman ve yalısının bütün duvarlarında Paris’ten, Londra’dan, Hollanda’dan getirilmiş çeşitli tablolar asılıydı. Amerika’dan otuz küsur bin liraya satın aldığı kahverengi deniz motoru, yalısının önünde her an tertemiz, pırıl pırıl beklerdi. Numan Şerif bey, özellikle divan ve tasavvuf şiirine düşkün, şapkayı fes, Türkçeyi Osmanlıca sayıp bu dünyanın hayhuyu içinde eski günleri tahayyülden zevk alan dostlarıyla mehtap alemlerine çıkardı.
Fabrikayla ilgisi, yılbaşlarında bilançoyu tetkikten sonra, hissesinin üç ayrı bankadaki cari hesaplarına naklinden ibaretti.”
Orhan Kemal’in Cemile romanında Numan Şerif bey olarak boy gösteren bu varlıklı insan tipi, Hanımın Çiftliği üçlemesinde Muzaffer Bey olarak karşımıza çıkar. Ahmet Hamdi Tanpınar da 1949 yılında yazdığı Huzur romanında, toplumun küçük bir azınlığını oluşturan bu kesiminin etrafındaki olayları anlatır.
Cemile‘de Kadir Ağa ise şu şekilde tasvir edilir:
“(Kadir Ağa) okumuş insanları huzuruna alıp onlarla alay etmeye, maaş verdiği memurlardan mutlak bir saygı görmeye bayılırdı. İlle doktor, mühendis, avukat gibi imrenmeyle karışık bir kıskançlık duyduğu kimselere karşı çok daha sertti. Şurda burda lafı gelince hemen taşı gediğine koyuverirdi: ‘tohtur oldular, abukat oldular da ne? derdi, ‘huzuruma vardılar mı, el öfelemiyorlar mı?’ “
Cemile romanında, Numan Şerif “tekniğe ve fenne” değer veren, iş verimliliğini arttırmak için yurtdışından getirdiği İtalyan mühendisin görüşleri doğrultusunda hareket etmek isteyen bir insandır. Kadir Ağa ise İtalyan mühendisin varlığını kendisi için bir tehdit olarak görür ve usta başları vasıtasıyla mühendisin tavsiyelerini sabote etmeye çalışır. Ortağı olduğu fabrikayı büyütmek, teknoloji ile geliştirmek, verimliliği arttırmak gibi bir kaygısı yoktur. İçinden geldiği kültür ve sonradan görmeliği, kültürel olarak kendisinden üstün olan herkesten nefret etmesine yol açar. Numan Şerif bey, iş ortağı Kadir Ağa’yı küçük görür: “.. unuttu Mahmutpaşa Hanı’nın kapısında tavşan derisi beklediği, yapılara eşekle kum, çakıl taşıdığı, peynir, ekmek, turşuyla sürttüğü günleri” der.
2.2 Orta SınıfEn tepedeki bu küçük azınlığın altında, o yılların üst orta sınıfı diyebileceğimiz bir sınıf yer alıyor. Bu sınıftan insanlar, ya Murtaza romanındaki Fen Müdürü gibi, yönetici/işletmeci pozisyonundaki teknokratlar veya Devlet Kuşu romanındaki Zülfikar bey gibi, “şu son birkaç yıl içinde karaborsadan kalınlaşmış orta, hatta aşağı tabakadan” vurgunculardan oluşuyor.
“Fen Müdürü’nün evi şehrin dışında, yüksek sağlam demir parmaklıklarla çevrili, limon, portakal ağaçlarına gömülmüş, tahta saçaklarıyla pancurları tahin renkte boyalı, bembeyaz bir köşktü. Birkaç yıl önce dayısı, bir İtalyan mimara yaptırıp yeğenine hediye etmişti. Bahçesinde yan yatmış kocaman bir arslan heykeli bulunduğu için halk, ‘Arslanlı Köşk’ adını takmıştı. İrili ufaklı geyik, kurt, karaca, kız, oğlan heykellerinin süslediği bahçede çiçek tarhları, daha geride kırmızı topraklı bir tenis kortu, bir dans pisti bulunuyordu. Bazı geceler verilen ziyafetler sabahlara kadar sürer, irili ufaklı lüks arabalarıyla ampullerin bol ışığı altında çılgınlar gibi eğlenilirdi.”
“(Zülfikar bey) ‘memurluk vazifesini kötüye kullanmak’ yüzünden görevden alınmıştı. … Görevden alındıktan sonra parayı uzun zaman aşırı faizlerle çoğaltıp, kaymakamlık günlerinin gözü açık, işbilir, sır saklar yanındaki memurlarından biri aracılığıyla karaborsaya el attı. Şaşılacak bir sezgiyle her tuttuğu sanki altın oluyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında otomobil lastiği, şeker, bu yakınlarda da çivi, nal, kalay, demir, kahve, boru karaborsasından binler değil, yüzbinler vurup iyice kalınlaşınca, İstanbul’un büyük iş hanlarından birinde büyük bir yazıhaneyi maroken koltuk, kanepe, bambu iskemleler, ceviz masalarla döşedi. ‘Hülya İnşaat Bürosu’nu kurdu. Bir yandan eksiltmelerle girip fiyat kıracakmış gibi davranarak müteahhitlerden para sızdırırken, öte yandan adamları aracılığıyla karaborsayı idare ediyordu.
Kazanıyordu, hem de hiçbir zaman burnu kanamadan, ziyan etmeden, yüz binlerini sistemli şekilde çoğaltarak.”
1940’ların Türkiye’sinde, Fen Müdürü gibi yüksek eğitimli uzmanların yolunu açan, güçlü ve zengin aileler ve bu ailelerin yurt içinde ve yurt dışında kurdukları ilişki ağları idi. “Yüksek tahsil”, zengin ailelerin lüksü idi ve teknik bilgi, ancak eğitim ve diplomaya büyük bütçeler ayırabilen ailelerin ayrıcalığıydı. Özellikle yurtdışından alınan diplomalar, bu ailelerin çocuklarının, aile servetini sürdürmesine yardım ediyordu. Zülfikar bey gibilerin ise sınıf atlayabilmek ve zenginleşmek için “görevi kötüye kullanmaktan” başka çaresi yoktu.
Sınıf atlamanın bir yolu daha vardı: Çocuğunu, zengin ailenin çocuğu ile evlendirmek. Orhan Kemal’in Devlet Kuşu romanında ve Hanımın Çiftliği üçlemesinde anlatılan hikaye budur.
Üst orta sınıfın altında yer alan orta sınıf, genellikle devlet memuriyetinde çalışanlardan, üst düzey katip, bankacı, avukat, doktor, hakim, mühendis gibi eğitimlilerden veya tüccar ve “hali vakti yerinde” esnaftan oluşur. Memduh Şevket Esendal, 1934 yılında yayımlanan Ayaşlı ile Kiracıları romanında toplumun bu kesimlerini anlatır.
Köşk ve konaklarda yaşayan üst düzey zenginlerden farklı olarak, toplumun üst orta ve orta sınıflarından insanlar genellikle apartmanlarda yaşarlar. Üst orta sınıfa ait olanlar, genellikle ev sahibidir, orta sınıf ise bunların kiracısıdır. Çoğunlukla bir apartman dairesinin tamamı değil, bir odası kiralanır. Mutfak, banyo ortaktır. Bu evlerin çoğunda elektrik ve kalorifer vardır. Yemek masada ve çatal kaşıkla yenir. Çocukların temel eğitimi sorunsuz bir şekilde, kesintisiz sürdürülür. Alt orta sınıf da genellikle müstakil evlerde oturur, ancak bu evler genellikle kentlerin eski mahallelerinde yer alır ve ahşaptır. Betonarme binalarda oturmak, orta sınıfın daha üst kesimlerinin ayrıcalığı kabul edilir. Binalarda elektrik ve kanalizasyon yoktur. Aydınlatma gaz lambası ile, ısınma sobayla sağlanır. Alt orta sınıf insanlarının ekonomik durumu kırılgandır, sınıf atlama ya da orta sınıf içinde yükselme şansları düşük, yoksullaşma ve sınıf düşme ihtimalleri yüksektir. Bir hastalık, ailede bir ölüm veya başa gelen bir talihsizlik, toplumun bu kesimini hızla yoksulluğa, hatta sefalete sürükleyebilir.
Orhan Kemal’in Suçlu romanında bu kesimden ailelerden birinin hikayesi anlatılır: Bir şirkette mutemet olarak çalışan İhsan Efendi, üç bin yüz yetmiş lirayı çaldırır ve hem kendi hayatı, hem de onlu yaşlardaki oğlu Cevdet’in hayatı mahvolur. Romanda, bir davanın takibi için talep edilen avukatlık ücretinin 500 lira olduğu yazılıyor. Buradan İhsan Efendi’nin hayatının perişan olması için, avukatlık bedelinin yaklaşık altı katı bir parayı çaldırmış olmasının yeterli olduğunu anlıyoruz.
2.3 Yoksullar ve MülksüzlerToplumun yoksul ve mülksüz kesimleri ise, tahminen o yıllardaki toplam nüfusun u-80’ini oluşturuyor. Bunların üst katmanlarında, yaşamını iyi kötü sürdürebilenler yer alıyor. Bunların çok büyük çoğunluğu köylerde yaşıyor, ancak ihtiyaçlarının önemli bir kısmını pazardan değil, kendi emekleriyle ürettikleri için sefalet çekmiyorlar. Buna karşılık tüketimleri çok düşük seviyede ve kendilerine ait mülk hemen hemen hiç yok. Vrsa da, bu mülkten rant geliri elde etmek çok zor. Yoksulların üst katmanlarında olanların küçük bir kısmı, sanayi işçisi ve küçük memur/katip olarak çalışanlar. Bunlar emeklerini ücret karşılığı kiralıyor, bunun karşılığında da ancak yaşamlarını sürdürecek kadar gelir elde edebiliyor. Genellikle eğitimlerini bile sürdürecek bir gelire sahip değiller, çoğu ilkokulu dahi bitiremiyor, çünkü toplumun bu kesimlerinde, ailenin çocuğa katkısı olmadığı gibi, tam tersine çocuğun aile bütçesine katkıda bulunması bekleniyor. Bu nedenle de çalışmaya çok erken yaşta, genellikle de 13-14 yaşlarında başlamak gerekiyor.
Orhan Kemal Avare Yıllar, Cemile, Devlet Kuşu, Hanımın Çiftliği, Murtaza romanlarında bu kesimden insanların, kentlerde sanayi işçisi olarak çalışanlarının hayatını anlatıyor.
Bu insanların 1930’lardaki aylık geliri 25-30 lira, 1940’ların sonundaki aylık geliri ise satın alma gücündeki aşınmaya bağlı olarak 80-100 liraya kadar yükseliyor. Genellikle müstakil evlerde değil, ahşaptan yapılma avlu-ellerinde kira karşılığı oturuyorlar. Gelirlerinin yaklaşık onda birini, oda kirası olarak veriyorlar ve çalışabilir durumda olan herkes çalışıyor. Kazanç bir ortak bütçede toplanıyor ve ailenin yaşlı erkeği (baba veya büyük ağabey) bu toplam gelirin harcama dağılımına karar veriyor. Genellikle yaşamlarını sürdürebiliyor, ancak ondan ötesini hayal bile edemiyorlar.
Fabrika işçilerinin usta başı, tarım işçilerinin ırgat başı olanlarının genellikle küçük de olsa bir ek gelirleri var. Örneğin Cemile‘de dokumacı Musa Usta’nın kendisine ilave gelir yaratan evleri var:
“Tapu ve Kadastro kayıtlarında ‘bir küçük ev olarak gözüken 368 plaka numaralı ev, mahallenin öteki evleri gibi yıkılmaya yüz tutmuştu. Yağmur yiye yiye, güneşte kuruyup çatlaya, fırtınalara göğüs gere aşınmış, öne kaykılmış, bütün tahtaları çürümüştü. … Bundan başka, kocaman avluyu çevreleyen yan yana odalarda birer buçuk, ikişer lira aylıkla işçilere kiralanmıştı. Otuz kırk aileyi barındıran bütün bu avluya ‘Musa’ların Avlusu’ denirdi. Alt Kattaki odalardan birinde İzzet Usta, öbüründe de Cemileler aylığı ikişer buçuk liraya oturmaktaydılar.”
Bereketli Topraklar Üzerinde romanında ise hem fabrikadaki ustabaşı, hem de çiftlikteki ırgatbaşı işçilerin yevmiyesinden kesiyor, ırgatbaşı, yeğeni ile beraber işçilere molalarda çay ve esrar satarak ilave gelir yaratıyor. Fabrikada ustabaşı, çiftlikte ırgatbaşı aynı zamanda üst sınıflardaki insanların işbirlikçisi konumunda; üretim örgütlenmesinin orta üst basamaklarında, yoksulların üst katmanlarında yer alan bu insanlar, “işçi aristokrasisini” oluşturuyorlar. Daha alt katmanlardaki düz işçilerin en büyük hayali, bunların yerini alabilmek.
2.4 En AlttakilerToplumun en alt katmanlarında ise sefiller yer alıyor. Bunlar genellikle suçlular, fahişeler, düşkünler, çalışamaz durumda olanlar, geçici işçiler, hamallar, vs.. Orhan Kemal 72. Koğuş‘ta bunların cezaevine düşmüş olanlarını anlatıyor. Bu “adem babaların” üstlerine giyecek giysileri bile yok. Öykülerinden birinde de, kocası fahişelere para yedirdiği için çocuğu günlerce aç kalan bir işçi karısının, çocuğunun karnını doyurabilmek için, inşaat bekçisi ile bir lira karşılığında fuhuş yapması anlatılıyor.
Yoksulların kendi içlerinde bile bir rekabet ve çatışma var. Cemile‘de isyan eden işçilerin yerine, İstanbul ve İzmir’den işçi getirme fikri ortaya atılıyor, ancak bir sorun var:
“Türkiye’nin en uyanık işçi bölgelerinden getirilecek işçiler… Onlar bizim yerli işçilerin katlandıkları hayat şartlarına tahammül ederler mi? … İzmir yahut İstanbul’dan gelecek işçiler hemen hemen bizim muhasebe servisindekilerle eşittirler. Gözleri açıktır. Amirlerinin azarına, dayağına filan kolay kolay boyun eğmezler. Asıl fenası, İzmir yahut İstanbul’dan gelecekler gelirken dansları, müzikleri, banyoları, haftalık temiz elbiseleriyle filan gelecekler. Bizim sakin, durgun, kendi halinde, fazlasını istemeyi bilmeyen yerli işçilerimize tesir yapacak, gözlerini açacaklar. Çok geçmeden bildiğiniz gibi, bir işçi bunalımıyla karşı karşıya geleceğiz.”
Murtaza‘da ise, fabrikaya bekçi olarak alınan Murtaza ile Kontrol Nuh ve diğer işçiler arasındaki rekabet ve çatışma anlatılır.
3. Özet ve DeğerlendirmeCumhuriyet’in ilk yıllarından 1950’lere kadar geçen yaklaşık 30 sene boyunca toplumsal gelir grupları ve bu grupların toplam nüfus içindeki tahmini oranları şu şekilde görünüyor: En tepede nüfusun %3-5’ini oluşturan bir zengin azınlık, onların altında nüfusun %6-8’ini oluşturan bir üst orta sınıf, toplumun -15’ini oluşturan bir orta ve alt orta sınıf. Bu sınıfların altında, yaklaşık -15’lik bir üst-yoksul tabaka, altta P-55’lik bir yoksullar, mülksüzler sınıfı ve en altta -15’lik bir düşkünler, sefiller tabakası.
Toplumu oluşturan kesimlerin yüzdesel dağılımı benim öznel tahminimdir ve herhangi bir araştırmaya veya somut veriye dayanmamaktadır. O yıllara ait sağlıklı gelir kaydı da mevcut değil. Oransal dağılımlar tartışmaya açık olsa da, toplumsal tabakaların iktisadi/kültürel yapıları biraz daha net. Türk edebiyatında da, o dönem yazarlarının gözlemleri ve tespitleri bu yapıları teyit ediyor.
Toplumun en tepesindeki zengin azınlığın servetinin kökeni ya aileye dayanıyor, ya da Osmanlı’nın çöküşü ve cumhuriyetin kuruluşu dönemindeki kargaşada oluşan dinamiklere. Osmanlı’da özel mülkiyet oldukça sınırlı ve servet birikimi toplumun küçük bir kesiminin lüksü olduğu için, sonraki nesillere devredilen servetten payını alabilenler büyük çiftlik sahiplerinin, zengin tüccarların, Osmanlı devlet aristokrasisini oluşturan kapıkulu, ulema ve paşalarının, yerel eşraf ve ağaların torunları. Bir de o dönemde servete konanlar var: Hıristiyan azınlıklar, ülkeyi terk ederken servetlerini haraç mezat elden çıkartmak zorunda kalır veya düpedüz kaptırırken, o servetlere vurgunculuk veya gasp yoluyla el koyanlar ve Balkan Savaşlarından İstiklal savaşının bitişine kadar geçen dönemde karaborsacılık yaparak, ya da “fırsatları değerlendirerek” zenginleşenler de toplumun en tepedeki zengin azınlığını oluşturuyor. Bu kesimlerin kültürel olarak homojen bir kütle olmadıkları çok açık. Servete erişim yolu ne olursa olsun, kültürel ayrılıklar oldukça belirgin. Kent kökenli olanlar, genellikle eğitimli, birden fazla yabancı dil biliyor, Avrupa’yı tanıyor ve Avrupalı burjuvalara yakın zevkleri var. Kırsal kökenli olanlar ise daha geleneksel yaşıyor, yenilikleri ve eğitimlileri kendilerine tehdit olarak görüyor.
Üst orta sınıfı oluşturanlar, genellikle en tepedeki zengin azınlığın akrabalık ve hısımlık yoluyla bağlı oldukları, daha genç kesimler. Bunların önemli bir kısmı meslek ve diploma sahibi. İçlerinde Avrupa’da ve Amerika’da eğitim alanlar da var. Bunlar muhtemelen 1930-1950 döneminin hem emek, hem de sermaye gelirine sahip nadir kesimlerini oluşturuyorlar. En zenginler gibi bunlar da köşk ve konaklarda yaşıyorlar. Eğlenmeyi, para harcamayı seviyorlar. Üst orta sınıfa yeni katılan bir başka kesim, genellikle memuriyetlerinde görevi suiistimal ederek ilk sermayeyi oluşturmuş, daha sonra da 1940’ların başındaki savaş döneminde vurgunculuk ve karaborsacılık yoluyla servetini büyütmüş olanlar. Ekonomik büyümenin ve sınıfsal geçişkenliğin çok yavaş olduğu bu dönemde zenginleşenlerin servetlerinin yatırım zekasına dayandığını varsaymak için hiçbir neden yok.
Orta ve alt-orta sınıf genellikle kentlerde yaşayan, memurluk, katiplik, muhasebecilik gibi işleri yapan, orta düzey eğitimli insanlardan oluşuyor. Bu kesimlerin kültürel olarak birbirine çok yakın olduğu, farkın genellikle hane halkını oluşturan kişi sayısına bağlı olduğu görülüyor. Daha küçük ailelerin, hane halkı sayısı daha yüksek ailelere göre biraz daha konforlu yaşama şansı var. Kalabalık aileler şehrin eski mahallelerinde ve ahşap konutlarda otururken, küçük aileler apartman dairelerinde kira karşılığı oturuyorlar. İkincilerin birincilere göre elektrik, kanalizasyon, kalorifer gibi ayrıcalıkları var. Orta ve alt-orta sınıf arasında belirgin bir gelir farkı yok. Farkı, gelirin kişi başı dağılımı belirliyor. Kültürel olarak toplumun bu katmanları genellikle daha modern: Yemek yerde değil masada, çatal bıçakla yeniyor, dışarıda yemek, bar, sinema gibi etkinliklere ayrılan bir bütçe var, eğitime devam etme eğilimi çok yüksek. Sadece alt-orta sınıf biraz daha kırılgan ve küçük bir sarsıntıda sınıf düşme riski var.
Toplumun alt katmanlarında yaşayanların üst tabakalarında ya ustabaşı, ırgatbaşı gibi işçi aristokrasisini oluşturanlar var veya bakkallık, mağazacılık gibi küçük esnaf işi yapanlar. Mübadele sonrası iskan politikaları da, alt katmanlardaki dağılımı belirliyor gibi görünüyor. İskan politikaları sayesinde küçük de olsa bir mülk edinebilenler, üst orta tabakada yer alıyor gibi görünüyor. İşçi aristokrasisini oluşturanlar, kendi kazançlarının dışında ya gasp yoluyla vasıfsız işçilerin de kazançlarının bir kısmına el koyuyor veya sahip oldukları düşük değerli emlaki kiralayarak küçük de olsa bir sermaye geliri elde ediyor. Ancak ekonomik durgunluğun yaşandığı 1930 ve 1940’larda küçük sermaye gelirleri bile sınıf atlamaya yetmiyor. Gene de yoksulların bu kesimi, sınıf atlamaya en yakın olanlar. Kültürel olarak kentli orta sınıfa yakın değiller; geleneksel yaşıyor, şiveli konuşuyor, kalabalık aileler biçiminde ve pederşahi yaşıyorlar.
Yoksulların mülksüz, ancak iş güç sahibi kesimleri sefalet çekmiyor. Genellikle çok küçük yaşta çalışmaya başlıyor, bir ortak aile bütçesi içinde geçinmeye çalışıyorlar. Tüketimleri minimum düzeyde, giysilerini sürekli yamalar dikerek tekrar giyiyor, en düşük kent konforu içinde yaşıyorlar. Okul bitirme ve diploma alma şansları çok düşük. Yoksulların büyük çoğunluğu ise köylerde yaşıyor. Yiyecek ihtiyacını kendi emeğiyle karşılıyor, giysilerini ya kendi üretiyor veya köy ekonomisi içinde takasla elde ediyor. Kazançları ve gelirleri toprağa ve kırılgan köy ekonomisine bağlı olduğu için, zaman zaman mevsimlik işçi olarak kentlere gidiyorlar. Kentle bu temas sayesinde gözleri açılıyor, kentli zevkleri ile tanışıyor, kent sosyolojisine uyum sağlamaya çalışıyorlar. Kentten köye genellikle radyo, pikap, şapka, pantolon gibi yeni “oyuncaklarla” dönüyorlar, bu da şehir görmemiş olanların kent dünyası ile dolaylı temasını sağlıyor.
En alttaki sefil ve düşkünler ya beden gücü dışında en ufak bir vasıf bile gerektirmeyen hamallık, seks işçiliği gibi işlerde çalışanlar veya suçlular, hastalar, düşkünler, kimsesizler. Bu kesimlerin mülkü olmadığı gibi, herhangi bir umudu da yok.
Edebiyatımız toplumun her kesiminden insanı anlatan roman ve öykülerle dolu. Genellikle en zenginler ve en yoksullar edebiyatçılarımızın ilgi alanına giriyor, çünkü edebiyat okurlarının çok büyük çoğunluğu orta sınıflar. Doğal olarak da kendi hayatları dışındaki dünyaları okumak onlara daha çekici geliyor. Edebiyatımızda orta sınıfı konu alan eserler, heyecan verici öykülerle beslenmek zorunda. Trajediler, sarsıcı ve fırtınalı aşklar, akıl almaz maceralar, cinayetler gibi zenginleştirici ögeler yoksa, orta sınıf yaşamları, edebiyata konu olamayacak kadar sıkıcı.
Kabaca 1950’ye kadar süren durgun sosyoekonomik süreç, 1950’lerden itibaren hareketlenmeye başlıyor. Bu tarihten itibaren Türkiye tarihinde çok fırtınalı bir dönem başlıyor. Toplum hem göçlerle fiziksel olarak, hem sınıfsal geçişkenlikle ekonomik olarak, hem de toplumun çok farklı kesimlerinin birbiriyle teması dolayısıyla kültürel olarak hareketleniyor. Sonraki 70 yıl, çok büyük krizler, çalkantılar ve şiddetli toplumsal çatışmalarla geçiyor.
1930-1950 Dönemindeki Toplumsal Katmanlara Türk Edebiyatından Örneklerle Sosyonomik Bakış
1. 1930-1950 döneminde para
Berber Reşit cebinden çıkardığı gıcır gıcır dört tane yüzlüğü bayrak gibi sallayarak “Gidiyok!” dedi. “Temam!”
“Bunlar ne?”
“Gözün kör mü kız? Para!”
“Ne parası?”
“Ne Parası mı? Ne parası mı kız soyka? Para işte. Anayı kızdan ayıran!”
Kuru karı paraları kocasının elinden çekip aldı. Yere yan yana dizdi. Önlerine diz çöktü.
Orhan Kemal, Hanımın Çiftliği, 1961
1940’ların sonlarını anlatan Hanımın Çiftliği romanında Berber Reşit’in karısına gösterdiği 400 Lira’nın satın alma gücü, 2020’ler Türkiye’sindeki kaç liraya karşılık geliyor? Bunu tespit etmek kolay değil.
1930-1950 döneminde paranın satın alma gücünü ve insanların hayatındaki yerini anlamak için Türk edebiyatında kısa bir tür atmamız gerekiyor.
Orhan Kemal’in Cemile romanından 1930’ların başlarında bir bardak çayın beş kuruş, aynı dönemi anlatan otobiyografik Avare Yıllar romanından, bir bardak şarabın beş kuruş olduğunu öğreniyoruz. Bu romanda, arkadaşlarına göre biraz daha varlıklı bir gencin cebinden çıkanlar şunlar: Paketi 25 kuruşa satılan Köylü sigarası, 45 kuruş ve 18 kuruş fabrika kooperatifi markası.
Orhan Kemal’in 1930’ların başını anlattığı Suçlu romanında İstanbullu taksici Adem, 5.000 lira bulup bir taksi almayı düşünüyor. Günlük brüt kazanç hedefi 20-25 lira.
Cemile romanında fabrikada çalışan bir katibin net aylık ücreti 30 lira civarında. İşçi mahallelerinde, otuz/kırk ailenin oturduğu, avlu biçimindeki toplu konutlarda oda kirası aylık 2,5 lira. Bütün yapının aylık kira geliri 50-60 lira civarında. İşçi kahvelerinde bir kahvenin günlük net kazancı, yeterince çay satabilirse 4,5 lira.
Orhan Kemal’in 1940’ların başını anlattığı Ekmek, Sabun ve Aşk öyküsündeki gardiyan Galip’in aylık maaşı 35 lira. Yaklaşık 10 sene boyunca gelirlerin ve satın alma gücünün fazla değişmediği görülüyor.
Türkiye’de 2. Dünya Savaşı biter bitmez, Türk Lirasını devalüe etme ihtiyacı doğuyor: 1930’ların başında 1.31 TL olan 1 Amerikan Doları, 1946 devalüasyonunda 2.80 liraya yükseltiliyor. Orhan Kemal’in 1940’ların sonunu anlattığı Bereketli Topraklar Üzerinde romanında, vasıfsız bir fabrika işçisinin günlük kazancı 2-3 lira. 1930’lardan 1940’ların ortasına kadar, Türk lirasının satın alma gücünün, yarı yarıya azaldığını varsayabiliriz. Sonraki on senede Türk lirasının satın alma gücü daha da hızlı bir şekilde değer yitiriyor. 1940’ların ortalarından, 1950’lerin ortalarına kadar, Türk lirasının satın alma gücünün yaklaşık dörtte üçünü kaybettiğini tahmin edebiliyoruz. Nitekim 1957 yılında yapılan devalüasyonla Amerikan doları Türk lirası karşısında yaklaşık üç kat yükseliyor ve 9 liraya çıkıyor.
Yukarıdaki verilerden hareketle 1950’lerin başında, Berber Reşit’in cebinden çıkartıp karısının önüne dizdiği 400 liranın satın alma gücünün, 2020’lerdeki 10 bin lira civarında olduğunu tahmin edebiliyoruz. 10 bin lira, 2020’lerde olduğu gibi, 1940’larda da kırsal yerleşimde yaşayan Berber Reşit ve karısı gibi insanlar için büyük para. Berber Reşit’in cebindeki 400 lira, Reşit’in arkadaşı Cemşir’in kızı Güllü için verilen bin lira başlık parasından, aracılık bedeli olarak Reşit’e düşen pay; 16 yaşındaki işçi kızı Güllü için, yaklaşık 25 bin lira başlık parası ödendiğini anlıyoruz.
Orhan Kemal’in 1950’lerde yazdığı öykülerden, tütünde çalışan bir işçinin aylık kazancının 100 lira (Çocuk), sebze tüccarının bir kamyon sebze karşılığı kazancının 700-800 lira (Yeni Şoför), ambar katipliği maaşının 120 lira (Korku) olduğunu öğreniyoruz.
1930-1950 arası gelir gruplarıEn ZenginlerTürk edebiyatının, o yılları anlatan eserlerinden, toplumun sınıfsal yapısını çıkartabiliyoruz:
Toplumun en tepesinde, çok zengin bir azınlık var. Bu sınıfın geliri, toplumun en altındakilerle karşılaştırılamayacak ölçüde yüksek. Bu sınıfı oluşturan insanlar, kültürel olarak birbirinden çok farklı iki tipten oluşuyor: Bir tarafta kent kökenli, zenginliği atadan gelen, çok iyi eğitimli, görgülü, bilgili, dünyayı tanıyan bir sermayedar kesimi var, diğer tarafta kırsal kökenli, servetini genellikle 1910 ve 1920’lerin büyük nüfus hareketleri, savaşlar ve yokluklar sırasında karaborsacılık, vurgunculuk, gaspla edinmiş, eğitimsiz, görgüsüz, dünyayı tanımayan bir sermayedar kesimi.
Cemile romanındaki Numan Şerif bey ve Kadir Ağa, bu iki farklı sermayedar kesimini simgeler:
“Karakulakzadelerin eksiksiz konağında gözlerini dünyaya açan Numan Şerif Bey, bütün ömrü boyunca hesapsız bir refah içinde yaşamış, elli beş yaşlarında gerçekten bir erkek güzeliydi. Yaşamasını, yemesini, içmesini, oturup kalkmasını, görüşüp konuşmasını gayet iyi bilir, yalnız Türkçeyle değil, İtalyanca, Fransızca ve Almancayla da derdini anlatabilirdi.
İstanbul’da yazlık, kışlık köşkleri, bir de yalısı vardı. Köşklerinin, apartman ve yalısının bütün duvarlarında Paris’ten, Londra’dan, Hollanda’dan getirilmiş çeşitli tablolar asılıydı. Amerika’dan otuz küsur bin liraya satın aldığı kahverengi deniz motoru, yalısının önünde her an tertemiz, pırıl pırıl beklerdi. Numan Şerif bey, özellikle divan ve tasavvuf şiirine düşkün, şapkayı fes, Türkçeyi Osmanlıca sayıp bu dünyanın hayhuyu içinde eski günleri tahayyülden zevk alan dostlarıyla mehtap alemlerine çıkardı.
Fabrikayla ilgisi, yılbaşlarında bilançoyu tetkikten sonra, hissesinin üç ayrı bankadaki cari hesaplarına naklinden ibaretti.”
Orhan Kemal’in Cemile romanında Numan Şerif bey olarak boy gösteren bu varlıklı insan tipi, Hanımın Çiftliği üçlemesinde Muzaffer Bey olarak karşımıza çıkar. Ahmet Hamdi Tanpınar da 1949 yılında yazdığı Huzur romanında, toplumun küçük bir azınlığını oluşturan bu kesiminin etrafındaki olayları anlatır.
Cemile‘de Kadir Ağa ise şu şekilde tasvir edilir:
“(Kadir Ağa) okumuş insanları huzuruna alıp onlarla alay etmeye, maaş verdiği memurlardan mutlak bir saygı görmeye bayılırdı. İlle doktor, mühendis, avukat gibi imrenmeyle karışık bir kıskançlık duyduğu kimselere karşı çok daha sertti. Şurda burda lafı gelince hemen taşı gediğine koyuverirdi: ‘tohtur oldular, abukat oldular da ne? derdi, ‘huzuruma vardılar mı, el öfelemiyorlar mı?’ “
Cemile romanında, Numan Şerif “tekniğe ve fenne” değer veren, iş verimliliğini arttırmak için yurtdışından getirdiği İtalyan mühendisin görüşleri doğrultusunda hareket etmek isteyen bir insandır. Kadir Ağa ise İtalyan mühendisin varlığını kendisi için bir tehdit olarak görür ve usta başları vasıtasıyla mühendisin tavsiyelerini sabote etmeye çalışır. Ortağı olduğu fabrikayı büyütmek, teknoloji ile geliştirmek, verimliliği arttırmak gibi bir kaygısı yoktur. İçinden geldiği kültür ve sonradan görmeliği, kültürel olarak kendisinden üstün olan herkesten nefret etmesine yol açar. Numan Şerif bey, iş ortağı Kadir Ağa’yı küçük görür: “.. unuttu Mahmutpaşa Hanı’nın kapısında tavşan derisi beklediği, yapılara eşekle kum, çakıl taşıdığı, peynir, ekmek, turşuyla sürttüğü günleri” der.
2.2 Orta SınıfEn tepedeki bu küçük azınlığın altında, o yılların üst orta sınıfı diyebileceğimiz bir sınıf yer alıyor. Bu sınıftan insanlar, ya Murtaza romanındaki Fen Müdürü gibi, yönetici/işletmeci pozisyonundaki teknokratlar veya Devlet Kuşu romanındaki Zülfikar bey gibi, “şu son birkaç yıl içinde karaborsadan kalınlaşmış orta, hatta aşağı tabakadan” vurgunculardan oluşuyor.
“Fen Müdürü’nün evi şehrin dışında, yüksek sağlam demir parmaklıklarla çevrili, limon, portakal ağaçlarına gömülmüş, tahta saçaklarıyla pancurları tahin renkte boyalı, bembeyaz bir köşktü. Birkaç yıl önce dayısı, bir İtalyan mimara yaptırıp yeğenine hediye etmişti. Bahçesinde yan yatmış kocaman bir arslan heykeli bulunduğu için halk, ‘Arslanlı Köşk’ adını takmıştı. İrili ufaklı geyik, kurt, karaca, kız, oğlan heykellerinin süslediği bahçede çiçek tarhları, daha geride kırmızı topraklı bir tenis kortu, bir dans pisti bulunuyordu. Bazı geceler verilen ziyafetler sabahlara kadar sürer, irili ufaklı lüks arabalarıyla ampullerin bol ışığı altında çılgınlar gibi eğlenilirdi.”
“(Zülfikar bey) ‘memurluk vazifesini kötüye kullanmak’ yüzünden görevden alınmıştı. … Görevden alındıktan sonra parayı uzun zaman aşırı faizlerle çoğaltıp, kaymakamlık günlerinin gözü açık, işbilir, sır saklar yanındaki memurlarından biri aracılığıyla karaborsaya el attı. Şaşılacak bir sezgiyle her tuttuğu sanki altın oluyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında otomobil lastiği, şeker, bu yakınlarda da çivi, nal, kalay, demir, kahve, boru karaborsasından binler değil, yüzbinler vurup iyice kalınlaşınca, İstanbul’un büyük iş hanlarından birinde büyük bir yazıhaneyi maroken koltuk, kanepe, bambu iskemleler, ceviz masalarla döşedi. ‘Hülya İnşaat Bürosu’nu kurdu. Bir yandan eksiltmelerle girip fiyat kıracakmış gibi davranarak müteahhitlerden para sızdırırken, öte yandan adamları aracılığıyla karaborsayı idare ediyordu.
Kazanıyordu, hem de hiçbir zaman burnu kanamadan, ziyan etmeden, yüz binlerini sistemli şekilde çoğaltarak.”
1940’ların Türkiye’sinde, Fen Müdürü gibi yüksek eğitimli uzmanların yolunu açan, güçlü ve zengin aileler ve bu ailelerin yurt içinde ve yurt dışında kurdukları ilişki ağları idi. “Yüksek tahsil”, zengin ailelerin lüksü idi ve teknik bilgi, ancak eğitim ve diplomaya büyük bütçeler ayırabilen ailelerin ayrıcalığıydı. Özellikle yurtdışından alınan diplomalar, bu ailelerin çocuklarının, aile servetini sürdürmesine yardım ediyordu. Zülfikar bey gibilerin ise sınıf atlayabilmek ve zenginleşmek için “görevi kötüye kullanmaktan” başka çaresi yoktu.
Sınıf atlamanın bir yolu daha vardı: Çocuğunu, zengin ailenin çocuğu ile evlendirmek. Orhan Kemal’in Devlet Kuşu romanında ve Hanımın Çiftliği üçlemesinde anlatılan hikaye budur.
Üst orta sınıfın altında yer alan orta sınıf, genellikle devlet memuriyetinde çalışanlardan, üst düzey katip, bankacı, avukat, doktor, hakim, mühendis gibi eğitimlilerden veya tüccar ve “hali vakti yerinde” esnaftan oluşur. Memduh Şevket Esendal, 1934 yılında yayımlanan Ayaşlı ile Kiracıları romanında toplumun bu kesimlerini anlatır.
Köşk ve konaklarda yaşayan üst düzey zenginlerden farklı olarak, toplumun üst orta ve orta sınıflarından insanlar genellikle apartmanlarda yaşarlar. Üst orta sınıfa ait olanlar, genellikle ev sahibidir, orta sınıf ise bunların kiracısıdır. Çoğunlukla bir apartman dairesinin tamamı değil, bir odası kiralanır. Mutfak, banyo ortaktır. Bu evlerin çoğunda elektrik ve kalorifer vardır. Yemek masada ve çatal kaşıkla yenir. Çocukların temel eğitimi sorunsuz bir şekilde, kesintisiz sürdürülür. Alt orta sınıf da genellikle müstakil evlerde oturur, ancak bu evler genellikle kentlerin eski mahallelerinde yer alır ve ahşaptır. Betonarme binalarda oturmak, orta sınıfın daha üst kesimlerinin ayrıcalığı kabul edilir. Binalarda elektrik ve kanalizasyon yoktur. Aydınlatma gaz lambası ile, ısınma sobayla sağlanır. Alt orta sınıf insanlarının ekonomik durumu kırılgandır, sınıf atlama ya da orta sınıf içinde yükselme şansları düşük, yoksullaşma ve sınıf düşme ihtimalleri yüksektir. Bir hastalık, ailede bir ölüm veya başa gelen bir talihsizlik, toplumun bu kesimini hızla yoksulluğa, hatta sefalete sürükleyebilir.
Orhan Kemal’in Suçlu romanında bu kesimden ailelerden birinin hikayesi anlatılır: Bir şirkette mutemet olarak çalışan İhsan Efendi, üç bin yüz yetmiş lirayı çaldırır ve hem kendi hayatı, hem de onlu yaşlardaki oğlu Cevdet’in hayatı mahvolur. Romanda, bir davanın takibi için talep edilen avukatlık ücretinin 500 lira olduğu yazılıyor. Buradan İhsan Efendi’nin hayatının perişan olması için, avukatlık bedelinin yaklaşık altı katı bir parayı çaldırmış olmasının yeterli olduğunu anlıyoruz.
2.3 Yoksullar ve MülksüzlerToplumun yoksul ve mülksüz kesimleri ise, tahminen o yıllardaki toplam nüfusun u-80’ini oluşturuyor. Bunların üst katmanlarında, yaşamını iyi kötü sürdürebilenler yer alıyor. Bunların çok büyük çoğunluğu köylerde yaşıyor, ancak ihtiyaçlarının önemli bir kısmını pazardan değil, kendi emekleriyle ürettikleri için sefalet çekmiyorlar. Buna karşılık tüketimleri çok düşük seviyede ve kendilerine ait mülk hemen hemen hiç yok. Vrsa da, bu mülkten rant geliri elde etmek çok zor. Yoksulların üst katmanlarında olanların küçük bir kısmı, sanayi işçisi ve küçük memur/katip olarak çalışanlar. Bunlar emeklerini ücret karşılığı kiralıyor, bunun karşılığında da ancak yaşamlarını sürdürecek kadar gelir elde edebiliyor. Genellikle eğitimlerini bile sürdürecek bir gelire sahip değiller, çoğu ilkokulu dahi bitiremiyor, çünkü toplumun bu kesimlerinde, ailenin çocuğa katkısı olmadığı gibi, tam tersine çocuğun aile bütçesine katkıda bulunması bekleniyor. Bu nedenle de çalışmaya çok erken yaşta, genellikle de 13-14 yaşlarında başlamak gerekiyor.
Orhan Kemal Avare Yıllar, Cemile, Devlet Kuşu, Hanımın Çiftliği, Murtaza romanlarında bu kesimden insanların, kentlerde sanayi işçisi olarak çalışanlarının hayatını anlatıyor.
Bu insanların 1930’lardaki aylık geliri 25-30 lira, 1940’ların sonundaki aylık geliri ise satın alma gücündeki aşınmaya bağlı olarak 80-100 liraya kadar yükseliyor. Genellikle müstakil evlerde değil, ahşaptan yapılma avlu-ellerinde kira karşılığı oturuyorlar. Gelirlerinin yaklaşık onda birini, oda kirası olarak veriyorlar ve çalışabilir durumda olan herkes çalışıyor. Kazanç bir ortak bütçede toplanıyor ve ailenin yaşlı erkeği (baba veya büyük ağabey) bu toplam gelirin harcama dağılımına karar veriyor. Genellikle yaşamlarını sürdürebiliyor, ancak ondan ötesini hayal bile edemiyorlar.
Fabrika işçilerinin usta başı, tarım işçilerinin ırgat başı olanlarının genellikle küçük de olsa bir ek gelirleri var. Örneğin Cemile‘de dokumacı Musa Usta’nın kendisine ilave gelir yaratan evleri var:
“Tapu ve Kadastro kayıtlarında ‘bir küçük ev olarak gözüken 368 plaka numaralı ev, mahallenin öteki evleri gibi yıkılmaya yüz tutmuştu. Yağmur yiye yiye, güneşte kuruyup çatlaya, fırtınalara göğüs gere aşınmış, öne kaykılmış, bütün tahtaları çürümüştü. … Bundan başka, kocaman avluyu çevreleyen yan yana odalarda birer buçuk, ikişer lira aylıkla işçilere kiralanmıştı. Otuz kırk aileyi barındıran bütün bu avluya ‘Musa’ların Avlusu’ denirdi. Alt Kattaki odalardan birinde İzzet Usta, öbüründe de Cemileler aylığı ikişer buçuk liraya oturmaktaydılar.”
Bereketli Topraklar Üzerinde romanında ise hem fabrikadaki ustabaşı, hem de çiftlikteki ırgatbaşı işçilerin yevmiyesinden kesiyor, ırgatbaşı, yeğeni ile beraber işçilere molalarda çay ve esrar satarak ilave gelir yaratıyor. Fabrikada ustabaşı, çiftlikte ırgatbaşı aynı zamanda üst sınıflardaki insanların işbirlikçisi konumunda; üretim örgütlenmesinin orta üst basamaklarında, yoksulların üst katmanlarında yer alan bu insanlar, “işçi aristokrasisini” oluşturuyorlar. Daha alt katmanlardaki düz işçilerin en büyük hayali, bunların yerini alabilmek.
2.4 En AlttakilerToplumun en alt katmanlarında ise sefiller yer alıyor. Bunlar genellikle suçlular, fahişeler, düşkünler, çalışamaz durumda olanlar, geçici işçiler, hamallar, vs.. Orhan Kemal 72. Koğuş‘ta bunların cezaevine düşmüş olanlarını anlatıyor. Bu “adem babaların” üstlerine giyecek giysileri bile yok. Öykülerinden birinde de, kocası fahişelere para yedirdiği için çocuğu günlerce aç kalan bir işçi karısının, çocuğunun karnını doyurabilmek için, inşaat bekçisi ile bir lira karşılığında fuhuş yapması anlatılıyor.
Yoksulların kendi içlerinde bile bir rekabet ve çatışma var. Cemile‘de isyan eden işçilerin yerine, İstanbul ve İzmir’den işçi getirme fikri ortaya atılıyor, ancak bir sorun var:
“Türkiye’nin en uyanık işçi bölgelerinden getirilecek işçiler… Onlar bizim yerli işçilerin katlandıkları hayat şartlarına tahammül ederler mi? … İzmir yahut İstanbul’dan gelecek işçiler hemen hemen bizim muhasebe servisindekilerle eşittirler. Gözleri açıktır. Amirlerinin azarına, dayağına filan kolay kolay boyun eğmezler. Asıl fenası, İzmir yahut İstanbul’dan gelecekler gelirken dansları, müzikleri, banyoları, haftalık temiz elbiseleriyle filan gelecekler. Bizim sakin, durgun, kendi halinde, fazlasını istemeyi bilmeyen yerli işçilerimize tesir yapacak, gözlerini açacaklar. Çok geçmeden bildiğiniz gibi, bir işçi bunalımıyla karşı karşıya geleceğiz.”
Murtaza‘da ise, fabrikaya bekçi olarak alınan Murtaza ile Kontrol Nuh ve diğer işçiler arasındaki rekabet ve çatışma anlatılır.
3. Özet ve DeğerlendirmeCumhuriyet’in ilk yıllarından 1950’lere kadar geçen yaklaşık 30 sene boyunca toplumsal gelir grupları ve bu grupların toplam nüfus içindeki tahmini oranları şu şekilde görünüyor: En tepede nüfusun %3-5’ini oluşturan bir zengin azınlık, onların altında nüfusun %6-8’ini oluşturan bir üst orta sınıf, toplumun -15’ini oluşturan bir orta ve alt orta sınıf. Bu sınıfların altında, yaklaşık -15’lik bir üst-yoksul tabaka, altta P-55’lik bir yoksullar, mülksüzler sınıfı ve en altta -15’lik bir düşkünler, sefiller tabakası.
Toplumu oluşturan kesimlerin yüzdesel dağılımı benim öznel tahminimdir ve herhangi bir araştırmaya veya somut veriye dayanmamaktadır. O yıllara ait sağlıklı gelir kaydı da mevcut değil. Oransal dağılımlar tartışmaya açık olsa da, toplumsal tabakaların iktisadi/kültürel yapıları biraz daha net. Türk edebiyatında da, o dönem yazarlarının gözlemleri ve tespitleri bu yapıları teyit ediyor.
Toplumun en tepesindeki zengin azınlığın servetinin kökeni ya aileye dayanıyor, ya da Osmanlı’nın çöküşü ve cumhuriyetin kuruluşu dönemindeki kargaşada oluşan dinamiklere. Osmanlı’da özel mülkiyet oldukça sınırlı ve servet birikimi toplumun küçük bir kesiminin lüksü olduğu için, sonraki nesillere devredilen servetten payını alabilenler büyük çiftlik sahiplerinin, zengin tüccarların, Osmanlı devlet aristokrasisini oluşturan kapıkulu, ulema ve paşalarının, yerel eşraf ve ağaların torunları. Bir de o dönemde servete konanlar var: Hıristiyan azınlıklar, ülkeyi terk ederken servetlerini haraç mezat elden çıkartmak zorunda kalır veya düpedüz kaptırırken, o servetlere vurgunculuk veya gasp yoluyla el koyanlar ve Balkan Savaşlarından İstiklal savaşının bitişine kadar geçen dönemde karaborsacılık yaparak, ya da “fırsatları değerlendirerek” zenginleşenler de toplumun en tepedeki zengin azınlığını oluşturuyor. Bu kesimlerin kültürel olarak homojen bir kütle olmadıkları çok açık. Servete erişim yolu ne olursa olsun, kültürel ayrılıklar oldukça belirgin. Kent kökenli olanlar, genellikle eğitimli, birden fazla yabancı dil biliyor, Avrupa’yı tanıyor ve Avrupalı burjuvalara yakın zevkleri var. Kırsal kökenli olanlar ise daha geleneksel yaşıyor, yenilikleri ve eğitimlileri kendilerine tehdit olarak görüyor.
Üst orta sınıfı oluşturanlar, genellikle en tepedeki zengin azınlığın akrabalık ve hısımlık yoluyla bağlı oldukları, daha genç kesimler. Bunların önemli bir kısmı meslek ve diploma sahibi. İçlerinde Avrupa’da ve Amerika’da eğitim alanlar da var. Bunlar muhtemelen 1930-1950 döneminin hem emek, hem de sermaye gelirine sahip nadir kesimlerini oluşturuyorlar. En zenginler gibi bunlar da köşk ve konaklarda yaşıyorlar. Eğlenmeyi, para harcamayı seviyorlar. Üst orta sınıfa yeni katılan bir başka kesim, genellikle memuriyetlerinde görevi suiistimal ederek ilk sermayeyi oluşturmuş, daha sonra da 1940’ların başındaki savaş döneminde vurgunculuk ve karaborsacılık yoluyla servetini büyütmüş olanlar. Ekonomik büyümenin ve sınıfsal geçişkenliğin çok yavaş olduğu bu dönemde zenginleşenlerin servetlerinin yatırım zekasına dayandığını varsaymak için hiçbir neden yok.
Orta ve alt-orta sınıf genellikle kentlerde yaşayan, memurluk, katiplik, muhasebecilik gibi işleri yapan, orta düzey eğitimli insanlardan oluşuyor. Bu kesimlerin kültürel olarak birbirine çok yakın olduğu, farkın genellikle hane halkını oluşturan kişi sayısına bağlı olduğu görülüyor. Daha küçük ailelerin, hane halkı sayısı daha yüksek ailelere göre biraz daha konforlu yaşama şansı var. Kalabalık aileler şehrin eski mahallelerinde ve ahşap konutlarda otururken, küçük aileler apartman dairelerinde kira karşılığı oturuyorlar. İkincilerin birincilere göre elektrik, kanalizasyon, kalorifer gibi ayrıcalıkları var. Orta ve alt-orta sınıf arasında belirgin bir gelir farkı yok. Farkı, gelirin kişi başı dağılımı belirliyor. Kültürel olarak toplumun bu katmanları genellikle daha modern: Yemek yerde değil masada, çatal bıçakla yeniyor, dışarıda yemek, bar, sinema gibi etkinliklere ayrılan bir bütçe var, eğitime devam etme eğilimi çok yüksek. Sadece alt-orta sınıf biraz daha kırılgan ve küçük bir sarsıntıda sınıf düşme riski var.
Toplumun alt katmanlarında yaşayanların üst tabakalarında ya ustabaşı, ırgatbaşı gibi işçi aristokrasisini oluşturanlar var veya bakkallık, mağazacılık gibi küçük esnaf işi yapanlar. Mübadele sonrası iskan politikaları da, alt katmanlardaki dağılımı belirliyor gibi görünüyor. İskan politikaları sayesinde küçük de olsa bir mülk edinebilenler, üst orta tabakada yer alıyor gibi görünüyor. İşçi aristokrasisini oluşturanlar, kendi kazançlarının dışında ya gasp yoluyla vasıfsız işçilerin de kazançlarının bir kısmına el koyuyor veya sahip oldukları düşük değerli emlaki kiralayarak küçük de olsa bir sermaye geliri elde ediyor. Ancak ekonomik durgunluğun yaşandığı 1930 ve 1940’larda küçük sermaye gelirleri bile sınıf atlamaya yetmiyor. Gene de yoksulların bu kesimi, sınıf atlamaya en yakın olanlar. Kültürel olarak kentli orta sınıfa yakın değiller; geleneksel yaşıyor, şiveli konuşuyor, kalabalık aileler biçiminde ve pederşahi yaşıyorlar.
Yoksulların mülksüz, ancak iş güç sahibi kesimleri sefalet çekmiyor. Genellikle çok küçük yaşta çalışmaya başlıyor, bir ortak aile bütçesi içinde geçinmeye çalışıyorlar. Tüketimleri minimum düzeyde, giysilerini sürekli yamalar dikerek tekrar giyiyor, en düşük kent konforu içinde yaşıyorlar. Okul bitirme ve diploma alma şansları çok düşük. Yoksulların büyük çoğunluğu ise köylerde yaşıyor. Yiyecek ihtiyacını kendi emeğiyle karşılıyor, giysilerini ya kendi üretiyor veya köy ekonomisi içinde takasla elde ediyor. Kazançları ve gelirleri toprağa ve kırılgan köy ekonomisine bağlı olduğu için, zaman zaman mevsimlik işçi olarak kentlere gidiyorlar. Kentle bu temas sayesinde gözleri açılıyor, kentli zevkleri ile tanışıyor, kent sosyolojisine uyum sağlamaya çalışıyorlar. Kentten köye genellikle radyo, pikap, şapka, pantolon gibi yeni “oyuncaklarla” dönüyorlar, bu da şehir görmemiş olanların kent dünyası ile dolaylı temasını sağlıyor.
En alttaki sefil ve düşkünler ya beden gücü dışında en ufak bir vasıf bile gerektirmeyen hamallık, seks işçiliği gibi işlerde çalışanlar veya suçlular, hastalar, düşkünler, kimsesizler. Bu kesimlerin mülkü olmadığı gibi, herhangi bir umudu da yok.
Edebiyatımız toplumun her kesiminden insanı anlatan roman ve öykülerle dolu. Genellikle en zenginler ve en yoksullar edebiyatçılarımızın ilgi alanına giriyor, çünkü edebiyat okurlarının çok büyük çoğunluğu orta sınıflar. Doğal olarak da kendi hayatları dışındaki dünyaları okumak onlara daha çekici geliyor. Edebiyatımızda orta sınıfı konu alan eserler, heyecan verici öykülerle beslenmek zorunda. Trajediler, sarsıcı ve fırtınalı aşklar, akıl almaz maceralar, cinayetler gibi zenginleştirici ögeler yoksa, orta sınıf yaşamları, edebiyata konu olamayacak kadar sıkıcı.
Kabaca 1950’ye kadar süren durgun sosyoekonomik süreç, 1950’lerden itibaren hareketlenmeye başlıyor. Bu tarihten itibaren Türkiye tarihinde çok fırtınalı bir dönem başlıyor. Toplum hem göçlerle fiziksel olarak, hem sınıfsal geçişkenlikle ekonomik olarak, hem de toplumun çok farklı kesimlerinin birbiriyle teması dolayısıyla kültürel olarak hareketleniyor. Sonraki 70 yıl, çok büyük krizler, çalkantılar ve şiddetli toplumsal çatışmalarla geçiyor.
May 15, 2021
Sosyonomik Görünüm, Mayıs 2021
Kısa 20. Yüzyıldan Uzun 21. YüzyılaNeyin gelmekte olduÄunu tam olarak bilmiyorum, ama gelen her neyse, ona gülerek gideceÄim.
Herman Melville, Moby Dick, 1851
Büyük krizlerle geçen 20. yüzyılın, insanlık tarihinin en çalkantılı çaÄı olduÄu düÅünülüyordu: Yüzyıl, büyük keÅif ve icatlarla baÅlamıÅ, 1914-1945 yılları arasında yıkıcı savaÅlar, isyanlar, devrimler, ekonomik buhranlarla devam etmiÅ, 1950’lerden itibaren Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da sayısız yeni ulusun devletleÅmesi ve bu ulusları çatısı altına alan geniÅ birliklerin, uluslararası kurumların kurulmasıyla yeni bir evreye girmiÅ, yüzyılın sonunda iki kutuplu dünyanın çökmesiyle sona ermiÅti.
1944’te yayımlanan Büyük DönüÅüm (The Great Transformation) isimli kitabının ilk cümlesinde ifade ettiÄi üzere, Macar asıllı Amerikalı siyaset bilimci Karl Polanyi’ye göre 19. yüzyıl 1914 yılında sona ermiÅti. İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm da, 1994 yılında yazdıÄı Kısa 20. Yüzyıl: AÅırılıklar Tarihi (The Age of Extremes; The Short Twentieth Century) isimli kitabında 20. yüzyılın 1914 yılında baÅlayıp 1994 yılında sona erdiÄini ileri sürmüÅtü. Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama ise 1992 yılında yazdıÄı Tarihin Sonu ve Son İnsan (The End of History and the Last Man) isimli kitabında, Batı tipi liberal demokrasilerin dünya genelinde kazandıÄı mutlak zaferle, insanlıÄın ideolojik evriminin tamamlandıÄını ve tarihin sonunun geldiÄini iddia etmiÅti.
2000’li yıllar, adına küreselleÅme denen, insanların, Åirketlerin, paranın, bilginin, yeryüzünü ulusal sınır tanımaksızın, büyük bir hızla dolaÅtıÄı bir süreçle baÅladı. Bilgi teknolojilerinde devrim niteliÄindeki buluÅların teknolojik uygulamalara dönüÅtürülmesi ve ekonominin, finansın, kültürün, gündelik yaÅayıÅın bu sürece göre Åekillendirilmesiyle yeryüzünde yaÅam büyük bir hızla deÄiÅti.
Sakin ve huzurlu bir yüzyıl olacaÄı düÅünülen 21. yüzyılın, henüz ilk çeyreÄi tamamlanmadan, dört önemli olay yaÅandı:
11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik terör saldırıları önemli bir dönemeç oldu. ABD’nin en önemli simgelerinden “İkiz Kuleler” teröristlerce ele geçirilen uçakların çarpması sonucu yıkıldı, bu eylemle eÅ zamanlı olarak kaçırılan bir baÅka uçak da ABD Savunma BakanlıÄı’nın karargahı olan Pentagon’a çarptı. Bu saldırıların ardından ABD, bazı OrtadoÄu ülkelerini Åer Ekseni olarak isimlendirerek, teröre karÅı Ãnleyici SavaÅ kavramını geliÅtirdi. 1990’ların sonunda zengin ve yoksul ülkeler arasında bir Kuzey-Güney ayrıÅması tartıÅılırken, ABD’de Bush yönetiminin geliÅtirdiÄi Åer Ekseni söylemiyle yeni bir uygarlıklar çatıÅması kavramı gündeme geldi.
2007 yılının sonlarında, ABD’de eÅik altı mortgage piyasasının çöküÅüyle baÅlayan finansal kriz, 2008’de bütün dünyaya yayıldı. Kısa bir zamanda finansal kuruluÅlar, bankalar, Åirketler iflasın eÅiÄine geldi. Kriz 2010 yılında Avrupa’ya sıçradı ve Avrupa’nın bazı küçük ve orta boy ülkelerinde borç krizleri patlak verdi. Dünyanın bütün önemli merkez bankaları, bu dönemde krizi durdurabilmek için kolaylaÅtırma ve parasal geniÅleme paketleri açıklamak zorunda kaldılar.
2016 yılında BirleÅik Krallık’ta düzenlenen referandumda, Avrupa BirliÄi’nden ayrılma kararı çıktı. KuruluÅundan beri yeni üyelerin katılımıyla sürekli geniÅleyen Avrupa BirliÄi, ilk kez ve en önemli üye devletlerden birini kaybederek küçülme yoluna girdi. Avrupa BirliÄi ile BirleÅik Krallık arasında dört sene süren Brexit müzakereleri, 2020 yılının Aralık ayında sonuçlandı. 2016 yılında dünya tarihi bakımından bir baÅka önemli geliÅme daha yaÅandı. ABD BaÅkanlık seçimlerini, tahminlerin aksine Donald Trump kazandı. Amerika tarihinin en tartıÅmalı baÅkanlarından biri olan Trump, 2020 yılında ikinci kez girdiÄi BaÅkanlık seçimini kaybedene kadar pek çok tartıÅmalı karara ve politikalara imza attı. Trump’ın geliÅi gibi gidiÅi de olaylı oldu: 6 Ocak 2021 günü, ABD Kongresi’nin 2020 Kasım’ında yapılan BaÅkanlık seçimi sonuçlarını tescil etmek üzere yaptıÄı toplantı Trump taraftarlarınca basıldı. Güvenlik güçleri Trump taraftarlarını ateÅ açarak durdurmak zorunda kaldı.
2019 yılının son günlerinde, Ãin’in Wuhan eyaletinde tespit edilen yeni tip korona virüs, hızla dünyaya yayıldı ve önce bazı Asya ülkelerinde, daha sonra İtalya ve İran’da kitlesel ölümlere yol açtı. Covid-19 olarak isimlendirilen salgın, 11 Mart 2020 günü, Dünya SaÄlık Ãrgütü tarafından pandemi ilan edildi. Salgın, bir kaç ay içinde bütün dünyaya yayıldı, 14 Mayıs 2021 itibarıyla resmi kayıtlara göre yeryüzünde 162 milyondan fazla insanın testi pozitif çıktı, 3,3 milyondan fazla insan Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti. Gerçek hasta ve ölüm sayılarının resmi rakamların çok daha üstünde olduÄu tahmin ediliyor. Pandemi sadece bir saÄlık sorunu olarak da kalmadı, ülke ekonomilerini durgunluÄa ve daralmaya sürükleyen etkileri de oldu.
Henüz 21. yüzyılın ilk çeyreÄi tamamlanmadan yaÅanan bu dört önemli geliÅmenin paralelinde, en az bunlar kadar önemli baÅka geliÅmeler de oldu. OrtadoÄu coÄrafyasında ABD ve müttefiklerinin iÅgali ile baÅlayan süreçte Irak, Libya, Suriye bölündü. 2010’larda Arap Baharı olarak isimlendirilen isyan dalgasında bölge istikrarsızlaÅtı, merkezi yönetimlerin etkisi zayıfladı, Rusya’nın da müdahalesiyle uluslararası güçlerin dahil olduÄu yerel ölçekli çatıÅmalar ve savaÅlar baÅladı. OrtadoÄu’daki çatıÅma, Avrupa’da terör eylemlerine ve OrtadoÄu’dan Avrupa’ya doÄru büyük bir göçmen dalgasına yol açtı. Uzun yıllar hızlı bir büyümeyle güçlenen Ãin, dünyanın en büyük üretim ve ihracat merkezine dönüÅtü. Sovyetler BirliÄi’nin daÄılmasının ardından, bazı eski DoÄu Bloku ülkelerinin Avrupa BirliÄi ve ABD’ye yaklaÅması sonucu, baÅta Ukrayna olmak üzere Rusya’nın komÅusu bazı ülkeler istikrarsızlaÅtı. Brezilya ve Hindistan, önemli hammadde ve imalat merkezleri olarak öne çıkmaya baÅladı. İnternet ve mobil iletiÅim büyük bir hızla dünyaya yayıldı, yeryüzünde yaygın bilgi ve iletiÅim aÄları oluÅtu. Sosyal medya geleneksel medyanın yerini aldı. 2009’dan itibaren merkez bankalarının parasal geniÅleme politikaları, servetlerin çok küçük azınlıkların elinde toplanmasına, büyük çoÄunlukların ise yoksullaÅmasına neden oldu. Yenilikçi teknolojiler, geleneksel mesleklerin büyük bir hızla ortadan kalkmasına yol açtı. Sosyal devletin küçülmesi ve üretimin Asya ülkelerine kayması sonucu, geliÅmiŠülkelerin özellikle mavi yakalı iÅçilerinde göçmenlere ve yabancılara karÅı öfke büyüdü, milliyetçilik ve aÅırı saÄ eÄilimler arttı. Ãzellikle geliÅmekte olan ülkelerde otoriterlik yükseldi. 2010’larda merkezi parasal sistemlere karÅı kripto paralar yaygınlaÅtı.
Küresel IsınmaBütün bu krizlerin gerisinde, uzun vadede yeryüzündeki yaÅamı etkileyecek çok daha önemli bir kriz potansiyeli yatıyor: Küresel Isınma.

Ãzellikle 1970’lerden beri karalar ve okyanuslar, insan etkinlikleri sonucu atmosfere salınan karbondioksit gazına baÄlı olarak ısınıyor. Kara ve okyanuslarda ısınma, 1880’e göre ortalama 1°C arttı. EÄer acil önlemler alınmazsa 21. yüzyılın sonunda yeryüzünde ortalama sıcaklıÄın, sanayi devrimi öncesine göre 2.7 ila 3.1°C artma ihtimali var. İyimser senaryoya göre, üretim ve tüketim kalıplarındaki deÄiÅimle 2020-2030 yılları arasında karbon salınımı durdurulabilirse, sıcaklık artıÅının 2.4°C ile sınırlanması mümkün.

Yeryüzü sıcaklıÄının yeniden sanayi öncesi dönemdeki seviyeye gerilemesi için, karbon salınımını durdurmak da yetmiyor, aynı zamanda atmosferdeki karbondioksitin tahliye edilmesi ve sera etkisinin ortadan kaldırılması gerekiyor. Oldukça maliyetli yatırım ve yeni teknolojiler gerektiren bu ihtimal Åimdilik gerçekçi görünmüyor. Dolayısıyla, yeryüzünü yaÅanabilir sınırlarda tutabilmek için hiç zaman kaybetmeden üretim ve tüketim kalıplarını deÄiÅtirmek, doÄa dostu enerji kaynaklarına dayalı teknolojileri yaygınlaÅtırmak, yeryüzündeki ormanları korumak ve orman alanlarını geniÅletmek gerekiyor.
Covid-19 salgınıCovid-19 salgını, insanlıÄı tam da böylesine büyük sorunlarla uÄraÅtıÄı bir dönemde yakaladı. 14 Mayıs 2021 günü itibarıyla, Åu ana kadar resmi olarak rapor edilen vaka sayısı 160 milyonu, Covid-19’a baÄlı ölümlerin sayısı 3,3 milyonu geçti.

Günlük vaka sayısı ise, 30 Nisan 2021’de 821,000’e kadar yükseldi.

Covid-19’a baÄlı günlük ölüm sayısı, 2021 yılı Ocak ayının ortalarında 15.000’in üzerine çıkmıÅtı. Nisan ayında, özellikle Hindistan ve Brezilya’dan gelen sayılarla yeniden 15.000’e yaklaÅtı. Ancak özellikle Asya ve Afrika’da Covid-19’a baÄlı ölüm sayıları, rapor edilen ölüm sayılarından çok daha yüksek olabilir. Bir araÅtırmaya göre, dünya genelinde yıllık ölüm sayıları, geçen yıllara göre 7-13 milyon arasında arttı. Bu ölümlerin bir kısmı rapor edilmeyen Covid-19’a baÄlı ölümler olabileceÄi gibi, saÄlık hizmetlerinin aksaması, kronik hastaların hastane yerine evde tedavi edilmesi gibi salgınla dolaylı iliÅki içinde olabilir. 2021 yılında, geliÅmiŠülkelerdeki yaygın aÅılamaya baÄlı olarak vaka ve ölüm sayısının hızla azalması bekleniyor. Ancak aÅıya eriÅim sorunu yaÅayan yoksul ülkelerde, kitlesel ölümlerin hızlanarak devam etme riski var.
Büyük SıfırlamaPek çoÄu birbirine doÄrudan veya dolaylı baÄlı bu sorunların çözümü, hiç zaman kaybetmeden acil bir yenilenmeyi gerektiriyor. 2020 yılının Haziran ayında düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nun 50. toplantısında, dünyada gitgide büyüyen sorunların büyük yıkımlara yol açmaması için alınması gereken acil önlemler tartıÅıldı. Toplantıya verilen isim ise Büyük Sıfırlama (Great Reset) oldu. Büyük Sıfırlama fikrinin gerisinde, Endüstri 4.0 kavramını da ortaya atan, Dünya Ekonomik Forumu direktörü, Alman mühendis ve ekonomist Klaus Schwab var. Schwab’a göre Büyük Sıfırlama üç ana baÅlıkta gerçekleÅmeli:
Mevcut ekonomik sistemler paydaÅ ekonomisine (stakeholder economy) dönüÅmeli. Bu görüÅün gerisinde, kapitalizmin temel motivasyonlarından vaz geçmek yerine, Åirketlerin ortaklar ve yöneticilerin hırslarından arındırılması, toplumun ve dünyanın yararına iÅletilmesi düÅüncesi yatıyor. BaÅka bir deyiÅle, pazar ekonomisinden ve kar güdüsünden vaz geçmeye gerek yok; aÅırı dengesizliklere neden olan hırs ve kiÅisel çıkar kaygılarını törpülemek yeterli. Ekonomiler, esneklik, adalet ve sürdürülebilirlik temellerinde yeniden yapılandırılmalı, çevre, toplum ve yönetiÅim metriklerine uygun olarak daha çevre dostu altyapı yatırımlarının teÅvik edilmesiyle pekiÅtirilmeli.Dördüncü Sanayi Devrimi’nin yeni buluÅları toplum yararına kullanılmalı.Dünya Ekonomik Forumu’na da taÅınan arayıÅların gerisinde, yeryüzünde kurulu mevcut düzenin topyekun çökmesi ve öngörülemeyen bir süre için savaÅlarla, isyanlarla, devrimlerle dolu bir kaos dönemine girilmesi endiÅesi yatıyor.
Sanayi Devrimi ve ardından gelen Aydınlanma Devrimi, yeryüzünde her 30-35 senede bir, büyük sıfırlamayı ve yeni bir düzenin kurulmasını zorluyor. 1873’te Viyana Borsası’nın çöküÅü ile baÅlayan ve 1896’ya kadar süren Uzun Buhranın etkileri 20. yüzyılın baÅlarına kadar sürmüÅ, nihayetinde 1914’te baÅlayan 1. Dünya SavaÅı’na yol açmıÅtı. SavaÅlar, ekonomik buhranlar ve toplumsal alt üst oluÅla geçen 1914-1945 döneminin ardından 1980’e kadar devam eden yeni bir döneme geçilmiÅ, küreselleÅme, finansallaÅma, özelleÅtirmelerle geçen neo-liberal dönemin ardından 2008’de dünya bir kez daha, bu sefer ABD borsalarından baÅlayıp bütün dünyaya yayılan bir ekonomik krizle sarsılmıÅtı. 2008 krizinin ardından gelen parasal müdahaleler, ekonomileri yatıÅtırmıŠolsa da, toplumsal ve çevresel fay hatlarını daha büyük depremler yaratmak üzere yüklemiÅ görünüyor.
Bu gerilimler dünyayı, sadece ekonomik olarak deÄil, ahlaki, kültürel ve siyasal bir sürdürülemezliÄe ve nihayetinde daÄılmaya götürüyor. Covid-19 salgını, bu süreci daha da hızlandırmıŠgörünüyor.
Dünyanın yönetici seçkinlerinin en üst düzeydeki toplantısında, hem de dramatik bir isimle dile getirilen deÄiÅim zorunluluÄu, Åüphecileri harekete geçirmekte gecikmedi; dünyanın karmaÅık sisteminin nasıl iÅlediÄi ve neye dönüÅtürülmek istendiÄi konusunda spekülasyonlar birbirini izledi. Tepkilerin bir kısmı, özellikle salgın döneminde servetleri astronomik bir Åekilde katlanan zenginlerin, özgürlükleri sınırlandırmak ve dünyayı denetim altına almak üzere Yeni Dünya Düzenini kurmak istedikleri iddiasına dayanıyor. Dünyanın en zenginleri arasında, finans ve teknoloji alanında yatırımlar yapanların en baÅlarda yer alması, bu iddiaları destekliyor. Dünyanın en zenginleri arasında yer alanlardan Jeff Bezos’un Åirketlerindeki kötü çalıÅma koÅulları, Elon Musk’ın kripto para piyasasında büyük dalgalanmalara neden olan mesaj ve açıklamaları, Bill Gates’in, Mark Zuckerberg’in zihinlerde veri güvenliÄi konusunda yarattıÄı kuÅkular, Warren Buffett’ın servetini finansal yatırımlarla kazanmıŠolması, kurulmak istenen dünya düzeninin hak ve özgürlükleri daraltıcı nitelikte olma ihtimalini arttırıyor. Dünyanın en zenginleri, kendileri ve servetleri hakkındaki kuÅkuları gidermek ve kamuoyunda sempati oluÅturabilmek için, hayırseverlik kartını kullanıyor, bazen “hayırseverliÄin” miktarı, akıllara durgunluk verecek seviyelere çıkıyor. Ancak bu giriÅimler, sempati yaratmak bir yana, tepkileri daha da arttırıyor. “Hayırseverlik adına”, kolayca vaz geçilebilecek meblaÄların büyüklüÄü, bu servetlerin nasıl yapıldıÄına dair kuÅkuları daha da büyütüyor. Bu da bir tür negatif geri besleme döngüsünü harekete geçiriyor. Dünyada milyonlarca insan iÅe, tatminkar bir gelire, sosyal haklara ulaÅamazken, kısacık ömürler içinde bu kiÅisel servetlerin nasıl yapıldıÄı sorgulanıyor. Bu servetlerin, nesilden nesle miras yoluyla aktarılması ihtimali ise, sınıf uçurumlarını, adaletsizlikleri daha da arttıracak bir gözetim toplumu kurulmak istendiÄi düÅüncesine yol açıyor.
Dünyada yavaÅ yavaÅ bir görüŠbirliÄi oluÅuyor: Toplumsal iÅlevini çoktan yitirmiÅ bu ölçekte kiÅisel servetler, toplum yararına kullanılmalı; özellikle de dünyanın bir yarısı iklim deÄiÅimi, hastalık salgını, su kaynaklarının tükenmesi gibi yaÅamsal sorunlarla yüz yüze iken.
AÅılarda patent hakkının kalkması gerektiÄi fikri, tam da bu tartıÅmaların ortasında gündeme düÅtü. Yeryüzünde yaÅayan insanların bir kısmını aÅılayıp bir kısmını aÅılamamanın salgının sona erdirilmesinin önündeki en önemli engellerden biri olduÄu açık. Bütün insanlıÄı etkileyen bir salgında, Åirket ve Åahısların aÅı üretimi ile büyük servetler edinmesi ne kadar adildir? Bu konuda farklı fikirler var: AÅılarda patent hakkının kaldırılması ve aÅının bütün ülkelere ve insanlara bedava temin edilen bir ürün olması gerektiÄini savunanlar, toplum saÄlıÄının alıÅveriÅe ve pazar iliÅkilerine konu olamayacaÄını savunuyor. Aksi görüÅte olanlar ise, aÅı üretiminin, tahmin edilenden çok daha kısa sürede gerçekleÅmesini serbest pazar ekonomisine dayalı kapitalizmin üstünlüÄüne yoruyor ve aÅı üreten Åirketlerin patentlerinin kamulaÅtırılması ve/veya kazançlarının sınırlandırılmasının, insanlıÄın ilerideki zamanlarda karÅılaÅacaÄı baÅka salgınlarla mücadeleye ket vuracaÄını söylüyor. Bu konuda da komplo teorileri bitmiyor: EÄer aÅı üretimi çok kazançlı bir sektörse ve milyonlarca insana satılan aÅılar büyük servetlere yol açabiliyorsa, laboratuvar koÅullarında üretilmiÅ bir virüsün topluma salınması, ya da bir salgının yayılmasının önüne geçilmemesi neden ihtimal dıÅı olsun?
TartıÅmalar bu Åekilde dallanıp budaklanırken, en azından bir aÅama geçilmiÅ, bir konuda yavaÅ yavaÅ uzlaÅı saÄlanmıŠgibi görünüyor: KiÅisel kazançlar, toplumsal refahı engelleyecek, ahlaki, siyasi, toplumsal krizleri tetikleyecek düzeyde olmamalı.
Peki, hangi düzeyde olmalı? Bu düzey nasıl temin edilmeli?
Maliye Politikaları / Para Politikaları1945-1980 döneminde, devletlerin önceliÄi maliye politikalarındaydı. Bir tarafta 2. Dünya SavaÅı’nın yıkımını ortadan kaldırmak ve dünya ekonomisini yeniden iÅler hale getirmek, diÄer taraftan savaÅtan büyük prestijle çıkan Sovyetler BirliÄi’nin etkisini kırmak ve sosyalist düÅüncelerin yayılmasını engellemek gerekiyordu. Toplumsal ruh hali de, iki büyük savaÅa yol açtıÄı ve insanlıÄı 30 yıllık bir kaosa sürüklediÄi düÅünülen zenginlere bedel ödetilmesi gerektiÄi düÅüncesini destekliyordu. 1910’lardan itibaren emperyalizme dönüÅen kapitalizme bir çeki düzen vermek gerekiyordu. Kıta Avrupa’sında sosyal demokratlar, Britanya’da İÅçi Partisi ve ABD’de Büyük Buhran sonrasından baÅlayarak Demokratik Parti, servetin ve refahın topluma yaygınlaÅtırılması amacıyla refah devleti politikaları uygulamaya giriÅti. Sadece yüksek gelirlere deÄil, servetlere de oldukça yüksek seviyede vergiler kondu. Devletler, zenginliÄin yeniden ve toplum lehine daÄıtılması için aktif birer oyuncuya dönüÅtü. Yüksek gelir grupları ve büyük servetler vergilendirilmekle kalmadı, aynı zamanda devletler ekonomik yatırımlar yapmaya, yatırımlarını – genellikle beÅ yıllık dönemler için – planlamaya baÅladı. Tasarruf edebilen tüketici bir orta sınıfın ortaya çıkıÅı bu dönemdedir. Topluma yaygınlaÅtırılan refah, ABD’de Amerikan Rüyası olarak isimlendirildi.
Refah devleti politikaları uygulanmadan önce, tasarruf etmek ve tüketmek sadece toplumun küçük bir yüzdesini oluÅturan zenginlerin lüksü idi. 21. Yüzyılda Kapital isimli kitabında Fransız ekonomist Thomas Piketty, Jane Austen ve Victor Hugo’nun 19. yüzyılda yazdıÄı romanlara dikkat çekiyor. Bu romanlarda bir tarafta sınırsız gibi görünen servetlerin keyfini çıkartan zenginler, diÄer tarafta en temel ihtiyaçlarına bile ulaÅamayan yoksullar yer alır. Yoksullar için zenginliÄe ulaÅmanın sadece iki yolu vardır: Hırsızlık veya zengin sınıftan biriyle evlenmek. Refah devleti öncesi toplumlarda sınıflar birbirinden keskin sınırlarla ayrılmıÅtır ve yoksulların bu iki yol dıÅında, sınıf atlama umudu yoktur. 20. yüzyıl baÅında da, “fırsatlar ülkesi” olarak görülen Amerika hariç, dünyanın her yerinde durum genel olarak böyledir. Bu düzen 1950’lere kadar sürmüÅtür.
Türkiye’deki durum da tam olarak budur. Bir tarafta servetlerini atalarından miras almıÅ, ya da savaÅ ve kaç-göç koÅullarında gasp, karaborsacılık ve haydutluk yoluyla edinmiÅ küçük bir zengin azınlık, diÄer tarafta kazandıÄı para en temel ihtiyaçlarına bile yetmeyen büyük bir halk çoÄunluÄu vardır. Orhan Kemal’in Devlet KuÅu ve üç kitaplık Hanımın ÃiftliÄi seri romanları, tek umudu oÄullarını veya kızlarını zengin bir aileye damat veya gelin olarak vermek olan yoksulların yaÅamını anlatır.
1950’lerden itibaren görünüm deÄiÅmeye baÅlar. Zenginlerin kazancı ve serveti oldukça yüksek oranlarda vergilendirilir, devletlerin kamucu politikalarıyla refah topluma yaygınlaÅtırılır. Bu politikaların sonucu olarak, dünyada ve Türkiye’de, tüketici bir orta sınıf ortaya çıkar. Bu orta sınıf, sadece tüketebilme deÄil, aynı zamanda tasarruf edebilme olanaÄını da kazanır. Yeni mesleklerin yaygınlaÅması ve özel uzmanlık alanlarının ortaya çıkıÅı ile beraber, tüketici orta sınıf, kazançlarına, ileride sayesinde yüksek gelir elde edebilecekleri diplomaları da katmaya baÅlar. Toplumun bu kesimleri, 70 sene boyunca bir taraftan elde ettikleri sosyal haklar sayesinde yüksek gelir elde eder, diÄer taraftan bu gelirin bir kısmını eÄitime harcayarak diploma, bir kısmını da tasarruf ederek, kira ve finansal kazanç gibi sermaye gelirine dönüÅtürür.
Refah devleti politikaları 1970’lerde yüksek enflasyona yol açar ve tıkanır. Büyük kamu açıkları kapatılamaz hale gelir. 1980’lerden itibaren dünyada maliye politikaları terk edilmeye, para politikaları uygulanmaya baÅlanır. Yeni anlayıÅa göre toplumsal refahı arttırmanın yolu, devleti ekonomik bir oyuncuya çevirmek deÄildir. Devlet zenginden alıp yoksula (ya da toplumun dezavantajlı kesimlerine) kaynak aktaran bir Robin Hood olmamalıdır. VerimliliÄi arttırmanın yolu, zenginlerden ve iÅletmelerden alınan vergileri düÅürmekten, devleti küçültmekten ve ekonomiyi olabildiÄince serbest piyasa koÅullarına yönlendirmekten geçmektedir. Sermayeyi yüksek vergilerle ürkütmek yerine, teÅvik etmek, desteklemek ve yatırımlar yapmasının yolunu açmak gerekir. Böylece yatırımlar artacak, birbiriyle yarıÅan iÅletmeler hem istihdam yaratacak, hem yeni buluÅların önünü açacak, hem de maliyetlerini düÅürmenin yollarını arayacakları için daha verimli çalıÅacaktır.
BaÅta ABD olmak üzere, bütün dünyada bu anlayıÅa dayalı neo-liberal politikalar uygulanmaya baÅlanır. Vergiler düÅürülür, devletler özelleÅtirmeler yoluyla ekonomik oyuncu olmaktan çıkartılır, sermaye hareketleri üzerindeki denetimler aÅama aÅama kaldırılır. İletiÅim teknolojilerindeki geliÅmeler, Sovyetler BirliÄi’nin baÅını çektiÄi DoÄu Blok’unun daÄılması ve Ãin’in dünyaya açılması sonucu küreselleÅme dönemi baÅlar. Sadece Ãin ve Hindistan’dan, dünya emek piyasasına 1,5 milyar insan katılır. Bu sayede sermayenin ve malların sınır tanımadan dolaÅımı saÄlanır, ucuz emek arzı sayesinde ürün maliyetleri düÅer. 2000’lerde dünyada bütün tüketim mallarında büyük bir bolluk ve çeÅitlilik yaÅanır. Sert küresel rekabet, mal ve hizmetlerde ucuzlamaya yol açar, fiyatlar, hemen hemen herkesin ulaÅabileceÄi seviyelere geriler.
FinansallaÅmanın yoÄunlaÅması sayesinde, para ve krediye ulaÅım da kolaylaÅır. Daha önce kredi bulmak için sayısız koÅulu yerine getirmek zorunda olan Åahıs ve kuruluÅlar, gevÅetilmiÅ denetimler, bol ve ucuz para sayesinde kolayca krediye ulaÅır hale gelir. Dünyada büyük bir borçlanma dönemi baÅlar. Sadece borçlanmak deÄil, borçları çevirmek de kolaylaÅmıÅtır. Devletler ve iÅletmeler, borç ödeme zamanı geldiÄinde borçlarını sonraki döneme yuvarlar, Åahıslar düÅük faizler sayesinde ya borcunu kolayca ödeyebilir, ya da ödeyemiyorsa bankadan bankaya taÅıyarak yuvarlar. Her Åey kolayca eriÅilebilir ve tüketilebilir hale gelmiÅ gibi görünmektedir.
2008-2011 kriz döneminde ekonomiler tıkanır, kredi daralması yaÅanır, borçların bir kısmı geri çaÄrılır; imdada merkez bankaları yetiÅir. Merkez Bankaları bilançolarını geniÅleterek para ve kredi akıÅını yeniden saÄlar; dünya geçici olarak yeniden para ve krediye boÄulur. Ancak istenen düzeyde ekonomik büyüme saÄlanamaz. Ãstelik, bu çalkantılı dönemde büyük avantajlar elde eden Ãin, olaÄan dıÅı büyümesi sayesinde ciddi bir rakip haline gelmiÅtir. Trump’ın baÅkanlıÄı döneminde Ãin’i durdurabilmek için ticaret savaÅları baÅlar, ancak kısıtlamalar ciddi bir sonuç vermez. 2020 yılında patlak veren Covid-19 salgını, ekonomileri durgunlaÅtırır, tüketimin hızla düÅüÅüne neden olur, yüzbinlerce küçük iÅletmenin batıÅına ve iÅsizliÄin yükselmesine yol açar.
Serbest piyasa iÅleyiÅi aksamaktadır. Krizlerin ekonomileri kökten sarsma ve yıkıcı sonuçlar doÄurma ihtimali belirince bir kez daha devletler kolları sıvar, baÅta ABD ve AB olmak üzere büyük yardım paketleri açılır, devletler ekonomik çöküntüyü önlemek için yurttaÅlarına oluk oluk para akıtır. 1980’lerden itibaren ekonomilerden def edilen devletler, en büyük ekonomi oyuncuları olarak geri dönmüÅtür. Ancak oluk oluk akıtılan paralar, istenilen adreslere gitmez, ekonominin çarklarını yeniden iÅler hale getirme çabaları boÅa çıkar. Tasarruf edebilen orta sınıflar, ellerine geçen parayı harcamak yerine tasarruflarını arttırma yolunu seçerler. Emlak piyasalarında fiyatlar yükselir, borsalarda yeni balonlar ÅiÅer. Ekonomiler durgunlaÅmıÅtır, ancak varlık fiyatları roket hızıyla yükselmektedir. Varlık fiyatlarındaki yükseliÅler, bu varlıkları çok büyük miktarlarda elinde tutan zenginleri daha da zenginleÅtirir. Sınıfsal uçurumlar derinleÅir.
Bu arada dünyada dur durak bilmeyen parasal geniÅleme, mevcut para sistemine karÅı büyük bir güvensizliÄin doÄmasına neden olur ve yeni arayıÅları tetikler. Mevcut sistemlere alternatif olma iddiasıyla kripto paralar ortaya çıkar. Kripto para piyasası, 10 sene gibi bir süre içinde 2 trilyon dolar seviyesine ulaÅır. Bu, Türkiye GSYiH’sının yaklaÅık üç katı büyüklüÄüne karÅılık gelir. Kripto para piyasasının hızlı yükseliÅi, dünyanın en zenginlerinin dikkatinden kaçmaz. KarlılıÄı oldukça tartıÅmalı, kimilerine göre “batık” Åirketlerin sahibi Elon Musk, kripto para piyasasında manipülasyon olarak yorumlanabilecek söylemleri sayesinde dünyanın en zengin ikinci kiÅisi olur. Dünyanın en zengin birinci kiÅisi olan Jeff Bezos’un ise, Åaka amacıyla piyasaya sürülen Dogecoin’e yatırım yapmayı düÅündüÄü haberleri dolaÅır.
Devletler ve toplumun büyük çoÄunluÄu borç bataÄında gitgide daha derine çekilirken, zenginler, para kazanılabilecek her alandan faydalanır, servetlerine servet katar. Ne yapılırsa yapılsın, parasal politikalarla kısır döngüden çıkmak mümkün olmaz.
En AlttakilerBir tarafta servetine servet katan ultra zenginler, diÄer tarafta tasarruflarını korumak için tüketimini kısan ve ellerine geçen parayı finansallara, emlake, Türkiye, Arjantin gibi ülkelerde yoÄun bir Åekilde kripto paralara, yabancı ülke paralarına yatıran tasarruf edebilir orta-sınıf ve piyasaya para yetiÅtirmeye çalıÅırken borç bataÄına sürüklenen kamu hazineleri var. Bir de bu süreçte sürekli iÅ ve gelir kaybına uÄrayan, çeviremedikleri borçları ile bir türlü çıkıŠbulamayan en alttakiler.
Dünya tarihi boyunca bütün toplumlarda günlük ihtiyaçlarını çevirmek dıÅında hiç bir geliri olmayan mülksüzler olmuÅtur. Mülksüzlerin oranı dönemden döneme, toplumdan topluma, coÄrafyadan coÄrafyaya deÄiÅir. Sanayi Devriminden önce, soylular ve yönetici seçkinler dıÅında hemen herkes mülksüzdü. Sanayi devriminden sonra, toplumun mülk edinebilen kesimlerinin yüzdesi arttı. 20. yüzyılda Rusya ve Ãin gibi sosyalist model uygulayan ülkelerde, özel mülkiyetin sınırlandırılması sonucu gelir ve varlık eÅitsizlikleri kısmen giderildi, ancak bu ülkelerde verimli ekonomiler kurulamadıÄı için, devlet kontrolündeki sosyalist modeller 1970’lerde tıkandı. ABD ve Avrupa’da refah devleti politikalarının uygulandıÄı dönemlerde tasarruf edebilen tüketici sınıfların yanı sıra, mülksüzlerin de yaÅam koÅulları önemli ölçüde iyileÅtirildi. OrtadoÄu ve Latin Amerika gibi coÄrafyalarda ise, toplumun çok büyük çoÄunluÄu düÅük gelirle ve mülksüz yaÅamaya devam etti.
21. yüzyılın ilk çeyreÄinde, toplumun düÅük gelirli ve mülksüz kesimlerinin borçlanarak tüketebilme imkanı doÄmuÅ görünse de, bu imkan yeniden ortadan kalkıyor. Dünya yeniden 20. yüzyılın ilk yarısındaki, sınıf atlamanın sadece hırsızlık ve zengin aile çocukları ile evlenmeyle mümkün olabileceÄi zamanlara dönüyor. EÄitimin özelleÅtirilmesi ve bedava kamusal eÄitimin kalitesizleÅmesi nedeniyle diplomaya yatırım yapmanın da önemini yitirdiÄi, iyi bir diplomanın ise çok pahalı olduÄu bir dönemdeyiz. GeliÅen teknolojiler insan kol ve beyin emeÄini önemsizleÅtiriyor, vasıf gerektiren meslekler haricindekiler pazarlık gücünü yitiriyor, bu mesleklerle elde edilebilecek gelirler düÅüyor. 2000’lerin baÅında büyüyen ve vasıfsız emek için gelir elde etme imkanı yaratan hizmet sektörü, Covid-19 salgını sonrasında hızla küçüldü. ÃrneÄin dünya genelinde önemli bir istihdam yaratan turizm sektöründeki daralma oldu. En iyimser senaryoya göre bile, 2022 yılından önce turizm sektörünün salgın öncesindeki seviyelere dönmesi beklenmiyor.
Dünya salgın öncesine dönse bile, küresel ısınma tehdidi, aÅırı borçlanma ve gelir/varlık uçurumları eski “güzel günleri” sürdürebilme imkanı vermiyor. Dünya büyük bir hızla “büyük sıfırlamaya” doÄru gidiyor.
Büyük sıfırlama, ama nasıl? Ãnümüzdeki aylarda hararetle tartıÅılmaya devam edecektir.
Sosyonomik Görünüm, Mayıs 2021
Kısa 20. Yüzyıldan Uzun 21. YüzyılaNeyin gelmekte olduğunu tam olarak bilmiyorum, ama gelen her neyse, ona gülerek gideceğim.
Herman Melville, Moby Dick, 1851
Büyük krizlerle geçen 20. yüzyılın, insanlık tarihinin en çalkantılı çağı olduğu düşünülüyordu: Yüzyıl, büyük keşif ve icatlarla başlamış, 1914-1945 yılları arasında yıkıcı savaşlar, isyanlar, devrimler, ekonomik buhranlarla devam etmiş, 1950’lerden itibaren Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da sayısız yeni ulusun devletleşmesi ve bu ulusları çatısı altına alan geniş birliklerin, uluslararası kurumların kurulmasıyla yeni bir evreye girmiş, yüzyılın sonunda iki kutuplu dünyanın çökmesiyle sona ermişti.
1944’te yayımlanan Büyük Dönüşüm (The Great Transformation) isimli kitabının ilk cümlesinde ifade ettiği üzere, Macar asıllı Amerikalı siyaset bilimci Karl Polanyi’ye göre 19. yüzyıl 1914 yılında sona ermişti. İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm da, 1994 yılında yazdığı Kısa 20. Yüzyıl: Aşırılıklar Tarihi (The Age of Extremes; The Short Twentieth Century) isimli kitabında 20. yüzyılın 1914 yılında başlayıp 1994 yılında sona erdiğini ileri sürmüştü. Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama ise 1992 yılında yazdığı Tarihin Sonu ve Son İnsan (The End of History and the Last Man) isimli kitabında, Batı tipi liberal demokrasilerin dünya genelinde kazandığı mutlak zaferle, insanlığın ideolojik evriminin tamamlandığını ve tarihin sonunun geldiğini iddia etmişti.
2000’li yıllar, adına küreselleşme denen, insanların, şirketlerin, paranın, bilginin, yeryüzünü ulusal sınır tanımaksızın, büyük bir hızla dolaştığı bir süreçle başladı. Bilgi teknolojilerinde devrim niteliğindeki buluşların teknolojik uygulamalara dönüştürülmesi ve ekonominin, finansın, kültürün, gündelik yaşayışın bu sürece göre şekillendirilmesiyle yeryüzünde yaşam büyük bir hızla değişti.
Sakin ve huzurlu bir yüzyıl olacağı düşünülen 21. yüzyılın, henüz ilk çeyreği tamamlanmadan, dört önemli olay yaşandı:
11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik terör saldırıları önemli bir dönemeç oldu. ABD’nin en önemli simgelerinden “İkiz Kuleler” teröristlerce ele geçirilen uçakların çarpması sonucu yıkıldı, bu eylemle eş zamanlı olarak kaçırılan bir başka uçak da ABD Savunma Bakanlığı’nın karargahı olan Pentagon’a çarptı. Bu saldırıların ardından ABD, bazı Ortadoğu ülkelerini Şer Ekseni olarak isimlendirerek, teröre karşı Önleyici Savaş kavramını geliştirdi. 1990’ların sonunda zengin ve yoksul ülkeler arasında bir Kuzey-Güney ayrışması tartışılırken, ABD’de Bush yönetiminin geliştirdiği Şer Ekseni söylemiyle yeni bir uygarlıklar çatışması kavramı gündeme geldi.
2007 yılının sonlarında, ABD’de eşik altı mortgage piyasasının çöküşüyle başlayan finansal kriz, 2008’de bütün dünyaya yayıldı. Kısa bir zamanda finansal kuruluşlar, bankalar, şirketler iflasın eşiğine geldi. Kriz 2010 yılında Avrupa’ya sıçradı ve Avrupa’nın bazı küçük ve orta boy ülkelerinde borç krizleri patlak verdi. Dünyanın bütün önemli merkez bankaları, bu dönemde krizi durdurabilmek için kolaylaştırma ve parasal genişleme paketleri açıklamak zorunda kaldılar.
2016 yılında Birleşik Krallık’ta düzenlenen referandumda, Avrupa Birliği’nden ayrılma kararı çıktı. Kuruluşundan beri yeni üyelerin katılımıyla sürekli genişleyen Avrupa Birliği, ilk kez ve en önemli üye devletlerden birini kaybederek küçülme yoluna girdi. Avrupa Birliği ile Birleşik Krallık arasında dört sene süren Brexit müzakereleri, 2020 yılının Aralık ayında sonuçlandı. 2016 yılında dünya tarihi bakımından bir başka önemli gelişme daha yaşandı. ABD Başkanlık seçimlerini, tahminlerin aksine Donald Trump kazandı. Amerika tarihinin en tartışmalı başkanlarından biri olan Trump, 2020 yılında ikinci kez girdiği Başkanlık seçimini kaybedene kadar pek çok tartışmalı karara ve politikalara imza attı. Trump’ın gelişi gibi gidişi de olaylı oldu: 6 Ocak 2021 günü, ABD Kongresi’nin 2020 Kasım’ında yapılan Başkanlık seçimi sonuçlarını tescil etmek üzere yaptığı toplantı Trump taraftarlarınca basıldı. Güvenlik güçleri Trump taraftarlarını ateş açarak durdurmak zorunda kaldı.
2019 yılının son günlerinde, Çin’in Wuhan eyaletinde tespit edilen yeni tip korona virüs, hızla dünyaya yayıldı ve önce bazı Asya ülkelerinde, daha sonra İtalya ve İran’da kitlesel ölümlere yol açtı. Covid-19 olarak isimlendirilen salgın, 11 Mart 2020 günü, Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi ilan edildi. Salgın, bir kaç ay içinde bütün dünyaya yayıldı, 14 Mayıs 2021 itibarıyla resmi kayıtlara göre yeryüzünde 162 milyondan fazla insanın testi pozitif çıktı, 3,3 milyondan fazla insan Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti. Gerçek hasta ve ölüm sayılarının resmi rakamların çok daha üstünde olduğu tahmin ediliyor. Pandemi sadece bir sağlık sorunu olarak da kalmadı, ülke ekonomilerini durgunluğa ve daralmaya sürükleyen etkileri de oldu.
Henüz 21. yüzyılın ilk çeyreği tamamlanmadan yaşanan bu dört önemli gelişmenin paralelinde, en az bunlar kadar önemli başka gelişmeler de oldu. Ortadoğu coğrafyasında ABD ve müttefiklerinin işgali ile başlayan süreçte Irak, Libya, Suriye bölündü. 2010’larda Arap Baharı olarak isimlendirilen isyan dalgasında bölge istikrarsızlaştı, merkezi yönetimlerin etkisi zayıfladı, Rusya’nın da müdahalesiyle uluslararası güçlerin dahil olduğu yerel ölçekli çatışmalar ve savaşlar başladı. Ortadoğu’daki çatışma, Avrupa’da terör eylemlerine ve Ortadoğu’dan Avrupa’ya doğru büyük bir göçmen dalgasına yol açtı. Uzun yıllar hızlı bir büyümeyle güçlenen Çin, dünyanın en büyük üretim ve ihracat merkezine dönüştü. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, bazı eski Doğu Bloku ülkelerinin Avrupa Birliği ve ABD’ye yaklaşması sonucu, başta Ukrayna olmak üzere Rusya’nın komşusu bazı ülkeler istikrarsızlaştı. Brezilya ve Hindistan, önemli hammadde ve imalat merkezleri olarak öne çıkmaya başladı. İnternet ve mobil iletişim büyük bir hızla dünyaya yayıldı, yeryüzünde yaygın bilgi ve iletişim ağları oluştu. Sosyal medya geleneksel medyanın yerini aldı. 2009’dan itibaren merkez bankalarının parasal genişleme politikaları, servetlerin çok küçük azınlıkların elinde toplanmasına, büyük çoğunlukların ise yoksullaşmasına neden oldu. Yenilikçi teknolojiler, geleneksel mesleklerin büyük bir hızla ortadan kalkmasına yol açtı. Sosyal devletin küçülmesi ve üretimin Asya ülkelerine kayması sonucu, gelişmiş ülkelerin özellikle mavi yakalı işçilerinde göçmenlere ve yabancılara karşı öfke büyüdü, milliyetçilik ve aşırı sağ eğilimler arttı. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde otoriterlik yükseldi. 2010’larda merkezi parasal sistemlere karşı kripto paralar yaygınlaştı.
Küresel IsınmaBütün bu krizlerin gerisinde, uzun vadede yeryüzündeki yaşamı etkileyecek çok daha önemli bir kriz potansiyeli yatıyor: Küresel Isınma.

Özellikle 1970’lerden beri karalar ve okyanuslar, insan etkinlikleri sonucu atmosfere salınan karbondioksit gazına bağlı olarak ısınıyor. Kara ve okyanuslarda ısınma, 1880’e göre ortalama 1°C arttı. Eğer acil önlemler alınmazsa 21. yüzyılın sonunda yeryüzünde ortalama sıcaklığın, sanayi devrimi öncesine göre 2.7 ila 3.1°C artma ihtimali var. İyimser senaryoya göre, üretim ve tüketim kalıplarındaki değişimle 2020-2030 yılları arasında karbon salınımı durdurulabilirse, sıcaklık artışının 2.4°C ile sınırlanması mümkün.

Yeryüzü sıcaklığının yeniden sanayi öncesi dönemdeki seviyeye gerilemesi için, karbon salınımını durdurmak da yetmiyor, aynı zamanda atmosferdeki karbondioksitin tahliye edilmesi ve sera etkisinin ortadan kaldırılması gerekiyor. Oldukça maliyetli yatırım ve yeni teknolojiler gerektiren bu ihtimal şimdilik gerçekçi görünmüyor. Dolayısıyla, yeryüzünü yaşanabilir sınırlarda tutabilmek için hiç zaman kaybetmeden üretim ve tüketim kalıplarını değiştirmek, doğa dostu enerji kaynaklarına dayalı teknolojileri yaygınlaştırmak, yeryüzündeki ormanları korumak ve orman alanlarını genişletmek gerekiyor.
Covid-19 salgınıCovid-19 salgını, insanlığı tam da böylesine büyük sorunlarla uğraştığı bir dönemde yakaladı. 14 Mayıs 2021 günü itibarıyla, şu ana kadar resmi olarak rapor edilen vaka sayısı 160 milyonu, Covid-19’a bağlı ölümlerin sayısı 3,3 milyonu geçti.

Günlük vaka sayısı ise, 30 Nisan 2021’de 821,000’e kadar yükseldi.

Covid-19’a bağlı günlük ölüm sayısı, 2021 yılı Ocak ayının ortalarında 15.000’in üzerine çıkmıştı. Nisan ayında, özellikle Hindistan ve Brezilya’dan gelen sayılarla yeniden 15.000’e yaklaştı. Ancak özellikle Asya ve Afrika’da Covid-19’a bağlı ölüm sayıları, rapor edilen ölüm sayılarından çok daha yüksek olabilir. Bir araştırmaya göre, dünya genelinde yıllık ölüm sayıları, geçen yıllara göre 7-13 milyon arasında arttı. Bu ölümlerin bir kısmı rapor edilmeyen Covid-19’a bağlı ölümler olabileceği gibi, sağlık hizmetlerinin aksaması, kronik hastaların hastane yerine evde tedavi edilmesi gibi salgınla dolaylı ilişki içinde olabilir. 2021 yılında, gelişmiş ülkelerdeki yaygın aşılamaya bağlı olarak vaka ve ölüm sayısının hızla azalması bekleniyor. Ancak aşıya erişim sorunu yaşayan yoksul ülkelerde, kitlesel ölümlerin hızlanarak devam etme riski var.
Büyük SıfırlamaPek çoğu birbirine doğrudan veya dolaylı bağlı bu sorunların çözümü, hiç zaman kaybetmeden acil bir yenilenmeyi gerektiriyor. 2020 yılının Haziran ayında düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nun 50. toplantısında, dünyada gitgide büyüyen sorunların büyük yıkımlara yol açmaması için alınması gereken acil önlemler tartışıldı. Toplantıya verilen isim ise Büyük Sıfırlama (Great Reset) oldu. Büyük Sıfırlama fikrinin gerisinde, Endüstri 4.0 kavramını da ortaya atan, Dünya Ekonomik Forumu direktörü, Alman mühendis ve ekonomist Klaus Schwab var. Schwab’a göre Büyük Sıfırlama üç ana başlıkta gerçekleşmeli:
Mevcut ekonomik sistemler paydaş ekonomisine (stakeholder economy) dönüşmeli. Bu görüşün gerisinde, kapitalizmin temel motivasyonlarından vaz geçmek yerine, şirketlerin ortaklar ve yöneticilerin hırslarından arındırılması, toplumun ve dünyanın yararına işletilmesi düşüncesi yatıyor. Başka bir deyişle, pazar ekonomisinden ve kar güdüsünden vaz geçmeye gerek yok; aşırı dengesizliklere neden olan hırs ve kişisel çıkar kaygılarını törpülemek yeterli. Ekonomiler, esneklik, adalet ve sürdürülebilirlik temellerinde yeniden yapılandırılmalı, çevre, toplum ve yönetişim metriklerine uygun olarak daha çevre dostu altyapı yatırımlarının teşvik edilmesiyle pekiştirilmeli.Dördüncü Sanayi Devrimi’nin yeni buluşları toplum yararına kullanılmalı.Dünya Ekonomik Forumu’na da taşınan arayışların gerisinde, yeryüzünde kurulu mevcut düzenin topyekun çökmesi ve öngörülemeyen bir süre için savaşlarla, isyanlarla, devrimlerle dolu bir kaos dönemine girilmesi endişesi yatıyor.
Sanayi Devrimi ve ardından gelen Aydınlanma Devrimi, yeryüzünde her 30-35 senede bir, büyük sıfırlamayı ve yeni bir düzenin kurulmasını zorluyor. 1873’te Viyana Borsası’nın çöküşü ile başlayan ve 1896’ya kadar süren Uzun Buhranın etkileri 20. yüzyılın başlarına kadar sürmüş, nihayetinde 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı’na yol açmıştı. Savaşlar, ekonomik buhranlar ve toplumsal alt üst oluşla geçen 1914-1945 döneminin ardından 1980’e kadar devam eden yeni bir döneme geçilmiş, küreselleşme, finansallaşma, özelleştirmelerle geçen neo-liberal dönemin ardından 2008’de dünya bir kez daha, bu sefer ABD borsalarından başlayıp bütün dünyaya yayılan bir ekonomik krizle sarsılmıştı. 2008 krizinin ardından gelen parasal müdahaleler, ekonomileri yatıştırmış olsa da, toplumsal ve çevresel fay hatlarını daha büyük depremler yaratmak üzere yüklemiş görünüyor.
Bu gerilimler dünyayı, sadece ekonomik olarak değil, ahlaki, kültürel ve siyasal bir sürdürülemezliğe ve nihayetinde dağılmaya götürüyor. Covid-19 salgını, bu süreci daha da hızlandırmış görünüyor.
Dünyanın yönetici seçkinlerinin en üst düzeydeki toplantısında, hem de dramatik bir isimle dile getirilen değişim zorunluluğu, şüphecileri harekete geçirmekte gecikmedi; dünyanın karmaşık sisteminin nasıl işlediği ve neye dönüştürülmek istendiği konusunda spekülasyonlar birbirini izledi. Tepkilerin bir kısmı, özellikle salgın döneminde servetleri astronomik bir şekilde katlanan zenginlerin, özgürlükleri sınırlandırmak ve dünyayı denetim altına almak üzere Yeni Dünya Düzenini kurmak istedikleri iddiasına dayanıyor. Dünyanın en zenginleri arasında, finans ve teknoloji alanında yatırımlar yapanların en başlarda yer alması, bu iddiaları destekliyor. Dünyanın en zenginleri arasında yer alanlardan Jeff Bezos’un şirketlerindeki kötü çalışma koşulları, Elon Musk’ın kripto para piyasasında büyük dalgalanmalara neden olan mesaj ve açıklamaları, Bill Gates’in, Mark Zuckerberg’in zihinlerde veri güvenliği konusunda yarattığı kuşkular, Warren Buffett’ın servetini finansal yatırımlarla kazanmış olması, kurulmak istenen dünya düzeninin hak ve özgürlükleri daraltıcı nitelikte olma ihtimalini arttırıyor. Dünyanın en zenginleri, kendileri ve servetleri hakkındaki kuşkuları gidermek ve kamuoyunda sempati oluşturabilmek için, hayırseverlik kartını kullanıyor, bazen “hayırseverliğin” miktarı, akıllara durgunluk verecek seviyelere çıkıyor. Ancak bu girişimler, sempati yaratmak bir yana, tepkileri daha da arttırıyor. “Hayırseverlik adına”, kolayca vaz geçilebilecek meblağların büyüklüğü, bu servetlerin nasıl yapıldığına dair kuşkuları daha da büyütüyor. Bu da bir tür negatif geri besleme döngüsünü harekete geçiriyor. Dünyada milyonlarca insan işe, tatminkar bir gelire, sosyal haklara ulaşamazken, kısacık ömürler içinde bu kişisel servetlerin nasıl yapıldığı sorgulanıyor. Bu servetlerin, nesilden nesle miras yoluyla aktarılması ihtimali ise, sınıf uçurumlarını, adaletsizlikleri daha da arttıracak bir gözetim toplumu kurulmak istendiği düşüncesine yol açıyor.
Dünyada yavaş yavaş bir görüş birliği oluşuyor: Toplumsal işlevini çoktan yitirmiş bu ölçekte kişisel servetler, toplum yararına kullanılmalı; özellikle de dünyanın bir yarısı iklim değişimi, hastalık salgını, su kaynaklarının tükenmesi gibi yaşamsal sorunlarla yüz yüze iken.
Aşılarda patent hakkının kalkması gerektiği fikri, tam da bu tartışmaların ortasında gündeme düştü. Yeryüzünde yaşayan insanların bir kısmını aşılayıp bir kısmını aşılamamanın salgının sona erdirilmesinin önündeki en önemli engellerden biri olduğu açık. Bütün insanlığı etkileyen bir salgında, şirket ve şahısların aşı üretimi ile büyük servetler edinmesi ne kadar adildir? Bu konuda farklı fikirler var: Aşılarda patent hakkının kaldırılması ve aşının bütün ülkelere ve insanlara bedava temin edilen bir ürün olması gerektiğini savunanlar, toplum sağlığının alışverişe ve pazar ilişkilerine konu olamayacağını savunuyor. Aksi görüşte olanlar ise, aşı üretiminin, tahmin edilenden çok daha kısa sürede gerçekleşmesini serbest pazar ekonomisine dayalı kapitalizmin üstünlüğüne yoruyor ve aşı üreten şirketlerin patentlerinin kamulaştırılması ve/veya kazançlarının sınırlandırılmasının, insanlığın ilerideki zamanlarda karşılaşacağı başka salgınlarla mücadeleye ket vuracağını söylüyor. Bu konuda da komplo teorileri bitmiyor: Eğer aşı üretimi çok kazançlı bir sektörse ve milyonlarca insana satılan aşılar büyük servetlere yol açabiliyorsa, laboratuvar koşullarında üretilmiş bir virüsün topluma salınması, ya da bir salgının yayılmasının önüne geçilmemesi neden ihtimal dışı olsun?
Tartışmalar bu şekilde dallanıp budaklanırken, en azından bir aşama geçilmiş, bir konuda yavaş yavaş uzlaşı sağlanmış gibi görünüyor: Kişisel kazançlar, toplumsal refahı engelleyecek, ahlaki, siyasi, toplumsal krizleri tetikleyecek düzeyde olmamalı.
Peki, hangi düzeyde olmalı? Bu düzey nasıl temin edilmeli?
Maliye Politikaları / Para Politikaları1945-1980 döneminde, devletlerin önceliği maliye politikalarındaydı. Bir tarafta 2. Dünya Savaşı’nın yıkımını ortadan kaldırmak ve dünya ekonomisini yeniden işler hale getirmek, diğer taraftan savaştan büyük prestijle çıkan Sovyetler Birliği’nin etkisini kırmak ve sosyalist düşüncelerin yayılmasını engellemek gerekiyordu. Toplumsal ruh hali de, iki büyük savaşa yol açtığı ve insanlığı 30 yıllık bir kaosa sürüklediği düşünülen zenginlere bedel ödetilmesi gerektiği düşüncesini destekliyordu. 1910’lardan itibaren emperyalizme dönüşen kapitalizme bir çeki düzen vermek gerekiyordu. Kıta Avrupa’sında sosyal demokratlar, Britanya’da İşçi Partisi ve ABD’de Büyük Buhran sonrasından başlayarak Demokratik Parti, servetin ve refahın topluma yaygınlaştırılması amacıyla refah devleti politikaları uygulamaya girişti. Sadece yüksek gelirlere değil, servetlere de oldukça yüksek seviyede vergiler kondu. Devletler, zenginliğin yeniden ve toplum lehine dağıtılması için aktif birer oyuncuya dönüştü. Yüksek gelir grupları ve büyük servetler vergilendirilmekle kalmadı, aynı zamanda devletler ekonomik yatırımlar yapmaya, yatırımlarını – genellikle beş yıllık dönemler için – planlamaya başladı. Tasarruf edebilen tüketici bir orta sınıfın ortaya çıkışı bu dönemdedir. Topluma yaygınlaştırılan refah, ABD’de Amerikan Rüyası olarak isimlendirildi.
Refah devleti politikaları uygulanmadan önce, tasarruf etmek ve tüketmek sadece toplumun küçük bir yüzdesini oluşturan zenginlerin lüksü idi. 21. Yüzyılda Kapital isimli kitabında Fransız ekonomist Thomas Piketty, Jane Austen ve Victor Hugo’nun 19. yüzyılda yazdığı romanlara dikkat çekiyor. Bu romanlarda bir tarafta sınırsız gibi görünen servetlerin keyfini çıkartan zenginler, diğer tarafta en temel ihtiyaçlarına bile ulaşamayan yoksullar yer alır. Yoksullar için zenginliğe ulaşmanın sadece iki yolu vardır: Hırsızlık veya zengin sınıftan biriyle evlenmek. Refah devleti öncesi toplumlarda sınıflar birbirinden keskin sınırlarla ayrılmıştır ve yoksulların bu iki yol dışında, sınıf atlama umudu yoktur. 20. yüzyıl başında da, “fırsatlar ülkesi” olarak görülen Amerika hariç, dünyanın her yerinde durum genel olarak böyledir. Bu düzen 1950’lere kadar sürmüştür.
Türkiye’deki durum da tam olarak budur. Bir tarafta servetlerini atalarından miras almış, ya da savaş ve kaç-göç koşullarında gasp, karaborsacılık ve haydutluk yoluyla edinmiş küçük bir zengin azınlık, diğer tarafta kazandığı para en temel ihtiyaçlarına bile yetmeyen büyük bir halk çoğunluğu vardır. Orhan Kemal’in Devlet Kuşu ve üç kitaplık Hanımın Çiftliği seri romanları, tek umudu oğullarını veya kızlarını zengin bir aileye damat veya gelin olarak vermek olan yoksulların yaşamını anlatır.
1950’lerden itibaren görünüm değişmeye başlar. Zenginlerin kazancı ve serveti oldukça yüksek oranlarda vergilendirilir, devletlerin kamucu politikalarıyla refah topluma yaygınlaştırılır. Bu politikaların sonucu olarak, dünyada ve Türkiye’de, tüketici bir orta sınıf ortaya çıkar. Bu orta sınıf, sadece tüketebilme değil, aynı zamanda tasarruf edebilme olanağını da kazanır. Yeni mesleklerin yaygınlaşması ve özel uzmanlık alanlarının ortaya çıkışı ile beraber, tüketici orta sınıf, kazançlarına, ileride sayesinde yüksek gelir elde edebilecekleri diplomaları da katmaya başlar. Toplumun bu kesimleri, 70 sene boyunca bir taraftan elde ettikleri sosyal haklar sayesinde yüksek gelir elde eder, diğer taraftan bu gelirin bir kısmını eğitime harcayarak diploma, bir kısmını da tasarruf ederek, kira ve finansal kazanç gibi sermaye gelirine dönüştürür.
Refah devleti politikaları 1970’lerde yüksek enflasyona yol açar ve tıkanır. Büyük kamu açıkları kapatılamaz hale gelir. 1980’lerden itibaren dünyada maliye politikaları terk edilmeye, para politikaları uygulanmaya başlanır. Yeni anlayışa göre toplumsal refahı arttırmanın yolu, devleti ekonomik bir oyuncuya çevirmek değildir. Devlet zenginden alıp yoksula (ya da toplumun dezavantajlı kesimlerine) kaynak aktaran bir Robin Hood olmamalıdır. Verimliliği arttırmanın yolu, zenginlerden ve işletmelerden alınan vergileri düşürmekten, devleti küçültmekten ve ekonomiyi olabildiğince serbest piyasa koşullarına yönlendirmekten geçmektedir. Sermayeyi yüksek vergilerle ürkütmek yerine, teşvik etmek, desteklemek ve yatırımlar yapmasının yolunu açmak gerekir. Böylece yatırımlar artacak, birbiriyle yarışan işletmeler hem istihdam yaratacak, hem yeni buluşların önünü açacak, hem de maliyetlerini düşürmenin yollarını arayacakları için daha verimli çalışacaktır.
Başta ABD olmak üzere, bütün dünyada bu anlayışa dayalı neo-liberal politikalar uygulanmaya başlanır. Vergiler düşürülür, devletler özelleştirmeler yoluyla ekonomik oyuncu olmaktan çıkartılır, sermaye hareketleri üzerindeki denetimler aşama aşama kaldırılır. İletişim teknolojilerindeki gelişmeler, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği Doğu Blok’unun dağılması ve Çin’in dünyaya açılması sonucu küreselleşme dönemi başlar. Sadece Çin ve Hindistan’dan, dünya emek piyasasına 1,5 milyar insan katılır. Bu sayede sermayenin ve malların sınır tanımadan dolaşımı sağlanır, ucuz emek arzı sayesinde ürün maliyetleri düşer. 2000’lerde dünyada bütün tüketim mallarında büyük bir bolluk ve çeşitlilik yaşanır. Sert küresel rekabet, mal ve hizmetlerde ucuzlamaya yol açar, fiyatlar, hemen hemen herkesin ulaşabileceği seviyelere geriler.
Finansallaşmanın yoğunlaşması sayesinde, para ve krediye ulaşım da kolaylaşır. Daha önce kredi bulmak için sayısız koşulu yerine getirmek zorunda olan şahıs ve kuruluşlar, gevşetilmiş denetimler, bol ve ucuz para sayesinde kolayca krediye ulaşır hale gelir. Dünyada büyük bir borçlanma dönemi başlar. Sadece borçlanmak değil, borçları çevirmek de kolaylaşmıştır. Devletler ve işletmeler, borç ödeme zamanı geldiğinde borçlarını sonraki döneme yuvarlar, şahıslar düşük faizler sayesinde ya borcunu kolayca ödeyebilir, ya da ödeyemiyorsa bankadan bankaya taşıyarak yuvarlar. Her şey kolayca erişilebilir ve tüketilebilir hale gelmiş gibi görünmektedir.
2008-2011 kriz döneminde ekonomiler tıkanır, kredi daralması yaşanır, borçların bir kısmı geri çağrılır; imdada merkez bankaları yetişir. Merkez Bankaları bilançolarını genişleterek para ve kredi akışını yeniden sağlar; dünya geçici olarak yeniden para ve krediye boğulur. Ancak istenen düzeyde ekonomik büyüme sağlanamaz. Üstelik, bu çalkantılı dönemde büyük avantajlar elde eden Çin, olağan dışı büyümesi sayesinde ciddi bir rakip haline gelmiştir. Trump’ın başkanlığı döneminde Çin’i durdurabilmek için ticaret savaşları başlar, ancak kısıtlamalar ciddi bir sonuç vermez. 2020 yılında patlak veren Covid-19 salgını, ekonomileri durgunlaştırır, tüketimin hızla düşüşüne neden olur, yüzbinlerce küçük işletmenin batışına ve işsizliğin yükselmesine yol açar.
Serbest piyasa işleyişi aksamaktadır. Krizlerin ekonomileri kökten sarsma ve yıkıcı sonuçlar doğurma ihtimali belirince bir kez daha devletler kolları sıvar, başta ABD ve AB olmak üzere büyük yardım paketleri açılır, devletler ekonomik çöküntüyü önlemek için yurttaşlarına oluk oluk para akıtır. 1980’lerden itibaren ekonomilerden def edilen devletler, en büyük ekonomi oyuncuları olarak geri dönmüştür. Ancak oluk oluk akıtılan paralar, istenilen adreslere gitmez, ekonominin çarklarını yeniden işler hale getirme çabaları boşa çıkar. Tasarruf edebilen orta sınıflar, ellerine geçen parayı harcamak yerine tasarruflarını arttırma yolunu seçerler. Emlak piyasalarında fiyatlar yükselir, borsalarda yeni balonlar şişer. Ekonomiler durgunlaşmıştır, ancak varlık fiyatları roket hızıyla yükselmektedir. Varlık fiyatlarındaki yükselişler, bu varlıkları çok büyük miktarlarda elinde tutan zenginleri daha da zenginleştirir. Sınıfsal uçurumlar derinleşir.
Bu arada dünyada dur durak bilmeyen parasal genişleme, mevcut para sistemine karşı büyük bir güvensizliğin doğmasına neden olur ve yeni arayışları tetikler. Mevcut sistemlere alternatif olma iddiasıyla kripto paralar ortaya çıkar. Kripto para piyasası, 10 sene gibi bir süre içinde 2 trilyon dolar seviyesine ulaşır. Bu, Türkiye GSYiH’sının yaklaşık üç katı büyüklüğüne karşılık gelir. Kripto para piyasasının hızlı yükselişi, dünyanın en zenginlerinin dikkatinden kaçmaz. Karlılığı oldukça tartışmalı, kimilerine göre “batık” şirketlerin sahibi Elon Musk, kripto para piyasasında manipülasyon olarak yorumlanabilecek söylemleri sayesinde dünyanın en zengin ikinci kişisi olur. Dünyanın en zengin birinci kişisi olan Jeff Bezos’un ise, şaka amacıyla piyasaya sürülen Dogecoin’e yatırım yapmayı düşündüğü haberleri dolaşır.
Devletler ve toplumun büyük çoğunluğu borç batağında gitgide daha derine çekilirken, zenginler, para kazanılabilecek her alandan faydalanır, servetlerine servet katar. Ne yapılırsa yapılsın, parasal politikalarla kısır döngüden çıkmak mümkün olmaz.
En AlttakilerBir tarafta servetine servet katan ultra zenginler, diğer tarafta tasarruflarını korumak için tüketimini kısan ve ellerine geçen parayı finansallara, emlake, Türkiye, Arjantin gibi ülkelerde yoğun bir şekilde kripto paralara, yabancı ülke paralarına yatıran tasarruf edebilir orta-sınıf ve piyasaya para yetiştirmeye çalışırken borç batağına sürüklenen kamu hazineleri var. Bir de bu süreçte sürekli iş ve gelir kaybına uğrayan, çeviremedikleri borçları ile bir türlü çıkış bulamayan en alttakiler.
Dünya tarihi boyunca bütün toplumlarda günlük ihtiyaçlarını çevirmek dışında hiç bir geliri olmayan mülksüzler olmuştur. Mülksüzlerin oranı dönemden döneme, toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya değişir. Sanayi Devriminden önce, soylular ve yönetici seçkinler dışında hemen herkes mülksüzdü. Sanayi devriminden sonra, toplumun mülk edinebilen kesimlerinin yüzdesi arttı. 20. yüzyılda Rusya ve Çin gibi sosyalist model uygulayan ülkelerde, özel mülkiyetin sınırlandırılması sonucu gelir ve varlık eşitsizlikleri kısmen giderildi, ancak bu ülkelerde verimli ekonomiler kurulamadığı için, devlet kontrolündeki sosyalist modeller 1970’lerde tıkandı. ABD ve Avrupa’da refah devleti politikalarının uygulandığı dönemlerde tasarruf edebilen tüketici sınıfların yanı sıra, mülksüzlerin de yaşam koşulları önemli ölçüde iyileştirildi. Ortadoğu ve Latin Amerika gibi coğrafyalarda ise, toplumun çok büyük çoğunluğu düşük gelirle ve mülksüz yaşamaya devam etti.
21. yüzyılın ilk çeyreğinde, toplumun düşük gelirli ve mülksüz kesimlerinin borçlanarak tüketebilme imkanı doğmuş görünse de, bu imkan yeniden ortadan kalkıyor. Dünya yeniden 20. yüzyılın ilk yarısındaki, sınıf atlamanın sadece hırsızlık ve zengin aile çocukları ile evlenmeyle mümkün olabileceği zamanlara dönüyor. Eğitimin özelleştirilmesi ve bedava kamusal eğitimin kalitesizleşmesi nedeniyle diplomaya yatırım yapmanın da önemini yitirdiği, iyi bir diplomanın ise çok pahalı olduğu bir dönemdeyiz. Gelişen teknolojiler insan kol ve beyin emeğini önemsizleştiriyor, vasıf gerektiren meslekler haricindekiler pazarlık gücünü yitiriyor, bu mesleklerle elde edilebilecek gelirler düşüyor. 2000’lerin başında büyüyen ve vasıfsız emek için gelir elde etme imkanı yaratan hizmet sektörü, Covid-19 salgını sonrasında hızla küçüldü. Örneğin dünya genelinde önemli bir istihdam yaratan turizm sektöründeki daralma oldu. En iyimser senaryoya göre bile, 2022 yılından önce turizm sektörünün salgın öncesindeki seviyelere dönmesi beklenmiyor.
Dünya salgın öncesine dönse bile, küresel ısınma tehdidi, aşırı borçlanma ve gelir/varlık uçurumları eski “güzel günleri” sürdürebilme imkanı vermiyor. Dünya büyük bir hızla “büyük sıfırlamaya” doğru gidiyor.
Büyük sıfırlama, ama nasıl? Önümüzdeki aylarda hararetle tartışılmaya devam edecektir.
January 17, 2021
Bireysel Emeklilik Sistemi Hakkında
Türkiye’de henüz emekleme aşamasında olan Bireysel Emeklilik Sistemi ile ilgili, soru/cevap biçiminde düzenlediğim görüşlerim:
Bireysel Emeklilik Sistemi Sosyal Güvenlik sisteminin alternatifi midir? Türkiye’deki Bireysel Emeklilik Sistemi’nin olumlu yönleri nelerdir?
Öncelikle Bireysel Emeklilik Sistemi’nin Sosyal Güvenlik Sistemi’nin bir alternatifi olmadığını ve asla da olmaması gerektiğini düşünüyorum. Sosyal Güvenlik Sistemi, insanlığın en önemli kazanımlarından biridir ve Bireysel Emeklilik Sistemi ile ikame edilemez. Diğer taraftan Sosyal Güvenlik Sistemi, doğası gereği kamu bütçelerinde açığa neden olur; çünkü yaş ya da maluliyet gereği çalışamaz hale gelenlerin, çalışabilir durumda olanlar tarafından finanse edilmesi zorunluluğuna dayanır. Bir ekonomi ne kadar iyi işlerse işlesin, ekonomik iniş-çıkışlara bağlı olarak sistemin kamu bütçelerinde ciddi açıklara yol açması riski vardır. Gelirlerinden tasarruf etme imkânı olanların, Sosyal Güvenlik Sistemi’ne ek olarak Bireysel Emeklilik Sistemi’ne katılımının teşvik edilmesi bu anlamda olumludur.
İkincisi, tasarrufların, tasarruf edenlerin tercihleri dışında yönlendirilmesi her zaman sorunludur. Bireysel Emeklilik Sistemi, tasarruf sahiplerine geniş bir risk/kazanç yelpazesinde, birikimlerini serbestçe yönlendirme seçenekleri sunuyor. Dolayısıyla, tasarruf sahibi, tasarrufunu kişisel tercihleri doğrultusunda ve belli aralıklarla fon dağılımını değiştirerek yönlendirme imkânı buluyor.
Üçüncüsü, Türkiye’de BES’e % gibi, azımsanmayacak bir devlet katkısı sağlanıyor. Bu katkının tamamını almak, belli koşullara bağlanmış ve sürdürülebilirliği tartışmalı olsa da, sisteme katılanlar için önemli bir tercih nedenidir.
Menkul kıymet ihraç edenler açısından bakarsak, özellikle finansman olanaklarının daraldığı dönemlerde, derinliği ve hacmi artmış bir Bireysel Emeklilik Sistemi, taze ve ucuz finansmana ulaşma olanağı sağlar.
Bireysel emeklilik sisteminde eksik olan yönler nelerdir? Bunlar nasıl geliştirilebilir?
Bireysel Emeklilik Sistemi’nin şeffaflığı ile ilgili kuşku ve endişelerin giderilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bireysel Emeklilik Sistemi’nin, tasarruf sahiplerinin kazançlarını küçültecek ölçüde finansal kuruluşların lehine işlediği algısının ortadan kaldırılması gerektiği fikrindeyim. Sistem, çok güçlü finansal kuruluşların tekelleşmesine yol açmayacak şekilde genişletilmeli, daha sınırlı imkânları olan girişimlerin önünü açmalı. Sendikalar, meslek birlikleri, odalar, kooperatifler de sisteme hem denetleyici, hem de düzenleyici olarak müdahale edebilmeli.
Bireysel emeklilik sistemi, katılımcı açısından yararlı işlev görmesi için ne şekilde iyileştirilebilir? Kanun yapıcı açısından yapılması gerekenler nelerdir?
Finansal piyasalar eşitsizliğe dayanır ve eşitsizliği büyütür. Finansal piyasalarda bilgiye ve kazançlı yatırım araçlarına erişim her zaman eşitsizdir. Dolayısıyla sıradan bir tasarruf sahibi, ortalama veya ortalama altı bir gelire razı olma veya işleyişi ve dinamiği hakkında fikir sahibi olmadığı aşırı riskli yatırım araçlarında zarar etme riskini alma seçenekleri ile karşı karşıyadır. Profesyonel fon yönetimi özel uzmanlık gerektirir ve pahalıdır. Sıradan insanların bu hizmetlere ulaşım imkânı yoktur.
Kanun yapıcı, ilgili piyasayı düzenlemekle ve denetlemekle sorumludur. Bundan ötesine müdahalesi doğru değildir. Düzenleme ve denetlemenin demokratik katılımla yapılması, sorunun kanun yapıcı tarafını kısmen çözebilir.
Bilgi ve kazanç elde etmedeki eşitsizlik konusunda ise bugüne kadar hiç tartışılmamış konuların tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Sistemin adı her ne kadar “bireysel” emeklilik olsa da, bireyin gücünün arttırılmasının yanı sıra, bireylere bu tip sistemlere sendikaları, meslek birlikleri, odaları, vb. demokratik örgütleri vasıtasıyla katılabilme olanağı da sağlanmalıdır. Geleneksel anlayışa göre, sendikalar ve meslek birlikleri ücretler, çalışma koşulları, sosyal haklar gibi alanlarda mücadele etmek üzere örgütlenmiştir. Oysa günümüzde, sıradan insanlar olarak, çok karmaşık ekonomik/finansal ilişkiler içindeyiz. Bu kuruluşlar, üyelerinin tasarruflarının gelecekteki akıbeti konusunda da bir şeyler yapabilirler. Finansal sistemlerde en büyük kazançları, bu sistemler içinde bilimsel yöntemlerle yatırım yapanlar elde ediyor. Sıradan insanların sendikaları ve meslek örgütleri vasıtasıyla emek gelirlerine ilaveten sermaye (tasarruf) gelirlerini de arttırmak üzere girişimde bulunmaması için hiçbir neden görmüyorum.
Günümüz dünyasında yüz binlerce finans profesyoneli, muhtelif kurum ve kuruluşlarda istihdam ediliyor; görevleri (doğrudan veya dolaylı olarak) finansal kazancı maksimize etmek. Neden sadece özel sermaye sahiplerine hizmet versinler ki?
Dow Teorisi’ne göre yükselişlerin son aşaması, hisse senetlerinin kalabalıklara dağıtımının yapıldığı bir dönemdir. İçinde hisse senetlerini de barındıran Bireysel Emeklilik Sisteminin yaygınlaşması, tasarruf sahipleri açısından böyle bir tehlike içermekte midir?
Bu sorun, sadece hisse senetlerinde değil, bütün finansal araçlarda mevcut. Örneğin, senelerdir yabancı para biriktirmiş geniş halk kesimleri, Türk Lirasının on yıllardır devam eden değer kaybetme dalgası tamamlandıktan sonra, TL cinsinden harcamak üzere dövizlerini bozdurmak istediklerinde, oldukça pahalı seviyelerden aldıkları yabancı paraların önemli ölçüde değer kaybettiğini görebilirler. Benzer şekilde, muhtemel bir enflasyonist ortam, düşük faiz seviyelerinden tasarruf edilen birikimlerini değersizleştirebilir. Dolayısıyla risk, tasarruf yapılan her alanda mevcuttur.
Elliott Dalga Prensibi terminolojisini kullanmak gerekirse, tasarrufların beşinci dalgasını yapan finansal araçlara yatırılması, daha sonra gelecek bir likidasyon dalgasında büyük zararlara neden olacaktır.
Finansal piyasaların karmaşık işleyişi ve fiyat dinamiği genellikle, bu piyasalarda bireysel olarak yer alan tasarruf sahiplerini en iyi ihtimalle düşük kazanç sağlama, daha kötü ihtimalle tasarruflarının bir kısmını kaybetme riski ile karşı karşıya bırakır. Finans piyasasının geçmiş birkaç yüzyıldaki işleyişi, bunun sayısız örnekleri ile dolu.
Önceki yüzyıllarda toplumlar, keskin bir şekilde sadece emek geliri elde edenler ve sadece sermaye geliri elde edenler olarak ayrışıyordu. Günümüz toplumlarında emek geliri elde edenlerin, şimdilik sınırlı olmak üzere, sermaye gelirleri de elde etme olanakları var. Dolayısıyla, Dow Teorisi, bize geçmiş zamanların dinamiğini tarif ediyor olabilir: Bir tarafta, bilgi ve profesyonel destekle donanmış büyük sermaye, diğer tarafta piyasalarda “tek başına” var olmaya çalışan, piyasa değişimlerine itkisel tepkiler vererek, trendlerin en son aşamasında “yanlış” yatırım araçlarına hücum eden küçük tasarruf sahibi kitleler…
Finansal piyasaların demokratikleşmesi, şeffaflaşması ve yeniden düzenlenmesi/denetlenmesi hem spekülasyonun boyutunu küçültücü bir etki yapabilir, hem de toplanma/dağıtım dinamiğinin tasfiye edilmesini sağlayabilir.
Ben, her ne kadar senelerdir çeşitli pozisyonlarda finans dünyası ile haşır neşir olsam da, genel anlamda “piyasa dostu” bir bakış açısına sahip değilim. Finans piyasalarının mevcut işleyişine çok temelden itirazlarım var. Ancak finansallaşmış bir dünyada yaşadığımız gerçeğini inkâr etmeyi de doğru bulmuyorum. Daha uzun yıllar ve nesiller boyunca, finans piyasaları ile beraber yaşayacağımızı tahmin ediyorum.
O halde şikâyet etmek yerine, finans piyasalarını nasıl çoğunluk lehine işler hale getiririz, nasıl şeffaflaştırırız, demokratikleştiririz ve emeklilik sistemleri gibi sistemleri, sadece tasarruf sahiplerinin finansal kazançlarını arttırmak için değil, ekolojik yatırımları, start-up’ları, hatta kâr amaçlı olmayan, kamu yararına yatırımları desteklemek üzere nasıl geliştirebiliriz diye düşünmeliyiz. Bence finans piyasaları büyük bir kumarhane gibi işlemek, coşkunluk ve korku dönemlerinde servet transferlerine araç olmak zorunda değil.
Bireysel Emeklilik Sistemi Hakkında
Türkiye’de henüz emekleme aşamasında olan Bireysel Emeklilik Sistemi ile ilgili, soru/cevap biçiminde düzenlediğim görüşlerim:
Bireysel Emeklilik Sistemi Sosyal Güvenlik sisteminin alternatifi midir? Türkiye’deki Bireysel Emeklilik Sistemi’nin olumlu yönleri nelerdir?
Öncelikle Bireysel Emeklilik Sistemi’nin Sosyal Güvenlik Sistemi’nin bir alternatifi olmadığını ve asla da olmaması gerektiğini düşünüyorum. Sosyal Güvenlik Sistemi, insanlığın en önemli kazanımlarından biridir ve Bireysel Emeklilik Sistemi ile ikame edilemez. Diğer taraftan Sosyal Güvenlik Sistemi, doğası gereği kamu bütçelerinde açığa neden olur; çünkü yaş ya da maluliyet gereği çalışamaz hale gelenlerin, çalışabilir durumda olanlar tarafından finanse edilmesi zorunluluğuna dayanır. Bir ekonomi ne kadar iyi işlerse işlesin, ekonomik iniş-çıkışlara bağlı olarak sistemin kamu bütçelerinde ciddi açıklara yol açması riski vardır. Gelirlerinden tasarruf etme imkânı olanların, Sosyal Güvenlik Sistemi’ne ek olarak Bireysel Emeklilik Sistemi’ne katılımının teşvik edilmesi bu anlamda olumludur.
İkincisi, tasarrufların, tasarruf edenlerin tercihleri dışında yönlendirilmesi her zaman sorunludur. Bireysel Emeklilik Sistemi, tasarruf sahiplerine geniş bir risk/kazanç yelpazesinde, birikimlerini serbestçe yönlendirme seçenekleri sunuyor. Dolayısıyla, tasarruf sahibi, tasarrufunu kişisel tercihleri doğrultusunda ve belli aralıklarla fon dağılımını değiştirerek yönlendirme imkânı buluyor.
Üçüncüsü, Türkiye’de BES’e % gibi, azımsanmayacak bir devlet katkısı sağlanıyor. Bu katkının tamamını almak, belli koşullara bağlanmış ve sürdürülebilirliği tartışmalı olsa da, sisteme katılanlar için önemli bir tercih nedenidir.
Menkul kıymet ihraç edenler açısından bakarsak, özellikle finansman olanaklarının daraldığı dönemlerde, derinliği ve hacmi artmış bir Bireysel Emeklilik Sistemi, taze ve ucuz finansmana ulaşma olanağı sağlar.
Bireysel emeklilik sisteminde eksik olan yönler nelerdir? Bunlar nasıl geliştirilebilir?
Bireysel Emeklilik Sistemi’nin şeffaflığı ile ilgili kuşku ve endişelerin giderilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bireysel Emeklilik Sistemi’nin, tasarruf sahiplerinin kazançlarını küçültecek ölçüde finansal kuruluşların lehine işlediği algısının ortadan kaldırılması gerektiği fikrindeyim. Sistem, çok güçlü finansal kuruluşların tekelleşmesine yol açmayacak şekilde genişletilmeli, daha sınırlı imkânları olan girişimlerin önünü açmalı. Sendikalar, meslek birlikleri, odalar, kooperatifler de sisteme hem denetleyici, hem de düzenleyici olarak müdahale edebilmeli.
Bireysel emeklilik sistemi, katılımcı açısından yararlı işlev görmesi için ne şekilde iyileştirilebilir? Kanun yapıcı açısından yapılması gerekenler nelerdir?
Finansal piyasalar eşitsizliğe dayanır ve eşitsizliği büyütür. Finansal piyasalarda bilgiye ve kazançlı yatırım araçlarına erişim her zaman eşitsizdir. Dolayısıyla sıradan bir tasarruf sahibi, ortalama veya ortalama altı bir gelire razı olma veya işleyişi ve dinamiği hakkında fikir sahibi olmadığı aşırı riskli yatırım araçlarında zarar etme riskini alma seçenekleri ile karşı karşıyadır. Profesyonel fon yönetimi özel uzmanlık gerektirir ve pahalıdır. Sıradan insanların bu hizmetlere ulaşım imkânı yoktur.
Kanun yapıcı, ilgili piyasayı düzenlemekle ve denetlemekle sorumludur. Bundan ötesine müdahalesi doğru değildir. Düzenleme ve denetlemenin demokratik katılımla yapılması, sorunun kanun yapıcı tarafını kısmen çözebilir.
Bilgi ve kazanç elde etmedeki eşitsizlik konusunda ise bugüne kadar hiç tartışılmamış konuların tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Sistemin adı her ne kadar “bireysel” emeklilik olsa da, bireyin gücünün arttırılmasının yanı sıra, bireylere bu tip sistemlere sendikaları, meslek birlikleri, odaları, vb. demokratik örgütleri vasıtasıyla katılabilme olanağı da sağlanmalıdır. Geleneksel anlayışa göre, sendikalar ve meslek birlikleri ücretler, çalışma koşulları, sosyal haklar gibi alanlarda mücadele etmek üzere örgütlenmiştir. Oysa günümüzde, sıradan insanlar olarak, çok karmaşık ekonomik/finansal ilişkiler içindeyiz. Bu kuruluşlar, üyelerinin tasarruflarının gelecekteki akıbeti konusunda da bir şeyler yapabilirler. Finansal sistemlerde en büyük kazançları, bu sistemler içinde bilimsel yöntemlerle yatırım yapanlar elde ediyor. Sıradan insanların sendikaları ve meslek örgütleri vasıtasıyla emek gelirlerine ilaveten sermaye (tasarruf) gelirlerini de arttırmak üzere girişimde bulunmaması için hiçbir neden görmüyorum.
Günümüz dünyasında yüz binlerce finans profesyoneli, muhtelif kurum ve kuruluşlarda istihdam ediliyor; görevleri (doğrudan veya dolaylı olarak) finansal kazancı maksimize etmek. Neden sadece özel sermaye sahiplerine hizmet versinler ki?
Dow Teorisi’ne göre yükselişlerin son aşaması, hisse senetlerinin kalabalıklara dağıtımının yapıldığı bir dönemdir. İçinde hisse senetlerini de barındıran Bireysel Emeklilik Sisteminin yaygınlaşması, tasarruf sahipleri açısından böyle bir tehlike içermekte midir?
Bu sorun, sadece hisse senetlerinde değil, bütün finansal araçlarda mevcut. Örneğin, senelerdir yabancı para biriktirmiş geniş halk kesimleri, Türk Lirasının on yıllardır devam eden değer kaybetme dalgası tamamlandıktan sonra, TL cinsinden harcamak üzere dövizlerini bozdurmak istediklerinde, oldukça pahalı seviyelerden aldıkları yabancı paraların önemli ölçüde değer kaybettiğini görebilirler. Benzer şekilde, muhtemel bir enflasyonist ortam, düşük faiz seviyelerinden tasarruf edilen birikimlerini değersizleştirebilir. Dolayısıyla risk, tasarruf yapılan her alanda mevcuttur.
Elliott Dalga Prensibi terminolojisini kullanmak gerekirse, tasarrufların beşinci dalgasını yapan finansal araçlara yatırılması, daha sonra gelecek bir likidasyon dalgasında büyük zararlara neden olacaktır.
Finansal piyasaların karmaşık işleyişi ve fiyat dinamiği genellikle, bu piyasalarda bireysel olarak yer alan tasarruf sahiplerini en iyi ihtimalle düşük kazanç sağlama, daha kötü ihtimalle tasarruflarının bir kısmını kaybetme riski ile karşı karşıya bırakır. Finans piyasasının geçmiş birkaç yüzyıldaki işleyişi, bunun sayısız örnekleri ile dolu.
Önceki yüzyıllarda toplumlar, keskin bir şekilde sadece emek geliri elde edenler ve sadece sermaye geliri elde edenler olarak ayrışıyordu. Günümüz toplumlarında emek geliri elde edenlerin, şimdilik sınırlı olmak üzere, sermaye gelirleri de elde etme olanakları var. Dolayısıyla, Dow Teorisi, bize geçmiş zamanların dinamiğini tarif ediyor olabilir: Bir tarafta, bilgi ve profesyonel destekle donanmış büyük sermaye, diğer tarafta piyasalarda “tek başına” var olmaya çalışan, piyasa değişimlerine itkisel tepkiler vererek, trendlerin en son aşamasında “yanlış” yatırım araçlarına hücum eden küçük tasarruf sahibi kitleler…
Finansal piyasaların demokratikleşmesi, şeffaflaşması ve yeniden düzenlenmesi/denetlenmesi hem spekülasyonun boyutunu küçültücü bir etki yapabilir, hem de toplanma/dağıtım dinamiğinin tasfiye edilmesini sağlayabilir.
Ben, her ne kadar senelerdir çeşitli pozisyonlarda finans dünyası ile haşır neşir olsam da, genel anlamda “piyasa dostu” bir bakış açısına sahip değilim. Finans piyasalarının mevcut işleyişine çok temelden itirazlarım var. Ancak finansallaşmış bir dünyada yaşadığımız gerçeğini inkâr etmeyi de doğru bulmuyorum. Daha uzun yıllar ve nesiller boyunca, finans piyasaları ile beraber yaşayacağımızı tahmin ediyorum.
O halde şikâyet etmek yerine, finans piyasalarını nasıl çoğunluk lehine işler hale getiririz, nasıl şeffaflaştırırız, demokratikleştiririz ve emeklilik sistemleri gibi sistemleri, sadece tasarruf sahiplerinin finansal kazançlarını arttırmak için değil, ekolojik yatırımları, start-up’ları, hatta kâr amaçlı olmayan, kamu yararına yatırımları desteklemek üzere nasıl geliştirebiliriz diye düşünmeliyiz. Bence finans piyasaları büyük bir kumarhane gibi işlemek, coşkunluk ve korku dönemlerinde servet transferlerine araç olmak zorunda değil.