Tuncer Şengöz's Blog

May 17, 2025

Güneş Döngüleri ve Tarihsel Döngüler

25. Güneş Döngüsü, 2024 yılının Ağustos ayındaki 216 güneş lekesi gözlemi ile zirve yaptı. Bu tarihten itibaren güneş aktivitesindeki yavaşlamaya, gözlemlenen leke sayısı azalmaya başladı. 25. Güneş Döngüsünün 2030 sonu/2031 başında tamamlanması bekleniyor.

Güneş Döngüleriyle insan etkinlikleri arasındaki ilişkiyi ilk fark eden bilim insanı, Alexander Chizhevsky idi. Disiplinlerarası bir bilim adamı olan Chizhevsky, güneş döngüleri ile insan kitlelerinin toplu davranışları arasındaki ilişkiyi incelemiş, özellikle isyanlar, devrimler, savaşlar gibi uç kitlesel tepkilerin, maksimum güneş etkinliğinin gerçekleştiği dönemlere denk geldiğini fark etmişti. Özellikle Büyük Rus Devriminin tam da 15. Güneş Döngüsünün maksimum etkinlik dönemi ile çakışması, Chizhevsky’nin araştırmalarına ilham kaynağı olmuştu.

Chizhevsky’nin yaklaşımı, anlamlı istatistik bulgulara işaret etse de, güneş etkinliği ile toplumsal olaylar arasında kurmaya çalıştığı doğrusal ilişki, gözlemcinin öznel yaklaşımına bağlı olduğu iddiasıyla bilim çevrelerinde rağbet görmedi. Buna karşın, son bir yüzyılda yaşanan önemli olaylara baktığımızda, bunların önemli bir kısmının güneş döngüsü zirvesine denk geldiğini görüyoruz:

16. Güneş döngüsü zirvesi 1929 yılında Amerika’da borsanın tarihi çöküşüne, 17. Güneş döngüsü zirvesi 1938/39 yıllarında 2. Dünya Savaşının başlangıcına, 18. Güneş döngüsü zirvesi 1947 yılında Soğuk Savaş’ın başlangıcına denk gelirken 19. Güneş Döngüsünün 1957 zirvesinde büyük bir savaş, isyan, ekonomik çöküş olmadı. 20. Güneş Döngüsünün 1969 zirvesi 1968 öğrenci isyanları, 21. Güneş Döngüsü zirvesi 1979 yılında ikinci petrol krizine sahne oldu. 22. Güneş Döngüsünün 1989-91 zirveleri Çin’de Tiananmen Meydanındaki isyanlar ve 1991’de Sovyetler Birliğinin çöküşü ile Chizhevsky’nin yaklaşımını destekleyen olayları beraberinde getirdi. 23. Güneş Döngüsünün 2000-2001 zirvelerinde Nasdaq borsası çöktü, 9/11 olayları olarak bilinen, İkiz Kulelere ve Pentagon binasına terör saldırısı oldu. 24. Güneş Döngüsünün 2011-2014 zirvelerinde Brezilya’dan Hindistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye isyan dalgası yayıldı; Ortadoğu coğrafyasında Arap Baharı olarak bilinen isyanlar rejimleri sarstı. 25. Güneş Döngüsünün 2024 zirvesi ise Ukrayna ve Gazze’de kanlı “operasyonlara” sahne oldu.

Diğer taraftan, 20. ve 21. yüzyılın önemli bazı olaylarının da Güneş Döngüsü zirvelerine denk gelmediğini görüyoruz.

16. Güneş Döngüsünün sonunda, 1933 yılında Hitler iktidara geldi. 17. Güneş Döngüsünün sonunda, 1944 sonlarında 2. Dünya Savaşı sona ermek üzereydi. 19. Güneş Döngüsünün sonlarında, 1962 yılında dünyayı nükleer savaşın eşiğine getiren Küba füze krizi, 20. Güneş Döngüsünün sonunda birinci petrol krizi yaşandı ve ABD’de borsalar dibe vurdu. 21. Güneş Döngüsünün sonunda, 1987 yılında ABD’de Kara Pazartesi olarak bilinen ani borsa çöküşü oldu. 22. Güneş Döngüsünün sonu sakin geçerken, 23. Güneş Döngüsünün sonunda 2008 yılında Küresel Finans Krizi patlak verdi. 24. Güneş Döngüsünün sonunda, 2019-2020’de Çin’in Wuhan kentinden dünyaya yayılan ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan COVID salgını başladı.

Görüldüğü üzere insanlık tarihi, güneş etkinliğinin zirveye ulaştığı dönemlerde değil, iyice yavaşladığı Güneş Döngüsü sonlarında da önemli olaylara sahne oldu. Yukarıda sıralanan önemli olayların her birinin, güneş etkinliğinin zirveye veya dibe ulaştığı zamanlara denk gelmesi, istatistik olarak anlamlı bir ilişki olduğunu gösterse de, bu ilişkinin “mekaniği” hakkında fikir vermiyor. İşleyişi bilinmediği için de, gelecekte ne tip krizlerin yaşanacağını tahmin etmek mümkün olmuyor.

Ancak daha bütünsel bir bakış, güneş etkinliği ile yeryüzündeki insan etkinliğinin genel doğrultusu hakkında bir fikir verebilir.

Yukarıdaki grafik, 1760’lardan günümüze kadar gözlemlenen güneş lekelerinin sayısını ve Güneş Döngülerini gösteriyor. Güneş Döngüleri, bilimsel gözlemlerin başladığı 18. yüzyılın ortalarından itibaren numaralandırılmaya başlıyor; dolayısıyla 1755-1766 döngüsü, 1. Güneş Döngüsü olarak kabul ediliyor. Gözlemler başlamadan önceki dönemlerde leke sayısı, grafiğe tahmini değerler olarak işleniyor. 1645-1715 döneminde güneş aktivitesinin aşırı yavaşladığı, güneş lekesi sayısının, özellikle 1672-1699 döneminde 50’ye kadar düştüğü biliniyor. Oysa 28 yıllık dönemlerde tipik olarak gözlemlenen güneş lekesi sayısı 40,000-50,000 civarında. Güneş etkinliğinin aşırı yavaşladığı bu döneme Maunder minimum deniyor.

Tarihsel kayıtlar, Maunder minimum döneminde yeryüzü sıcaklığının çok düşük olduğunu gösteriyor. Bu dönemin, yeryüzünde yüzyıllar boyunca sürmüş olan bir Küçük Buz Çağının son evrelerine ait olduğu tahmin ediliyor. Bilim çevrelerinde Küçük Buz Çağının tam olarak ne zaman başladığı konusunda görüş birliği yok. Ancak tarihi kayıtlar, Küçük Buz Çağının 1300’lerde başladığını gösteriyor. Yaklaşık 500 yıl süren Küçük Buz Çağının 20. yüzyılın başlarında sona erdiği kabul ediliyor. Bu tarihten sonra yeryüzü ısınıyor. Isınmanın iklim ve güneş döngüleri ile ilişkisi konusu ise oldukça tartışmalı. İklim Krizi inkarcıları, sıcaklıkların artışı ile insan etkinlikleri sonucu CO2 salınımı arasındaki ilişkiyi reddediyor. Bu notu da düştükten sonra, Güneş Döngüleri ile insan etkinlikleri arasındaki ilişkiye geri dönelim:

Yukarıdaki grafik, bilimsel ölçümlerin başladığı 1750’lerden günümüze, güneş lekesi sayısını ve Güneş Döngülerini gösteriyor. 275 yıl boyunca, 11 yıllık güneş döngülerinin yanısıra, her bir döngüde önce artan, daha sonra azalan daha uzun döngülerin de olduğunu görüyoruz. SC 1-3 boyunca yükselen, SC 4-5’te azalan bu ilk büyük döngünün ardından SC 6-8’de yükselen, SC 9-14’de azalan ikinci döngüyü ve SC 15-19’da yükselen ve 25. döngüye kadar azalarak devam eden üçüncü döngü kolayca tespit edebiliyoruz. Grafiğin üzerinde de belirtildiği üzere, bu üç ana döngünün azalma dönemlerinin, Birinci, İkinci ve Üçüncü Sanayi Devrimlerine denk gelmesi tesadüf olmasa gerek.

Ana döngülerin yükseliş dönemleri, sonraki dönemin siyasi/toplumsal paradigmalarını belirleyen çatışmalara, savaşlara, isyanlara sahne oluyor.

Birinci ana döngüde, yani 1755-1778 tarihlerindeki SC 1-3 boyunca Amerika Bağımsızlık Savaşını görüyoruz, ana döngünün sonlarında, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi yayınlanıyor. Bu bildirge, sonraki dönemin temel paradigmasını belirliyor ve 1789’da Fransa’daki devrime ilham kaynağı oluyor. Aynı tarihlerde Britanya’da Birinci Sanayi Devrimi başlıyor. Sonraki yüzyılı bu iki olay belirleyecek; devrimci fikirler dünyaya yayılacak, toplumlar din/tarım düzenlerinden bilim/sanayi düzenlerine geçecek.

İkinci ana döngü Napolyon Savaşlarının Avrupa’ya yayılmasıyla başlıyor, Napolyon Savaşları ile hem siyasi, toplumsal paradigma, hem de üretim/mülkiyet ilişkisi paradigması değişiyor. Bu dönemde çelik-kömür endüstrileri, toplu üretim ve otomasyonla ikinci sanayi Devrimi başlıyor ve hızla dünyaya yayılıyor. Halkların Baharı olarak bilinen 1848 Devrimi, Marx ve Engels’in kaleme aldığı Komünist Manifesto’nun yayınlanması, ikinci ana döngünün zirvelerine denk geliyor ve sonraki yüzyılda yaşanacak siyasi/toplumsal çatışmanın ana paradigmasını şekillendiriyor. İkinci Sanayi Devrimi yayılırken 1861-68 yıllarında Amerikan İç Savaşı Kuzeyin zaferi ile sonuçlanıyor, Amerika’da kölecilik dönemi sona eriyor.

Üçüncü ana döngünün sonlarında 1873’te başlayan Uzun Depresyon başlıyor. Uzun Depresyon, kullanılan metriğe bağlı olarak 1879 ya da 1899’a kadar devam ediyor. Bu tarihten sonra güneş etkinliği yeniden artıyor. Üçüncü döngünün zirveye ulaştığı 1957 yılına kadar geçen dönem, isyanlarla, devrimlerle, savaşlarla geçiyor. 1914-18’de ilk dünya savaşı, 1917’de Rus Devrimi, 1920’lerde Türk Devrimi, 1939-45’de ikinci dünya savaşı, 1949’da Çin Halk Cumhuriyetinin kurulması ile sonuçlanan Çin Devrimi bu döneme damgasını vuruyor. Döngünün zirvesinde, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948), Kadınların Siyasi Haklarına Dair Sözleşme (1952) ve Çocuk Hakları Bildirgesi (1959) yayınlanıyor. Sonraki dönemin toplumsal paradigması, bu bildirgelerle şekillenecek. 1960’lardan sonra radyonun yerini televizyon alıyor ve iletişim teknolojileri hızla yayılıyor. 1970’lerde dijital teknolojilere geçiş, 1980’lerde bilgisayarlar ve 1990’lardan itibaren internet yaygınlaşıyor. Üçüncü Sanayi Devrimi, 2000’lerde hızlanıyor; sosyal medya, dijital teknolojiler, dijital bankacılık ve yapay zeka ile Dördüncü Sanayi Devriminin temelleri atılıyor. Bu dönemde güneş etkinliği yeniden azalıyor, Üçüncü ana Güneş Döngüsünün sonlarına yaklaşılıyor.

11 yıllık küçük döngülerin aksine, ana döngüler sabit sayıda yıllar boyunca değil, sayısı artarak devam eden yıllar boyunca sürüyor. İlk ana döngü 5, ikinci ana döngü 8 küçük döngüyü kapsadı. Üçüncü ana döngü, 11 küçük döngüyü kapsadı ve devam ediyor. Eğer, ana döngüler Fibonacci sayı serisini takip ediyorsa, 26. ve belki 27. döngüde de maksimum güneş lekesi sayısı azalmaya devam edebilir ve 28. döngüden itibaren küçük döngülerde güneş lekesi sayısı yeniden artmaya başlayabilir. Bu da kabaca, 2040’ların ortalarından itibaren yeni bir ana Güneş Döngüsünün başlayacağı anlamına geliyor.

18. yüzyılın ortalarından beri gözlemlenen üç ana döngünün geçiş dönemlerinde yaşananlar, dördüncü döngüde de tekrar edecekse, 2030’ların ortalarından başlayıp 2050’lere kadar devam edecek bir isyan, devrim, savaş dalgası ile bir sonraki toplumsal, siyasi paradigmaya, daha sonra da yeni bir üretim paradigmasına geçiş öngörülebilir.

Chizhevsky, 18. Güneş Döngüsü’nde, güneş etkinliği ile yeryüzünde olan biten arasındaki ilişkiyi çözmeye çalışırken, elinde inceleyebileceği sınırlı sayıda veri vardı. 25. Güneş Döngüsünün ortalarında yaşayan bizlerin elinde çok daha fazla veri var; dahası bütün bu verilerle insanlık tarihinin dönemlerini karşılaştırmada ve bilimsel ilişkiyi kurmada yararlanabileceğimiz yapay zeka uygulamalarına da sahibiz.

Belki gelecekte neler olup biteceğini öngörebileceğimiz bir bilimsel yönteme sahip olamayacağız, ancak insalık tarihinde olan bitenlerin kozmosla ilişkisini daha iyi kavrayabileceğimiz bir dönemde yaşıyor olabiliriz.

Kim bilir… Belki de güneşin Dördüncü ana döngüsü sadece yeni bir toplumsal paradigmanın değil, aynı zamanda yeni bir kozmolojik kavrayışın da yolunu açar.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 17, 2025 05:03

April 15, 2024

CHP önümüzdeki 10 yıl içinde oylarını `’lara çıkartabilir mi?

31 Mart 2024 günü ülke genelinde yapılan yerel seçimlerde CHP’li Belediye başkan adayları 7.77, İl genel meclisi adayları 4.30 oy aldı. CHP seçimi Ak Parti’nin yaklaşık 2 puan önünde birinci bitirdi ve böylece Ak Parti’nin kuruluşundan beri ilk kez bir seçimden CHP birinci, Ak Parti ikinci çıktı.

CHP en son 1977 yılında yapılan yerel seçimlerde A.8 ve genel seçimlerde A.38 oy oranları ile ve CHP geleneğini temsil eden SHP 1989 yerel seçimlerinde (.7 oy oranı ile birinci çıkmıştı. Bu şekilde bakıldığında merkez sol bir seçimi en son, SHP logosu ile 35, CHP logosu ile 47 sene önce birinci tamamlamıştı.

CHP ve SHP’nin geçmiş seçim başarıları kalıcı olmamış, her iki parti de birinci çıktıkları seçimlerden sonra hızla oy kaybetmişti. 31 Mart 2024 yerel seçimlerinden sonra ilk akla gelen, bu geçici seçim başarıları oldu ve 2024 seçim sonucunun da geçici bir başarı olup olmadığı tartışıldı. Bu yazıda soruyu tersten sorarak CHP’nin oy oranını `’lara çıkartıp çıkartamayacağını, on yıllar sürecek bir güçlü iktidar kurup kuramayacağını tartışacağım.

2018 Cumhurbaşkanı seçiminden sonra, 29 Temmuz 2018’de kaleme aldığım Bir CHP Yazısı başlıklı yazıda @’lardan ’lere gerileyen ve % civarında oy oranına sıkışan CHP’nin üç handikapla karşı karşıya olduğunu tespit etmiştim:

Değişen sosyo-ekonomik yapıNeo-liberal kapitalizm döneminde kimlik siyasetiYaşam tarzı çelişkileri/kaygıları

Kısaca özetlemek gerekirse: CHP’nin A’i aşarak seçim başarısı elde ettiği 1970’lerin ortalarında kırsaldan kente göç yeni başlamıştı ve toplam nüfus içinde kent nüfus oranı 0, kırsal alan nüfusu p’lerdeydi. Türkiye’de gelir ve varlık dağılımı nispeten eşitlikçiydi. Yoksulluk/zenginlik, yoksunluk/varlık çelişkileri iktisadi olmaktan ziyade coğrafi idi. Kültürel ayrışma ve yaşam tarzı çatışması da günümüz ölçeğinde değildi.

Şu dört ayırt edici özelliğe sahip orta sınıf yeni doğuyordu: 1) Hem emek, hem sermaye geliri elde eden, 2) Emek satan, aynı zamanda kendisi de (hizmet alımı veya ücretli emek çalıştırma biçiminde) emek istihdam eden, 3) Tüketici, kentli, seküler, orta gelire sahip, 4) Varlıklarını miras yoluyla çocuklarına aktarabilen.

1960 ve 70’lerden itibaren, toplumun düşük gelire sahip katmanlarından ayrışan orta sınıf, iktisadi gücünü kabaca beş alandaki üstünlüğü sayesinde elde etti:

1) Kent ve kıyı rantı: 1970’lerden itibaren hızlanan kente göç, kent merkezlerindeki ve yakın banliyölerdeki arsa ve konutların hızla ve büyük oranlarda değerlenmesine yol açtı. Kooperatifler ve çok sınırlı konut kredileri sayesinde kent merkezlerinde konut ve arsa sahibi olanlar birkaç on yıl içinde göreceli olarak zenginleştiler. Aynı şekilde, henüz başlangıç safhasında olan yazlık turizminin çok erken aşamalarında, yerli halkın tarımsal ürün yetiştirmek bakımından verimsiz olduğunu düşünerek satışa çıkarttığı kıyı arazilerinde yazlık edinmek üzere bu arazileri satın alanlar, sonraki yıllarda artan talebe bağlı olarak değerli varlıklara ve bu varlıklardan elde edilen rant gelirlerine sahip oldular.

2) Nitelikli emeğe talepteki artış: 1960’larda başlayan hızlı sanayileşme ve kentleşme nitelikli emeğe talebi arttırdı. Mühendislik, avukatlık, doktorluk gibi uzun eğitim ve özel uzmanlık gerektiren mesleklere yenileri eklendi. Önceki yıllarda katiplik olarak isimlendirilen büro işleri yaygınlaştı, çeşitlendi ve uzmanlaşmış bir beyaz yakalılar sınıfının doğmasına neden oldu. Nitelikli emek talebi, bu niteliklere sahip olanlara yüksek gelir, tasarruf yapma ve varlık edinme imkanı sağladı.

3) Dünya kültürü ile temas: Özellikle 1980’lerden sonra dünya kültürü ile temas, yabancı dil öğrenmenin yaygınlaşması, uluslararası turizm ve çok uluslu şirketlerle ticaret sayesinde yerel kültürün sınırlayıcı etkilerinden kurtulan orta sınıf, becerilerini arttırma ve kendilerine ilave gelirler sağlayacak alanlara yönelme imkanı buldular.

4) Finansal araçlara ve bankacılık ürünlerine erişim: Önceki yıllarda finans ve bankacılık ürünlerine erişim, toplumun çok küçük bir yüzdesinin ayrıcalığıydı. Tasarruf edebilen orta sınıf, 1980 ve 90’larda serbest piyasanın yaygınlaşması, bankacılık ürünlerinin ve finansal araçların çeşitlenmesi sayesinde, emek gelirinin yanında sermaye geliri de elde etmeye başladı.

5) İnternet ve uzaktan çalışma: Özellikle 2000’lerde internetin ve uzaktan çalışmanın yaygınlaşması ile, yurtdışı da dahil olmak üzere masa başı işler sayesinde ek işler yapabilme, yabancı para birimleri üzerinden gelir edinme imkanlarına kavuştu.

CHP’nin 1970’lerde elde ettiği seçim başarısı, o dönemde yaygın bir işçi/memur/aydın koalisyonunun kurulabilmiş olmasının sonucu idi. 1980’lerden itibaren büyüyen orta sınıf, bu koalisyonun dağılmasına, daha önce CHP’nin oy tabanını oluşturan kesimlerin gelir ve varlık toplamlarının ayrışmasına, iktisadi farklılaşmaya bağlı olarak yaşam biçimlerinin, tüketim kalıplarının ve beklentilerinin farklılaşmasına yol açtı.

Toplumun daha düşük gelir sahibi kesimleri ve mülksüzleri, Ak Parti iktidarının ilk dönemlerinde yaygın sosyal yardımlar sayesinde bu partinin sadık tabanını oluştururken, ideolojik hegemonya sayesinde sınıf nefretini 1980’lerden sonra zenginleşen orta ve üst orta sınıfa yöneltti, çünkü cemaat ve hemşerilik ilişkileri içinde yaşayan bu kesimlerin gördüğü zenginlik, orta ve üst orta sınıfa ait mahalleler, güvenlikli siteler ve kent merkezlerinden ibaretti. En üst gelire ve varlığa sahip olanlar ve servetleri, bu kesimler için görünmezdi. Ak Parti döneminde olağanüstü zenginleşen bu kesimleri “halk adamı”, tüketici orta sınıfları “tuzu kuru” gören bu kesimler, doğrudan ve dolaylı vergilerle ve piyasalaştırılmış eğitim, sağlık ve ulaştırma sayesinde gelirinin önemli bir kısmına el konan orta sınıftan aktarılan kaynakları, iktidar partisinin bir lütfu olarak gördü ve bu partinin sadık tabanını oluşturdu.

Klasik Marxist söylemi değişen dünya ve ülke koşullarına uygun olarak güncellemek yerine olduğu gibi tekrar eden ve ücretli emeğin bütün kesimlerini “işçi sınıfı” olarak sosyalist bir ütopyaya davet eden daha soldaki partiler ise marjinaliteye hapsoldu, büyümedi. Bu söylem hizmetler kesiminde çalışan ve emeğini büyük kartellere değil, kapıcılık, temizlik, çocuk ve yaşlı bakımı, tezgahtarlık, güvenlik ve yakın zamanda kuryelik gibi alanlarda orta sınıfa satan düşük gelir grubu mülksüzlerde de de, yukarıda tarif edilen iktisadi/kültürel avantajlara sahip ağırlıklı beyaz yakalı büro işçilerinde de karşılık bulmadı. “Çöldekiler” Ak Parti’nin, orta ve üst orta sınıftakiler ağırlıklı olarak CHP’nin tabanını oluşturdu. Bu dinamiğin bir sonucu olarak Ak Parti @’larda, CHP ’lerde konsolide oldu. Bu iki parti dışındakiler, kültürel, ideolojik, etnik kimliklere dayalı olarak MHP, İyi Parti, HDP (DEM) ve yakın zamanda Yeniden Refah gibi partilere dağıldı.

Yukarıda anlatılan dinamik, 2018’den itibaren değişmeye başladı. Türkiye’nin idari yapısındaki değişimin yanı sıra ekonomik/finansal krizler toplumun tamamı üzerinde yıkıcı etkilerde bulundu: 2018’de “Rahip Brunson krizi” olarak etiketlenen kur sıçraması, 2020 ve 21’de COVID salgını, 2021’de “faiz neden enflasyon sonuç” ısrarı ile düşürülen faizlere bağlı ikinci kur sıçraması ve 2022’de kurdaki hızlı artışı durdurabilmek için başvurulan Kur Korumalı Mevduat uygulamaları beş sene içinde büyük bir servet transferine, orta sınıf da dahil olmak üzere toplumun bütün kesimlerinin yoksullaşmasına neden oldu. Toplumun özellikle üç kesimi bu krizden ağır bir şekilde etkilendi: Emekliler, üniversite öğrencileri ve ücretli çalışanlar. Konut fiyatlarında ve kiralarda hızlı artış ciddi bir barınma sorunu yaratırken, orta sınıfın dinselleştirilen eğitimden kaçış umudu ile talep yarattığı özel okulların ücretlerindeki büyük artışla 1980-2015 döneminde ayrışan çıkarlar yeniden ortaklaştı. Tüketici orta sınıfın iç talebi azaltması ve elektronik alışverişe yönelmesiyle yoksullaşan küçük esnaftaki rahatsızlığın da büyümesiyle yaygın bir “gidişattan rahatsızlar” koalisyonu oluşmaya başladı.

Bu koalisyon ilk kez 2019 yerel seçimlerinde görünür olmuş, İstanbul ve Ankara’da 25 yıldır devam eden Ak Parti üstünlüğü CHP’ye geçmişti. 2024 yerel seçimlerinde koalisyonun daha da genişlediği anlaşıldı. 2023’teki seçim yenilgisinin dağınıklığını yaşamasına rağmen CHP otuz yılı aşkın zamandır geçemediği 0 barajını geçti, birinci parti oldu ve sıkıştığı Trakya, Ege, Akdeniz sahillerinden iç Anadolu ve Karadeniz’e doğru genişledi.

2018’de kaleme aldığım yazıda CHP’nin daha yaygın bir tabana hitap edebilmesi için bir takım öneriler sıralamıştım: Daha iyi bir gelecek umudu vermek, “çöldekilerin” temsilini sağlamak, emek piyasasını sosyal devlet anlayışı ile desteklemek, kamu hizmetlerinin ucuzlatılması ve yaygınlaştırılması, fırsat eşitliği sağlanması, emeğin niteliğinin arttırılması, alternatif yaşam ve yönetim modellerinin hayata geçirilmesi, “çöldekileri” içine hapsoldukları kültürel çölden kurtaracak etkin ve etkili programların uygulanması, uluslararası dayanışmanın güçlendirilmesi…

2019-2024 döneminde görev yapan CHP’li belediyeler, yukarıda sıralanan önerilerin önemli bir kısmını başarıyla uyguladı. Kent lokantaları, öğrenci kredileri ve yurtları, çiftçilere tohum desteği, istihdam ofisleri, ev kadınlarına, emeklilere, öğrencilere indirimler, kent mekanlarının kamusal kullanıma açılması gibi uygulamalar toplumda ciddi bir karşılık buldu. 2023 Kurultayından sonra yenilenme, gençleşme ve kadınların temsilini arttırma sayesinde bu uygulamaları enerjik bir şekilde hayata geçirecek kadroların da göreve çağrılmasıyla CHP daha yaygın bir temsil olanağına kavuştu.

2024 yerel seçimlerinden sonra toplumun ortak sorunlarına cevap veren bu uygulamalar daha da yaygınlaşırsa CHP’nin 1965 seçimlerinde Adalet Partisi’nin ulaştığı R’ye ulaşması, hatta bu oranı da aşarak `’lara tırmanması mümkündür. Türkiye’de 1960’lardan 2000’lere kadar baskın oy tabanını kucaklayan siyasal çizgi popülist merkez sağ idi. Popülist merkez sağ 1960 ve 70’lerde Adalet Partisi’nde konsolide olmuş, 1980 ve 90’larda ANAP ve DYP’ye ayrışmıştı. Popülist sağın vaatleri, büyüme, güçlü bir tüketici orta sınıf yaratma, kırsalda yaşayanlara çiftçi destekleri, kentlerde yaşayanlara “iki anahtar” ile formüle edilen bir araba, bir konut sahibi olma imkanları yaratma idi.

2000’lerin başındaki krizin ardından Ak Parti, kırsal alandan göç ederek kent varoşlarına yığılanların hayallerini önemli ölçüde gerçekleştirdi. Betonarme ve kaloriferli apartman dairesinde yaşama, araba sahibi olma, kamu hizmetlerinden ve sosyal yardımlardan yararlanma, altyapının iyileştirilmesi, ucuz krediye erişim, belli ölçülerde tüketim 20 yılı aşkın Ak Parti iktidarı döneminde toplumun düşük gelir ve varlık sahibi kesimlerine sağlanan olanaklar idi. Ancak bu politikalar, kamu mallarının satılması, borçlanma, asimetrik büyüme ve en sonunda yüksek enflasyona yol açan uygulamalar sonucu gerçekleşti ve sürdürülebilir değildi. Neo-liberal büyümeden en çok faydalananlar toplumun en zengin ’u ile en yoksul P’si oldu. Ortadaki @ ise, doğrudan ve dolaylı vergi yükünü taşıdığı gibi, eğitim, sağlık, ulaşım gibi hizmetlerin özelleşmesi ve piyasalaşması sonucu ciddi gelir kaybına uğradı.

2018’den sonra bu modele dayalı büyümeyi sürdürmek imkansız hale gelip neo-liberal dönemin faturası toplumun geniş kesimlerinin sırtına yıkılınca, “gidişattan rahatsızlar” hızla arttı. IPSOS Araştırma’nın 2024 Şubat ekonomi dosyasına göre toplumun ’i Türkiye’nin en büyük sorununun ekonomi olduğunu düşünüyor, u’i Türkiye’nin genel durumundan, w’si ekonomiden memnun değil, e’i açıklanan enflasyon rakamına inanmıyor, H’i hane halkı gelirinin azaldığını söylüyor, r’si alım gücünün düştüğünü söylüyor. Önümüzdeki iki-üç sene içinde bu rakamların daha da yükselmesi bekleniyor.

Bu durumda geriye, çıkarları, şikayetleri ve beklentileri birbirine yaklaşan toplum kesimleri için ortak umut yaratmak ve bu umudu gerçekleştirecek kadroları çıkartmak kalıyor. 100 yıllık geçmişi, köklü geleneği ve siyasal birikimi ile CHP önümüzdeki dönemde iktidarın en güçlü adayıdır. 2024 seçimlerinden başarıyla çıkan belediye başkanları, yönetim kadrosu ve örgütleri büyük hatalar yapmazsa, on yıl içinde CHP’nin Türkiye seçimler tarihinin rekorunu kırması asla sürpriz olmayacak.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 15, 2024 04:42

February 20, 2024

2024 Yerel Seçimleri : Tarihsel Yol Ayrımı?

Seçim nedir?

Britannica ansiklopedisinin seçim maddesinde yazan şudur:

Seçim, bir kişiyi kamu görevi için seçmenin veya siyasi bir öneriyi oylama yoluyla kabul etmenin veya reddetmenin resmi sürecidir. Seçimlerin şekli ile özü arasında ayrım yapmak önemlidir. Bazı durumlarda seçim biçimleri mevcuttur, ancak seçmenlerin en az iki alternatif arasında özgür ve gerçek bir tercih yapma şansına sahip olmadığı durumlarda seçimin özü eksiktir.

Yukarıdaki tarifte altını çizdiğim unsurları tekrar etmek gerekirse seçim,

Kişileri kamu görevi için belirleme,(siyasi) bir öneriyi kabul etme veya reddetmeEn az iki alternatif arasında özgür ve gerçek bir tercih yapma eyleminin adıdır.

Seçimler önemli midir?

Seçimler şüphesiz ki önemlidir. Oy verme hakkına sahip bireyler tercihlerini verdikleri oyla ifade ederler. Seçim sonuçları, sayısallaştırılmış ve seçeneklere dağılmış tercihlerdir. Modern dünyada seçimler, tercihlerin dağılımını ve ağırlığını ölçmenin tek ve biricik yoludur.

Seçimlere katılmama hakkı vardır ve seçmenin herhangi bir tercihte bulunmadığını, seçeneklerin hepsini olumlu veya olumsuz anlamda birbirine eşit tuttuğunu gösterir ve elbette seçim yapmamak da bir tercihtir. Ancak seçim yapmama, tercih belirtenlerin çoğunluğunun tercihini peşinen kabul etme anlamına gelir.

Oy kullanmayan bir seçmenin seçilenlerin uygulamalarına itiraz hakkı vardır, ancak seçim usulüne uygun biçimde yapıldıysa, seçilenlere itiraz etme hakkı yoktur; çünkü kendisine tercihi sorulduğu halde bir tercih belirtmemiştir.

Seçimlerde usul, sayım, döküm ve sonucun ilanı neden önemlidir?

Seçimler, bir topluluğun tercihlerini belirlemek için yapılır. Topluluğun tercihinin tespit edilmesinde seçmenler arasındaki eşitlik, seçimin önceden duyurulan kurallara göre yapılması, zamanında ve şeffaf bir şekilde sayım/dökümün yapılması ve sonucun ilan edilmesi, çıkan sonuç veya kazanan aday lehinde oy kullanmamış seçmenlerin rızasını almak bakımından önemlidir.

Demokrasi kültürü, bütün adayların eşit koşullarda yarışmasını, oylamaya sunulan seçeneklerin açıkça ve her boyutuyla tartışılmasını gerektirir. Eşitsiz koşullarda yarışma, sonuçlara saygı ve rıza gösterme konusunda sorunludur. Bu nedenle tartışmalı seçimler çözüm değil, sorun üretirler.

Bir anekdot:

24 Aralık 1995 genel seçimlerinde, arkadaşlarımla beraber Ankara’nın Çankaya ilçesinde, birer yurttaş olarak sayım sürecini izliyoruz. Sandık, bugün olduğu gibi o yıllarda da çok ağırlıklı olarak sosyal demokrat, liberal, seküler seçmenlerin oy kullandığı bir sandık. 1995 seçimlerinin birincisi Refah Partisi’ne tek tük oy çıkıyor. Pusulalardan birinde, seçmen mührü Refah Partisi’nin logosu üzerine vurmuş. Tercih görünmediği için Refah Partisi’nin sandık gözlemcisi sözlü itirazda bulundu. Biraz daha dikkatli bakınca, tercihin Refah’a olduğu fark edildi. Ancak gözlemcilerin neredeyse tamamı, geçersiz sayılan oyun Refah’a yazılmasına karşı çıktı. Oyun geçerli sayılmasına itiraz edenlerin çoğu, kurallardan ziyade, 9 ay önce yapılmış ve Refah Partisi adayının kıl payı kazandığı yerel seçimde, oyların “çalınmış” olduğunu düşündüğü için karşı çıkıyordu. Salona “onlar çaldıysa biz de bu şekilde kullanılmış oyu geçersiz sayalım” havası hakimdi. Bu ısrar anlamsızdı, çünkü Refah temsilcisi sayıma itiraz edecek ve tekrar sayıldığında bu oy geçerli sayılacaktı. Kalabalık bir grup halinde sayımı izleyen biz, müdahale ettik ve oyun geçerli sayılması gerektiği konusunda Refah temsilcisine destek olduk. Hiçbirimiz Refah’a oy vermemiştik ve siyasal pozisyonumuz da Refah’ın karşısında idi. Asıl savunduğumuz, tercihlerin sonuca doğru yansıması gerektiğiydi.

Üstünden seneler geçti; 1995 seçimlerinin Türkiye tarihinde çok derin etkileri oldu. Ben o gün doğrusunu yaptığımızı düşünüyorum. Hile ve haksızlık belki bir oy kazandırır veya kaybettirir, ama uzun vadede kimseye bir şey kazandırmaz. Her oy değerlidir ve bizim tercihimizi yansıtmasa bile saygı gösterilmeli ve doğru sayılmalıdır.

Türkiye çok partili sisteme erken mi geçti?

Cumhuriyeti kuranların toplum yeterince olgunlaşmadan ve demokratik bilince ulaşmadan iktidarı karşı devrimcilere teslim ettikleri hep söylenegelir. Toplumun demokratik kültürünün yeterince olgunlaşmamış olduğu doğrudur. Ancak yaklaşık 75 sene sonra bugün de durum budur. O halde çok partili, serbest seçime geçmek için doğru zaman nedir? 1950 yılında, Demokrat Parti’nin büyük bir meclis çoğunluğu kazanarak zaferle çıktığı seçim o sene değil de diyelim ki beş, on, yirmi yıl sonra yapılsaydı sonucunun farklı olacağı iddia edilebilir mi? Dahası, bu süre içinde demokratik kültürün gelişeceğini kim iddia edebilir? Mesela çok koyu bir diktatörlüğün egemen olmayacağını kim söyleyebilir? Türkiye o sene geçmeseydi, belki de asla çok partili serbest seçimlere geçemeyecekti.

Bence Türkiye 1945’de çok partili sisteme geçerek ve 1950 yılında kapalı oy, açık sayım ilkesine göre seçim yaparak doğru tercihte bulundu. Bu tercih, aynı zamanda bir dünya ve sistem tercihiydi. Türkiye o gün, o tercihi yapmasaydı, belki de 75 sene sonra bugün, göstermelik seçimlerle galiplerin oyla (!) zafer ilan ettiği bir ülke olacaktı. Bugünkü durumun bundan daha iyi olmadığını düşünenler vardır. Ancak kimse geçmiş 75 senede oluşan seçim kültürünü hafife almamalıdır. Türkiye’de sadece ulusal düzeyde değil, her düzeyde seçimler yapılıyor: Muhtar ve ihtiyar heyeti, meslek odaları, sendikalar, apartman/site yönetim kurulu seçimleri, vb. yapılıyor. Bunlarının her birinin bir usulü, yasası, yönetmeliği var. Yüzbinlerce insan bu seçimlerde seçme ve seçilme hakkını kullanıyor.

Türkiye’nin Tanzimat’tan bugüne 200 senelik çok gelişmiş bir demokrasi kültürü var ve Türkiye tarihinin en büyük kazanımı da budur. Toplumların tarihinde iniş/çıkışlar vardır, ancak önemli olan doğrultudur ve Türkiye’nin bugüne kadarki doğrultusu tartışmasız bir şekilde demokrasi yönündedir.

Türkiye’nin yakın tarihindeki seçimlerin anlam ve önemi nedir?

Ben Türkiye’de bugüne kadar yapılan her seçimin, bir diğerinden farklı bir anlam ve önemi olduğunu düşünüyorum. 1950 seçimi, yönetimin demokratik bir şekilde devredilmesi seçimiydi. 1961 seçimleri yeni anayasanın pekiştirilmesi, 1965,1969 ve 1973 seçimleri yeni kuşak siyasetçilere devir, 1977 seçimleri kurucu parti CHP’nin siyasal programını yenileme, 1983 seçimleri askeri yönetimden çıkış, 1995 sisteme kökten itiraz eden Refah’ın yükselişi, 2002 seçimleri sonraki yirmi yıla damgasını vuracak Ak Parti dönemini açan seçimlerdi. Her birinin zamanın ruhuna uygun olumlu/olumsuz sonuçları oldu. Bu seçimlerin her biri, Türkiye’nin değişen sosyoekonomik ve sosyopolitik yapısının sonuçlarını ortaya koydu. Bu seçimlere katılım p’le arasında değişti. Katılım oranı, Batı ülkelerindeki seçimlere katılımın çok üzerinde oldu ve halk genel anlamda tercihlerini ortaya koydu. Her seçimde bir karar verildi ve halk verilen kararın sonuçlarını yaşadı.

Yazının en başında seçimlerin neden önemli olduğunu belirtmiştim. Şu şekilde kurulan cümlelerin ahlaki olarak da, siyasi olarak da, sosyopolitik olarak da bir anlamı yok: “Halk tercihini böyle kullandı, ama...” Bu cümlelerdeki “ama”dan sonrasını okumaya bile gerek yok. Çünkü bu şekilde kurulan bir cümlede ikinci değerlendirme önemsizdir ve cümleyi kuranın öznel değerlendirmesi olmanın bir anlam ve önemi yoktur. Seçim sonuçları, sayısallaştırılmış tercihlerdir ve her toplum yaptığı tercihlerin sonucunu yaşar. Bu tercihlerin aksine tercih belirtmiş olmak, kişiyi sonuçlardan muaf kılmaz. Bir tercih yapılmışsa sonuçları herkesi bağlar ve etkiler.

2024 Yerel Seçimi neden önemlidir?

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılına denk gelen 2023 genel ve cumhurbaşkanlığı seçimleri ile 2024 yerel seçimleri, tıpkı bundan öncekiler gibi anlam ve önemi büyük iki seçimdir. Benim değerlendirmeme göre bu iki seçim, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık geçmişinin değil, hatta Türk modernleşmesinin iki yüzyıllık geçmişinin de değil, Türklerin bin yıllık tarihinin en önemli seçimleridir.

Türkler bin yıl önce Moğol baskısıyla Hazar kıyılarından ve kuzeyde çökmekte olan Hazar Devletinden koparak boylar halinde Anadolu’ya girdi, Anadolu’nun kadim halklarıyla kaynaşarak sonraki bin yıl anayurtları olacak Anadolu’ya yerleşti. Bu kaynaşma, tarih sahnesine yepyeni bir toplumu çıkarttı. Bu toplum, Anadolu’ya göçlerle gelen Türk boylarından da, Anadolu’da yerleşik kadim halklardan da farklı bir kültürü benimsedi. Yepyeni bir yaşam kültürüyle kaynaşan bu toplumlar, hızla çöken Bizans’ın kalıntıları üzerinde büyük ve önemli devletler kurdular. Kurdukları devletler, batıdan gelen Haçlı orduları ve doğudan gelen Moğol baskısına karşın çok uzun yıllar istikrarlı bir şekilde ve tarihin o dönemi dikkate alındığında genel olarak barış ve huzur içinde yaşadı. Tarihin aynı döneminde Avrupa büyük kargaşalıklar içindeyken, Anadolu halkları birkaç istisna hariç genel olarak iç kargaşalığa düşmeden yaşadı.

Sarsıntılı geçen 19. Yüzyılda Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın kısa süren seferi ve 20. Yüzyılda Sevr sonrası, gene kısa süren işgal hariç Anadolu toprakları istila görmedi, sömürgeleşmedi, yabancı gücün egemenliği altına girmedi.

1923 yılında ilan edilen cumhuriyetten sonra da genel olarak sakin bir yüzyıl geçirdik. 1950’lerde çok kısa süren Kore ve 1974 Kıbrıs savaşı hariç – ki ikisi de topraklarımız dışındadır- savaşsız bir yüzyıl geçirdik. 1980’lerin ortalarında başlayan, 1990’larda zirvesine ulaşan terör sorununu da ülke topraklarımız dışında tutmayı başardık. Dünyada toplumları bir arada tutan, genellikle o topluma yönelmiş bir dış düşman tehdididir. Oysa biz, genel olarak savaşsız geçen bu dönemde, ciddi bir dış tehdit olmadan da bir ulus/toplum olmayı başardık.

21. yüzyılın başında yaşanan ağır ekonomik kriz sonrasında Türkiye, geçmiş on yıllardan farklı bir rotaya girdi. Bu dönemde sadece ülkenin modern kuruluş ilkeleri, doktrini, doğrultusu, temel sözleşmesi değil, belki bunlardan da önemlisi, yurttaşlarının kimliği, kökeni, yaşam biçimi, inanç veya inançsızlığı ve hatta kurucuları tartışmaya açıldı. Önceleri bir siyasal söylem olarak görülen bu lafız, zamanla dozu artarak devam etti ve yakın zamanda toplumun önemli bir kesimini aşağılayan, hakkını, hukukunu yok sayan, onları düşmanlaştıran uygulamalara dönüştü. Ülkenin kuruluşu, kurucuları ve asli unsurları ağza alınmayacak hakaretlere ve yok saymaya maruz bırakıldı.

Yazının en başında, seçimlerin toplumların ölçülebilir tercihlerini gösterdiğinden söz etmiştim. Kem söz elbette sahibine aittir, ancak söz eyleme geçtiğinde toplumlar tercihlerini açıkça göstermek zorundadır ve seçimler bu tercihleri göstermenin en basit ve demokratik yoludur.

Şu anda önümüzdeki soru şudur: Biz, bir toplum olarak bir arada ve barış içinde yaşamayı tercih ediyor muyuz, etmiyor muyuz? Eğer seçimler, toplumun bir kesimini açıkça düşman ilan edenlerin kazanması ile sonuçlanırsa, artık “halk tercihini böyle kullandı, ama…” ile başlayan cümlelerin bir anlamı kalmamış demektir. Çünkü toplumu oluşturan her bireyin de bir sorumluluğu vardır ve toplum önüne konan sandıkta, tercihini belirtmek zorundadır. Tercih kullanmamak, yani oy vermemek, sonuca rıza göstermek demektir. Tercih, toplumun bir kısmının hakkını, hukukunu, kimliğini, kökenini, inancını/inançsızlığını, yaşam biçimini, değerlerini, tercihini yok sayanların lehineyse ve sandıktan her seferinde bu yönde bir çoğunluk kararı çıkıyorsa, sadece yüz veya iki yüzyıllık değil, bin yıllık bir tarihin de sonuna gelinmiş demektir. Tarih, bu tercihler yönünde akacak, toplum bu tercihlerinin sonucunu yaşayacaktır.

Bu bağlamda 2023 seçimleri önemliydi, bir “tercihle” sonuçlandı. Belki de tarihin bir lütfu olarak, hemen bir sene sonra yapılacak 2024 yerel seçimleri, bu tercihin –belki de son kez- sağlaması olacak. Eğer toplum bir arada yaşama iradesi gösteremezse, tarihin şaşmaz yargısı, bu tercihin gereğini yerine getirecektir.

Benim bakış açımdan 2024 yerel seçimi, belediye başkanlarının seçileceği sıradan bir seçim değil. Kimin aday olduğu, olamadığı, kimin hangi logoyla bu seçime girdiği, kıl payı mı, büyük farkla mı kazandığı da önemli değil.

Bence bin yıllık tarihimizin en önemli seçimini yapacağız ve sanırım ki bu seçim ya tamam, ya devam seçimi olacak.

Korkarım ki, aylardır aday tartışması yapan kamuoyu, seçimi kendi kişisel ajandaları nedeniyle önemsizleştiren siyasetçiler, Türkiye tarihinin bu en kritik dönemecinin farkında bile değil. Bir kısmı seçimden sonrası için hesaplar yapsa da, ben bir “sonra” olduğunu düşünmüyorum. Elbette tarih sona ermeyecek, ancak bu seçimin sonuçlarına göre belki de çok keskin bir şekilde yön değiştirecek.

Ben tercihimi yukarıdaki perspektife göre kullanacak, yaşamımın kalan yıllarındaki kişisel tercihlerimi de, toplumun bu seçimde vereceği karara göre belirleyeceğim.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 20, 2024 07:00

August 3, 2022

Büyük Değişim – (3) Ekonomi

Ekonomi, tanımı gereği üretim ve dağıtım süreçlerinin organizasyonu ve bu süreçlerde yer alan kurum ve ilişkilerin oluşturduğu sistemdir. Bu tanıma göre ekonominin özünde üretim vardır. Bir şeylerin üretilmesi gerekmektedir ki, geri kalan her şey bunun üzerine inşa edilebilsin.

İlkçağ ve Ortaçağ ekonomisi basitti. Yerel üretim ve dağıtım yüzyıllar boyunca hemen hemen hep aynı ölçekte ve aynı biçimde gerçekleşiyordu. Dağınık ve küçük yerleşimlerde kapalı ve genellikle kendine yeten ekonomi yüzlerce yıl boyunca değişmedi. Ekonominin daha geniş ölçekli olduğu imparatorluk merkezleri ise, hem köle emeğinin, hem de ticaretin yoğunlaştığı yerlerdi. Bilinen eski dünyanın Akdeniz kıyısındaki kentler, Fenikeli ve Lidyalı tüccarlarca bir ticaret ağı içinde birleşmiş, birbiriyle ticaret yapıyordu. Bunun yanı sıra, bilinen en eski zamanlardan beri Doğu ile Batı arasında kurulan ticaret ağları sayesinde ürünler doğudan batıya, batıdan doğuya taşınıyordu. En güçlü imparatorluklar, bu ticaret yollarına hakim olanlardı.

Ortaçağın sonlarına doğru, Türklerin batıya yürüyüşleri ile Avrupa’da başlayan arayışlar, Avrupalı denizcileri okyanuslara açılmaya teşvik etti. Böylece Eski Dünya’nın tanımadığı yeni ticaret yolları ve coğrafyalar keşfedildi. Özellikle Amerika kıtasının Avrupalılarca keşfedilmesinin ardından, Avrupa, Afrika ve Amerika arasında bir ticaret üçgeni oluştu: Afrika’dan köleler Amerika’ya taşınıyor, Amerika’da çıkartılan madenler, çiftliklerde, tarlalarda üretilen mallar Avrupa’ya taşınıyordu. Afrika’nın güney ucundaki Ümit Burnunu dolaşarak Hint Okyanusuna ve Asya’ya ulaşan Avrupalı tüccarlar, bu bölgeleri de kolonileştirmeye başladılar.

15. yüzyılın sonlarında başlayan bu dönem, 17. yüzyılda zirveye ulaştı. Misyonerler, askerler, tüccarlar, denizciler, meraklılar, maceracılar Avrupa’dan dünyanın dört bir yanına yayılırken, madenler, tarım ürünleri, mücevherat, ipekli kumaşlar, mineraller, egzotik hayvanlar ve daha pek çok şey Avrupa’ya aktı.

Binlerce yıl boyunca deniz aşırı ticaret sadece Akdeniz havzası ile sınırlıyken, dünyanın “yedi denizi” bir anda karmaşık bir ekonominin muhtelif unsurlarını oluşturmak üzere doldu, taştı. İspanya, İtalya, Portekiz, İngiltere gibi denizci toplumların önemi artarken, bu hızlı değişime ayak uyduramayan Çin, Hindistan, Osmanlı, İran gibi eski güçler önemsizleşti.

18. yüzyılda Britanya’dan başlayarak önce kara Avrupa’sına, oradan Amerika’ya, Okyanusya’ya ve Japonya’ya yayılan sanayi devrimi, dünya ekonomisine yeni bir ivme kattı. Sanayi devrimi sayesinde mal üretimi mislilerce katlanırken, ekonomi de nitelik değiştirmeye başladı. Sanayi Devrimi’nin yol açtığı pek çok değişimden özellikle üçü, sonraki yüzyılları belirlemesi bakımından önemlidir: 1) Sanayi Devrimi, çok karmaşık bir işbölümünü ortaya çıkarttı. Bu işbölümü, uzmanlıklara dayanıyordu ve her bir işçi, nihai ürünün belli bir üretim aşamasında çalışıyordu. 2) Sanayi Devrimi tarihte ilk defa baskın ekonomik ilişkinin biçimini, ihtiyaç için üretimden pazar için üretime çevirdi. Bu üretim tarzında temel amaç yüksek kazanç elde ederek sermaye biriktirmektir; adına kapitalizm diyoruz. 3) Sermaye birikimine dayalı ekonomik model, para ekonomisinin ortaya çıkışına yol açtı. Bir kaç yüzyıl içinde para ekonomisi, yeryüzündeki bütün insanların yaşamlarının temel unsuruna dönüştü.

Sanayi Devriminin şüphesiz ki çok önemli başka sonuçları da oldu: 18. yüzyıldan başlayarak milyonlarca insan köylerden sanayi merkezlerine akmaya, toprağa bağlı çalışan ve yaşayan köylülerden, sanayi işçilerine dönüştü. Bu demografik değişime bağlı olarak önce kalabalık kentler, yirminci yüzyıldan sonra da milyonlarca insanın yaşadığı mega-kentler ortaya çıktı. Mal ve hizmet üretimi, bir kaç yüzyıl içinde olağanüstü hızlandı, daha önceki yüzyıllarda hayal bile edilemeyen ürün ve hizmetler, sıradan insanların kullanımına sunuldu, gündelik eşyalara ve hizmetlere dönüştü. Sanayi Devriminin doğrudan bir sonucu olarak atmosfere salınan karbon sonucu iklim değişti, doğaya salınan atık maddeler sonucu okyanuslar, nehirler kirlendi, her ikisinin sonucu olarak yeryüzündeki bitki örtüsü ve hayvan çeşitliliği azaldı. Kalabalık insan kitlelerinin uzak coğrafyalarla iletişime geçmesi sonucu kapalı köy ekonomileri çözüldü, dağıldı, ulusal ve uluslararası ekonomik ilişkiler belirleyici olmaya başladı. Yönetim sistemleri ve yönetici belirleme süreçleri değişti.

Ancak biz günümüzde yaşanan Büyük Değişimi anlayabilmek için, sanayi devrimi ile yaşantımıza giren yaygın ve karmaşık işbölümü, pazar ve sermaye birikimi için üretim ve para ekonomisine yoğunlaşalım.

Günümüz dünyasında, birbirinin tıpatıp aynısı işleri yapan çok az insan var ve bunu sanayi devrimine borçluyuz. Her sabah milyonlarca insan evinden çıkıyor, işyerlerine gidiyor ve birbirinden çok farklı işler yapıyor. Oysa sadece on nesil önce, yeryüzündeki insanların ezici çoğunluğu birbirine benzer işlerle uğraşıyordu. Yaygın ve yoğun işbölümünün bir başka sonucu, birbirinden çok farklı işler yapan bu insanların her biri farklı aletler kullanıyor, ya da benzer aletler kullansa bile, bu aletlerin farklı fonksiyonlarına yoğunlaşıyor. Bir aleti büyük beceri ile kullanabilen bir insan, başka bir aleti kullanırken aynı beceriyi gösteremiyor. Dolayısıyla alet kullanma becerisi, kişilerin yeteneklerine değil, eğitim ve deneyimlerine bağlı. Bu da, daha erken yaşlardan itibaren her bir insanın çok iyi yetiştirilmesini zorunlu kılıyor. Yaygın işbölümünün olumlu yanı, işlerin önceki yüzyıllara göre daha verimli yapılabilmesi, olumsuz yanı ise, insanları ve toplumları birbirlerine, önceki yüzyıllardan daha bağımlı hale getirmesi. Bir örnek vermek gerekirse, hepsi birbirinden becerikli cerrahlardan oluşan bir toplum düşünelim. Bir başka toplum da hepsi birbirinden yetenekli musluk tamircilerinden oluşsun. Bir üçüncü toplum ise her bir uzmanlık alanında ortalama yetenekli bireylere sahip olsun. İlk toplumda ameliyatlar başarıyla yapılır ve ikinci toplumda damlayan musluk bulunamaz ama, şüphesiz ki yaşamın daha sorunsuz akıp gittiği üçüncü toplum daha fazla tercih edilir. O halde, her toplumun daha büyük beceriyle iş yapan bireyleri olsa da, modern toplumlarda amaç, her uzmanlık alanından bireylere sahip olabilmektir.

Pazar için meta üretimi ve bu üretimin sonucu sermaye biriktirmeye dayalı kapitalizm, yaklaşık 300 yıldır yeryüzünde egemen sistem. Kapitalizme rakip olma iddiasıyla ortaya çıkan, başta 20. yüzyıl reel sosyalizmi de, pazar için üretim ve sermaye birikimi motivasyonunu değiştiremedi. İhtiyaçları tespit etmeye ve bu tespitlere göre planlamaya dayalı ekonomik model, 1980’lerden itibaren pazar için meta üreten kapitalizmle rekabet edemedi. Sermaye birikimi ise değişmeden sürdü. 20. yüzyıl reel sosyalizmi sermayenin özel mülkiyette birikmesine izin vermedi; sermayeyi biriktiren ise devlet oldu. 1990’larda da devletin biriktirdiği sermaye, kısacık bir on yılın içinde yağmalandı, özelleşti. Bu şekilde bakıldığında 400 yıl boyunca ne pazar için meta üretimine, ne de sermaye birikimine rakip olabilecek bir sistem çıkmadı. Ulusal ve uluslararası rekabette sermaye biriktirme yarışı yavaşlamak ve zayıflamak bir yana, günümüz dünyasında vahşi bir mücadele halinde sürüp gidiyor. Tarihte ilk defa bazı insanlar, binlerce yıldır hüküm süren krallardan, imparatorlardan daha büyük servetler biriktirdi. Günümüz dünyasında sıradan bir insanın bile, “tanrının yeryüzündeki gölgesi” padişahlardan, imparatorlardan, tanrı firavunlardan daha fazla eşyası ve konforu var. Zamanında yedi düvele hükmetmiş, ancak bir yüzyıl önce tarihe karışmış büyük imparatorlukların başındakilerin kişisel eşyalarının sergilendiği günümüz müzelerini gezen küçük bir çocuk bile, daha fazla ve daha iyi eşyaları olduğunu, ısınma, barınma, sağlık ve eğitim hizmeti alma, kişisel bakım, ev konforu, ulaşım ve daha pek alanda, geçmiş zaman sultanlarından daha iyi durumda olduğunu kolayca görebilir. Sanayi Devrimi ve onunla beraber gelen kapitalizmin insanlara sefalet değil konfor getirdiği açıktır; ancak bu konforun bedelleri yüksek olmuştur: Çevresel yıkımdan yukarıda söz etmiştim. Bütün yaşamımız boyunca belli bir düzen ve disiplin içinde yaşama zorunluluğumuz, düzenin sürdürülebilmesi adına uygulanan zihinsel ve fiziksel şiddet, savaşlar, bazı özgürlük alanlarının kısıtlanması, toplumlar arası aşırı rekabet ve ahlaki çürüme, bizi bir kaç yüzyıl içinde sultanlardan daha iyi yaşar hale getiren ekonomik sistemin, akla ilk gelen bedelleri oldu.

Para ekonomisine geçiş ise, insanlık tarihinin hiç bir döneminde olmadığı kadar büyük ölçüde, üretilen meta veya hizmetleri gölgeleyecek ölçüde, bu meta ve hizmetlere ulaşmada bir araç olan parayı öne çıkarttı. Paranın genel kabul gören üç özelliğinden ikisi, yani paranın bir servet saklama aracı olması ve gelecek ödemelerde de bir ölçek işlevi gören hesap birimi olma özelliği, bir mübadele aracı olma özelliğini önemsizleştirdi. Günümüzde mesleklerin önemli bir yüzdesi, parasal hizmetlerin yürütülmesi ile ilgili; bankacılıktan, sermaye piyasası işlemlerine, muhasebecilikten finansal kiralamaya, sigortacılıktan emeklilik işlemlerine uzanan bu geniş yelpazedeki meslek ve uzmanlıklar, tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar yaygınlaştı. Özellikle son 50 yılda yaşanan gelişmeler sonucu ekonomi neredeyse sadece para hareketlerine ve parasal büyüklüklerdeki değişimlere indirgendi. Finansallaşmanın yaygınlaşması ile parasal işlemlerden elde edilen kazançlar, üretim, dağıtım ve diğer hizmetlerden elde edilen kazançları mislilerce aştı. Modern bankacılığın yaklaşık 500 yıllık tarihinde, bankacılık ve finansal hizmetler büyük riskler içeren bir faaliyet alanı idi. Modern bankacılığın erken aşamalarında bankacıların müşterileri, öncelikli olarak ordularını finanse etmek zorunda olan krallardı. Daha sonra ticaretin yaygınlaşması ile beraber deniz aşırı seferlere girişen tüccarlar, sanayi devriminden sonra da sanayi ve altyapı yatırımlarına girişen sermayedarlar bankacıların faaliyetlerini yoğunlaştırdıkları müşteriler oldu. 20. yüzyıldan itibaren tasarruf sahibi sıradan insanlar, çiftçiler, esnaf, küçük ve orta boy sanayiciler derken herkes, bankacılık ve finansal hizmetler faaliyetlerinin müşterisi haline geldi. Yirminci yüzyılın sonlarından itibaren geliştirilen borçlanma şemaları, gündelik harcamaların kredilendirilmesi, tasarrufların para ve sermaye piyasasına aktarılması, emeklilik fonları, hisse senetleri, türev piyasaları, kripto varlıklar, dijital varlıklar derken para ekonomisi, Yirmi Birinci Yüzyıl insan yaşamının her alanını işgal eden, kesintisiz, devasa, ülkeler, uluslar, kurumlar üstü bir olguya dönüştü. Bu hızla ve bu ölçeklerde büyüyen para ekonomisi olgusu, insanlar arasında yüzyılladır bilinen ilişki biçimlerini, değerler sistemini, meşruiyet kriterlerini kökünden sarstı, devamlılığının sağlanması için gerektiğinde toplumların, ulusların, kurum ve kuralların feda edilebileceği ve her şeyin gözden çıkartılabileceği bir “Minotor’a” dönüştü.

Büyük Değişim yazı dizimizin daha önceki bölümlerinde incelenen demografik ve teknolojik değişim de bu ekonomik/finansal değişime kuvvetlendirici etkide bulundu. Ortalama yaşam süresi uzadıkça tasarrufların saklanma süresi uzadı, yeni nesillere aktarılma hızı düştü. Emeklilik fonlarında biriken devasa miktarda finansal varlık, finans dünyasına yakıt sağlamakla kalmadı, nesiller arası varlık uçurumlarının da derinleşmesine yol açtı. Diğer taraftan teknoloji, neredeyse bütün yaşam alanlarının finansallaşmasına yardımcı oldu, yeryüzündeki bütün varlık ve ilişkileri finansın konusu haline getirdi. Böylece her şeye parasal değer biçilebilen bir dünyada yaşamaya başladık. Para, her türlü ilişkiyi, değeri, meslek grubunu, geleneği, göreneği, ulusu, cemaati, ülke yöneticilerini ve akla hayale gelecek her şeyi satın alabilecek bir güç haline geldi. Bu gücün neredeyse sınırsız ve ölçüsüz bir şekilde belli insan, çevre ve sınıflarda toplanması, verimli bir ekonomiyi sürdürme ve gelecekte barış içinde yaşamayı sürdürmenin önündeki en büyük engele dönüştü.

 •  3 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 03, 2022 05:24

July 30, 2022

Büyük Değişim – (2) Teknoloji

İnsan türünün, evrim süreci içinde bir kaç kez yok olmanın eşiğine geldiği, günümüzden 200 bin yıl önce, Afrika savanalarındaki nüfusunun 10.000’e kadar düştüğü, yani günümüzde nesil tükenmesinin eşiğinde olan kutup ayılarının sayısının bile altındaki bir nüfusa gerilediği tahmin ediliyor.

İri pençeleri, kalın bir kürkü, güçlü çeneleri olmayan, iki ayağının üstünde yürüyen, bir batında çoğunlukla tek bir yavru doğurabilen zayıf bir türün, sadece 200 bin yıl içinde gezegenin her tarafına yayılıp 8 milyar nüfusa ulaşması ve diğer bütün türlerin yaşam alanlarını istila ederek yeryüzüne hakim olması teknoloji kullanabilmesi sayesinde olmuştu. Ellerini beceriyle kullanabilen ve bu beceri sayesinde alet yapabilen hominid türü günümüzden 2.3-2.4 milyon yıl önce ortaya çıktı. Bu türe Homo Habilis, yani yetenekli insan deniyor. Kesici aletler kullanmayla başlayan bu yüzbinlerce yıllık serüven, 20. yüzyılda gezegeni terk ederek uydumuz Aya gitme, 21. yüzyılda da yeryüzünün her tarafına dağılmış milyarlarca insanı arabalar, trenler, gemiler, uçaklarla fiziksel, telefon, televizyon, internet ile kültürel olarak birbirine bağlama aşamasına ulaştırdı.

Günümüzde de alet kullanabilen bazı hayvan türleri var, ancak insana avantaj sağlayan özelliğe sahip değiller: Alet kullanmayı becerseler de, o aletleri yanlarında taşıyamıyor, bedenlerinin bir parçasıymış gibi kullanamıyorlar. Oysa insan, evriminin her aşamasında kullandığı aletleri de yanında taşıdı ve onları bedeninin bir parçasıymış gibi, büyük bir beceriyle kullanabildiği için fiziksel dezavantajlarını kapatabildi. Muhtemelen de bu sayede beynini geliştirdi ve en sonunda da akıllı bir tür olarak dünyaya hükmedebildi. O halde şu önemli notu düşerek devam edelim: İnsandan bahsediyorsak, aynı zamanda teknolojiden bahsediyoruz demektir. Aletleri olmadan insan, sıradan bir hayvan türünden farklı değildir.

Kesici ve delici taş aletlerle başlayan teknolojik evrim, yüzbinlerce yıl boyunca çok yavaş ilerledi. Günümüzden yaklaşık 12.000 yıl öncesine geldiğimizde, insanın aletleri biraz daha gelişmiş, kesici ve delici aletlere ilaveten mızrak, balta, ok, yay, iğne gibi daha incelikli aletlerle zenginleşmişti. Ancak asıl büyük devrim, günümüzden 12.000 yıl önce, insan topluluklarının tarım yapmaya başlayıp yerleşik hayata geçişi ile yaşandı. Neolitik Devrim adı verilen bu değişim, insanın tarihindeki en büyük değişimdi.

Neolitik Devrim’den sonra insan, yaşamını sürdürebilmek için sadece diğer hayvanları avlayıp doğal bitkileri toplamıyor, aynı zamanda çevresini değiştirmeye, dönüştürmeye başlıyordu. İklim değişiminin de yardımıyla tohum ekerek ürün yetiştirmeye, at, eşek, domuz, inek, koyun, kedi, köpek, kuş gibi hayvanları evcilleştirmeye başlayan insan, içinde yaşayacağı konutlar, ibadet edeceği tapınaklar, yollar, köprüler inşa etmeye başladı.

Neolitik Devrimden orta çağın sonuna kadar teknolojik gelişme hızlanarak devam etti. İnsan toplumlarının örgütlenmesi ve iş bölümü ilerledikçe, daha karmaşık aletler, daha yüksek binalar, daha uzun yollar, daha öldürücü silahlar yapıldı. Bu arada insan emeğine hayvan emeği de ilave olmuş, insan, hayvan ve aletlerden oluşan üç unsurlu teknoloji, rüzgar, ateş, akan su gibi doğal enerji kaynaklarıyla güçlendirilerek insanın gelişiminde çok güçlü bir teknolojik destek sağlamaya başlamıştı.

Neolitik Devrimden sonraki en büyük devrim, 18. yüzyıldan başlayarak dünyanın her tarafına yayıldı: Sanayi Devrimi. Sanayi devrimi, önce kömür ve buhar, daha sonra elektrik ve iki yüzyıl içinde doğadaki tüm enerji kaynaklarını kullanarak insan uygarlığını uzay yolculuğunun eşiğine kadar getirdi. Bu enerji kaynaklarıyla beslenen makineler önce hayvan gücünü, 20. yüzyıl biterken de insan emeğini gereksiz hale getirdi. Düşük verimli hayvan ve insan kas gücünün yerini, çok karmaşık, hassas ve gelişmiş makineler aldı.

20. yüzyılın sonunda, bilgisayarların, internetin ve iletişim ağlarının dünyanın her yerine yayılmasıyla, insanlık tarihindeki üçüncü büyük devrim başladı: Bilişim Devrimi. İki yüzyıl içinde hayvan ve insan kas gücünü gereksiz hale getiren Sanayi Devriminden sonra Bilişim Devrimi, sadece 20 yıl içinde insan beyin gücünü de gereksiz hale getirmeye başladı. Pek çok büro işi, çok gelişmiş ve hızlı bilgisayarlar sayesinde kolayca yapılabilen işlere dönüştü.

Yukarıda özetlenen teknolojik gelişimde ilk kesici aletlerle neolitik devrim arasında iki milyon yıldan fazla, neolitik devrimle sanayi devrimi arasında yaklaşık on iki bin ve sanayi devrimi ile bilişim devrimi arasında da iki yüzyıl olduğu görülüyor. Her yüzyılda üç neslin yaşadığını varsayarsak, yaklaşık 65.000 nesil kesici, delici aletler, yaklaşık 3.600 nesil neolitik devrim ve sadece 9 nesil sanayi devriminin teknolojisi ile yaşamış. Yeryüzünde yaşayan bugünkü nesil olarak bizler ise, bilişim devriminin teknolojisi ile yaşayan ilk ve biricik nesiliz. Sanayi devriminin erken aşamalarındaki bir insan için bile, dünyanın bir ucundan diğerine, anlık olarak sesli, görüntülü iletişim kurmak, yeryüzündeki en uzak mesafeye bir gün içinde ulaşabilmek, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir gelişmeden anında haberdar olabilmek hayal bile edilemeyecek teknolojiler gerektiriyordu. Oysa bunlar, bizler için sıradan yaşam unsurları. Bütün bir insanlık tarihi boyunca, en yakın gök cismi olan Ayı, güneş sistemimiz içindeki Venüs’ü, Jüpiter’i, Mars’ı ve gökyüzündeki yıldızları ve yıldız sistemlerini gözlemleyebilmek için aletler geliştiren atalarımız için, evrenin oluştuğu zamanlardaki galaksilerin fotoğrafına bakmak akıllara durgunluk veren bir gelişme idi. Bizler bu fotoğrafı görme şansına sahip olan ilk nesiliz. İnsan uygarlığının 2022’de ulaştığı seviyede, artık böyle bir aşamadayız.

Ancak ulaştığımız bu aşama, heyecan verici olduğu kadar ürkütücü de. Birincisi, bu teknolojinin nasıl çalıştığı ile ilgili bilgi pek az insanın tekelinde. Diyelim ki 500 yıl öncenin en gelişmiş teknolojik aletinin bile nasıl çalıştığını bilmek için alim olmaya gerek yoktu. Biraz daha yakın zamana gelirsek, sanayi devriminin ilk yüzyılındaki basit makinelerin çalışma prensipleri de hayret verici değildi; bütün temel eğitim kurumlarında, temel fen derslerinde bu makinelerin çalışma prensipleri ve bu prensiplerin dayandığı doğa yasaları öğretiliyordu. Oysa günümüzde, gelişmiş dünyada yaşayan herkesin elinde bir mobil telefon, evinde bir bilgisayar, televizyon, altında araba olduğu halde, pek az insan bu aletlerin çalışma prensiplerini biliyor. Makineler karmaşıklaştıkça, o makinelerin çalışma prensiplerini bilen insan sayısı da azalıyor. Örneğin yakın gelecekte bütün yolları sürücüsüz arabalar kaplayacak, ancak bu arabaların “beyni”, yani aracı yönlendiren yapay zeka ile bütünleşik yazılımın çalışma prensiplerini pek az insan bilecek. Yüz binlerce yıl boyunca, insanların aletlerini yanında taşıdığını, o aletleri bedeninin bir parçası gibi kullandığını yukarıda belirtmiştim. Teknolojinin günümüzde ulaştığı aşamada insanlar aletlerini yanlarında taşımaya ve bedenlerinin bir parçası gibi kullanmaya devam ediyorlar, ancak bu aletlerin nasıl çalıştığını, arızalandıklarında nasıl düzeltileceğini, aleti oluşturan aksamda hangi parçanın doğru çalışmadığını bilemeyecek, başka insanlara, makinelere veya bunların bileşkesi olan bir şeylere bağımlı olacaklar.

İkincisi, aletler bedenin ayrılmaz bir parçasıymış gibi işlev görseler de, çoğunlukla bedenin bir parçası değildi. Oysa teknoloji geliştikçe insan bedeni, biyolojik olmayan, ya da biyolojik de olsa yapay pek çok aletle donanmaya başladı: Protezler, kalp pilleri, işitme cihazları, yapay organlar, ilaçlar, bedene enjekte edilen sıvılar, vs.. Önceleri bütün bu dışsal madde ve cihazların takviye amaçlı olduğu, iyi çalışmayan organları desteklemek üzere kullanıldığı düşünülüyordu, oysa günümüzde bu takviyeler, bedene şu veya bu nedenle yapılan müdahalelerle, müdahale edilen insanın daha güzel, daha genç, daha işlevsel, daha üstün olmasını sağlıyor. İlk bakışta olumsuz bir yan yok gibi görünse de, bu müdahalelerin muhtemel birkaç olumsuz sonucu olabilir: Yapay olarak aşırı uzatılan ömür, hem ömrü uzatılana, hem de topluma çok olumsuz etkilerde bulunabilir. Bu müdahaleleri yaptırabilenlerle yaptıramayanlar arasında, başka bir deyişle daha güzelleştirilen, daha güçlendirilen, daha gençleştirilenlerle, doğal yaşam sürmek zorunda kalanlar arasında çok derin ve kapatılması güç uçurumlar oluşabilir. Bugüne kadar, doğal yaşam sınırının 110-115 olduğu, bu yaştan itibaren ne yapılırsa yapılsın yaşamın sürdürülemeyeceği varsayılıyordu. Bir anlamda maksimum yaşam sınırı vardı. Bir önceki yazıda yaşam süresinin yüzyıllar içinde nasıl uzadığından bahsetmiştim. Uzayan yaş, bu biyolojik sınıra dayanmış durumda. Teknolojik gelişme sonucu bu sınır da aşılırsa, ya da belli bir insan grubu bu bariyeri aşarsa, insanlığın bilinen bütün sosyal düzenleri sarsılacak, yeni bir düzen kurma zorunluluğu ortaya çıkacaktır. Daha dramatik bir gelişme, insan bedenlerinin yenilenmesi değil, değiştirilmesi olabilir. Biyolojik bedeni ölüm sınırına gelmiş olanlar, bedenlerini daha genç ve daha sağlıklı bedenlerle değiştirebilir, bu şekilde insanlığın en büyük hayali olan ölümsüzlüğe ulaşılabilir.

Üçüncüsü, teknolojik gelişme insanın dünyayı, evreni ve çevresini algılama kapasitesini dramatik ölçülerde değiştirebilir. Bütün insanlık tarihi boyunca geliştirilen aletler, insanın bilinen duyularını kuvvetlendirmeye yönelikti: Gözlükler, mikroskoplar, teleskoplar, işitme cihazları, kremler, ağız ve diş bakımı, vs.. Bu aletler geliştikçe insanın çevresini algılama kapasitesi de arttı. Sanayi devriminden sonra geliştirilen aletler sayesinde ışık ve ses spektrumunda, doğal organlar ile algılanamayan frekanslar algılanabilir hale geldi. Bu aletlerin insan bedenine implant edildiği muhtemel bir gelecekte, “doğal insanın” işitemeyeceği sesleri işiten, göremeyeceği ışık frekanslarını görebilen, daha ileri giderek beyin dalgalarını algılayabilen, iletişim için sözlü ve yazılı araçlar kullanmayan bir süper insan türünün ortaya çıkabileceği düşüncesi de yeterince ürkütücü.

Dördüncüsü, teknolojik gelişme sıradan insanı işlevsiz hale getirebilir ve makineler kendilerini üretebilen, yenileyebilen makinelerle çoğalabilir. En kötüsü de makineler bilinç kazanabilir ve üstün yetenekleri sayesinde insanı köleleştirebilir.

Beşincisi ve en önemlisi de, teknolojik gelişme, yeryüzünde yaşamı sona erdirecek bir felakete yol açabilir: Nükleer savaş, biyolojik silahlar, iklim değişimine yol açan karbon salınımının durdurulamaması, çevresel çöküş, nükleer silahlar kullanılmasa bile konvansiyonel silahlarla yürütülecek çok yoğun ve yıkıcı bir dünya savaşı, yaşam zincirinin, dolayısıyla doğal dengenin bozulması, vs..

Yukarıda sayılan tehlikelerin her biri, yaklaşık bir yüzyılı aşkın bir geçmişi olan Bilim Kurgu türü içinde hikaye edildi: H.G. Wells, Zaman Makinesi‘nde(1895) sanayi devriminden sonra iki farklı yönlerde evrimleşmiş iki insan türünün yaşadığı bir dünyayı anlattı. Asimov, dünya dışında yaşadıkları için daha uzun ömürlü, daha sağlıklı, daha güçlü “Uzaycıları” (Spacers) anlattığı Çelik Mağaralar (1954), Çıplak Güneş (1957), Robotların Şafağı (1983) romanlarında bu toplumlardaki yasaları, adaleti, eşitsizliği sorguladı. Frank Herbert Dune(1965-1985) serisinde insanları köleleştirdikleri için yasaklanan bilgisayarlardan bahsetti. Wachowski kardeşler Matrix üçlemesinde (1999-2003) dünyayı ele geçiren süper bilgisayarlara ve köleleştirilen insanlara dikkat çekti. Richard Morgan K. Değiştirilmiş Karbon‘da (2002) beden değiştirebilen süper zenginleri anlattı. Mary Shelley Frankenstein‘da (1818) laboratuvarda üretilmiş yapay insanı konu ederek, Bilim Kurgu türünün değişmez varlıkları olan Sayborglar, robotlar, androidler ve daha pek çok yapay türün hayal edilmesine giden yolu açtı.

Bilim Kurgu yazarlarının korkularının gerçek olacağı bir çağda olabiliriz. Teknolojik gelişmede karanlık ve korkutucu sayısız gelecek olasılığı var. Ancak bugüne kadar insan yaşamını kolaylaştıran, insan ömrünü uzatan ve zeka kapasitemizi çoğaltan teknolojiyi, daha güzel bir dünya için kullanmak ve geliştirmek de mümkün.

Büyük Değişimin diğer alanlarını da tartıştıktan sonra, değişimin yol açacağı muhtemel gelecekleri tartışacağım.

 •  1 comment  •  flag
Share on Twitter
Published on July 30, 2022 06:09

July 29, 2022

Büyük Değişim – (1) Demografi

İnsanlık tarihinin en tuhaf dönemlerinden birinde yaşıyoruz. Encyclopædia Britannica’ya dayanarak verilen bilgilere göre:

Paleolitik Çağ’da (Erken Taş Devri’nde) 15 yaşında kadar yaşama olasılığı ` idi. 15 yaşına gelenlerin tahmini ömrü ise 54, bütün bireylerin ortalama yaşam süresi 24-33 idi.

Ortaçağın başlarına kadar bu istatistik küçük değişimler gösterse de, 20 yaşına kadar yaşama olasılığı hemen hemen P idi. 20 yaşına geldikten sonra tahminen 30 yıl daha ilave yaşam ile, tahmini ömür süresi 50 civarındaydı. Bütün bireyler dikkate alındığında ortalama yaşam süresi ise 35’i aşmıyordu.

İnsanların uzun ömür yaşayabilmesi için önce doğumdaki, daha sonra da çocukluktaki tehlikeleri atlatması gerekiyordu; ancak bu durumda bile en fazla 50-55 yaşlarına kadar yaşayabiliyorlardı. 60’lar, 70’ler istisna kabul ediliyordu.

Bu istatistik 20. yüzyılın başlarında değişmeye başladı. Canlılığın ne olduğunun anlaşılması, hastalıkların nedenlerinin öğrenilmesi, tıptaki ilerlemeler, çevresel koşulların iyileştirilmesi, hijyen ve yaşam konforunun yaygınlaştırılması sonucu doğumda ve çocuklukta ölüm riski azaldı, ortalama yaşam süresi Avrupa, Kuzey Amerika, Okyanusya ve Japonya’da 60’a yükseldi.

Günümüz dünya genelinde bebek ve çocuk ölümlerinin önemli ölçüde önüne geçildiği gibi ortalama erkek ömrü 71’e, ortalama kadın ömrü 76’ya yükselmiş durumda. Gelişmiş ülkelerde doğumda beklenen yaşam süreleri 80’lerin de üzerinde (Hong Kong 85.3), gelişmemiş ülkelerde bile insanlığın binlerce yıllık yaşam süresinin üzerine çıkıldı (Orta Afrika Cumhuriyeti 54)

İnsan toplumlarında bir yüzyılda aşağı yukarı üç kuşağın yaşadığı varsayılır. Günümüze gelene kadar belirli bir zaman kesitinde, bu üç kuşağın çoğunlukla ikisi aynı anda bir arada yaşıyor, birinci ve üçüncü kuşak ya aynı anda yaşamıyor, ya da çok kısa bir süre için bir arada bulunabiliyordu. Pek çok toplumda yeni doğanlara, dedelerinin ismi veriliyor, devamlılık böyle sağlanıyor, “ataların ruhu” bu şekilde yaşatılıyordu. Günümüzde ise dört kuşağın aynı anda yaşaması artık istisna olmaktan çıktı. Pek çok büyükbaba ve büyükanne çocuklarının torunlarını görebiliyor, hatta onlar belli bir yaşa gelene kadar da yaşamaya devam ediyor.

Sadece on binlerce yıllık kültürel evrimimiz değil, aynı zamanda son bir kaç yüzyıllık toplumsal yapımız da, dört kuşağın bir arada yaşamasına, hatta daha ileri giderek yaşlı bireylerin toplumların ve bireylerin kaderlerini doğrudan etkileyecek karar mekanizmalarının başında olmasına uygun değil.

Yaklaşık 620 yıl saltanat süren 35 Osmanlı padişahının toplam yaşam süresi ortalaması 52.6 idi. Ortalamayı yükseltenler ilk üç padişah (Osman 70, Orhan 81, 1. Murat 65) ve son 3 padişahtır (2. Abdülhamit 76, 5. Mehmet 74, 6. Mehmet 68) XIV-XVIII. yüzyıllara arasındaki yaklaşık 400 yıl boyunca saltanat koltuğunda oturan padişahların toplam yaşam süresi ortalaması 48.5’dir.

Oysa günümüzde dünyanın en önemli ülkesi olan Amerika’nın başında 80 yaşındaki Joe Biden var. Rusya’nın lideri Putin 70, Çin’in lideri Xi JinPing 69 yaşında. Siyaseti geçen sene bırakan Almanya şansölyesi Merkel 67 yaşındaydı. Japonya başbakanı Fumio Kishida 65, geçen hafta istifa eden İtalya başbakanı Mario Draghi 74 yaşında.

Dünya tarihinin bu kadar kritik bir dönemecinde karar mekanizmalarının başında, kültürel formasyonları yaklaşık 40-50 sene önce oluşmuş bir siyasetçiler kuşağının olması, dört nesilden insanların bir arada yaşadığı toplumların yönetime katkısı anlamında ciddi bir sorun teşkil ediyor.

Ancak demografik sorun, çok farklı yaş kuşaklarının bir arada yaşamasından ibaret de değil. İnsanlık tarihi boyunca insan toplumları nispeten homojen topluluklar halinde yaşadılar. Sadece imparatorluk başkenti olan Roma, İstanbul, sanayi döneminde ise Londra, Paris, Berlin, New York gibi kentler kozmopolit topluluklardan oluşuyordu. Oysa günümüzde dünyanın neredeyse bütün önemli şehirleri, çok farklı kültürlere sahip yüzbinlerce insana ev sahipliği yapıyor. Yaklaşık 100-150 yıl öncesine kadar insanların çok büyük çoğunluğu, bütün ömrü boyunca kendi kabilesi ve hemşerileri hariç pek az insanla karşılaşıyordu. Bu insanların tamamına yakını tanıdıktı, iletişim halinde olunan bir insandan ne beklenip beklenmeyeceği biliniyordu. Sıradan bir insan bütün ömrü boyunca birkaç yüz insan tanırdı. Oysa günümüzde doğrudan veya dolaylı iletişim kurulan insan sayısı yüzbinleri geçti. Orta büyüklükte bir kentte yaşayan herhangi bir insan, büyükbabasının bütün ömrü boyunca gördüğünden fazla insanı bir tek günün içinde görüyor. Fikirlerini, gündelik yaşamındaki davranışlarını ve kararlarını, sadece bu insanlara göre de değil, televizyon, internet, sosyal medya gibi modern iletişim araçları vasıtasıyla haberdar olduğu çok uzaktaki insan ve toplumlara göre de ayarlamak zorunda kalıyor. Toplumların yüzbinlerce yıllık kültürel evrimi, bir yüzyıl içinde ortaya çıkan bu olağanüstü çeşitlilikle baş etmeye de müsait değil.

Yukarıda sözü edilenlere ilaveten modern insan, bir kaç nesil önceki atalarından farklı olarak her gün yaşamını doğrudan veya dolaylı etkileyecek kararlar vermek zorunda; bu kararlar gündelik yaşamla ilgili olabileceği gibi (bugün hangi kıyafeti giyeyim, işe hangi vasıtayla gideyim, akşam ne yiyelim, evi ne zaman boyatayım, bankadaki parayı nasıl değerlendirmeliyim) içinde yaşadığı toplumla, ülkeyle, hatta dünyayla da ilgili olabilir (eş seçme, para havale etme, çöp ayrıştırma, düşük enerji tüketen elektronik eşya alma, bağışta bulunma, gazete/dergi alma, seçimlerde oy kullanma). Oysa binlerce yıl boyunca insanlar neyi, nasıl yapacakları konusunda pek az kafa yormuşlardı. Hayat basit ve tekdüzeydi. Eş seçimi, çocuk yapma konuları bile kişisel tercihlere bağlı değildi. İnsanlar yaşıyor, ölüyor, çok nadiren bir karar vermek durumunda kalıyorlardı.

Modern yaşamın bir başka sorunsalı, insanların çok geniş bir kimlik yelpazesi içinden “modern kimlikler” kuşanması zorunluluğudur. Toplumsal ilişkiler karmaşıklaştıkça, bu ilişkiler içindeki pozisyonlara bağlı olarak kimlikler ortaya çıkar, kuşanılan kimlik insana belli bir davranış kalıbı dayatır. Geçmiş yüzyıllardan farklı olarak günümüz insanı bir kent kimliği (Rizeli, Karslı, Dersimli), bir etnik kimlik (Çerkez, Bantu, Uygur), bir ulusal kimlik (Çinli, Alman, Rus) ile tarif edilmek durumunda. Bu kimlikler, geniş bir siyasal tercihler yelpazesinden alınan kimliklerle birleşir (muhafazakar, liberal, sosyalist), bazen özel bir duyarlılıkla harmanlanır (hayvan sever, çevreci, tebliğci), bu kimliklerden bir amaç devşirilir (açık toplum, İslami bir düzen, eşitlikçi bir düzen) ve bu bir siyasal tercihe dönüşür. Siyasal tercihleri, kimlik(ler)i ve ütopyaları olan birey, insanlık tarihinde yenidir. Geçmiş yüzyıllar boyunca bu kimlik ve aidiyetlerin hiç biri yoktu; insanlar soyları, köyleri, bağlı oldukları din ve haraç verdikleri efendi veya kralla tarif ediliyorlardı.

Modern yaşam ve çalışma dünyası, milyonlarca yıllık biyolojik ve yüzbinlerce yıllık kültürel evrime de uygun olmayan bir yaşam tarzı doğurdu: Ayakkabı giymek, uzun saatler boyunca oturmak, yumuşak yastıklara dayanarak uyumak, diğer insanlarla göz teması olmadan iletişim kurmak, yazılı metinlerin ana fikrini anlamaya çalışmak, çok farklı saat dilimleri ve iklimler arasında hızlı seyahat etmek, düzenli çalışma saatlerine uymak, bireysel eğlenceler, oyunlar, sanal gerçeklik, vs.

Modern toplumların yönetime katılması da insanlık tarihinde yenidir. Yüzbinlerce yıl boyunca toplumları yöneten soylular, din sınıfı, krallar, sultanlar, padişahlar tebaalarının yönetime katılmasına izin vermemiştir. Kararlar saray divanlarında, soylu senatolarında, ekümenik konsillerde, dayanışma meclislerinde alınmış, sıradan insandan bu kararlara uyması istenmiştir. Modern toplumlarda ise, en baskıcı yönetimler bile halkoyuna başvurmak ve onay almak zorunda. Demokrasi yaygın ve genel kabul gören bir yönetim şekli. Halkın karar ve tercihlerini sınırlayan rejimler bile demokratik olma iddiasında ve geçmiş yüzyıllara baktığımızda gerçekten de göreceli olarak öyleler. Ancak bu durum, sıradan insanlara bir görev yüklüyor aynı zamanda: Bir siyasal heyet, siyasal program seçerken, bir referandumda tercihte bulunurken ve seçilmişleri denetlerken, gerektiğinde protestolar, genel grevler, boykotlar ve diğer demokratik eylemlerle uyarırken dikkatli olmak, iyi düşünmek, doğru kararlar vermek zorundalar. Ülke yönetimine katılmak çok ciddi bir sorumluluk ve bu sorumluluğu önemsememenin maliyeti de çok büyük.

21. yüzyılın toplumları, dünyadaki bu büyük demografik, kültürel, sosyolojik değişimin daha da ileri bir aşamasında yaşıyorlar. İlerleyen teknoloji daha karmaşık bir uygarlığa yol açarken, sorunları da ağırlaştırdı. Bu sorunları ve bu sorunların yol açabileceği muhtelif gelişmeleri, ekonomik, kültürel ve teknolojik değişimi de incelediğim bölümleri yazdıktan sonra tartışacağım.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 29, 2022 03:43

March 26, 2022

Savaş ve Barış

Savaşlar kötüdür.

Eğer savaş hakkında bir yargıya varmak istiyorsak, yukarıdaki tek cümle yeterlidir. İnsanların öldüğü, fiziksel ve ruhsal sakatlıklarla yaşamaya mahkum olduğu, maddi varlıkların tahrip edildiği, sivillerin ve özellikle de çocukların, hastaların, yaşlıların ve kadınların doğrudan ve ağır bir şekilde etkilendiği, en temel ihtiyaçlara ulaşılamayan savaşlara olumlu anlamlar yüklemek kolay değil; özellikle de yaşadığımız çağda…

Savaşların Can Maliyeti

Ancak ne kadar olumsuz nitelik taşırsa taşısın, savaşlar bir gerçeklik ve insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası. Britannica Ansiklopedisi, Truva Savaşı’ndan günümüze kadar tarihteki savaşların bir listesini veriyor. Liste 17. yüzyıldan itibaren yoğunlaşmaya başlıyor. Savaşların sayısı 20. yüzyılda tepe yaptıktan sonra, hızla azalıyor. Britannica ansiklopedisine göre 21. yüzyılın ilk çeyreğinde sadece üç kayda değer savaş var: Afganistan Savaşı, Irak Savaşı ve Suriye İç Savaşı. Wikipedia, Britannica Ansiklopedisinin kayda değer bulmadığı daha küçük ölçekli savaşları da zikreden daha ayrıntılı bir liste veriyor ki bu liste, Yemen İç Savaşı, Libya İç Savaşı, Nijerya’da Boko Haram’a karşı verilen savaş gibi, ciddi kayıplara neden olanları da içeriyor.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaş, yukarıdaki kanlı listeye eklenen yeni bir savaş oldu. Bu savaşın detaylarına biraz daha yakından bakmadan önce Vox’ta Our World in Data sitesine referansla yayınlanan son 600 yıldaki savaşlardaki can kayıplarına göz atalım:

Savaşlarda 1600 ile 1900 yılları arası düşme eğiliminde olan can kaybı, iki dünya savaşının yaşandığı 1914-1945 arasında yeniden artıyor ve o tarihten itibaren de dramatik bir şekilde azalma eğilimine giriyor. Grafik can kayıplarının sayısını değil, 100 bin kişiye düşen can kaybı oranını gösteriyor. Buna göre, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında askeri ve sivil ölüm sayısı toplamının oranı 2.000/100.000’i aşmış. Başka bir deyişle o dönemde yaşayanların yüzde ikiden fazlası, yaşamını savaşa bağlı nedenlerle yitirmiş. Daha kesin rakamlarla konuşmak gerekirse:

1918 yılında dünya nüfusu yaklaşık 1.8 milyar, 1. Dünya Savaşındaki askeri ve sivil ölüm sayısı yaklaşık 40 milyon. Savaşta ölenlerin 1918 nüfusuna oranı %2.2.1945 yılında dünya nüfusu yaklaşık 2.5 milyar, 2. Dünya Savaşındaki askeri ve sivil ölüm sayısı yaklaşık 80 milyon. Savaşta ölenlerin 1945 nüfusuna oranı %3.2.Günümüzde dünya nüfusu yaklaşık 8 milyar ve savaşlarda ölüm oranı 100 bin kişide 0.2’ye, yani 1 milyonda 2’ye geriledi.

Yukarıdaki istatistiki verileri, ülkenizin savaşa girmesinden bağımsız olarak savaşa bağlı nedenlerle ölme olasılığınız olarak değerlendirirseniz, büyük büyük ebeveynlerinizin ölüm ihtimali %2-3 civarındayken, sizin savaşa bağlı nedenlerle ölme olasılığınız sadece bir milyonda 2. Dolayısıyla sadece çok uzun ve istikrarlı bir barış döneminde yaşamıyoruz, aynı zamanda bu çağda, salgın hastalık, açlık, yokluk, yoksulluk gibi, savaş da ölüm nedenleri içinde büyük bir yer tutmuyor.

Ancak bu tablo yavaş yavaş değişiyor. 2020 yılında başlayan ve halen etkisini yitirmeye başlasa da tamamen ortadan kalkmamış olan kovid salgını, salgına bağlı ölüm ihtimalimizi küçük de olsa arttırdı. Ukrayna savaşının ise nereye evrilebileceği henüz belirsiz; çok yaygın ve kapsamlı bir savaşın epey erken aşamalarında olabileceğimiz gibi, beklenmedik ölçüde kısa sürecek bir işgalin en kötü aşamasını geçmiş de olabiliriz.

Savaşların fırsat maliyeti

Yukarıda en kötü iki örneği, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını referans alarak savaşların can maliyetine göz attık. Bir de fırsat maliyetine bakalım:

Yazıya, savaşlar kötüdür diye başlamıştım. Sanırım bu, hangi toplumda yapılırsa yapılsın, bütün kamuoyu anketlerinde ezici bir çoğunlukla üzerinde uzlaşı sağlanacak bir nitelemedir. Ancak insanların ezici çoğunluğu savaşların kötü olduğunu düşünse de, savaşlar, sadece geçmişin sevimsiz bir hayaleti değil; günümüzde bütün ülkeleri, tedbir almaya ve ülke kaynaklarının bir kısmını askeri harcamalara ayırmayı zorlayan bir gerçeklik.

2019 yılında askeri harcamaları en yüksek iki ülke Amerika ve Çin. Amerika 731 milyar $ harcaması ile en yakın rakibi olan Çin’in 2.8 katı kadar para harcıyor. 2019 yılı itibarıyla Rusya’nın harcamaları 65.1 milyar $ ile ABD’nin %8.9’u kadar, Suudi Arabistan’ın 61.9 milyar $, Türkiye ve İsrail’in 20’şer milyar $ ve dünyaya büyük bir tehdit gibi sunulan İran’ın 12.6 milyar $ harcama yaptığına bakarak, dünyanın en tehlikeli ve çatışmalı coğrafyası olan Ortadoğu’nun dört önemli ülkesinin ve Rusya’nın toplam harcamalarının ABD’nin askeri harcamasının dörtte biri bile etmediğini de not edelim.

PGPF.org sitesindeki veriler daha da çarpıcı sonuçlar veriyor: ABD’nin 2020 askeri harcamalarının, diğer ülkelerle karşılaştırmasına göre ABD kendisini takip eden 11 ülkenin tamamından daha fazla askeri harcama yapıyor. Bu harcamaların ABD GSYiH’sına oranı, Soğuk Savaş döneminde %6-7 oranında iken, bugün %4 civarında. Bu oran, Rusya hariç diğer bütün ülkelerden fazla. Örneğin Çin, GSYiH’sının %1.74’ünü, Birleşik Krallık, Kanada, Fransa, %2-2,5, Japonya %1’ini askeri harcamalara ayırıyor.

iisd.org sitesinde yer alan 2016 tarihli bir rapora göre 800 milyon insan açlık sınırının altında yaşıyor. Bunların 90 milyonu beş yaş altı çocuk. Yıllık 11 milyar $’lık bir bütçe, 2030 yılına kadar yeryüzünde açlığı sona erdirmek için yeterli. Bu bütçenin 7 milyar $’lık kısmını açlıkla boğuşan ülkeler kendi bütçelerinden karşılayabiliyor. Bu ülkelere her yıl toplam 4 milyar $ yardım yapılması yeterli olacak.

Nature dergisinde yer alan bir habere göre, yoksul ülkelere küresel iklim değişiminin sonuçları ile baş etmek için yapılacak yıllık 100 milyar $’lık bir kaynak, hem küresel iklim değişimi ile mücadeleye güç katacak, hem de iklim krizinin yıkıcı sonuçlarını engellemek yolunda ciddi bir katkı sunacak. Habere göre zengin ülkeler 2009 yılında bu sözü de vermişler. Ancak söz tutulmamış.

Bir başka rapora göre, iklim değişimini engellemek için yapılan harcama toplamı 2019/2020’de 321 milyar $ olmuş. Bu harcamanın önemli bir kısmı, devletlerle beraber Birleşmiş Milletler tarafından karşılanmış. Ancak özellikle ABD’nin ayak sürümesi sonucu, harcamalar istenen düzeyde artmamış.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. 2021 yılı itibarıyla dünya genelindeki toplam askeri harcamalar 2 trilyon $’a ulaşmış durumda. Bu harcamaların yarısının açlık, yoksulluk, eğitimsizlik, göçmen sorunları, sağlık gibi alanlara yöneltilmesinin gezegenimizi cennete çevireceğini, yeryüzündeki canlı yaşamı tehdit eden iklim krizini sonlandıracağını söylemeye gerek yok. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının dünyada askeri harcamaları daha da arttıracağı kesin.

Ancak çok ilginç bir paradoksla karşı karşıyayız: Yeryüzünde son 600 yılın en barışçı dönemi yaşanır ve savaşa bağlı ölümler tarihin en düşük seviyelerinde seyrederken bu kadar yoğun askeri harcamanın nedeni ne?

Yazının bu aşamasından sonra, silahlanmanın “ekonomisini” bir tarafa bırakıp “anatomisi” ile ilgili düşüncelerimi aktaracağım. Yazının sıkıcı akışından ve yorucu ritminden sıkılan okuyucuya, genel geçer ezberler dışında bir düşünme çağrısıdır bu.

21. yüzyılda savaş

Rus askerleri Ukrayna’ya girer girmez, başta Avrupa olmak üzere önce çok gürültülü bir “savaşa hayır” kampanyası başladı. Elbette savaşa karşı çıkmanın eleştirilecek bir yanı yok, ancak yeryüzünde savaş olgusu yaklaşık yirmi senedir en vahşi görüntüleriyle yaşanıyor. Daha yakın zamanda Afganistan’da savaştan ve Taliban yönetiminden kaçmak üzere uçaklara tutunan insanlar gördük. Sınırlarımızın yanı başında Azerbaycan-Ermenistan savaşının dumanı tütüyor. Suriye iç savaşı on yılı aşkın bir süredir devam ediyor ve bu savaşta o kadar zalimce öldürmelere tanıklık ettik ki, insanlığımızdan utandık. Irak coğrafyasında 20 yıldır devam eden bir savaş var. Daha yakın bir zamanda, ülkenin muhtelif yerlerinde konuşlanmış yabancı askeri güçlere, bir de terörist örgüt, IŞİD katıldı. Biraz öteye gittiğimizde Yemen ve Libya’da devam eden savaşlar var. Doğu komşumuz İran’ın doğrudan bir askeri müdahaleye muhatap kalmasa da, sık sık siber ataklara maruz kaldığını biliyoruz.

Geçen hafta ölen, eski dışişleri bakanı Madeleine Albright’ın “Irak’a uygulanan ambargo sonucu yarım milyon çocuk öldü, buna değdi mi?” sorusuna verdiğizor bir seçimdi, ama buna değdiğini düşünüyorum” sözü pek çok şeyi açıklıyor olsa gerek. Birincisi ABD, egemen bir ülkeye saldırma hakkını sadece kendisine ait görüyor ve dünya kamuoyu da zımni olarak bunu kabul ediyor. İkincisi, fail ABD ve koalisyon ortakları olunca yarım milyon çocuğun ölümüne yol açmak, özellikle de bu çocuklar Ortadoğulu ise, bir insanlık suçu kabul edilmiyor, ancak daha savaşın ilk ayı bile dolmadan, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in savaş suçlusu ilan edilmesi normal kabul ediliyor. Üçüncüsü, Avrupa Birliği veya NATO üyesi olmadığı halde, yabancı ülkelerden aldığı askeri yardımlarla neredeyse koskoca bir askeri üsse dönüşmüş olan Ukrayna’nın durumu normal kabul edilirken, bu askeri yığınağı kendisine tehdit olarak gören Rusya’nın tutumu savaş suçu olarak niteleniyor.

Burada bir başka soru daha var: İki okyanusla çevrili güvenli bir coğrafyada yaşar ve sadece iki ülke ile kara sınırı varken, bu iki ülkeden biriyle, Kanada’yla hiç savaşmamış, diğeriyle, Meksika’yla en son 174 yıl önce savaşmış ABD’nin bu ölçüde silahlanmasının nedeni nedir? Dahası, dünya kamuoyu bu silahlanmayı ne şekilde algılamakta ve kabul etmektedir? İlk sorunun cevabı basit: ABD savunma amacıyla değil, dünyada kendi egemenliğine dayalı düzeni korumak için silahlanıyor. Bu düzene yönelik tehdit nereden gelirse gelsin, oraya müdahale etme hakkını kendinde görüyor; bu müdahalenin doğrudan ya da dolaylı sonucu yarım milyon çocuğun ölümü bile olsa. İkinci sorunun cevabı biraz daha zor: Dünya kamuoyunun bir kısmı ABD’nin aşırı silahlanmasını dünya barışı ve elbette kendi rahatı ve güvenliği için bir gereklilik ve güvence olarak görüyor, diğer yarısı ise tehdit. ABD’nin dünya jandarmalığı rolünden en çok faydalanan ülkeler, Kanada ve Birleşik Krallık. Avrupa ülkeleri bu konuda net değil; Rusya’ya coğrafi olarak daha yakın olanlar ABD’yi bir güvence olarak görürken, daha uzaktaki ülkeler en azından ateşli militan olmamayı tercih ediyor. Avrupa’nın iki önemli ülkesi olan Fransa ve Almanya ise renk vermiyor; bir taraftan ABD’ye hem askeri, hem de mali bağımlılık nedeniyle bu aşırı silahlanmaya sessiz kalıyor, diğer taraftan biraz da ABD zorlaması ile AB’ye dahil edilen eski sosyalist blok ülkelerinin aşırı Amerikancı tavırlarından rahatsızlık duyuyorlar.

ABD’nin aşırı silahlanmasından, egemenlik alanını sürekli genişletmesinden rahatsız olan ülkelerin başında eski süper güç Rusya ve yeni süper güç adayı Çin geliyor. Bu iki ülke, kendileri gibi kalabalık nüfusları, dünya ekonomisinde artan etkileri ve hammadde kaynakları ile birer dünya gücü olma hayali kuran Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeleri de yanlarına çekmeye çalışıyor.

Karşımızdaki küresel rekabetin görünümü kabaca böyle. Ülke halklarının pozisyonu ise biraz daha karmaşık. Avrupa halkları genel olarak yaşam standartlarından da, her ne kadar içi boşaltılmış olsa da sosyal devletlerinden ve demokrasilerinden de, yetmiş yılı aşkın bir zamandır barış içinde yaşamaktan da memnun. En önemli tehdit olarak gördükleri göçmen akımlarını durdurmaya çalışıyorlar. Amerika’ya bu göçmen akımlarını tetikleyen operasyonları nedeniyle kızgın olsalar da, genel olarak memnun oldukları düzenin bekçiliğini yapan ABD’den bir şikayetleri yok: Avrupa’daki tatlı hayatın maliyeti, yarım milyon Iraklı çocuk da olsa, fırtınalı denizlerde perişan edilmiş ülkelerinden kaçmaya çalışırken boğulup ölen göçmenler de olsa… Bu anlamda Ukrayna’daki bir savaş elbette daha korkutucu, çünkü bir ayın içinde iki milyon göçmen, Rusya’nın steplerinden yola çıkmış korkutucu Rus ordusunun önünden kaçıyor; nükleer silahlarını kullanma tehditleri savuran Putin Avrupa’daki bu tatlı hayatları tehdit ediyor. “Savaşa karşı” olmanın gerisinde ne yazık ki bu tip bencilce beklenti ve kaygılar var.

Çin, Hindistan gibi kalabalık ülkelerde Ukrayna Savaşı’na yönelik değerlendirmeler, Avrupa’dan farklı. Hindistan yönetimi tarafsız kalmayı tercih ederken, Hindistan halkının bu savaşa çok da ilgi göstermediğini zannediyorum. Asya halklarının görüşünü yansıtan Güney Kore menşeli Asian Boss you tube kanalının sokak röportajları ilginç: Çin ve Kazakistan‘da yapılan sokak röportajları bir gösterge ise, bu ülkelerde Rusya ve Ukrayna savaşına yönelik bakış Avrupa’dan çok farklı. Her iki ülkenin insanları da, öncelikle kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirme yapıyor. Çinliler de, Kazaklar da bu savaşa taraf olmanın kendi çıkarlarına uygun olmadığı fikrinde. Diğer taraftan Avrupa ve Amerika’da Ruslara yönelik, ırkçılığa varan ölçüde tepki bu ülke halklarında yok. Daha yaşlı olanlarda sempati, gençlerde biraz daha mesafeli bir duruş veya antipati hemen görülüyor. Burada önemle not etmek gerekir ki, Asyalı toplumlar, Batı medyasında gösterildiği gibi, kendi iradesini “diktatörlere”, yönetimlere, partilere teslim etmiş değiller. Tam tersine, kendisiyle röportaj yapılanlar, sorulara son derece tutarlı, mantıklı ve dirayetli cevaplar veriyor. Asyalıların “yöneticilerinin onlara ezberlettiğini tekrarlayan papağanlar” olduğu propagandasının – en azından bu röportajlarda – bir karşılığı yok.

Savaşın Anatomisi

Yazının en başındaki tek cümlelik yargıdan ilkesel olarak ayrılmamakla beraber, romantik bir hümanizm anlayışı ile gerçekten kopmak yerine, yüzyıllardır insan topluluklarının olduğu her yerde ve her dönemde hüküm süren savaş gerçeğine çeşitli boyutlarıyla bakmaya, savaşın “anatomisini” anlamaya çalışalım.

Çağımızdan 2500 yıl önce yaşamış bir Çinli komutan olan Sun Tzu’ya atfedilen Savaş Sanatı isimli eser yüzyıllardır okunuyor, okutuluyor, klasikleşmiş bir eser olarak sadece askerlik alanında değil, pazarlamadan, finansal alım satıma, kişisel gelişimden işletme/yönetim bilimlerine kadar çok geniş bir alanda çalışan insanların da ilgisini çekiyor. Sun Tzu bu eserinde sayısız tavsiyede bulunuyor ve birbirinden farklı pek çok durumda savaşı kazanmak için neler yapmak gerektiğini anlatıyor. Kitabın askerlik dışındaki alanlardan ilgi görmesinin nedeni basit: Prusyalı asker Carl von Clausewitz’in yaklaşık üç yüzyıl önce isabetle tespit ettiği üzere savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır. Dolayısıyla birbiri üstünde üstünlük veya avantaj sağlamak isteyen birden fazla insanın, topluluğun veya ulusun arasındaki ilişki, pekala savaş kavramları ile formüle edilebilir. Fiziksel şiddete dayalı savaş, mücadelenin belki de en ilkel, ancak en etkili yoludur.

Özellikle 17. yüzyıldan sonra dünyada askerliğin biçimine, doğasına ve uygulamasına yönelik köklü anlayış değişimleri oldu. Daha önceki yüzyıllarda savaş genellikle, paralı askerlerin mücadelesidir. Askerleri savaştıkları tarafa bağlayan en önemli motivasyon kendilerine vaat edilen maddi varlıklardır. Maaşlı askerlik veya savaş kazanıldıktan sonra yağmadan alınacak pay, boyun eğdirilen halklardan toplanacak haraç veya kurulacak yeni yönetimde kazanılacak paye, eski zaman savaşlarındaki temel motivasyon nedeni idi. Savaşlar bir dini yüceltmek ve yaymak amacıyla icra ediliyor olsa bile, özünde insan doğasının açgözlülüğü, hırsları ve kazanç beklentileri yatar. Kutsal toprakları kurtarmak için yola çıkan Haçlı orduları da, İslam dinini yaymak için cihada yönelen Müslüman orduları da, ilk dalgadaki idealist beklentilerin ardından, yağma, öldürme ve katliam gibi vahşet dolu sonlara mahkum olmuştur. Elinde silah tutan bir insan her zaman ve herkes için tehlikelidir. Bu insanlar kalabalıklar halinde bir ordu olduklarında daha da tehlikelidir. Çünkü şiddet insan doğasında vardır ve insan, nefsinin taleplerini karşılayamadığı zaman vahşi hayvan sürüsü gibi davranır.

Yakın zamanlarda, modern ulusların ortaya çıkışı ile beraber, uğruna savaşılacak, gerekirse ölünecek bir yurt/vatan kavramı doğdu ve askerlik bir yurttaşlık görevi olarak tatbik edilmeye başladı. Ancak savaş, özünde şiddet ve vahşet barındırdığı için ne kadar kutsal amaçlar için icra edilirse edilsin, her zaman insan onuruna aykırı sonuçlar doğurdu. Kutsal yerleri kurtarmak için Avrupa’dan yola çıkan Haçlı orduları, daha kutsal topraklara ulaşmadan Avrupa’da Yahudilere, Bizans topraklarına girdikten sonra kendi dindaşlarına yönelik katliamlar yapmaya başlamış, yer yer yamyamlığa varan ölçüde vahşet uygulamışlardı. Konstantinopolis’in bütün varlıkları yağmalanmış, kent tarihinin en büyük yıkımı yaşanmıştı. 2. Dünya Savaşı’nda anavatan savunmasında milyonlarca yurttaşını yitiren Sovyet Kızıl Ordusu, Nazileri püskürtüp Berlin’e yöneldiğinde, Almanların başkentine ulaşana kadar on binlerce kadına tecavüz ederek ilerlemişti. Kızıl Ordu dünyayı Nazi belasından kurtarmış, ancak geride on binlerce tecavüze uğrayarak onuru kırılmış kadın, sayısız babasız evlat bırakmıştı. Savaş, ne kadar kutsal amaçlarla icra edilirse edilsin böyle bir insanlık suçudur.

Doğasındaki vahşete ve ne kadar önlenmeye çalışılırsa çalışılsın barındırdığı potansiyel suçlara karşılık savaş, belli kurallar içinde icra edilmek zorundadır. Satranç oynayan bir oyuncu, rakibine taş kaptırdığında ona neden tokat atmıyorsa, savaşta da mevzi kaybettiğinde kin ve nefretle yaklaşmamalıdır. Mustafa Kemal’in İstiklal Savaşı’nda esir aldığı düşman ordularının kumandanı Trikopis’i, askerliğin şerefine uygun olarak saygıyla karşılamasının ve kendisiyle medeni bir şekilde sohbet etmesinin nedeni budur. Trikopis işgalci bir ordunun kumandanıdır ve askerleri hırsızlıktan tecavüze sayısız suça karışmıştır. Ancak Mustafa Kemal Trikopis’e gerekli saygıyı göstermiştir.

Uluslararası Savaş Hukuku, uluslararası hukukun bir parçasıdır ve savaşı belli kurallara bağlamıştır. Yaralanmış, teslim olmuş, esir düşmüş bir asker artık bir savaşçı değildir; işkence göremez, canına kastedilemez. Savaşta belli silahlar kullanılamaz, sivillere yönelik saldırı düzenlenemez, vs.. Bu nedenle dünyanın bütün ülkelerinde askerlik mesleğini icra edenler barbar savaşçılar olarak değil, saygın bir meslek erbabı olarak görülürler. Esirlere işkence eden, onları -sadece asker oldukları için – idam eden, öldürdüğü askerden ele geçirdiği kişisel telefonla ölünün ailesini arayarak sadist duygularını tatmin edenler savaş suçu işlemektedir.

Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş bu bağlamda değerlendirilmelidir. Her iki taraf da savaştığı için değil, eğer Uluslararası Savaş Hukukunu çiğniyorlarsa suçludurlar. Bir ülkenin, bir başka ülkeyi işgale girişmesi, başka bir deyişle siyasetin en şiddet ve vahşet içeren araçlarıyla boyunduruğuna almak istemesi elbette hoş görülecek, anlayışla karşılanacak bir girişim değildir. Ancak herhangi bir askeri müdahaleyi sadece bu çerçeveden değerlendirmek de gerçekçi değildir. Sun Tzu’nun Savaş Sanatı kitabı, yüzyıllar sonra da geçerlidir ve bu çerçevede saldırı kendi başına bir suç değildir.

Konuyu Rusya-Ukrayna savaşı bağlamında değerlendirmek gerekirse, gerçekçi bir bakışla görülen şudur:

Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra hızla güç kaybeden bir ülkedir. 1990’larda yaşadıkları trajediler, yaşayan nesillerin hafızasında tazedir. “Hür ve demokratik dünyanın bir parçası” olmak yoluna çıkmış, 1930’ların Büyük Buhranından bile daha derin bir ekonomik küçülme yaşamak zorunda kalmıştır. Halkın @’ının geliri açlık sınırının altına gerilemiş, ülkenin varlıkları IMF’in Şok Doktrini uyarınca özelleştirme ve piyasalaştırma baskısı ile yağmalanmış, yurt dışına kaçırılmıştır. Ülkenin çok iyi yetişmiş ve eğitimli iş gücü, onur kırıcı işlerde çalışma pahasına yurt dışına göç etmek zorunda kalmıştır. SSCB’nin dağılmasından hemen önce verilen “NATO Sovyet cumhuriyetlerine genişlemeyecek” sözü tutulmamıştır. Rusya’yı çok yakından ve doğrudan tehdit edecek şekilde NATO genişlemesi, sınır komşularının bir cephanelik boyutlarında silahlandırılması, Rusya müttefiki ülkelerde renkli devrimler, bu ülkelere Amerika’dan vali atamaya varan açık tehditler, Rus etnisitesine karşı asimilasyon ve katliam girişimleri, nihayetinde eski bir süper gücün mirasçısı olan Rusya için hazmedilmesi imkansız girişimlerdir. Rusya’nın dünya sistemi içinde yer alabilme adına attığı adımların yok sayılması ve Amerika’nın Rusya’yı Avrupa’ya bir tehdit olarak göstermesi (gerçek ya da değil) 2022 yılındaki askeri işgal girişimine giden yolları döşemiştir.

Başta Ukrayna olmak üzere, eski sosyalist blok ülkelerinin Rusya ile aralarına mesafe koymak istemesi normaldir. Yarım yüzyıla yakın bir süre boyunca, Rusya’nın gölgesinde yaşamak, ulusal tercihlerin yok sayılması, ulusal kimlikler üzerinde asimilasyon uygulanması, Macaristan ve Çekoslovakya örneklerinde olduğu gibi yerel liderlerin yargılanması, cezalandırılması, öldürülmesi bu ülkeleri Rusya’ya karşı ciddi önlemler almaya sevk ediyor. Doğu Avrupa ülkelerinin tamamına yakını Avrupa Birliği’ne üye olmak ve Batılı üye halklar gibi zengin olmak istiyor. Bir kısmı muradına erdi, Ukrayna ise muradına eremediği gibi, 1991’deki GSYiH’sı seviyesinden bir türlü uzaklaşamadı, ekonomik gelişme ve kalkınma sağlayamadı. Ülkenin doğusu ile batısı arasındaki kültürel, etnik ve siyasal farklılıklar bu ülkeyi sürekli bir politik/ekonomik çıkmazda tuttu. ABD ve AB’nin Ukrayna’ya sürekli ve doğrudan müdahaleleri, yerel politikacılarla kirli ilişkiler, iddialar doğruysa Ukrayna’nın Oğul Biden tarafından finanse edilen bir biyolojik laboratuvar alanına dönüştürülmesi gibi nedenler, ülkeyi bağımsız ve egemen bir ülke olarak değil, egemenliğini kaybetmiş bir uzak uydu gibi görmeyi gerektiriyor.

Avrupa’nın diğer ülkeleri açısından, Orta doğulu yoksul halklara layık görülen, savaş ve mültecilik gibi olguların hemen kapısına dayanmış olması elbette kaygı vericidir. “Sarışın, mavi gözlü insanlar ölüyor” biçiminde tepki verilmesi de sıradan bir gaf değil, bilinçaltını yansıtması bakımından dikkat çekicidir.

Sıradan Ukraynalılar için, ülkelerinin büyük güçlerin çatışma alanına dönüşmesi ve öfkeli komşularının orduları tarafından işgale uğraması büyük bir trajedidir. Savaşan taraflardan Ukraynalılar kendi ülkelerini savunuyor. Rus askerler ise yabancı topraklarda ve onlara niçin savaştıklarını anlatmak çok güç. Rusya liderliğinin, içinde belli oranda gerçeklik payı içerse de, sürekli neo-Nazi vurgusu yapmasının amacı, biraz da Ukrayna’da savaşan askerlerine ve anayurttaki halkının bilinç altına hitap edebilmek. Rusların hafızalarında Nazi işgali ve bu işgal esnasında yaşanan trajediler o kadar güçlü ki, bir yurtseverlik duygusu yaratabilmek için korkutucu bir düşmana ihtiyaç var. Ukrayna yönetimi de, neo-Nazi Azov taburunun, faşist milislerin Odessa ve Ukrayna ordusunun Donbass’ta giriştiği suçlara göz yumarak Rusya’ya gerekçe yarattı. Beceriksizlik, zayıflık, işbirliği ya da ihanet, ne dersek diyelim, bunca hata en sonunda ülkenin işgaline yol açtı.

ABD ve Avrupa medyası, sadece Rusya işgale başladıktan sonra değil, Ukrayna’da yıllardır olaylar tırmanırken hep tek sesli ve tek yanlı yayın yaptı. Bu yayın anlayışı Amerikalı ve Avrupalı halklarda sürekli bir Rus tehdidi ve canavar Putin imgesini canlı tuttu. Yaşadığımız çağ artık Vietnam haberlerini sızdıran özgür basının, kendi ülkesinin izlediği politikalara aykırı da olsa gerçeği yüksek sesle haykırmaktan çekinmeyen Jean Paul Sartre’ların çağı değil. Her biri devasa bir sermaye tekeli olan medya tröstlerinin, özgür medya denen sosyal medyanın bile karşı tarafı sansürlediği, etiketlediği, erişimini sınırladığı bir tek seslilik çağı. Çok utanç verici bir şekilde, yazarların, sanatçıların, Pink Floyd gibi efsanevi grupların Shell, BP, Goldman Sachs, George Soros fonlarıyla, faşist Azov taburlarının, Alman neo-Nazilerinin, Amerikan paralı askerlerinin, iklim aktivisti Greta Thunberg ile beraber saf tuttuğu bir çağdayız.

Rusya elbette her platformda kınanmalı ve işgali sonlandırmak için gerekli tüm diplomatik yöntemler kullanılmalı. Ancak Rusya’nın çoğu haklı kaygılarına ve taleplerine de cevap verilmeli, en azından bu kaygı ve taleplerin kamuoyunda duyulması engellenmemeli. Rusya işgale giriştiği andan itibaren yürürlüğe konan kampanya, Rusya işgaline değil, Rus halkına, Rus kültürüne, bilgi edinme, bir kanaat oluşturmak üzere tüm tarafları dinleme hakkına ve dünya barışına karşı bir kampanyadır.

Bu kampanyanın sonunda Rusya ağır ekonomik yaptırımlar sonucu çökebilir, ancak bu dünya barışına bir katkıda bulunmaz. Amerika ve Avrupa basınında yürütülen propagandada Putin bir şeytan olarak resmedilse de, Rusya devlet geleneğine sadık, Rus kültürüne hakim, dünyaya meydan okumak yerine, ülkesinin çıkarlarını koruma kaygıları ile hareket eden bir lider Putin. Tarzını, muhaliflerine karşı uyguladığı sindirme politikasını, narsisistik kişiliğini ve delici bakışlarını sevmemiz gerekmiyor. Anlamak zorundayız. Rusya nihayetinde bir nükleer güç ve dünyada hiç kimse bu gücün, diyelim ki Kuzey Kore gibi babadan oğula geçen bir tiranlığın, İran’daki gibi dinsel dogmalarla hareket etme potansiyeli olan bir molla oligarşisinin kontrolünde olmasını istemez. Bu kriz Putin rejiminin çöküşü ve varsayalım ki Rusya’nın bölünmesi ile sonuçlanırsa, yarın gücü eline geçirmiş, devlet yönetme kültürü olmayan bir oligarklar topluluğu veya ufak tefek Rusya artığı tiranlıklarına saçılmış nükleer füzeler dünyayı daha yaşanabilir bir yer yapmaz.

Son olarak.. Bu yazıyı Putinci, Rusçu bir yazı olarak okuyacak okura uyarı: Dünyada Putincilik diye bir akım olmadığı gibi, bu blogun yazarı olan benim de hiç bir parti, sermaye grubu, düşünce kuruluşu, fon ya da NGO ile parasal veya entelektüel ilişkim yok. Yaşadığı dünyayı anlamaya çalışan bir bağımsız aydınım ve yazının Rusya’nın bakış açısına çok yakın olduğunu düşünüyorsanız, yazıyı bu ağırlıkla yazmamın nedeni, dünya medyasındaki tek sesli propagandaya tepki sonucudur. Yazının başında verdiğim silahlanma harcamalarının önemli bir yüzdesini gerçekleştiren Amerika’nın, anayurdunu değil, dünyada kurduğu askeri, finansal, ticari hegemonyayı koruma kaygısı ile bunca harcamayı yaptığını düşünüyorum. Bu emperyal kaygının hiç bir tarihsel, ahlaki ve siyasal haklılığı olduğunu düşünmüyorum. Dünyanın en korunaklı coğrafyasında ve bu kadar asimetrik bir güce ulaşmış bir ülkenin küresel gücünü bu şekilde kullanması yeryüzündeki bütün halklara ihanettir. Birkaç on yıl içinde, iklimdeki kötüleşmeyle beraber açlık isyanları başladığında, yeryüzü bir cehenneme dönebilir. Dünyada açlığı, hastalığı, her türlü savaşı ve kötülüğü bitirme potansiyeline ulaşıp bu potansiyeli emperyal hedeflerle heba etmek insanlık için ne büyük müsriflik…

Evet, hiç tereddütsüz savaşlar kötüdür ve savaşları engellemek için gereken her şey yapılmalıdır. Ancak savaşın fitili ateşlendikten sonra da, romantik bir tutumla dünyanın en açgözlü ve yıkıcı güçleri ile beraber saf tutmak yerine, gelecekte yeryüzü nasıl barış içinde ve daha güzel bir yer olur diye kafa yorulmalıdır.

Ben, en başta iki okyanusun arasına sıkışmış bu güç, para ve nüfuz konsantrasyonu dağılmadıkça yeryüzünün daha güzel bir yer olacağına inanmıyorum.

2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 26, 2022 11:25

January 19, 2022

Türkiye’de Orta Gelir Grubunun Durumu

Amerika’nın Sesi haber portalında yayınlanan, Soner Kızılkaya imzalı ve 18 Ocak 2021 tarihli “Orta Gelir Grubunun Eğlence Hayatı Bitiyor” başlıklı haber, bir bar işletmecisinin sözlerinden alıntılanmıştı ve hızla küçülen eğlence sektörüne işaret ediyordu. 2021 yılında yaşanan yüksek enflasyona karşı gelirler aynı oranda artmadığı için, bütçelerden kısılan ilk gider kalemi eğlence olmuş, bu da (dış mekanlarda tüketici olarak) eğlence hayatının “bitmesine” yol açmıştı.

Haberde sözü edilen orta gelir grubu (bundan sonra orta sınıf olarak anılacak) kimlerden oluşur? Diğer ülkelerdeki orta sınıflarla benzerlikleri ve farklılıkları nelerdir? Dünya gelir ve varlık skalasında nereye tekabül eder?

Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de orta sınıf, iki farklı gelir grubundan oluşuyor: Bunlardan ilki “beyaz yakalı” olarak tabir edilen, ücretli çalışan, düzenli bir gelire sahip, diplomalı, dolayısıyla belli bir meslek ve uzmanlık sahibi, işinde teknolojik araç gereç ve bilgi kullanan kesim. (Doktorlar, mühendisler, teknisyenler, büro elemanları, reklamcılar, medya çalışanları, orta ve üst düzey kamu görevlileri, satış elemanları, bankacılar, sigortacılar, vs..)

Orta sınıfın kalanını, yukarıdaki özellikleri taşısın veya taşımasın serbest çalışanlar (self employed) oluşturuyor. Bunlar da home office çalışan beyaz yakalılardan, dükkan ve mağaza işleten ve kendisi de emek çalıştıran esnaf ve küçük işletme sahiplerine kadar uzanan geniş bir kesimden oluşuyor.

Her iki kesimin de ortak özellikleri, kişisel ihtiyaçlarını görmek üzere, genellikle kapıcı, güvenlik görevlisi, bahçıvan, temizlikçi, bakıcı sıfatı taşıyan insanları gündelikçi veya düzenli istihdamla çalıştırıyor olmaları. KONDA araştırma şirketinin son araştırmasına göre, Türkiye’de site içinde oturanların oranı %8’e ulaşmış. Bu insanların tamamına yakını 2020’lerdeki orta sınıf beylik örneğini oluşturuyor.

Orta sınıfı oluşturan insanların önemli bir yüzdesi, sadece tam veya yarı zamanlı kiraya verdikleri emeklerinden değil, aynı zamanda küçük ölçekli sermayelerinden de gelir sağlıyor. Bu sermaye altın, Türk Lirası, yabancı para olarak evde ya da mevduat hesabında tutulduğu gibi, para ve sermaye piyasalarında küçük yatırımların da sermayesini oluşturuyor. Bunların yanı sıra, orta sınıfa ait insanların belli bir yüzdesinin kira geliri elde ettiği taşınmazları da var. Dolayısıyla bu insanlar, ne “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçiler”, ne de hayatını “kupon keserek kazanan burjuvalar”.

Orta sınıfın bir başka özelliği, para ve sermaye piyasalarına, borçlanma araçlarına, sigorta ürünlerine ve dünyanın her yerindeki kripto varlıklar gibi yenilikçi veya küresel borsalar, emtia, çapraz kurlar ve türev araçları gibi geleneksel finansal ürünlere erişebiliyor olmaları. En önemli avantajları da, bilgiye erişim olanakları.

Orta sınıfın bir başka özelliği, yıllar içinde edindiği ve biriktirdiği varlıkları miras bırakabiliyor olması. Dolayısıyla bu sınıf, sadece yaşadığı zaman diliminde var olmuyor, aynı zamanda sınıfsal özelliklerini, sonraki nesillere de aktararak devam ediyor.

Toparlamak gerekirse; modern orta sınıf, eğitimli, diplomalı, emek gelirinin yanında sermaye geliri de elde eden, edindiği varlıkları miras yoluyla bir sonraki nesle aktarabilen bir sınıftır. Ülkelerdeki maddi varlık, hizmet ve kültür tüketiminin önemli bir kısmı bu sınıfa aittir. Kitap, dergi satışlarından sinema ve tiyatroya, turizmden makyaj ürünlerine, paralı eğitimden lokanta/kafelere, ev dekorasyonundan elektronik yayıncılık aboneliğine uzanan geniş bir tüketim ve harcama yelpazesinin en önemli alıcısı bu sınıftır.

Toplam nüfus içindeki oranı, ülkeden ülkeye değişse de, orta sınıf olarak adlandırılanlar genellikle gelir ve varlıklarına göre ortadaki @’tır. Ülkelerdeki ve dünyadaki gelir ve servet dağılımını incelemek için kullanılan diğerleri ise tepedeki ve en alttaki P’dir.

Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti yasaklayan, küçük işletmeler ve mülkler üzerindeki özel mülkiyeti de önemli ölçüde kısıtlayan sosyalizm uygulamaları 20. yüzyılın son çeyreğinde ortadan kalktıktan sonra, dünyanın tamamına yakınında tek bir ekonomik sistem egemen oldu: Kapitalizm. Ancak kapitalizm tek egemen sistem olarak kalsa da, dünyadaki gelir ve varlık dağılımı ülkeden ülkeye değişiyor. Türkiye orta sınıfının, dünyadaki yerini, diğer orta sınıflara göre durumunu değerlendirmeden önce, en alttaki P’nin ve en tepedeki ’un durumuna da bakmak gerekiyor.

En alttaki P, toplumun en düşük gelire ve varlığa sahip, hatta hiç varlığı olmayan, emeği dışında gelir elde etme imkanı da olmayan, genellikle ya aile, mahalleli, hemşeri, cemaat gibi geleneksel dayanışma ile veya kamusal yardımlar ile yaşamını sürdürebilen kesimdir. En alttaki P, nüfusun yarısını oluşturmasına rağmen, maddi ürün, hizmet ve kültür tüketiminin küçük bir kısmını yapar. Ülkedeki genel eğitim düzeyinin altında eğitimlidir. Sermaye geliri ve varlığı hemen hemen sıfır olduğu için, miras bırakabileceği bir şey de yoktur. En alttaki P’nin bir kısmını, emeğini çok düşük ücretlerle kiralayanlar, bir kısmını da emek geliri bile elde edemeyecek durumdakiler oluşturuyor: Günlük ve mevsimlik işçiler, kaçak çalıştırılanlar, düşük maaşlı emekliler, ev hizmetlerinde çalışanlar (ev kadınları ve yardımcıları), hasta, sakat ve iş göremez durumda olanlar, sigortasız işçiler, emeklilik hakkı kazanamamış yaşlılar, sokak satıcıları, seks işçileri, düzensiz ve güvencesiz çalışanlar, vs..

En üstteki ise, hem gelirlerin, hem de varlıkların önemli bir kısmına sahiptir. Dünyada son 20-25 yılda yaşanan gelişmelerden sonra, bu kesimin de önemli bir yüzdesinin hem emek, hem sermaye geliri elde edenlerden oluştuğu ve bu oranın gitgide arttığı görülüyor. En üstteki ’un bir kısmı, sadece sahip olduğu varlıkların geliri ile yaşayan “aylak sınıftan” oluşuyor: Şirket hisseleri, kiraya verilen mülkler, vakıf gelirleri ile geçinenler, vs. Ancak ’un içindeki daha kalabalık bir kesim, nitelikli emek ile yüksek kazanç sağlayanlardan oluşuyor: Üst düzey yöneticiler, cerrahlar, avukatlar, mali danışmanlar, finans uzmanları, üst düzey sporcular, sanatçılar, moda tasarımcıları, emlak simsarları, vs… En yüksek gelire sahip olanlar, ihtiyaçları sonrası arttırdıkları kazançlarını sermayeye dönüştürdükleri için, emek gelirlerine sermaye gelirleri de ekleyebiliyorlar. Bu da, yüksek emek gelirlerinin, yüksek sermaye gelirleri ile nemalanması demek.

Sanırım yukarıdaki tarifler, genel olarak gelir ve varlık gruplarını tanımlayabilmek için yeterli.

Türkiye orta sınıfının durumunu değerlendirebilmek için diğer ülkelerdeki gelir ve varlık dağılımına bakmak, Türkiye orta sınıfını bu ülkelerdeki orta sınıflarla karşılaştırmak yararlı olacaktır. Analizde kullandığım veriler World Inequality Database (Dünya Eşitsizlik Veri Tabanı) sitesinden alındı.

Yukarıdaki tablo, seçilmiş bazı ülkelerde, 2000 ve 2020 yıllarında, gelir gruplarının ulusal gelirden aldığı payı gösteriyor.

Son 20 sene içinde oranlar değişmiş olsa da, gelir dağılımına göre belli başlı dört kategori olduğu görülüyor: (Tablo bu kategorilere göre oluşturulmadı.)

En üstteki ’un, ulusal gelirin P -60’ını aldığı ülkeler: 2020 itibarıyla Brezilya (X.6), Hindistan (W.1), Türkiye (P.1) bu gruptaki ülkeler. Bu ülkelerde orta sınıf oldukça zayıf ve ulusal gelirin 0’u orta sınıfa gidiyor. Bu eşitsizliği yaratan faktörlerin başında hızlı teknolojik gelişme, sanayi altyapısındaki değişim, finansallaşma gibi faktörlerin yanı sıra, elbette istikrarsız ve yoz siyasi ortam da geliyor. En üstteki ’un ulusal gelirin E-50’sini aldığı ülkeler: 2020 itibarıyla Mısır (H.7), Rusya (F.4) bu grupta yer alıyor. Bu iki ülke, 2000’de bir üst gruptaydı. 2020’de ’un gelirlerden aldığı pay nispeten azaldı. ABD’nin de E.5 ile bu grupta olduğuna dikkat edin. ABD 2000’den 2020’ye, eşitsizliği hızla artan bir ülke. Bu kategorideki ülkelerde de orta sınıf oldukça zayıf ve ulusal gelirin yaklaşık 5’ini alıyor. Sadece ABD’de, orta sınıf hemen hemen en üstteki kadar gelire sahipEn üstteki ’un ulusal gelirin @-45’ini aldığı ülkeler: Japonya (C.2), Arjantin (B) ve Çin (A.7). Japonya ve Çin’de ’un aldığı pay yirmi sene içinde artarken, Arjantin’de azalmış. Bu ülkelerde orta sınıf ulusal gelirin aşağı yukarı @’ını alıyor. En üstteki ’un ulusal gelirin 0-35’ini aldığı ülkeler: Birleşik Krallık (5.7), İspanya (4.7), İtalya (2.4), Fransa (2.2), İsveç ().3). Bu gruptaki ülkelerde orta sınıf ulusal gelirin yaklaşık E’ini alıyor. Orta sınıfın çok güçlü olduğu bu ülkeler, aynı zamanda (göreceli) eşitliğe en yakın ülkeleri oluşturuyor.

En alttaki P’nin ulusal gelirden en az pay aldığı ülkeler Brezilya (), Hindistan (.1), ABD (.3), Çin (.4) ve Türkiye (.5). Bu ülkeler içinde sadece Türkiye’de en alttaki P son yirmi sene içinde payını arttırabilmiş.

Ulusal gelirden aldıkları paya göre, Avrupa orta sınıflarının uzak ara en güçlü, Brezilya, Hindistan, Türkiye orta sınıflarının ise en zayıf olduğu görülüyor. Yukarıdaki tabloların vergi öncesi gelirlere göre oluşturulduğuna dikkat edin. Türkiye’de orta sınıf sadece dünyadaki emsallerine göre ulusal gelirden en az payı almıyor, aynı zamanda sırtına bindirilen sayısız vergi ile ülkenin vergi yükünü de taşıyor.

Bir de varlıklara göre dağılıma bakalım:

Varlıkların dağılımına baktığımızda, en üstteki ’un ulusal varlıkların en büyük yüzdesine sahip olduğu ülkelerin 2020 itibarıyla Brezilya (y.8), Rusya (t.1), ABD (p.7), Çin (g.4) ve Türkiye (f.2) olduğu görülüyor. 2020’den bu yana Türkiye, bu ligden uzaklaşmaya çalışıyor, ancak gene de varlık dağılımı aşırı eşitsiz. Bu ülkelerde orta sınıflar varlıkların -30’una sahip. Varlık dağılımına göre orta sınıfı en zayıf ülkeler Brezilya ( .5), Rusya (".8) ve Çin (&.1). ABD '.8 ile bu üçlüye yaklaşıyor, Türkiye ise 0 ile uzaklaşmaya çalışıyor.

Varlık dağılımı bakımından da orta sınıfın en güçlü olduğu yer Avrupa. İtalya(B.4), Birleşik Krallık (8.4) ve İsveç (7.1) ile başı çekiyor.

En alttaki P, tarih boyunca, coğrafya fark etmeksizin hep varlıkların çok küçük yüzdesine sahip olmuş. 2020 itibarıyla en alttakiler sadece İtalya’da ulusal varlıkların ’una sahip. Brezilya ve ABD’de en alttaki P neredeyse sıfır. Türkiye’de 2000’den beri neredeyse sıfırdan %3.8’e gelmiş, Rusya’da ise %6.2’den %3.1’e düşmüş.

Yukarıdaki tablolar, 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna yaklaşırken ABD’nin artık Batı Avrupa’ya değil, Rusya ve Çin’e benzer bir ülke olduğunu. Latin Amerika ve Ortadoğu’da gelir ve varlık eşitsizliğinin dramatik boyutta bulunduğunu, Avrupa’nın mevcut koşullarda eşitliğe en yakın coğrafya olduğunu açıkça gösteriyor. Elbette uygulanan sosyal politikalar da önemli. Avrupa, neo-liberal dönemin yıkımlarına karşın hala sosyal devleti ayakta tutuyor ve varlıkların çok küçük yüzdesini elinde tutan en alttaki P’ye, sadece ulusal gelirden en yüksek oranda gelir sağlamakla kalmıyor, sosyal devletin parasız eğitim, sağlık, işsizlik yardımı, ucuz ulaşım, ucuz konut gibi kolaylıkları ile desteklemeye devam ediyor.

Elbette ülkelerin gelişmişlik düzeyleri ve zenginlikleri de birbirinden farklı olduğu için, oransal karşılaştırmalar yeterli değil. ABD’de en alttaki P hem gelirden, hem de varlık dağılımından en düşük payı alsa da, ülkenin zenginliği bu ülkede yoksulluğu (nispeten) çekilir hale getiriyor. Brezilya ise sadece eşitsiz değil, aynı zamanda yoksul bir ülke. Dolayısıyla en alttaki P’nin yaşam koşulları çok kötü.

Türkiye bu tabloda hem eşitsizliği, hem de yoksulluğu azaltmaya çalışan bir ülke görüntüsünde. Daha detaylı bir analiz, Türkiye orta sınıfının 2007’den sonra zayıflamakta olduğunu gösteriyor. Ortadaki @’ın ulusal gelirden aldığı payın 2007’den 2020’ye (vergi öncesi) 6.1’den 3.8’e, Ulusal varlıklardaki payının da 2’den 0’a gerilediği görülüyor. 2021 yılında bu oranlar muhtemelen daha da kötüleşti ve Türkiye 2013’den beri reel olarak yoksullaşıyor. Dünya Bankası verilerine göre GSYiH 2013 yılında 957.783$ iken 2020 yılında 719.955$’a gerilemiş durumda. Bu da orta sınıfın son on-on beş senede düzenli olarak zayıfladığını teyit ediyor. 2022 başında muhtemelen bu trend yeni bir evreye girdi.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 19, 2022 07:15

December 25, 2021

Patlayan bir balonun ardından

Investing.com sitesindeki verilere göre ABD Dolarının TL karşısındaki son beş günlük performansı şu şekilde:

20 Aralık Pazartesi: -17.72 %

21 Aralık Salı: -7.94%

22 Aralık Çarşamba: -3.62%

23 Aralık Perşembe: -4.83%

24 Aralık Cuma: -6.63%

17 Aralık-24 Aralık fark: -35.1%

Bu hareketin öncesini/sonrasını değerlendirmek, aynı kuyuya bir daha düşmemek ve kıssadan hisse çıkartmak adına bir örnek seçtim. Konuyu kişiselleştirmemek için kullanıcı adını gizledim. Twitter’da kısacık bir diyalog kocaman bir hikaye anlatıyor. Bakalım ne anlatıyormuş:

20 Aralık günü öğleden sonra saat 1:45. Dolar 17.50’yi de geçmiş; yaklaşık sekiz saat sonra çökecek ve 12’ye inecek. “Kader ağlarını örerken” bir takipçim bana bir mesaj atıyor, sonrasında da aramızda şu diyalog geçiyor. Bakalım bu kıssadan ne hisseler çıkıyormuş..

Bu benim başıma çok sık gelir ve her zaman da 12’ye beş kala gelir. “Yaw Tuncer hoca iyidir hoştur ama ters indikatördür. O düşecek mi dedi, alacaksın; yükselecek mi dedi satacaksın!”. Böyle düşünenler olabilir, saygı duyarım, ama ne zamanki ilgili şahıs kendini tutamaz, piyasa coşkusu içinde, kazandığı paracıkların sevinci ve aşırı özgüveni içinde bunu bana yazmaya karar verir, işte genellikle o tam 12’ye 5 kala anıdır. Artık piyasanın ömrü sayılıdır; siz deyin birkaç saat, ben diyeyim birkaç gün.

Bu kıssadaki hisse ne? Amatör yatırımcı, ne zamanki kendini uzmandan daha iyi piyasa görüşüne sahip görür, işte o zaman dönüş zamanıdır. Çünkü piyasa “her şeyin aşikar olduğu”, “uzmana ihtiyaç duyulmayan zaman” çöker. Yani uzmana ne gerek var, dart tahtasına ok atan maymun olsan para kazanırsın denen zaman…

Şimdi konunun başını sonunu ciddiyetle irdeleyelim ve önce ne oldu onu anlayalım, daha sonra bizi ne bekliyor onu konuşalım, sonra da aynı çukurlara tekrar tekrar düşmemek için yaşadıklarımızdan bir ders çıkartıp konuyu teorize edelim:

Beni dikkatle takip eden sosyal medya arkadaşlarım dolarizasyon konusuna nasıl yaklaştığımı biliyorlar. Ben Türkiye’de (özellikle 2000’lerdeki) dolarizasyonun özünde orta sınıfın plütokrasiye karşı yürüttüğü sınıf savaşı olduğunu düşünüyorum. 1950-1990 arasında ortaya çıkan modern orta sınıf, genellikle diplomalı (ancak ücretli), emek gelirinin yanında sermaye geliri de elde eden (ve genellikle kendisi de temizlikçi, bakıcı, bahçıvan gibi ücretli emek çalıştıran), varlık sahibi ve bu varlığı miras bırakan bir sınıf. Bu sınıf, kendisini yüksek gelir grubuna taşıyan ne varsa hepsinin 2000’lerde saldırı altında olduğunu gördü: Diploması değersizleşti, diplomasını aldığı lise ve üniversite de değersizleşti. Bedava eğitim, tatil imkanları elinden alındı, paralı oldu. KDV/ÖTV ile sırtına yük bindi. Ancak bu sınıf geçmiş 35-40 sene boyunca belli bir birikim yapmıştı. Bu birikim onlara, finansallaşmış bir dünyada ciddi bir direnç gösterebilecekleri gücü sağlıyordu. Bütün mesele bu finansal gücü doğru kullanabilmekteydi. Plütokrasinin zayıf karnı döviz açığı idi. Döviz almak ve tutmak bu sınıfın, plütokrasiye karşı savaşındaki en önemli silahtı. Mevduatlardaki e’lere varan döviz oranı, buz dağının sadece görünür yüzü; yastık altındaki altın/döviz, yurt dışına çıkartılanlar, kripto varlıklara kaçanlarla bu sınıfın gücü çok daha fazla.

Toplumun en alttaki P-60’ı zaten mülksüz, örgütsüz ve güçsüz. O sınıfın hiç bir iddiası da yok, talebi de. Onları yönetmek çok kolay; sadakaya muhtaç hale getir, dilencileştir, zaten herhangi bir şeye itiraz edecek güçleri de dermanları da yok. Örgütleri de yok. Ama orta sınıfın başı dik. Çok sıkışırsa yurtdışına gidip satabileceği diploması, eğitimi var. Geliri düşse de, aileden miras kalan mülkü var. Kentlerin en değerli semtlerinde konutları var; az çocuk yapıyor, icabında kendi dayanışma ağlarını kurabiliyor. Kimseye eyvallahı yok. Ama finans piyasaları üzerinden yürüyen bir sınıf savaşında, dolarizasyon bir güç ve silah da olsa tehlikeli. Çünkü o silah sahibinin elinde patlayabilir. İşte Eylül/Aralık aylarında o silah, orta sınıfın elinde patladı.

Orta sınıfın zaafları var: Genel davranış biçimi şımarık, küstah, küçük dağları ben yarattım havasında. Mesela devlet gücünü 20 senedir elinde tutanları beğenmiyor. Onlara sürekli cahil diyor, ekonomiden anlamazlar diyor. Onlara akıl vermeye kalkıyor. Sürekli üstten konuşuyor. Ama beğenmediği kadroların elinden iktidarı bir türlü alamıyor. Bu şımarıklığı ve küstahlığı yüzünden, mülksüzleri, yoksulları sürekli plütokrasinin yanına itiyor. Onun müttefiki ve oy deposu haline getiriyor. Kent merkezlerindeki izole gettolarda yaşayabileceğini zannediyor. Döviz “koptu gidiyor” havasına girince kendisini uyaranları da beğenmiyor. Onlara da küstahlık yapıyor. 15-16 liraya çıkmış dolar kurunun ne kadar absürd bir balon olduğunu göremiyor. Plütokrasinin kendisine kurduğu tuzağa aptalca düşüyor, ama hala burnundan kıl aldırmıyor.

Ben kendi adıma yapabileceğim tüm uyarıları yaptım. Hiç huyum olmadığı halde, bir hafta sonumu harcadım, Dolarla ilgili blog yazısı bile yazdım. Bunun bir piyasa hareketi OLMADIĞINI yazdım, bu fantastik evrende “bir haftada don/gömlek kalabilirsiniz” dedim. Dolar 18 liraya çıkmışken 25-30 lira gazı vermedim. Çünkü yeni bakanın da (farklı cümlelerle) ifade ettiği üzere, piyasa profesyonelleri bilir, bu tip çıkışların çok sert geri dönüşü olabileceğini (hele ki bu bir piyasa hareketi değilse…)

Şimdi bir endişem daha var. Bunu da paylaşmam gerektiğini düşündüğüm için bu uzun akışı yazıyorum. Geçen hafta daha önce MB başkanlığı yapmış, (bilgisine, deneyimine saygım sonsuz) şimdi muhalefette yer alan bir Millet vekili, bu geri gelişin “alım fırsatı” olduğunu söyledi. Bunu duyunca benim tüylerim diken diken oldu ve aklıma şu soru geldi: Peki, ya Dolar kuru önümüzdeki aylarda önce 9’a, daha sonra 8’e ve hatta 7’ye gerilerse ne olacak? Piyasa aşırılıklarını rasyonalize etme hastalığı devam ediyor ve sanki serbest piyasa varmış gibi davranılıyor. “$ kurunun olması gereken seviye” diye bir şey yok. Piyasacı takıntısı bu. (O nedenle Timothy bey, günlerdir kafayı yiyecek. Anlayamıyor doların neden bu kadar hızlı çıkıp indiğini, piyasayı herkesin kazandığı çarşı zannediyor. Burada kan revan sınıf savaşı yürüdüğünü göremiyor.

Ve hala aynı kibir, aynı şımarıklık. “Bunlar cahil, ekonomiden anlamaz” kibri. Bizim diplomalı orta sınıf da aynı havada, ama bu arada sırtındaki ceket çekilip alınıyor. Olsun, ceketimi verir, don/gömlek kalır, ama burnumdan kıl aldırmam havasında. Benim sosyal medya arkadaşlarıma uyarım şu olsun: Öncelikle bu kibirli, şımarık tavrı terk edin. Terim’in deyişiyle: “look at the tabela“. Böyle tepeden tepeden konuşur, onu bunu beğenmezken Dolar haftayı 10,60 kapattı. İkincisi, rakip gördüğünüze saygı duyun. Satrançta bile böyledir: Karşımdaki ne yapmaya çalışıyor diye düşünür insan. Yahu bu cahilin teki, satranç değil tavla oluyor dediğiniz anda şahı kaptırırsınız. Ben muhalif çevrelerde esen bu kibir havasından çok tedirginim. Piyasaya fazla güvenmeyin, piyasa 2008’de çoktan öldü.

Bu da grafik. O son ay çubuğu çok çirkin. Uzun vade kanalın dışına savrulup içine giriş çok çirkin. RSI uyumsuzluğu (çok çirkin. 21 üstel ortalama 9.9 ve 8 üstel ortalama 8.5’te. Kanal dibi 7 civarında. RSI 2013’ten beri 60’ın altına inmedi. İnerse yandı gülüm keten helva. Çok can yakar. İner demiyorum. Çok ciddi düşüş riski var diyorum.

Ama siz tabi ki daha iyisini bilirsiniz. Ben “ters indikatörüm”.

2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 25, 2021 04:27

December 5, 2021

USDTL 2000-2021: Dalga analizi & değerlendirme

Giriş

ABD Doları, 2021 yılının Ağustos ayını, Türk Lirası karşısında 8,3045 seviyesinde tamamladı. 2021 yılının Kasım ayı biterken 1 ABD Doları 13.4732 Türk Lirası seviyesine yükseldi. Bu kapanışla ABD Doları’nın TL karşısındaki üç aylık yükselişi b.24 oldu. Üç ayın içinde bu ölçekte artış, tarihe son 20 yılın rekoru olarak geçti. Son 20 yıl içinde üç aylık en yüksek artış rekoru D.50 ile 2018 Mayıs-Ağustos dönemine aitti; “Rahip Brunson krizi” olarak bilinen dönemdir. Son 20 yılın rekorlar sıralamasında ikinci sırada 3.22 artışla 2008 Ağustos-Kasım dönemi var; ABD’de eşik altı mortgage krizi ile başlayan, Lehman Brothers’ın iflası ile devam eden ve bütün dünyada likidite sıkışıklığına yol açan küresel kriz dönemidir.

Biraz daha geriye baktığımızda, 2001 Ocak-Nisan dönemini görüyoruz. Türk Lirası’nın serbest dalgalanmaya bırakıldığı 2001 Şubat ayı kararlarını da içeren üç aylık dönemdir. Dolar Türk Lirası karşısında üç ay içinde h.81 yükselmişti.

Son 30 senenin rekoru ise 1994 yılının Ocak-Nisan dönemine aittir. Tansu Çiller’in Başbakanlığını yaptığı DYP-SHP koalisyon döneminde patlak veren krizde Dolar, üç ay sonunda TL karşısında .22 yükselmiş, anormal ölçekli yükseliş 5 Nisan Kararları olarak bilinen kararlarla durdurulabilmişti.

Son 30 senenin üçüncü en büyük üç aylık yükselişine nasıl gelindi? Elliott Dalga Prensibi ile yapılan analizlerde öngörülemeyen bu yükseliş nasıl gerçekleşti? 2021 yılının Aralık ayı başındaki görünüm ne? Öncelikle bu sorulara cevap arayacağım, daha sonra genel olarak finans piyasalarının işleyişinin ve özel olarak da çapraz kurların (ve kısmen kripto varlıkların) fiyat oluşumunun Elliott Dalga analizlerinde neden sapmalara neden olduğunu sorgulayacağım.

Ancak neler olup bittiğini ve dalgaların nasıl yükselip alçaldığını anlamak için 2001 yılına kadar geri gitmek gerekiyor.

2001-2010

Türk Lirası 2001 yılının Şubat ayında serbest dalgalanmaya bırakıldığında bütün kurlara karşı hızla değer kaybetti. Dolar karşısında sadece 2001 Şubat ayındaki kayıp @ oldu. TL daha sonraki aylarda da değer kaybetmeye devam etti. Dolar’ın 2001 Ekim’ine kadar devam eden yükselişi, o ay görülen 1.655 seviyesine gelindiğinde 4’ü bulmuştu.

2001 Ekim’inden sonra farklı bir dinamik işlemeye başladı. Dolar’ın TL karşısındaki yükselişi önce hız kesti, daha sonra Türkiye tarihinde ilk defa Dolar TL karşısında kalıcı olarak değer kaybetmeye başladı.

2001 Ekim’i ile 2003 Mart’ı arasındaki momentum kaybı çok belirgindi. Önce düşüş ve yükselişlerde dalgalar birbirinin fiyat bölgesine girmeye, RSI çok hızlı bir şekilde alçalmaya ve negatif uyumsuzluk sinyalleri vermeye başladı. Yaklaşık 16 ay süren bu yavaşlama döneminde oluşan kalıba Elliott Dalga Prensibinde Sonlanan Diyagonal diyoruz. 2008’de başlayan ve 2020’lere kadar devam eden yükselişin de bu kalıpla sona ermesini bekliyordum. Yakın dönemi yorumlarken daha detaylı inceleyeceğim; şimdilik 2001-2010 dönemine geri dönelim ve olan biteni dikkatle incelemeye devam edelim:

2003 yılının başında RSI göstergesi 70’in altına geriledi ve daha sonraki 10 sene boyunca da bu bölgeye geçemedi. RSI göstergesinin 70’in altına gerileyerek aşırı alım bölgesinden çıkışı önemli bir trend dönüş sinyalidir; bu sinyalin bir uyumsuzlukla, yani fiyat yeni zirveler yaparken göstergenin sürekli daha aşağıda zirveler yapmasıyla teyit edilmesi daha da önemlidir. İncelenen grafiğin aylık olması, trend dönüşünün kısa vadeli değil, oldukça uzun zamana yayılacak orta vadeli dönüş olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Sonraki aylarda Dolar TL karşısında 2005 Mart ayındaki 1.25’e kadar geri çekildi. İki senelik bu düşüşün ardından 2006 Haziran’ındaki 1.75 zirvesine kadar yükseliş geldi. Tarihi zirve üç sene sonra yeniden test edilmiş, ancak geçilememişti. Sonraki aylarda düşüş devam etti ve Dolar 2008 Ocak ayındaki 1.145’e kadar geriledi. Bu tarihten itibaren, 2003-2008 ayı piyasasındaki fiyat hareketinin simetriği oluşmaya başladı. Dolar 2009 Mart ayında tarihi zirvesini yeniden test etti ve 1.819 gördü; ancak tarihi zirve bu denemede de geçilemedi ve fiyat 2010 Kasım’ındaki 1.389’a kadar gevşedi. 2011 yılında Dolar yeniden yükselişe geçti ve tarihi zirvenin üzerine, 1.72-1.92 bölgesine yerleşerek bütün 2012 yılını bu bölgede geçirdi. Teknik terminolojiyle ifade etmek gerekirse, tarihi zirve kırılmış ve 10 seneye yakın direnç olarak çalışan 1.70-1.75 bölgesi desteğe dönüşmüştü. Teknik analizin en bilinen önermelerinden biridir: Direnç kırıldıktan sonra desteğe, destek kırıldıktan sonra dirence dönüşür.

Basit teknik analizle incelediğimiz 2001-2010 dönemini bir de Elliott Dalga Prensibi ile incelemeden önce o döneme ait iki önemli ipucunu not etmekte yarar var:

Bunlardan ilki 2007 Eylül -2008 Ağustos dönemi. 2007 Eylül’ünde Dolar TL karşısında %7.24 değer kaybederken yaklaşık yedi sene boyunca destek olarak çalışan 1.25’in de altına iniyor ve 1.20’ye kadar geriliyor. Dolar sonraki ay da değer kaybetmeye devam ediyor ve 2007 Ekim sonunda 1.17’ye geriliyor. 2008 yılının Ocak-Ağustos döneminde 1.15’le 1.33 arasında sert bir dalgalanma görüyoruz. Dolar boğaları fiyatı altı senelik desteğin üzerine çıkartmaya çalışırken Dolar ayıları fiyatı daha derine sürüklemeye çalışıyor. Sonraki yıllarda çok klişe olan 1USD=1TL sözünün edildiği zamandır; asla temelsiz değildi ve oldukça muhtemeldi. Hatta Dolar’ın daha da derinlere, 1.0 seviyesinin de altına inme potansiyeli vardı. Neden gerçekleşmediğini sorgulamak için 2008 yılında olan biteni hatırlamakta yarar var: USDTL 1.15-1.33 arasında sert iniş çıkışlar yaparken ABD’de tarihsel bir finans krizi patlıyor. Kriz eşik-altı mortgage piyasasından başlıyor ve hızla diğer piyasalara yayılıyor. 9/11‘den sonra likiditeye boğulan dünya finans piyasalarında likidite hızla kuruyor. (USDTL’de de boğa piyasasından ay piyasasına geçişin ABD’ye terörist saldırının yaşandığı 2001 Eylül’ünden hemen sonra başladığına dikkat edin.) 2008 Ağustos’undan sonra Dolar ayıları pes ediyor. USDTL 2008 Ağustos ayında %1.46, Eylül ayında %6.28 ve Ekim ayında ".71 yükseliyor. Bu dönemde Lehman Brothers’ın iflas ettiğini (15 Eylül 2008), iflasın eşiğine gelen pek çok banka ve finans kuruluşunun FED, ABD Hazinesi ve elindeki uzun vadeli ABD tahvillerini satmayarak, hatta bir miktar satın alarak likidite krizinin sönmesine katkı veren Çin sayesinde atlatıldığını hatırlayalım.

2008 Eylül-2009 Mart dönemi, dünyanın her yerinde varlıkların haraç mezat satıldığı, panikle likide dönülmeye çalışılan bir dönemdir ve likit elbette ABD Dolarıdır. USDTL de bu dönemde 1.149’dan 1.819’a kadar yükselmiştir. 2009 yılının Mart ayından itibaren FED ve ABD Hazinesinin müdahaleleri sonuç vermeye başlıyor. Paniği yatıştırmak üzere piyasalara likidite veriliyor, finans kuruluşlarının bilançolarındaki “toksik varlıklar” satın alınıyor, FED bilançosu genişlemeye başlıyor. Türkiye’de de Dolar’ın ateşi sönüyor, sonraki 1,5 sene içinde TL yeniden değer kazanıyor, USDTL 1.389’a kadar geriliyor. Ancak bu dönem grafiklerde incelendiğinde 2003-2008 döneminin simetriğinin oluştuğu, USDTL’nin yavaş yavaş ayı piyasasından boğa piyasasına geçmekte olduğu kolayca görülebiliyor. Artık 1USD=1TL çok uzaklardaki bir fantezi olarak kalıyor, Dolar TL karşısında günümüze kadar devam edecek büyük bir yükseliş için temel oluşturuyor.

Burada ikinci önemli ipucuna dikkat çekmek isterim: USDTL grafiğinde çok tipik bir ters Omuz Baş Omuz (tOBO) formasyonu oluşuyor. Bu formasyonun çukur derinliği logaritmik skalada tarihi zirveye taşındığında yükselişin ilk ölçüm hedefi kolayca tespit edilebiliyor: 1USD = 3TL. USDTL 3.0 seviyesine geldiğinde Elliott analizleri neyi gösteriyordu, bu soruyu analizin devamında cevaplayacağım. Şimdilik 2001-2010 döneminde kalmaya devam edelim ve bu dönemi bir de Elliott Dalga Prensibi ile inceleyelim:

Grafiğin sol tarafındaki, 2001 Ekim – 2003 Mart dalgası tipik bir Sonlanan Diyagonal ve bu tip bitişlerin ardından uzun sürecek derin geri çekilmeler beklemek gerekiyor. 2008 Ocak ayına kadar süren düşüş dalgası kolayca sayılabilen bir (genişleyen) yassı. Yassı dalgalar 3-3-5 yapısındadır ve kalıbın genişleyen kısmı, yukarıda tartışılan 2008 Ocak’ına kadar süren ve [C].5 olarak etiketlenen aşama.

Elliott Dalga Prensibi olay nedenselliğine dayanmaz. Fiyatı oluşturan dalgaların, fiyatın “nedeni” olduğu düşünülen tüm olay ve gelişmelerle beraber bir doğa yasası sonucu oluştuğu varsayımına dayanır. Ancak 2008 yılında yaşanan küresel kriz, piyasadaki para miktarını, para arz ve talebini radikal bir şekilde değiştiren, olağan dışı bir gelişme olduğu için, şu soruyu sorabiliriz herhalde: 2008 küresel krizi olmasaydı, ya da bu kriz biraz daha geç ortaya çıksaydı TL karşısında Dolar daha da değer kaybeder miydi? Soruyu EDP terminolojisi kullanarak soralım: 2003-2008 düzeltme dalgası daha da geniş zamana, belki daha da geniş bir fiyat bölgesine (mesela 1.0 seviyesinin altına) uzayarak devam eder miydi? Muhtemelen evet; ama devam etmedi. 2008 yılında Dolar hızla 1.80 üstüne sıçrayınca, 2003’te başlayan düzeltme bitti.

Burada ilk ciddi teknik sorunla karşı karşıyayız: 2008 Ocak dibi 1.145 ve 2008 Eylül dibi 1.149 ; dolayısıyla dipten başlayan ilk atağın ardından gelen geri çekilme dalganın tümünü geri almıyor, ancak normal bir düzeltme dalgasının geri alışının da (a.8 veya x.6) ötesine geçiyor. Yukarıdaki sayımda bu yükseliş ve düşüş dalgasını (1) ve (2) saydık, dalga beşe tamamlandıktan sonra da yıllar boyunca devam edecek itkisel yapının ilk dalgasının bu şekilde oluştuğunu varsaydık. 2021 yılına kadar da bu sayımı takip ettik, ancak yukarıdaki sayıma alternatif bir sayım daha var:

Bu sayım 2008 Ağustos dibine kadar geri çekilerek bir önceki dalganın ’ini geri alan düşüşü itkisel dalgaya ait olmayan, kısa kalmış, “güdük” bir (C) kabul ediyor. (Neden güdük kaldığı konusu, yukarıda uzun uzadıya tartışıldı.) Dolayısıyla düzeltmenin 2008 Ocak dibinde değil, bir yükselen üçgene dönüşerek 2010 Kasım’ına kadar devam ettiğini varsayıyor. Bu sayıma göre de 2020’lere kadar devam eden dalga 2008’de değil, 2010’da başladı. Küçük bir teknik ayrıntı gibi görünen bu farklılık, 2018 sonrası için önemli. Bu konuyu da 2018-2021 dönemini tartışırken ele alacağım. Şimdilik bu farklı sayımı da bir kenarda tutalım.

Dalgalar niçin böyle davranıyorlar? Başka bir deyişle neden bize onları kolayca açık/seçik sayabileceğimiz biçimde davranmıyorlar? Bu konuyu da analizi bitirdikten sonra, yazının son bölümünde tartışacağım. 2001-2011 dönemini bu şekilde kapatmadan önce, muhtemel soruları peşinen cevaplama adına son bir teknik not daha düşelim: Dikkat edilirse 2008 yılındaki dip, 2005 dibinin altında; dolayısıyla bu şekilde sayım yaptığımızda “normal” bir yükselen üçgen saymıyoruz. Bu şekilde oluşan yapılara “genişleyen üçgen” (running triangle) deniyor. Nitekim sadece [C] etiketlenen dalga değil, aynı zamanda [D] etiketlenen dalga da öncekinin sınırlarını aşıyor. Dolayısıyla küçük marjlarla da olsa, genişleyen bir yapı var. Piyasa hareketi analisti asla huzur içinde bırakmayacak ve hep ikircikli bir şekilde tekrar tekrar grafiklerini inceleyecek bir yapı oluşturarak (son bölümde tartışacağım) uzun vadeli yükselişine başlıyor. Artık dikkatimizi 2011-2018 dönemine verebiliriz…

2011-2018

2010 yılının Kasım ayında çok ciddi bir bullish ay çubuğu ile yükseliş başlıyor. Bundan sonrasını, 2018 Ağustos’una kadar Elliott Dalga Prensibine uygun olarak “tıkır tıkır” sayabiliyoruz. İlk atak 2011 Aralık’ta, yeni bir tarihi zirvede, 1.922’de sona eriyor. Adından bir seneyi aşkın bir düzeltme ile 1.745’e geri çekilme ile 5 3 dalgalık döngü tamamlanıyor.

Bir önceki bölümde bahsettiğim tOBO formasyonunun ilk ölçüm hedefi olan 3.0 seviyesinin 2015 ortalarında görüldüğüne, ancak Elliott analizlerinde bir trend sonu olamayacağına dikkat edin. Bu seviyeyi [3].(3) sayıyoruz. [3].(3) zirvesi genellikle yolun tam yarısında oluşur. Bu ipucundan hareketle, logaritmik skalada ölçüldüğünde, nihai zirvenin de 7.90/8.0 civarında oluşması beklenir(di).

2013 yılının Şubat ayından itibaren, oldukça çalkantılı bir sosyal/siyasal/ekonomik arka planı alarak yeni tarihi zirvelere doğru yolculuk başlıyor. FED’in para arzını kısacağını duyurması, Gezi Direnişi, 17/24 Aralık süreci, 2014 yerel seçimleri, Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2015 yılında çifte seçim, iki seçim arasında yaşanan dehşet verici terör eylemleri, 2016 yılında darbe kalkışması, ardından gelen olağanüstü hal, 2017 referandumu, 2018 cumhurbaşkanlığı seçimi, 2019 yerel seçimleri, 2020 korona virüs pandemisi derken 2021’e kadar uzanan süreçte Dolar her yeni atağında yeni rekorlar kırarak yükselişe geçiyor. Bu süreçte kitleler ruhsal olarak savrulmaya, ekonominin bütün alanlarında defansif pozisyonlar almaya başlıyorlar. Bu sürecin sosyonomik yorumunu, 2021 Haziran Finansal Görünüm yazımın Değerlendirme bölümünde uzun uzadıya yapmıştım.

2018 Ağustos’una kadar yapının kitaplarda tarif edilen kusursuz bir beş dalgalık Elliott kalıbı olduğuna dikkat edin. (1) ve (2) etiketlenen 5 3 döngüsünün ardından uzatan (3) başlıyor. Bu dalga çok düzgün bir 1-3/2-4 kanalının içinde ilerliyor ve 5 etiketlenen son bir atakla sona eriyor. Ardından gelen geri çekilmede düzgün (1)-(3) / (2)-(4) kanalı da oluşuyor. Her şey Elliott kalıplarına uygun, artık son bir atak gelmeli ve 2010 Kasım’ında başlayan dalga – tam da Fibonacci sürelerine uygun bir şekilde – 8 sene sürdükten sonra- tamamlanmalı. Bu dalganın normal hedefi, 4.68 ile 5.10 arasında bir yerlerde. 4.68 normal (5) = (1), 5.10 ise (5) = 2 x (1) hedefi. Dalganın sekiz senelik düzgün kanal yapısı da bu bölgeyi normal bir hedef haline getiriyor. Son atağın kanalın içinde kalarak tepe yapmasını ve 5.0 seviyesini kalıcı olarak geçmeden sona ermesini bekliyoruz. Ancak beklentimizin aksine, çok uzun bir aylık çubukla kanal üst bandı kırılıyor, Elliot dalga yapısı ana şeklini korusa da, dalga boyu aşırı deforme olarak fiyat ekseninde ikinci bir uzatma daha oluyor. Bir şeylerin normal gitmediği çok aşikar. 2018 yılının Ağustos ayında anormal bir şeyler oluyor, bu anomali daha sonraki döneme de sirayet edecek. Şimdilik şu soruyu sorarak bu dönemi kapatıyorum: O dönemde yaşanan kriz, Rahip Brunson krizi olarak biliniyor. İçinde casusluk iddiasının da bulunduğu, bol drama içeren bir kriz bu. Ancak Doların son 15-20 yılın en büyük sıçrayışını yaptıracak ölçüde ne olmuş olabilir? Amerikalı bir rahibin tutuklanması / serbest bırakılması sürecinde Türk Lirasını bu ölçüde çökertecek, o güne kadar “tıkır tıkır” işleyen Elliott kalıplarını bozacak bu paniğin gerisinde olan biten, bizim değil, tarihçilerin konusu. Bizi ilgilendiren kısmı şu: Bu dönemde ilk anomali ile karşı karşıyayız ve piyasa dışı bir şeyler oluyor. Sonraki dönemlerde analitik yönteme sadık kalmakla beraber dikkatli olmak zorundayız.

2019

2019 yılında oluşan yapıyı bir simetrik üçgen saydık. 2018 Ağustos’unda görülen zirveden 5.13’e kadar düşülmüş, daha sonra alçalan tepeler ve yükselen diplerle bir simetrik üçgen oluşmuştu. Ancak üçgen olarak saydığımız bu yapının, Elliott Dalga Prensibinin rehber ilkelerine çok ciddi aykırılıkları vardı. Her şeyden önce dalgaların geri alışları yeterli değildi. (B) etiketlenen dalganın a.8 ila x.6 arası bir geri alış yapması gerekirken, bu dalga P geri alış yapabilmişti. Üçgenlerin iç yapılarında P geri alışlar kurallara aykırı olmamakla beraber sık görülen bir durum değildir; ardışık dalgalar genellikle büyük geri alışlar yapar. Üçgenin sıkışma alanı çok sorunlu idi, üçgen neredeyse alçalan ve yükselen trend çizgilerinin birleşmek üzere olduğu bir aşamada kırılmıştı. Oysa beklenen, üçgenin daha geniş bir alan içinde oluştuktan sonra, “üçte ikisinde” kırılmasıydı. Dalgalar da birbiriyle aşırı orantısızdı. (A) etiketlenen dalga ile (D) ve özellikle (E) etiketlenen dalgalar aynı dereceye ait olamayacak kadar orantısızdı.

Son olarak üçgen uzun vadede düzgün bir [1]-[3] / [2]-[4] kanalının içine oturmamıştı. Normalde [3].(5) etiketlenen dalganın önemli bir kısmının (çoğu zaman tamamının) geri verilmesi ve yükseliş kanalının dibine kadar geri çekilmesi beklenirdi, oysa USDTL konsolidasyonunu çok daha yukarıda, [3] etiketlenen dalganın (1)-(3) trend çizgisinin üzerinde tamamlamıştı. Bu trend çizgisinin 2018 Ağustos’ta kırılması çok ciddi bir alım paniğinin sinyaliydi ve normalde alım paniği sona erdikten sonra kanalın içine geri çekilme beklenmeliydi, oysa Dolar “alım paniği bölgesinde” kalmaya devam etmişti.

Yukarıdaki argümanların tamamı, 2001’de serbest dolaşıma geçtikten sonra çok sağlıklı ve düzgün bir şekilde saydığımız dalgaların deforme olmaya başladığını gösteriyordu. Ancak baskın dinamiğin gene de Elliott Dalga Prensibine uygun olması gerekir, çünkü Elliott Dalgaları sadece fiyat hareketi değil, insan kitlelerinin davranış biçimidir.

Şimdi 2017-2021 dinamiğine biraz daha dikkatli bakalım ve 2021 Kasım ay çubuğunu anlamaya çalışalım.

2017-2021

Şimdi paralel evrene gidelim ve 2021 Kasım ve Aralık ay çubuklarının oluşmadığını, yükselişin 10.0 seviyesini aşmadan daha yavaş bir tempoda ilerlediğini varsayalım. Bu durumda oluşacak yapı hiç şüphesiz bir Sonlanan Diyagonal olacaktı ve 2008-2021 dalgası, tam da bir Fibonacci zamanında, 13 senede tamamlanacak ve tamamlanırken de 2001 yılındaki tepede oluşturduğu yapının aynısını oluşturacaktı. Eğer yapı bu şekilde oluşsaydı, bütün teknik göstergeler de uyumsuzluk sinyalleri verecek ve çok derin bir düşüşe işaret edecekti.

Bu yapı, Elliott kalıpları içinde en muhtemeliydi ve çok yüksek bir ihtimale sahipti. Üçgenden çıkışta oluşan ve ABC olarak etiketlenen yapı kusursuz bir zigzagdı. Bu zigzagı oluşturan A ve C dalgalarının eşitliği, kurallara da rehber ilkelere de uygundu. Kalıbın 2020 sonunda bitmiş olma ihtimali çok düşüktü, ancak aynı şekilde “normal bir piyasa hareketi ile” 10.0 seviyesini de aşmaması gerekirdi. Yapı bu şekilde devam etmiş olsaydı 2018 Ağustos’unda 7.2 seviyesine kadar uzama ve 2019 üçgeninin amorf yapısındaki anomaliler bir seferlik kabul edilebilirdi.

2021 Kasım (ve henüz çok erken olmakla beraber) Aralık ay çubuklarının yapısı bir şeylerin analitik sınırları çok ciddi ölçüde zorlayarak anormal gittiğini gösteriyor. Sokak diliyle tabir etmek gerekirse, 10.0 seviyesi geçilirken “kayışın kopması” ve fiyatın hızını alamayarak bir ayın içinde 14.0 sınırına kadar savrulması da piyasa oyuncularının hiç beklemediği bir hareketin gerçekleştiğini ve bu harekete verilen tepkilerin ölçüsüz ve kontrol dışı olduğunu gösteriyor.

Bundan sonrası için sayısız ihtimal oluştu. Bu ihtimaller fiyatın hızlı bir şekilde gerisin geri 10 seviyesinin altına çökmesinden, hiperenflasyona da yol açacak, anormal ölçekli bir yükselişe kadar çok geniş bir yelpazeyi içeriyor. 2021 Kasım hareketinden sonra bütün piyasa oyuncuları artık kördür ve ne fiyatın yönü, ne de yaşanacak hareketin boyutları konusunda fikir sahibidirler. Analitik yöntemlerin tamamı kifayetsizdir.

Yukarıdaki grafik Doların TL karşısında hareket ettiği bölgeleri gösteriyor. 2010-2018 döneminde alt koridorda, 2018-2021’de orta koridorda hareket eden USDTL, Kasım ayında üst koridoru da delerek 13 senelik kanalın üst bandından savruldu. Kanalın içine dönüş, aşırı duygusal ortamın yatıştığı anlamına geleceği için önemli. Kanalın üst bandı 2021 Aralık ayında 11.5 civarından geçiyor. Ancak kanalın içine dönülemezse, 13 yıllık kanalın dışında yaşanacak fiyat hareketlerinin taşkınlığı, tahminlerin çok ötesindeki fiyat seviyelerini gündeme getirebilir. Elliott analizleri bakımından 2019 üçgeninden çıkıştan itibaren devam eden dalganın [5] olma ihtimali kalmadı. Dolayısıyla ya alternatif sayıma, yani 2003-2010 dönemini üçgen kabul eden sayıma dönmek veya Elliott analizlerinin tutarlılığı bakımından kaçınılmaz üç koşuldan en az birinin ortadan kalktığını varsaymak gerekiyor:

i) Fiyatların tamamen serbest olarak belirlendiği organize bir piyasa, ii) ölçülebilir ve düzenli parametreleri bulunan bir piyasa, iii) istatistik açıdan anlamlı sayıda alıcı ve satıcısı bulunan bir piyasa.

2018 şokunda neler olup bittiği konusunda spekülasyon yapmak yerine konuyu tarihçilere bırakmıştık. O yılın Ağustos ayında “hiç bir şey olmadıysa da bir şeyler oldu”. Ancak ondan sonraki dönemde kararnameler, düzenleyici kurullar, merkez bankası ve hazine vasıtasıyla piyasa hareketlerinin kısıtlandığını, 2017 referandumu sonrasındaki rejim değişikliği ile sadece piyasaların değil, kurumların da emir/komuta ile yönlendirildiğini, piyasanın en güçlü oyuncularının palas pandıras piyasayı terk ettiğini düşünürsek, yukarıdaki koşulların ortadan kalktığını düşünmek için yeterli gerekçemiz var demektir.

13 yıllık yükseliş kanalını aşırı yüksek momentumla geçen Dolar kuru, Türk Lirasının para olma özelliklerini ciddi bir şekilde tehdit ediyor: 1) Hesap birimi, 2) Değişim aracı, 3) Servet saklama aracı. Türk Lirası artık öngörülemez, bırakalım uzun vadeyi, kısa ve orta vadede bile kestirilemez potansiyel taşıdığı için 1) TL ile hesap yapmak zorlaşıyor, 2) Değişim aracı olarak başka kurları kullanma arayışı başlıyor, 3) TL’de tutulan servetler büyük bir hızla eridiği için servet saklama işlevi de kayboluyor. Türk Lirası, başta Amerikan Doları olmak üzere bütün para birimlerine karşı kripto paraların hareketine benzer hareketler yapıyor (aradaki tek fark fiyatın doğrultusu olmak üzere). Dolayısıyla bir servet saklama aracı değil, servet transfer aracına dönüşüyor.

Sonuç

Ağır bir hastalıkla evine kapanmak zorunda kalan yaşlı Raph Nelson Elliott, 1930’ların sonunda olağanüstü bir gözlemde bulunmuş ve fiyat hareketlerini oluşturan kalıpları keşfetmişti. Nereden bakılırsa bakılsın dahiyane bir keşiftir. Milimetrik kağıtlara çizilmiş grafiklere bakarak ve sınırlı sayıdaki piyasa incelenerek yapılmış bu keşif, 80 yıla yakın zamandır dünyanın her yerindeki Elliott analistleri tarafından başarıyla kullanılıyor. Elliott analizleri bize hiç bir şeyi göstermiyorsa bile, bir piyasanın piyasa olma niteliğini kaybedip kaybetmediğini gösteriyor.

Elliott pek çok çağdaşı gibi gözlemi, deneyselliği, yanlışlanabilir olmayı ve doğanın sadece bilimle anlaşılabileceğini önceleyen bir anlayışa sahip bir Aydınlanma dönemi insanıydı. Ona göre doğada devinen her şeyin tabi olması gereken bir düzen ve yasa vardı. Fiyat grafiklerinde keşfettiği kalıpların bir doğa yasasının sonucu olduğunu söyledi. Elliott bu çıkarsamaları yaparken Amerika’da Büyük Buhran yaşanıyordu. 1929’da borsa çökmüş, 1930’larda ekonomik daralma buhrana dönüşmüştü. Avrupa’da otoriter rejimler yükseliyor, ’30’ların sonunda patlayacak dünya savaşının ayak sesleri yükseliyordu. Elliott böylesine kaotik bir dönemde, kaosun içindeki düzeni keşfetmişti.

Aynı dönemde Elliott’un çağdaşı bir ekonomist de olağanüstü gözlemler yapıyor ve genel anlayışa aykırı bazı tezler ve yöntemler üzerinde çalışıyordu. Bu ekonomistin adı John Maynard Keynes idi. Keynes piyasa oyuncularının davranışlarını kendisinden önceki pozitivist ekonomistlerin rasyonal davranış teorileri ile değil, “hayvan ruhu” (animal spirit) ile anlamaya çalışıyordu. Aşırı hırslar ve korkular içindeki insan kitlelerinin yarattığı aşırılıkların kökeninde rasyonal ve matematiksel beklentiler değil, hayvan ruhunun olduğunu düşünen Keynes, 1930’ların Büyük Buhranından da çıkışın ana aktörü olmuştu. Aynı dönemde Ralph Nelson Elliott teorisinde bir türlü çözemediği ayrıntılarla uğraşıyordu.

Elliott’un çözemediği ayrıntıların bir kısmı üçgenler ve yükselişlerin başlangıç ve finali ile ilgiliydi. Elliott yaşadığı dönemin tarihsel bir dönemeç olduğunu biliyordu. 1929 borsa çöküşünün birkaç yüzyıl süren bir yükselişin sonu olduğunu, düzeltmenin ardından çok uzun sürecek bir yükselişin başlayacağını biliyordu. 1929’da başlayan düzeltme nasıl ilerliyordu? Bir sonraki dalga başlamış mıydı, başlamadıysa ne zaman başlayacaktı? Bu dalga nerelere kadar uzanacaktı? Elliott bunlara kafa yoruyordu. Uğraştığı soruların bir kısmı cevapsız kaldı, Elliott çalışmalarını önemli ölçüde tamamladı, ancak bazı alanları tamamlayamadan öldü.

Aynı dönemde Keynes çığır açtı. Açtığı çığır paranın doğasını da değiştirdi. Keynes paranın doğasına ilişkin farklı ve radikal yaklaşımı ile Büyük Buhranla savaşırken, kendisinden seneler sonra, 2008 Buhranıyla savaşanlara da örnek oldu.

1990’lardan itibaren yeni bir dünya kuruldu. Bu değişim bütün büyük pazarların birbiriyle organize olduğu, paranın ışık hızıyla bir pazardan diğerine aktığı, piyasadaki fiyat değişimlerinin mikro ölçeklerde bile anlık olarak izlenebildiği bir dünya yarattı. 2000’lerden itibaren akıllı makineler piyasalarda insanların rakibi olmaya başladı. Bu makineler Büyük Veri (Big Data) ve Yapay Zeka ile yavaş yavaş “düşünen makinelere” dönüşüyor. Bu değişim, paranın doğasına ve finansal değişim dinamiklerine ilişkin yeni bir yorum ve değerlendirmeyi gerektiriyor.

Ralph Nelson Elliott’un beş dalga modeli en kolay insan yaşamı analojisi ile anlaşılabilir. Birinci dalga bebeklik ve çocukluktur, yaşamın ne yöne gideceği bu dönemde şekillenir, ancak bu dönem hala sayısız olasılığa, spekülasyona açıktır. Dönem ergenlik bunalımları ile sona erer. Ergenlik ikinci dalgadır. Biyolojik ve ruhsal değişim bu dönemde gerçekleşir. Ardından güçlü ve sağlıklı orta yaş gelir. Çalışma ve iş, cinsel aktivite ve üreme, zihinsel yaratıcılık ve üretkenlik bu dönemde zirveye çıkar. En uzun ve en güçlü dalgadır. Elliott Dalga Prensibindeki üçüncü dalgaya karşılık gelir. Ardından durulma dönemine girilir. Yorgunluk ve isteksizlik, biyolojik yıpranma ve yaşlılığa geçiş, ruhsal durgunluk dördüncü dalgadır. Ardından yaşlılık gelir. Zihinsel olarak yeniden çocuklaşma, geçmişe özlem ve tüm aktivitelerde yavaşlama. Ölüm beş dalgayı tamamlar. İnsan yaşamının süreleri de bu analojiye uygundur: Genellikle Birinci dalga (çocukluk) 13 yıl, İkinci dalga (ergenlik) 5 yıl, üçüncü dalga (orta yaş) 21, dördüncü dalga (andropoz/menopoz) 8 yıl ve beşinci dalga (yaşlılık) 13 yıl sürer. Yakın zamana kadar genel şema buydu: Yaş dönemleri 0-13, 13-18, 18-39, 39-47, 47-60 şemasına uygundu. İnsandan insana ufak tefek farklılıklar gösterse de, bu süreler içinde ilgili aşamaların geçilmesi, 60’dan sonra da ölümün beklenmesi öngörülüyordu.

20. ve 21. yüzyılın gelişmeleri bu süreleri değiştirdi. Çocukluk ve ergenlik pek fazla değişmese de, orta yaş ve yaşlılık uzadı. Elliott, finansal piyasalardaki hareketlere bakarak dalga modelini kurarken, dalgalardan sadece biri uzar demişti. Analojiye gönderme yapmak gerekirse, uzun orta yaş yaşayanların yaşlılığı uzun olmaz. Bazı insanlarda çocukluk, bazılarında yaşlılık uzun sürer(di). Elliott Prensiplerindeki analojisi Birinci ve Beşinci Dalga Uzatmalarıdır.

Özellikle 21. yüzyıl teknolojileri artık çifte uzamaya imkan veriyor. Uzun Orta yaş döneminin ardından çok uzun yaşlılık dönemi de mümkün hale geldi. Orta yaşla, yaşlılık arasındaki geçiş belirsizleşti. Bir tür hibrid yapı oluştu; yarı genç-yarı yaşlı insanların sayısı çığ gibi arttı.

Finansal piyasalarda da hibrid yapılara rastlıyoruz. USDTL’de 2008 yılında bir türlü karar veremediğimiz ikili dip yapının dalga dinamiği, hem itkisel, hem düzeltme karakteristiği taşıyor. Dolayısıyla dalganın nerede bittiğine, nerede başladığına karar veremiyoruz. Bu sadece çağımıza özgü de değil; 1929 borsa çöküşü ile başlayan düzeltmenin nerede bittiğine sadece Ralph Nelson Elliott değil, ondan sonra gelen Elliott analistleri de bir türlü karar verememişti. Tahminler 1933’den 1941’e kadar geniş bir varyasyonu içeriyordu. Benzer şekilde, kendisinden sonraki Elliott analistlerinin prensiplerin dışına çıkarttığı “AB Tabanı” gibi önermeleriyle Elliott, dalga başlangıçları konusunda da tereddütlere düşmüştü. AB tabanı fikri, itkisel yapılarla düzeltme kalıplarının birbirinin içine geçtiği hibrid bir yapı öngörmekteydi.

Özellikle çapraz kurlar Elliott prensipleri bakımından en sorunlu alanı oluşturur. Çünkü Elliott dalgaları sürekli büyüyen bir yapı üzerine kuruludur. Bu anlamda kapitalizmin en iyi modellemesidir. Ancak çapraz kurlar sürekli büyümezler; daha ziyade geniş bantlarda yatay hareket etme eğilimindedirler. Çünkü çapraz kurun hangi tarafının hırsı, hangi tarafının korkuyu temsil ettiği belli değildir. Örneğin hisse senetlerinde taraflar bellidir: Yükseliş hırs, düşüş korku ile beslenir. Egzotik kurlarda ve Türkiye gibi gündelik yaşamını çifte kur üzerine kurmuş ülkelerde uzun zamanlar boyunca tarafları teşhis etmek kolaydır: Türk Lirası lehine hareketler hırs, Dolar lehine hareketler korku ile beslenir. Ancak bu ülkelerde bile çapraz kurun tarafı zaman içinde değişkenlik gösterir.

Kurlar aynı zamanda ölçüm birimi işlevi de gördükleri için, değerlerinin değişimi belli zamanlarda Elliott kalıplarının dışında gerçekleşebilir. En önemlisi de, para birimlerinin sahipleri vardır ve hiç bir para birimi piyasaların insafına bırakılamaz. Devletler, kurumları vasıtasıyla para birimlerine müdahale eder, Elliott kalıplarını bozarlar. Bu, Dolar, Avro gibi para birimlerinde daha sınırlı ölçektedir. Çünkü bu paralar, temsil ettikleri coğrafyaların dışında da para özelliği taşırlar.

Kur hareketlerinin ideal Elliott kalıplarına yaklaşması için bazı koşullar vardır. Bunların başında da piyasa derinliği gelir. Bir piyasanın derinliği ne kadar fazlaysa, kalıp o kadar ideale yakınsar. TL serbest dalgalanmaya bırakıldığı 2001 yılından sonraki yıllar boyunca çok farklı piyasalarda çok farklı oyuncuların katılımı ile işlem gördü. Piyasa derinliğinin artması, fiyatın bir yöndeki aşırılıklarını da törpüler. Özellikle kaldıraçlı piyasalar, piyasa oyuncularını aşırı hareketlerde fiyatı dengelemeye teşvik eder. Diyelim ki 10 kaldıraçlı bir piyasada %1’lik bir hareket , 100 kaldıraçlı piyasada 0 getiri sağlar. Bu da pozisyondaki oyuncuyu kar realizasyonuna, yani trendin aksi yönünde pozisyon tutmaya teşvik eder. Kaldıraçlı piyasası olmayan, ya da kaldıraçlı piyasasında derinliği daralmış çapraz kurlar çok aşırı oynaklık gösterme eğilimindedir. 2018 sonrası Türkiye, buna en iyi örneklerden biri olsa gerek. Aşırı korkuya kapılmış kitlelerin “hayvan ruhları” ile matematiksel beklentilere değil, duygularını yatıştırmaya yönelik hareket edecekleri de unutulmamalı. Umalım ki, USDTL’de (yükseliş kanalının üst bandı aşılmış olsa da) kitleleri makul bir alan içinde tutan sınırlar aşılmamış olsun. Eğer bu sınırlar da aşıldıysa, vay halimize…

Sonuç olarak, inan yaşamı gibi finansal ömürlerin de dramatik olarak uzatılabildiği, para ve değer kavramlarının allak bullak olduğu, zenginliğe kolayca erişilebilen, zenginlikten yoksulluğa göz açıp kapayıncaya kadar düşülebilen, hayvan ruhumuzun serbest bırakıldığı bir dünyadayız. Elliott’un analiz ettiği kapalı devre piyasalar çok geride kaldı ve Keynes dünyaya para konusunda yepyeni bir anlayış zerk edeli neredeyse 90 yıl oldu.

Yazının başında dalgaların, özellikle de orta/uzun vadeli trendi bir aşamasından diğerine geçerken analistleri hep ikircikte bırakan yapılarından söz etmiştim. Sanırım bu ikilemin biri ekonomik/finansal, diğeri felsefi/bilimsel iki izahı var. Ekonomik/finansal izahtan başlamak gerekirse… Orta/uzun vadeli trendlerin sonunda, para politikaları tıkanır ve paranın idaresinden sorumlu kurumları politika değişikliğine zorlar. Para politikasındaki değişiklik de, hem piyasadaki para miktarını, hem de bu miktar ile belirlenen tüm varlık değerlerini etkiler. Bu değişim, “hibrid” yapıların oluşmasına neden olur. İtkisel ve düzeltme dinamikleri aynı anda etkilidir ve bu etki, piyasaya içkin bir dinamikle değil, piyasaya müdahale yoluyla tetiklenmiştir. Yönteme sadık Elliott analistlerinin kafa karışıklığı normaldir.

Felsefi/bilimsel izahı ise, piyasa katılığı dışında bir düşünme ve hayal esnekliği gerektiriyor. Elliott Dalga Prensibi kitabımın son bölümünde, fizik dünyası ile finans dünyası arasındaki analojilere dikkat çekmiştim. Kitabımın en az okunan bölümü bu olsa gerek. Çünkü bugüne kadar bu bölümle ilgili tek bir dönüş bile almadım. Sanırım herkes, Elliott dalgalarının felsefesini ve hangi bilimsel mantığa dayandığını anlamaya çalışmadan bir an önce kasayı doldurmaya çalışıyor. Aynı şekilde 2018 yılında yayımlanan Karmaşık Sistemler ve Piyasa Dinamiği isimli kitabım da beklediğim ölçüde ilgi görmedi. Her iki kitabımda da, özellikle çift yarık deneyine işaret ederek bir analoji oluşturmaya çalışmıştım. Çift yarık deneyi bize özellikle iki şeyi öğretir: 1) Işığın aynı zamanda hem dalga, hem de parçacık özelliği göstermesi, 2) Gözlemlenmediği zaman dalga özelliği gösteren foton parçacıklarının, gözlemlendikleri zaman parçacık özellikleri ile hareket etmesi. Çift yarık deneyi, ya da genel anlamda kuantum fiziği ile insan kitleleri ve onların davranış dinamiklerinin izdüşümü olan finans dünyası arasında analojiler kurmanın, mantıksal tehlikelerinin farkındayım. Bu tip kestirme analojilerin de bizi çok hatalı gözlemlere sürükleyebileceğini biliyorum. Gene de finans dünyasına, “o oldu, bundan yükseldi, şu oldu şundan düştü” kütlüğü içinde bakmamak gerektiğini düşünüyorum. Doğada insan kitlelerinin dinamiği ile analoji kurulabilecek pek çok durum var ve çift yarık deneyi bunların içinde en fantastik olanı.

Karmaşık Sistemler ve Piyasa Dinamiği kitabımda başka analojilere de dikkat çekmiştim. Bunlardan biri de, eş zamanlı ve birbirlerinden habersiz olarak doğal yaşamdaki nüfus hareketlerinin dinamiğini keşfeden Alfred James Lotka ve İtalyan matematikçi Vito Volterra’nın keşfi. Lotka/Volterra denklemleri, dışarıdan müdahale edilmeyen doğal ortamlardaki av/avcı nüfus ilişkisini gösteriyor. Bu ortamlarda birinin nüfusu aşırı artınca diğerinin nüfusu azalıyor, bu da yeni bir dengelenmeyi zorunlu kılarak nüfus artış ve azalışına doğal sınırlar çekiyor. Finans dünyasındaki analojisi, alıcı ve satıcı arasındaki dengedir. Biri diğerinin yakıtıdır ve birinin aşırı artışı, diğerini yok olmanın eşiğine getirdiğinde trend kaçınılmaz olarak döner. Çünkü bir olmadan diğeri de olmaz.

2018 Ağustos’unda yaşanan spekülatif atak sonrasında aşırı korkuya kapılan merkezi otorite, döviz piyasalarına çeki düzen vereyim derken av nüfusunu yok olma sınırına getirdi, avcıyı da çok daha yüksek seviyelerden avlanmaya mı zorladı acaba?

Üzerine derin derin düşünmek için sayısız soruyla dolu bir dönemdeyiz.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 05, 2021 06:36