Tuncer Şengöz's Blog, page 5
September 24, 2017
Yakın Tarihin Muhasebesi – IV
[image error]
1950’lerin başında Türkiye yaklaşık 21 milyon insanın yaşadığı, Batı ölçeğinde gelişmemiş, ancak kendi doğusu dikkate alındığında büyük bir gelişme ve modernleşme potansiyeline sahip bir ülke idi. Nüfusun yaklaşık 5 milyonluk %’i il ve ilçelerde, yaklaşık 15 milyonluk u’i ise belde ve köylerde yaşıyordu. İstanbul ve Ankara 1 milyon civarında nüfuslara sahip iki büyük kentti. Üçüncü büyük kent İzmir’de 750 bin civarında insan yaşıyordu. Bu üç büyük nüfuslu kenti takip eden diğer bütün kentsel yerleşimlerin nüfusu 250 binle 500 bin arasında değişiyordu.
[image error]
Türkiye nüfusunun yaklaşık üçte ikisi 30 yaş altında idi. 55 yaş üstü nüfus, toplamın sadece %9’unu oluşturuyordu. Doğumda ortalama yaşam beklentisi erkeklerde 40, kadınlarda 42 civarında idi. Buna karşılık 6 üzeri doğurganlık oranı, ciddi bir nüfus artışının habercisiydi.
[image error]
Yeni bir dünya düzeni kurulurken Türkiye’nin demografisi kabaca böyleydi. 10. yıl marşında “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” deniyor. Genç Türkiye Cumhuriyeti 1930’ların başında toplam nüfusu 15 milyona çıkartmış olmayı bir başarı kabul ediyordu. Bu, yersiz bir övünme değildi; çünkü 1920’lerin dünyasında gerçekten de en önemli başarı kriteri nüfusu kıtlıktan koruyabilmekti; komşumuz Sovyetler Birliği 1921-22 kıtlığında yaklaşık beş milyon yurttaşını kaybetmişti. Türkiye’de cumhuriyetin onuncu yılının kutlandığı 1933 yılında Sovyet Ukraynasında yaşanan kıtlıkta yedi milyon, Sovyet Kazakistanında yaşanan kıtlıkta iki milyonun üzerinde nüfus yitirilmişti.
[image error]İki dünya savaşı arasındaki dönem, bütün dünyada sağ kalmanın başarı sayıldığı bir tarih kesitiydi.
Türkiye yavaş ancak istikrarlı bir şekilde büyüyor, 20. yüzyılın ikinci yarısında yükselecek dalgaları göğüsleyecek genç nesilleri yetiştirmeye çalışıyordu. 1950’lerin kentleri, bugünün ölçeğinde köylerden ya da kasabalardan farklı değildi. Kentlerin görkemli binaları sadece devlet binaları ve Osmanlı’dan miras kalan camiler idi. Caddelerde arabalara tek tük rastlanıyordu, mağazalar belli semtlerde yoğunlaşmıştı, sosyal yaşam durgundu, buna karşılık kentlerin cadde ve sokakları modern giyimli kadın ve erkeklerle doluydu.
[image error]
1950’lerin Türkiyesi, gelir dağılımının nispeten dengeli olduğu, derin gelir ve varlık uçurumları yaşanmayan bir ülkeydi. 1950-1960 döneminde Türkiye’de kişi başı milli gelir 500$ civarındaydı. Bu gelir düzeyi ile Türkiye Şili, Yunanistan, İrlanda, Japonya, Güney Afrika, Uruguay düzeylerinde ve hemen hemen tam dünya ortalamasında yer alıyordu. Ülke içinde derin gelir uçurumları olmadığı için, varlık ve gelir eşitsizliği daha çok sınıflar arası değil, bölgeler arasında söz konusu idi. Ülkenin doğusunda ve kırsal bölgelerinde yaşayanlar, batısında ve kentlerinde yaşayanlara göre biraz daha dezavantajlı idi. Ancak Türkiye bir tarım ülkesi olduğu ve hane halkı tüketiminin önemli bir kısmı da yiyeceklere ve (kısmen) giyime yoğunlaştığı için, var olan gelir eşitsizliği de büyük bir sosyal sorun olarak görünmüyordu. Yoksulluk vardı ve hemen hemen herkes aynı derecede yoksuldu. Hizmetler açısından kentlerin de köylerden (ciddi anlamda) farkı olmadığı için, göçler yaşanmıyordu.
Türkiye bütün yoksulluğuna karşın, edebiyat, sanat etkinlikleri, gazete ve dergi yayıncılığı, kitap basımı, radyo yayıncılığı gibi alanlarda çok hızlı mesafeler kaydediyor, kent ve kentli kültürü hızlı gelişiyor, 1960’larda çığ gibi büyüyecek pop kültür patlamasının zemini oluşuyordu. Türkiye doğurganlık ortalaması 6 üzerinde seyretse de, kentli aileler daha az sayıda çocuk yapıyor, bu çocukların eğitimine daha fazla önem veriyorlardı. Kırsal alanda pek çok yerde okul sayısının azlığı nedeniyle ortalama eğitim bir kaç sene ile sınırlı kalırken, kentlerde ortalama eğitim hızla artıyordu. Genç (ve yoksul) Türkiye cumhuriyeti bütün yurttaşlarına eğitimde fırsat eşitliği sunmaya çalışsa da, nüfusun sadece dörtte birini oluşturan kentli yurttaşları, diğerlerine göre bir adım önde gidiyordu. Bu %’in de yaklaşık üçte birinin lise, kabaca onda birinin üniversite eğitiminden yararlandığını varsayarsak, daha sonraki yıllarda gelir avantajı sağlayacak ’luk kesimin, 1950’lerde ortaya çıktığını söylemek yanlış olmasa gerek.
Kırsal alanda yaşayanlar ve kentin orta ve orta üstü düzeyde varlık sahibi yerleşik nüfusu geleneksel kültüre ve geleneksel yaşam biçimine sadıktı. Çok çocuk yapıyor, çocuklarına eğitim vermek yerine, varlık bırakmayı tercih ediyorlardı. Ancak çoğu arsa, arazi, bina gibi toprağa dayalı bu varlıklar, çok sayıda çocuğa bölünüyor, aileden miras kalan varlıklar nesilden nesle küçülüyordu. Dahası, 1950’lerden sonra sanayileşmeye başlayacak Türkiye’de toprağa dayalı varlıklar önemini yitirecekti.
Kentlerde yaşayanların çoğunun geliri ücretli emeğe dayalıydı. Orhan Kemal’in romanları, Sait Faik’in, Aziz Nesin’in öyküleri hep bu dönemin kentli çalışan sınıflarının yaşamlarını anlatır. Kentli çalışan sınıflar bir taraftan (kırsal alanda yaşayanlara göre) az sayıda çocuk yapıyorlar, diğer taraftan kent merkezlerinin kendilerine sunduğu yaygın eğitimden yararlanıyorlar, diğer taraftan da yavaş yavaş büyümekte olan kentin merkezinde ve varoşlarında küçük de olsa mülk sahibi olmaya başlıyorlardı.
1960’larda kabarmaya başlayan kentli orta sınıf kültür dalgasının temeli bu şekilde oluşurken, savaş sonrası canlanan ekonomi, özellikle büyük kentlerde iş hayatının yoğunlaşmasına neden oldu. Türkiye’nin karma ekonomiye dayalı planlı büyüme stratejisi, bütün 1950’ler ve 1960’lar boyunca sermaye biriktirmeye çalışan kapitalistlerinin baskısı altında kaldı. Türkiye kapitalist sınıfı, emeği ucuzlatarak ve kendisine en karlı gördüğü alanlarda yatırım yaparak büyümek istiyordu. Bu sermaye birikim ve büyüme stratejisi, çok zaman devletin planlı kalkınma modeline uymuyor, pek çok siyasi ve ekonomik kriz bu yüzden patlak veriyordu. Nihayetinde Türkiye, sanayi devrimini yaşamamış, Avrupa’nın bir yüzyıllık sanayileşme ve modernleşme dönemini despotik ve hasta bir sultanlığın siyasi ve ekonomik çalkantıları içinde uzaktan izlemişti. Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin Ankaralı bürokratları, İkinci dünya savaşı ile gelen Batı ile aradaki farkı kapatma fırsatını değerlendirmeye çalışıyor, beş yıllık kalkınma planlarını ve karma ekonomiye dayalı planlı ekonomi modellerini hayata geçirmek istiyorlardı. Ancak cılız sermayeleriyle Türkiye kapitalistleri devlet tekellerinin hakim olduğu kazançlı alanların dışında kalan alanlarda büyüyemiyorlar, imalata ve tasarıma dayalı üretim modelleri geliştiremiyorlardı. Bütün 1960 ve 1970’ler bu çatışma ile geçti. “Bize plan değil, pilav lazım” sloganı, Türkiye sağının temel motivasyonuna dönüştü.
1970’lerin ortalarında Türkiye nüfusu, 1950’lere göre ikiye katlandı ve 40 milyon oldu. 1960’larda başlayan göç nedeniyle kent nüfusu B’ye yükselmiş, belde ve köy nüfusu X’e gerilemişti. Ancak Türkiye o tarihlerde bile köylü bir toplumdu. Aynı tarihlerde kişi başı milli gelir 1.000$’ı geçmişti. Dünya ortalaması 1500$’a yaklaşıyordu ve Türkiye Cezayir, Kıbrıs, Suriye, Irak, Peru gibi ülkelerin gelir düzeyine gerilemişti. 20 sene önceki rakiplerden Yunanistan ve İrlanda 3000$, Japonya 4600$ seviyelerine yükselmişti.
1980’lerde neo-liberalizme geçişle beraber, denetimsiz ve plansız ekonomi dönemi açıldı. 2000 yılına gelindiğinde Türkiye nüfusu 65 milyona, İstanbul nüfusu 10 milyona dayanmıştı. Kent nüfusu e’e yükselirken, belde ve köy nüfusu 5’e geriledi. Türkiye’de kişi başı milli gelir 4300$’a dünya ortalaması 5,500$’a yükseldi. Türkiye ile aynı milli gelir düzeyine sahip olan ülkeler Brezilya, Estonya, Macaristan, Lübnan, Malezya olmuştu. 2000 yılında eski rakiplerden Yunanistan 12.000$, İrlanda 26.000$, Japonya 38.000$ milli gelire sahipti. Türkiye, kişi başı milli gelirini büyütememekle kalmamış, aynı zamanda gelir ve varlık bölüşümünü de bozmuştu. 1960 ve 70’lerin kent kültürü hızla ortadan kalktı. Büyük şehirler, başta İstanbul olmak üzere, Anadolu’dan gelen köylü yığınlarının muhafazakar kültürüne teslim oldu. Anadolu’nun orta büyüklükteki kentlerinde modern yaşam hızla ortadan kalkmaya başladı.
21. yüzyılın ilk yıllarındaki ekonomik krizin ardından neo-liberalizm hızla yaygınlaştı. Hızlı bir özelleştirme, kamunun küçültülmesi, tarım desteklerinin kesilmesi, çalışan haklarında olağanüstü kayıplarla geçen 15 yılın sonunda, Türkiye kişi başı milli gelirde dünya ortalaması olan 10.000$ seviyesini yakaladı. Ancak bu dönemde tarımı ve hayvancılığı (neredeyse) bitti, borçlar katlandı, kent kültürü ortadan kalktı, Türkiye on yıllardır kör topal sürdürmeye çalıştığı demokrasiden, despotik bir rejime kaydı.
[image error]
Bugün İstanbul 20 milyona yaklaşan nüfusu ile dev bir beton yığını; hormonlu büyümesi sona ermediği için kuzey ormanları da tehdit altında ve dolu dizgin 30 milyon nüfusa doğru gidiyor. Kentin güneyinde yer alan Marmara denizinde doğal yaşam sona ermek üzere. 20 milyonluk kentte, denize girilebilecek plaj neredeyse yok, kişi başı yeşil alan resmi rakamlara göre 6,2 metrekare ve bu oran hızla azalıyor; gerçek rakamlar bunun da altında. Olası bir depremde toplanma alanları olarak belirlenen yerlerin çoğuna bina dikilmiş. Trafik sürekli tıkalı, köprülerin bir ucundan diğerine geçmek için uzun kuyrukların peşine takılıp beklemek gerekiyor. Diğer büyük şehirlerden Ankara 5, İzmir 4 milyonu aşkın nüfusları ile pek çok kentsel sorunla yüz yüze.
Türkiye demografisi 1950’den 2017’ye dramatik bir şekilde değişti.
[image error]
2017’de Türkiye nüfusunun "’si 50 yaş üstünde. Doğumda ortalama yaşam beklentisi 80’e yaklaşıyor ve doğurganlık oranı 2’nin altında. Nüfusun .3’ü il ve ilçe merkezlerinde, sadece %7.8’i belde ve köylerde yaşıyor.
1950’lerden 1970’lerin sonuna kadar genç cumhuriyetin ücretsiz çağdaş ve laik eğitiminden yararlanan kentli orta sınıf, sonraki on yıllarda Türkiye üretiminin ve tüketiminin büyük bir kısmını gerçekleştirmiş, ülkenin dünya ile temasını sağlayan kesim olmuştu. Türkiye’de pasaport sahibi ve yurt dışına çıkan insan sayısı nüfusun ’u, ulusal servetin yarısından fazlasına en zengin %1, yaklaşık dörtte üçüne en zengin sahip. Ulusal gelirin yarısını en yüksek gelire sahip elde ediyor.
Ve Türkiye çağdaş ve laik kamusal eğitimden vazgeçiyor, müfredatından evrimi, Karl Marx’ı, Atatürk’ü çıkartıyor, eğitimi dinselleştiriyor. Kamusal eğitim hizmeti yakın zamanda sadece imam hatip okullarından ibaret olacak gibi görünüyor.
1960 ve 70’lerde Türkiye kapitalistleri ile iyi eğitimli, Batı standartlarında emekçi haklarına sahip kentli orta sınıflara öfke ve nefretle bakan köylüler “bize plan değil, pilav gerek” sloganında birleşmişlerdi. 2020’ye gelindiğinde pilavı Türkiye kapitalistleri yedi; senelerdir kazançları katlanarak artıyor; olan köyünü, tarlasını terk ederek kente göç eden köylülere oldu: Kent kültürünü yerle bir etme pahasına milyonlarcası kent varoşlarına yığıldı. Muhafazakar yaşayış tarzları ile kente hakim oldular ve mega-köyler oluşturdular, ama ne gelirleri arttı, ne de varlıkları… Bu arada cumhuriyetten ve demokrasiden de oldular. Şimdilik önemsemiyorlar, yokluğunun ne anlama geldiğini ilk ekonomik krizde yaşayarak öğrenecekler. Tahrip edilen milli eğitim sistemi yüzünden bundan sonra fırsat eşitliği, dolayısıyla sınıf atlama umudu da yok.
İyi eğitimli kentli orta sınıf ise hızla çöken kentlerde bir süre konut ve araba sahibi olmak için gidişata ses çıkartmadı. Muhafazakar yaşam tarzı ve hızla yitirilen haklarla 21. yüzyıl vahşi Türkiye kapitalizmi üstlerine çöktükçe kaçabilen yurt dışına kaçtı. “Kaçamayanlar” için fazla bir seçenek yok; ya gidişatı değiştirecekler, ya da cumhuriyet nostaljisi ile her gün yitirdikleri haklarına yas tutarak kendi çağlarını tamamlayacaklar.
September 2, 2017
Yakın Tarihin Muhasebesi – III
İlk Muhasebe yazısında 1919-1922 döneminin bambaşka gelişmelere sahne olması durumunda Türkiye’nin sonraki yıllarının neye benzeyebileceğini tartışmıştım. Bir alternatif tarih de 1945 sonrası için kurgulamayı deneyelim:
2020 yılına yaklaşıldığında Türkiye dünyanın en gelişmiş beş ekonomisinden biri konumundadır; dünya pazarlarında yarışan sayısız markanın sahibidir ve bu markaların fikri ve fiziki üretimi konusunda istihdam edilen yüz binlerce üretken emek Türkiye’nin dört yanına yayılmıştır. 1945 yılında, ikinci dünya savaşının bitişini takip eden dönemde Türkiye, ABD ve SSCB’nin başını çektiği Batı-Doğu rekabetinde tarafsız kalmayı seçmiş, akıllıca uyguladığı diplomasi sayesinde her iki blokla da barışçı ve dostane ilişkiler kurarak 18. ve 19. yüzyılda Batı Uygarlığı ile açılan farkı kapatma yönünde adımlar atmıştır. Bir taraftan SSCB ile, hemen güneyinde yer alan kalabalık nüfuslu bir ülke olarak bir “uzak karakol” olmayacağı ve barışçı politikalar izleneceğine temin edilerek, diğer taraftan savaş sonrası yeniden yapılandırılan dünyanın ve Avrupa’nın temellerini oluşturan kurumların kuruluşunda öncü rol izlenerek Batı ile yoğun kültürel ilişkiler kurulmuştur. Orta ve uzun vadeli planlı kalkınma politikaları izlenerek köylülük (serbest piyasa kapitalizminin yozlaştırıcı, yoksullaştırıcı, vahşi sonuçlarından uzak durularak) tasfiye edilmiş ve ülke genelinde dengeli ve eşit bir kalkınma modeli oluşturulmuştur. Ülkenin (özellikle doğusunda) yaygın olan feodal yapı etkin politikalar izlenerek ortadan kaldırılmış, her bir coğrafi ve kültürel bölgede cazibe merkezine dönüşerek gelişmiş ve uygar kentler inşa edilmiştir. Böylece nüfus, ülke coğrafyasına dengeli biçimde dağılmış, bilimsel araştırmalar temelinde yönlendirilen kent ekonomileri sayesinde yarım yüzyıl içinde her bir bölgenin yoğun sanayi, kültür ve turizm merkezlerine dönüşmesi sağlanmıştır. Avrupa’dan farklı olarak tarihsel soyluluğa ve kapitalist birikim modellerine dayalı mülkiyetin olmamasının avantajı iyi kullanılmış, 21. yüzyılın başında pek çok ülke gelir adaletsizlikleri ile boğuşurken, Türkiye çok güçlü bir orta sınıf ekonomisine dayandığı için gelir dengesizlikleri oluşmamıştır. 20. yüzyılın başındaki devrimler sayesinde elde edilen avantaj iyi kullanılmış, demokratik kurumlar ve demokrasi kültürü kökleşmiştir. Batı ve Doğu Blok’una eşit mesafede ve barışçı politikalar izlenmesi sayesinde Soğuk Savaş döneminde pek çok ülke kaynaklarını silahlanmaya yatırırken, Türkiye savunma harcamalarını küçültmüş, bütün enerjisini kalkınmaya vermiştir. Türkiye sağlıktan eğitime, sanayi üretiminden hizmetlere dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasında başa güreşmekte ve bereketli coğrafyasının da avantajını iyi kullanmış olması sayesinde (doğal) tarımsal ürünlerin üretilmesinde dünya birinciliği için yarışmaktadır. 2020’lere yaklaşırken Türkiye’nin gündemi, küresel ısınma konusunda projeler geliştiren üniversitelerindeki fikir üretimi, depresyon, obezite ve kanser konusunda çözüm önerileri, 21. yüzyılın sığlaşan ve piyasalaşan dünyasında kültürel çöküşe alternatif bir model olarak yoğun kültürel etkinlikler ve dünya barışının korunması yönünde üstlendiği öncü roldür.
Hayali bile güzel, ama tarih bu yönde akmadı.
Tarihin bu yöndeki akışı asla hayal değildi. İlk muhasebe yazısında da belirttiğim üzere; II. Dünya Savaşı biterken başta Avrupa olmak üzere, dünya ekonomileri çökmüş, kentler yıkılmış, insan gücü yitirilmiş, sermaye olağanüstü boyutlarda zararla kaybolmuştu. Otoriter yönetimlerin yarattığı baskı ortamı, büyük bir beyin göçüne neden olmaktaydı ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin üniversiteleri de bu beyin göçünden payını almaktaydı. 1950’lerden sonra gelişecek roket, televizyon, iletişim gibi sektörlerdeki teknolojik gelişmenin temelini, Avrupa’nın otoriter rejimlerinden kaçan bu bilim insanları atmaktaydı ve Türkiye cazibe merkezlerinden biri konumundaydı. 1920’lerdeki devrimci adımlar sayesinde Türkiye Cumhuriyeti medeni kanunla yönetilmekteydi ve laik, demokratik bir toplumun temelleri atılmış olduğu için, Türkiye, savaş sonrası yaşanacak demokratik kültüre en fazla yatkınlık gösteren ülkelerden biri konumundaydı. 60 milyon civarında insanın yaşamını yitirdiği 2. Dünya Savaşı yeryüzünde savaşlara ve fiziki şiddete yönelik büyük bir öfkeye neden olduğu için, Türkiye, “Ülkede Barış, Dünyada Barış” ilkesine göre hareket eden bir ülke olarak ciddi prestije sahipti; savunma sanayine, askerliğe, silahlara para yatırması için hiçbir neden yoktu; dahası Kurtuluş Savaşı’ndan beri iyi ilişkiler içinde olduğu savaş yorgunu SSCB ile 20 sene boyunca yetiştirdiği çağdaş diplomatlar sayesinde ilişkilerini daha da geliştirebilecek durumdaydı. Özetle, her şey Türkiye’nin lehineydi.
Ancak Türkiye bu tarihsel rotayı izlemek yerine, “kestirme” yolu seçmiş, SSCB’ne karşı Soğuk Savaş başlatan ABD’nin Marshall yardımından yararlanabilmek için Batı Bloku’nun uzak karakolu olmayı tercih etmişti. Uzak Karakol olmanın bedeli, aydınlanmacı, kamucu, barışçı politikalardan vazgeçmek, SSCB’ne karşı Soğuk Savaş ideolojisine uygun olarak konumlanmaktı. Bu konumlanmanın gereği, modernist, aydınlanmacı eğitimden, kent kültürüne dayalı sosyal politikalardan, (kısmen de olsa) laiklikten, Avrupa’yı yeniden ayağa kaldıran refah devletinden vazgeçmekti. Türkiye’nin seçtiği yol bu oldu; 1960’larda yükselen ve 1970’lerin ortalarında zirveye ulaşan toplumsal dalga da 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri ile ezilince, 1980’lerin neo-liberal dünyasında Türkiye, ekonomisini, kör topal yaşatmaya çalıştığı parlamenter demokrasisini, bağımsız yargısını ve insan kaynaklarını önemli ölçüde yitirdi. 2020’ye iki kala, Türkiye bütün uygarlık kriterlerinde üçüncü lige düşmüş bir ülke.
Bundan sonraki tarihsel rota ne olabilir?
1945-1980 dönemi, SSCB’nin dünya politikasındaki büyük ağırlığının da sayesinde yeryüzünde refah devleti ve sosyal politikaların altın çağı idi. Bu 35 yıllık dönemi, sermayenin altın çağı olan neo-liberalizm dönemi izledi. Bu 35 yıllık ikinci dönem, 2008 krizi ve sonrasındaki sarsıntılarla sona ermek üzere. Türkiye, neo-liberalizm dönemine 12 Eylül faşizmi ile girdi ve sonraki 35 yılda hızlı piyasalaşma, finansallaşma ve kamunun tasfiyesi döneminde geçmiş 60 yılda elde ettiği kazanımların tümüne yakınını kaybetti. Türkiye’nin 21. yüzyılın ağır sorunları ile baş etme olanakları iyice azaldı.
21. yüzyılın en önemli dört sorunu, iklim değişimi (1), yapay zekanın yaygınlaşması sonucu yaşanacak sosyal ve ekonomik sarsıntılar (2) , 21. yüzyılın başında çok ağır finansal krizlere neden olan borç sorunu (3) ve ciddi bir isyan ve devrim dalgasına neden olması muhtemel aşırı eşitsizlik tablosu (4). Birbirini besleyen bu dört sorun, 21. yüzyılda ağır bir kriz döneminden geçen ve pek çok uygarlık kriterine göre meşruiyetini yitiren kapitalizmin sonucu. Ancak kapitalizmin ortadan kalkması, yukarıda sıralanan sorunların da ortadan kalkması anlamına gelmiyor; hatta tam tersine, kapitalizmin ortadan kalkması bu sorunları daha da ağırlaştırabilir, yeryüzü bugüne kadar hiç yaşamadığı ölçüde bir despotizm, oligarşik rejimler, savaş çıkmazına sürüklenebilir. (Ayrı bir yazının konusu). Türkiye çok ciddi krizlerin ve yıkımların yaşanması muhtemel bu döneme büyük dezavantajlarla giriyor:
i) Türkiye nüfusunun dörtte birinden fazlası İstanbul ve bu kentin etrafında Tekirdağ’dan İzmit, Sakarya, Bursa ve Yalova kentlerini de kapsayacak şekilde konuşlanmış dev şehirler ağında yaşıyor. Bu bölge, önümüzdeki yıllarda yaşanacak büyük bir deprem riski ile karşı karşıya. Deprem vurduğunda, bu bölgede yaşanacak yıkımın boyutları çok büyük ölçüde olacak. Hem can kaybı, hem de yitirilecek parasal kayıpların ülkenin bağımsızlığını kaybedebileceği boyutlara ulaşabileceğini düşünen bilim insanları var. Piyasanın çıkarlarına göre yaşanan hormonlu büyüme, bu kentler ağını sadece bir doğal afete, ya da iklim değişimi ile beraber yaşanacak afetler serisine maruz kalma riski ile karşı karşıya bırakmıyor, aynı zamanda çarpık kentleşme bu kentlerde uygar bir yaşamı da mümkün kılmıyor. İstanbul’un nüfusu 20. yüzyılın başında 1 milyondu. Sonraki yıllarda nüfus azaldı ve 1935’de 740 bine kadar geriledi. 1950’lerden sonra kent hızla göç aldı ve nüfus 1960’da 1,5 milyona, 1980 yılında 2,8 milyona yükseldi. 1990’da 6,6, 2000’de 8,8 ve 2010’da 13 milyona tırmanan nüfus bugün 15 milyon düzeyinde. 50 sene içinde nüfusu on kat artan bir kentin kültürünü, uygarlık değerlerini koruması, sağlıklı bir yaşama uygun altyapı oluşturması mümkün değildi; İstanbul’da da mümkün olmadı. Bugün İstanbul (her anlamda) tarihsel önemini yitirmiş zombi bir kenttir. Çok büyük ve (muhtemelen çözümsüz) sorunlarla yüz yüzedir ve 21. yüzyılın ağır gündemini taşıma imkanlarına sahip değildir.
Türkiye’nin İstanbul’a alternatif olabilecek (sadece) iki kenti var: Ankara ve İzmir. Bu iki kent, kötü kentleşme, kültürel kimlik kaybı gibi sorunlarla yüz yüze olsa da, her şeye rağmen kozmopolit kültüre sahip; ancak Türkiye’yi dünya ölçeğinde iddialı bir ülke yapmaya yetmez. Bu iki kent haricindekiler ise belli özellikleriyle öne çıksalar da, uluslararası ölçekte önemsiz kentler.
ii) 21. yüzyılın en önemli sorunlarından biri iklim değişimi ve gıda güvenliği olacak. Tarımını kendi elleriyle öldürmüş ve tarım nüfusunu kent varoşlarına yığarak yozlaştırmış Türkiye bu konuda da dezavantajlı. Tarımsal ürün ithalatı bugünü kurtarır, ya yarını?
iii) 1980-20?? dönemi sermaye çağı idi; bu dönem henüz sona ermiş değil. Ancak sermaye gitgide önemini yitiriyor. Dünya nüfusunun çok küçük bir yüzdesine, devasa ölçüde yığılmış olan sermayenin, toplumsal işlevi yok. Bu sermaye yeryüzünün bir coğrafyasından başka bir coğrafyasına ışık hızıyla aktarılabiliyor ve korunmaya çalışılıyor. Sermaye korunmaya çalışılırken finansal balonlar birbirini izliyor. Görünen o ki, 21. yüzyıl büyük bir sermaye yıkım çağı olacak. Anlamını ve toplumsal işlevini yitirmiş olan her şey gibi sermaye de tarihe karışacak. Türkiye sermaye birikiminde çok geç kalmış bir ülke. Kapitalizmin doğuş yıllarını uzaktan izlemiş, kapitalizmin atılım çağını despotik bir sultanlığın hastalık dönemi ile geçirmiş, kapitalizmin ilk yıkım döneminde birikim oluşturmaya çalışmış, sonra kapitalist blokun uzak karakolu rolü oynamış, kapitalizmin ikinci atılım çağında da bir yüzyılda biriktirdiklerinin hepsini çarçur etmiş. Yunanistan’ın sınırlı sermayesi, 2010 Avrupa borç krizinde Yunanistan ağır bir krizin içine sürüklendiğinde göz açıp kapayıncaya kadar ülkeyi terk etmişti; Türkiye’nin (pek çoğu kişisel servetlerde billurlaşan) sermayesi olası bir ekonomik/finansal çöküntüde ne yapar acaba? Bir ikinci soru da şu: Bir yüzyıl boyunca tek bir dünya markası yaratamamış bu sermaye 21. yüzyılda sermaye önemini yitirirken uygarlığa, insanlığa ve ülkeye bir katkıda bulunabilir mi?
iv) Sermayenin önemini yitireceği 21. yüzyılda bilgi ağları, bilgi bankaları, bilgi teknolojileri ve (benim sermaye çağına özgü bir öykünme olarak gördüğüm ve içinin bambaşka türlü doldurulması gerektiğini düşündüğüm) insan sermayesi öne çıkarken, kendi okullarını niteliksizleştiren, eğitim kalitesi hızla düşen, (evrim gibi) en temel bilimsel bilgilerin dışlandığı ve hurafelerle doldurulmuş bir eğitim sistemi ile Türkiye hangi ligde yarışır?
v) Yukarıdaki maddeye paralel olarak, son yıllarda hızlanan bir tempoda beyin göçü veren ülke çok kısa bir zaman içinde kültürel anlamda çölleşme riski ile karşı karşıya. Bu çölleşmenin tek nedeni eğitim kurumlarının kalitesizleşmesi de değil; genel olarak Türkiye, yeryüzü insanları için cazibesini yitiriyor. Kimliğini yitirmiş, dinsel kimliğe göre yeniden yapılandırılmış, kuralsızlığın egemen olduğu cadde ve sokaklar kozmopolit kültüre kapalıdır. Kozmopolit olmayan toplumlar kültür, bilgi ve teknoloji üretemezler. Demokrasiden ve hukuktan uzaklaşma, beyin göçünün ikinci önemli nedenidir. Düşünen hiçbir beyin, kendi kaderini hukuksuzluğa, kuralsızlığa kurban etmek istemez. Beyin göçünün üçüncü ve en önemli nedeni de var olan çöküntüye alternatif görememesidir. Türkiye bugün dünya yurttaşı olmak isteyen, bilgi, kültür ve teknoloji üretme arzusundaki beyinler için alternatif bir dünya tasarımı bile oluşturamayan bir ülkedir.
1945 yılında, 2. Dünya Savaşı biter ve yeni bir dünya kurulurken, o yıllarda henüz palazlanmakta olan ticaret burjuvazisinin kestirme zenginleşme baskısına direnemeyerek Batı’nın uzak karakolu olmayı seçen Türkiye’nin yarım yüzyılı aşan yolculuğunun bugün gelip dayandığı nokta bu. Bu manzara değişmediği sürece bir sonraki (35 yıllık) döngüde Türkiye’nin düze çıkma umudu azalıyor. Yeryüzünde çok parlak devirler yaşamış, ancak zamanla önemsizleşerek dünyanın “kenarında” çağın dışına atılmış sayısız ülke ve toplum var; Türkiye’nin bunlardan biri olmaması için hiçbir neden yok. Mevcut gidişatla Türkiye en iyi ihtimalle Afrika’nın yarı-sömürge ülkelerinden biri, ya da Orta Asya’nın despotik, yoksul ve geri ülkelerinden biri gibi olur. 21. yüzyılda bütün ülkeler, düşünen, üreten ve katma değeri yüksek beyinler için birer cazibe merkezi olmak ve bu beyinleri cezbetmek gibi bir yarışın içinde olacaktır. Bu yarış şimdiden başladı bile.
Ülkeler yeryüzündeki beyinler için cazibe yaratmak için, sadece yüksek düzeyde kazançlar ve (bazen) hatırı sayılır servetler teklif etmekle kalmıyor, onlara iyi ve sağlıklı bir çevre, zengin bir kültürel ortam ve hayallerini, arzularını gerçekleştirebilmeleri için yaygın bir özgürlük ortamı da sunmaya çalışıyorlar. Türkiye ise izlediği mevcut politikalar ile sahip olduğu çok zengin ve güçlü beyinleri kaçırmak için neredeyse elinden geleni yapıyor.
Senelerce Türkiye’nin “öneminden” bahsedildi. Türkiye’nin “önemi” taşından toprağından, “jeopolitik konumundan” gelmiyor. Türkiye’nin önemi, 200 yıllık aydınlanma ve 100 yıla yakın cumhuriyet deneyiminin sayesinde sahip olduğu güçlü insan kaynaklarından geliyor. Tıptan mühendisliğe, bankacılıktan turizme, kültür üretiminden yayıncılığa Türkiye’nin çok güçlü bir insan (ve bilgi) birikimi var. Bu birikim 200 yılda, sayısız badire atlatıldıktan, sayısız insani ve toplumsal kriz yaşandıktan sonra ve çok yoğun bir toplumsal mücadele tarihi içinde oluştu. Pek çok ülke bu insan birikimine sahip olmak için pek çok şeyini vermeye hazır. Körfez ülkelerinin çoğu, bu birikim için bir cazibe merkezi olmaya çalışıyor; çünkü böyle bir insan malzemesi yok. Kanada, Avustralya, dezavantajlı coğrafyalarına rağmen, yeryüzündeki beyinleri çekebilmek için sayısız cazibe yaratmaya çalışıyor. Avrupa’nın ana ülkeleri bile, (özellikle Avrupa Birliği’ne sonradan katılan eski Doğu Blokunun sosyalist disiplinle yetişmiş insanları için) cazibe merkezi olma çabası içinde; çünkü parasal büyüklüklerle ifade edilen sermayenin çağı kapanıyor; bilgi üretiminin en önemli değer kabul edileceği bir çağ başlıyor. Bu çağda “biriktirilmiş” servetin, bir finansal enstrümandan diğerine taşınarak korunmaya çalışılan varlıkların bir anlamı olmayacak. 21. yüzyılda insanlığın yüz yüze olduğu (artık varlık/yokluk sorunu haline dönüşen) sorunlara çare üretemeyen hiçbir kaynağın yararı (ve anlamı) yok.
Türkiye’nin 1945’de önüne gelen fırsat, belki de iyi yetişmiş ve deneyimli insan kaynağına sahip olmamasından kaynaklanıyordu. Uzun yıllar süren savaşlarda insan kaynakları yok olmuş, var olan iyi yetişmiş gayrı müslim kaynak da, uluslaşma sürecinin sancıları içinde yitirilmişti. 1945 senesi, yitirilen bu kaynakların yerine konması için çok yakın bir tarihti. 70 sene sonra bugün bu kez Türkiye’nin iyi yetişmiş bir insan kaynağı var, ancak uluslararası konjonktür lehine değil. Türkiye’nin bugünlerde hırpalanan, yozlaştırılan köklü liselerine, ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ gibi devlet üniversitelerine sahip olmak için pek çok şeyini vermeye dünden razı sayısız ülke var.
20. yüzyılın başında savaşlarda ve uluslaşma sürecinde yitirilen insan malzemesinin bedeli çok ağır oldu. Daha sonraki dönemlerde insan malzemesi defalarca “telef edildi”. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye insan kaynaklarını yeniden “telef ederse”, bir daha toparlanma imkanı olmayabilir.
Bugünkü karanlık tabloda bile, yazının başında anlatılana benzer bir toplum olma düşünü yaşatan on binlerce insan var. Bu düşü gerçekleştirmek ya da sıradan Afrika ülkelerinin yarıştığı bir ligde 21. yüzyılı da ıskalamak… Türkiye’nin önündeki seçenekler bunlar.
Benim aklım ve gönlüm bu düşün gerçekleşeceğini öngören gelecek senaryolarından yana…
Çok zor ama imkansız değil…