Sosyonomik Görünüm, Mayıs 2021
Kısa 20. Yüzyıldan Uzun 21. YüzyılaNeyin gelmekte olduğunu tam olarak bilmiyorum, ama gelen her neyse, ona gülerek gideceğim.
Herman Melville, Moby Dick, 1851
Büyük krizlerle geçen 20. yüzyılın, insanlık tarihinin en çalkantılı çağı olduğu düşünülüyordu: Yüzyıl, büyük keşif ve icatlarla başlamış, 1914-1945 yılları arasında yıkıcı savaşlar, isyanlar, devrimler, ekonomik buhranlarla devam etmiş, 1950’lerden itibaren Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da sayısız yeni ulusun devletleşmesi ve bu ulusları çatısı altına alan geniş birliklerin, uluslararası kurumların kurulmasıyla yeni bir evreye girmiş, yüzyılın sonunda iki kutuplu dünyanın çökmesiyle sona ermişti.
1944’te yayımlanan Büyük Dönüşüm (The Great Transformation) isimli kitabının ilk cümlesinde ifade ettiği üzere, Macar asıllı Amerikalı siyaset bilimci Karl Polanyi’ye göre 19. yüzyıl 1914 yılında sona ermişti. İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm da, 1994 yılında yazdığı Kısa 20. Yüzyıl: Aşırılıklar Tarihi (The Age of Extremes; The Short Twentieth Century) isimli kitabında 20. yüzyılın 1914 yılında başlayıp 1994 yılında sona erdiğini ileri sürmüştü. Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama ise 1992 yılında yazdığı Tarihin Sonu ve Son İnsan (The End of History and the Last Man) isimli kitabında, Batı tipi liberal demokrasilerin dünya genelinde kazandığı mutlak zaferle, insanlığın ideolojik evriminin tamamlandığını ve tarihin sonunun geldiğini iddia etmişti.
2000’li yıllar, adına küreselleşme denen, insanların, şirketlerin, paranın, bilginin, yeryüzünü ulusal sınır tanımaksızın, büyük bir hızla dolaştığı bir süreçle başladı. Bilgi teknolojilerinde devrim niteliğindeki buluşların teknolojik uygulamalara dönüştürülmesi ve ekonominin, finansın, kültürün, gündelik yaşayışın bu sürece göre şekillendirilmesiyle yeryüzünde yaşam büyük bir hızla değişti.
Sakin ve huzurlu bir yüzyıl olacağı düşünülen 21. yüzyılın, henüz ilk çeyreği tamamlanmadan, dört önemli olay yaşandı:
11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik terör saldırıları önemli bir dönemeç oldu. ABD’nin en önemli simgelerinden “İkiz Kuleler” teröristlerce ele geçirilen uçakların çarpması sonucu yıkıldı, bu eylemle eş zamanlı olarak kaçırılan bir başka uçak da ABD Savunma Bakanlığı’nın karargahı olan Pentagon’a çarptı. Bu saldırıların ardından ABD, bazı Ortadoğu ülkelerini Şer Ekseni olarak isimlendirerek, teröre karşı Önleyici Savaş kavramını geliştirdi. 1990’ların sonunda zengin ve yoksul ülkeler arasında bir Kuzey-Güney ayrışması tartışılırken, ABD’de Bush yönetiminin geliştirdiği Şer Ekseni söylemiyle yeni bir uygarlıklar çatışması kavramı gündeme geldi.
2007 yılının sonlarında, ABD’de eşik altı mortgage piyasasının çöküşüyle başlayan finansal kriz, 2008’de bütün dünyaya yayıldı. Kısa bir zamanda finansal kuruluşlar, bankalar, şirketler iflasın eşiğine geldi. Kriz 2010 yılında Avrupa’ya sıçradı ve Avrupa’nın bazı küçük ve orta boy ülkelerinde borç krizleri patlak verdi. Dünyanın bütün önemli merkez bankaları, bu dönemde krizi durdurabilmek için kolaylaştırma ve parasal genişleme paketleri açıklamak zorunda kaldılar.
2016 yılında Birleşik Krallık’ta düzenlenen referandumda, Avrupa Birliği’nden ayrılma kararı çıktı. Kuruluşundan beri yeni üyelerin katılımıyla sürekli genişleyen Avrupa Birliği, ilk kez ve en önemli üye devletlerden birini kaybederek küçülme yoluna girdi. Avrupa Birliği ile Birleşik Krallık arasında dört sene süren Brexit müzakereleri, 2020 yılının Aralık ayında sonuçlandı. 2016 yılında dünya tarihi bakımından bir başka önemli gelişme daha yaşandı. ABD Başkanlık seçimlerini, tahminlerin aksine Donald Trump kazandı. Amerika tarihinin en tartışmalı başkanlarından biri olan Trump, 2020 yılında ikinci kez girdiği Başkanlık seçimini kaybedene kadar pek çok tartışmalı karara ve politikalara imza attı. Trump’ın gelişi gibi gidişi de olaylı oldu: 6 Ocak 2021 günü, ABD Kongresi’nin 2020 Kasım’ında yapılan Başkanlık seçimi sonuçlarını tescil etmek üzere yaptığı toplantı Trump taraftarlarınca basıldı. Güvenlik güçleri Trump taraftarlarını ateş açarak durdurmak zorunda kaldı.
2019 yılının son günlerinde, Çin’in Wuhan eyaletinde tespit edilen yeni tip korona virüs, hızla dünyaya yayıldı ve önce bazı Asya ülkelerinde, daha sonra İtalya ve İran’da kitlesel ölümlere yol açtı. Covid-19 olarak isimlendirilen salgın, 11 Mart 2020 günü, Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi ilan edildi. Salgın, bir kaç ay içinde bütün dünyaya yayıldı, 14 Mayıs 2021 itibarıyla resmi kayıtlara göre yeryüzünde 162 milyondan fazla insanın testi pozitif çıktı, 3,3 milyondan fazla insan Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti. Gerçek hasta ve ölüm sayılarının resmi rakamların çok daha üstünde olduğu tahmin ediliyor. Pandemi sadece bir sağlık sorunu olarak da kalmadı, ülke ekonomilerini durgunluğa ve daralmaya sürükleyen etkileri de oldu.
Henüz 21. yüzyılın ilk çeyreği tamamlanmadan yaşanan bu dört önemli gelişmenin paralelinde, en az bunlar kadar önemli başka gelişmeler de oldu. Ortadoğu coğrafyasında ABD ve müttefiklerinin işgali ile başlayan süreçte Irak, Libya, Suriye bölündü. 2010’larda Arap Baharı olarak isimlendirilen isyan dalgasında bölge istikrarsızlaştı, merkezi yönetimlerin etkisi zayıfladı, Rusya’nın da müdahalesiyle uluslararası güçlerin dahil olduğu yerel ölçekli çatışmalar ve savaşlar başladı. Ortadoğu’daki çatışma, Avrupa’da terör eylemlerine ve Ortadoğu’dan Avrupa’ya doğru büyük bir göçmen dalgasına yol açtı. Uzun yıllar hızlı bir büyümeyle güçlenen Çin, dünyanın en büyük üretim ve ihracat merkezine dönüştü. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, bazı eski Doğu Bloku ülkelerinin Avrupa Birliği ve ABD’ye yaklaşması sonucu, başta Ukrayna olmak üzere Rusya’nın komşusu bazı ülkeler istikrarsızlaştı. Brezilya ve Hindistan, önemli hammadde ve imalat merkezleri olarak öne çıkmaya başladı. İnternet ve mobil iletişim büyük bir hızla dünyaya yayıldı, yeryüzünde yaygın bilgi ve iletişim ağları oluştu. Sosyal medya geleneksel medyanın yerini aldı. 2009’dan itibaren merkez bankalarının parasal genişleme politikaları, servetlerin çok küçük azınlıkların elinde toplanmasına, büyük çoğunlukların ise yoksullaşmasına neden oldu. Yenilikçi teknolojiler, geleneksel mesleklerin büyük bir hızla ortadan kalkmasına yol açtı. Sosyal devletin küçülmesi ve üretimin Asya ülkelerine kayması sonucu, gelişmiş ülkelerin özellikle mavi yakalı işçilerinde göçmenlere ve yabancılara karşı öfke büyüdü, milliyetçilik ve aşırı sağ eğilimler arttı. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde otoriterlik yükseldi. 2010’larda merkezi parasal sistemlere karşı kripto paralar yaygınlaştı.
Küresel IsınmaBütün bu krizlerin gerisinde, uzun vadede yeryüzündeki yaşamı etkileyecek çok daha önemli bir kriz potansiyeli yatıyor: Küresel Isınma.

Özellikle 1970’lerden beri karalar ve okyanuslar, insan etkinlikleri sonucu atmosfere salınan karbondioksit gazına bağlı olarak ısınıyor. Kara ve okyanuslarda ısınma, 1880’e göre ortalama 1°C arttı. Eğer acil önlemler alınmazsa 21. yüzyılın sonunda yeryüzünde ortalama sıcaklığın, sanayi devrimi öncesine göre 2.7 ila 3.1°C artma ihtimali var. İyimser senaryoya göre, üretim ve tüketim kalıplarındaki değişimle 2020-2030 yılları arasında karbon salınımı durdurulabilirse, sıcaklık artışının 2.4°C ile sınırlanması mümkün.

Yeryüzü sıcaklığının yeniden sanayi öncesi dönemdeki seviyeye gerilemesi için, karbon salınımını durdurmak da yetmiyor, aynı zamanda atmosferdeki karbondioksitin tahliye edilmesi ve sera etkisinin ortadan kaldırılması gerekiyor. Oldukça maliyetli yatırım ve yeni teknolojiler gerektiren bu ihtimal şimdilik gerçekçi görünmüyor. Dolayısıyla, yeryüzünü yaşanabilir sınırlarda tutabilmek için hiç zaman kaybetmeden üretim ve tüketim kalıplarını değiştirmek, doğa dostu enerji kaynaklarına dayalı teknolojileri yaygınlaştırmak, yeryüzündeki ormanları korumak ve orman alanlarını genişletmek gerekiyor.
Covid-19 salgınıCovid-19 salgını, insanlığı tam da böylesine büyük sorunlarla uğraştığı bir dönemde yakaladı. 14 Mayıs 2021 günü itibarıyla, şu ana kadar resmi olarak rapor edilen vaka sayısı 160 milyonu, Covid-19’a bağlı ölümlerin sayısı 3,3 milyonu geçti.

Günlük vaka sayısı ise, 30 Nisan 2021’de 821,000’e kadar yükseldi.

Covid-19’a bağlı günlük ölüm sayısı, 2021 yılı Ocak ayının ortalarında 15.000’in üzerine çıkmıştı. Nisan ayında, özellikle Hindistan ve Brezilya’dan gelen sayılarla yeniden 15.000’e yaklaştı. Ancak özellikle Asya ve Afrika’da Covid-19’a bağlı ölüm sayıları, rapor edilen ölüm sayılarından çok daha yüksek olabilir. Bir araştırmaya göre, dünya genelinde yıllık ölüm sayıları, geçen yıllara göre 7-13 milyon arasında arttı. Bu ölümlerin bir kısmı rapor edilmeyen Covid-19’a bağlı ölümler olabileceği gibi, sağlık hizmetlerinin aksaması, kronik hastaların hastane yerine evde tedavi edilmesi gibi salgınla dolaylı ilişki içinde olabilir. 2021 yılında, gelişmiş ülkelerdeki yaygın aşılamaya bağlı olarak vaka ve ölüm sayısının hızla azalması bekleniyor. Ancak aşıya erişim sorunu yaşayan yoksul ülkelerde, kitlesel ölümlerin hızlanarak devam etme riski var.
Büyük SıfırlamaPek çoğu birbirine doğrudan veya dolaylı bağlı bu sorunların çözümü, hiç zaman kaybetmeden acil bir yenilenmeyi gerektiriyor. 2020 yılının Haziran ayında düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nun 50. toplantısında, dünyada gitgide büyüyen sorunların büyük yıkımlara yol açmaması için alınması gereken acil önlemler tartışıldı. Toplantıya verilen isim ise Büyük Sıfırlama (Great Reset) oldu. Büyük Sıfırlama fikrinin gerisinde, Endüstri 4.0 kavramını da ortaya atan, Dünya Ekonomik Forumu direktörü, Alman mühendis ve ekonomist Klaus Schwab var. Schwab’a göre Büyük Sıfırlama üç ana başlıkta gerçekleşmeli:
Mevcut ekonomik sistemler paydaş ekonomisine (stakeholder economy) dönüşmeli. Bu görüşün gerisinde, kapitalizmin temel motivasyonlarından vaz geçmek yerine, şirketlerin ortaklar ve yöneticilerin hırslarından arındırılması, toplumun ve dünyanın yararına işletilmesi düşüncesi yatıyor. Başka bir deyişle, pazar ekonomisinden ve kar güdüsünden vaz geçmeye gerek yok; aşırı dengesizliklere neden olan hırs ve kişisel çıkar kaygılarını törpülemek yeterli. Ekonomiler, esneklik, adalet ve sürdürülebilirlik temellerinde yeniden yapılandırılmalı, çevre, toplum ve yönetişim metriklerine uygun olarak daha çevre dostu altyapı yatırımlarının teşvik edilmesiyle pekiştirilmeli.Dördüncü Sanayi Devrimi’nin yeni buluşları toplum yararına kullanılmalı.Dünya Ekonomik Forumu’na da taşınan arayışların gerisinde, yeryüzünde kurulu mevcut düzenin topyekun çökmesi ve öngörülemeyen bir süre için savaşlarla, isyanlarla, devrimlerle dolu bir kaos dönemine girilmesi endişesi yatıyor.
Sanayi Devrimi ve ardından gelen Aydınlanma Devrimi, yeryüzünde her 30-35 senede bir, büyük sıfırlamayı ve yeni bir düzenin kurulmasını zorluyor. 1873’te Viyana Borsası’nın çöküşü ile başlayan ve 1896’ya kadar süren Uzun Buhranın etkileri 20. yüzyılın başlarına kadar sürmüş, nihayetinde 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı’na yol açmıştı. Savaşlar, ekonomik buhranlar ve toplumsal alt üst oluşla geçen 1914-1945 döneminin ardından 1980’e kadar devam eden yeni bir döneme geçilmiş, küreselleşme, finansallaşma, özelleştirmelerle geçen neo-liberal dönemin ardından 2008’de dünya bir kez daha, bu sefer ABD borsalarından başlayıp bütün dünyaya yayılan bir ekonomik krizle sarsılmıştı. 2008 krizinin ardından gelen parasal müdahaleler, ekonomileri yatıştırmış olsa da, toplumsal ve çevresel fay hatlarını daha büyük depremler yaratmak üzere yüklemiş görünüyor.
Bu gerilimler dünyayı, sadece ekonomik olarak değil, ahlaki, kültürel ve siyasal bir sürdürülemezliğe ve nihayetinde dağılmaya götürüyor. Covid-19 salgını, bu süreci daha da hızlandırmış görünüyor.
Dünyanın yönetici seçkinlerinin en üst düzeydeki toplantısında, hem de dramatik bir isimle dile getirilen değişim zorunluluğu, şüphecileri harekete geçirmekte gecikmedi; dünyanın karmaşık sisteminin nasıl işlediği ve neye dönüştürülmek istendiği konusunda spekülasyonlar birbirini izledi. Tepkilerin bir kısmı, özellikle salgın döneminde servetleri astronomik bir şekilde katlanan zenginlerin, özgürlükleri sınırlandırmak ve dünyayı denetim altına almak üzere Yeni Dünya Düzenini kurmak istedikleri iddiasına dayanıyor. Dünyanın en zenginleri arasında, finans ve teknoloji alanında yatırımlar yapanların en başlarda yer alması, bu iddiaları destekliyor. Dünyanın en zenginleri arasında yer alanlardan Jeff Bezos’un şirketlerindeki kötü çalışma koşulları, Elon Musk’ın kripto para piyasasında büyük dalgalanmalara neden olan mesaj ve açıklamaları, Bill Gates’in, Mark Zuckerberg’in zihinlerde veri güvenliği konusunda yarattığı kuşkular, Warren Buffett’ın servetini finansal yatırımlarla kazanmış olması, kurulmak istenen dünya düzeninin hak ve özgürlükleri daraltıcı nitelikte olma ihtimalini arttırıyor. Dünyanın en zenginleri, kendileri ve servetleri hakkındaki kuşkuları gidermek ve kamuoyunda sempati oluşturabilmek için, hayırseverlik kartını kullanıyor, bazen “hayırseverliğin” miktarı, akıllara durgunluk verecek seviyelere çıkıyor. Ancak bu girişimler, sempati yaratmak bir yana, tepkileri daha da arttırıyor. “Hayırseverlik adına”, kolayca vaz geçilebilecek meblağların büyüklüğü, bu servetlerin nasıl yapıldığına dair kuşkuları daha da büyütüyor. Bu da bir tür negatif geri besleme döngüsünü harekete geçiriyor. Dünyada milyonlarca insan işe, tatminkar bir gelire, sosyal haklara ulaşamazken, kısacık ömürler içinde bu kişisel servetlerin nasıl yapıldığı sorgulanıyor. Bu servetlerin, nesilden nesle miras yoluyla aktarılması ihtimali ise, sınıf uçurumlarını, adaletsizlikleri daha da arttıracak bir gözetim toplumu kurulmak istendiği düşüncesine yol açıyor.
Dünyada yavaş yavaş bir görüş birliği oluşuyor: Toplumsal işlevini çoktan yitirmiş bu ölçekte kişisel servetler, toplum yararına kullanılmalı; özellikle de dünyanın bir yarısı iklim değişimi, hastalık salgını, su kaynaklarının tükenmesi gibi yaşamsal sorunlarla yüz yüze iken.
Aşılarda patent hakkının kalkması gerektiği fikri, tam da bu tartışmaların ortasında gündeme düştü. Yeryüzünde yaşayan insanların bir kısmını aşılayıp bir kısmını aşılamamanın salgının sona erdirilmesinin önündeki en önemli engellerden biri olduğu açık. Bütün insanlığı etkileyen bir salgında, şirket ve şahısların aşı üretimi ile büyük servetler edinmesi ne kadar adildir? Bu konuda farklı fikirler var: Aşılarda patent hakkının kaldırılması ve aşının bütün ülkelere ve insanlara bedava temin edilen bir ürün olması gerektiğini savunanlar, toplum sağlığının alışverişe ve pazar ilişkilerine konu olamayacağını savunuyor. Aksi görüşte olanlar ise, aşı üretiminin, tahmin edilenden çok daha kısa sürede gerçekleşmesini serbest pazar ekonomisine dayalı kapitalizmin üstünlüğüne yoruyor ve aşı üreten şirketlerin patentlerinin kamulaştırılması ve/veya kazançlarının sınırlandırılmasının, insanlığın ilerideki zamanlarda karşılaşacağı başka salgınlarla mücadeleye ket vuracağını söylüyor. Bu konuda da komplo teorileri bitmiyor: Eğer aşı üretimi çok kazançlı bir sektörse ve milyonlarca insana satılan aşılar büyük servetlere yol açabiliyorsa, laboratuvar koşullarında üretilmiş bir virüsün topluma salınması, ya da bir salgının yayılmasının önüne geçilmemesi neden ihtimal dışı olsun?
Tartışmalar bu şekilde dallanıp budaklanırken, en azından bir aşama geçilmiş, bir konuda yavaş yavaş uzlaşı sağlanmış gibi görünüyor: Kişisel kazançlar, toplumsal refahı engelleyecek, ahlaki, siyasi, toplumsal krizleri tetikleyecek düzeyde olmamalı.
Peki, hangi düzeyde olmalı? Bu düzey nasıl temin edilmeli?
Maliye Politikaları / Para Politikaları1945-1980 döneminde, devletlerin önceliği maliye politikalarındaydı. Bir tarafta 2. Dünya Savaşı’nın yıkımını ortadan kaldırmak ve dünya ekonomisini yeniden işler hale getirmek, diğer taraftan savaştan büyük prestijle çıkan Sovyetler Birliği’nin etkisini kırmak ve sosyalist düşüncelerin yayılmasını engellemek gerekiyordu. Toplumsal ruh hali de, iki büyük savaşa yol açtığı ve insanlığı 30 yıllık bir kaosa sürüklediği düşünülen zenginlere bedel ödetilmesi gerektiği düşüncesini destekliyordu. 1910’lardan itibaren emperyalizme dönüşen kapitalizme bir çeki düzen vermek gerekiyordu. Kıta Avrupa’sında sosyal demokratlar, Britanya’da İşçi Partisi ve ABD’de Büyük Buhran sonrasından başlayarak Demokratik Parti, servetin ve refahın topluma yaygınlaştırılması amacıyla refah devleti politikaları uygulamaya girişti. Sadece yüksek gelirlere değil, servetlere de oldukça yüksek seviyede vergiler kondu. Devletler, zenginliğin yeniden ve toplum lehine dağıtılması için aktif birer oyuncuya dönüştü. Yüksek gelir grupları ve büyük servetler vergilendirilmekle kalmadı, aynı zamanda devletler ekonomik yatırımlar yapmaya, yatırımlarını – genellikle beş yıllık dönemler için – planlamaya başladı. Tasarruf edebilen tüketici bir orta sınıfın ortaya çıkışı bu dönemdedir. Topluma yaygınlaştırılan refah, ABD’de Amerikan Rüyası olarak isimlendirildi.
Refah devleti politikaları uygulanmadan önce, tasarruf etmek ve tüketmek sadece toplumun küçük bir yüzdesini oluşturan zenginlerin lüksü idi. 21. Yüzyılda Kapital isimli kitabında Fransız ekonomist Thomas Piketty, Jane Austen ve Victor Hugo’nun 19. yüzyılda yazdığı romanlara dikkat çekiyor. Bu romanlarda bir tarafta sınırsız gibi görünen servetlerin keyfini çıkartan zenginler, diğer tarafta en temel ihtiyaçlarına bile ulaşamayan yoksullar yer alır. Yoksullar için zenginliğe ulaşmanın sadece iki yolu vardır: Hırsızlık veya zengin sınıftan biriyle evlenmek. Refah devleti öncesi toplumlarda sınıflar birbirinden keskin sınırlarla ayrılmıştır ve yoksulların bu iki yol dışında, sınıf atlama umudu yoktur. 20. yüzyıl başında da, “fırsatlar ülkesi” olarak görülen Amerika hariç, dünyanın her yerinde durum genel olarak böyledir. Bu düzen 1950’lere kadar sürmüştür.
Türkiye’deki durum da tam olarak budur. Bir tarafta servetlerini atalarından miras almış, ya da savaş ve kaç-göç koşullarında gasp, karaborsacılık ve haydutluk yoluyla edinmiş küçük bir zengin azınlık, diğer tarafta kazandığı para en temel ihtiyaçlarına bile yetmeyen büyük bir halk çoğunluğu vardır. Orhan Kemal’in Devlet Kuşu ve üç kitaplık Hanımın Çiftliği seri romanları, tek umudu oğullarını veya kızlarını zengin bir aileye damat veya gelin olarak vermek olan yoksulların yaşamını anlatır.
1950’lerden itibaren görünüm değişmeye başlar. Zenginlerin kazancı ve serveti oldukça yüksek oranlarda vergilendirilir, devletlerin kamucu politikalarıyla refah topluma yaygınlaştırılır. Bu politikaların sonucu olarak, dünyada ve Türkiye’de, tüketici bir orta sınıf ortaya çıkar. Bu orta sınıf, sadece tüketebilme değil, aynı zamanda tasarruf edebilme olanağını da kazanır. Yeni mesleklerin yaygınlaşması ve özel uzmanlık alanlarının ortaya çıkışı ile beraber, tüketici orta sınıf, kazançlarına, ileride sayesinde yüksek gelir elde edebilecekleri diplomaları da katmaya başlar. Toplumun bu kesimleri, 70 sene boyunca bir taraftan elde ettikleri sosyal haklar sayesinde yüksek gelir elde eder, diğer taraftan bu gelirin bir kısmını eğitime harcayarak diploma, bir kısmını da tasarruf ederek, kira ve finansal kazanç gibi sermaye gelirine dönüştürür.
Refah devleti politikaları 1970’lerde yüksek enflasyona yol açar ve tıkanır. Büyük kamu açıkları kapatılamaz hale gelir. 1980’lerden itibaren dünyada maliye politikaları terk edilmeye, para politikaları uygulanmaya başlanır. Yeni anlayışa göre toplumsal refahı arttırmanın yolu, devleti ekonomik bir oyuncuya çevirmek değildir. Devlet zenginden alıp yoksula (ya da toplumun dezavantajlı kesimlerine) kaynak aktaran bir Robin Hood olmamalıdır. Verimliliği arttırmanın yolu, zenginlerden ve işletmelerden alınan vergileri düşürmekten, devleti küçültmekten ve ekonomiyi olabildiğince serbest piyasa koşullarına yönlendirmekten geçmektedir. Sermayeyi yüksek vergilerle ürkütmek yerine, teşvik etmek, desteklemek ve yatırımlar yapmasının yolunu açmak gerekir. Böylece yatırımlar artacak, birbiriyle yarışan işletmeler hem istihdam yaratacak, hem yeni buluşların önünü açacak, hem de maliyetlerini düşürmenin yollarını arayacakları için daha verimli çalışacaktır.
Başta ABD olmak üzere, bütün dünyada bu anlayışa dayalı neo-liberal politikalar uygulanmaya başlanır. Vergiler düşürülür, devletler özelleştirmeler yoluyla ekonomik oyuncu olmaktan çıkartılır, sermaye hareketleri üzerindeki denetimler aşama aşama kaldırılır. İletişim teknolojilerindeki gelişmeler, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği Doğu Blok’unun dağılması ve Çin’in dünyaya açılması sonucu küreselleşme dönemi başlar. Sadece Çin ve Hindistan’dan, dünya emek piyasasına 1,5 milyar insan katılır. Bu sayede sermayenin ve malların sınır tanımadan dolaşımı sağlanır, ucuz emek arzı sayesinde ürün maliyetleri düşer. 2000’lerde dünyada bütün tüketim mallarında büyük bir bolluk ve çeşitlilik yaşanır. Sert küresel rekabet, mal ve hizmetlerde ucuzlamaya yol açar, fiyatlar, hemen hemen herkesin ulaşabileceği seviyelere geriler.
Finansallaşmanın yoğunlaşması sayesinde, para ve krediye ulaşım da kolaylaşır. Daha önce kredi bulmak için sayısız koşulu yerine getirmek zorunda olan şahıs ve kuruluşlar, gevşetilmiş denetimler, bol ve ucuz para sayesinde kolayca krediye ulaşır hale gelir. Dünyada büyük bir borçlanma dönemi başlar. Sadece borçlanmak değil, borçları çevirmek de kolaylaşmıştır. Devletler ve işletmeler, borç ödeme zamanı geldiğinde borçlarını sonraki döneme yuvarlar, şahıslar düşük faizler sayesinde ya borcunu kolayca ödeyebilir, ya da ödeyemiyorsa bankadan bankaya taşıyarak yuvarlar. Her şey kolayca erişilebilir ve tüketilebilir hale gelmiş gibi görünmektedir.
2008-2011 kriz döneminde ekonomiler tıkanır, kredi daralması yaşanır, borçların bir kısmı geri çağrılır; imdada merkez bankaları yetişir. Merkez Bankaları bilançolarını genişleterek para ve kredi akışını yeniden sağlar; dünya geçici olarak yeniden para ve krediye boğulur. Ancak istenen düzeyde ekonomik büyüme sağlanamaz. Üstelik, bu çalkantılı dönemde büyük avantajlar elde eden Çin, olağan dışı büyümesi sayesinde ciddi bir rakip haline gelmiştir. Trump’ın başkanlığı döneminde Çin’i durdurabilmek için ticaret savaşları başlar, ancak kısıtlamalar ciddi bir sonuç vermez. 2020 yılında patlak veren Covid-19 salgını, ekonomileri durgunlaştırır, tüketimin hızla düşüşüne neden olur, yüzbinlerce küçük işletmenin batışına ve işsizliğin yükselmesine yol açar.
Serbest piyasa işleyişi aksamaktadır. Krizlerin ekonomileri kökten sarsma ve yıkıcı sonuçlar doğurma ihtimali belirince bir kez daha devletler kolları sıvar, başta ABD ve AB olmak üzere büyük yardım paketleri açılır, devletler ekonomik çöküntüyü önlemek için yurttaşlarına oluk oluk para akıtır. 1980’lerden itibaren ekonomilerden def edilen devletler, en büyük ekonomi oyuncuları olarak geri dönmüştür. Ancak oluk oluk akıtılan paralar, istenilen adreslere gitmez, ekonominin çarklarını yeniden işler hale getirme çabaları boşa çıkar. Tasarruf edebilen orta sınıflar, ellerine geçen parayı harcamak yerine tasarruflarını arttırma yolunu seçerler. Emlak piyasalarında fiyatlar yükselir, borsalarda yeni balonlar şişer. Ekonomiler durgunlaşmıştır, ancak varlık fiyatları roket hızıyla yükselmektedir. Varlık fiyatlarındaki yükselişler, bu varlıkları çok büyük miktarlarda elinde tutan zenginleri daha da zenginleştirir. Sınıfsal uçurumlar derinleşir.
Bu arada dünyada dur durak bilmeyen parasal genişleme, mevcut para sistemine karşı büyük bir güvensizliğin doğmasına neden olur ve yeni arayışları tetikler. Mevcut sistemlere alternatif olma iddiasıyla kripto paralar ortaya çıkar. Kripto para piyasası, 10 sene gibi bir süre içinde 2 trilyon dolar seviyesine ulaşır. Bu, Türkiye GSYiH’sının yaklaşık üç katı büyüklüğüne karşılık gelir. Kripto para piyasasının hızlı yükselişi, dünyanın en zenginlerinin dikkatinden kaçmaz. Karlılığı oldukça tartışmalı, kimilerine göre “batık” şirketlerin sahibi Elon Musk, kripto para piyasasında manipülasyon olarak yorumlanabilecek söylemleri sayesinde dünyanın en zengin ikinci kişisi olur. Dünyanın en zengin birinci kişisi olan Jeff Bezos’un ise, şaka amacıyla piyasaya sürülen Dogecoin’e yatırım yapmayı düşündüğü haberleri dolaşır.
Devletler ve toplumun büyük çoğunluğu borç batağında gitgide daha derine çekilirken, zenginler, para kazanılabilecek her alandan faydalanır, servetlerine servet katar. Ne yapılırsa yapılsın, parasal politikalarla kısır döngüden çıkmak mümkün olmaz.
En AlttakilerBir tarafta servetine servet katan ultra zenginler, diğer tarafta tasarruflarını korumak için tüketimini kısan ve ellerine geçen parayı finansallara, emlake, Türkiye, Arjantin gibi ülkelerde yoğun bir şekilde kripto paralara, yabancı ülke paralarına yatıran tasarruf edebilir orta-sınıf ve piyasaya para yetiştirmeye çalışırken borç batağına sürüklenen kamu hazineleri var. Bir de bu süreçte sürekli iş ve gelir kaybına uğrayan, çeviremedikleri borçları ile bir türlü çıkış bulamayan en alttakiler.
Dünya tarihi boyunca bütün toplumlarda günlük ihtiyaçlarını çevirmek dışında hiç bir geliri olmayan mülksüzler olmuştur. Mülksüzlerin oranı dönemden döneme, toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya değişir. Sanayi Devriminden önce, soylular ve yönetici seçkinler dışında hemen herkes mülksüzdü. Sanayi devriminden sonra, toplumun mülk edinebilen kesimlerinin yüzdesi arttı. 20. yüzyılda Rusya ve Çin gibi sosyalist model uygulayan ülkelerde, özel mülkiyetin sınırlandırılması sonucu gelir ve varlık eşitsizlikleri kısmen giderildi, ancak bu ülkelerde verimli ekonomiler kurulamadığı için, devlet kontrolündeki sosyalist modeller 1970’lerde tıkandı. ABD ve Avrupa’da refah devleti politikalarının uygulandığı dönemlerde tasarruf edebilen tüketici sınıfların yanı sıra, mülksüzlerin de yaşam koşulları önemli ölçüde iyileştirildi. Ortadoğu ve Latin Amerika gibi coğrafyalarda ise, toplumun çok büyük çoğunluğu düşük gelirle ve mülksüz yaşamaya devam etti.
21. yüzyılın ilk çeyreğinde, toplumun düşük gelirli ve mülksüz kesimlerinin borçlanarak tüketebilme imkanı doğmuş görünse de, bu imkan yeniden ortadan kalkıyor. Dünya yeniden 20. yüzyılın ilk yarısındaki, sınıf atlamanın sadece hırsızlık ve zengin aile çocukları ile evlenmeyle mümkün olabileceği zamanlara dönüyor. Eğitimin özelleştirilmesi ve bedava kamusal eğitimin kalitesizleşmesi nedeniyle diplomaya yatırım yapmanın da önemini yitirdiği, iyi bir diplomanın ise çok pahalı olduğu bir dönemdeyiz. Gelişen teknolojiler insan kol ve beyin emeğini önemsizleştiriyor, vasıf gerektiren meslekler haricindekiler pazarlık gücünü yitiriyor, bu mesleklerle elde edilebilecek gelirler düşüyor. 2000’lerin başında büyüyen ve vasıfsız emek için gelir elde etme imkanı yaratan hizmet sektörü, Covid-19 salgını sonrasında hızla küçüldü. Örneğin dünya genelinde önemli bir istihdam yaratan turizm sektöründeki daralma oldu. En iyimser senaryoya göre bile, 2022 yılından önce turizm sektörünün salgın öncesindeki seviyelere dönmesi beklenmiyor.
Dünya salgın öncesine dönse bile, küresel ısınma tehdidi, aşırı borçlanma ve gelir/varlık uçurumları eski “güzel günleri” sürdürebilme imkanı vermiyor. Dünya büyük bir hızla “büyük sıfırlamaya” doğru gidiyor.
Büyük sıfırlama, ama nasıl? Önümüzdeki aylarda hararetle tartışılmaya devam edecektir.