Error Pop-Up - Close Button Sorry, you must be a member of the group to do that. Join this group.

Tuğba Gürbüz's Blog, page 92

September 5, 2016

Başka türlü bir şey


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 05, 2016 03:01

Başka bir türlü bir şey


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 05, 2016 03:01

September 1, 2016

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (27)

                           TOPRAKTAN ÇIKAN KİTAP 


Kitaplarla olan ilişkim topraktan çıkan bir kitapla başladı. 12 Eylül sıkıyönetiminde annemlerin bahçeye gömdüğü kitaplardan biri Taranta Babu’ya Mektuplar imiş. Birkaç yıl yer altında kalan kitabı ilkokul sırasında elime aldığımda büyülü bir masal nesnesine dokunduğumu sanmıştım okuyup anlamasam da. Toprak, rutubet ve mürekkep kokusu… O kitap şimdi yok. Ortaokul yıllarında sanırım, kim olduğunu hatırlamadığım bir arkadaşıma ödünç vermiştim ve sonra birçok taşınma, şehir değiştirme süreçlerinde izini kaybettim. Buradan sesleniyorum o arkadaşa, belki duyar; toprak kokan, kapağının kenarı yırtık, yorgun yüzlü bir Taranta Babu’ya Mektuplar varsa elinde belki bana geri vermek ister.
Evimizde iyi kötü bir kütüphane vardı çocukluğumda. Birkaç set ansiklopedi büfeyi süslerdi. 90’lı yıllarda çocuk olanların pek aşina olacağı gibi Meydan Larousse okumuşluğum vardır benim de. En çok da kırmızı ciltli hayvanlar ansiklopedisini ve dünya atlasını hatmetmiştim. Okuma yazmayı söktükten sonra beni kitaplara bağımlı hale getiren ilkokul öğretmenim Bedriye Aksakal oldu. 





Sınıfımızda camlı bir dolaptan ibaret kütüphanemiz vardı ve oradan en çok kitap alıp okuyanlara başarı sertifikası verirdi. Herkesten çok sertifika biriktirme inadım yüzünden çok kitap okudum sanırım. Yukarıdaki fotoğrafta görülen “Başarı Belgesi”nde şöyle yazıyor: “1988-1989 eğitim öğretim yılında 2-G sınıfından Özgür Mutlu çok kitap okuyarak başarı belgesi almaya hak kazanmıştır.” Altında öğretmenimin ve kitaplık kolu görevlisi öğrencilerin imzaları bulunuyor. Öğretmenim 1988’de Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü’nün araştırma dalında sahibi olmuş, kent tarihi ve kültürü ile ilgili birçok kitap yazmıştı. Hâlâ da yazmayı sürdürüyor. Böyle bir ilkokul öğretmeni herkese denk gelmez. O dönemde sınıf kütüphanesinden okuduğum kitaplar yanında, evde de özellikle Cem Yayınlarının çoğunlukta olduğu çocuk kitaplarından oluşan bir kütüphane kuruyordum. Erol Toy, Ülkü Ayvaz, İhmal Amca, Bekir Yıldız, Aziz Nesin, Muzaffer İzgü, bir de Jules Verne’nin tüm kitapları. Okul gazetesi çıkarılıyordu; o gazetenin yazar ve muhabirlerindendim. İlk yazım orada yayımlandı sanırım. Beyaz yaka, siyah önlük valiyle falan röportaj yapıyorduk. Ondan da önce en yakın arkadaşım Orçun’la tamamen el yapımı ve tek nüsha olarak, renkli karikatür ve mizah dergisi hazırlamıştık. Üç dört sayı kadar çıkarttık, ilk başlarda sınıf panosuna asıyorduk, panodan indikten sonra bir gün onda kalıyordu dergi, bir gün bende. Oradan devam etseydik karikatürist olabilirdik belki de.
Aklımda kalan bir yazarla ilk karşılaşmam sınıfça götürüldüğümüz Feyza Hepçilingirler’in imza günüydü. Uçtu Uçtu Pelin Uçtu ilk imzalı kitabımdı ve bende her zaman yer etmiştir bu anı. Aklıma geldikçe açıp o imzayı izlerim, oradaki dileğin peşinden koşarım: “güzel” bir insan olmanın. Belki bundan dolayıdır, üniversitenin ilk yılında yazar olmak istiyorum ama çok karamsarım, bu konuda ne yapsam diye danışmak için Feyza Hepçilingirler’i seçmem. Ona gönderdiğim e-postalara cevaplar almak, hem de yüreklendirici ve samimi cevaplar, karamsarlığımdan ve çekincelerimden kurtulmamı ve yazıya devam etmemi sağlamıştır. Belki de yazıyla ilgilenen birçok kişi böyle cevaplar alamadıkları için bırakmıştır yazmayı. Kendimi yine şanslı sayıyorum.



İlerleyen yıllarda annemin Nobel ödüllü yazarlar dizisi aldığını hatırlıyorum; karton bir kutunun içinde gelmişti yirmi beş kadar kitap, rafa dizmiştik. Uzun süre kitapların yan yana duruşlarına baktım; ne güzeldiler, gıcır gıcır, aynı boyda, aşılmaz bir duvar gibi. Ortaokul ve lise döneminde o kitapları okudum: Dostoveyski’den Şolohov’a, Kavabata’dan Thomas Mann’a, Elias Canetti’ye ve Hemingway’e. En çok Rus klasiklerini sevdiğimi hatırlıyorum.  
İlkokul bitmesine yarım sene kala bankacı olan babamın tayini çıkmış ve şehir değiştirmek zorunda kalmıştık. Doğup büyüdüğüm Ege’den, İç Anadolu’ya kasvetli bir yolculuktu. Sınıfımdan, mahalle arkadaşlarımdan ayrılmak çok zor gelmişti. O zaman tabii mektup vardı. İlkokul öğretmenimle ve eski sınıfımdan yakın arkadaşlarımla mektuplaşmaya başladık. Yazmaya mektupla başladım diyebilirim. O yıllarda haftada birkaç mektup yazdığım ve aldığım oluyordu. Öğretmenimle yazışmalarımızda kesinlikle edebi niteliği olan satırlar çıkıyordu ortaya. Yazacağım cümleyi düşündüğümü, daha güzel ifade edebilmek için uğraştığımı hatırlıyorum. Bazen aldığım mektupları gözyaşları içinde okuduğum da olurdu. Birkaç senede bir şehir değiştirme durumu benim mektup arkadaşlarımın da artmasına yaradı tabii. Mektup yazmanın hazzını hiç unutmadım. Uzun zaman sonra mektup yazmaz olmuşken, üniversitenin ilk yıllarımda Robinson Crusoe, Küçük Prens ve Charlie Chaplin’e mektup yazıp göndermemiştim.
Mektuplaşmalarda kurmaca dünyanın kapılarını araladığımı sanıyorum. Sonra bir defterim oldu yanımda taşıdığım, okulda, evde, sokakta içine bir şeyler karalardım. Şarkı sözleri yazar, gazete kesikleri, fotoğraflar yapıştırır, kenarlarına notlar alırdım. Herkeste olan tekbiçim anı ya da hatıra defterlerinden değildi benim defterim. Kimseye göstermezdim, bazen bazı sayfalarını okuturdum arkadaşlarıma. Hayata dair keşiflerimi, hislerimi, âşık olduğum kızları yazardım. Fakat o yazılar ne zaman öyküye dönüştü tam olarak hatırlamıyorum. Fakat bu dönemde birçok dünya klasiğini ve Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Halid Ziya gibi ustaları ve Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Edip Cansever gibi şairleri okuyordum. Bu okuma süreci içerisinde yazdıklarımın iç döküşten kurguya evrildiğini sanıyorum. Lisenin son sınıfında şair arkadaşlarım Özgür Zeybek ve Olcay Özmen ile bir fanzin çıkarmaya başlamamız da yazma sürecinde önemli bir dönemeç oldu benim için. Henüz yarım yamalak yazarken bir de dergiciliğe soyunduk; 1999 yılıydı. Vesaire isimli fanzinimiz için çevremizden, tanıdıklardan yazı toplamaya, internet kafe bilgisayarlarında geceler boyu sayfa tasarımı yapmaya başladık. Fanzini bastırmak için ucuz fotokopici arayışlarımız, basılan fanzinleri dağıtmaya çalışmak, yazı toplamak derken kendimizi zor ama keyifli bir uğraş içinde bulmuştuk. Bu sıralarda sürekli bir araya gelir birbirimize yazdıklarımızı okur, yorumlar yapardık. Kendimizi yazar ve şair gibi hissediyorduk. O süreç, ders çalışıp üniversitede daha iyi bölümler kazanmamızı önledi ama bize hayat boyu kaybetmeyeceğimiz bir özgüven ve edebiyat sevgisi verdi galiba. Vesaire aynı zamanda ülkede, özellikle taşrada çıkan ilk edebiyat fanzini örneklerinden biri oldu. 





Üniversitenin ilk yıllarında adamakıllı öykü yazmaya başlamıştım. 2002 yılında ODTÜ’de Kitap Topluluğu bir öykü yarışması düzenlemişti. Yarışmayı duyunca katılmaya karar verdim ve yazdığım bir öykü üzerinde günlerce yurtların bilgisayar lab’larında ter döktüm heyecan içinde. Yarışmada “Yastık” isimli öykümle Öğrenci Özel Ödülü kazandım ve böylece bir öyküm ilk kez bir dergide yayınlandı. O zamanlar çıkan “E Kültür ve Edebiyat Dergisi”nde. Çok önemli motivasyon olmuştu elbette. Bunun yanında yarışma bir gelişmeye daha vesile oldu. O sıralarda bir edebiyat dergisi çıkarmak için toplanmış bir grup insanla tanışmamı sağladı. Benim de dergide yer almamı istediler ve ben de seve seve kabul ettim. Böylece iki seneden fazla sürecek olan “düşe-yazma” dergisinin yayın kurulu içerisinde yer aldım. O dergiden edindiğim dostluklar bugün hâlâ sürüyor. Hayatımın o döneminde böyle bir derginin mutfağında olmak birçok açıdan geliştirdi beni. Müthiş verimli bir okul oldu "düşe-yazma" dergisi benim için. Dergi yazma disiplini sağladı bana, edebiyat düşünmeye, tartışmaya zorladı beni. Edebiyat dünyasında adı anılır bir yayın olmaya aday olduğu sıralarda ise sessiz sedasız kendine son verdi. Türk edebiyatına damgasını vuran bir dergi olmadı belki ama benim geçmişimde önemli yer etti, belki başkalarının da. 2005’e kadar öykülerim düşe-yazma’da ve birkaç dergi ve fanzinde daha yayımlandı.
2007’de ise dergideki arkadaşlarımın da iteklemesiyle Yaşar Nabi Nayır ödüllerine katıldım ve dosyam dikkate değer bulundu. Böylece Varlık dergisi gibi önemli bir dergide ilk kez öyküm yayımlanmış oldu. Bu sonucu iyiye işaret olarak yordum ve yazmayı sürdürdüm fakat 2011 yılına dek Gediz dergisinde iki öykü dışında öykü yayınlamadım. Bu sürede de yeni bir dosya hazırladım ve Yaşar Nabi Nayır ödülünü bu dosya ile 2011 yılında kazandım. “Van Gölü Ekspresi” isimli ilk öykü kitabım böylece Varlık tarafından basıldı. Yarışma sayesinde ilk kitabım yayınevlerinin kapısını aşındırmaya gerek kalmadan, o yıpratıcı süreçten geçmeden rahatlıkla çıkıverdi. Kitap çıktıktan sonra hayatımda çok büyük değişiklik olmadı. Öykü yazmayı sürdürdüm ve dergilerde daha fazla ürün yayınlamaya başladım. İlk kitaptan bu yana Varlık, Dünyanın Öyküsü, Sözcükler, Deliler Teknesi, Kurşun Kalem, Lacivert Öykü, Askıda Öykü, Öykülem gibi dergilerde öykülerim görünür oldu. Son olarak da “Karton Ev” isimli öykü kitabım Nota Bene yayınlarından bu yıl içerisinde çıktı.
Görüyorum ki yazmaya başlamam bir dizi tesadüfle, yolların ve hayatların kesişmesiyle başlamış, benim inadım ve peşini bırakmamam sayesinde de devam etmiş. Zaten her zaman böyle değil midir? Aslında hayatımızın her anında tesadüfler var, kesişen yollar, karşılaşılan insanlar; ancak bu tesadüfler ve kesişimler peşlerinden gidilirse ileride tesadüf ve kesişim olarak adlandırılabiliyor, yoksa silinip gidiyor ve hatırlanmıyorlar doğal olarak. Ve elbette içinde bulunduğumuz durumun birbirini tetikleyen süreçler ve olaylarla oluştuğunu biliriz de bu zincirin her bir halkasını hatırlayamayız.    
Şimdi neden yazıyorum ya da bugüne kadar neden yazdım diye düşünüyorum da sürekli değişen tekinsiz cevaplar etrafımda dolanıp duruyor. Bazen çok bireysel, bazen toplumsal ya da felsefi dayanak noktaları buluyorum kendime; bunlar da yer değiştirebiliyor, sallanabiliyor, bazı dönemlerde öne çıkıp bazen silikleşebiliyor. Yazmanın kendi nedenini de kendi içinde arayan bir eylem olduğunu sanıyorum. Nasıl olduğunun hikâyesi yukarıda, neden’in hikâyesi içindeyim ben de.
M. Özgür Mutlu









 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 01, 2016 00:48

August 26, 2016

ORADAN BURADAN

Yazı masamın üzeri zihnimin içiyle doğru orantılı, dağınık, çok dağınık. Dışarıda yaşanacak bir yaz olunca, taşınma işini çok ağırdan aldım. Son parçaları da taşıdım geçenlerde. Çalışma odam ve kitaplık hariç her şey yerli yerinde. Havalar biraz daha serinlesin, evlerin içine girelim, başlayacağım orayı da toplamaya, dağınıklığı ortadan kaldırmaya, yazı masasına oturmaya, kitap yığınlarını okuyarak eritmeye... Zihnimin içi gibi ilerlesin o halde bu blog yazısı, madde madde, kesik kesik, bağlantısız.         Geçenlerde bir arkadaş sohbetindeyiz. Konu kitaplara, kitap fuarlarına uzanınca Çanakkale'deki kitap fuarında (fuarımsı demeliyim) yazdığı tarih kitaplarını "%50 indirimle yazarından imzalı" diye sallayarak neredeyse gözüme sokan amcayı anımsadım, nasıl irkildiğimi ve rahatsız olduğumu...Arada hatırlatmak gerekiyor, sanırım. Okurun dilediği kitabı alma, dilediğini imzalatma ve dilediğini almama hakkı vardır.
Öykü yazdığımı bilen İtalyan hastam, korku romanı yazmamı ve İtalyanca'ya çevrilmesini bekliyor. Bir de önerisi var. Romanın ana mekânı bir diş hekimi muayenehanesi olacak. Benim için kapak da çizmiş.
Hava kışa döner dönmez özleyeceğim, biliyorum ama havaların serinlemesine, nemin katlanılır hale gelmesine sevindim. Bugün öğlene kadar klimayı çalıştırmak dahi gelmedi aklıma. Yaz bitiyor velhasıl. Okulların açılmasına bir aydan az kaldı. Yalnızca bale okulunu özleyen kızımla beni nasıl bir sonbahar bekliyor, meraktayım.  
Yaz bitmeden görülecekler arasında: Hızır Kamp. Sadece yemekleri için bile gidilir, diyor geçmiş konuklar. Güveniyorum. Telefonu, interneti evde bırakıp Deniz'in peşinde, ritminde bir hafta sonu için istiyorum en çok. Birlikte yapraklara, taşlara, dallara, böceklere bakmak, incelemek ve iksir yapmak için.
Düğünleri sevmiyorum. Hayatım boyunca katıldığım düğün sayısı ortalama bir yurttaştan oldukça düşük. Bunu prensiplerime borçluyum elbette: Şehir dışı düğünler mi? Asla! Sünnet düğünü mü? Mümkün değil! Ne ayıp şey! Oğlumuzun pipisinin ucunu kestirdik, gelin diye davet etmek... İşin bir de takı merasimi boyutu var ki, parçası olmaktan zerre hoşlanmıyorum. Bence kimse olmamalı. Kazdağları'nda altın çıkarılmasına karşı çıkıp düğünlerde altın alışverişi yapmak, nerden baksan tutarsızlık. Anne olalı beri daha kolay geçiyor düğünler. Deniz yanımda değilse, bahanem hazır: Evde çocuk bekliyor. Deniz varsa da, onun peşinde dolanıyorum. Zira gürültüyü hiç sevmeyen kızım salonun dışına gidiyor, geri geliyor, gözü bir pistte bir ben de. Az kaldı. Bana 9/8lik öğretenin kırk yıl kölesi olabilirim. 
Geçen hafta sonu gittiğim Doğaçlama Dans Atölyesi, Esra ile katıldığım her atölyede olduğu gibi, bedenden, hareketten uzaklaştı, geldi dayattı kendini, an'da kalmaya, bizi izleyen gözleri boşvermeye... Ve her ânından zevk aldığım keyifli bir oyuna, ruhsal bir yolculuğa döndü. Zeytin ağaçlarının altında geçirdiğimiz güzel anları anımsatsın diye:








 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 26, 2016 05:50

August 23, 2016

Öykücülere Sordum:8 (+1)



İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir? 
Nedense bu soru beni çok düşündürdü. Tamamen soyutlaşmış bir kavram olan ‘iyi’yi cümle dışına almadan devam edemedim: “Anlamı aşmak öykünün de meselesi midir?” ‘İyi’ gitti. Gitti gitmesine de, bu sefer ‘de’ye takıldım. ‘De’yle ima edilen yoldaşlık, öykü ve şiir türlerinin verdiği farklı hazları ayrıştırmamak, bu ikisinin anlatım araç ve tekniklerini kısırlaştırmaktır gibi geldi bana. Sınırladığım, hatta sınırlandırıldığım duygusuna kapıldım. Nihayetinde şiir seven bir öykücüyüm, ancak öyküden şiire varmayı da hiç amaçlamadım. Soru zihnimde son kez yapılandı: “Anlamı aşmak öykünün meselesi midir?” ‘Anlamı aşmak’  ne demektir, özellikle de öykü için? Ben, edebiyat yoluyla dünyanın dönüştürülebileceğine, yazarın dünya görüşünün bu dönüşümün yönünü etkileyeceğine inanıyorum. Ne var ki dil nihai anlamı dikte eden kavramsal bir yapı taşır. Nesnel değildir. Her kültürdeki güç ilişkileri öncelikle dilde kodlanır. İnsanın bilinci ve algısı toplum genelinde iktidarın söylem araçlarınca, özellikle de bunların en kritiği olan dille yapılandırılır.  Eğer yazanlar dile dair bir kuşku taşımıyorsa iktidarın yazıcıları olarak kurumsallaşırlar. Sanırım anlamı aşmak (estetik yönünü ayrı tutarsak) bu yanlışa düşmemenin bir yolu olarak kavranmalıdır. Öyküde, anlamı kültürleme yoluyla dayatan ve pekiştiren araçlardan olan dilin yapısını sarsmak, yazanın sözünün alımlanabilmesi için iktidarı aşan kimi anlatım tekniklerini kullanmak gerçekten iyi ve etik olabilir. Nasıl mı? Tümcenin sınırlarına sıkışmayan,  yeri geldiğinde ‘her çeşit’ iktidarın ötekini dille imtihanındaki hinliği deşifre edecek gönderme dizinlerini, verili anlamları duyuran bir yaklaşım benimsemek işe yarayabilir. Okura, metne birden fazla bakış açısıyla yaklaşma, öznel yorumunu katma çağrısı yapılabilir. Dahası, her seferinde, herkeste ve zamanda değişmeye devam edecek şekilde ‘tamamlanmamış’ metinler yazmak denenebilir. İndirgemelerden kaçınmak, kurgulanmış mantığı dışlamak, yanıtların değil soruların peşinden olmak, olguların değil olasılıkların ardından koşmak, sezgileri, duyuları, imgeleri, sembolleri, metaforları, metinlerarasılığı, sesi, görselliği metinde değerlendirmek de (özellikle içinde yaşadığımız dönemde) işe yarayabilir. Görüyorum ki bunlar zaten yapılan şeyler. O zaman rahatça söyleyebiliriz: Anlamı aşma çabası, öyküyü ne anlamsız bırakır ne de anlaşılmaz kılar. Biraz zorlaştırır. İnatçı, akıllı okur ister. Ayrıca, yukarıdaki yazın yaklaşımları ölçüt boşluğunu doldurarak malum soruya ‘iyi’ kavramını da iade eder: “Anlamı aşmak iyi öykünün meselesi midir?” En kesin cevabımı veriyorum: Evet, evet, evet! *Beni kim cesaretlendirir, esinler diye düşündüm; Örneğin “Parşömen kâğıtlar / okunduğunda, kıvrıktırlar; şiirin / ve kadavranın içi açılmamıştır, / insan insanın hiç,”diyen Ece Ayhan esinler.“Bir gaz lambası... / Çivilenmiş duvara… / Çivi, kuyruğunu kıvıra kıvıra / bir defter kâadının / kalbini delip geçmiştir. / Kâat bembeyaz, / kâat sapsarı… / Çivi kâadın kanını içmiştir,” diyen Nazım Hikmet esinler.“Bir yerdeyim ceneviz eskimiş / Denizin sofalarında enuzakyosunları aralıyorum / Gece safranlarımı, suikindilerimi açıyorum. Seni görmemiştim işte çıplaktık, / karanlıktı / KRAL ÇOCUK SAKAL / Gecenin pancurlarını açtım. / Bir yerini dönüyordum, durma oranı yaşıyorum. Eskitiyo-rum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğuN,” veya “Kaos birikimli salacaktır kökünü. / Denizdendir dendeniz. / Ayrıks,” diyen İlhan Berk esinler. Örneğin Bilge Karasu… “bir güz / dalın- / dan / kopmuş, / kopu- / vermiş / sarartılı / bir yap- / rak, ye_ / re de- / ğince / kimse- / nin duy- / madığı, / yeri, taşı, / toprağı ba- / ğırtmamış, / incitmemiş / bir tüy, bir telek, / bir güz yaprağı / gibi düşmüş yerleşmişti içi- / me / içerime, / gönlüme, / etime / k o r k u / BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN ÜSTÜME / Karınca- / lar gi- / biydim, / düş ka- / rıncaları, / ozan ka- / rıncaları, / çıdamlı ka- / rıncalar / gibiydim, / çıdamlı, / dümdüz / uzanan / uçsuz / bucak- / sız / engebesiz bir düzlükte / ÜSTÜME BİR ÇIĞ GİBİ GEL- / DİN KENDİNE KATTIN BENİ” şeklindeki satırlarıyla (dize değil) beni cesaretlendirir.Ve Leyla Erbil, daha ilk kitabı Hallaç’tan itibaren, büyük cesaret verir: “Betimleme:Bilinç yordamıyla açtığı kafeslerin gürbüzlüğü ET’e koklandığı ortamda yosununa kaygan ISSIZ.Kişiler:Torbası, tası, sırtta. Sarmısak çatlağı ağzını astığı satır. Neden sineklerin BUN’ ları ortaya ortaya kaçarak pazeni mumsu yüzlerin.Doğa:Kırı tok mutluluğa sallanan kirli çamaşırları torbada. ÇAYIR mektup kırpıntıları, -kişilerin saklamak amacıyla kırpılmış- adaları türkülü, toprağı aşk nemli, ufakken atlıları donuna kaçırdığı dolu dizgin mavili.Dialog:— Ondan kaçılmaz diliyor.— Ondan kaçılmaz yapalım.— Açmasın çatırdısında kuruluğun torbasını, sakının.— Foyalara göz kulak ve el olmak, kelden önce...— Saldı, korku, ürkü, bastı, yetti, bezdik.Başkaldırı:Sürülerimizi otlamak, örmek ağacımızı, kamburumuza mürdüm ortancasıyla kılıf çekmek, vergisiz kılarak ve özgür, gür, gür, gür.”
Sonra Necati Tosuner… “Önce Eskişehir geçiliyor. Bir demir köprü geçiliyor. Tren yarış ediyor kendi gölgesiyle. Telgraf direkleri gitmiyor Mersin'e. Çobanlar ve sürüleri. Bozkır. Kar örtüsü seyrelmiş yükseltiler en uzakta. 361 sayılı bir direk yitiyor, - olmuş olmamış gibi. Ankara yaklaşıyor kuramsal olarak. Sesleri duyulmayan köpekler saldırmaya kalkışıyor trene. Trenimiz kurtuluyor kızılderililerden, - kolaylıkla. Bulutların izleri büyük düzlükler üzerinde, -kahve falları. Geçilen makaslar, - makas sesleri. Hiç trene binmemiş berberler ve terziler, - hiç trene binmeyecek olan ve hamsi iriliğinde bir kuş – bir an - bir tren penceresinde. Pençeleri olmayan. Ve Ankara, kuramsal olarak biraz daha yakında. Ve yaklaşılmayacak olan bir köy görüntüsü, -belki köyden bozma bir kasaba. Sürülerek paylaşılmış - gibi- tarlalar. Gün sayan toprak. Bir makas ve yanda ayrılıp ışıldayan bir -yeni- demiryolu. Ve koşan çocuklar.” Bu satırlar benim için cesaret nedenidir.Elbette Sevim Burak… “Büyük kocaman bir balık almışlar- Mutfakta balıktan her türlü şey yapıyorduk. Köpeğimiz de orta yerde çakılı duruyordu- Baktım- kafasının ucundan çekeyim dedim – Kafayı bıraktı- Sen misin çeken- Ayağımın üstünü koparmış- Köpek beni tanır mı- Sonra yatmışım - Doktor Zıpçıyan gelmiş O ’nu muayene etmiş- Öbür çocuklar oynarken O çocuk pencerenin önünde kalmış- Az değil- Tam dört ay kaldım yatakta-” Ve başkaları da… Öykünülesi metinler…Öykünme cesareti, iyi yazma umudunu taşımaktır, diyerek bitireyim.
Reyhan Yıldırım 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 23, 2016 01:50

August 22, 2016

ÖYKÜCÜLERE SORDUM:8

İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?                                                    Öykünün sınırlarını zorlayarak anlamı aşmaya çalışmak heyecan verici. Öte yandan öyküde anlam tutarlılığı gözetmek neredeyse zorunluluk. Bıçak sırtı bir durum yani. Yine de İlhan Berk'e bütün kalbimle katılıyorum. Evet, anlamı aşmaya çalışmak iyi öykünün de meselesi olmalı. Olmalı ki özünde hep aynı olan meseleleri sonsuz faklı biçimde anlatabilelim. Öykü bugün yalnızca klasik anlamda hikaye anlatmakla sınırlı değilse bu, anlamı sarsıntıya uğratmayı göze alabilen yazarların sayesindedir. Leyla Erbil, Sevim Burak, Bilge Karasu, Hulki Aktunç, İlhan Durusel gibi yazarların metinleri bana her okuyuşumda bu  anlamda esin verir.  Aysun Kara 
Tabii ki bu edebiyatın amacı değil midir zaten. Metnin düz anlamının arkasına onu aşan alt ve üst anlamlar yükleyebilmek. Doğrudan bir okumayla bile zevk alınabilecek metnin alt okumalarında bambaşka dünyalara kapılar açmak, edebiyat için yaşayan hemen her yazarın arzusudur. Fakat bunu layığıyla yapanlar oldukça azdır, Ferit Edgü, Latife Tekin, Kafka, Marquez'in beni özgürleştirdiğini söyleyebilirim. Metin olarak da bu disiplinin üç klasiğini anayım: Hayvan Çiftliği, 1984, Fahrenheit 451.Mehmet Fırat Pürselim  
Öykü yapısı gereği anlam katmanlarından oluşur. Onun için tek bir anlamdan söz etmek günümüz öykücülük anlayışına ters düşer. Anlamın göreceliği kavramıyla açıklayabiliriz bu durumu. Bir metnin ne kadar okuru varsa o kadar anlama sahip olabilir. Anlamı aşmak ifadesi, bende ‘mutlak, tek anlam’ algısı yarattı. Oysa ki yazarın metinde yaratmak istediği anlam ile okurun metinde alımladığı anlam tamamen farklı olabilir; her okur farklı anlamlarla metnin içinde dolaşabilir. Bir öykü metninde anlam katmanı oluşturabilmek; yazarın entelektüel birikimi, okuma kültürü, az da olsa sanatçı dehası ile açıklanabildiği gibi okurdan da aynı oranda birikim, okuma ve metin üzerinde -farklı disiplinlerin yardımıyla- kafa yorma isteyebilir. Umberto Eco’nun tabiriyle söyleyelim; “Tek anlamlı bir şey belirtme iddiasında olan herhangi bir metin, başarılı olamamış bir evrendir.” Bahsettiğim anlamda; katmanlı, derinlikli bir metin oluşturan, anlamı değil okuru (nitelikli olanları dahil) sarsıntıya uğratan başarılı yazarlardan ilk aklıma gelenleri sıralayacak olursam; Vüsat O. Bener, Bilge Karasu, Memet Baydur, Oğuz Atay’dır. Edebiyat dünyası biraz da onların yüzü suyu hürmetine dönüyor. Murat Darılmaz 
Şiir, öykü ya da roman gibi standart dile dahil değildir; bir meta-language'dir (üst-dil). İlhan Berk'teki "anlamsızlık" için de, bir meta-anlamdır denebilir. Şiirin us'la işinin olmadığını söyler. Ona göre, akıl dışıdır şiir. Ekleme yapalım: Şiir, tüm "ilkel" sanatlar gibi insanın kolektif bilinçdışını kurcalar. Sözcüklerin çağrışım gücünden, seslerinden, ritmden faydalanarak kurar yapısını. Bunun için anlama sırtını dönebilir (anlamı aşmanın ilk koşulu). Peki ya öykü? Öykü/hikaye bunu yapabilir mi, yani anlamı aşabilir mi? Bana sorarsanız, öykü kendini tahkiye'den, gevezece anlatma geleneğinden, anlatma illetinden kurtarmadıkça bu pek mümkün görünmüyor. Bu da yetmez; tekinsiz kızkardeşiyle (şiirle) de çok sıkıfıkı olmamalı, seviyeli bir birliktelik tutturmalıdır. İşte o zaman öykünün kendi yolunu/yerini bulma ihtimali doğabilir. Ezcümle: Öykünün önünde, kendini kaptırmaması gereken iki yol uzanıyor: Şiir ve Anlatı. Öykü, belki de bu iki yolu birbirine katıp bir üçüncü yol yaratma çabasıdır, kimbilir.Bu çerçevede, yol gösterici bulduğum yazarlar var. Birinin adını anayım, saygıyla: Orhan DuruOnur Çalı
Disiplinler zincirini kırmak ve anlamı aşmak her sanat dalının meselelerinden biridir, diye düşünüyorum. İyi bir öykü anlatmaktan çok sezdirir, denmesinin nedenlerinden biri de budur. Öykü katmanlı bir dille, metindeki boşluklarla, hissettirdiği atmosferle okurda merak duygusunu ve soru sorma isteğini uyandırır. Önemli olan kapalı ve anlamsız gibi görünen bir metnin, her okurda kendi anlamını yaratarak hatta aynı okurun farklı okumalarında farklı anlamlar sezdirerek, anlamını aşabilmesidir. Bu bağlamda beni etkileyen yazar ve şairlerden ilk aklıma gelenler Leyla Erbil, Aslı Erdoğan, Bilge Karasu, Turgut Uyar, Edip Cansever, F.Kafka, J.D.Salinger, J.Cortazar, T. Robbins, C.Baudelaire Suzan Bilgen Özgün  
Anlam kesinlikle aşılmalıdır! Düzyazıda bile çünkü o yazarın ayak bağıdır. Havalanmadan, uçmadan iyi edebiyat elbette yaratılır ama taze bir dil bulmak için dilin sınırlarına gidilmesi gerekir. Dilin sınırları uçurum demektir ve uçurumdan atlamak şarttır. Bunda ise öykücünün işi şairinkinden zordur çünkü şair kanatsız uçar. Öykücü düzyazıcının uçuşu kanatlıdır ve kanatlar hep ağır çeker. Öykücü ve okur, süzülmek ya da çakılmak ikileminden, Sait Faik, Bilge Karası, Sevim Burak, Tomris Uyar, Hür Yumer, Gonçalo Tavares, Shaun Tan, Slawomir Mrozek, Witold Gombrowicz, Eduardo Galeano, Calvino, Canetti, Kafka, Cortazar, Fuentes ve elbette HEP ŞİİR okuyarak kurtulabilir. Zeynep Sönmez  

Not:  Reyhan Yıldırım'ın yanıtına buradan ulaşılabilir. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 22, 2016 01:33

August 12, 2016

Masal Söyleşisi*


Ait olmadığımız yerden ayrılma, kendimize yeni aile bulma konusunda cesaret ve ilham veren Çirkin Ördek Yavrusu masalı ve masalın ardına gizlenmiş semboller üzerine Mehmet Fırat Pürselim ile konuştuk.
Masalların kuşaklar boyu aktarılması için toplum tarafından kabul görmesi, çıkarsamasının sevilmesi gerekiyor. Bu yüzden de genellikle kadına ve erkeğe toplum içindeki görevlerini öğreten, onları sözden çıkmamaları için uyaran masallara aşinayız. Ancak istisnalar da var. Hans Andersen’in derlediği ve ilk kez 1843 yılında yayımladığı Çirkin Ördek Yavrusu, toplumdan dışlanmış kuşakları, kimlik duygularını yeniden kazanmaya, kendi yaşam alanlarını bulana kadar direnmeye, yer değiştirmeye davet ediyor. Andersen’in izleğinin sebebini kendi öz yaşam öyküsünde mi aramalıyız?Andersen’in başka masallarında da -Parmak Kız, Diş Ağrısı vs.- görürüz öz yaşamından parçaları, çünkü masal derleyicisi olan Grimm Kardeşler ya da Charles Perrault’dan farklı olarak Andersen derleyiciliğinin yanı sıra hatta belki de derleyiciliği bir yana aslında masal yazarıdır. Çirkin Ördek Yavrusu ise otoritelerin genel kabulü doğrultusunda Andersen’dir. Hans, opera şarkıcısı olmak için 14 yaşında evden kaçarak Kopenhag’a gider. Orada Danimarka’nın en tanınmış dansçısı olan Bayan Schall’u bulur ve ona, tiyatroyu ne kadar çok sevdiğini, oyunculuk yapıp şarkı söylemek için duyduğu özlemi anlatır. Bu sırada silindir şapkasını tef gibi kullanarak bir yandan dans edip şarkı söylerken, bir yandan odanın içinde çılgın gibi döner ve ‘tef’ine vurarak ortalığı toza boğar. Andersen’in ‘tımarhaneden kaçmış bir deli’ olduğunu düşünen Bayan Schall ona durumunun umutsuz olduğunu söyleyince küçük Hans ağlayarak oradan ayrılır. Başvurduğu tüm kapılar aynı umutsuzluğu yüzüne vurarak kapanır. Koca burnu, kocaman elleri ve ayakları, çatallanmış çirkin sesi, sırık gibi ve çok biçimsiz görünümüyle herkes Hans’ı çok komik ve acayip bulur. Fakat oldukça ihtiraslı bir yapıya sahip olan Andersen, oyunculukta başarılı olamayacağı gerçeğini en sonunda kabullenmek zorunda kalsa da, oyun yazarı olarak başarı kazanır. Asıl büyük ününü ise hayalini kurduğu ışıltılı sahnelerde değil de karanlık çocukluğunu anlattığı masallar alanında kazanır hatta Çirkin Ördek Yavrusu’yla kuğu olduğunu anlayamayan herkesten âdeta intikamını alır. Masal, diğerlerine benzemeyenin itilip kakılmasıyla başlıyor. Anne bir süre besleyen, gözeten, koruyan anne arketipine uygun davranıyor. Yavrusunu savunuyor: “Evet,  çok tuhaf görünse de o da benimkilerden biri. Üstelik, uygun ışıkta bakıldığında yakışıklı bile sayılabilir.” … başka bir ördek, avluyu koşarak geçti ve çirkin ördek yavrusunu tam ensesinden ısırdı. Anne ördek “Dur!” diye bağırdı. Ama zorba hızlı hızlı konuştu: “Tamam da, çok tuhaf ve çirkin görünüyor. Biraz itilip kakılması gerek.” … “O bir hata değil” dedi anne ördek. “O yakında çok güçlü olacak. Sadece yumurtada çok uzun süre kaldı, buna rağmen çok da biçimsiz değil. Öyle olsa bile düzelecek. Göreceksiniz.” Çirkin ördek yavrusunun tüylerini düzeltti ve kakülünü yaladı. Ancak kısa süre sonra anne dönüşüyor. Önceleri annesi onu savunuyordu, ama daha sonra o bile giderek bütün bunlardan yorgun düştü ve kızgınlıkla bağırdı: “Keşke hemen defolup gitsen!” Bu dönüşüm bize ne anlatıyor? Andersen’in masalı çocuklara; farklı olanların dışlanmaması gerektiğini, her canlının farklı da olsa ayrı güzellikleri ve zenginlikleri olduğunu öğretmektedir. Kardeşlerinin kötü davranması, kovması, gagalamaları yetmezmiş gibi ilk başlarda ona sahip çıkan annesinin bile toplum baskısına yenik düşerek Çirkin’in çiftlikten gitmesini ya da ölmesini dilemesi ‘kutsal aile’yi sorgulamamıza sebep olur. Öncelikle Ördek Hanım, kutsal anneliğe karşı çıkan bir yapıdadır, kuluçkaya yatmakta da çok gönüllü değildir. Diğer yavruları yumurtadan çıktığı halde, en büyük yumurtanın çatlamaması sabrını taşırır, bu konuda kendi kendine söylenir: “En büyük yumurta hâlâ olduğu yerde duruyor! Kırılması daha ne kadar sürecek ki? Bıktım beklemekten!” Bu arada dağılmış bir ailedir anlatılan, yakışıklı ve havai erkek ördek, dişisini yumurtalarla baş başa bırakıp gitmiştir. Yavru ördekler babalarına benzemektedir ama ‘serseri babaları’ dişisini dölledikten sonra görünmez olmuştur. Kardeşleri de farklı olduğu için alay edilen ve dövülen çirkin ördekten yana olmak yerine diğerleriyle birlikte hareket edip, “İnşallah seni kedi kapar da kurtuluruz!” derler. Anne ise yavrusunu dışlamasa da kucaklamaz, hatta bir süre sonra gitmesine çanak tutar. Burada toplum baskısının sadece farklı bireye değil tüm ailesine yapıldığını, baskıdan kurtulmak isteyen ailenin de toplumla birlikte hareket ederek, farklı bireyi dışladığını görürüz. Buna, neredeyse iki asırlık masal işte, diyerek geçemeyiz, çünkü günümüzde dahi aile kendi kanından olanın değil baskıcı toplumun yanında yer almaktadır. Annelik de yaşayarak öğrenilen bir süreç. Annenin de rehberliğe ihtiyacı var, etrafındaki yaşlı kadınlar tarafından desteklenmeye, cesaretlendirilmeye. Masalın başında yerleşik korkularını, yeni doğum yapmış anneye geçiren bir yaşlı ördek var. Bu kısmı dikkat çekici ve konuşmaya değer buluyorum. Yaşlı bir ördek oradan geçiyordu. Anne ördek ona yeni çocuklarını gösterdi: “Ne kadar da güzeller, değil mi?” diye övündü. Ama yaşlı ördeğin aklı, çatlamamış olan yumurtaya takıldı ve anne ördeği o yumurtanın üstünde artık oturmaktan caydırmaya çalıştı. “Bu bir hindi yumurtası,” diye bağırdı yaşlı ördek. “Hiç de uygun bir yumurta türü değil. Biliyorsun bir hindiyi suya sokamazsın.” O biliyordu, çünkü denemişti. Yerleşik korkuların anneye aktarılması, onun çökmesine, yaşadığı toplulukla yavrusu arasında bir seçim yapmasına sebep oluyor âdeta. Haklısın Tuğba, toplum baskısı ve yerleşik korkular, aileleri en değerli varlıkları olan evlatlarından bile vazgeçirebilmektedir. Bu sadece masallarda değil günümüz toplumunda da sıkça yaşanmaktadır. *Erken dönemde yalnızca diğerlerinden farklı olduğu için dışlanmak, Çirkin Ördek Yavrusu’nun benlik duygusunu yaralıyor. Huzur bulamayacağını anlıyor ve rahat yüzü görebileceği bir yer bulma çabasına giriyor. Arayış devam etse de, zayıf, çirkin, işe yaramaz, beceriksiz olduğunu düşünüyor ve bu gerçeğin değişmeyeceğine inanıyor. Burada durup, erken dönemde dışlanmanın yarattığı içsel sorunlardan bahsedelim istiyorum.Küçük yaşlarda ayakkabıcı olan babasını kaybedince okulu bırakıp çalışmak zorunda kalan Andersen, erken dönemde sürekli olarak dışlanan bir çocuktu. Kısa süreli terzi çıraklığı sırasında başından geçenlerin üzerinde iz bıraktığı muhakkaktır. Hans’ın görünüşü hiç de erkeksi değildi, bir grup iş arkadaşı kız olup olmadığını anlamak için onu herkesin önünde pantolonunu aşağıya indirmeye zorlar. Daha sonra marangozun yanına çırak olarak girdiğinde; önceki olay zihninde taze olduğundan, işteki ilk gününde aptal bir suratla kızarıp bozararak ve titreyerek öylece dikilip kalmaktan kendini alamaz. Sıkıntılı halini fark eden diğer çırakların alayları üzerine sıvışıp kaçar. Sonrasında tekrar okula döndüğünde de gerek müdürün gerekse de arkadaşlarının dışlama ve alaylarına maruz kalır.  Bunların sonunda da, açık alanlarda dolaşmaktan, tekneyle denize açılmaktan, diri olarak yakılmaktan, bir kadını çıplak olarak görmekten korkan psikozlara boğulmuş bir adam ortaya çıkar. Andersen’in korkmadığı şeyleri saymak belki daha kolay olacak ama gene de korkularını saymayı deneyeceğim; zehirlenmekten, soyulmaktan, köpekten, pasaportunu kaybetmekten korkuyordu. Ateşte yanmak öylesine büyük korkusuydu ki, yangın çıkarsa, ipi pencereden aşağı sarkıtıp kurtulurum diye yanında daima ip bulunduruyordu.  Diri gömülme korkusu öyle bir boyuttaydı ki; uyurken ölü sanıp da gömmesinler diye, uyurken başucuna ‘Ölmedim, sadece uyuyorum’ diye notlar bırakıyordu. Masallarda Jung’un eş-zamanlılık dediği, olayların rastlantısal bir şekilde birbirine geçmesi şeklinde tanımlanabilecek ilke daima iş başında. İç geçirilen, özlenen, düşü kurulan hayaller, birtakım tesadüfler sonucunda gerçekleşiyor. Çirkin Ördek Yavrusu masalında da bunu görüyoruz. Bir sabah ördek yavrusu kendini buzun üzerinde kaskatı kesilmiş bir halde buldu ve o zaman öleceğini düşündü. İki yaban ördeği uçarak aşağı indi. Ördeği uzun uzun incelediler. “Çirkinsin,” diye gürlediler. “Çok kötü, ne kadar da üzücü! Senin gibi birisi için hiçbir şet yapılamaz.” Ve uçarak uzaklaştılar. Şans eseri oradan bir çiftçi geçiyordu ve buzu sopasıyla kırarak ördek yavrusunu kurtardı. Ördek yavrusunu kucağına aldı ve ceketinin altına sokarak eve doğru yürüdü. Çirkin Ördek Yavrusu bu dışsal yardım nedeniyle hayatta kalıyor ve hayranlık duyduğu kuğularla bir araya gelme yolu da bu vesileyle açılmış oluyor. Modern dünyada dışsal yardımla hayallerimizin mümkün olacağına dair inancımız zayıflamış gibi geliyor bana. Masallar bu yüzden mi inandırıcılığını yitirdi? Ne dersin? Masallarda, efsanelerde kahramanın yardımına koşan doğaüstü yardımcılar vardır ve kahramanı, kahraman – kurtarıcı yapan aslında onlardır (Campbell – Doğaüstü Yardım, Propp – Büyülü Yardımcı). Külkedisi’nin Peri Annesi, Pamuk Prenses’in Yedi Cüceleri, Parmak Kız’ın kurtarıcı kırlangıcı vs. kahramanın en sıkıştığı anda ortaya çıkarak sorunu çözümler. Sancho Panza’sı olmayan Don Kişot bir hiçtir, Cuma olmasaydı Robinson yaşayamazdı, yalnız kovboy olduğunu söyleyen Red Kit’i bile nice macerasında atı Düldül kurtarır. Ama günümüzde yazılan roman ya da diğer türlerde kahraman başarmak zorunda olan ve başarıyı kimseyle paylaşmayan yapıdadır. Diğer karakterler çevresine konuşlanır ama yardımcı olmaktan ziyade ‘yancı’ tiplerdir. Yaşantımız neyse edebiyatımız da o sonuçta. Günümüzde birinin yardım etmemesi değil, elini uzatması şaşırılacak davranış haline geldi. Biri yardım ettiğinde hemen ardından bir şey geleceğini hiçbir iyiliğin sebepsiz olmayacağını düşünüyoruz. Oysa bu hayata tek başımıza katlanabilmemiz mümkün değil. Masallarda kahramanlar genellikle normal kişilerdir -çocuk/kişi kendini daha rahat özdeştirebilsin diye- yardımcılar ya da yardımcı nesneler ise sihirlidir. Belki de bu sihirli nesnelere günümüz teknolojisiyle erişimin mümkün olması karşısında, hayalle arasındaki bağ koptu. Hayalimizde yaşadığımız maceranın olağanlaşması belki de inandırıcılığını zedeledi. Masallara mümkün olmadığı için inanırken, mümkünlük inandırıcılığını kaybettirdi belki de. Kendimize ve çocuklarımıza hayal kurmak için şans tanırsak, bence hâlâ perilere ve masallara inanabiliriz. BEN PERİLERE VE ONLARIN KULAĞIMA FISILDADIĞI MASALLARA İNANIYORUM! Söyleşi: Tuğba Gürbüz*Bu söyleşi Lemur Derginin temmuz sayısında yayımlanmıştır. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 12, 2016 04:40

August 4, 2016

ÇIRAKLIK YILLARI

Üçüncü çıraklığım da bir dişçinin yanında başlar. Bu en uzunu ve sonuncusu oldu. İki yıl kesintisiz, beş yıl da arayla onun yanında çalıştım. Dişçideki çıraklık, kalfalık yıllarımı enikonu anımsıyorum. Olduğu gibi önümde duruyor. Ustam iyi bir insandı (Hüsnü Erman) ve bana babalık etti. Hâlâ yaşıyor mudur, yaşıyorsa çok ihtiyarlamıştır. Toplu, gözlüklü, güzel bir adamdı ustam. Daha yanında çalışmaya başladığımın haftasında, gazocağında kaynayan bir tas suyu eline döktüm ve haftalarca eli sarılı kaldı. Beni okumaya o itti. Bir köy öğretmeninden dördüncü sınıfa değin okumuş gibi bir belge alıp, beşinci sınıfa o yazdırdı. İlkokulu, ortaokulu onun yardımıyla bitirdim. Öğretmen okulunu bitirene değin de sürdü bu. Bir dişçi olabilirdim. Dişçiyi de çok seviyordum, ama annesi bana kan kusturmuştur. Dişçinin annesi çok titiz, çok sinirli biriydi. Bütün esnaf ondan yaka silkerdi. Bunun için de evin bütün yiyeceğini bana aldırırdı. Her aldığım şeyi de iki üç kez geri gönderir ve hiçbir zaman beğenmezdi. Çoğu kez ağlayarak dönerdim. Ve ustam her zaman da:_Bugün bana alıyorsan, yarın kendine alacaksın! derdi. Öyle de oldu. Her şeyin iyisini seçip almayı böyle öğrendim. Hele kavundan karpuzdan öyle anlar olmuştum ki, ustanın arkadaşları kavun karpuzu bana seçtirirlerdi. Bugün, kavun, karpuz üzerine bir kitap bile yazabilirim. Bir uzman kesildim. Kavunun, karpuzun iyisini ta karşıdan tanırım. Hiç de yanılmam. Temizlik işi de öyle; onda da kendimi uzman düşünebilirim. Bu da bana dişçiden kaldı. Sabahları çok erken saatlerde muayenehaneye gider, bir buçuk saat kadar oranın temizliğini yapar, sonra ortaokula giderdim. Ustam ilkin, masayı temizlemeyi, masanın başına öyle oturmayı öğretti bana. Dişçi masası bir laboratuvar masasına benzer: dişler, ispatüller, mumlar, alçılar, kerpetenler, macunlar, damaklar, altınlar, külçeler, gümüşler, körükler, kauçuklar. Ben o zamanlar öğrendiğim bu temizlik işini bugün de sürdürürüm. Evde yalnız masamı temizlemekle kalmam. Ortalığı toplamadan oturmam yerime. Yer, cam silmek, toz almak, öte beriyi yıkamak alışkanlığı bana ordan kalmadır. İyi, özenli giyinmek de yine bu çıraklık yıllarımdan kalmıştır. Bu bana babalık etmiş insanı, ben bir daha görmedim. Manisa'yı da öyle. Geriye bakmak ürkütüyor mu beni? Gerime ancak yıkarak bakabiliyorum. Bir canavarlık bu. Biliyorum.İlhan Berk 

Uzun Bir Adam YaşantıYKY 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 04, 2016 06:11

August 3, 2016

ANLAM VE ANLAMI AŞMAK

Anlam baştan beri bir bela oldu bende. Anlama her şeydir gözüyle bakmayı anlamıyorum. Türk şiirinin böyle bir yazgısı baştan beri vardır. Anlam (çağdaş anlamda) ilk kez Ahmet Haşim'le kırılmıştır.Asıl tokadı ondan yemiştir. Sezgi, duyum, cinas onunla kısa da olsa yaşanır olmuştur. Böndür anlam. Her şeyi onun yarattığı sanılır. Akılcıdır anlam. Akılsa zehirdir. Bizim anlamla ilgimiz dolaylıdır, tek erk değildir. Büyük bir şiir hiç mi hiç anlam kokmaz, yoksa da dolaylı kokar. Şiiri us yürütmez çünkü. Şiirde us hiç mi işe yaramaz: yarar: aksak bir us olarak ancak.Anlam Türk şiirinin hastalığıdır.Francis Ponge: İnciri biliyorum, ama şiiri bilmiyorum, der. Şiir gizli bir tarih kor, o gizliliktir yeri, orda boy atar, yaşar. Ele gelen bir şey değildir şiir. Yalnız ele gelmez de değildir: Görülmezdir de. Ele alındığında her seferinde değişir.Daha önce de söyledim: Şiir minareden düşen bir taşın düşmeyip asılı kalmasıdır. Anlamı aşmak, her iyi şiirin nerdeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar. En başta da sözcüklerin verili söz düzeninin bozmak, yıkmak; yeni bir dilbilgisinin diline de ulaşmakla da yetinilmez. Şeylerin varolşularına da uzanıp, noların düzenini de bozmak gerekir. Şeylerin yapılarının da böyle bir sarsıntıya uğraması kaçınılmazdır. Böylece onları da ortya çıkarırız. Sonuçta anlamın sarsıntıya uğraması ancak böyle sağlanır. Aksi halde dondurulmuş olarak kalır anlam. Başka türlü özneyi de ortaya çıkaramayız (anlamı aşan özneyi). Söz düzeninin toptan üstüne gitmeli: Yeni bir dilbilgisi yazmak için. Kısaca, anlam dört yönden ateş altına alınmalı. Öte yandan her şey sarsıntıya uğratılarak yeni bir dile kavuşulur. Yeni bir dil dediğimiz de: Sözün sıfıra indiği, yaratının konuşmaya başladığıdır. Bu da verili her şeyin silindiğini içerir: Gösterir. Her iyi şiir parçalana parçalana kurulur. Sadede gelelim: Anlam aşıldığında nereye mi gelinir?Gerçek şiir dediğimiz şiire. Böylece şiir dua katındadır artık. Resullerin sözleriyle kakışır. İlhan Berk 

Uzun Bir Adam 
Yaşantı 
YKY 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 03, 2016 04:15

August 2, 2016

Bazen Tıkandığında

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 02, 2016 00:58

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.