Savaş ve Barış

Savaşlar kötüdür.

Eğer savaş hakkında bir yargıya varmak istiyorsak, yukarıdaki tek cümle yeterlidir. İnsanların öldüğü, fiziksel ve ruhsal sakatlıklarla yaşamaya mahkum olduğu, maddi varlıkların tahrip edildiği, sivillerin ve özellikle de çocukların, hastaların, yaşlıların ve kadınların doğrudan ve ağır bir şekilde etkilendiği, en temel ihtiyaçlara ulaşılamayan savaşlara olumlu anlamlar yüklemek kolay değil; özellikle de yaşadığımız çağda…

Savaşların Can Maliyeti

Ancak ne kadar olumsuz nitelik taşırsa taşısın, savaşlar bir gerçeklik ve insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası. Britannica Ansiklopedisi, Truva Savaşı’ndan günümüze kadar tarihteki savaşların bir listesini veriyor. Liste 17. yüzyıldan itibaren yoğunlaşmaya başlıyor. Savaşların sayısı 20. yüzyılda tepe yaptıktan sonra, hızla azalıyor. Britannica ansiklopedisine göre 21. yüzyılın ilk çeyreğinde sadece üç kayda değer savaş var: Afganistan Savaşı, Irak Savaşı ve Suriye İç Savaşı. Wikipedia, Britannica Ansiklopedisinin kayda değer bulmadığı daha küçük ölçekli savaşları da zikreden daha ayrıntılı bir liste veriyor ki bu liste, Yemen İç Savaşı, Libya İç Savaşı, Nijerya’da Boko Haram’a karşı verilen savaş gibi, ciddi kayıplara neden olanları da içeriyor.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaş, yukarıdaki kanlı listeye eklenen yeni bir savaş oldu. Bu savaşın detaylarına biraz daha yakından bakmadan önce Vox’ta Our World in Data sitesine referansla yayınlanan son 600 yıldaki savaşlardaki can kayıplarına göz atalım:

Savaşlarda 1600 ile 1900 yılları arası düşme eğiliminde olan can kaybı, iki dünya savaşının yaşandığı 1914-1945 arasında yeniden artıyor ve o tarihten itibaren de dramatik bir şekilde azalma eğilimine giriyor. Grafik can kayıplarının sayısını değil, 100 bin kişiye düşen can kaybı oranını gösteriyor. Buna göre, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında askeri ve sivil ölüm sayısı toplamının oranı 2.000/100.000’i aşmış. Başka bir deyişle o dönemde yaşayanların yüzde ikiden fazlası, yaşamını savaşa bağlı nedenlerle yitirmiş. Daha kesin rakamlarla konuşmak gerekirse:

1918 yılında dünya nüfusu yaklaşık 1.8 milyar, 1. Dünya Savaşındaki askeri ve sivil ölüm sayısı yaklaşık 40 milyon. Savaşta ölenlerin 1918 nüfusuna oranı %2.2.1945 yılında dünya nüfusu yaklaşık 2.5 milyar, 2. Dünya Savaşındaki askeri ve sivil ölüm sayısı yaklaşık 80 milyon. Savaşta ölenlerin 1945 nüfusuna oranı %3.2.Günümüzde dünya nüfusu yaklaşık 8 milyar ve savaşlarda ölüm oranı 100 bin kişide 0.2’ye, yani 1 milyonda 2’ye geriledi.

Yukarıdaki istatistiki verileri, ülkenizin savaşa girmesinden bağımsız olarak savaşa bağlı nedenlerle ölme olasılığınız olarak değerlendirirseniz, büyük büyük ebeveynlerinizin ölüm ihtimali %2-3 civarındayken, sizin savaşa bağlı nedenlerle ölme olasılığınız sadece bir milyonda 2. Dolayısıyla sadece çok uzun ve istikrarlı bir barış döneminde yaşamıyoruz, aynı zamanda bu çağda, salgın hastalık, açlık, yokluk, yoksulluk gibi, savaş da ölüm nedenleri içinde büyük bir yer tutmuyor.

Ancak bu tablo yavaş yavaş değişiyor. 2020 yılında başlayan ve halen etkisini yitirmeye başlasa da tamamen ortadan kalkmamış olan kovid salgını, salgına bağlı ölüm ihtimalimizi küçük de olsa arttırdı. Ukrayna savaşının ise nereye evrilebileceği henüz belirsiz; çok yaygın ve kapsamlı bir savaşın epey erken aşamalarında olabileceğimiz gibi, beklenmedik ölçüde kısa sürecek bir işgalin en kötü aşamasını geçmiş de olabiliriz.

Savaşların fırsat maliyeti

Yukarıda en kötü iki örneği, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını referans alarak savaşların can maliyetine göz attık. Bir de fırsat maliyetine bakalım:

Yazıya, savaşlar kötüdür diye başlamıştım. Sanırım bu, hangi toplumda yapılırsa yapılsın, bütün kamuoyu anketlerinde ezici bir çoğunlukla üzerinde uzlaşı sağlanacak bir nitelemedir. Ancak insanların ezici çoğunluğu savaşların kötü olduğunu düşünse de, savaşlar, sadece geçmişin sevimsiz bir hayaleti değil; günümüzde bütün ülkeleri, tedbir almaya ve ülke kaynaklarının bir kısmını askeri harcamalara ayırmayı zorlayan bir gerçeklik.

2019 yılında askeri harcamaları en yüksek iki ülke Amerika ve Çin. Amerika 731 milyar $ harcaması ile en yakın rakibi olan Çin’in 2.8 katı kadar para harcıyor. 2019 yılı itibarıyla Rusya’nın harcamaları 65.1 milyar $ ile ABD’nin %8.9’u kadar, Suudi Arabistan’ın 61.9 milyar $, Türkiye ve İsrail’in 20’şer milyar $ ve dünyaya büyük bir tehdit gibi sunulan İran’ın 12.6 milyar $ harcama yaptığına bakarak, dünyanın en tehlikeli ve çatışmalı coğrafyası olan Ortadoğu’nun dört önemli ülkesinin ve Rusya’nın toplam harcamalarının ABD’nin askeri harcamasının dörtte biri bile etmediğini de not edelim.

PGPF.org sitesindeki veriler daha da çarpıcı sonuçlar veriyor: ABD’nin 2020 askeri harcamalarının, diğer ülkelerle karşılaştırmasına göre ABD kendisini takip eden 11 ülkenin tamamından daha fazla askeri harcama yapıyor. Bu harcamaların ABD GSYiH’sına oranı, Soğuk Savaş döneminde %6-7 oranında iken, bugün %4 civarında. Bu oran, Rusya hariç diğer bütün ülkelerden fazla. Örneğin Çin, GSYiH’sının %1.74’ünü, Birleşik Krallık, Kanada, Fransa, %2-2,5, Japonya %1’ini askeri harcamalara ayırıyor.

iisd.org sitesinde yer alan 2016 tarihli bir rapora göre 800 milyon insan açlık sınırının altında yaşıyor. Bunların 90 milyonu beş yaş altı çocuk. Yıllık 11 milyar $’lık bir bütçe, 2030 yılına kadar yeryüzünde açlığı sona erdirmek için yeterli. Bu bütçenin 7 milyar $’lık kısmını açlıkla boğuşan ülkeler kendi bütçelerinden karşılayabiliyor. Bu ülkelere her yıl toplam 4 milyar $ yardım yapılması yeterli olacak.

Nature dergisinde yer alan bir habere göre, yoksul ülkelere küresel iklim değişiminin sonuçları ile baş etmek için yapılacak yıllık 100 milyar $’lık bir kaynak, hem küresel iklim değişimi ile mücadeleye güç katacak, hem de iklim krizinin yıkıcı sonuçlarını engellemek yolunda ciddi bir katkı sunacak. Habere göre zengin ülkeler 2009 yılında bu sözü de vermişler. Ancak söz tutulmamış.

Bir başka rapora göre, iklim değişimini engellemek için yapılan harcama toplamı 2019/2020’de 321 milyar $ olmuş. Bu harcamanın önemli bir kısmı, devletlerle beraber Birleşmiş Milletler tarafından karşılanmış. Ancak özellikle ABD’nin ayak sürümesi sonucu, harcamalar istenen düzeyde artmamış.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. 2021 yılı itibarıyla dünya genelindeki toplam askeri harcamalar 2 trilyon $’a ulaşmış durumda. Bu harcamaların yarısının açlık, yoksulluk, eğitimsizlik, göçmen sorunları, sağlık gibi alanlara yöneltilmesinin gezegenimizi cennete çevireceğini, yeryüzündeki canlı yaşamı tehdit eden iklim krizini sonlandıracağını söylemeye gerek yok. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının dünyada askeri harcamaları daha da arttıracağı kesin.

Ancak çok ilginç bir paradoksla karşı karşıyayız: Yeryüzünde son 600 yılın en barışçı dönemi yaşanır ve savaşa bağlı ölümler tarihin en düşük seviyelerinde seyrederken bu kadar yoğun askeri harcamanın nedeni ne?

Yazının bu aşamasından sonra, silahlanmanın “ekonomisini” bir tarafa bırakıp “anatomisi” ile ilgili düşüncelerimi aktaracağım. Yazının sıkıcı akışından ve yorucu ritminden sıkılan okuyucuya, genel geçer ezberler dışında bir düşünme çağrısıdır bu.

21. yüzyılda savaş

Rus askerleri Ukrayna’ya girer girmez, başta Avrupa olmak üzere önce çok gürültülü bir “savaşa hayır” kampanyası başladı. Elbette savaşa karşı çıkmanın eleştirilecek bir yanı yok, ancak yeryüzünde savaş olgusu yaklaşık yirmi senedir en vahşi görüntüleriyle yaşanıyor. Daha yakın zamanda Afganistan’da savaştan ve Taliban yönetiminden kaçmak üzere uçaklara tutunan insanlar gördük. Sınırlarımızın yanı başında Azerbaycan-Ermenistan savaşının dumanı tütüyor. Suriye iç savaşı on yılı aşkın bir süredir devam ediyor ve bu savaşta o kadar zalimce öldürmelere tanıklık ettik ki, insanlığımızdan utandık. Irak coğrafyasında 20 yıldır devam eden bir savaş var. Daha yakın bir zamanda, ülkenin muhtelif yerlerinde konuşlanmış yabancı askeri güçlere, bir de terörist örgüt, IŞİD katıldı. Biraz öteye gittiğimizde Yemen ve Libya’da devam eden savaşlar var. Doğu komşumuz İran’ın doğrudan bir askeri müdahaleye muhatap kalmasa da, sık sık siber ataklara maruz kaldığını biliyoruz.

Geçen hafta ölen, eski dışişleri bakanı Madeleine Albright’ın “Irak’a uygulanan ambargo sonucu yarım milyon çocuk öldü, buna değdi mi?” sorusuna verdiğizor bir seçimdi, ama buna değdiğini düşünüyorum” sözü pek çok şeyi açıklıyor olsa gerek. Birincisi ABD, egemen bir ülkeye saldırma hakkını sadece kendisine ait görüyor ve dünya kamuoyu da zımni olarak bunu kabul ediyor. İkincisi, fail ABD ve koalisyon ortakları olunca yarım milyon çocuğun ölümüne yol açmak, özellikle de bu çocuklar Ortadoğulu ise, bir insanlık suçu kabul edilmiyor, ancak daha savaşın ilk ayı bile dolmadan, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in savaş suçlusu ilan edilmesi normal kabul ediliyor. Üçüncüsü, Avrupa Birliği veya NATO üyesi olmadığı halde, yabancı ülkelerden aldığı askeri yardımlarla neredeyse koskoca bir askeri üsse dönüşmüş olan Ukrayna’nın durumu normal kabul edilirken, bu askeri yığınağı kendisine tehdit olarak gören Rusya’nın tutumu savaş suçu olarak niteleniyor.

Burada bir başka soru daha var: İki okyanusla çevrili güvenli bir coğrafyada yaşar ve sadece iki ülke ile kara sınırı varken, bu iki ülkeden biriyle, Kanada’yla hiç savaşmamış, diğeriyle, Meksika’yla en son 174 yıl önce savaşmış ABD’nin bu ölçüde silahlanmasının nedeni nedir? Dahası, dünya kamuoyu bu silahlanmayı ne şekilde algılamakta ve kabul etmektedir? İlk sorunun cevabı basit: ABD savunma amacıyla değil, dünyada kendi egemenliğine dayalı düzeni korumak için silahlanıyor. Bu düzene yönelik tehdit nereden gelirse gelsin, oraya müdahale etme hakkını kendinde görüyor; bu müdahalenin doğrudan ya da dolaylı sonucu yarım milyon çocuğun ölümü bile olsa. İkinci sorunun cevabı biraz daha zor: Dünya kamuoyunun bir kısmı ABD’nin aşırı silahlanmasını dünya barışı ve elbette kendi rahatı ve güvenliği için bir gereklilik ve güvence olarak görüyor, diğer yarısı ise tehdit. ABD’nin dünya jandarmalığı rolünden en çok faydalanan ülkeler, Kanada ve Birleşik Krallık. Avrupa ülkeleri bu konuda net değil; Rusya’ya coğrafi olarak daha yakın olanlar ABD’yi bir güvence olarak görürken, daha uzaktaki ülkeler en azından ateşli militan olmamayı tercih ediyor. Avrupa’nın iki önemli ülkesi olan Fransa ve Almanya ise renk vermiyor; bir taraftan ABD’ye hem askeri, hem de mali bağımlılık nedeniyle bu aşırı silahlanmaya sessiz kalıyor, diğer taraftan biraz da ABD zorlaması ile AB’ye dahil edilen eski sosyalist blok ülkelerinin aşırı Amerikancı tavırlarından rahatsızlık duyuyorlar.

ABD’nin aşırı silahlanmasından, egemenlik alanını sürekli genişletmesinden rahatsız olan ülkelerin başında eski süper güç Rusya ve yeni süper güç adayı Çin geliyor. Bu iki ülke, kendileri gibi kalabalık nüfusları, dünya ekonomisinde artan etkileri ve hammadde kaynakları ile birer dünya gücü olma hayali kuran Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeleri de yanlarına çekmeye çalışıyor.

Karşımızdaki küresel rekabetin görünümü kabaca böyle. Ülke halklarının pozisyonu ise biraz daha karmaşık. Avrupa halkları genel olarak yaşam standartlarından da, her ne kadar içi boşaltılmış olsa da sosyal devletlerinden ve demokrasilerinden de, yetmiş yılı aşkın bir zamandır barış içinde yaşamaktan da memnun. En önemli tehdit olarak gördükleri göçmen akımlarını durdurmaya çalışıyorlar. Amerika’ya bu göçmen akımlarını tetikleyen operasyonları nedeniyle kızgın olsalar da, genel olarak memnun oldukları düzenin bekçiliğini yapan ABD’den bir şikayetleri yok: Avrupa’daki tatlı hayatın maliyeti, yarım milyon Iraklı çocuk da olsa, fırtınalı denizlerde perişan edilmiş ülkelerinden kaçmaya çalışırken boğulup ölen göçmenler de olsa… Bu anlamda Ukrayna’daki bir savaş elbette daha korkutucu, çünkü bir ayın içinde iki milyon göçmen, Rusya’nın steplerinden yola çıkmış korkutucu Rus ordusunun önünden kaçıyor; nükleer silahlarını kullanma tehditleri savuran Putin Avrupa’daki bu tatlı hayatları tehdit ediyor. “Savaşa karşı” olmanın gerisinde ne yazık ki bu tip bencilce beklenti ve kaygılar var.

Çin, Hindistan gibi kalabalık ülkelerde Ukrayna Savaşı’na yönelik değerlendirmeler, Avrupa’dan farklı. Hindistan yönetimi tarafsız kalmayı tercih ederken, Hindistan halkının bu savaşa çok da ilgi göstermediğini zannediyorum. Asya halklarının görüşünü yansıtan Güney Kore menşeli Asian Boss you tube kanalının sokak röportajları ilginç: Çin ve Kazakistan‘da yapılan sokak röportajları bir gösterge ise, bu ülkelerde Rusya ve Ukrayna savaşına yönelik bakış Avrupa’dan çok farklı. Her iki ülkenin insanları da, öncelikle kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirme yapıyor. Çinliler de, Kazaklar da bu savaşa taraf olmanın kendi çıkarlarına uygun olmadığı fikrinde. Diğer taraftan Avrupa ve Amerika’da Ruslara yönelik, ırkçılığa varan ölçüde tepki bu ülke halklarında yok. Daha yaşlı olanlarda sempati, gençlerde biraz daha mesafeli bir duruş veya antipati hemen görülüyor. Burada önemle not etmek gerekir ki, Asyalı toplumlar, Batı medyasında gösterildiği gibi, kendi iradesini “diktatörlere”, yönetimlere, partilere teslim etmiş değiller. Tam tersine, kendisiyle röportaj yapılanlar, sorulara son derece tutarlı, mantıklı ve dirayetli cevaplar veriyor. Asyalıların “yöneticilerinin onlara ezberlettiğini tekrarlayan papağanlar” olduğu propagandasının – en azından bu röportajlarda – bir karşılığı yok.

Savaşın Anatomisi

Yazının en başındaki tek cümlelik yargıdan ilkesel olarak ayrılmamakla beraber, romantik bir hümanizm anlayışı ile gerçekten kopmak yerine, yüzyıllardır insan topluluklarının olduğu her yerde ve her dönemde hüküm süren savaş gerçeğine çeşitli boyutlarıyla bakmaya, savaşın “anatomisini” anlamaya çalışalım.

Çağımızdan 2500 yıl önce yaşamış bir Çinli komutan olan Sun Tzu’ya atfedilen Savaş Sanatı isimli eser yüzyıllardır okunuyor, okutuluyor, klasikleşmiş bir eser olarak sadece askerlik alanında değil, pazarlamadan, finansal alım satıma, kişisel gelişimden işletme/yönetim bilimlerine kadar çok geniş bir alanda çalışan insanların da ilgisini çekiyor. Sun Tzu bu eserinde sayısız tavsiyede bulunuyor ve birbirinden farklı pek çok durumda savaşı kazanmak için neler yapmak gerektiğini anlatıyor. Kitabın askerlik dışındaki alanlardan ilgi görmesinin nedeni basit: Prusyalı asker Carl von Clausewitz’in yaklaşık üç yüzyıl önce isabetle tespit ettiği üzere savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır. Dolayısıyla birbiri üstünde üstünlük veya avantaj sağlamak isteyen birden fazla insanın, topluluğun veya ulusun arasındaki ilişki, pekala savaş kavramları ile formüle edilebilir. Fiziksel şiddete dayalı savaş, mücadelenin belki de en ilkel, ancak en etkili yoludur.

Özellikle 17. yüzyıldan sonra dünyada askerliğin biçimine, doğasına ve uygulamasına yönelik köklü anlayış değişimleri oldu. Daha önceki yüzyıllarda savaş genellikle, paralı askerlerin mücadelesidir. Askerleri savaştıkları tarafa bağlayan en önemli motivasyon kendilerine vaat edilen maddi varlıklardır. Maaşlı askerlik veya savaş kazanıldıktan sonra yağmadan alınacak pay, boyun eğdirilen halklardan toplanacak haraç veya kurulacak yeni yönetimde kazanılacak paye, eski zaman savaşlarındaki temel motivasyon nedeni idi. Savaşlar bir dini yüceltmek ve yaymak amacıyla icra ediliyor olsa bile, özünde insan doğasının açgözlülüğü, hırsları ve kazanç beklentileri yatar. Kutsal toprakları kurtarmak için yola çıkan Haçlı orduları da, İslam dinini yaymak için cihada yönelen Müslüman orduları da, ilk dalgadaki idealist beklentilerin ardından, yağma, öldürme ve katliam gibi vahşet dolu sonlara mahkum olmuştur. Elinde silah tutan bir insan her zaman ve herkes için tehlikelidir. Bu insanlar kalabalıklar halinde bir ordu olduklarında daha da tehlikelidir. Çünkü şiddet insan doğasında vardır ve insan, nefsinin taleplerini karşılayamadığı zaman vahşi hayvan sürüsü gibi davranır.

Yakın zamanlarda, modern ulusların ortaya çıkışı ile beraber, uğruna savaşılacak, gerekirse ölünecek bir yurt/vatan kavramı doğdu ve askerlik bir yurttaşlık görevi olarak tatbik edilmeye başladı. Ancak savaş, özünde şiddet ve vahşet barındırdığı için ne kadar kutsal amaçlar için icra edilirse edilsin, her zaman insan onuruna aykırı sonuçlar doğurdu. Kutsal yerleri kurtarmak için Avrupa’dan yola çıkan Haçlı orduları, daha kutsal topraklara ulaşmadan Avrupa’da Yahudilere, Bizans topraklarına girdikten sonra kendi dindaşlarına yönelik katliamlar yapmaya başlamış, yer yer yamyamlığa varan ölçüde vahşet uygulamışlardı. Konstantinopolis’in bütün varlıkları yağmalanmış, kent tarihinin en büyük yıkımı yaşanmıştı. 2. Dünya Savaşı’nda anavatan savunmasında milyonlarca yurttaşını yitiren Sovyet Kızıl Ordusu, Nazileri püskürtüp Berlin’e yöneldiğinde, Almanların başkentine ulaşana kadar on binlerce kadına tecavüz ederek ilerlemişti. Kızıl Ordu dünyayı Nazi belasından kurtarmış, ancak geride on binlerce tecavüze uğrayarak onuru kırılmış kadın, sayısız babasız evlat bırakmıştı. Savaş, ne kadar kutsal amaçlarla icra edilirse edilsin böyle bir insanlık suçudur.

Doğasındaki vahşete ve ne kadar önlenmeye çalışılırsa çalışılsın barındırdığı potansiyel suçlara karşılık savaş, belli kurallar içinde icra edilmek zorundadır. Satranç oynayan bir oyuncu, rakibine taş kaptırdığında ona neden tokat atmıyorsa, savaşta da mevzi kaybettiğinde kin ve nefretle yaklaşmamalıdır. Mustafa Kemal’in İstiklal Savaşı’nda esir aldığı düşman ordularının kumandanı Trikopis’i, askerliğin şerefine uygun olarak saygıyla karşılamasının ve kendisiyle medeni bir şekilde sohbet etmesinin nedeni budur. Trikopis işgalci bir ordunun kumandanıdır ve askerleri hırsızlıktan tecavüze sayısız suça karışmıştır. Ancak Mustafa Kemal Trikopis’e gerekli saygıyı göstermiştir.

Uluslararası Savaş Hukuku, uluslararası hukukun bir parçasıdır ve savaşı belli kurallara bağlamıştır. Yaralanmış, teslim olmuş, esir düşmüş bir asker artık bir savaşçı değildir; işkence göremez, canına kastedilemez. Savaşta belli silahlar kullanılamaz, sivillere yönelik saldırı düzenlenemez, vs.. Bu nedenle dünyanın bütün ülkelerinde askerlik mesleğini icra edenler barbar savaşçılar olarak değil, saygın bir meslek erbabı olarak görülürler. Esirlere işkence eden, onları -sadece asker oldukları için – idam eden, öldürdüğü askerden ele geçirdiği kişisel telefonla ölünün ailesini arayarak sadist duygularını tatmin edenler savaş suçu işlemektedir.

Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş bu bağlamda değerlendirilmelidir. Her iki taraf da savaştığı için değil, eğer Uluslararası Savaş Hukukunu çiğniyorlarsa suçludurlar. Bir ülkenin, bir başka ülkeyi işgale girişmesi, başka bir deyişle siyasetin en şiddet ve vahşet içeren araçlarıyla boyunduruğuna almak istemesi elbette hoş görülecek, anlayışla karşılanacak bir girişim değildir. Ancak herhangi bir askeri müdahaleyi sadece bu çerçeveden değerlendirmek de gerçekçi değildir. Sun Tzu’nun Savaş Sanatı kitabı, yüzyıllar sonra da geçerlidir ve bu çerçevede saldırı kendi başına bir suç değildir.

Konuyu Rusya-Ukrayna savaşı bağlamında değerlendirmek gerekirse, gerçekçi bir bakışla görülen şudur:

Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra hızla güç kaybeden bir ülkedir. 1990’larda yaşadıkları trajediler, yaşayan nesillerin hafızasında tazedir. “Hür ve demokratik dünyanın bir parçası” olmak yoluna çıkmış, 1930’ların Büyük Buhranından bile daha derin bir ekonomik küçülme yaşamak zorunda kalmıştır. Halkın @’ının geliri açlık sınırının altına gerilemiş, ülkenin varlıkları IMF’in Şok Doktrini uyarınca özelleştirme ve piyasalaştırma baskısı ile yağmalanmış, yurt dışına kaçırılmıştır. Ülkenin çok iyi yetişmiş ve eğitimli iş gücü, onur kırıcı işlerde çalışma pahasına yurt dışına göç etmek zorunda kalmıştır. SSCB’nin dağılmasından hemen önce verilen “NATO Sovyet cumhuriyetlerine genişlemeyecek” sözü tutulmamıştır. Rusya’yı çok yakından ve doğrudan tehdit edecek şekilde NATO genişlemesi, sınır komşularının bir cephanelik boyutlarında silahlandırılması, Rusya müttefiki ülkelerde renkli devrimler, bu ülkelere Amerika’dan vali atamaya varan açık tehditler, Rus etnisitesine karşı asimilasyon ve katliam girişimleri, nihayetinde eski bir süper gücün mirasçısı olan Rusya için hazmedilmesi imkansız girişimlerdir. Rusya’nın dünya sistemi içinde yer alabilme adına attığı adımların yok sayılması ve Amerika’nın Rusya’yı Avrupa’ya bir tehdit olarak göstermesi (gerçek ya da değil) 2022 yılındaki askeri işgal girişimine giden yolları döşemiştir.

Başta Ukrayna olmak üzere, eski sosyalist blok ülkelerinin Rusya ile aralarına mesafe koymak istemesi normaldir. Yarım yüzyıla yakın bir süre boyunca, Rusya’nın gölgesinde yaşamak, ulusal tercihlerin yok sayılması, ulusal kimlikler üzerinde asimilasyon uygulanması, Macaristan ve Çekoslovakya örneklerinde olduğu gibi yerel liderlerin yargılanması, cezalandırılması, öldürülmesi bu ülkeleri Rusya’ya karşı ciddi önlemler almaya sevk ediyor. Doğu Avrupa ülkelerinin tamamına yakını Avrupa Birliği’ne üye olmak ve Batılı üye halklar gibi zengin olmak istiyor. Bir kısmı muradına erdi, Ukrayna ise muradına eremediği gibi, 1991’deki GSYiH’sı seviyesinden bir türlü uzaklaşamadı, ekonomik gelişme ve kalkınma sağlayamadı. Ülkenin doğusu ile batısı arasındaki kültürel, etnik ve siyasal farklılıklar bu ülkeyi sürekli bir politik/ekonomik çıkmazda tuttu. ABD ve AB’nin Ukrayna’ya sürekli ve doğrudan müdahaleleri, yerel politikacılarla kirli ilişkiler, iddialar doğruysa Ukrayna’nın Oğul Biden tarafından finanse edilen bir biyolojik laboratuvar alanına dönüştürülmesi gibi nedenler, ülkeyi bağımsız ve egemen bir ülke olarak değil, egemenliğini kaybetmiş bir uzak uydu gibi görmeyi gerektiriyor.

Avrupa’nın diğer ülkeleri açısından, Orta doğulu yoksul halklara layık görülen, savaş ve mültecilik gibi olguların hemen kapısına dayanmış olması elbette kaygı vericidir. “Sarışın, mavi gözlü insanlar ölüyor” biçiminde tepki verilmesi de sıradan bir gaf değil, bilinçaltını yansıtması bakımından dikkat çekicidir.

Sıradan Ukraynalılar için, ülkelerinin büyük güçlerin çatışma alanına dönüşmesi ve öfkeli komşularının orduları tarafından işgale uğraması büyük bir trajedidir. Savaşan taraflardan Ukraynalılar kendi ülkelerini savunuyor. Rus askerler ise yabancı topraklarda ve onlara niçin savaştıklarını anlatmak çok güç. Rusya liderliğinin, içinde belli oranda gerçeklik payı içerse de, sürekli neo-Nazi vurgusu yapmasının amacı, biraz da Ukrayna’da savaşan askerlerine ve anayurttaki halkının bilinç altına hitap edebilmek. Rusların hafızalarında Nazi işgali ve bu işgal esnasında yaşanan trajediler o kadar güçlü ki, bir yurtseverlik duygusu yaratabilmek için korkutucu bir düşmana ihtiyaç var. Ukrayna yönetimi de, neo-Nazi Azov taburunun, faşist milislerin Odessa ve Ukrayna ordusunun Donbass’ta giriştiği suçlara göz yumarak Rusya’ya gerekçe yarattı. Beceriksizlik, zayıflık, işbirliği ya da ihanet, ne dersek diyelim, bunca hata en sonunda ülkenin işgaline yol açtı.

ABD ve Avrupa medyası, sadece Rusya işgale başladıktan sonra değil, Ukrayna’da yıllardır olaylar tırmanırken hep tek sesli ve tek yanlı yayın yaptı. Bu yayın anlayışı Amerikalı ve Avrupalı halklarda sürekli bir Rus tehdidi ve canavar Putin imgesini canlı tuttu. Yaşadığımız çağ artık Vietnam haberlerini sızdıran özgür basının, kendi ülkesinin izlediği politikalara aykırı da olsa gerçeği yüksek sesle haykırmaktan çekinmeyen Jean Paul Sartre’ların çağı değil. Her biri devasa bir sermaye tekeli olan medya tröstlerinin, özgür medya denen sosyal medyanın bile karşı tarafı sansürlediği, etiketlediği, erişimini sınırladığı bir tek seslilik çağı. Çok utanç verici bir şekilde, yazarların, sanatçıların, Pink Floyd gibi efsanevi grupların Shell, BP, Goldman Sachs, George Soros fonlarıyla, faşist Azov taburlarının, Alman neo-Nazilerinin, Amerikan paralı askerlerinin, iklim aktivisti Greta Thunberg ile beraber saf tuttuğu bir çağdayız.

Rusya elbette her platformda kınanmalı ve işgali sonlandırmak için gerekli tüm diplomatik yöntemler kullanılmalı. Ancak Rusya’nın çoğu haklı kaygılarına ve taleplerine de cevap verilmeli, en azından bu kaygı ve taleplerin kamuoyunda duyulması engellenmemeli. Rusya işgale giriştiği andan itibaren yürürlüğe konan kampanya, Rusya işgaline değil, Rus halkına, Rus kültürüne, bilgi edinme, bir kanaat oluşturmak üzere tüm tarafları dinleme hakkına ve dünya barışına karşı bir kampanyadır.

Bu kampanyanın sonunda Rusya ağır ekonomik yaptırımlar sonucu çökebilir, ancak bu dünya barışına bir katkıda bulunmaz. Amerika ve Avrupa basınında yürütülen propagandada Putin bir şeytan olarak resmedilse de, Rusya devlet geleneğine sadık, Rus kültürüne hakim, dünyaya meydan okumak yerine, ülkesinin çıkarlarını koruma kaygıları ile hareket eden bir lider Putin. Tarzını, muhaliflerine karşı uyguladığı sindirme politikasını, narsisistik kişiliğini ve delici bakışlarını sevmemiz gerekmiyor. Anlamak zorundayız. Rusya nihayetinde bir nükleer güç ve dünyada hiç kimse bu gücün, diyelim ki Kuzey Kore gibi babadan oğula geçen bir tiranlığın, İran’daki gibi dinsel dogmalarla hareket etme potansiyeli olan bir molla oligarşisinin kontrolünde olmasını istemez. Bu kriz Putin rejiminin çöküşü ve varsayalım ki Rusya’nın bölünmesi ile sonuçlanırsa, yarın gücü eline geçirmiş, devlet yönetme kültürü olmayan bir oligarklar topluluğu veya ufak tefek Rusya artığı tiranlıklarına saçılmış nükleer füzeler dünyayı daha yaşanabilir bir yer yapmaz.

Son olarak.. Bu yazıyı Putinci, Rusçu bir yazı olarak okuyacak okura uyarı: Dünyada Putincilik diye bir akım olmadığı gibi, bu blogun yazarı olan benim de hiç bir parti, sermaye grubu, düşünce kuruluşu, fon ya da NGO ile parasal veya entelektüel ilişkim yok. Yaşadığı dünyayı anlamaya çalışan bir bağımsız aydınım ve yazının Rusya’nın bakış açısına çok yakın olduğunu düşünüyorsanız, yazıyı bu ağırlıkla yazmamın nedeni, dünya medyasındaki tek sesli propagandaya tepki sonucudur. Yazının başında verdiğim silahlanma harcamalarının önemli bir yüzdesini gerçekleştiren Amerika’nın, anayurdunu değil, dünyada kurduğu askeri, finansal, ticari hegemonyayı koruma kaygısı ile bunca harcamayı yaptığını düşünüyorum. Bu emperyal kaygının hiç bir tarihsel, ahlaki ve siyasal haklılığı olduğunu düşünmüyorum. Dünyanın en korunaklı coğrafyasında ve bu kadar asimetrik bir güce ulaşmış bir ülkenin küresel gücünü bu şekilde kullanması yeryüzündeki bütün halklara ihanettir. Birkaç on yıl içinde, iklimdeki kötüleşmeyle beraber açlık isyanları başladığında, yeryüzü bir cehenneme dönebilir. Dünyada açlığı, hastalığı, her türlü savaşı ve kötülüğü bitirme potansiyeline ulaşıp bu potansiyeli emperyal hedeflerle heba etmek insanlık için ne büyük müsriflik…

Evet, hiç tereddütsüz savaşlar kötüdür ve savaşları engellemek için gereken her şey yapılmalıdır. Ancak savaşın fitili ateşlendikten sonra da, romantik bir tutumla dünyanın en açgözlü ve yıkıcı güçleri ile beraber saf tutmak yerine, gelecekte yeryüzü nasıl barış içinde ve daha güzel bir yer olur diye kafa yorulmalıdır.

Ben, en başta iki okyanusun arasına sıkışmış bu güç, para ve nüfuz konsantrasyonu dağılmadıkça yeryüzünün daha güzel bir yer olacağına inanmıyorum.

2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 26, 2022 11:25
No comments have been added yet.