Kediler ve Dalgalar-XVII

Dünyamız, güneşin etrafındaki bir tam turunu daha tamamlamak üzere. 2010 yılının 30 Aralık günü kedi canlı mı, yoksa ölü mü diye başladık ve artık geleneksel oldu; o günden beri her sene sonunda tartışıyoruz; ancak bir türlü karar veremedik. Bilim insanları da karar veremedi. “Kuantum dünyasının saçmalığı” diyorlar. Saçma (sapan) bir dünyada yaşadığımız kesin; bu dünyayı daha eğlenceli ve anlaşılır hale getirmek için elimizden geleni yapıyoruz. Sadece biz değil, bizi eğlendirmek (ve eğlendirirken de para kazanmak) isteyen kocaman bir eğlence dünyası var ve onlar da ellerinden geleni yapıyorlar. Bu arada gerçek ve hayal birbirine karışıyor; hep beraber yuvarlanıp gidiyoruz.



Daha eski zamanlarda, bilgisayar teknolojisi ortalıkta yokken, roman ve öykü yazarları, okurların hayal gücünü kışkırtan kurgular üretiyordu. Okuduğumuz roman ve öyküler hepimizin zihninde farklı biçimlerde canlanıyordu. Bir öykünün gücü, yazarının betimleme ve anlatım yeteneklerine bağlıydı.


Artık bizim hayal gücümüze de ihtiyaç duyulmuyor. Sinemada öyküler, bilgisayar teknolojisinin bütün olanakları kullanılarak canlandırılıyor. Böylece harikalar diyarında gezen Alice de, harikalar dünyası da bizim hayal gücümüze ihtiyaç duyulmadan yaratılıyor. Yaratılan bu dünyalar bize o kadar gerçek gibi görünüyor ki, sinemadan çıktığımızda bu dünyaların var olmadığına inanmak güçleşiyor.


Sinemada gördüğümüz her bir sahne, üst üste bindirilmiş, bir kısmı gerçek, bir kısmı bilgisayarlarla yaratılmış görüntülerden oluşuyor. Kullanılan teknik ne kadar iyiyse, sahneler de o kadar gerçekçi oluyor.


Ve elbette sormadan edemiyoruz: Acaba bizim gerçeklik olarak algıladıklarımız da bu şekilde üst üste bindirilmiş sahnelerden mi oluşuyor?



Önce bir sinema filminde sahnenin nasıl yaratıldığını ele alalım: Bu sahne pek çok binadan, insan ya da hayali yaratıklardan, etrafta uçuşan helikopterlerden oluşuyor olsun. Sahne çekilirken, oyuncular genellikle boş bir stüdyoda gezinir, binalar başka bir mekana aittir, kalabalıklar bilgisayarda yaratılmış ve çoğaltılmıştır. Bu arada bazı ışık ve ses efektleri de dahil edilerek sanal bir gerçeklik oluşturulur. Filmi izlerken zihnimiz bize, bütün bu görüntülerin gerçek olmadığını telkin eder. Ancak hepsi öyle kusursuz bir şekilde bir araya gelmiştir ki, filmin içine dalar gideriz.


Şimdi bir de gerçek dünyaya dönelim. Gerçek dünyada da etrafımızda yüzlerce, binlerce bina, sayısız insan, bulunduğumuz mekanda pek çok eşya var.


Ya bunların hepsi birbirinin üstüne bindirilmiş görüntülerden ibaretse? Yani bedenimizin (avatarımızın) içinden dış dünyayı izlerken gerçekte biz de boş bir mekanda dolaşıyor, ancak farklı katmanlarda yer aldığı halde üst üste bindirildiği için bizde maddi gerçeklik duygusu yaratan bir hayal dünyasında yaşıyorsak?


Bu yaklaşıma şu şekilde itiraz edilecektir: Ama bizden bağımsız bir dış gerçekliğin olduğunu, ölçümler ve deneyler yaparak “biliyoruz”. Örneğin bir cismi elimize alıyor, tartıyor, ağırlığını ve maddi varlığını hissedebiliyoruz. Görüyoruz, kokluyoruz, seslerini işitiyoruz, dokunuyoruz…


Ancak unutmayalım: Dış gerçekliğin “varlığına” dair bilgi, duyu organlarımızla algılanıyor ve bu algı beynimize elektrik sinyalleri ile taşınıyor. Gerçeklik algısı, bütün bu sinyaller beynimizde birleştirilerek ve anlamlandırılarak yaratılıyor. Aynı gerçeklik algısı, sinemada seyrettiğimiz filmlerde de yok mu?


Acaba gerçekliği olduğundan farklı algılayan bir beyne mi sahibiz? Ya da bizim algıladığımızdan farklı bir dış “gerçeklik” var mı? Böyle bir dış gerçeklik varsa, bu gerçeklik ne kadar nesnel?


Bu sorular çok mu felsefi oldu? O halde yakın zamanda bilim dünyasının sorduğu soruyu soralım: Acaba bir simülasyon evreninde mi yaşıyoruz?


Soru yeterince kışkırtıcı … Sene bitmeden konuyu biraz daha kurcalayalım. Şimdilik tartışmayı burada keselim ve Tangerine Dream’e kulak verelim. Buyurun stratosfear’e:

2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 20, 2018 05:22
No comments have been added yet.