Tuncer Şengöz's Blog, page 3

December 3, 2020

Orta Sınıf, İktisadi/Kültürel Davranış Dinamikleri

27 Kasım 2020 günü, sosyal medya hesabımdan bir anket yayınladım. Anket üç sorudan oluşuyordu

Birinci soru: Son 2 senedir tasarruflarınızı ağırlıklı olarak nerede tuttunuz? 2030 kişi oy kullandı ve cevaplar şu şekilde geldi:

TL cinsi enstrümanlarda: (.6, Döviz/altın cinsi enstrümanlarda: Q.8, Tasarrufum yok: ,6

İkinci soru: Genel olarak maddi durumunuz son iki senede ne yönde değişti? 2508 kişi oy kullandı ve cevaplar şu şekilde geldi:

İyileşti: !.6, Kötüleşti: X,5, Değişmedi: .9

Üçüncü soru: Bugün seçim olsa oyunuzu iktidardaki parti(ler) lehine mi, muhalefetteki partiler lehine mi kullanırsınız? 2202 kişi oy kullandı ve cevaplar şu şekilde geldi:

İktidar lehine: %6.7, Muhalefet lehine: q.5, Oy kullanmam: !.8

Benim sosyal medya aracılığıyla ulaşabildiğim çevrenin belli özellikleri olduğunu biliyorum: Genellikle kentli, beyaz yakalı, asgari (yer yer ileri düzeyde) bir finansal okur-yazarlık düzeyinde, eğitimli orta sınıfa mensup insanlar. Bu insanların Türkiye genelini temsil etmedikleri doğrudur; gene de ekonomik/finansal davranışlarının, en azından ait oldukları kültürel/iktisadi sınıfın genel davranışını gösterdiğini düşünüyorum. Yaklaşık 2000 kişinin katıldığı anket sonuçları bir fikir verebilir mi? Deneyelim:

Bu yazı iki bölümden oluşacak; önce dünyada son üç yüzyıldır gelir ve varlık gruplarının pastayı nasıl paylaştıklarını özetleyeceğim. İlk bölümde referansım, bu konuda en kapsamlı araştırmaları yapan Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin bulguları olacak.

İkinci bölümde, Türkiye yakın tarihine benzer bir perspektifle bakarak, özellikle de son beş seneye yoğunlaşarak bazı değerlendirmeler yapacağım. Bu değerlendirmeler, Türkiye’de özellikle orta sınıfın iktisadi/finansal davranışlarını büyük resme oturtma gibi bir çaba da içeriyor.

1-Dünyada Varlık ve Gelir Dağılımı

Önce Piketty’ye referansla, Fransa’da varlıkların 300 yıl boyunca nasıl değiştiğine bakalım. Neden Fransa? Çünkü Fransa, 1789’daki devrimden sonra en iyi kayıt tutan ülke, ilaveten ülkeden ülkeye rakamsal farklılıklar görülse de, genel trend bütün dünyada aynı rotayı izliyor.

Öncelikle varlık gruplarının toplam pastadan aldıkları payın Fransız Devriminden 1. Dünya Savaşı’na kadar hemen hemen hiç değişmediğine dikkat edelim: Varlıkların ~’i en zengin ’a, ~’i ortadaki @’a, ~%5’i de en yoksul P’ye ait. Bu dağılım 19. yüzyılda pek değişmiyor. 1914’te, 1. Dünya Savaşı ile beraber dağılım değişmeye başlıyor. En varlıklı ’un payı 80’lerden 50’lere kadar gerilerken, ortadaki @’ın payı 15’ten 40’a yükseliyor. Bu trende en yoksul P daha sonra katılıyor; 1945’ten sonra bu kesimin payı da %5’ten ’a yükseliyor. 2. Dünya Savaşı ile 1980 arasında Fransa’da en zengin ’un varlık pastasından aldığı payın önemli bir kısmı orta sınıfa geçiyor. En yoksul P de bu trendden payını alıyor, ancak bu kesimin payına orta sınıfa göre daha küçük bir kısım düşüyor.

Batı dünyasındaki genel trend üç aşağı-beş yukarı böyle. Bunun dışında kalanlar ise: 1. Sosyalist blok (bu ülkelerde varlık dağılımı önemli ölçüde eşitlikçi) 2. Ortadoğu ve Latin Amerika (bu ülkelerde ise geleneksel yapılar varlığını sürdürüyor, varlıklar hep zenginlerin elinde). Türkiye’deki durumun ne olduğunu bilmiyoruz; hem tutulan kayıtların yetersizliği, hem de konunun ayrıntılı bir araştırmasının yapılmamış olması nedeniyle… Batı’ya benzediğimizi, 19. yüzyılda ciddi eşitsizlik olduğunu, cumhuriyet sonrası orta sınıfın yükseldiğini tahmin ediyoruz.

Dünyadaki gelir dağılımı ise son 120 yılda şu şekilde değişiyor: ABD, Avrupa ve Japonya’da en yüksek gelire sahip , 20. yy başında toplam gelirlerin E-50’sini alırken, oran Dünya Savaşlarından 1980’e kadar 0-35’e geriliyor. Özellikle Avrupa’da 0’un da altına iniyor.

Buraya küçük bir not düşeyim: 1945-1980 arası kapitalizmin değil, sosyalizmin ve sosyal demokrasinin altın çağıdır. Bu dönemde hem Batı’da, hem de Doğu’da eşitliğe önemli ölçüde yaklaşılmıştır. 1980’den sonra ise hem varlıklar, hem de gelirler yeniden en varlıklı ’a yöneliyor.

O halde, 2. bölüme geçmeden önce dünyadaki genel trendleri özetleyelim:

i) Büyük buluşlar ve aydınlanma çağı olarak anılan 19. yüzyıl, Fransız Devrimi’nde zikredilen Eşitlik sloganına karşın varlık ve gelir dağılımının toplumun çoğunluğu lehine değişmediği bir yüzyıldır.

ii) Dünya Savaşları dünyada eşitleyici rol oynamış, küçük azınlıkların elinde toplanmış olan varlık ve gelirler ağırlıklı olarak orta sınıfa geçmiş, bundan en yoksul P de kısmen yararlanmıştır. Bu anlamda 20. yüzyıl (özellikle Batı dünyasında bir Orta Sınıf Uygarlığı dönemidir)

iii) 1980’den sonra trend tersine dönmüş, varlıklar ve gelirler yeniden en zengin ’a (yer yer %1’e) yönelmiş, trend Avrupa’da -Avrupa demokrasilerinin sayesinde – daha ılımlı, ABD, Japonya ve özellikle komünizm sonrası Doğu Avrupa ülkelerinde çok vahşi boyutlarda gelişmiştir.

iv) 20. yy başında gelişmiş dünyanın en eşitsiz toplumları Avrupa’da, Amerika göreceli olarak daha eşitlikçi bir toplumken, 21. yy başında tersine, Avrupa daha eşitlikçi, ABD aşırı eşitsiz bir topluma dönüşmüştür. Latin Amerika, Afrika, Ortadoğu bu trendin hep dışında eşitsizdir.

Tarihsel perspektifi bu şekilde çizdikten sonra daha yakın vadeye bakalım. Türkiye’de gelir gruplarının ulusal gelirden aldıkları pay son 15 sene içinde nasıl değişti? Grafikten de görüleceği üzere trend, 2002-2007 arası orta sınıf ve en yoksul P lehine, en zengin aleyhine. Trend 2007’den sonra en zengin (ve %1) lehine, önce orta sınıfın, 2013’ten sonra da en yoksul P’nin payı küçülüyor. 2007 sonrasının, öfkeli orta sınıf protestolarına sahne olduğunu da buraya not edelim (Cumhuriyet mitingleri, Gezi, Adalet Yürüyüşü, vs).

Gelir dağılımında Türkiye diğer dünya ülkelerinin hangisine benziyor? Bu sorunun cevabı şu: Türkiye’nin en yüksek gelirli ’u Güney Afrika, en düşük gelirli P’si ABD, Çin benzeri bir pay alıyor. Listelenen ülkeler içinde orta sınıfı en zayıf ülke Türkiye.

Ancak yukarıdaki tabloda çok ilginç bir unsur var: Son 15 senede gelir dağılımı ABD’de, Almanya’da, Güney Afrika’da ve Çin’de hızla en yüksek gelirliler yönünde değişirken, Türkiye bu dönemi Fransa ve Krallık benzeri, ciddi değişim yaşamadan geçiriyor.

Eşitsizlik konusunu kapatıp iktisadi/finansal davranışa geçmeden önce son bir not daha: Varlık eşitsizliğinde durumun ne olduğunu bilmiyoruz. Yeterli veri olmadığı gibi, var olan veri de şeffaf değil. Bu konuda tablo, daha ayrıntılı ve analiz edilebilir veri geldiğinde netleşecek. Türkiye’de oy verme davranışı ve politik tavır konusunda şu genelleme hatalı olmaz sanırım: Türkiye’de özellikle son 20 yıldır orta ve üst orta gelir grubundakiler genellikle merkez ve merkez sol, alt gelir grubundakiler ise merkez sağ ve aşırı sağın oy tabanını oluştururlar. 2002-2007 dönemi, aynı zamanda siyasal partilerin oy tabanlarının da şekillendiği bir dönemdir. Sonraki 10 yıl boyunca bu tercihlerin pek az değiştiğini biliyoruz: Orta sınıflar ağırlıklı olarak ve ısrarla muhalefete, yoksullar ise ağırlıklı olarak ve ısrarla iktidara oy verdiler. Türkiye’de siyasal sistem 2010 referandumundan sonra değişmeye başladı. Yeni sistem, iktidar partisini çok güçlendirirken, muhalefeti çok zayıflattı. Güçler ayrılığı, zaman içinde güçler birliğine ve dengeli siyasal sistem da çok güçlü bir tek parti yönetimine dönüştü.

2-Türkiye’de Orta Sınıf

Türkiye’de finansallaşmanın tarihi ani ve sert şoklarla doludur; 1980 sonrasının şoklarında -ağırlıklı olarak tasarruf edebilen – orta sınıflar büyük kayıplara uğramıştır. 1980’lerin başındaki banker faciasında 200 bine yakın insanın ciddi kayıplara uğradığı tahmin ediliyor. 1994’te TL’nin çöküşü, 1997’de borsa çöküşü, 2000’lerin başında TL’nin ve borsanın yeniden çöküşü, 2008 dünya finans krizinde kısa vadeli son şok, Türkiye finansal tarihinin önemli satır başlarını oluşturur. Bu şoklarda orta sınıf için kayıplar iki türlü olmuştur: Bir taraftan tasarruflar erimiş, bankerlere kaptırılmış, borsada batırılmış, enflasyona karşı alım gücü kayıplarına uğramış, diğer taraftan da iş kaybına neden olmuştur. Geçmiş bütün şoklarda orta sınıf hem tasarruf, hem de iş kaybına uğramıştır. 2010 sonrasında, değişen siyasal ortam, orta sınıfları ekonomik dengesizliklerin yanında, değişen siyasal düzene karşı da tedbir almaya yöneltti. Daha önceki şoklarda tasarruflar ve iş yitiriliyordu, 2010 sonrası yavaş yavaş bir korku unsuru daha oluşmaya başladı: Gelecek korkusu.

Orta sınıf, devletin eğitim, sağlık gibi alanlardan çekilmekte olduğunu görüyor, kör topal yürüyen demokratik sistemin ve hukuk devletinin de aşınmakta olduğunu hissediyordu. Bu sistemin değişebileceğine dair inançsızlık yeni bir iktisadi davranışı tetikledi: Dolarizasyon.

2002 şokunda Döviz Tevdiat hesapları toplam mevduat içinde `’a yükselmişti. Sonraki 10 yıl boyunca hem TL değerlendi, hem de döviz bozduruldu ve DTH/Toplam Mevduat oranı '’ye kadar geriledi. 2010’dan sonra trend değişti ve dolarizasyon yeniden başladı.

2010-2018 arasında DTH’ların artış hızı, Dolar kurundaki artıştan daha fazla, dönem dönem dövizdeki artışa düzeltmeler gelse de, döviz tutma eğiliminin pek az değiştiğini görüyoruz. Bunun sadece satın alma gücündeki aşınma ve iktisadi davranış ile izah edilmesini doğru bulmuyorum.

Orta sınıfın 2010 sonrası değişen iktisadi/finansal davranışında 4 kritik dönemeç var: Gezi Direnişi (2013), tekrarlanan genel seçim (2015 Kasım), Anayasa referandumu (2017), son genel seçim/cumhurbaşkanlığı seçimi (2018). Bu dönemeçlerin her birinde umut aşama aşama yitirildi.

2015’ten sonra, bu kritik dönemeçlerden her birinden bugüne kadarki döviz ve (bir gösterge olarak) hisse senedi endeksindeki değişim ve bu değişimin enflasyondaki değişimle kıyaslaması şu tabloda görülebilir. 2015 Kasım seçiminden, 2017 referandumundan, 2018 seçiminden sonra döviz alanlar ne zaman almış olurlarsa olsunlar, bugüne kadar 0 reel getiri elde ettiler (kümülatif enflasyonu 0 oranında yendiler). Hisse senedi (veya TL cinsi enstrümanlar) alanlar ise hep zararda.

Başka bir ifadeyle sisteme “güvenmeyeler” kazandı, “güvenenler” reel olarak zararda. Son bir yıldaki tablo daha da dramatik. Altın f, döviz 5-47, hisse senedi %, bono .5 arttı. Resmi enflasyon .89. TL mevduat resmi enflasyonu, geçen hafta ancak yakalayabildi.

Dünyadaki benzerlerine göre ulusal paydan çok daha düşük oranda gelir elde eden, her finansal şokta tasarruf ve iş kaybına uğrayan, buna karşın en az dünyadaki eşdeğerleri kadar eğitimli, görgülü, bilgili, evrensel değerlere açık olan orta sınıf, hayatta kalma yolunu böyle buldu. Bu “ödül” öncelikle ana akım medyaya, finans/borsa medyasına, iktidar sözcülerine güvenmeme, muhalefetin içi boş vaatlerine kanmama, hamasete prim vermeme sayesinde sağlandı. Sokakta ve finansta on yıllardır yenen dayak ve kazıkların sonucu çıkartılmış önemli bir derstir.

Ancak son iki senedir ilginç bir şey oldu: Orta sınıfın ağırlıklı bir şekilde kaydırdığı altın ve döviz tasarrufları, sadece tasarrufları koruma avantajı değil, aynı zamanda çok ciddi bir siyasal güç de verdi:

Kaba bir hesaba göre sistemin içinde veya yastık altında tutulan döviz ve altının toplam piyasa değeri, kötümser tahmine göre 500 milyar, (abartılı da olsa) iyimser tahmine göre 1 trilyon dolar düzeyinde. Bunun önemli bir kısmı, sisteme, medyaya, siyasetçilere, bürokratlara güvenmeyen, demokrasi, hukuk, güçler ayrılığı talep eden seküler orta sınıfa ait. Bu çok büyük bir pazarlık gücü. Orta sınıfın bu talepler yerine gelmedikçe, parasını sisteme sokmaya ve TL’ye çevirme niyeti yok. Muhalefetin, “Türkiye’ye yabancı yatırımın gelmesi için hukuk, demokrasi, güçler ayrılığı lazım” söylemi utanç verici ve daha önemlisi hesap hatası. Sistemin dışarıdan gelecek paraya değil, öncelikle sistemden ve TL’den çekilmiş kendi yurttaşlarının parasına ihtiyacı var.

2000 civarında insanın oy kullandığı anketin sonuçları da bunu gösteriyor: Döviz, altın, kripto paralar, yabancı hisse senetleri tutanlar, Türkiye’ye yönelecek yabancı sermaye akımlarını değil, öncelikle sistemdeki hukuk ve demokrasi yönündeki değişimleri bekliyorlar. “Rasyonel piyasa”, “akılcı yatırımcı”, homo economicus teorilerinin çuvalladığı yer burası işte: Liyakatin olmadığı, eş-dost-akraba-cemaat-tarikat dayanışmasının hüküm sürdüğü, hukuk güvencesi olmayan bir sistemin kendileri lehine olmadığını bilen insanlar sisteme para akıtmazlar.

Sosyal medya anketimin sonuçlarına bakalım: Parasını altın veya dövizde tutanların oranı Q,8, oyum iktidara diyenlerin oranı %6,7. Reel olarak beş senede 0, üç senede `, iki senede 5 ve bir senede % kazanmış homo economicus‘un bu düzenin devam etmesini istemesi gerekmez miydi?

Son bir not daha: Türkiye’de orta sınıf, özellikle de kentli beyaz yakalı orta sınıf bütün mecralarda yok sayılır: Edebiyatta, sinemada, ana akım medyada, siyasal söylemlerde, vergi aflarında ve daha pek çok alanda. Bunun anlaşılır da nedenleri var. Bütün sanat/kültür ürünlerinin en büyük tüketicisi beyaz yakalı orta sınıftır. Sanat ürünleri, genellikle bilinmeyen, merak edilen, fantezi hikayeler ve marjinaliteyi anlattığında ilgi görür. Bu nedenle sanat ürünlerinde hep uçlarda tiplemeler kullanılır. Sıkıcı, monoton beyaz yakalı orta sınıf hikayeleri, ürünün alıcısı olan bu insanların kendilerine satılamaz, ticari değeri tartışmalıdır. Bu nedenle edebiyatımız, sinemamız eşkıya, polis, kötü patron, yürekli işçi, ezilen çöpçü, gariban köylü, pavyon kadını hikayeleri ile doludur.

Orta sınıf hep aşağılanır; ya küçük burjuvadır, ya “beyaz-türk”, ya entel-danteller, ya çıtkırıldımlar. Anadolu köylüsünün yüzyıllardır devam eden eğitimli, kentli, liyakatli nefreti böyle söylemlerle billurlaşır. Vergisi kaynağında kesilir, tüketici vergileriyle tekrar soyulur.

İşte şimdi o sınıfın elinde, belki de modern zamanların başından beri ilk defa büyük bir güç var; Türkiye’ye demokrasiyi, hukuk sistemini, liyakati, evrensel değerleri getirecek olan da bu güç.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 03, 2020 03:09

Orta Sınıf, İktisadi/Kültürel Davranış Dinamikleri

27 Kasım 2020 günü, sosyal medya hesabımdan bir anket yayınladım. Anket üç sorudan oluşuyordu





Birinci soru: Son 2 senedir tasarruflarınızı ağırlıklı olarak nerede tuttunuz? 2030 kişi oy kullandı ve cevaplar şu şekilde geldi:





TL cinsi enstrümanlarda: (.6, Döviz/altın cinsi enstrümanlarda: Q.8, Tasarrufum yok: ,6





İkinci soru: Genel olarak maddi durumunuz son iki senede ne yönde değişti? 2508 kişi oy kullandı ve cevaplar şu şekilde geldi:





İyileşti: !.6, Kötüleşti: X,5, Değişmedi: .9





Üçüncü soru: Bugün seçim olsa oyunuzu iktidardaki parti(ler) lehine mi, muhalefetteki partiler lehine mi kullanırsınız? 2202 kişi oy kullandı ve cevaplar şu şekilde geldi:





İktidar lehine: %6.7, Muhalefet lehine: q.5, Oy kullanmam: !.8





Benim sosyal medya aracılığıyla ulaşabildiğim çevrenin belli özellikleri olduğunu biliyorum: Genellikle kentli, beyaz yakalı, asgari (yer yer ileri düzeyde) bir finansal okur-yazarlık düzeyinde, eğitimli orta sınıfa mensup insanlar. Bu insanların Türkiye genelini temsil etmedikleri doğrudur; gene de ekonomik/finansal davranışlarının, en azından ait oldukları kültürel/iktisadi sınıfın genel davranışını gösterdiğini düşünüyorum. Yaklaşık 2000 kişinin katıldığı anket sonuçları bir fikir verebilir mi? Deneyelim:





[image error]



Bu yazı iki bölümden oluşacak; önce dünyada son üç yüzyıldır gelir ve varlık gruplarının pastayı nasıl paylaştıklarını özetleyeceğim. İlk bölümde referansım, bu konuda en kapsamlı araştırmaları yapan Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin bulguları olacak.





İkinci bölümde, Türkiye yakın tarihine benzer bir perspektifle bakarak, özellikle de son beş seneye yoğunlaşarak bazı değerlendirmeler yapacağım. Bu değerlendirmeler, Türkiye’de özellikle orta sınıfın iktisadi/finansal davranışlarını büyük resme oturtma gibi bir çaba da içeriyor.





1-Dünyada Varlık ve Gelir Dağılımı





Önce Piketty’ye referansla, Fransa’da varlıkların 300 yıl boyunca nasıl değiştiğine bakalım. Neden Fransa? Çünkü Fransa, 1789’daki devrimden sonra en iyi kayıt tutan ülke, ilaveten ülkeden ülkeye rakamsal farklılıklar görülse de, genel trend bütün dünyada aynı rotayı izliyor.





[image error]



Öncelikle varlık gruplarının toplam pastadan aldıkları payın Fransız Devriminden 1. Dünya Savaşı’na kadar hemen hemen hiç değişmediğine dikkat edelim: Varlıkların ~’i en zengin ’a, ~’i ortadaki @’a, ~%5’i de en yoksul P’ye ait. Bu dağılım 19. yüzyılda pek değişmiyor. 1914’te, 1. Dünya Savaşı ile beraber dağılım değişmeye başlıyor. En varlıklı ’un payı 80’lerden 50’lere kadar gerilerken, ortadaki @’ın payı 15’ten 40’a yükseliyor. Bu trende en yoksul P daha sonra katılıyor; 1945’ten sonra bu kesimin payı da %5’ten ’a yükseliyor. 2. Dünya Savaşı ile 1980 arasında Fransa’da en zengin ’un varlık pastasından aldığı payın önemli bir kısmı orta sınıfa geçiyor. En yoksul P de bu trendden payını alıyor, ancak bu kesimin payına orta sınıfa göre daha küçük bir kısım düşüyor.





Batı dünyasındaki genel trend üç aşağı-beş yukarı böyle. Bunun dışında kalanlar ise: 1. Sosyalist blok (bu ülkelerde varlık dağılımı önemli ölçüde eşitlikçi) 2. Ortadoğu ve Latin Amerika (bu ülkelerde ise geleneksel yapılar varlığını sürdürüyor, varlıklar hep zenginlerin elinde). Türkiye’deki durumun ne olduğunu bilmiyoruz; hem tutulan kayıtların yetersizliği, hem de konunun ayrıntılı bir araştırmasının yapılmamış olması nedeniyle… Batı’ya benzediğimizi, 19. yüzyılda ciddi eşitsizlik olduğunu, cumhuriyet sonrası orta sınıfın yükseldiğini tahmin ediyoruz.





[image error]



Dünyadaki gelir dağılımı ise son 120 yılda şu şekilde değişiyor: ABD, Avrupa ve Japonya’da en yüksek gelire sahip , 20. yy başında toplam gelirlerin E-50’sini alırken, oran Dünya Savaşlarından 1980’e kadar 0-35’e geriliyor. Özellikle Avrupa’da 0’un da altına iniyor.





Buraya küçük bir not düşeyim: 1945-1980 arası kapitalizmin değil, sosyalizmin ve sosyal demokrasinin altın çağıdır. Bu dönemde hem Batı’da, hem de Doğu’da eşitliğe önemli ölçüde yaklaşılmıştır. 1980’den sonra ise hem varlıklar, hem de gelirler yeniden en varlıklı ’a yöneliyor.





O halde, 2. bölüme geçmeden önce dünyadaki genel trendleri özetleyelim:





i) Büyük buluşlar ve aydınlanma çağı olarak anılan 19. yüzyıl, Fransız Devrimi’nde zikredilen Eşitlik sloganına karşın varlık ve gelir dağılımının toplumun çoğunluğu lehine değişmediği bir yüzyıldır.





ii) Dünya Savaşları dünyada eşitleyici rol oynamış, küçük azınlıkların elinde toplanmış olan varlık ve gelirler ağırlıklı olarak orta sınıfa geçmiş, bundan en yoksul P de kısmen yararlanmıştır. Bu anlamda 20. yüzyıl (özellikle Batı dünyasında bir Orta Sınıf Uygarlığı dönemidir)





iii) 1980’den sonra trend tersine dönmüş, varlıklar ve gelirler yeniden en zengin ’a (yer yer %1’e) yönelmiş, trend Avrupa’da -Avrupa demokrasilerinin sayesinde – daha ılımlı, ABD, Japonya ve özellikle komünizm sonrası Doğu Avrupa ülkelerinde çok vahşi boyutlarda gelişmiştir.





iv) 20. yy başında gelişmiş dünyanın en eşitsiz toplumları Avrupa’da, Amerika göreceli olarak daha eşitlikçi bir toplumken, 21. yy başında tersine, Avrupa daha eşitlikçi, ABD aşırı eşitsiz bir topluma dönüşmüştür. Latin Amerika, Afrika, Ortadoğu bu trendin hep dışında eşitsizdir.





[image error]



Tarihsel perspektifi bu şekilde çizdikten sonra daha yakın vadeye bakalım. Türkiye’de gelir gruplarının ulusal gelirden aldıkları pay son 15 sene içinde nasıl değişti? Grafikten de görüleceği üzere trend, 2002-2007 arası orta sınıf ve en yoksul P lehine, en zengin aleyhine. Trend 2007’den sonra en zengin (ve %1) lehine, önce orta sınıfın, 2013’ten sonra da en yoksul P’nin payı küçülüyor. 2007 sonrasının, öfkeli orta sınıf protestolarına sahne olduğunu da buraya not edelim (Cumhuriyet mitingleri, Gezi, Adalet Yürüyüşü, vs).





Gelir dağılımında Türkiye diğer dünya ülkelerinin hangisine benziyor? Bu sorunun cevabı şu: Türkiye’nin en yüksek gelirli ’u Güney Afrika, en düşük gelirli P’si ABD, Çin benzeri bir pay alıyor. Listelenen ülkeler içinde orta sınıfı en zayıf ülke Türkiye.





[image error]



Ancak yukarıdaki tabloda çok ilginç bir unsur var: Son 15 senede gelir dağılımı ABD’de, Almanya’da, Güney Afrika’da ve Çin’de hızla en yüksek gelirliler yönünde değişirken, Türkiye bu dönemi Fransa ve Krallık benzeri, ciddi değişim yaşamadan geçiriyor.





Eşitsizlik konusunu kapatıp iktisadi/finansal davranışa geçmeden önce son bir not daha: Varlık eşitsizliğinde durumun ne olduğunu bilmiyoruz. Yeterli veri olmadığı gibi, var olan veri de şeffaf değil. Bu konuda tablo, daha ayrıntılı ve analiz edilebilir veri geldiğinde netleşecek. Türkiye’de oy verme davranışı ve politik tavır konusunda şu genelleme hatalı olmaz sanırım: Türkiye’de özellikle son 20 yıldır orta ve üst orta gelir grubundakiler genellikle merkez ve merkez sol, alt gelir grubundakiler ise merkez sağ ve aşırı sağın oy tabanını oluştururlar. 2002-2007 dönemi, aynı zamanda siyasal partilerin oy tabanlarının da şekillendiği bir dönemdir. Sonraki 10 yıl boyunca bu tercihlerin pek az değiştiğini biliyoruz: Orta sınıflar ağırlıklı olarak ve ısrarla muhalefete, yoksullar ise ağırlıklı olarak ve ısrarla iktidara oy verdiler. Türkiye’de siyasal sistem 2010 referandumundan sonra değişmeye başladı. Yeni sistem, iktidar partisini çok güçlendirirken, muhalefeti çok zayıflattı. Güçler ayrılığı, zaman içinde güçler birliğine ve dengeli siyasal sistem da çok güçlü bir tek parti yönetimine dönüştü.





2-Türkiye’de Orta Sınıf





Türkiye’de finansallaşmanın tarihi ani ve sert şoklarla doludur; 1980 sonrasının şoklarında -ağırlıklı olarak tasarruf edebilen – orta sınıflar büyük kayıplara uğramıştır. 1980’lerin başındaki banker faciasında 200 bine yakın insanın ciddi kayıplara uğradığı tahmin ediliyor. 1994’te TL’nin çöküşü, 1997’de borsa çöküşü, 2000’lerin başında TL’nin ve borsanın yeniden çöküşü, 2008 dünya finans krizinde kısa vadeli son şok, Türkiye finansal tarihinin önemli satır başlarını oluşturur. Bu şoklarda orta sınıf için kayıplar iki türlü olmuştur: Bir taraftan tasarruflar erimiş, bankerlere kaptırılmış, borsada batırılmış, enflasyona karşı alım gücü kayıplarına uğramış, diğer taraftan da iş kaybına neden olmuştur. Geçmiş bütün şoklarda orta sınıf hem tasarruf, hem de iş kaybına uğramıştır. 2010 sonrasında, değişen siyasal ortam, orta sınıfları ekonomik dengesizliklerin yanında, değişen siyasal düzene karşı da tedbir almaya yöneltti. Daha önceki şoklarda tasarruflar ve iş yitiriliyordu, 2010 sonrası yavaş yavaş bir korku unsuru daha oluşmaya başladı: Gelecek korkusu.





Orta sınıf, devletin eğitim, sağlık gibi alanlardan çekilmekte olduğunu görüyor, kör topal yürüyen demokratik sistemin ve hukuk devletinin de aşınmakta olduğunu hissediyordu. Bu sistemin değişebileceğine dair inançsızlık yeni bir iktisadi davranışı tetikledi: Dolarizasyon.





[image error]



2002 şokunda Döviz Tevdiat hesapları toplam mevduat içinde `’a yükselmişti. Sonraki 10 yıl boyunca hem TL değerlendi, hem de döviz bozduruldu ve DTH/Toplam Mevduat oranı '’ye kadar geriledi. 2010’dan sonra trend değişti ve dolarizasyon yeniden başladı.





2010-2018 arasında DTH’ların artış hızı, Dolar kurundaki artıştan daha fazla, dönem dönem dövizdeki artışa düzeltmeler gelse de, döviz tutma eğiliminin pek az değiştiğini görüyoruz. Bunun sadece satın alma gücündeki aşınma ve iktisadi davranış ile izah edilmesini doğru bulmuyorum.





Orta sınıfın 2010 sonrası değişen iktisadi/finansal davranışında 4 kritik dönemeç var: Gezi Direnişi (2013), tekrarlanan genel seçim (2015 Kasım), Anayasa referandumu (2017), son genel seçim/cumhurbaşkanlığı seçimi (2018). Bu dönemeçlerin her birinde umut aşama aşama yitirildi.





[image error]



2015’ten sonra, bu kritik dönemeçlerden her birinden bugüne kadarki döviz ve (bir gösterge olarak) hisse senedi endeksindeki değişim ve bu değişimin enflasyondaki değişimle kıyaslaması şu tabloda görülebilir. 2015 Kasım seçiminden, 2017 referandumundan, 2018 seçiminden sonra döviz alanlar ne zaman almış olurlarsa olsunlar, bugüne kadar 0 reel getiri elde ettiler (kümülatif enflasyonu 0 oranında yendiler). Hisse senedi (veya TL cinsi enstrümanlar) alanlar ise hep zararda.





Başka bir ifadeyle sisteme “güvenmeyeler” kazandı, “güvenenler” reel olarak zararda. Son bir yıldaki tablo daha da dramatik. Altın f, döviz 5-47, hisse senedi %, bono .5 arttı. Resmi enflasyon .89. TL mevduat resmi enflasyonu, geçen hafta ancak yakalayabildi.





[image error]



Dünyadaki benzerlerine göre ulusal paydan çok daha düşük oranda gelir elde eden, her finansal şokta tasarruf ve iş kaybına uğrayan, buna karşın en az dünyadaki eşdeğerleri kadar eğitimli, görgülü, bilgili, evrensel değerlere açık olan orta sınıf, hayatta kalma yolunu böyle buldu. Bu “ödül” öncelikle ana akım medyaya, finans/borsa medyasına, iktidar sözcülerine güvenmeme, muhalefetin içi boş vaatlerine kanmama, hamasete prim vermeme sayesinde sağlandı. Sokakta ve finansta on yıllardır yenen dayak ve kazıkların sonucu çıkartılmış önemli bir derstir.





Ancak son iki senedir ilginç bir şey oldu: Orta sınıfın ağırlıklı bir şekilde kaydırdığı altın ve döviz tasarrufları, sadece tasarrufları koruma avantajı değil, aynı zamanda çok ciddi bir siyasal güç de verdi:





Kaba bir hesaba göre sistemin içinde veya yastık altında tutulan döviz ve altının toplam piyasa değeri, kötümser tahmine göre 500 milyar, (abartılı da olsa) iyimser tahmine göre 1 trilyon dolar düzeyinde. Bunun önemli bir kısmı, sisteme, medyaya, siyasetçilere, bürokratlara güvenmeyen, demokrasi, hukuk, güçler ayrılığı talep eden seküler orta sınıfa ait. Bu çok büyük bir pazarlık gücü. Orta sınıfın bu talepler yerine gelmedikçe, parasını sisteme sokmaya ve TL’ye çevirme niyeti yok. Muhalefetin, “Türkiye’ye yabancı yatırımın gelmesi için hukuk, demokrasi, güçler ayrılığı lazım” söylemi utanç verici ve daha önemlisi hesap hatası. Sistemin dışarıdan gelecek paraya değil, öncelikle sistemden ve TL’den çekilmiş kendi yurttaşlarının parasına ihtiyacı var.





2000 civarında insanın oy kullandığı anketin sonuçları da bunu gösteriyor: Döviz, altın, kripto paralar, yabancı hisse senetleri tutanlar, Türkiye’ye yönelecek yabancı sermaye akımlarını değil, öncelikle sistemdeki hukuk ve demokrasi yönündeki değişimleri bekliyorlar. “Rasyonel piyasa”, “akılcı yatırımcı”, homo economicus teorilerinin çuvalladığı yer burası işte: Liyakatin olmadığı, eş-dost-akraba-cemaat-tarikat dayanışmasının hüküm sürdüğü, hukuk güvencesi olmayan bir sistemin kendileri lehine olmadığını bilen insanlar sisteme para akıtmazlar.





Sosyal medya anketimin sonuçlarına bakalım: Parasını altın veya dövizde tutanların oranı Q,8, oyum iktidara diyenlerin oranı %6,7. Reel olarak beş senede 0, üç senede `, iki senede 5 ve bir senede % kazanmış homo economicus‘un bu düzenin devam etmesini istemesi gerekmez miydi?





Son bir not daha: Türkiye’de orta sınıf, özellikle de kentli beyaz yakalı orta sınıf bütün mecralarda yok sayılır: Edebiyatta, sinemada, ana akım medyada, siyasal söylemlerde, vergi aflarında ve daha pek çok alanda. Bunun anlaşılır da nedenleri var. Bütün sanat/kültür ürünlerinin en büyük tüketicisi beyaz yakalı orta sınıftır. Sanat ürünleri, genellikle bilinmeyen, merak edilen, fantezi hikayeler ve marjinaliteyi anlattığında ilgi görür. Bu nedenle sanat ürünlerinde hep uçlarda tiplemeler kullanılır. Sıkıcı, monoton beyaz yakalı orta sınıf hikayeleri, ürünün alıcısı olan bu insanların kendilerine satılamaz, ticari değeri tartışmalıdır. Bu nedenle edebiyatımız, sinemamız eşkıya, polis, kötü patron, yürekli işçi, ezilen çöpçü, gariban köylü, pavyon kadını hikayeleri ile doludur.





Orta sınıf hep aşağılanır; ya küçük burjuvadır, ya “beyaz-türk”, ya entel-danteller, ya çıtkırıldımlar. Anadolu köylüsünün yüzyıllardır devam eden eğitimli, kentli, liyakatli nefreti böyle söylemlerle billurlaşır. Vergisi kaynağında kesilir, tüketici vergileriyle tekrar soyulur.





İşte şimdi o sınıfın elinde, belki de modern zamanların başından beri ilk defa büyük bir güç var; Türkiye’ye demokrasiyi, hukuk sistemini, liyakati, evrensel değerleri getirecek olan da bu güç.





[image error]



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 03, 2020 03:09

March 17, 2020

Joker Oyuna Girince

ABD başkanı, her gece gördüğü rüyanın bir benzerini görmüş, terden sırılsıklam olmuş bir halde, çığlıklar atarak uyanmıştır. Rüyasında bütün aile, paskalya yortusunu kutlamak üzere bir sofranın başında toplanmıştır. Herkes neşe içinde sohbet etmekte, gülmekte, eğlenmektedir. Ancak çocukluk çağındaki ABD Başkanı’nın içi içini kemirmektedir. Çocuk Başkan, bu neşeli ortamın, birazdan sofraya getirilecek yemek tepsisinin kapağı açılır açılmaz bozulacağını bilmektedir. Herkes neşe içinde şaraplarını yudumlarken, akşam yemeği nihayet, konuklara servis edilmek üzere masaya getirilir. Çocuk Başkan çığlıklar atmak ister, sesi çıkmaz. Beyaz eldivenli garson, tepsiyi masaya koyar ve kapağını kaldırır; tepside servis edilen, Başkan’ın biraz önce öldürdüğü öz kardeşinin cesedidir.


[image error]1974 yılında yayımlanan Wildcard isimli roman, bu sahne ile başlar. Romanda bilinmeyen bir  tarihte ABD’de geçen olaylar anlatılır. ABD büyük bir kaosun içinde sürüklenmektedir. Ülkenin her yanında isyanlar patlak vermiş, terörist gruplar birbirleriyle ve devletle çatışmaya başlamıştır. ABD Başkanı’nın bile canı tehlike altındadır. Kaos, Amerika’yı parçalanmaya ve dağılmaya sürüklemektedir. Bütün önlemler alınmış, ancak kaos sona erdirilememiştir. Bu kaosun ortasında ABD Başkanı’nın danışmanları, Başkan’a son bir hamle yapması için bir plan sunarlar. Bu plana wildcard (joker) adı verilir.  İsim, askeri terminolojiden alınmıştır; kaybedileceği kesin olan savaşta, son ve en dramatik hamleye bu isim verilmektedir. Başkan, günlerce kendi vicdanı ile hesaplaştıktan sonra, başka çare kalmadığına hükmeder ve planı devreye sokar.


Birkaç ay sonra, ülkenin en seçkin bilim insanları bir askeri üste toplanmaya başlarlar. Hiçbiri ne için buraya getirildiğini bilmez. Malzeme mühendisleri, önceden bilinmeyen bir metalin keşfi çalışmalarına girişirler. Genetik uzmanları yeryüzünde hiç bir canlıda olmayan bir gen dizilimi üzerinde çalışırlar. Biyologlar, hayali bir yaşam türüne ait organlar yaratmaya çalışırlar. Elektronik mühendisleri, makine mühendisleri, robotik uzmanları ne işe yarayacağı bilinmeyen bazı elektronik ve mekanik aksam üzerinde çalışırlar. Aylar süren çalışmalar sona erdiğinde, bilim kurullarının dağılmasına karar verilir.


Bilim kurulları dağıldıktan bir kaç hafta sonra, ABD’de nüfusu yoğun kentlerden birinin yakınına bir UFO düşer ve düşen cisimden etrafa bir virüs yayılmaya başlar. Kısa süre içinde virüs kitlesel ölümlere yol açar. ABD’de iç savaş ve isyanlar unutulmuş, herkes yayılmakta olan virüsün dehşetine kapılmıştır. Virüs, haftalar boyunca, sayısız can aldıktan sonra, bir gün ABD Başkanı televizyon ekranlarına çıkar ve virüse karşı aşının nihayet bulunduğunu ilan eder.


Romanın son bölümünde Başkan, ABD bayraklarıyla donatılmış büyük bir meydanda halkı selamlamaktadır. Kaos sona ermiş, iç gündemi unutturan dış tehdit bertaraf edilmiş, insanlık ve ABD nihayet selamete çıkmıştır.


Türkçe’ye Joker Oyuna Girince ismiyle çevrilen bu romanın yazarlarından Roger Bingham, bir bilim gönüllüsü. Kar amacı gütmeyen Science Network isimli bir forumun kurucusu ve yöneticisi. The Origin of Minds: Evolution, Uniqueness, and the New Science of Self (Zihinlerin Kökeni: Evrim, Benzersizlik ve Özbenlik üzerine Yeni Bilim) isimli çok ilginç bir kitabın ortak yazarlarından biri.


Joker Oyuna Girince, Türkiye’de iki kez yayımlanmış: İlk basımı 1970’lerde, ikinci basımı başka bir yayınevi tarafından 2002’de. Bu yazının yazıldığı 2020 Baharında kitap sadece sahaflarda bulunabiliyor.


Kitabın ABD’de yayımlandığı 1970’lerin ortası, bilim dünyası açısından ilginç bir dönem. O dönemde birbiriyle çok ilgisiz görünen iki çalışma alanı sessiz sedasız yükselmeye başlıyor: Kaos araştırmaları ve davranışsal ekonomi. İlki, kaotik görünen sistemlerin özündeki düzenli yapıları ve “kelebek etkisi” olarak bilinen, küçük ve önemsiz bir olayın yol açabileceği devasa karmaşayı inceliyor, ikincisi ise seneler önce, John Maynard Keynes’in ileri sürdüğü, iktisadi davranışların özünde hayvansal güdülerin olduğu tezinin deneysel alanı üzerine yoğunlaşıyor.


Takvimler 2020 yılının Şubat-Mart aylarını gösterdiğinde, dünya birdenbire gündeme düşen Yeni Korona Virüsü salgını ile boğuşuyor. Sadece bir kaç ay önce büyük bir coşkuyla yeni yıl kutlamaları yapılmış, ABD’de hisse senedi borsaları rekorlar kırmış, işsizlik, tarihin en düşük seviyelerine gerilemiş, milyonlarca insan tatil planları yaparken birdenbire hava değişiyor; Çin’in Wuhan kentinden yayılan bir virüs, bütün dünyanın birinci gündem maddesi oluyor. Borsa endeksleri kısa bir süre içinde 0 ila P oranında çöküyor, Dünya Sağlık Örgütü küresel pandemi ilan ediyor, tatil rezervasyonu yapan insanlar panik içinde rezervasyonlarını iptal ediyor, maske ve eldiven talebi karşılanamaz hale geliyor, herkes birbirine ellerini yıkama, sosyal mesafeyi arttırma, hatta evden dışarı hiç çıkmama tavsiyesi vermeye başlıyor. Sosyal medya kısa zaman içinde, maskeli, eldivenli, korunaklı giysi giymiş insan resimleriyle doluyor.


Virüs salgın haberlerinin çıkış yeri Çin’in Wuhan kenti. Wuhan, üç özelliği birden barındıran ilginç bir kent: Vahşi hayvan pazarına sahip, korona virüs araştırmaları yapan bir Viroloji Enstitüsü‘ne ev sahipliği ediyor, aynı zamanda bir turizm merkezi.  21. yüzyılın ilk önemli salgını olan SARS’ın da, yarasalara özgü bir virüsün mutasyon geçirmesiyle Çin’deki bir hayvan pazarından kaynaklandığı düşünülüyor. Wuhan’daki viroloji enstitüsü, 2005 yılından sonra çalışmalarını bu alana yoğunlaştırmış ve 2010’lu yıllarda yarasalardan kaynaklanan virüslerle ilgili önemli araştırmalara imza atmış. Doğal olarak yeni korona virüsünün dünyaya bu kentten yayılması, pek çok soruyu da beraberinde getiriyor.


Korona virüs salgının sonuçlarını değerlendirmeden önce, 2020 yılına girilirken dünyayı tehdit eden bazı konulara biraz daha dikkatli bakmak gerekiyor:



İklim Krizi: 1970’lerden beri bilim çevreleri, insan kaynaklı iklim değişimine dikkat çekmekte idi. 1990’larda tahminler biraz daha kötüleşti ve dünyanın hızla ısınmakta olduğu uyarıları yapıldı. 2010’lara gelindiğinde, tehlikenin eni konu arttığı söylenmeye başlandı. Bütün uyarılara karşın, dünyanın en büyük devleti olan ABD’nin başına, iklim krizini inkar eden bir başkan seçildi. Neredeyse bütün iklim verileri, 21. yüzyılın sonlarında yeryüzünün yaşanmaz hale gelebileceğine işaret ederken, Trump yönetimi, kendisinden önceki Obama yönetiminin imzaladığı 2015 Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme kararı aldı. 2019 yılı biterken, 17 yaşındaki iklim aktivisti Greta Thunberg bir anda Başkan Trump’ın söylemlerine karşı en şiddetli muhalefeti yürüten öncü haline geldi. 2019 yılı California’da ve Avustralya’da büyük orman yangınları ile tarihe geçti, yılın sonlarında Afrika kıtası çekirge istilası sorunu ile boğuşmakta idi.
Varlık ve gelir eşitsizliği: Konuya ilk kez Fransız ekonomist Thomas Piketty dikkat çekmişti; yeryüzünde varlık ve gelir eşitsizliği bir yüzyıl önceki seviyelere dönmüştü. Daha kötüsü, eşitsizlikler mevcut sistem içinde kalıcı hale gelmekte, yoksulların sınıf atlama umudu kaybolmaktaydı. Sosyal medya, en fazla varlığa sahip en zengin %1’in, yeryüzündeki varlıkların yarısına sahip olduğu haberleri ile çalkalanmaya başladı. Eşitsizliği yaratan faktörlerin başında, özellikle ABD’de bütün varlık fiyatlarının balonlaşması gelmekteydi.
Kitlesel itirazlar: 2018 sonlarında Fransa’da başlayan Sarı Yelekliler hareketi, hız kesmeden devam etmekteydi. ABD’de demokratik sosyalizm düşüncesi hızla yayılmakta ve ciddi bir seçenek haline gelmekteydi. Avrupa’nın pek çok ülkesinde aşırı sağcı, göçmen karşıtı, otoriter eğilimli parti oylarını hızla arttırmaya başlamıştı. Sol ve sağ popülizm, yer yer mevcut ekonomik/politik statükoyu tehdit etmekteydi. İngiltere’de izolasyonist Brexit partisi, Almanya’da aşırı sağcı AfD ciddi birer iktidar seçeneğine dönüşmüştü.
Ortadoğu’da kaos: ABD, Irak ve Afganistan’dan çekilme, Suriye’deki varlığını azaltma kararı almıştı. Suriye’de Rusya önemli bir güç haline gelmiş, hem Irak’ta, hem de Suriye’de İran etkisi artmaktaydı. Türkiye’nin müdahalesiyle sorun çok boyutlu hale gelmişti ve Libya’da iç savaş devam etmekteydi. Siyasi kaosla atbaşı giden iklim krizi nedeniyle, yakın vadede milyonlarca insanın Ortadoğu ve Afrika’dan kuzeye göç etmesi beklenmekteydi.
Ticaret Savaşları ve Ekonomik Durgunluk: Trump yönetiminin Çin’le başlattığı ticaret savaşları, ülkelerin karşılıklı hamleleriyle devam etmekteydi. ABD’de düşük de olsa büyüme başlamıştı, ancak ekonominin kırılganlıkları herkesin malumuydu. Çin ise 2000’lerin başındaki ’un üzerindeki büyüme platosundan %5-6’lara gerilemiş, ancak büyümeye devam etmekteydi. Çin ekonomisinin ABD ekonomisinin büyüklüğüne 2050lerde ulaşacağı tahminleri 2030’lara çekilmişti. Avrupa bölgesi durgunluktan, Japonya ekonomisi deflasyondan bir türlü çıkamıyordu.
Yaşlanan nüfus, sosyal güvenlik ve ulusal sağlık sistemindeki açmazlar, büyüyen öğrenci borçları: Yavaşlayan ekonomilere karşın nüfus özellikle Avrupa ve Japonya’da hızla yaşlanıyor, 1960 ve 70’lerde kazandıkları sosyal haklar sayesinde yüksek emekli maaşı alan yaşlılara maaş ödemesi yapmak her geçen gün zorlaşıyordu. Genç işgücünü karşılamak üzere göçmen işçi talebi, göçmen karşıtı hareketleri güçlendiriyordu. Avrupa son 50 yılda bütün dünyaya egemen olan neo-liberalizme direnmeyi başarmış, sosyal devlet uygulamalarından vaz geçmemişti. Bu özelliği ile ABD’de yükselen demokratik sosyalist hareket için bir “kötü örnek” oluyor, ulusal sağlık hizmetlerinde kamunun payının arttırılması talebini yükseltiyordu. 2007 yılında küresel krize, eşik-altı mortgage piyasasının çöküşü neden olmuştu. 2020’ye girilirken ABD’de öğrenci borçları 1,5 trilyon dolara, öğrenci başına borçlar ise 40.000$’a dayanmıştı. ABD’de öğrenci borçları hem patlamaya hazır bir balona dönüşmüş, hem de özellikle beyazlar arasında, yabancı öğrencilere karşı bir eşitsizlik alanı ve ulusal zaaf olarak görünmeye başlamıştı.
ABD Başkanlık Seçimi: ABD’de tarihi öneme sahip bir başkanlık seçimine gidilmekteydi. Cumhuriyetçilerin adayı Trump’ın ikinci kez kazanması, liberal çevrelerde felaket olarak görülmekteydi ve istisnai bir demokrasi olarak ABD’nin sonu gibi algılanmaya başlamıştı. Buna karşın Demokratlar arasındaki yarış, 77 yaşındaki Joe Biden ile 78 yaşındaki Sanders arasında geçmekte idi. Bu iki adaydan birinin kazanması halinde medyan yaşı 38 olan ABD 2020’lerde, ikinci dönemi oldukça kuşkulu “seksenlik” bir başkan tarafından yönetilecekti.
Brexit: Birleşik Krallık AB’den ayrılmıştı ve birliği oluşturan İrlanda ve İskoçya’da itirazlar artmıştı. 93 yaşındaki Kraliçe Elizabeth sonrasında monarşinin geleceği belirsizdi. Ana akım iki partiden Labour son seçimde tarihi bir yenilgiye uğramış, başında Boris Johnson’ın olduğu, Brexit partisi destekli Muhafazakarlar büyük bir seçim zaferi kazanmıştı. Londra’nın bir finans merkezi olarak varlığını ne kadar sürdürebileceği şüpheliydi, özellikle gençler arasında radikal solcu düşünceler büyük destek bulmaktaydı.

İşte bu konjonktürde, 2020 yılının başlarında Wuhan’da patlak veren yeni Korona virüs salgını bir anda bütün dünyaya yayıldı. Sene başında yaz tatilini İtalya’da, İspanya’da geçirmeyi planlayanlar büyük bir korkuyla maskelere ve marketlere hücum ettiler. Nükleer silah geliştirme suçlamalarına muhatap olan ve Ortadoğu’da önemli bir güç haline dönüşmesi beklenen İran’dan kitlesel ölüm haberleri gelmeye başladı. Bir ayın içinde İtalya ve İran’ın sağlık sistemi çöktü. Bu yangının ortasında, Batı’da bir Pazar gece yarısı Suudi Arabistan’ın aldığı kararla petrol fiyatları bir günün içinde % değer kaybetti. ABD Merkez Bankası FED, ani bir kararla toplandı ve hiç beklenmeyen bir şekilde faizleri düşürdü, kısa bir süre sonra da faizleri sıfıra indirdi. Bir kaç hafta içinde bütün ülkeler sınırlarını kapatmaya, olağanüstü hal ilan etmeye başladılar. Macron, bir senedir söz geçiremediği Sarı Yeleklilere üst perdeden konuşarak gözdağı verdi, Fransa’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi, ordu sokağa indi. İngiltere’de Boris Johnson, “kısa bir zaman sonra sevdiklerinizle vedalaşmak zorunda kalacaksınız” dedi. Almanya Şansölyesi Angela Merkel nüfusun en az `’nın virüsten etkileneceğini söyledi. Borsalar çöktü, altın ve kripto paralar dahil bütün varlıklar serbest düşüşe geçti. Bütün haber bültenleri seçim sonucu yayınlar gibi ülkelerden gelen ölüm haberlerini yayınlamaya başladı. Kitleler gönül rızasıyla evlerine çekildi. Piketty’nin “süper yöneticiler” olarak isimlendirdiği, şirket CEO’ları, aktörler, devlet başkanları ve aileleri, NBA ve Eurolig basketbolcuları, Korona virüs testlerinin pozitif çıktığını açıkladılar.  Netflix’de ve kablolu televizyonlarda kısa bir süre önce servis edilen Hastalık Salgını belgeselleri izlenme rekorları kırarken, sosyal medya kullanıcıları korkuyu ve paniği büyüterek dehşet duygularını birbirlerine aşılamaya başladı.


Ve bu ortamda, kimse ABD ve Çin’in üst düzey yetkililerinin ağzından virüsün nereden kaynaklandığı ile ilgili  birbirini suçlamasına dikkat bile etmedi.


Bu söz kime aittir bilmiyorum; denir ki, paranoyak olmamız, izlenmediğimiz anlamına gelmez. Günümüzde soru soran herkes komplo teorisyeni olmakla suçlanıyor. Bu kötü bir yakıştırma. Ancak komplo teorileri ne kadar saçma ve akıldışı olursa olsun, bunlar yeryüzünde komplo olmadığı anlamına gelmez. Unutmayalım, Reichtag Yangını Adolf Hitler’in, 1977 yılında 1 Mayıs katliamı 12 Eylül faşizminin, Irak’ın biyolojik silah ürettiği yalanı ülkenin “koalisyon güçleri” tarafından işgalinin önünü açmıştı. Bilginin bol ve ucuz olduğu, buna karşın içinin tamamen boşaltıldığı bir çağdayız.


Kimbilir, belki de “Joker” Oyuna Girmiştir. Neler olup bittiğini seneler sonra öğrendiğimizde dünyanın kırılgan ve çökmek üzere olan düzeni, hatta sağlık sistemi çöken ülkelerin ulusal egemenliğini kaybetmesiyle haritalar bile değişmiş olabilir.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 17, 2020 05:41

January 15, 2020

Kapitalizmin zaferi mi, sonu mu?

Kapitalizmi tanımlayan belli başlı unsurlar: Başta üretim ve dağıtım araçlarının özel mülkiyeti, sermaye birikimi, piyasa için üretime dayalı pazar ekonomisi ve bu temel unsurlar üzerine inşa edilmiş para ekonomisi ve değerler sistemi.


Tarihin muhtelif dönemlerinde bu unsurlar hayata geçirilmiş olsa da, kapitalizmin tarihi, genel kabul görmüş anlayışa göre Sanayi Devrimi ile başlar. Kapitalizm 18. yüzyıldan itibaren baskın ekonomik sisteme dönüşür. Geçmiş üç yüzyıl içinde yaşanan her bir krizden kendisini yenileyerek ve daha da güçlenmiş olarak çıkan kapitalizm 21. yüzyıla kadar gelir. Bu dönem boyunca, kapitalizmin alanı daha da genişler ve daha önce metalaşmamış insan ürünleri, hatta doğal varlıklar da metalaşmaya başlar.


20. yüzyılın önemli bir bölümünde yeryüzünde kapitalizme alternatif bir sistem hüküm sürüyordu; Doğu Avrupa, Rusya, Kafkaslar, Çin, Kore’nin kuzeyini, Vietnam’ı ve Kamboçya’yı da kapsayan Asya’nın geniş bir bölümü ile bazı Afrika ülkeleri, kapitalizme alternatif olma iddiasındaki sosyalizm uygulamalarıyla yönetiliyordu. Bu coğrafyadaki sosyalizm denemelerinin de en azından üretim ve devlet eliyle sermaye biriktirme anlamında kapitalizmin farklı versiyonları olduğunu ileri süren görüşler var. Nihayetinde herhangi bir işletmede çalışanlar için, sermayenin özel mülkiyette mi, yoksa devletin elinde mi toplandığının, başka bir deyişle “patronun” kim olduğunun bir önemi yoktur. Kapitalizmle, sosyalist modeller sadece dağıtım aşamasında farklılaşıyor, ilkinde hüküm süren para ekonomisi, ihtiyaçların pazardan ve para karşılığı edinilmesi, ikincisinde ise devlet eliyle ve genellikle kar amacı güdülmeden paylaştırılması anlayışına dayanıyordu. Bu anlayış farklılığına dayanarak öncelikler ve iktisadi gelişim, kapitalist ülkelerde pazarın taleplerine göre şekillenirken, sosyalist ülkelerde merkezi planlama ile belirleniyordu. Bu iki yaklaşım farkının bir sentezini uygulamaya çalışan ülkelerin ise “karma ekonomi” anlayışına dayalı olduğu söyleniyor, ekonomik modelinde özel mülkiyeti önceleyen ülkelerin “kapitalist”, özel mülkiyetin alanını daraltan ülkelerin sosyalist olduğu kabul ediliyordu.


Çin’de 1978 yılında, Mao sonrası Deng Xiao Ping dönemindeki yaygın reformlar ve Doğu Avrupa’da 1990’ların başlarında Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle beraber bütün dünyada sosyalist modeller terk edilmeye başlandı. 21. yüzyıla gelindiğinde kapitalizm, birkaç küçük ve önemsiz istisnası hariç tutulursa, yeryüzünde hüküm süren tek baskın sistem olarak kaldı.


Gerçekten de kapitalizm yeryüzünde hüküm süren tek sistem olarak mı kaldı, yoksa kapitalizm, özellikle son 10-15 yılda ortaya çıkan yeni ekonomik davranış ve ilişkilerle aşılmaya mı başlandı? Kapitalizmi tanımlayan belli başlı unsurların son 10-15 yılda yaşadığı dönüşümü inceleyerek başlayalım:


Özel Mülkiyet


Kapitalizmin özünde özel mülkiyet, mülkiyetin “kutsallığı” ve “dokunulmazlığı” anlayışı var. Mülkiyet bir takım belgelerle ve anlaşmalarla tescil ediliyor. Bir “mülkün” kime ait olduğu, bir takım belgelerle ve bu belgelerin geçerliliğini tescil eden anayasal hükümlerle güvence altına alınıyor. Örneğin bir arazinin ya da konutun kime ait olduğunu tapu kayıtlarıyla, bir araç üzerindeki mülkiyeti ruhsatla belgelemek gerekiyor. Üretim araçları üzerindeki mülkiyet ise sermaye şirketlerindeki ortaklık payını gösteren hisse senetleri ile kayıt altına alınıyor, saklanıyor ve korunuyor. Modern kapitalizmde, sadece taşınır ve taşınmaz mallar değil, fikirler, bilimsel ve teknolojik buluşlar, hatta sanat eserleri bile mülkiyet hakları ile korunuyor. Fikirlerin uygulama alanındaki ayrıcalıklar, bu fikirler ve ürünler vasıtasıyla edinilecek kazançlar, patentler aracılığıyla tescil ediliyor. Özel mülkiyet araçlarının toplamı olarak “sermaye” bütün bu kayıtlarla güvence altına alınıyor. Bazı özel durumlarda ise mülkiyet hakları korunarak, işletme hakkı ve imtiyazlarla, söz konusu mülkler üzerinden edinilecek kazançlar devredilebiliyor.


Kapitalizmin ilk dönemlerinde mülkiyet, sahip olunan mülkler üzerinden kazanç elde etmenin en önemli, çoğu zaman da tek yolu idi. 21. yüzyıl kapitalizminde ise, kazanç elde edebilmek için mülkiyete sahip olmak değil, kazanç elde edebilmek üzere bazı metodlar kullanmak ve “enstrümanlara” ulaşabilmek yeterli.


Dünyanın en değerli şirketi olan Amazon’u ele alalım. Amazon, yüzbinlerce tedarikçi ve dağıtıcı vasıtasıyla kazanç sağlayan bir şirket. Fiziksel bir konumu olmayan, internet üzerindeki bir “adresten” ibaret bir web sitesini çevrim içi bir mekan olarak kullanan Amazon, yıllık 200 milyar $ civarında bir ciro ile 1 trilyon $ civarında bir piyasa değerine sahip. Amazon’u dünyanın en büyük şirketi yapan, kurduğu iş modeli. 2008 yılında Amazon’un sadece 20.000 çalışanı vardı. 10 sene içinde çalışan sayısı 750.000 kişiye çıktı.


Amazon’a benzer bir iş modeli ile çalışan Çinli Alibaba şirketinin çalışan sayısı 100.000, yıllık cirosu 56 milyar $, toplam piyasa değeri ise 600 milyar $ civarında.


Gerek Amazon, gerekse Alibaba bu olağandışı ciroları ve kazançları, klasik kapitalizmdeki “üretim araçları üzerindeki mülkiyetle” değil, varlıklarına göre mütevazı sayılabilecek ofis, depo ve diğer lojistik merkezleri, ancak bunlardan da önemlisi, iş modelleri, teknoloji ve yazılımları sayesinde elde ediyorlar. Bu şirketlerin istihdam ettikleri personel  depolama, dağıtım ve satış ağlarında çalışanlardan oluşuyor. Başka bir deyişle bu şirketlerin olağanüstü kazançları, üretim araçları üzerindeki mülkiyetle değil, iş modelleri, teknoloji, dağıtım ağları ve çalıştırdıkları personel üzerinden elde ediliyor.


Amazon ve Alibaba gibi şirketlerin finansal kazançlarına ortak olmak için, bu şirketlerin hisse senetlerini satın almak yeterli. Hisse senedini satın almak, bu şirketlerin küçük bir “paydaşı” olmak anlamına geliyor. “Mülkiyet”, hisse senedinin satın alındığını ve tutulduğunu tescil eden bir elektronik kayıttan ibaret. Amazon ve AliBaba benzeri AirBnB, Uber, Netflix, Spotify gibi benzer iş modellerini kullanan şirketlerin ve Twitter, Facebook gibi sosyal medya şirketlerinin de sıra dışı kazançları, sahip oldukları devasa varlıklara değil, internet sayesinde dünyanın her yerine satış, pazarlama, kiralama yapabilme yeteneklerine dayanıyor.


21. yüzyılın değişen bu modelleri, sadece milyar dolarlık kazançlar elde eden dev şirketlere değil, sıradan insanlara da, kendi bütçelerine göre büyük sayılabilecek kazançlar elde edebilme imkanı tanıyor. Değişim sitelerinde ikinci el eşyayı, el ürünlerini ve benzerlerini değiştirebilme, satabilme imkanı var. Bu ortamlar sadece kullanılan ürünlerin yeniden satış çevrimlerine girmesi değil, pazara çıkma imkanı bulamayan yeni ürünlerin de pazara sunulması imkanını veriyor.


İnternetin muhtelif platformları, sadece ürünlerin değil, fikirlerin de pazara çıkması veya “satılması” olanaklarını sağlıyor. Örneğin bir youtuber çektiği videolar sayesinde ciddi kazançlar elde edebiliyor. Bir blogger, bir twitter kullanıcısı fikirlerini çok geniş bir okuyucu, dinleyici kitlesine ulaştırmakla kalmıyor, kendi ürünlerini, fikirlerini “pazarlama” şansı da bulabiliyor.


Yukarıda sayılanların hepsi mülkiyetin değil, “pazara ulaşabilmenin” önem kazandığı bir dönemde olduğumuzu gösteriyor.


[image error]


Sermaye Birikimi


Marx sermayeyi “ölü emek” olarak tanımlıyor. Marx’ın yaşadığı çağda da, günümüzde de biriktirilmiş sermayenin özünde, emeğin el konmuş artık değeri var. Emeğini kiralayan işçiye ücreti verildikten sonra, kalana el konularak sermayeye eklenen artık değer, biriktirilen ve birkaç yüzyıl içinde olağanüstü boyutlara ulaşan sermayenin özünü oluşturuyor. Ancak Marx’ın zamanında da, günümüzde de sermaye unsurları sadece “ölü emek”ten oluşmuyor. İnsanın doğasında var olan spekülasyon ve gelecekte elde edileceği düşünülen kazançlar da, sermayenin bileşenleri arasında yer alıyor. 17 ve 18. yüzyıllarda Atlantik Ticaret yoluna, ya da “Baharat Adalarına” düzenlenecek ticaret seferlerine yatırılan para da sermaye idi. Ortada henüz edinilmiş kazançlar yoktu. Ticaret filolarının geri dönememe, dolayısıyla sermayenin yok olma ihtimali vardı. Ancak bu ticaret filolarını düzenleyen şirketlerin hisse senetleri sermaye unsuru kabul ediliyordu. Daha sonraki dönemlerde girişimlere yatırılan para, bu girişimlere açılan ticari krediler, girişimde bulunan şirketlere ait hisse senetleri de sermayeydi. Ortada henüz ne emek, ne de pazara sunulmuş bir ürün vardı. Satın alınan, sadece gelecekte edinilecek değerlere dair fikirdi.


Spekülasyonun küresel boyutlara ulaştığı günümüzde bu, özellikle böyle. Start-up’lara yatırılan sermayenin önemli bir kısmı yok oluyor. Ancak bir start-up başarılı olursa, elde edilecek büyük kazançlar, başarısız start-up’larda kaybedilecek sermayeyi mislilerce aştığı için, pek çok girişimci start-up’lara para yatırmaya devam ediyor. Start-up’ın akıbeti belli olana kadar, bunlara yatırılan kaynaklar da sermaye kabul ediliyor. Spekülasyonun ulaştığı boyutlar, Ay’da arazi satın alma, gelecekte kurulacak Mars kolonilerine para yatırma mecralarına kadar uzanabiliyor. Günümüzde hayal alıp satmak kolay; galaksinin merkezindeki bir güneşin etrafında dönen, yeni keşfedilmiş bir gezegene, yeryüzünün magma tabakasına, stratosfere bile “yatırım yapmanın” saçma kabul edilmeyebileceği bir çağda yaşıyoruz.  Bu fikirlerin ne kadar saçma olduğunu düşünüyorsanız, günümüz finans dünyasında trilyonlarca $ sermayenin döndüğü türev piyasalarına, sayısı binlere ulaşan kripto paralara bakın. Bunlara oluk oluk akıtılan paralar da biriktirilmiş “sermaye”den sayılıyor ve bu “sermaye” olağanüstü bir hızla büyümeye devam ediyor.


Ve elbette sermaye sadece fiziksel ihtiyaçlar için değil, manevi/ruhsal ihtiyaçlar için de seferber ediliyor. Son 25-30 sene içinde dünyada salgın hastalık gibi yayılan bilgisayar oyunlarında biriktirilen puanların, geçilen seviyelerin bile sermayeden sayıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bunlar pazara sunulana kadar kişisel hobi ve boşa gitmiş emek gibi görünse de, sunulduğu pazarlarda çok zaman, başka herhangi bir alanda sarf edilecek emekten çok daha fazla kazanç sağlayabiliyor ve bu kazançlar da kolayca finansal sermayeye dönüşebiliyor.


Piyasa için üretime dayalı Pazar Ekonomisi


Böylece kapitalizmin ayırt edici üçüncü özelliğine geliyoruz. Pazar ekonomisi, kapitalizmden önce de vardı. Aileler, küçük üreticiler ve köy komünleri üretimi ağırlıklı olarak kendilerinin ve üretimlerinin bir kısmına el koyan feodallerin ihtiyaçlarını karşılamak için yapsalar da, üretim fazlalarını değişecekleri pazarları kullanıyorlardı. Tüccarlar, ulaşım ve taşıma kapasiteleri ölçüsünde bu ürünleri dünyanın bir köşesinden alıp diğer köşesine götürerek ticari kazanç sağlayabiliyordu. Ancak kapitalizm öncesi üretim, ağırlıklı olarak piyasa için değildi. Meta üretimini hızlandıran ve çoğaltan teknolojik yenilikler sayesinde çok büyük miktarlarda üretim yapmak mümkün hale geldi, emeğin iş bölümü sayesinde de üretim verimliliği arttı. Böylece ihtiyaç ötesi fazla üretim yapma imkanı doğdu. İhtiyaç fazlası üretim, kapitalist sermayenin önünü açtı ve birkaç yüzyıl içinde kapitalizm dünyanın her yerinde baskın ekonomik sistem haline geldi.


Kapitalizm, bütün gelişim aşamaları boyunca aşama aşama daha önce meta olduğu düşünülmeyen alanları metalaştırmaya başladı: Arazi, emek, para … Günümüzde eğitim, sağlık gibi daha önce kamusal yönetimin alanında kabul edilen hizmetler, aşk ve cinsellik gibi özel hayata içkin alanlar, hatta gayrı meşru kabul edilse de hayvan ve insan organları, doku örnekleri, DNA, kişisel veriler bile günümüzde meta kabul ediliyor.  Bu alanların metalaşması ve pazara sürülmesiyle beraber metalaşan bu alanlar üzerinden kazanç elde etmek ve sermaye birikimi mümkün hale geliyor: Pazarın taleplerine yönelik eğitim, sağlık, pazar için aşk ve cinsellik, pazar için organ, doku, kişisel veri…


Kapitalizmin zaferi mi, ölümü mü?


Pazarın genişlemesi kapitalizmin zaferi anlamına mı geliyor? Eğer kapitalizmi sadece pazar ekonomisi olarak tanımlarsak, kapitalizmin zaferi için kaldırılan kadehlerin boşuna kaldırılmadığını düşünebiliriz. Ancak mülkiyet ve sermaye birikimi alanları oldukça sorunlu. Yazının daha önceki bölümlerinde mülkiyetin önemini yitirmeye başladığını, sahip olmanın değil, “kullanımın” önem kazandığını görmüştük. Günümüzün en büyük şirketleri, geliştirdikleri iş modelleri sayesinde daha efektif ve verimli kullananların, sahip olanlardan daha fazla kazanç elde etmesinin mümkün olduğunu göstermişti. Thomas Piketty’nin “süper yöneticiler” olarak isimlendirdiği yeni yönetici sınıf bunun bir başka örneği. Şirket CEO’larından, finansal danışmanlardan, pazarlama gurularından, medya yöneticilerinden, bazı akademisyenlerden, yazarlardan, sporculardan, siyaset elitinden oluşan bu “süper yöneticiler”, son 25-30 yılda, özellikle ABD’de mülkiyet sahibi “klasik kapitalistlerden” daha yüksek kazançlar elde ediyor, varlık ve gelir dağılımı içinde çok hızlı bir şekilde yükseliyor. Günümüzde dünyanın en zenginleri arasında ismi geçenlerin önemli bir kısmı, çalışan sınıfın yüksek teknolojiye, iyi eğitime, vizyona sahip elitlerinden oluşuyordu ve bugün sahip oldukları servetlerinin önemli bir kısmını, sahip oldukları mülkiyeti büyüterek değil, elde ettikleri yüksek ücretleri “değerlendirerek” elde ettiler.


Kapitalizmi, günümüzde etkin ve yaygın bir sistem haline getiren nedenlerden biri de bu: Sermaye birikimi, sermayenin sürdürülebilmesinin garantisi değil; yüksek niteliklere sahip emeğin de zaman içinde “kapitalistleşme” imkanı var. Ancak kapitalizmin paradoksu, bu zenginleşme/yoksullaşma döngüsünün büyük çoğunluk için genellikle ikinciden yana işliyor olması. Başka bir deyişle, kapitalizmin mevcut gelişme aşamasında, emek kökenli insanlar için hatırı sayılır servetler edinmek imkansız değil, ancak bu imkan kapitalist fantezide iddia edildiği gibi herkes için söz konusu değil.


Kapitalizmin bir başka açmazı, üretimin pazar için yapılıyor olması. Dünyanın en büyük matematikçisi, çok parlak bir sanatçı, bir felsefe akımı başlatabilecek düşünür olma potansiyelindeki insanlar, kapitalizmde sıradan sekreterler, tezgahtarlar, masa başı memurları olmaktan öteye gidemiyorlar. Çünkü fikirlerinin, emeklerinin, potansiyellerinin “alıcısına” ulaşamıyor, para ekonomisi içinde varlıklarını sürdürebilmek için sıradan ve önemsiz işlerde çalışmaya mecbur kalıyorlar.


Diğer taraftan bu “makus talihin” de aşılması imkanları doğuyor. İnternet ve iletişim teknolojilerinin gelişimi sayesinde, çok parlak beyinler, müstesna yetenekler, vizyoner köylü çocukları, ürünlerini, fikirlerini, yeteneklerini yerel pazarların ötesine, bütün gezegene sunma imkanı sağlıyorlar. Günümüzde Youtube, Goodreads, Twitter, Instagram gibi sosyal medya platformları, kişisel bloglar, internet yayıncılığı, Skype, Whatsapp gibi ucuz/bedava iletişim ortamları dünyanın her yerindeki “alıcıya” ulaşma olanağı sağlıyor. Böylece nitelikli emek, yerel/ulusal pazarın kısıtlayıcı sınırlarının, öngörüsüzlüğünün ve yetersiz talebinin ötesine uzanabiliyor.


Sorun, mevcut sistemin hala para ekonomisine dayanıyor olması; çünkü para ekonomisinde emek, zorunlu ve kaçınılmaz olarak “para eden” alanlara yöneliyor. Komşunun bahçe işlerine yardım etmek, bir görme engelliye kitap okumak, yoksul çocuklara sanat eğitimi vermek, gönüllü çevreci olmak gibi etkinlikler kazanç sağlamadığı için, bunların yerine emlak komisyonculuğu, brokerlik, özel güvenlik gibi “para kazandıran” etkinlikler tercih edilebiliyor.


Para ekonomisi, emeğin toplumsal yararlılık bakımından verimsiz dağılımına ve çok zaman atıl kalmasına yol açsa da, kapitalizmin temel kavramları, gelişen yeni teknolojiler ve ilişkiler sayesinde hızla aşınıyor. İnsanlar bilgilerini wikipedia’da, twitter, instagram gibi sosyal medya platformlarında, kişisel bloglarda, youtube’da, periscope’da paylaşabiliyor. Bu paylaşımlar yeni fikirleri, yeni akımları tetikleyebiliyor, iş verimliliğine ciddi katkı sağlayabiliyor, doğru kullanıldığında yaratıcı girişimleri harekete geçirebiliyor.


Kapitalizm, hayatın her alanını ne kadar metalaştırsa da, paylaşım ekonomisi, pek çok insana, ucuz, daha kaliteli ve özgün ürünlere, fikirlere kolayca ve hızlı bir şekilde ulaşma olanağı sağlıyor. Paylaşım ekonomisi bir anlamda, kapitalizmin altını oyuyor: Bedava kitap, müzik, sanat, eğitim ve daha pek çok şey.


Yeni bir toplum


Kapitalizm, büyük ailenin, aşiretin, klanın sonunu getirmiş, toplumun temeli olarak bireyi, en küçük sosyolojik birim olarak da çekirdek aileyi tarih sahnesine çıkartmıştı. Günümüzde çekirdek aile de dağılma eğiliminde. Yakın zamanlara kadar, pek çok eşyanın kullanımı için küçük birimler halinde yaşama zorunluluğu vardı: Örneğin bir ailenin bir televizyonu, bir telefonu, bir mutfağı vardı. Günümüzde televizyon, telefon topluca kullanılması gereken eşyalar arasında sayılmıyor. Herkes kolayca taşınabilir telefon edinebiliyor, bu telefonu televizyon olarak da kullanabiliyor. Bir mutfağı topluca kullanmak da gerekmiyor, süpermarketler her türlü yiyeceğe kolayca ulaşma imkanı veriyor. Buna bağlı olarak da konutlar küçülüyor; eskiden geniş avlulu büyük konutlarda topluca yaşama zorunluluğu varken, artık konutlar  40-50 metrekarelik 1+1’lere kadar küçülüyor.


Yakın zamanda belki de sabit konutlarda yaşama zorunluluğu da ortadan kalkacak. Hızlı ulaşım sayesinde günümüzde bile pek çok insan birden fazla şehirde, hatta ülkede yaşayabiliyor. İnsanlar uzak yerlere seyahatlerde ihtiyaç duydukları barınma ihtiyacını bir yüzyıl önce pansiyonlar, oteller sayesinde karşılıyordu, günümüzde çok ucuza, AirBnB benzeri paylaşım ekonomisi içinde sağlayabiliyorlar. Bir otomobile sahip olmak yerine, yaygın kamusal ulaşımı kullanabiliyor, bisiklete binebiliyor, ortak araç kullanımının yaygınlaşması ile otomobil sahibi olmak zorunda kalmıyor. Önümüzdeki yıllarda paylaşım ekonomisinin daha da yaygınlaşması ile, uluslar ve coğrafyalar ötesi komünler oluşabilir, insanların birden fazla ülkede ve şehirde paylaşacakları konutları, bisikletleri, otomobilleri, kişisel eşyaları olabilir. Uluslar ve sınırlar ötesi bu komünler, çekirdek ailenin yerini alabilir.


Yeni bir kültür


Bu değişim, zorunlu olarak yerleşik olanın yerine yeni bir kültürün, ahlakın, dünya insanı olma anlayışının yükselmesine yol açacaktır. Bu kültür, ulusal ve etnik önyargıların aşılmasını, ortak yaşam kültürünün doğmasını, karşılıklı sorumluluklara ve saygıya dayalı bir kültürün yükselişini zorunlu kılacaktır. Örneğin ortak mekanı, ya da herhangi bir ortak eşyayı paylaşan insanlar, birbirlerinin mahremiyetini, özel yaşamını, kişisel alanını gözetme kültürünü edinmek zorunda kalacaktır. Tepeden bir ahlak ve kültür vaz’ eden merkezi otoritenin yerini, ortaklaşa geliştirilecek bir komünal ahlak ve kültür alacaktır.


Daha fazla kapitalizm mi, kapitalizmin sonu mu?


20. yüzyılda kapitalizmi ortadan kaldırmak amacıyla kurulan sosyalist modeller başarısız oldu. Özel mülkiyeti önemli ölçüde ortadan kaldırmaya yönelik girişimler, mülkiyeti, bir parti ve bürokrasi denetimindeki merkezi bir devlete devretmekten öte sonuç doğurmadı. Özel mülkiyeti ortadan kaldırmanın ve pazarı merkezi planlamayla denetim altına almanın bir sonuç vermediği görüldü. Kapitalist kültür yerine sosyalist kültürü yerleştirme çabaları da başarısızlıkla sonuçlandı. Bugün, geçen yüzyılda sosyalizmin Mekke’si kabul edilen Rusya, sosyalizm yıkıldıktan sonra varlık ve gelir adaletsizliğinin en yüksek seviyede olduğu ülke. Rusya’da sosyalizmi, rejime karşı örgütlenen “burjuvalar” değil, burjuvalaşmak isteyen Komünist Parti elitleri yıktı. Sosyalizm yıkıldıktan sonra, enkazın altından korkunç boyutlarda alkolizm, maço kültürü, ırkçılık, etnik düşmanlıklar, tüketim ve lüks düşkünlüğü çıktı. Sosyalist kültür, sadece üç nesil boyunca, o da yaşamın bütün alanlarında yoğun denetim ve baskı altında yaşatılabildi. İnsan doğasının bu şekilde değiştirilemeyeceği, ancak acı deneyimlerin sonucunda anlaşıldı.


20. yüzyılın sosyalist uygulamaları, özel mülkiyeti ortadan kaldırmış, ancak sermaye birikimini yok edememişti. Mülkiyet özel girişimcilere değil, devlete aitti ve sermaye devlet eliyle biriktiriliyordu. Emeğin artı değerine el koyan devletti. Artı değerin bir kısmının halka bedava eğitim, sağlık hizmeti, konut ve kültür hizmeti olarak dönmesi elbette önemliydi, ancak yeterli değildi. Sıradan insan belki sosyalizmin sona ermesini değil ama “daha fazla sosis” olmasını istiyordu. Lahana yerine portakal, silahlanma yerine sutyen ve naylon çorap talep ediyordu. Pravda gazetesi onlara “gerçeği” yazsa, devlet televizyonu gösterişli Zafer Günü kutlamaları yayınlasa da, onlar Batı’da yayınlanan moda dergilerini okumak, Batı televizyonlarındaki renkli ve eğlenceli filmleri izlemek istiyorlardı. Sıradan Sovyet insanı için, el koyduğu artı değerin önemli bir kısmını silahlanmaya ayıran devletle, el koyduğu artı değerin önemli bir kısmını yeni sermaye yatırımları için ayıran özel girişimci arasında bir fark yoktu. Çünkü maddi tatmin, yaşam kalitesi ve tüketim ile ölçülüyordu ve uzaya çıkan ilk insanın bir Sovyet yurttaşı olması sadece bir nesli manevi olarak tatmin edebilmişti.


1990’larda sosyalist sistemler büyük bir hızla çökerken, kapitalizmin zaferi ve “tarihin sonu” ilan edildi. Ancak bu görüşün de doğru olmadığı kısa bir zaman içinde anlaşıldı. Yıkılan Sovyetler birliğinin yerini liberal/demokratik rejimler değil, otokrasiler aldı. Kapitalist dünya bir finans krizinden diğerine sürüklenirken, küreselleşmenin harekete geçirdiği büyüme, yerini kısa zamanda ekonomik durgunluğa terk etti. İklim krizi şiddetlendi, popülist sağcı akımlar ciddi güç kazanmaya ve liberal demokrasileri tehdit etmeye başladı.


Günümüz dünyasında, 20. yüzyıldan farklı olarak iki farklı sistem değil, aynı sistemin iki farklı versiyonu arasında rekabet yaşanıyor: Liberal demokrasiye dayalı, aşırı denetimsiz piyasa kapitalizmi ve otokrasiye dayalı devlet kapitalizmi. 2020’ye girerken başını ABD ve Avrupa’nın çektiği ilkinde ciddi ekonomik ve siyasal sorunlar uç vermeye başladı: Varlık değerlerinde aşırı balonlaşma, derinleşen ekonomik uçurumlar, demokrasileri tehdit eden popülist akımlar, yozlaşan ve lobilerin kontrolüne giren siyasal yaşam. Başını Çin ve kısmen Endonezya, Malezya, Singapur gibi ülkelerin çektiği ikincilerde ise istikrarlı ekonomik büyüme, ciddi oranlara ulaşmış tasarruflar, görece politik istikrar var.


Diğer taraftan kapitalizmin bu iki versiyonunun da sürdürülebilirliği oldukça kuşkulu. Şimdilik çok marjinal de olsa, bu ikisi dışında bir üçüncü yolun gelecekte alternatif olabileceğine dair sinyaller var. Özgürlüklerin, eşitliğin, demokrasinin, bireyin ve toplumun yeniden tanımlandığı, paylaşım ekonomisine dayalı post-kapitalist model, şimdilik dünyanın hiçbir coğrafyasında egemen değil, ama aynı zamanda dünyanın bütün coğrafyalarında pazar ilişkilerinde ve toplumsal yaşamda uç veriyor.


Kapitalizm şimdilik bütün dünyada tek egemen sistem gibi görünse de, 21. yüzyıl kapitalizm-sonrasına geçiş yüzyılı olabilir.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 15, 2020 05:05

December 25, 2019

Kanal İstanbul ve alaycı, muzip 12 Eylül nesli

Bugün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu 1,5 saat süren bir konuşma ile Kanal İstanbul olarak bilinen “çılgın projenin” İstanbul halkı, çevre, doğal yaşam, Türkiye ekonomisi ve ulusal güvenlik bakımlarından sakıncalarını 15 madde halinde sıraladı.

İmamoğlu’nun uzun konuşmasının ardından sivil toplum örgütlerinden, çevre inisiyatiflerinden ve sosyal medya hesaplarından İstanbul halkının, demokratik ve yasal haklarını kullanarak itirazlarını dile getirmesi çağrıları yapıldı.

Yapılacakların başında, 23 Aralık günü askıya çıkartılan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu’nun incelenmesi ve raporla ilgili görüş ve itirazların Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerine 10 gün içinde dilekçe ile iletilmesi geliyor. 10 günlük itiraz süresinin üç günü geçti bile.

Kanalİstanbul2

Çağrılara kulak vererek Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerine dilekçe vermek üzere gidenlerin görüntüleri de haberlere düşmeye başladı. Görüntülerdeki insanların neredeyse tamamına yakını, “5-10 yıl sonra bu dünyada olmayacakları” gerekçesiyle, “ülkenin geleceğini yönlendirme hakları” tartışmaya açılan “yaşlılardan” oluşuyordu.Aynı saatlerde, “uzun yıllar yaşayacak gençler” sosyal medyada “Nuh’un Gemisinde cep telefonuyla haberleşildiğini” söyleyen ve ÇED raporunda imzası olduğu söylenen, şahısla alay etmekle meşguldü. Şakacı, alaycı, muzip 12 Eylül kuşağı, demokratik ve anayasal haklarını kullanmak yerine, sosyal medyada ilgili şahısla dalga geçmeyi tercih etmişti.

Neler yapılabilirdi?

Türkiye’de yüzlerce üniversitenin binlerce inşaat mühendisliği, çevre mühendisliği, gıda mühendisliği, ziraat mühendisliği, çevre ve kent planlama öğrencisi, onlarca öğrenci topluluğu var. Bu öğrencilerin öncülüğünde bir araya gelebilir, toplantılar, sempozyumlar düzenleyebilir, Kanal İstanbul’un sonuçlarını tartışabilirlerdi.

Gazetelerde, dergilerde, web sitelerinde, bloglarda, sosyal medya hesaplarında ve forumlarda konuyla ilgili duyarlılık yaratmak amacıyla konu muhtelif boyutlarıyla gündeme getirilebilirdi.

Grafitilerle, bildirilerle, basın açıklamalarıyla, şarkılarla, karikatürlerle nasıl bir şehirde yaşamak istediklerini kamuoyuna duyurabilirlerdi.

Yabancı dillerde yayınlayacakları bildirilerle dünyanın dikkatini çekmeye çalışabilirlerdi.

Üniversite kampüslerinde, okullarda, öğrenci yurtlarında, işyerlerinde toplantılar düzenleyebilir, konuyu değişik boyutlarıyla tartışabilirlerdi.

İtiraz dilekçelerini imzaya açabilir, imzalı dilekçeleri vermek için topluca Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerine gidebilirlerdi.

Özetle, anayasal ve demokratik haklarını kullanabilir, yurttaşlık haklarını, yukarıda sıralanan en masum ve demokratik eylemlerle savunabilirlerdi.

Kanal İstanbul konusu yaklaşık bir haftadır hararetle tartışılırken ve itiraz süresinin üç günü sona ermek üzereyken henüz bir kaç cılız ses haricinde, 12 Eylül neslinden kayda değer bir görüş ve itiraz dile getirilmedi. Bunun yerine hiçbir sonuç vermeyecek şakalar, alaylar, “Ok Boomer” twitleriyle kendilerini eğlendirirlerken, dünya tarihinde görülmemiş ölçüde dramatik sonuçları olacak bu girişime de ciddi bir tepki vermeyi beceremediler.

İş gene başa düştü ve bir duyarlılık yaratmak üzere “5-10 yıl sonra bu dünyada olmayacak” ihtiyarlar elde dilekçe, İl Müdürlüklerine akın etti.

kanalistanbul

Görünen o ki, hayatı muziplik ve şakadan ibaret zanneden ve sandıkta cumhuriyeti kaybeden 12 Eylül nesli, “çılgın projelerle” alay edip eğlenirken, İstanbul’u da kaybedecek.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 25, 2019 07:04

Kanal İstanbul ve alaycı, muzip 12 Eylül nesli

Bugün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu 1,5 saat süren bir konuşma ile Kanal İstanbul olarak bilinen “çılgın projenin” İstanbul halkı, çevre, doğal yaşam, Türkiye ekonomisi ve ulusal güvenlik bakımlarından sakıncalarını 15 madde halinde sıraladı.



İmamoğlu’nun uzun konuşmasının ardından sivil toplum örgütlerinden, çevre inisiyatiflerinden ve sosyal medya hesaplarından İstanbul halkının, demokratik ve yasal haklarını kullanarak itirazlarını dile getirmesi çağrıları yapıldı.


Yapılacakların başında, 23 Aralık günü askıya çıkartılan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu’nun incelenmesi ve raporla ilgili görüş ve itirazların Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerine 10 gün içinde dilekçe ile iletilmesi geliyor. 10 günlük itiraz süresinin üç günü geçti bile.


[image error]


Çağrılara kulak vererek Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerine dilekçe vermek üzere gidenlerin görüntüleri de haberlere düşmeye başladı. Görüntülerdeki insanların neredeyse tamamına yakını, “5-10 yıl sonra bu dünyada olmayacakları” gerekçesiyle, “ülkenin geleceğini yönlendirme hakları” tartışmaya açılan “yaşlılardan” oluşuyordu.Aynı saatlerde, “uzun yıllar yaşayacak gençler” sosyal medyada “Nuh’un Gemisinde cep telefonuyla haberleşildiğini” söyleyen ve ÇED raporunda imzası olduğu söylenen, şahısla alay etmekle meşguldü. Şakacı, alaycı, muzip 12 Eylül kuşağı, demokratik ve anayasal haklarını kullanmak yerine, sosyal medyada ilgili şahısla dalga geçmeyi tercih etmişti.


Neler yapılabilirdi?


Türkiye’de yüzlerce üniversitenin binlerce inşaat mühendisliği, çevre mühendisliği, gıda mühendisliği, ziraat mühendisliği, çevre ve kent planlama öğrencisi, onlarca öğrenci topluluğu var. Bu öğrencilerin öncülüğünde bir araya gelebilir, toplantılar, sempozyumlar düzenleyebilir, Kanal İstanbul’un sonuçlarını tartışabilirlerdi.


Gazetelerde, dergilerde, web sitelerinde, bloglarda, sosyal medya hesaplarında ve forumlarda konuyla ilgili duyarlılık yaratmak amacıyla konu muhtelif boyutlarıyla gündeme getirilebilirdi.


Grafitilerle, bildirilerle, basın açıklamalarıyla, şarkılarla, karikatürlerle nasıl bir şehirde yaşamak istediklerini kamuoyuna duyurabilirlerdi.


Yabancı dillerde yayınlayacakları bildirilerle dünyanın dikkatini çekmeye çalışabilirlerdi.


Üniversite kampüslerinde, okullarda, öğrenci yurtlarında, işyerlerinde toplantılar düzenleyebilir, konuyu değişik boyutlarıyla tartışabilirlerdi.


İtiraz dilekçelerini imzaya açabilir, imzalı dilekçeleri vermek için topluca Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerine gidebilirlerdi.


Özetle, anayasal ve demokratik haklarını kullanabilir, yurttaşlık haklarını, yukarıda sıralanan en masum ve demokratik eylemlerle savunabilirlerdi.


Kanal İstanbul konusu yaklaşık bir haftadır hararetle tartışılırken ve itiraz süresinin üç günü sona ermek üzereyken henüz bir kaç cılız ses haricinde, 12 Eylül neslinden kayda değer bir görüş ve itiraz dile getirilmedi. Bunun yerine hiçbir sonuç vermeyecek şakalar, alaylar, “Ok Boomer” twitleriyle kendilerini eğlendirirlerken, dünya tarihinde görülmemiş ölçüde dramatik sonuçları olacak bu girişime de ciddi bir tepki vermeyi beceremediler.


İş gene başa düştü ve bir duyarlılık yaratmak üzere “5-10 yıl sonra bu dünyada olmayacak” ihtiyarlar elde dilekçe, İl Müdürlüklerine akın etti.


[image error]


Görünen o ki, hayatı muziplik ve şakadan ibaret zanneden ve sandıkta cumhuriyeti kaybeden 12 Eylül nesli, “çılgın projelerle” alay edip eğlenirken, İstanbul’u da kaybedecek.

1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 25, 2019 07:04

December 22, 2019

2020 Kitap Okuma Listem

Kütüphanemi düzenlerken hayretle fark ettim ki, her sene okuyabileceğimden fazla kitap satın alarak, bundan sonra hiç kitap satın almasam bile, ömrümün sonuna kadar okusam bitiremeyeceğim sayıda kitap biriktirmişim.


2020 yılı içinde yeni kitap satın almak yerine, bir okuma listesi yapmaya ve okunmayı bekleyen kitap sayısını azaltmaya karar verdim. Şöyle bir liste çıktı:[image error]





Capital and IdeologyThomas Piketty : Piketty’nin 1150 sayfalık yeni kitabı okuma listemin en başında yer alıyor. Sanırım kitabı, elbette notlar alarak, okuyup bitirmek en az bir ayımı alacak.
Capitalism Alone, Branko Milanović : Milanović’in 2016 yılında yayımlanan Küresel Eşitsizlik kitabı, çok önemli fikirlerle dolu bir eserdi ve iki kez okumuştum. Yeni kitabından da beklentilerim çok yüksek.
Borç, İlk 5.000 yıl, David Graeber : Epeydir okunmayı bekliyordu.
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Friedrich Engels : Seneler önce okumuştum. Geçen sene İş Kültür Yayınları yeni baskısını yaptı.
Devlet-i Aliyye (3 Cilt), Halil İnalcık : İş Kültür Yayınları’nın yayımladığı Halil İnalcık külliyatının tamamı kütüphanemde okunmayı bekliyor. 3 ciltlik Devlet-i Aliyye, külliyata başlamak için iyi bir başlangıç gibi görünüyor.
Türk Düşününde Batı Sorunu, Niyazi Berkes : Niyazi Berkes külliyatını da Yapı Kredi Yayınları yayımlıyor. Berkes’in daha önce üç kitabını okumuştum. Sıra bunda.
Piyasanın Ucubeleri: Zombiler, Vampirler ve Küresel Kapitalizm, David McNally : 2011 yılında yayımlanan bu kitap Türkçeye 2016 yılında çevrildi.
Olanaksızlık: Bilimin Sınırları ve Sınırların BilimiJohn D. Barrow : 1999 yılında yayımlanan bu kitabı, Türkçe’ye 2009 yılında Sabancı Üniversitesi Yayınları kazandırmıştı. İlk yüz sayfasını okumuştum. 2020’de tamamlamak niyetindeyim.
 Paralel Dünyalar, Michio Kaku : Kaku’nun kitaplarını seviyorum. En zor konuları bile kolayca anlaşılabilir şekilde anlatıyor.
Nesneler Sistemi, Jean Baudrillard: 2020 için felsefe kitapları içinde seçimim bu. Daha önce okumuştum. Bu sene biraz daha dikkatli okuyacağım.
The Habsburgs, Embodying Empire, Andrew Wheatcrof : Yurtdışı seyahatlerimde saray, müze ve galerilerden kucak kucak kitap toplayıp getiriyorum. Bu kitabı Viyana Schönbrunn Sarayı’nda almıştım.
König: Dünyayı Dolandıran Türk, Ayşe Başçı : Hemen okumaya başlayacağım kitaplardan biri. Daha önce pek çok kitaba çevirmen olarak imza atan Başçı’nın ilk romanı. Kitabın konusu yakın tarihimizden seçilmiş.
Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk : Pamuk’un okumakta geç kaldığım eserlerinden.
Devlet Ana, Kemal Tahir : Türk edebiyatının klasiklerinden Devlet Ana da okumakta geç kaldıklarımdan.
Suç ve Ceza, Fyodor Dostoyevski : Sakin yaz aylarında okumayı planladığım Suç Ve Ceza’yı da okumakta çok geç kaldım. Bu sene hacimli klasiklerden birini okuyup bitirme kararı aldım. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını bir sonraki seneye erteledim.
Madame Bovary, Gustave Flaubert : Dünya klasiklerinden ikinci tercihim bu.
On İkinci Gece, William Shakespeare : Dünya klasiklerinden üçüncü tercihim.
Atalarımız, Italio Calvino : Kütüphanemdeki Calvino kitaplarından birini seçmem gerektiğine karar verdikten sonra, bunu seçtim.
Tarihçi, Elizabeth Kostova : Tarihçi de epeydir okunmayı bekliyordu.
İkinci El Zaman, Kızıl İnsanın Sonu, Svetlana Aleksiyeviç : 2019 okuma listemdeydi. Ha bugün, ha yarın derken 2020’ye kaldı. İlk okuyacaklarımdan.
Yaşamak Zamanı Ölmek Zamanı, Erich Maria Remarque : Kütüphanemde 20 seneyi aşkın zamandır okunmayı bekliyor. Bu da okumakta çok geç kaldıklarımdan.
İmkansızın Şarkısı, Haruki Murakami : Şimdiye kadar Murakami’nin hiçbir kitabını okumadım. Bu kitap iyi bir başlangıç mı bilmiyorum. Bir yerlerden başlamak lazım.
Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, Ursula Le Guin : Çağımızın bilgesi Le Guin’in okumadığım az sayıda kitabından biri.
The Handmaid’s Tale, Margaret Atwood : Bu kitap da 2019 okuma listemdeydi. 2020’ye kaldı.
Artemis, Andy Weir :  Marslı’nın ardından Artemis, Weir okurlarında epeyce hayal kırıklığı yaratmıştı. Ben Marslı’yı sevmemiştim, belki bunu severim.
Kıyamete Bir Milyar Yıl, Arkady & Boris Strugatsky : Bu sene Strugatsky kardeşleri biraz daha mercek altına alma niyetindeyim. Bu kitapla başlayacağım.
Pazartesi Cumartesiden Başlar, Arkady & Boris Strugatsky : Sonra da bunu okuyacağım.
Kindred, Octavio Butler : 2019 okuma listemden 2020’ye sarkan bir başka kitap.
Kozmik Kuklalar, Philip K. Dick : Dick’in okumadığım az sayıda romanından biri de bu.
Rama Serisi (Rendezvous with Rama, Rama II, Rama Revealed, The Garden of Rama), Arthur C. Clarke : Serinin ilk iki kitabını aralıklarla ikişer kez okumuştum. Bu sene başa dönüp hepsini bitirmeye niyetliyim.



Şimdilik liste bu kadar. Araya muhakkak başka kitaplar girecek. Arada özellikle sanat galerilerinden topladığım kitaplara, DüşünBil dergisine, #Tarih dergilerine göz atacağım.


Okuma faaliyetlerimin yanında çok uzun zamandır üzerine çalıştığım, ileri düzey Elliott Dalga Prensibi ve Eşitlik/Eşitsizlik konularındaki taslaklarımı kitaba dönüştürmeye çalışacağım.


2020 senesinin verimli bir okuma ve yazma yılı olmasını diliyorum.

3 likes ·   •  2 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 22, 2019 04:30

December 19, 2019

Uzun Vadede Neredeyiz?

Bu çalışmada önümüzdeki yıllarda dünyada yaşanacak değişim ve gelişmeleri, beş uzun vadeli trend ve döngüler kapsamında ele alacak ve bu analitik değerlendirmenin sonucunda, 2020 ve sonrası ile ilgili bir değerlendirme yapacağım.


Yeryüzünde iktisadi ve kültürel gelişmeleri şu beş başlıkta inceleyeceğim:



Kondratieff Dalgaları
Kuznets Eğrisi
Elliott Dalgaları
İklim Değişimi
Demografik Değişim

1.Kondratieff Dalgaları


Sovyet İktisatçı Nikolai Kondratieff’in 1925 yılında kaleme aldığı The Major Economic Cycles (Ana Ekonomik Çevrimler) isimli kitabında ilk kez gündeme getirdiği ekonomik çevrim ve uzun vadeli iktisadi dalgalar kavramının ana fikri şudur: Kapitalist ekonomiler belli özellikleri olan aşamalardan geçerek büyürler. Bu aşamalar, genişleme (expansion), yavaş büyümeye dayalı ekonomik durgunluk (stagnation) ve daralma (recession) dönemleridir. Daha sonraki yıllarda, Kondrateff’in yaklaşımı üzerinde çalışan ve bu yaklaşıma yeni yorumlar getiren iktisatçılar, bir Kondtratieff çevriminin dört aşamadan (mevsimden) oluştuğunu kabul etmiştir:



i) K-spring (bahar): gelişme, genişleme platosu
ii) K-summer (yaz): hızlanma ve refah
iii) K-fall (sonbahar): durgunluk platosu
iv) K-winter (kış): düşüşün hızlanması ve buhran

Bir Kondratieff çevriminin (K-cycle) yaklaşık 50 yıl sürdüğü kabul edilir. Her çevrimde, ekonomik gelişmeyi sürükleyen bir baskın teknoloji vardır.


Başlangıç ve bitiş tarihleri konusunda görüş farklılıkları olsa da, Sanayi Devriminden günümüze kadar geçen yaklaşık 250 yıllık dönemde beş ana dalganın yükselip çöktüğü kabul edilir. Bu ana dalgalar ve dalgaların baskın teknolojileri şunlar:


K1: ~1780-~1830, Buhar makinesi ve tekstil endüstrisi


K2: ~1830-~1880, Demiryolları ve çelik endüstrisi


K3: ~1880-~1930, Elektrifikasyon, kimya ve elektrik endüstrisi


K4: ~1930-~1970, otomobil, petrokimyasallar


K5: ~1970-?, bilgi ve iletişim teknolojileri


[image error]


Yukarıdaki tabloda özetlenen her bir K-döngüsünün ne zaman başlayıp ne zaman bittiği konusunda farklı görüşler olduğundan bahsetmiştim. Örneğin ilk K dalgasının 1840’ların sonunda, ikinci K dalgasının 1890’larda, üçüncü dalga dalgasının 1940’larda, dördüncü K dalgasının da 1980’lerin başında sona erdiğini düşünenler var. Her bir K-dalgasının içinde ekonomik genişlemeye bağlı bir borsa yükselişi ve çöküşü olduğunu da not edelim. Bu çöküşlerin bazıları bir K-kışının “nedeni” olurken, bazıları da “sonucu” olarak gerçekleşiyor. Örneğin 1837, 1873, 1893, 1929, 1970 ve 2008 yıllarında, yerel ölçekle kalmayıp kapitalist dünyaya yayılan çöküş boyutlarında borsa düşüşleri var. Kondratieff çevrimlerini inceleyen analistleri, döngülerin başlangıcı ve bitişi konusunda fikir ayrılıklarına yönlendiren bir faktör de bu.


Belli bir çevrim boyunca, ekonomik genişlemeyi sağlayan baskın teknoloji bir anda ortadan kalkmıyor ve bir K çevrimi bitip diğeri başlarken ortaya çıkan yeni teknoloji ile beraber var olmaya devam ediyor. Çevrimler içinde gerçekleşen borsa çöküşleri de, yeni teknolojilerin ortaya çıkmasını sağlayan sermaye birikiminin, yeni, ucuz ve gelecek vaat eden yatırım alanlarına yönelmesi işlevini görüyor.


Son çevrimin başlangıcı ve bitişi konusundaki fikir ayrılıkları da, bu belirsizlikten kaynaklanıyor. Yakın tarihteki son büyük borsa çöküşü 2008 yılında yaşanmış, dünya genelinde hisse senetleri ortalama ` civarı değer kaybetmişti. K-5 çevriminin bu borsa çöküntüsüyle bitmiş, K-6 çevriminin başlamış olduğunu düşünenler olduğu gibi, yeni çevrimin henüz başlamadığını, K-5 çevriminin 2020-2030 döneminde sona ermesinin ardından başlayacağını düşünenler de var.


ABD’de başlayan ve hızla dünyanın her yerine yayılan 2008 borsa düşüşünün ardından gelen durgunluğun henüz bir daralma ve buhrana yol açmadığını göz önüne alırsak, başlangıç tarihi ister 1970, ister 1980 olsun, K-5’in henüz sona ermediğini ve bu çevrim içindeki sonbahardan kışa geçmek üzere olduğumuzu varsaymak daha tutarlı görünüyor. Diğer başlıklardaki analizler de bu görüşü destekliyor.


2.Kuznets Eğrisi


ABD’li ekonomist Simon Kuznets’in 1950’lerde ileri sürdüğü yaklaşıma göre, ekonomik gelişmenin ilk evrelerinde eşitsizlik artar. Yeni teknolojilerin ortaya çıkışı, hem girişimcilere yeni ve kazançlı alanları keşfederek yatırım yapma imkanı sağlar, hem de bu teknolojilerin uygulanması konusunda uzmanlaşmış emek gücünün gelirlerini arttırır. Bir önceki ekonomik gelişme döneminde yapılan yatırımlar, verimliliğini yitirmeye başlamış, bu alanlarda edinilen uzmanlıklardan elde edilen emek gelirleri, yaygınlaştığı ve bollaştığı için ucuzlamıştır. Yeni teknolojiler, hem yatırımcılar için, hem de bu teknolojiyi kullanan emek için gelirleri arttırır, bunun bir sonucu olarak da varlık ve gelir eşitsizlikleri artar. Daha sonra, yeni teknolojinin yaygınlaşması ile beraber girişim sermayesinin ve ilgili teknolojide uzmanlaşmış emeğin gelirleri düşmeye başlar, buna bağlı olarak da eşitsizlik azalır.


[image error]


Kondratieff dalgalarından farklı olarak, Kuznets dalgaları için (varsayılan) bir zaman aralığı yok. Buna ilaveten, her K dalgasının eşitsizliğin artışı veya azalışı yönünde farklı sonuçlar yaratabileceğine dair tarihsel bir veri de mevcut.


[image error]


Kabaca 1930’lardan başlayıp 1970 veya 1980’lere kadar devam eden K-4 boyunca dünya genelinde eşitsizlik azalmış, K-5 boyunca da artmıştı. K-4 başında en yüksek gelire sahip %1’in ulusal gelirden aldığı pay, ABD’de .7, Fransa ve Güney Afrika’da !.5 iken, K-4 sonunda bu oranlar sırasıyla .4, %8.2 ve .7’ye gerilemişti. K-5’te en yüksek gelire sahip %1, bütün dünyada ulusal gelirden daha fazla pay almaya başladı: Bu oranlar ABD’de ve Güney Afrika’da K-4 başındaki seviyelere (sırasıyla ve ) yükselirken, Avrupa’da nispeten sınırlı kaldı (Fransa’da .9, Almanya’da .4, Birleşik Krallık’ta .2). En büyük artışı yaşayan ülkelerden biri de Çin oldu (1980’de %7.5 iken, 2019’da .1).


Eşitsizliğin tek nedeni Simon Kuznets’in ileri sürdüğü teknolojik ilerleme ve ekonomik genişleme değildir. Aynı zamanda finansal, kültürel, siyasal ve sosyal yapı da eşitsizliği arttırıcı veya azaltıcı yönde işlev görür. K-4’te iki büyük savaş, sermayenin çok büyük kayıplara uğramasına, dolayısıyla sermaye gelirlerinin azalmasına yol açmış, dünyada bir sosyalist bloğun ve güçlü sol/sosyal demokrat hareketlerin varlığı eşitsizliği azaltıcı yönde etkide bulunmuştu. Bunlara ilaveten K-4’te finansal yapı, büyük spekülatif gelirlerin ve sermaye kazançlarının edinilmesine müsait değildi. K-5’te SSCB ve Doğu Bloku çöktü, Çin piyasa kapitalizmine yöneldi, dünyada sol/sosyal demokrat akımlar geriledi, yeniden yapılandırılan finansal mimari, çok büyük finansal kazançların elde edilmesini sağladı. Bu da, 1980’lerden itibaren bütün dünyada eşitsizliğin artmasına neden oldu. Özellikle ABD’de varlık ve gelir eşitsizliği, 20. yüzyılın başındaki seviyelere geri döndü.


4.Elliott Dalgaları


Kondratieff dalgalarından farklı olarak, Elliott dalgaları da standart dalga süreleri öngörmez. Elliott Dalga Prensibi, her vadede dalgaların standart kalıplarla ilerlediğini varsayar.


[image error]


Standart bir Elliott çevrimi, hangi vadede olursa olsun, beş yükseliş ve üç düşüş dalgasından oluşur. Dalganın yükselişe ait olan dönemi rakamlarla, düşüşe ait dönemi harflerle işaretlenir.


[image error]


ABD’de enflasyondan arındırılmış S&P500 endeksi, hisse senedi değerlerinin genel bir ölçüsü olarak alınabilir. Son 150 yılı gösteren yukarıdaki grafik, enflasyondan arındırılmış S&P500 endeksinin, üç tarihsel rekoru birden kırmak üzere olduğunu gösteriyor: 1. 2019 yılının son günlerinde görülen 3200 seviyesi bütün zamanların (nominal) en yükseği, 2. Bu seviye aynı zamanda enflasyondan arındırılmış tarihi en yüksek seviye, 3. Üstel regresyon çizgisinden sapma, 2000 yılındaki tarihi rekoru kırmak üzere: Endeks regresyon çizgisinden 5 daha yukarıda seyrediyor.


ABD borsalarında yükseliş K-4 başında başlamış 1970-1980 döneminde, K-4’ten K-5’e geçerken yaklaşık 10 senelik bir duraklamanın ardından hızlanarak devam etmişti. Borsa endekslerindeki yükseliş 2000-2008 dönemindeki ikinci duraklamanın ardından, hem nominal, hem de reel bazda yeni rekorlar kırarak devam ediyor.


1930-1950 dönemindeki 20 senelik kalıp, Elliott Dalga Prensibi’nde üçgen olarak tanımlanan beş dalgalık bir yatay harekettir. Elliott Dalga Prensibi’ne göre üçgenler, yükselişin IV olarak etiketlenen aşamasında oluşurlar. Başka bir deyişle üçgen genellikle son yükseliş öncesindeki düzeltmedir. Bütün yükseliş kalıbını tamamlayacak ve sona erdiğinde V olarak etiketlenecek dalganın da kendi içinde [1]-[2]-[3]-[4]-[5] olarak etiketlenecek beş dalgadan oluşması gerekir. Bu bitiş, aynı zamanda, bütün yükselişi tamamlayacak dalgadır.


Yukarıdaki grafik, ABD’de 1871’den beri ilerleyen dalgaları gösteriyor. Bu dalganın (grafik üzerinde gösterilmeyen) başlangıcı 18. yüzyıla kadar geri gidiyor. Dolayısıyla, halihazırda ilerleyen yükseliş dalgası sona erdiğinde sadece 1950’de başlayan dalga değil, 250 seneyi aşkın zamandır ilerleyen yükseliş dalgası da sona ermiş olacak.


Teknik terminolojiden arındırarak ifade etmek gerekirse, ya 1950’den (ve supercycle derecede 18. yüzyıldan) beri devam etmekte olan dalganın son aşamasındayız, ya da 1950’den beri devam etmekte olan dalganın daha da coşkunlaşacak yükseliş aşamasının henüz ortalarındayız. Eğer ikinci ihtimal gerçekleşirse, hisse senedi yükselişlerinin, (muhtemelen orta vadede üstel regresyon çizgisinden daha da uzaklaşarak) kabaca 50-60 yıl daha devam etmesi mümkündür.


Elliott dalga analizi, Kondratieff ve Kuznets dalgalarının 21. yüzyılın kalan yıllarındaki muhtemel davranışı ile ilgili fikir de vermektedir; değerlendirmeyi yazının son bölümüne bırakarak bir de  iklim değişimi ve demografik döngülere bakalım.


4.İklim Değişimi


Son yıllarda kamuoyunun dikkatini çeken küresel iklim değişimi ve “iklim krizi” konusu 1970 ve 1980’li yıllarda gündeme gelmiş, ancak kamuoyu o yıllarda yeterli duyarlılık göstermediği için yaygın bir tartışmanın konusu olmamıştı. 1990’larda ve özellikle 2000’lerde yer ve okyanus sıcaklıklarındaki artış, bilim çevrelerinden gelen yoğun uyarılarla beraber, ciddi kaygılara yol açtı. Son verilere göre, ortalama yer ve okyanus sıcaklığının 20. yüzyılın başına göre 1,5°C arttığı tahmin ediliyor. Bilim çevreleri bu artışın endüstriyel uygarlığımızın bir sonucu olduğu ve tüketim alışkanlıklarımız değişmezse yeryüzündeki yaşamı dramatik ölçütlerde değiştirecek boyutlara ulaşabileceği uyarıları yapıyor. Yer ve okyanus sıcaklığı verilerini gösteren grafiği incelediğimizde, bu grafikte oluşan kalıpların da standart Elliott kalıpları olduğunu görüyoruz.


[image error]


Elliott Dalga Prensibi, sadece finansal grafiklerin değil, insan kitlelerinin davranış dinamiğini gösteren tüm grafiklerin standart dalga kalıplarına göre oluşacağı tezini savunur.


Küresel yer ve okyanus sıcaklığının 1880’lerde, demiryolları ve çelik endüstrisine dayalı K-2 sonundan itibaren azaldığını, elektrifikasyon, kimya ve elektrik endüstrilerine dayalı K-3’te standart bir Elliott üçgeni oluşturduğunu görüyoruz. Kömür kullanımının göreceli olarak azaldığı bu dönemi, otomobil ve petrokimyasallara dayalı K-4 takip ediyor ve bu dönemde ortalama yeryüzü sıcaklığı 0.2°C artıyor. Ancak bu artış kalıcı olmuyor ve yeniden 19. yüzyıl sonundaki değerlere geriliyor. Bilgi ve iletişim teknolojilerine dayalı K-5’le beraber yeryüzü sıcaklıkları hızla yükselmeye başlıyor. Bu yükseliş, 2019 yılında yeni rekorlarla bir zirveye tırmandı. K-5’te yeryüzü sıcaklıklarının hızlı artışının nedeni, küreselleşme ve tüketimin artışı. Uçaklar, kargo gemileri, aşırı et tüketimi, fosil temelli yakıtların aşırı kullanımı gibi etkiler, K-5’teki küresel ısınmanın nedenleri arasında. Bu dönemin en sonunda kamuoyu hassasiyeti doğuyor ve 2015 yılında Paris anlaşması ile sıcaklık artışını durdurma yönünde ilk ciddi adımlar atılıyor.


Yer ve okyanus sıcaklıklarındaki artışın Elliott kalıpları ile oluştuğunu göz önüne alarak, bu hızlı artış döneminin sonuna geldiğimizi, sıcaklık artışını durdurmak yönünde atılacak yeni adımlarla beraber yeryüzü sıcaklık artışlarının 1880’e göre 1°C’den 0.6-0.7°C’ye kadar gerileyeceğini tahmin edebiliriz. Elliott Dalga Prensibi’ne göre bu durulma döneminin 15 ila 35 yıl devam etmesi beklenebilir. Daha sonra son bir yükseliş gelmeli, ancak bu yükseliş, iklimbilimcileri korkutan 1,5°C’lere ulaşamadan sona ermeli.


5.Demografik Değişim


1700 yılında yeryüzünde 600 milyon insan yaşıyordu. Nüfus, yaklaşık bir yüzyıl sonra bir milyara, 1928 yılında da 2 milyara yükseldi. Bu tarihten sonra tıpta, kent altyapılarında, gıda üretimi, beslenme, ısıtma, soğutma, havalandırma alanlarındaki ilerlemeler sonucu çok hızlı bir nüfus artışı oldu. Nüfus artış hızı 1968 yılındaki %2.1 zirvesine ulaştığında dünya nüfusu da 5 milyara yaklaşmıştı. Bu tarihten sonra nüfus artış hızı düşmeye başladı. 2019 itibarıyla dünya nüfusu 7.7 milyar, nüfus artış hızı %1,08. Mevcut trendle 2100 yılında yeryüzü nüfusunun 10.9 milyara ulaşması ve nüfus artış hızının da %0,1’e kadar gerilemesi bekleniyor.


[image error]


Hızlı nüfus artışı K-4’ün bir sonucu idi. K-5’te nüfus artış hızının yavaşladığını görüyoruz. Bu yavaşlamanın K-6’da da devam etmesi, K-7’de dünya nüfusunun sabitlenmesi bekleniyor.


Nesillerin temel inanış ve davranış kodlarını, sayısal verilerden ziyade, teorik yaklaşımlarla yorumlayabiliyoruz.


[image error]XVII. yüzyıl sonu ile XVIII. yüzyıl başında yaşayan İtalyan filozof ve tarihçi Giambattista Vico’ya göre, uluslar ve uygarlık, bir tarihsel döngüyü tamamlamak üzere üç ayırt edici dönemden geçer: Tanrılar dönemi, kahramanlar dönemi ve insanlar dönemi. Bu üç aşamadan geçildikten sonra yeniden geçici olarak barbarlık dönemine girilir ve bu kez daha büyük ölçekli üç aşamalık bir dönem başlar. Tanrılar ve kahramanlar dönemi hayal gücünün (fantasia), yaratıcı etkinliğinin, insanlar dönemi ise yansıtma (reflessiona) kabiliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar ve gelişir.


Vico’nun yaklaşımına göre yeryüzünde insan yaşamını tamamen değiştiren buluşların yapıldığı, temel inanış ve davranışın kökten değiştiği, günümüz yaşayışının temelini oluşturan Aydınlanmayı da kapsayan 1780-1880 arası K-1 ve K-2 dönemlerini “tanrılar”,  “tanrılar” dönemindeki buluş ve uygulamaların insan yaşamlarına taşındığı, imparatorlukların yıkıldığı, ulus devletlerin kurulduğu, sıradan insanlara yurttaşlık ve insan haklarının getirildiği, dünyada faşizm barbarlığının yenilgiye uğratıldığı, bağımsızlık savaşlarının verildiği, 1880-1980 arasındaki K-2 ve K-3 dönemlerini “kahramanlar” çağı kabul edersek, 1980’den itibaren tanrıların hayal edip kahramanların hayata geçirdiklerinin keyfini süren “insanlar” dönemindeyiz. K-5’ten K-6’ya geçilen tarihin tam da bu aşamasında, “insanlar” döneminin devamı veya “barbarlık” arasındaki kritik eşikte bulunuyoruz. K-7’nin niteliği, Elliott dalgasının devamı veya bitişi, Kuznets eğrisinin daha fazla eşitsizliğe yönelişi ya da yeniden eşitliğe dönüşü ve elbette küresel iklim krizinin akıbeti, bir sonraki dönemin kaderini belirleyecek.


K-6’nın süper bilgisayarlara, nano-teknolojiye, yapay zekaya, hatta yapay yaşama dayalı bir dalga olacağı tahmin ediliyor. Bu dalganın baskın teknolojik aygıtlarına kimlerin, hangi amaçla, nasıl sahip olacakları, Kuznets eğrisinin de akıbetini belirleyecek. Bilimsel ve teknolojik gücün küresel varlık ve gelir payı artan %1’in tamamen denetimine geçmesi, dünyada bir barbarlık çağını açabilir. Tersi gerçekleşir ve güç demokratik bir şekilde çoğunluğun lehine ve yararına kullanılırsa, bu kez de “insanlar” çağının altın devri yaşanabilir.


Bir belirleyici de Elliott dalgasının akıbeti olacak. 250 yılı aşkın zamandır yükselen Elliott dalgasının devamı, yeryüzünde olağanüstü güce sahip bir azınlığın hüküm sürmesi anlamına gelebilir, çünkü finansal kapitalizm, finansal araçlara sahip olanlara, hiç emek sarf etmeden yaşama ve bu ayrıcalığı nesilden nesle aktarma olanağı veriyor. Finansal varlıklara sahip olmayanlar ise, yaşamlarını sürdürebilmek için ömür boyu çalışmak, varlıklı azınlığın iktidarından ve “hayırseverliğinden” medet ummak zorunda kalıyor.


Ve elbette küresel iklim krizi… Her ne kadar küresel ısınma trendinde bir durulma dönemine girmek üzere gibi görünse de, yeryüzü sıcaklığının mevcut seviyelerde kalması bile, insan uygarlığı için büyük tehdit.


K-5’in sona ermesi beklenen 2020-2030 dönemi bu bakımlardan kritik önemde. Yeryüzü “insanları”, ya “tanrıların” ve “kahramanların” onlara bıraktığı mirasa sahip çıkacak, ya da bu mirası güç ve iktidar sahibi küçük bir azınlığa kaptıracak.


İlki demokratik bir yeniden aydınlanma, ikincisi karanlık bir barbarlık çağı demek.


[image error]

1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 19, 2019 05:39

December 16, 2019

Yaşlıların ülkenin geleceğini yönlendirme hakkı olmalı mı?

Konuyu sosyal medya gündemine, 18 Ekim 2019 tarihli twitiyle Nevşin Mengü taşıdı. Mengü, Kadri Gürsel’e referansla şu soruyu soruyordu: “Yaşlıların ülkenin geleceğini yönlendirme hakkı olmalı mı?” Mengü bu provokatif soruya şu yorumu eklemeyi de ihmal etmemişti: “Sonuçta bir 5,10 yıl sonra bu dünyada olmayacaklar.”




Kışkırtıcı bir soru Kadri Gürsel’den: yaşlıların ülkenin geleceğini yönlendirme hakkı olmalı mı? Sonuçta bir 5,10 yıl sonra bu dünyada olmayacaklar… pic.twitter.com/6qWnkgmwUS


— nevsin mengu (@nevsinmengu) October 18, 2019



Mengü’nün 5,10 yıl sonra kimin bu dünyada olup kimin olmayacağına dair öngörüsünün kaynağı meçhul. Eğer istatistikleri baz alıyorsa, 67 yaş üstünü kast ettiğini tahmin edebiliriz. Çünkü 2018 itibarıyla Türkiye’de ortalama yaşam süresi 77.


Bu twitin hemen ardından Kadri Gürsel Mengü’ye bir cevap yazarak, konunun Brexit oylaması nedeniyle gündeme geldiğini ima ederek, Brexit referandumunda oy veren yaşlı seçmenlerin, göremeyecekleri bir gelecekte torunlarının ve sonraki nesillerin hayatlarını “onların istekleri hilafına” belirlemelerinin bir adalet ve demokrasi sorunu olduğunu yazdı.




Demokrasi Brexit örneğinde ortaya çıkan bu adaletsizlikle yüzleşmeli ve bir denge arayışına girmeli. Yoksa yaşlıların oy kullanma haklarının inkarı mümkün değil ve zaten bu yönde bir beyanım da olmadı. Seçmen yaşının 16’ya düşürülmesi bir denge sağlayabilir


— Kadri Gürsel (@KadriGursel) October 18, 2019



Görünüşe göre Gürsel de insanların kaç sene yaşayacağı konusunda net bir fikre sahipti, ya da belki Brexit’in olumsuz sonuçlarının ancak “ihtiyarlar öldükten sonra” ortaya çıkacağına emindi.


Tam da Ok Boomer zıpırlığının başladığı günlerde bu kez Ümit Alan bir anket düzenleyerek twitter takipçilerine “sizce oy kullanmak bir yaştan sonra yasaklanmalı mı, eğer öyleyse yaş sınırı kaç olmalı” sorusunu yöneltti.




Sizce oy kullanmak bir yaştan sonra yasaklanmalı mı, eğer öyleyse kaç yaş sınır olmalı?


— Ümit Alan (@umitalan) December 13, 2019



Oy kullanan 7052 kişinin dörtte üçü oy kullanmaya yaş sınırlaması getirilmesi gerektiğini savundu. Bunların yaklaşık yarısının 65 yaş üstünün oy kullanmaması gerektiğini düşünmesi daha da çarpıcıydı.


Mengü’nün, Gürsel’in ve Alan’ın twitlerinin altına yüzlerce yorum yazıldı. Bu yorumlarda “ihtiyarların” oy kullanmasının yasaklanmasını savunanların özgüveni ve fikirlerindeki kararlılık dikkat çekiyordu.


Mengü’nün “bir 5,10 yıl sonra bu dünyada olmayacaklar”, Gürsel’in “onların istekleri hilafına” saptamalarındaki bariz mantık hataları ve Alan’ın anketindeki sonuçlar üzerine biraz daha düşünmek gerekiyor.





Diyelim ki, tam da 66 yaşına girdiği gün düzenlenen bir seçimde yaş sınırına takılan bir seçmen 30 yıl daha yaşadı,  buna karşılık oy verme hakkına sahip bir başka seçmen ertesi gün öldü. Acaba bu durum, normatif ya da faydacı ahlak anlayışlarından hangisine uygundur?
Herhangi bir yaş sınırlaması getirilmeyen bir seçimde çıkan Q’lik sonuç, bu Q’in içinde yer almayan bir seçmenin “istekleri hilafına, adalet ve demokrasi sorunu” ise, 65 yaş grubunun oy hakkı elinden alındığında çıkacak aksi yöndeki bir Q’lik sonuç başka seçmenlerin “istekleri hilafına, adalet ve demokrasi sorunu” değil midir? Eğer bu şekilde bakacaksak, oy vermeye dayalı bütün sistemlerin özünde bu sorun yok mudur?
Örnek olarak verilen Brexit oylamasında “adil ve demokratik” sonuç neden sadece “gençlerin” tercihi yönünde olsun? Kaldı ki, Birleşik Krallık’taki referandumda Kalma/Ayrılma yönündeki oylar 35-44 yaş grubunda dengeleniyor, 45-54 yaş grubundan itibaren çok ağırlıklı olarak Ayrılma eğilimine dönüyor. Acaba “gençlerin” kendi geleceklerini belirlemesi adına, oy verme yaşı 45’e mi düşürülmeli?
Tabi bu gibi konuları biyolojik yaş bağlamında tartışmaya başlayınca, 80 yaş ve üstü Turgut Kazan’ın, Sabih Kanadoğlu’nun, Korkut Boratav’ın, Genco Erkal’ın, üretkenliklerine ve düşünsel derinliklerine bakılmaksızın “gençlerin geleceğini belirlememe” adına oy kullanmaktan yasaklanması gerekiyor.
Konuyu daha da derinlemesine düşününce, belki de sadece yaşlılara değil, kronik hastalığı olanlara, ağır yaralanma ve ölüm riski olan işlerde çalışanlara, intihar eğiliminde olanlara da oy kısıtlaması getirmek gerekir.



[image error]Çok temel bir demokrasi ilkesi var: Temel haklar oylamaya sunulamaz. Oy vermek insanlığın yüzlerce yıllık mücadelesi sonucu elde ettiği en önemli haklar arasındadır. Dolayısıyla hiç bir sınırlama kabul edilemez. Bu demokrasi ilkesinin doğal bir sonucu olarak da, haklar “demokratik terbiye gereği” tartışmaya açılamaz. Çünkü bir kez tartışmaya açıldığında, nerelere varacağını kimse kestiremez.


Mengü’yü de, Gürsel’i de, Alan’ı da takip edenler, kendisini modern, uygar, dünyaya açık, seküler, sosyal demokrat olarak tanımlayan insanlar; pek çoğu da eğitimli. Twitlerin altına yazılan yorumlara ve bu yorumları yapanların profillerine bakınca demokratik kültürün bu topraklarda daha çok uzun yıllar boyunca yeşermeyeceğini düşünmek fazla karamsarlık olmasa gerek.


Konuyu şöyle kapatalım: Acaba Mustafa Kemal Atatürk, “gelecek nesillerin istekleri hilafına” bir bağımsızlık savaşı yürütmese, cumhuriyeti ilan etmese miydi?


Sonraki nesillerin hiç vakit kaybetmeden bağımsızlığı ve cumhuriyeti orasından burasından delmeye başlaması bu kışkırtıcı soruyu (da) sormayı gerektirmiyor mu?


Ya da, bambaşka sorular mı sormak gerekiyor?

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 16, 2019 10:03

December 14, 2019

Çözülme ve dağılmanın öncesi, sonrası

2012 yılının Haziran ayında açtığım twitter hesabımı 2019 yılının Aralık ayında askıya aldım. Hesabı tekrar aktif hale getirir miyim, bilmiyorum. Bir süre sığ sulara çekilme ve twitter’sız bir yaşam sürme niyetindeyim. Ancak geride kapatılmamış hesap bırakmak da istemiyorum; bu nedenle bir yazı ile twitter hesabımı kapatma gerekçem olan polemiğe yol açan konuyu derinlemesine irdelemem lazım.


Sosyal medyanın işlevi konusunda farklı fikirler var; kimileri sosyal medyanın, tek taraflı iletişime dayanan klasik medyanın alternatifi ve fikirlerin yayılması için yararlı olduğunu düşünürken, kimileri de sosyal medyanın fikirleri değil, yalanları, gerçek dışı haberleri, komplo teorilerini yayma işlevi gördüğünü düşünüyor. Ben ilk görüşe daha yakın olmakla beraber, sosyal medyanın yalanları yaymanın yanında ikinci bir olumsuz işlevi daha olduğu fikrindeyim: Sosyal medya, büyütüldükçe artan duygusal şiddeti yayma işlevi de görüyor. Bu işlev çok zaman, fikirlerin yayılması işlevini gölgeleyecek boyutlara ulaşıyor ve hem bu duyguları yayanlara, hem de muhataplarına zarar vermeye başlıyor.


Ben daha önce birkaç kez “sanal linç” dalgalarına maruz kaldım. Muhtelif konularda, çoğunluk görüşüne, inanışına aykırı görüşler ifade ettiğinizde, kolayca taciz edilebiliyorsunuz. Bu, düşünce ve ifade özgürlüğünün içselleştirilemediği, güruh psikolojisinin kolayca yaygınlaşabildiği, asgari iletişim ahlakının olmadığı Türkiye’de özellikle böyle. İşin kötüsü, pek çok insan sosyal medyada herhangi bir ahlaki standarda uyma ihtiyacı hissetmediği için, yüz yüze ilişkide asla söyleyemeyeceği sözleri de kolayca sarf edebiliyor.


7 seneyi aşkın twitter maceramda 67.000 takipçili bir “twitter kişisi” olmayı ben seçmedim. Büyük kalabalıkların kakofonisi yerine, sakin, makul, ölçülü, ancak fikirlerin, ne kadar aykırı olursa olsun açıkça ifade edilebildiği iletişimi tercih eden bir insanım. Takipçi sayım arttıkça, makul “sosyal medya arkadaşlığı” sınırlarım aşılmaya başladı. Bu durumda, yeniden makul ve dar sınırlara çekilme ihtiyacı hasıl oldu; ancak bu “makul ve dar sınırlara çekilme” ihtiyacının ikinci bir nedeni daha var ki, onu da yazıyı okuyup bitirenler, bu yazıda ileri sürülen argümanlarla daha iyi kavrayacaktır.


Türkiye’de Amerika’daki bir yaş kuşağı için kullanılan boomer sözcüğünün bir karşılığı yoktur


[image error]


ABD’de Büyük Buhran yıllarında %0.6 hızıyla seyreden yıllık nüfus artışı, Büyük Buhranın yıkıcı etkileri azaldıkça artmaya başlar ve 2. Büyük Savaş’ın bitişinin hemen ardından %2 seviyesine kadar tırmanır. Yaklaşık 20 sene boyunca devam eden bu yüksek doğurganlık döneminde dünyaya gelenlere baby boomer kuşağı deniyor. Boomer‘lar aşağı yukarı 1946 ile 1964 yılları arasında dünyaya gelenleri kapsıyor. ABD’de 1960’ların ortalarından itibaren nüfus artış hızı azalıyor ve önce %1 civarına, 2000’lerden itibaren de, Büyük Savaş öncesi %0.7 seviyesine geriliyor.


[image error]


Türkiye’de de benzer bir eğilim izleniyor: 1950’lerden sonra nüfus artışı, hızlı bir doğurganlığın sonucu olarak %2.5’in üzerine yükseliyor. Ancak ABD’den farklı olarak bu hızlı doğurganlık -hızı azalmakla beraber- 1990’ların başlarına kadar devam ediyor. 1990’dan itibaren önce %1,5’e, daha sonra da %1’e doğru gerilemeye başlıyor. Dolayısıyla, ABD’de yüzyılın başında ABD’ye alınan göçlere bağlı nüfus artışı hariç tutulursa, 20. yüzyıl içinde yaşanan istisnai bir nüfus artışının ürünü olan Baby Boomer‘ların aksine, Türkiye’de yaklaşık 40 sene süren hızlı doğurganlığın ürünü olan bir demografik kuşak söz konusudur.


Ancak kuşak sözcüğüyle anlaşılması gereken sadece demografik kuşaklar değildir. Bunun yanında iki farklı kuşak tanımı daha yapılabileceği fikrindeyim. Bunlardan ilki belli frekanslarla tekrarlanan döngüsel kuşaklardır. Türkiye’de yaklaşık her 34-35 senede bir temel paradigmanın değiştiği, bu değişime bağlı olarak belli kültürel değerlere ve davranış standartlarına sahip kuşakların gelip geçtiğini düşünüyorum. Bu konudaki görüşlerimi Yedinci Nesil yazımda ifade etmiştim. Bu 34-35 senelik tarihsel döngüler içinde dünyaya gelenlerin her birinin belli kuşak özellikleri gösterdiğini ve yaşadıkları dönemin temel paradigmalarına uygun davrandıklarını göstermiştim.


Demografik ve döngüsel kuşakların içinde bir de kültürel kuşaklar var ki, onlardan özellikle söz etmek gerekiyor. Türkiye tarihinde belli bir isimle anılan 3 kuşak var: Cumhuriyet kuşağı, ’68 kuşağı ve kısmen bu kuşağın uzantısı olan ’78 kuşağı. Özel isimleriyle anılan bu kuşaklar, belli bir yaş kuşağının demografik özellikleri, ya da döngüsel kuşakların farklılığı ile tarif edilemeyecek bazı özelliklere sahiptir. Örneğin Cumhuriyet kuşağı dediğimiz kuşak ne sadece belli bir nüfus artış dönemini ifade eder, ne de döngüsel kuşakların belli bir aşamasına tekabül eder. Cumhuriyetin kuruluşundan 90-95 sene sonra bile yaşamında “cumhuriyet kadını” kavramını billurlaştıran kadınların varlığından bahsederiz. ’68 ve ’78 kuşağı da böyledir. Bu kuşaklar belli bir yaş kuşağını ifade ediyor gibi görünseler de, biyolojik yaşla ilgili değildirler.


’68 ve ’78 kuşakları, modern Türkiye tarihinde yenilmiş kuşaklardır. Bu kuşakların inançları, davranış pratikleri, ahlak anlayışları daha sonraki yılların baskın karakteristiği olamamış, dünya tahayyülleri Türkiye’nin baskın sosyoekonomik yapısına dönüşememiştir. Bu kuşakları Cumhuriyet kuşağından ayıran temel özellik budur. Ancak bu kuşağın yenilgisi “kendiliğinden” gerçekleşmiş bir olgu da değildir. Sadece 12 Eylül askeri darbesinin ardından



650.000 kişi göz altına alındı
1.683.000 kişi fişlendi, fişlenenlerin büyük çoğunluğu devlet kadrolarından çıkartıldı, kamu hizmetlerinden uzaklaştırıldı/uzak tutuldu
230.000 kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı
388.000 kişiye pasaport verilmedi
23.700 dernek faaliyetten men edildi
12 Eylül darbesinin ardından çıkartılan 1402 sayılı yasa ile 5 bin civarında öğretim üyesi üniversitelerden uzaklaştırıldı.

’68 ve ’78 kuşağının tarihsel tasfiyesi on yıllar boyunca devam etti. Yüzbinlerce insan cezaevlerine atıldı, işkencelerden geçirildi, ağır insan hakları ihlallerine uğradı. Kuşağın sembol isimleri faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Bu faili meçhul cinayetlerde Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Necip Hablemitoğlu, Gaffar Okkan, Musa Anter gibi insanlar suikastlarla, 33 aydın ve sanatçı Sıvas Madımak otelinde yakılarak öldürüldü.


Türkiye’de kuşak tartışmaları yapılırken yukarıdaki yakın tarihin bilinmesinde yarar var.


12 Eylül Kuşağı


Türkiye yakın tarihinde ’68 ve ’78 kuşakları, on yıllar süren bu sistematik kıyımla tasfiye edilirken yeni bir kuşak yetişmeye başladı. Kültürel kimliklerinden, ahlak anlayışlarından, davranış standartlarından soyutlayarak, herhangi bir ayırt edici özellik belirtmeksizin kaba bir yaklaşımla X,Y, Z kuşakları denen bu yaş kuşaklarının hepsi 12 Eylül kuşağıdır. Tıpkı cumhuriyet kuşağı dediğimiz kuşağın belli bir demografi ile sınırlı olmaması gibi, 12 Eylül kuşağı da belli bir yaş grubu ile sınırlı değildir. ’78 Kuşağının ardından gelen 12 Eylül kuşağı kısmen 1970’lerin ikinci yarısından sonra dünyaya gelenlerden başlar, bütün ’80 ve ’90 doğumluları kapsayarak kısmen 2000’lerde dünyaya gelenlere kadar uzanır. 12 Eylül kuşağının tarih sahnesinden ne zaman çekileceğini bilmiyorum, ancak bu kuşak tarih sahnesinde olduğu sürece cumhuriyet, ’68 ve ’78 kuşaklarının inşa ettiği her şeyin yerle bir olacağını, bu yıkım ve dağılma süreci ne kadar uzarsa, yenisini inşa etmenin o kadar güç olacağını düşünüyorum.


İşte tam da bu noktada, twitter’daki “sanal linç” edilme sürecime geliyoruz. Twitter hesabımdan ’68 kuşağı ile sonraki kuşağı karşılaştırdığım twitlerim sonrasında başlayan ve ölçüsü kaçarak devam eden bir sosyal medya linçine uğradım. Yer yer hayasızlık ölçüsüne varan bu linç sonucu ilgili şahısların hepsini engelleyip geçmek, ya da hesabı korumaya almak düşünülebilirdi. Ancak bu şekilde davranmak “mahallede kalmak uğruna, mahalle baskısını kabul etmek” anlamına gelirdi. Ben eski mahalleden taşınmayı ve daha küçük ve makul bir mahalleye taşınmayı tercih ettim. Çünkü “eski mahalle” büyük bir hızla yaşanabilir bir yer olmaktan çıkıyor.


Ben bir “twitter kişisi” olmanın ötesinde, yaşadığı çağın bir gözlemcisi ve içinde yüzülen okyanusları anlamaya ve yorumlamaya çalışan “gerçek” bir insanım. Bu “sanal linç” esnasında şahsıma/şahsım için yazılanlar, 12 Eylül kuşağının temel kültürel kodlarını gözlemlemek ve doğrulamak bakımından can sıkıcı, ancak önemliydi.


Elbette bütün genellemeler gibi, aşağıdaki genellemeler de bütün insanları tarif etmez. Her yaş grubunda çok farklı özelliklere, erdemlere, yeteneklere sahip insanlar vardır. Bir yaş kuşağını topyekun yargılamak gibi bir niyetim yok. Zaten bir kültürel kuşağın özelliklerinden bahsederken, bir yaş kuşağını kastetmiyorum. Bu, cumhuriyet, ’68 ve ’78 kuşakları için de geçerli. Bu kuşakların kültürünün baskın olduğu zamanlarda tamamen farklı değerlere sahip insanlar da vardı. Ancak bu, baskın kültürün temel niteliklerini değiştirmiyor. Aşağıda sıralanan özellikler de ilgili yaş grubuna ait bütün insanları değil, baskın kuşak kültürünü ve hareket alanı bu kültürle sınırlanmış ortalama insanı tarif ediyor.


Benim için üzücü olan, bu kültürü içselleştirmiş insan sayısının tahminlerimin çok üzerinde olduğunu fark etmiş olmaktan kaynaklanıyor. Gözlemlerimi buraya taşıyorum:



12 Eylül kuşağı herhangi bir ahlaki zemine sahip değildir. Bu kuşağın kültüründe insanlara pervasızca küfür ve hakaret edilebilir. İnsanların özel yaşamı didik didik edilebilir. Özel yaşamda “bulunan eksik ve kusurlar”, ileri sürülen fikirlere karşı bir koz olarak kullanılabilir. Karşı argüman ileri sürmeye gerek duyulmaz. Bir fikri “çürütmek için” kişileri itibarsızlaştırmak yeterlidir ve bunun için her yol mubahtır.
12 Eylül kuşağı temel kavramları bilmez, tanımaz, öğrenme gibi bir niyeti de yoktur. Kavramsal düşünmeye yabancıdır, olguları değil, olayları ve insanları konuşma eğilimindedir. Merak duygusu yoktur. İşine yaramayan şeyleri merak etmez. Klişelerle düşünür, konuşur.
12 Eylül kuşağı için yüzlerce yıl boyunca büyük mücadelelerle elde edilmiş hakların bir değeri yoktur. Örneğin ortalama bir 12 Eylül insanı “60 yaş üstü ‘ihtiyarların’ oy hakkının ellerinden alınmasını” savunabilir ve bu “parlak fikri” sosyal medyada yüzlerce like alabilir. Örneğin bir 12 Eylül insanı, emekli maaşı alan bir insan için utanmazca “senin maaşını ben ödüyorum” yazabilir ve gene yüzlerce like alabilir. Türkiye’de bir emeklinin on yıllar boyunca prim ödeyerek çalışmış olmasının önemi yoktur; Türkiye’de ortalama bir ailenin toplam harcamalarının yaklaşık ’sinin çocuklarının eğitimine ayrılmış olmasının da bir değeri yoktur. Bir 12 Eylül insanı, kendisinden öncekilerin 35-40 yaşında emekli olduğunu zannedecek kadar bilgisizdir. Türkiye’de ortalama emekli yaşının 52 olması, emeklilik yaşının temel belirleyicisi olan doğumda beklenen yaşam süresinin ise 1970 yılında 52, 1980 yılında 59, 1990 yılında 64, 2000 yılında 70 olması ortalama bir 12 Eylül insanı için anlamlı değildir. O, Türkiye’de önceki nesillerin 35-40 yaşında emekli olduğunu, 85-90 yaşına kadar da emekliliğin keyfini sürdüğünü zanneder. Küstahça “senin emekli maaşını ben ödüyorum” derken Türkiye’de 4 milyon insanın emeklilik için yaş beklediğini göz ardı eder.
Ortalama bir 12 Eylül insanı kendisinden önceki nesillerin bolluk, bereket içinde yaşadığını, “Türkiye’nin en güzel zamanlarını” yaşayan bu insanların kendilerine berbat bir dünya bıraktığını söyleyebilir. Geçmiş zaman şehirlerinin altyapısız, metrosuz, yer yer kanalizasyonsuz olduğunu, sokakların, caddelerin tozlu ve çamurlu, köylerin yolsuz, elektriksiz, susuz, okulsuz olduğunu, daha yakın zamana kadar kızamık, tifo, kolera, grip gibi hastalıkların ölümlere neden olduğunu bilmez. Kendisini düşük ücretle çalışmaya, geç emekliliğe zorlayan ekonomik dinamiğin, önceki nesilden farklı olarak borçlanarak tüketmek ve alt yapı yatırımlarına oluk oluk para akıtmak olduğunu düşünemez. Türkiye tarihinin her döneminin sıkıyönetimlerle, sokağa çıkma yasaklarıyla, “düşünce suçlarıyla”, insan hakları ihlalleriyle dolu olduğunu da bilmez. Bugün “emekliliğinin” keyfini süren “ihtiyarların” daha iyi bir dünya için hangi mücadeleleri verdiği ortalama bir 12 Eylül insanı için önemsizdir; o youtube, vikipedi yasaklarının kendisine yapılmış en büyük haksızlık olduğunu düşünürken, kendisinden önce kaç insanın cezaevlerinde fikir suçları nedeniyle hasta ve sakat kaldığını önemsemez bile.
Ortalama bir 12 Eylül insanı için çalışma hayatı sadece para kazanmaktan ibaret bir uğraştır. Bu nedenle çalışma hayatının aynı zamanda bir kendini gerçekleştirme, hayalleri hayata geçirme, dünya ve toplum tasarımı yolunda bir vasıta olduğunu kavrayamaz. Bir zamanlar bir takım insanların, çok para kazanmak ve zengin olmak için değil,  köyünün kıyısındaki nehir üzerine köprü yapmak için mühendis, hastalıkları iyileştirmek için doktor, sıradan insanlar sosyal haklarını elde etsin diye sosyal güvenlik uzmanı, toplumsal eşitsizlikler ortadan kalksın diye ekonomist olmayı seçtiğini bilmez, önemsemez. Bu tip “romantik hayallerin” Yeşilçam’a özgü sulu melodramların konusu olduğunu zanneder.
12 Eylül kuşağı için örgütlenmek, haklar ve daha güzel bir dünya için mücadele etmek gereksizdir. Türkiye’de demokratik kültürün hiç olmadığını zanneder. Çünkü sendikalarda, meslek örgütlerinde, odalarda, yerel yönetimlerde, hatta yaşadığı apartman veya sitede yönetimlerin nasıl seçildiğini, hangi demokratik süreçlerden geçildiğini bilmez, merak etmez. Bir zamanlar üniversite temsil konseylerinde, öğrenci topluluklarında, köylerde, mahallelerde hangi çabaların hayata geçirildiğinden habersizdir. Örgütlenmeyi gereksiz bulduğu ve “örgüt” sözcüğünden ölümüne korktuğu için, örgütlü olanların kendilerini yönetmesini liyakatsizlik olarak değerlendirir. “Badem bıyıklıların” altında çalışmaktan şikayet eder, ancak sorunun liyakat değil, örgütlenme ve hak mücadelesi olduğunu hiç düşünmediği için örgütlenmeyi de aklına getirmez.
12 Eylül kuşağı alaycı, muzip, küfürbaz bir kuşaktır. Fikir ileri sürmek yerine alay etmeyi, duygularını sözcüklerle değil, internet meme’leriyle, emojilerle ifade etmeyi, beğenmediği fikirleri ileri sürenlere küfür ve hakaret etmeyi tercih eder. Küfür ve hakaretin bir yetersizlik, çaresizlik ifadesi olduğunu bilmez.
12 Eylül kuşağı herhangi bir dünya tasarımına sahip değildir. İdeolojilerden ölümüne korkar, uzun metinler okumaz, başkalarıyla kısa/kısaltılmış metinlerle iletişim kurmaya çalışır.
Özetle 12 Eylül kuşağı Türkiye tarihinin en lümpen kuşağıdır. Neo-liberal dünyanın ormanında tek başınadır, çaresizdir, nihilisttir.

Gezi Direnişi yukarıdaki bütün tespitleri yanlışlamıyor mu?


12 Eylül kuşağının en büyük toplumsal hikayesi olan Gezi Direnişi’ne bambaşka bir gözle bakmayı öneriyorum. Gezi Direnişi’ni büyüten ve tarihsel bir olay haline getiren, alaycı, muzip ve küfürbaz 12 Eylül Kuşağı değildi. Hatırlanacaktır, direnişin ilk günlerinde duvarlara cinsiyetçi ve bayağı küfürler yazılmıştı. 12 Eylül kuşağının lümpen kültürünün bu hastalık semptomlarını ortadan kaldıranlar ise belli bir disiplin içinde hareket etmeyi bilen örgütlü gruplar oldu: Feministler, ’68 ve ’78 kuşaklarının eski tüfek devrimcileri ve kitlesel protesto geleneği olan diğer toplumsal örgütler. Bu kesimlerin belli bir ağırlık koyması ile, kalabalıkları lümpenlikten ve vandallıktan özenle uzak tutmak mümkün olmuştu. Gezi’de öne çıkan bazı kulüp taraftarları, mizah dergileri, Türkiye’de lümpen kültürünün yaygınlaşmasında en büyük ağırlığı olanlardı. Nitekim 2013’ün Haziran’ı sona erdikten sonra evli evine, köylü köyüne geri döndü: Kulüp taraftarları eski holiganlıklarına, mizah dergileri küfür-kıyamet cinsiyetçi muzipliklerine, ortalama 12 Eylül insanı kitapsız, şiirsiz, edebiyatsız, emeksiz, çabasız nihilist dünyasına.


Gezi günlerinde Taksim “işgali” sırasında yaşananları hatırlayalım: Her şeyin parasız olduğu, paranın “geçmediği” bir ortam, kütüphaneler, yeryüzü sofraları, düşenin yerden kaldırıldığı kardeşlik pratikleri… Bunların hiçbiri 12 Eylül neslinin ütopyaları ve pratikleri değildi. Çünkü ortalama bir 12 Eylül insanı için bir başkası, okulda, üniversite sınavında, işyerinde rakipti. Rakip takım taraftarı küfür ve hakaret edilecek bir “ezik”, farklı fikirde olan insan ise alay edilecek, aşağılanacak, gerekirse sokakların, mahallelerin ayrılacağı bir tehlike ve tehdit. Paranın geçmediği, “yârin yanağından gayrı her yerde, her şeyde, hep beraber” hiçbir zaman bu neslin ütopyası olmadı. Ortalama bir 12 Eylül insanı yoldaşlık, arkadaşlık, yarenlik gibi kavramlara hep yabancıydı. Bütün bu kavramlara sahip olmayan yığınlara bu kavramları öğretenler ise, bütün ömürleri bu kavramlar için mücadele ile geçen eski tüfeklerdi. Nitekim Gezi günleri bitip de eski tüfeklerle yollar ayrılınca 12 Eylül insanları eski bencil, sığ ve lümpen dünyalarına geri döndüler.


Gezi direnişinde yaşamını yitirenlerin tümü yoksul emekçi gençler oldu. Bir tarafta karnaval havasıyla hayatlarında ilk kez sokağa çıkanlar, diğer tarafta korkunç aile trajedileriyle Gezi, ardında hiçbir şey bırakmadan yitti, gitti; yerini Gezi’den öncesinden de beter, uçsuz bucaksız bir lümpen kültürü bıraktı. Gezi’nin ortalama 12 Eylül insanlarının büyük çoğunluğu o heyecan dolu Gezi günlerini birbirine anlatarak günler, geceler geçerdi, ama hiçbirinin aklına Gezi’de yitirilen canların aileleri ile dayanışmak bile gelmedi. Dayanışma, gene 12 Eylül kültürüne direnen az sayıda insanın etkinliği oldu.


Gezi eğer kendisine atfedilen abartılı önemde bir tarihsel olay olsaydı, bir kültür, bir davranış standardı, bir sanat akımı bırakırdı. Hiçbir şey bırakmadı, istisnaları sayılmazsa ne bir web sitesi, ne bir dergi, ne bir şiir, ne bir gazete, ne bir demokratik yapı… Oysa ’68 ve ’78 kuşakları geride on yıllarca sürecek ve Türkiye toplumsal yaşamını kökten etkileyecek sayısız kültür unsuru bırakmıştı: Kitaplar, filmler, romanlar, şarkılar, “kurtuluş reçeteleri”, dernek, parti, sendika, mahalli örgütlenme…


Özetle Gezi, ortalama bir 12 Eylül insanı için bir gençlik heyecanından başka bir şey değildi. Gezi’de öğrendikleri hiçbir şeyi hayata geçiremedikleri gibi, Gezi’den öncekinden de beter bir lümpenliğin bataklığına sürüklendiler.


Çözülme, dağılma


12 Eylül kuşağının sonuna kadar tükettiği bütün yapı, kurum ve kavramlar, kurucu Cumhuriyet ve ilerletici ’68 ve ’78 kuşakları tarafından inşa edilmişti: Laiklik, demokrasi, hukuk devleti, bütün eksiklerine rağmen çalışma yasaları, hafta sonu tatili, yıllık izin, emeklilik, ulusal sağlık sistemi, örgün eğitim, anayasal kurumlar, fabrikalar, bankalar, tiyatrolar, filmler, pop kültür ve daha nicesi…


Yukarıda sayılanların hiçbiri “dünyadaki ilerlemenin kaçınılmaz bir sonucu” değil. Türkiye’nin bugün düştüğü ligdeki ülkelerin çoğunda mevcut değiller. Çünkü kendiliğinden ve bir “tarihsel zorunluluk” nedeniyle var olmuyorlar; sayısız insanın, sayısız kuşaklar boyunca büyük bedeller ödemesi gerekiyor. Türkiye’de yaklaşık bir yüzyıl boyunca pek çok bedel ödendi ve bütün bu yapılar, kurumlar, kavramlar 12 Eylül kuşağının tepe tepe tüketmesine kadar yaşatıldı. 12 Eylül kuşağının toplam nüfus içindeki demografik ağırlığı arttıkça da çözülmeye ve dağılmaya yüz tuttu. Günümüzde Cumhuriyet kuşağından çok az insan kaldı. ’68 kuşağı önemli ölçüde tarih sahnesinden çekildi, ’78 kuşağı aktif çalışma hayatından ayrılıyor.


[image error]


Demografik isimleri ve sayılarla ifade etmek gerekirse, toplam nüfus içinde Cumhuriyet Kuşağı ve bu kuşağın kültür değerleriyle büyüyen Sessiz Kuşak yaklaşık %3, ABD’deki demografik bebek patlaması kuşağının Türkiye’deki karşılığı olan ’68 ve ’78 kuşakları yaklaşık , X, Y, Z kuşakları olarak isimlendirilen 12 Eylül kuşağı ve bu kuşağın değerleriyle yetiştirilen ve bu kuşağın bir uzantısı olan demografik kuşak S gibi bir ağırlığa sahip. Arkadan gelen yaklaşık $ gibi bir ağırlığa sahip 0-14 yaş kuşağının 12 Eylül kuşağının bir devamı ve uzantısı olma tehlikesi var.


Yedinci Nesil yazımda, döngüsel tarih kuşakları içinde bir paradigma değişiminin başladığını ve 2011-2045 arasındaki dönemi yaşayacak Yedinci Nesil’in Türkiye modernleşme tarihi içindeki bütün nesiller içinde en büyük kültürel kopuşu yaşayacağını ileri sürmüştüm.  Kabaca 1970’lerin ortalarından 1990’ların sonlarına kadar dünyaya gelen yaş gruplarının oluşturduğu 12 Eylül Kuşağı, kabaca bugünün 25-45 yaş grubunu kapsıyor ki bu da Türkiye toplam nüfusunun yaklaşık üçte birini, aktif çalışan nüfusun ise kabaca üçte ikisini oluşturuyor. Bu şekilde bakıldığında bugünlerde 12 Eylül kuşağının zirvesini yaşıyoruz. Bu dönemin cumhuriyetin tasfiye edildiği, bütün kurumların içinin boşaldığı, büyük bir umutsuzluk, çözümsüzlük dönemi olması elbette tesadüf değil. ’68 ve ’78 kuşağı da tarih sahnesinden çekildiğinde, 12 Eylül kuşağının “en doğal hakkıymış” gibi tepe tepe kullandığı ve sahiplenmek için hiçbir çabada bulunmadığı kavramlar da yitip gidecek.


Amerika’dan ithal içi boş Ok Boomer sloganı ile her şeyi yaka döke hüküm süren 12 Eylül kuşağının bu döneminden geriye koskoca bir enkaz kalacak. Önümüzdeki on sene içinde cumhuriyet kuşağı tarih sahnesinden tamamen çekilmiş, şarkıları, türküleri, kavramları ile ’68 ve ’78 kuşakları da önemli ölçüde yaşlanmış olacak. Geride bütün muziplikleri, lümpenliği, umutsuzluğu ve insanlık tarihinin bütün değer ve kavramlarına yabancılığı ile 12 Eylül kuşağı kalacak. Bu kuşak tarihe sadece yıktığı, döktüğü ile geçecek. Tarihin bu döneminden bir kaç istisnası hariç ne bir sanat ekolü, ne bir mimar eser, ne bir edebiyat eseri, ne bir şarkı, ne bir türkü, ne tutarlı bir dünya tasarımı, ne bir ütopya, ne bir ahlak standart kalacak. Cumhuriyet kuşağının kurmak, ’68 ve ’78 kuşaklarının yaşatmak ve ilerletmek için mücadele ettiği bütün kurum ve kavramlar tarihe karışacak. Cumhuriyet kuşağının, ’68 ve ’78 kuşaklarının bütün değer ve kavramları, 12 Eylül kuşağının ardından gelen kuşakların ütopyası olacak: Laiklik, cumhuriyet, demokrasi, insan hakları, ilerleme, eşitlik, özgürlük, kadın hakları…


Şiddetini arttırarak sürecek bu çözülme ve dağılma döneminde, kakofoninin, sosyal medya linçlerinin, güruh psikolojisinin şiddet ve nefret dolu yıkıcı ortamında bütün insani değerleri yitirmemek ve polemiklerle zaman yitirmemek için, küçük, dar, ölçülü ve makul sohbet/paylaşım ortamlarına çekilme zamanıdır.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 14, 2019 05:14