Tuğba Gürbüz's Blog, page 91
October 24, 2016
GEYİKLER, ANNEM VE ALMANYA'NIN SERÜVENİ(*)
N u r s e l D u r u e lHer öykünün yapısı, varlık gerekçesi, çıkış noktası ya da noktaları, yazılma süreci, doğduğu ortamla, zamanla uzak ya da yakın ilintisi, yazarının biçemi dahil bileşenlerinin tümü kendine özgüdür. Ortaya çıkınca, hele yayımlanınca, yazarıyla göbek bağı kopar, ondan bağımsız sürdürür serüvenini. “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsünde beni yazmaya çağıran ilk etken ya da önde duran tetikleyici, bir kez karşılaştığım, adını bile bilmediğim bir kız çocuğuydu. 1970'li yılların sonlarına doðru TRT İstanbul Radyosu'nda “Nasıl Değişti?” başlıklı bir dizi program hazırlıyordum. Günlük yaşamın çeşitli alanlarındaki değişimi konu alan bu dizi için farklı kesimlerden pek çok insanla konuşmam gerekiyordu. Bir arkadaşım konuşacağım kişilerin listesine Feriköy'ün yoksul kesiminde oturan yaşlı bir hanım tanıdığını eklememi önermiş, istersem randevu alabileceğini söylemişti. Daha çok değişime tanık oldukları için ileri yaşlardaki insanlar öncelikli tercihimdi. Kararlaştırılan gün, verilen adrese kayıt teknisyeni bir arkadaşla birlikte gittik. Ev çok kalabalık ve gürültülüydü, yaşlı hanım ziyaretine gelen komşularını ağırlama derdindeydi. Değil kayıt yapmak, iki satır konuşmak bile mümkün değildi; oyalanmadan kalktık. Dört beş yaşlarında bir kız çocuğu sürekli ağlıyordu. Yatıştırmak için çabalayanları yanına yaklaştırmıyor, kendisinden bir iki yaş büyük görünen ablasına sığınmaya çalışıyor, onun arkasına saklanıyordu. “Nesi var?” diye sorduğumda derdini anlatamadığını, dilinin, Türkçesinin yetersiz olduğunu söylediler. Annesiyle babası Almanya'da çalışıyorlarmış. İki kızı bir süreliğine buradaki akrabalarına bırakmak zorunda kalmışlar. Çocuğun çaresiz bakışı uzun süre peşimi bırakmadı; her anımsayışta acı katmerlendi. Göç, nedenleri ne olursa olsun (iş-aş arayışı, iklim koşulları, iskân politikaları, savaşlar), dünyanın en eski, en sancılı olgularından biri. Ne yazık ki göçlerin, göçlerle gelen ayrılıkların yıkımların, acıların sonu gelmiyor dünyamızda. Hele savaşların neden olduğu göçler!... Bedelini de en çok çocuklar ödüyor. O çocuğun bir öykünün kahramanı olacağını, daha doğrusu öyküdeki kahramana kendinden çizgiler katacağını o sıralarda bilemezdim. İnsan bazı durumlarda “bunu mutlaka yazmalıyım” der ve o durumun sıcaklığı geçince yazamaz, yazmak istemez. Kimi kez de tersi olur. Belleğinin bir köşesinde kıvrılmış yatan bir düşünce, bir olgu, bir imge beklenmedik bir zamanda şiddetli bir dürtüye dönüşür. 11 Nisan 1980'de siyasi bir cinayetin kurbanı olan sevgili arkadaşım Ümit Kaftancıoğlu ile Radyo'da aynı serviste çalışıyorduk. Ümit çok çalışkan, çok üretken bir yazardı. Aynı zamanda başarılı, özgün işler çıkaran bir programcıydı. Birikimine güvendiği arkadaşlarını yazmaları için sürekli olarak kışkırtmaya çalışırdı. Bizi, elimiz kalem tuttuğu halde yazmadığımız için eleştirir, tembellikle suçlar, söylenir dururdu. Sonunda hepimize birer kitap ısmarlamaya kadar vardırdı işi. Tanıdığı bir yayıncı çocuk kitaplarına ihtiyacı olduğunu söylemiş. Bunu duymak iyice heyecanlandırmıştı Ümit'i. “Artık kaçamayacaksınız, yayıncı bile hazır” diye sıkıştırıyordu bizi. Aslında ben ilkgençliğimden beri yazıyordum, elimde bitmiş öyküler vardı ama yayımlamayı düşünmüyordum. Bu konuda çoğu kişinin tuhaf bulabileceği bir tutukluğum vardı. Hâlâ öyleyim. Yazıyla ilişkimden hiç söz etmediğim için doğal olarak Ümit de bilmiyordu yazdığımı. Ona “peki” dememiştim ama biraz onun çalışkanlığının ve ısrarlarının yarattığı utanma duygusuyla, biraz da aklım yattığı için olsa gerek, oturup bir çocuk romanı yazmaya başladım. Doğurgan, hoş bir kurgu bulmuştum. Yazdıklarım da hiç fena görünmüyordu. Ancak, yirmi beş-otuz sayfadan sonra, bir gece edebiyatla köklü bağım, bakışım, anlayışım içtenlik adına isyan bayrağı çekti. Çocuk edebiyatı diye ayrı bir yazın kolunun varlığı su götürmez bir gerçek olsa da ben, edebiyatın bir bütün olduğunu, çocuk edebiyatı, yetişkin edebiyatı diye kategorilere ayrılamayacağını düşünüyordum. İçinden yaş gruplarına göre sınır çizgileri geçirilen, pedagoji konusunda uzmanlık gerektiren bir alanda kalem oynatmak, hem çocuklara hem kahramanları çocuk olan çok sevdiğim bazı edebi metinlere, onların yazarlarına hem de kendime karşı suç işliyormuşum gibi huzursuz ediyordu beni. O gece kitabı bir yana bıraktım, dipten gelen çağrıya kulak verip ‘Geyikler, Annem ve Almanya’yı yazdım. Başta da söylediğim gibi öykünün yazımını o küçük kız tetiklemişti. Ancak, öykünün başka bileşenleri, gerek hayat gerek edebiyat bağlamında nicedir kendilerini biriktirmiyor olsalardı yine aynı öyküyü mü yazardım, bilmiyorum. Öykünün kendi serüvenine gelince... Yayımlama konusundaki iç didişmeyi kırıp Ankara'ya, Türk Dili dergisine göndermiştim. Birkaç gün sonra Fakir Baykurt Radyo'ya telefon etti, öyküyü beğendiğini, hemen yayımlanacağını haber vermek için aradığını söyledi. Baykurt'u yalnız okuru olarak tanıyordum, onunla daha önce ne konuşmuş ne de yüz yüze gelmiştik. Sanırım dergiye gönderilen öykülerle o sırada o ilgileniyordu. Teşekkür etmek dışında tek sözcük söyleyemedim. Nasıl oldu da gönderdim diye dayanılmaz bir pişmanlık duyuyordum. Sevinmedim mi? Elbette sevindim. Yine de baskın olan hayıflanmaydı. Öykü, Türk Dili'nin 1979 Eylül sayısında çıkmıştı. Aynı ay içinde Milliyet Sanat'ta Zeyyat Selimoğlu'nun bir değinisiyle karşılaştım. Selimoğlu, ‘Sanat: Güçlükleri Göğüslemek’ başlıklı yazısında dönemin bunaltıcı atmosferini çiziyor, sanatın gücünden söz ediyordu: “İşte eylül... işte yeni sanat mevsiminin ilk ayı... işte yeni mevsimin bir başarısı! Sanatın sihiri, büyüklüğü: Şu dağdağa, şu karışıklıklar, şu sevgisizlikler, şu yokluklar ortamında bile, bakarsınız, tek bir öykü size umut aşılamaya yeter.” Edebiyat ürünleri de insanlarla birlikte geçiyorlar toplumsal evrelerin, hayatın içinden. Ayrıntıya girmemin, alıntı yapmamın nedeni, dönemin edebiyat ortamını, ustaların tutumunu anımsamak ve anımsatmaktı. ‘Geyikler, Annem ve Almanya’, aynı adı taşıyan kitaptaki ve Yazılı Kaya'daki öteki öykülere biraz haksızlık etmiş gibi gelir bana: Yerli, yabancı çeşitli antolojilere girdi. Antoloji hazırlayanlar, benden de öykü almak istiyorlarsa, çoğu kez ona yöneliyorlar. Bunda kısalığının da payı var sanırım. Zaman içindeki yürüyüşünde farklı kılıklara büründüğü de oldu: Televizyon filmi yapıldı, radyolarda defalarca seslendirildi, edebiyat dergilerinden kadın dergilerine, çocuk dergilerine, meslek dergilerine kadar epeyce geniş bir yelpazede yazılı alanlar dolandı. Almanya'da ders kitabına girdi, Fransa'da bizdeki açık öğretime benzer bir kuruluş olan CNED'de (Centre Nationale d'Enseignement a Distance) Tükçe öğrenmek isteyenler için kullanılan metinler arasında yer aldı vb... Edebiyat dergilerinin bir bölümü ve film hariç, nerelere girip çıktığını hep sonradan duydum, rastlantılarla öğrendim. Bu, herkes için böyledir. Yazdıklarının sıkı takipçisi olanlar bile yapıtlarının dolanımdaki yüzünü, okurlardaki izini tam olarak göremez; belki görmesi de gerekmez. Kimi kez bir tek okur -iyi okur- yeter yazara.* Geyikler, Annem ve Almanya'nın yazılış hikâyesi İMGE ÖYKÜLER Yıl 1 Sayı 2 Nisan Mayıs 2005
Published on October 24, 2016 02:00
October 13, 2016
OYUN OYNAMA HAKKI
Türkiye'nin en batı ucu, bir terastayız. Güneş gözümüzü alıyor, öylesine aydınlık. Ortalarda bir masaya geçiyoruz. Deniz herkesi kıskandıran bir iştahla dondurmasını yalıyor. Bu, bir rüşvet. Kendimize kalamar, bira siparişi verebilmek için önce onu mutlu etmeliyim.Siparişlerimiz alınırken, konu anneliğe de geliyor. Alışkınım. Benden önce anne olanlar cömertçe saçıyor ortalığa tavsiyelerini. En sık duyduğum, "Amann bu günlerin kıymetini bilin! Çok çabuk büyüyüyorlar." Herkes, her nedense, çok emin kıymet bilmediğimden, yeterince vakit geçirmediğimden... Hatırlatma ihtiyacı duyuyorlar. "Sıkı sıkı sarılın öpün. Bizimkiler yanaşmıyor artık."
Benim kızım yanaşıyor. Bir anda yanıma geliyor, "Annoş seni çok seviyorum," diyerek öpüp sarılıyor. Bunun bir sebebi yersiz kurallarla ona sürekli ne yapamayacağını söylememem ise, diğeri anne olduktan sonra çalışma saatlerini fazlaca abartmamam ve ona zaman ayırmam, hadi açıkça söyleyeyim, oturup oyun oynamam. Çocuğa zaman ayırmak, onunla kaliteli vakit geçirmek herkesçe takdir edilen bir davranış ancak sadece şu kıssadan hisse tadında, içinizi ısıtan tavuk suyuna çorba başlığı altında toplanan öykülerin anlatıldığı kitaplarda, inanın bana sadece oralarda. Onun dışında insanlar, doktorlarının, avukatlarının, kuaförlerinin, kısaca hizmet alacağı her sektörden insanın ofisinin hafta içi, hafta sonu, sabah erken, akşam geç demeden, her daim açık olmasını istiyor. Biz özel sektör hizmet sağlayıcıları da kolaylıkla kaptırabiliyoruz kendimizi bu düzene. Meslek hayatımın ilk yıllarında uzun çalıştığım, nöbetlere kaldığım dönemler oldu. Annelikle beraber bunu bıraktım zira daha insani şartlarda çalışma (devlet memurlarından her koşulda daha fazla çünkü cumartesileri de çalışıyorum) ve kızımla oyun oynama hakkım var. İtirazı olan?
Benim kızım yanaşıyor. Bir anda yanıma geliyor, "Annoş seni çok seviyorum," diyerek öpüp sarılıyor. Bunun bir sebebi yersiz kurallarla ona sürekli ne yapamayacağını söylememem ise, diğeri anne olduktan sonra çalışma saatlerini fazlaca abartmamam ve ona zaman ayırmam, hadi açıkça söyleyeyim, oturup oyun oynamam. Çocuğa zaman ayırmak, onunla kaliteli vakit geçirmek herkesçe takdir edilen bir davranış ancak sadece şu kıssadan hisse tadında, içinizi ısıtan tavuk suyuna çorba başlığı altında toplanan öykülerin anlatıldığı kitaplarda, inanın bana sadece oralarda. Onun dışında insanlar, doktorlarının, avukatlarının, kuaförlerinin, kısaca hizmet alacağı her sektörden insanın ofisinin hafta içi, hafta sonu, sabah erken, akşam geç demeden, her daim açık olmasını istiyor. Biz özel sektör hizmet sağlayıcıları da kolaylıkla kaptırabiliyoruz kendimizi bu düzene. Meslek hayatımın ilk yıllarında uzun çalıştığım, nöbetlere kaldığım dönemler oldu. Annelikle beraber bunu bıraktım zira daha insani şartlarda çalışma (devlet memurlarından her koşulda daha fazla çünkü cumartesileri de çalışıyorum) ve kızımla oyun oynama hakkım var. İtirazı olan?
Published on October 13, 2016 03:57
October 4, 2016
MUHTEŞEM KOPENHAG
"...Ben ise soyadıma Thomsen eklendiğinden beri Kopenhag’dayım. Hatta belki Kopenhaglıyım, Edip Cansever’in dediği gibi; insan yaşadığı yere benzediğinden.
Yaşadığım şehir yeşil ve yaz sanki bir kısa film. Evet uzun değil ama dolu. Gece 11’de batan güneş sabah üçte yeniden doğuyor. Yollar parklara, göllere, denize ve festivallere çıkıyor." Muhteşem Kopenhag belgeselini şifresiz, decodersiz, izinsiz ve izansız vimeo'dan izleyebilirsiniz.Yukarıdaki duyuru Işıl Bayraktar fan sayfasından.
Aradığımda kolayca bulabileyim diye, izlemeye doyamadığım Wonderful Copenhagen belgeselini burada paylaşmak istedim.
İzlemek isteyenler için önemli not: şifre:heykopenhag
Published on October 04, 2016 06:51
September 30, 2016
NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (28)
Nasıl Yazar/Şair Oldum...
Fotoğraf: Zeynep KavalcıSelden sonrası
Soruya takıldım. Gerçekten yazar olup olmadığıma zamanın karar vereceğini biliyorum; yazar sayılmanın yarına kalmakla ilgisi var. Bugünde yazanlardan biri olarak, bu soruyu erken buluyorum. Kendi adıma, şimdiki zaman kipiyle yazarlığı yan yana koymayacağım. Bir durumu hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak kesinlikte ifade etme özelliği taşıyan bir dile sahip Antik Latin dünyasında, birinin öldüğünü bildirmek için “vixit” fiili kullanılırdı; “yaşadı” anlamında. Gün gelip aynı kesinlikle “yazdı” denecek olursa, ne mutlu bana...
Yazarlığı sonradan teslim edilen birçok isme bakılırsa, bugünden başlayan bir kabulün yetersiz olduğu, ama yazılanların yarına kalması için bir kaydın gerekliliği açık. Günümüzde en geçerli medya, basılı kitaplar. Tam bu noktada, hayatı boyunca yazdığı halde basılı tek kitabı olmayan yazarları düşünüyorum. Yapısı, eğilimleri, duyarlılığı, dil ve ifade gücüyle tam bir yazar olup tek kitabı basılmamış olanları... Bunun yanında, birçok kitabı basılmış “yazan kişi”leri... Yazdıkları, rastlantılara bağlı olarak insanlık mirasına katılanları... 1924’te öldüğünde basılmış yapıtları ancak küçük bir kitap eden ve pek tanınmayan Kafka’yı mesela... Ya Kafka’nın işgüzar dostu Max Brod olmasaydı? Kafka’sız bir dünya edebiyatı nasıl da eksik kalırdı! Demek aralarında adalet de olmak üzere hem birçok koşula bağlı, hem bunca rastlantısal bir sıfat üzerine konuşuyoruz. Sel geçip gittiğinde geriye kalan kum taneleri üzerine...
Yazarlığı ne azımsıyor ne kutsuyorum; yazınsal kalıta şükran duyuyor, ona saygıyı ve liyakati önemsiyorum. Bu yoldadır çabam.
Yaradılış olarak yalnızlığa yatkınım ve hatta düşkünüm. İnsansızlıktan söz etmiyorum; varlıklarından sevinç duyduğum dostlarım, yakınlarım ve şikâyetsiz üstlendiğim birtakım sorumluluklarım var. İçsel bir yolculuk halini işaret ediyorum; yoksa içsel bir dinleme hali mi desek, içe bakış mı... Derinde bağımsızlıkla ilgili olduğunu sandığım bu durum, benim için büyük ihtiyaç. Olur da gün boyu böyle bir fırsat yakalayamazsam, uykuyu öteleyip en azından birkaç saat düşüncelerimle/duygularımla kalıyorum. Bakıldığında “dinlenme” gibi görünen fakat hiç de öyle olmayan bu yüklü süreçte uç veriyor genellikle, ilk filizler.
Yazmak beni mutlu ediyor, yazarken yanıp kavrulsam da. Güneşin altında yeni bir şey olmadığını öğreneli çok oldu. Ancak şu koca evrende her insanın özgün bir prizma olduğu inancıyla, hayat ışığının kendi prizmamda nasıl kırıldığını, hangi renkleri hangi desenlerle nasıl yansıttığını görmek için yazıyorum. İlk kitabım basılmadan önce de böyleydi, şimdi de böyle. Hayat akarken her duyarlı insanın yapabileceği kadar değişmiş olabilirim. Fark, paylaşımın getirdiği sorumlulukta. Şimdi, yazma ve yazdıklarımı paylaşma hikâyemi anlatabilirim.
Meraklı, inatçı, ketum...
Kitaplı bir evin en küçük bireyiydim. Günlük gazetelerin karikatürlerini, evimize düzenli olarak giren Akbaba, Varlık ve Doğan Kardeş dergilerinin merak ettiğim köşelerini esir aldığım ev halkına okuturdum. Annem, babam ve iki ablamın yılgın yüzlerini anımsıyorum; pek düşkün olduğum ayrıntılara merakım o yaşlarda başlamış olmalı.
Radyo günlerini anımsayacak yaştayım. “Arkası Yarın”lar, “Mikrofonda Tiyatro”lar, “Çocuk Saati” programları edebiyatla bağlarımı pekiştirdi. Akşamları dinleyecek bir şey yoksa, babam seçtiği bir öyküyü okurdu bizlere ya da devli perili masallarından birini anlatırdı. Bütün arkadaşlarının okula gittiği bir ortamda, beş yaşında olduğu halde “ya beni evlendir ya okula gönder” diyerek babasının karşısına dikilen, misafir öğrenci olarak kendisini ilkokula yazdırmayı başaran, böylece vaktinden erken okuyan biri olarak yazmayı da çabuk öğrendim. Anneme, öğretmenime ve bir kediye yazdığım şiirlerin beğenilmesi, yazmanın iyi bir şey olduğuna inandırdı beni. O zamanlar herkesin bunu yaptığını sanıyordum; yer içer, güler söyler gibi yazdığını... Öylesine doğal ve seçeneksiz bir ifade yoluydu sanki, yazmak. Günlük yaşamın bir parçası olarak yazıyordum. Günlük yaşamın bir parçası olarak okuyordum. Okuma yolumu büyük ölçüde, tanıdığım ilk entelektüel olan annemin yakın arkadaşı Emel Teyze çizmiştir. İlk Çehov’ları, Tolstoy’ları, İstrati’leri, Abasıyanık’ları onun yönlendirmesiyle okudum. Bir gün ona gururla, Cronin’in Nöbetçi Hemşire adlı romanını “bir oturuşta” bitirdiğimi söylemiştim. O da soğukkanlılıkla “Nöbetçi Hemşire, bir oturuşta bitirilecek bir roman değil” demişti. Hayatımın dersiydi; özenli okur olmakla böylece tanıştım.
Adım adım büyüdüm... Büyürken, yazdıklarımı –her anlamda- şifrelemeyi öğrendim. Sadece kendimin çözebileceği bir alfabeyle tuttum günlüklerimi. Yıllar sonra kahkahalar arasında okuyacağım birkaç öykü yazdım, tundan tuna saklayarak. Üniversite yıllarımda şiire yoğunlaşacaktım.
Kazandığım fakülteye kaydımı yaptırmak için evden çıkacağım sabah, hayat dondu, her şey sokağa çıkma yasağı sonrasına ertelendi. Kayıt için bula bula 12 Eylül 1980 gününü bulmuştum! Öğrenciliğim askeri yönetim altında geçecekti. Buna karşın, hayatımın dönüp dönüp yeniden yaşamak istediğim dönemidir, fakülte yıllarım. Ana dalım olan Klasik Filoloji yanında felsefe, sosyoloji, psikoloji ve antropoloji bölümlerinden dersler alıyor, aklımı donatıyordum. Ne şenlik! Şiir yazan çılgın, serseri bir arkadaşım vardı, Felsefe öğrencisi. Onunla çok vakit geçiriyorduk. Herkes sevgili olduğumuzu sanıyordu, halbuki ikimizin de sevgilisi yoktu. Panellere, açık oturumlara, sinemalara, tiyatrolara gidiyor, durmadan şiir konuşuyorduk. Bir gün Papirüs’e götürdü beni, Cemal Süreya ile tanıştırdı. Kendisine çekine çekine iki karalamamı gösterdim. “Olacak... Olacak...” demişti tüm nezaketiyle, çekmecesine koyarken. Papirüs’e bir kez daha gidecek, son sayının zarflanması için Cemal Bey’e yardım ederken Necati Cumalı, Atilla Özkırımlı, Behzat Ay ile karşılaşacaktım. Beni tanıştırırken “şiir yazıyor” dediği için Cemal Bey’e borçlu duyarım kendimi. O yıllarda öğrenci kahvelerinde şiirlerimi paylaştığım arkadaşlar, ki birkaçı günümüz şairlerinden, “senin şiirinde öykü var” diyorlardı. Öyküye döndüm, ama bugün de öykümde şiir olduğunu duyuyorum sıkça. Yine de nihai adresimin öykü olduğunu derinden hissediyor, başka bir dala atlamayacağımı biliyorum.
Yıllar, yıllar... Koca bir hayat geçti yazdıklarımla ben arasından. Öğrencilik, iş hayatı, aşklar, ayrılıklar, yenilgiler, zaferler... Gün gelip kendime baktığımda, seçtiğim sözcüklerin hayat boyu yanımda yürüdüğünü gördüm ve bu sessiz yoldaşlara gönülden borçlandım.
Silkelenme anlarıHep yazıyordum ya, yayımlatmak için bir çabam yoktu. Belki mesleğim gereği yazdıklarımın yayımlanıyor oluşunun etkisi... Dergi yazıları, tv programları, tanıtım filmleri... Ama öykülerim de vardı ve neredeyse kırk beşime gelmiştim. Ortanca kardeşim günün birinde sabrı taşmış olarak çok fena silkeledi beni “daha ne duruyorsun” diyerek. Bir “kadın öyküleri” yarışmasından söz ediyordu. O yarışmaya katıldım, o yarışmaya nasıl katılacağımı anlamak için araştırma yaparken duyurusuna rastladığım bir başka yarışmaya daha katıldım. Böylece üç ay arayla iki derecem oldu. Ödül törenlerinden biri (KASAİD 2006, Ankara) doğum günüme rastlamıştı. Bunu uğur saydım. Diğer ödül ise (Özgür Pencere 2005, Adana) bugün hâlâ hayatımda olan bazı arkadaşlarımla tanışmamın ve bunlar arasında sevgili Aydın Şimşek de olduğu için ilk kitabımın yolunu açtı. Biri forumda, diğeri yüz yüze iki atölyesine katıldığım Aydın Hoca, “artık bu atölyeden kanatlanıp uçmanın zamanıdır” diye beni silkeleyince, çekmecedeki öykülerime çeki düzen verip Tin Kovuğu dosyasını hazırladım.
Forumda tanıştığım arkadaşlarımdan biri Reyhan Yıldırım’dı. Onunla sevgili Salih Bolat’ın yönettiği bir seminerde yakınlaşmıştık. Reyhan benden genç, fakat aynı lisede, aynı edebiyat öğretmeninde okumuşuz. Acep bu terbiye miydi, bizi edebiyata aynı özenle yaklaştıran? Her neyse, benzer yaklaşımda okurlar olarak birlikte bir şeyler yapmaya karar verdik ve “Öykülü Perşembe” etkinlikleri doğdu. Bu etkinlikler, çevre ve gelişim anlamında bizi zenginleştirdi. Birçok başka etkinlikler için katkılara dönüştü. Yolun devamı için Reyhan dostumun bu dizideki yazısı okunabilir; çünkü yolculuğun bu kısmını birlikte yaptık. Bu sürecin sonunda ilk kitaplarımız Kanguru Yayınları’ndan çıktı.
Tin Kovuğu basıldığında, Ayla Kutlu’ya kitabımdan gönderdim. Öykülü Perşembe’ye davet etmek üzere kendisiyle bir kez karşılaşmıştım. Etkinliğimize gelememişti ama bağımız kopmamıştı, arada yazışıyorduk. Bir süre sonra Ayla Hanım telefonla arayarak kitabım hakkındaki düşüncelerini dile getirdi. Hem beğenileri, hem eleştirileri vardı. O uzun sohbetimizi hiç unutmuyorum. Sonra araya hayat girdi, koptuk. Yıllar geçti. Kendisinin haberi yok ama yeniden buluşmamıza Hülya Soyşekerci vesile oldu. Sevgili Hülya, Akköy dergisinin editörlüğünü üstlendiği bir sayısı için benden bir öykü istemişti. “Lekenler, Patenler” adlı öykümü gönderdim. Dergiyi okuyan Ayla Hanım, bana bir mektup yazarak beğenisini dile getirdi. O mektubu çok geç aldım; mail adresim değişmişti ve mektup Reyhan aracılığıyla beni bulana kadar –yine- doğum günüm gelmişti! O mektup, ikinci kitabımın yolunu açan Bilgi Yayınevi ile buluşturdu beni. Tam da bir sonraki doğum günümde -yine!-, sevgili editörüm Biray Üstüner eliyle akşam vakti ulaştırılan bir koliden, Ömrün Yazı çıktı.
2012 doğumlu Ömrün Yazı, 2013’te, Dil Derneği’nin düzenlediği Ömer Asım Aksoy Ödülü’ne değer görüldü. Onu 2015’te Keşiş Örümceği izledi. Bu iki kitap arasında “Yüzyılın Masalcısı” adlı öyküme verilen “Homeros Kısa Öykü Ödülü”nü de 2012’de hayatıma katılan sevinçlerden biri olarak anmalıyım.
Bu arada hiç aklımdan geçmezken, birkaç seçkisine katkı verdiğim YKY aracılığıyla, çocuk yazını da gündemime girdi. Yıllar önce yazdığım Neşeli Orman’ın Şair Kurbağası adlı masalım, YKY’nin “Daha Güzel Bir Dünya İçin” dizisine uygun düşünce, basıldı. Sevgili Filiz Özdem’in yetişen kuşaklara karşı aydın sorumluluğumu anımsatarak beni silkelemesi sonucu, gerisi de geldi. Çocuk okurların vefasını duyarak “yazar”lık yapmak meğer ne güzelmiş!
Şimdilerde, masallar da biriktiriyorum öykülerin yanında. Öykülü Perşembe’ler için yaptığım yakın okumalarsa, belki bir gün kitaplaşmak üzere el atmamı bekliyor. Bakalım, neler getirecek zaman.
Zaman... Son kararı verecek olan.
Berat Alanyalı
Published on September 30, 2016 14:00
Beş Hafta Beş Film
Yeni yıl kararları diye bir şey var şu hayatta. Benim yeni yıl listelerim olmaz pek, hatırlamıyorum. Okulların açıldığı eylül ayı idi, benim miladım (belki eylül çocuğu olduğumdan). Haftalık programlar yazardım kendime, günü gününe çalışmak, ödevleri, öğrenilecekleri biriktirmemek için, dinlenmeye, okumaya, televizyon izlemeye, arkadaşlara yeterince vakit ayırabilmek için. Kâğıt üstünde her şey şahane görünürdü, gel gör ki bir hafta dahi uygulamazdım, yazdıklarımı. Bir sonraki yıl okullar açıldığında benzer bir liste için kolları sıvardım yine de. Kırk yaş da, bir milat olduğuna göre yeni bir liste yapmanın zamanı gelmiş. Yazdan yeni çıkmış, gevşekliğe ve rehavete alışmış bünyeyi zorlamaya gerek yok. Kendime basit bir söz, her hafta bir film izleme sözü veriyorum. Uygulaması kolay ve keyifli.
İşte yeni listem:
Beş hafta, beş film... Kitap kokulu sinema filmleri...1)84 Charing Cross Road (Kesişen Hayatlar) (izledim) 2)My Afternoons With Margueritte (Garip Dostluk)3)Dans la Maison (Evde) 4)Poetry (Şiir)5)Deconstructing Harry (Yaramaz Harry) Not: Film önerilerinizle listeme katkıda bulunabilirsiniz.
İşte yeni listem:
Beş hafta, beş film... Kitap kokulu sinema filmleri...1)84 Charing Cross Road (Kesişen Hayatlar) (izledim) 2)My Afternoons With Margueritte (Garip Dostluk)3)Dans la Maison (Evde) 4)Poetry (Şiir)5)Deconstructing Harry (Yaramaz Harry) Not: Film önerilerinizle listeme katkıda bulunabilirsiniz.
Published on September 30, 2016 02:26
September 29, 2016
TIKANMA ANLARI
Murat Gülsoy'dan yazar tıkanıklığını aşmak üzerine öneriler
Tıkanma anları olmuyor mu? Aslında pek olmuyor. Çünkü hep yazıyorum. İnsanın tüm yazdıklarını yayımlatma zorunluluğu yoksa tıkanma da yaşamıyor. Yine de yazmakta olduğum metnin bir yerlerinde takılabiliyorum. Bu gibi durumları daha önce yazdıklarımı okuyarak aşıyorum. Bazen de bir resme ya da başka birinin yazdığı metne yoğunlaşmak da zihnimi açıyor... Örneğin bir öykü okuyup, ben olsam nasıl yazardım diye düşünerek birçok yararlı düşünceyi uyandırdığımı bilirim. Ya da insanlar... Onların söylediklerini dinlerken aslında neleri söylemek istediklerini ya da neleri söyleyemediklerini hayal etmenin birçok yaratıcı düşünceye kaynaklık ettiğini söyleyebilirim. Tıkanıklığı aşmanın bence tek yolu o andaki zihinsel durumu değiştirmek. Bunu kolaylıkla herkesin başarabileceğine inanıyorum. Çünkü zihnimiz hep değişimleri kovalayan bir çalışma şekline sahip. Farklılıklar, şaşırtıcı durumlar ve biraz da gerginlik insan zihnini açan etmenler. Yine de aşılamaz bir noktaya gelmişsem o zamana kadar yazmış olduğum metni bir kenara koyup yoluma başka metinlerle devam ediyorum. Belki bir gün dönerim umuduyla... Bu nedenle de en az bitirip yayınladığım miktarda gün ışığına çıkmamış öykü ve roman parçası bilgisayarımın sanal klasörlerinde duruyor.Bir başka yazma deneyimi de şu anda yaşadığıma denk düşüyor: heyecanla yazmakta olduğum bir metne bir süreliğine ara vererek başka bir yazı yazmak... Örneğin şu anda devam etmekte olduğum yeni kitabımın dosyası bilgisayarımın arkaplanında açık duruyor. Hikâyenin kahramanları içinde bulundukları sahneyi hiç bozmadan sabırla sözlerimin bitmesini bekliyorlar... Bu bekleyişi uzatmak niyetinde değilim. Birazdan bu dosyayı kaydedip kapatacağım ve yazmakta olduğum romanıma devam edeceğim. Belki bu satırların okuru bir zaman sonra (eğer tamamlayabilirsem) şu anda yazmakta olduğum romanı okurken tam bu yazıyı yazmak için ara verdiğim yerde duraklayıp, bu yazıyı hatırlayacak. Tesadüfen... Aramızda hiçbir doğa yasasıyla açıklanamayacak bir kesişme olacak... Böyle garip hisler içinde yazmaya başlayacağım. Birazdan.
Kaynak: Büyübozumu:Yaratıcı Yazarlık Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlâl Edilebilir Kuralları Murat Gülsoy Can Yayınları Deneme
Tıkanma anları olmuyor mu? Aslında pek olmuyor. Çünkü hep yazıyorum. İnsanın tüm yazdıklarını yayımlatma zorunluluğu yoksa tıkanma da yaşamıyor. Yine de yazmakta olduğum metnin bir yerlerinde takılabiliyorum. Bu gibi durumları daha önce yazdıklarımı okuyarak aşıyorum. Bazen de bir resme ya da başka birinin yazdığı metne yoğunlaşmak da zihnimi açıyor... Örneğin bir öykü okuyup, ben olsam nasıl yazardım diye düşünerek birçok yararlı düşünceyi uyandırdığımı bilirim. Ya da insanlar... Onların söylediklerini dinlerken aslında neleri söylemek istediklerini ya da neleri söyleyemediklerini hayal etmenin birçok yaratıcı düşünceye kaynaklık ettiğini söyleyebilirim. Tıkanıklığı aşmanın bence tek yolu o andaki zihinsel durumu değiştirmek. Bunu kolaylıkla herkesin başarabileceğine inanıyorum. Çünkü zihnimiz hep değişimleri kovalayan bir çalışma şekline sahip. Farklılıklar, şaşırtıcı durumlar ve biraz da gerginlik insan zihnini açan etmenler. Yine de aşılamaz bir noktaya gelmişsem o zamana kadar yazmış olduğum metni bir kenara koyup yoluma başka metinlerle devam ediyorum. Belki bir gün dönerim umuduyla... Bu nedenle de en az bitirip yayınladığım miktarda gün ışığına çıkmamış öykü ve roman parçası bilgisayarımın sanal klasörlerinde duruyor.Bir başka yazma deneyimi de şu anda yaşadığıma denk düşüyor: heyecanla yazmakta olduğum bir metne bir süreliğine ara vererek başka bir yazı yazmak... Örneğin şu anda devam etmekte olduğum yeni kitabımın dosyası bilgisayarımın arkaplanında açık duruyor. Hikâyenin kahramanları içinde bulundukları sahneyi hiç bozmadan sabırla sözlerimin bitmesini bekliyorlar... Bu bekleyişi uzatmak niyetinde değilim. Birazdan bu dosyayı kaydedip kapatacağım ve yazmakta olduğum romanıma devam edeceğim. Belki bu satırların okuru bir zaman sonra (eğer tamamlayabilirsem) şu anda yazmakta olduğum romanı okurken tam bu yazıyı yazmak için ara verdiğim yerde duraklayıp, bu yazıyı hatırlayacak. Tesadüfen... Aramızda hiçbir doğa yasasıyla açıklanamayacak bir kesişme olacak... Böyle garip hisler içinde yazmaya başlayacağım. Birazdan.
Kaynak: Büyübozumu:Yaratıcı Yazarlık Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlâl Edilebilir Kuralları Murat Gülsoy Can Yayınları Deneme
Published on September 29, 2016 13:30
September 27, 2016
DİŞÇİDE
Tam öğle yemeğimizi bitiriyorduk ki, annem babama şöyle dedi:"Bu öğleden sonra Pıtırcık için randevu aldım, di-giş-çigi-digen." Babam peçetesini katlamayı bıraktı, anneme kocaman gözlerle bakıp sordu:"Kimden randevu aldın? Kimden?""Dişçiden ama gitmek istemiyorum," dedim.Annem dişçiye gitmem gerektiğini, kaç gündür dişimin ağrıdığını, dişçiye gittikten sonra hiç canımın acımayacağını söyledi. Ben de anneme dişçiden sonrasını umursamadığımı, asıl dişçide olacaklardan korktuğumu söyledim. Sonracıma dedim ki, artık dişim ağrımıyor ve ağlamaya başladım. Babam eliyle masaya vurup bağırdı:"Pıtırcık! Çok ayıp! Böyle ağlanıp sızlanmalara hiç gelemem. Artık bebek değilsin, koca adam gibi davranmalısın. Dişçi sana kötü bir şey yapmayacak, çok nazik biri dişçi, sana şeker verecek. Yürekli olacaksın, annenle birlikte uslu uslu dişçiye gideceksin."Annem de beni dişçiye babamın götüreceğini çünkü onun için de randevu aldığını söyledi. Babam çok şaşırmış gibiydi. İşe dönmesi gerektiğini söyledi, ama annem ona bugün öğleden sonra izinli olduğunu, bu yüzden randevuyu bugün aldığını söyledi. Babam alçak sesle anneme dişinin artık ağrımadığını, bu meseleyi daha sonra halledebileceklerini söyledi. Anneme baktı, bana baktı, sanki o da ağlamaya başlayacak gibi geldi bana. Öğle yemeğinden sonra babamla birlikte dişçiye gitmek üzere evden çıktık. Arabada pek eğlendiğimiz söylenemezdi. Babamı hiç bu kadar yavaş araba kullanırken görmemiştim. Çok derin bir şeyler düşünüyor gibiydi. Sonracıma bana bakmadan dedi ki: "Pıtırcık, gel erkek erkeğe konuşalım. Dişçiden kaçmaya ne dersin? Gidip arabayla bir tur atarız, annene de bir şey söylemeyiz. Çok da güzel bir şaka olur."Babama bunun gerçekten çok güzel bir şaka olacağını, benim de kendisinden yana olduğumu, ama annemin bu şakaya güleceğini hiç sanmadığımı söyledim. Babam derin derin iç geçirdi, çok üzgün görünüyordu, zaten bütün bunları biraz gülelim diye söylemiş, öyle dedi. Babama bayılıyorum, canı sıkkın olduğunda bile şaka yapabilecek kadar yürekli çünkü. Dişçinin önünde tam bir arabalık yer vardı. "İnanılmaz, insan arabasını park etmek istediğinde hiçbir yer bulamaz, şu hale bak," dedi babam. Ben de ona evlerin etrafında bir tur daha dönmeyi önerdim, belki boş park yeri dolardı. Babam kaderin ağlarını bir kez ördüğünü söyleyip park etti. Babam dişçinin kapısını çaldı. Ben de dedim ki:"Kimse kapıyı açmıyor baba, başka bir gün geliriz."Tam dönecektik ki, kapı açıldı Çok nazik bir hanım bize içeri buyurmamızı, doktorun bizi birazdan kabul edeceğini söyledi. Bizi küçük bir salona aldılar. Koltuklar vardı, üstünde dergiler olan bir sehpa vardı, şöminenin üstünde atları durdurmaya çalışan çıplak bir adamın metalden küçük bir heykelciği vardı, koltuktaysa giyimli ama metal olmayan bir adam oturuyordu. Biz de oturduk, okumak için birer dergi aldık, çok eğlenceli değildi, ama dergilerin neredeyse hepsinde dişlerden söz ediliyordu, dişçi aletlerinin resimleri vardı bir de. Fotoğrafların çoğunda inanları içeriden görüyordunuz, hiç hoş değildi. Öteki dergilerse çok eski ve yırtılmıştı. Hoşuma giden tek şey, kapağında Fransa Turu'nu kazanan bisikletçinin fotoğrafının olduğu dergiydi. Turu nasıl kazandığını anlatıyordu. Koltuktaki amca o ana dek hiç konuşmamıştı, ama dergileri bıraktığımızı görünce babamla konuşmaya başladı. "Ufaklık için mi geldiniz?" diye sordu. Babam ikimizin de muayene olacağını söyledi. Amca kaygılanmamızı, çok iyi bir dişçiye geldiğimizi söyledi. "Aman canım! Biz korkmuyoruz ki, öyle değil mi Pıtırcık?" dedi babam. Bense babamla çok gurur duyduğum için onun gibi yaptım: "Aman canım!" Amca çok haklı olduğumuzu, bu dişçinin elinin çok hafif olduğunu, burada bir ameliyat yaptırdığını, dişlerin içi oyulurken neredeyse hiçbir şey hissetmediğini söyledi. Sonracıma bize bir sürü ayrıntı anlattı. Ben ağlamaya başladım. Bize kapıyı açan hanım koşarak geldi ve iki bardak su getirdi. Babam da pek iyi görünmüyordu çünkü. Sonra dişçi kapıyı açtı, "Sıradaki," dedi.
Bize ameliyatları anlatan amca sırıtarak içeri girdi.
"Amcayı görüyor musun?" Hiç korkmuyor, sem de onun gibi davranmalısın," dedi babam.
Babam tam okumak için dergi alacaktı ki dişçi yine kapıyı açtı. Amca yine sırıtarak dışarı çıktı.
"Nasıl olur? Bu kadar çabuk mu?" dedi babam.
"Evet, ben yalnızca para ödemeye gelmiştim. Şimdi sıra sizde, zavallım," dedi amca.
Gülerek uzaklaştı.
"Sıradaki. Rica etsem acele eder misiniz? Bugün çok doluyum," dedi dişçi.
"Biz başka bir gün gelelim o zaman. Geniş bir zamanınızda; sizi rahatsız etmek istemeyiz, öyle değil mi Pıtırcık?" dedi babam. Ben tam çıkış kapısının önüne gitmiştim ki, dişçi saçmalık istemediğini, sıranın bize geldiğini, kaygılanacak bir şey olmadığını söyledi. Babam hiç de kaygılı olmadığını, savaş görmüş biri olduğunu söyledi ve beni dişçinin önüne itti. Odada parlayan bir sürü beyaz alet, bir de berber koltuğu vardı. "Hanginizden başlıyoruz?" diye sordu dişçi ellerini yıkarken. "Ufaklığı alın, ben beklerim," dedi babam.
Ben de bekleyebileceğimi söyleyecektim ama dişçi kolumdan tutup koltuğa oturttu.
Acayip kibar biriydi dişçi, canımı acıtmayacağını, dişimdeki oyuğu doldurmak için biraz hamur koyacağını, herhalde çok şekerleme yediğimi, ama tedavi sırasında uslu durursam sonra bana lolipop vereceğini söyledi. Ağzımı açmamı istedi, içeriye şöyle bir baktıktan sonra bir şeyler kazıdı, sonracıma ucunda çok hızlı dönen bir tekerlek bulunan bir aletle yaklaştı. Dişçi tekerleği ağzıma soktuğunda babam çığlık attı. Kafamda biraz sarsıntı oldu, sonra dişçi dişime hamur koydu, ağzımı çalkalamamı söyledi. Sonra da "Bitti!" dedi. Şekerimi verdi. Çok sevinmiştim. Dişçi sıranın babama geldiğini söyledi. Babam da ona saatin geç olduğunu, daha yapacak bir sürü alışverişimiz olduğunu söyledi.Dişçi gülmeye başladı, babamı ciddiyete davet etti. Bunu hiç anlamadım, babamı hiç bugünkü kadar ciddi görmemiştim çünkü. Babam duraksadı, yavaş yavaş berber koltuğuna gitti. "Ağzınızı açın," dedi doktor. Babam başka bir şey düşünüyordu herhalde, dişçi tekrarlamak zorunda kaldı çünkü:"Ağzınızı açın, yoksa ben açacağım!" Babam ağzını açtı. Dişçinin duvarlarında asılı diş fotoğraflarına bakıyordum. İşte tam o sırada büyük bir çığlık duydum. Arkamı döndüm, dişçi elini sallayıp duruyordu."Elimi bir kez daha ısırırsanız, elime gelen dişinizi çekerim, hangisi olursa!" Babam bu işin çok sinir bozucu olduğunu söyledi.
Dişçi tekerlekli aleti eline aldı; babama dikkatli olmasını, bunun insanın kafasını biraz salladığını söyledim. Babam haykırdı, dişçiyse ona sakin olmasını, bu yaptığının dışarıda bekleyen müşterileri kötü etkilediğini söyledi. Sonunda babamın işi de bitti, çok uzun sürmedi ve çok iyi geçti, babam dişçinin dizine bir tekme savurdu bir ara, ama olsun. Koltuktan sırıtarak kalktı. "Eee, Pıtırcık. İkimiz de koca adamlar gibiydik, öyle değil mi?" diye sordu."Evet baba," dedim.
Babamla ikimiz kasıla kasıla, ellerimizde birer şekerlemeyle dişçiden çıktık.
Pıtırcık
Bilinmeyen Öyküleri
Pıtırcık Eğleniyor
Yazan Rene Goscinny
Resimleyen Jean-Jacques Sempe
Çeviren Esra Özdoğan
Can Çocuk
Bize ameliyatları anlatan amca sırıtarak içeri girdi.
"Amcayı görüyor musun?" Hiç korkmuyor, sem de onun gibi davranmalısın," dedi babam.
Babam tam okumak için dergi alacaktı ki dişçi yine kapıyı açtı. Amca yine sırıtarak dışarı çıktı.
"Nasıl olur? Bu kadar çabuk mu?" dedi babam.
"Evet, ben yalnızca para ödemeye gelmiştim. Şimdi sıra sizde, zavallım," dedi amca.
Gülerek uzaklaştı.
"Sıradaki. Rica etsem acele eder misiniz? Bugün çok doluyum," dedi dişçi.
"Biz başka bir gün gelelim o zaman. Geniş bir zamanınızda; sizi rahatsız etmek istemeyiz, öyle değil mi Pıtırcık?" dedi babam. Ben tam çıkış kapısının önüne gitmiştim ki, dişçi saçmalık istemediğini, sıranın bize geldiğini, kaygılanacak bir şey olmadığını söyledi. Babam hiç de kaygılı olmadığını, savaş görmüş biri olduğunu söyledi ve beni dişçinin önüne itti. Odada parlayan bir sürü beyaz alet, bir de berber koltuğu vardı. "Hanginizden başlıyoruz?" diye sordu dişçi ellerini yıkarken. "Ufaklığı alın, ben beklerim," dedi babam.
Ben de bekleyebileceğimi söyleyecektim ama dişçi kolumdan tutup koltuğa oturttu.
Acayip kibar biriydi dişçi, canımı acıtmayacağını, dişimdeki oyuğu doldurmak için biraz hamur koyacağını, herhalde çok şekerleme yediğimi, ama tedavi sırasında uslu durursam sonra bana lolipop vereceğini söyledi. Ağzımı açmamı istedi, içeriye şöyle bir baktıktan sonra bir şeyler kazıdı, sonracıma ucunda çok hızlı dönen bir tekerlek bulunan bir aletle yaklaştı. Dişçi tekerleği ağzıma soktuğunda babam çığlık attı. Kafamda biraz sarsıntı oldu, sonra dişçi dişime hamur koydu, ağzımı çalkalamamı söyledi. Sonra da "Bitti!" dedi. Şekerimi verdi. Çok sevinmiştim. Dişçi sıranın babama geldiğini söyledi. Babam da ona saatin geç olduğunu, daha yapacak bir sürü alışverişimiz olduğunu söyledi.Dişçi gülmeye başladı, babamı ciddiyete davet etti. Bunu hiç anlamadım, babamı hiç bugünkü kadar ciddi görmemiştim çünkü. Babam duraksadı, yavaş yavaş berber koltuğuna gitti. "Ağzınızı açın," dedi doktor. Babam başka bir şey düşünüyordu herhalde, dişçi tekrarlamak zorunda kaldı çünkü:"Ağzınızı açın, yoksa ben açacağım!" Babam ağzını açtı. Dişçinin duvarlarında asılı diş fotoğraflarına bakıyordum. İşte tam o sırada büyük bir çığlık duydum. Arkamı döndüm, dişçi elini sallayıp duruyordu."Elimi bir kez daha ısırırsanız, elime gelen dişinizi çekerim, hangisi olursa!" Babam bu işin çok sinir bozucu olduğunu söyledi.
Dişçi tekerlekli aleti eline aldı; babama dikkatli olmasını, bunun insanın kafasını biraz salladığını söyledim. Babam haykırdı, dişçiyse ona sakin olmasını, bu yaptığının dışarıda bekleyen müşterileri kötü etkilediğini söyledi. Sonunda babamın işi de bitti, çok uzun sürmedi ve çok iyi geçti, babam dişçinin dizine bir tekme savurdu bir ara, ama olsun. Koltuktan sırıtarak kalktı. "Eee, Pıtırcık. İkimiz de koca adamlar gibiydik, öyle değil mi?" diye sordu."Evet baba," dedim.
Babamla ikimiz kasıla kasıla, ellerimizde birer şekerlemeyle dişçiden çıktık.
Pıtırcık
Bilinmeyen Öyküleri
Pıtırcık Eğleniyor
Yazan Rene Goscinny
Resimleyen Jean-Jacques Sempe
Çeviren Esra Özdoğan
Can Çocuk
Published on September 27, 2016 00:18
September 23, 2016
September 10, 2016
NASIL YAZIYORLAR?(3)
Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte üçüncüsü:
Hakan Günday Özer Sayın'ın "Söyleşilerinizde kitaplarınızı yazma halini 'Yaz kurtul tekniği' şeklinde yanıtlıyorsunuz," sorusunu cevaplıyor.
Açıkçası, sistemli bir yazar olamadım hiçbir zaman. Yazma rutinimi, daha çok doğaçlama yazma diye tanımlayabilirim. Bir sonraki notanın tahmin edilemediği, tahmin edilirse de güzel olmayacak bir çalışma biçimi. Diğer türlüsü, en azından benim açımdan sıkıcı olurdu. Masaya oturduğumda kucağımda tuhaf bir müzik aleti buluyorum. Ben dahil, kimse ne çalacağımı bilmiyor. Oturup bakıyorum, ne çıkacak? Bu yüzden kitaplarımın nerede başlayıp nerede biteceği belli olmuyor. Sonradan beğenmediğim ya da beğendiğim tarafların ortaya çıkmasının temel nedeni de bu doğaçlama halidir.
"İnsanlar edebiyat okurken anlama çabasını bir kenara bırakmalı
Söyleşi: Özer Sayın
Kitap-lık sayı 167 Mayıs-Haziran 2013
Hakan Günday Özer Sayın'ın "Söyleşilerinizde kitaplarınızı yazma halini 'Yaz kurtul tekniği' şeklinde yanıtlıyorsunuz," sorusunu cevaplıyor.
Açıkçası, sistemli bir yazar olamadım hiçbir zaman. Yazma rutinimi, daha çok doğaçlama yazma diye tanımlayabilirim. Bir sonraki notanın tahmin edilemediği, tahmin edilirse de güzel olmayacak bir çalışma biçimi. Diğer türlüsü, en azından benim açımdan sıkıcı olurdu. Masaya oturduğumda kucağımda tuhaf bir müzik aleti buluyorum. Ben dahil, kimse ne çalacağımı bilmiyor. Oturup bakıyorum, ne çıkacak? Bu yüzden kitaplarımın nerede başlayıp nerede biteceği belli olmuyor. Sonradan beğenmediğim ya da beğendiğim tarafların ortaya çıkmasının temel nedeni de bu doğaçlama halidir.
"İnsanlar edebiyat okurken anlama çabasını bir kenara bırakmalı
Söyleşi: Özer Sayın
Kitap-lık sayı 167 Mayıs-Haziran 2013
Published on September 10, 2016 12:47
September 9, 2016
Tsundoku, Belgelerim ve Anımsadıklarım
Bibliomania sınırında değilim, ancak kitap okuma hızımın, alma hızımdan çok çok daha az olduğu ve diğer pek çok alanda az tüketmemle övünürken kim bilir ne zaman okuyacağım kitapları satın alma alışkanlığıma söz geçiremediğim de aşikâr. Bu durumu karşılayan Japonca bir kelimeye rastladım. Tsundoku bir kitabı alıp henüz okumadan, daha önce alınmış kitapların arasına ekleme anlamına geliyor. Kütüphaneden ödünç kitap alırken bile böyle, bu. Azla yetinemiyorum.Okunmamış kitaplar yığını, bende suçluluk (çünkü elime aldığımı bitiremiyorum, çünkü erteliyorum) ve fazlalık hissi yaratıyor. Yine de kendime engel olamıyorum. Yaklaşan kış, uzun geceler, derdime deva olur belki.Okunmayı bekleyenler, yeniden okumak istediklerim... Liste uzun. Birbirlerinin önüne nerede, nasıl geçecekleri o anki ruh hâlime bağlı. Hafta başı, cânım İlknur'un çevirdiği ve hediye ettiği Belirsizlik ve Değişimle Birlikte Güzel bir Hayat öne geçti örneğin. Kitabın bir yerinde beyin bilimci Jill Bolte Taylor'ın felç deneyimini anlattığı In My Stroke of Insight'tan kısa bir alıntı vardı. Aylar önce izlemem önerilen ancak ismini, kaynağını unuttuğum videonun kahramanı, işte karşımdaydı. Bu kez ertelemedim ve izledim.
Eşzamanlılık diye bir şey var. Tecrübeyle sabit. Bu videoyu izlediğimde, her hafta bir bölüm okuyarak ilerlediğim Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabının "Manawee" masalının tamamlandığını hissettim. Ve ertesi sabah uyandığımda güçlü bir görüntü vardı zihnimde, bir kelime: isim. Sanırım Öykücülere Sordum'un yeni sorusu isim üzerine olacak. Kurtlarla Koşan Kadınlar da, Belirsizlik ve Değişimle Birlikte Güzel bir Hayat da şimdilik çekmecede. Zira, Onur Çalı'nın Edebiyathaber'de yayımlanan şu yazısıyla ilk öyküsünü okuyup kenara koyduğum Belgelerim'i alıyorum elime. Niyetim bayram tatilinde dingin kafayla okumak, hatta hakkında birkaç satır yazmaktı, oysa. Kendiliğinden araya girince bayram, tatil dinlemiyor. İşte, akşam üstü Deniz'in arkadaşlarıyla oynadığı parkta okumaya devam ediyorum. Camilo öyküsü sevdiklerimden. Annesiyle din meselesi ve politik durumu yüzünden kavga ediyordu. Referandumdan önce Camilo "hayır"ı destekleyen gösterilerin tümüne katılmıştı, bu da sert kavgalara neden olmuştu. "Hayır"ın kazanmasını istiyordu, çünkü Pinochet'den nefret ediyordu, üstelik babasının da böylelikle Şili'ye döneceğini umut ediyordu. Bu cümlenin ardından bir de film molası veriyorum. Pablo Larraín'in yönettiği No 2012 Cannes Film Festivali'nde Sanat-Sinema Ödülü aldı. Film, 1988'de gerçekleştirilen Şili referandumundan yola çıkıyor. Başrol oyuncusu Gael Garcia Bernal, parlak fikirli, genç bir reklamcı rolünde. Uluslararası baskı nedeniyle, Şili referandumun eşiğindedir. Birleşik muhalefet kanadı, dört hafta boyunca günde 15 dakika propaganda yapma olanağını, Pinochet iktidarı süresince yapılan işkenceleri, kayıpları gösterebilmek için bir fırsat olarak görmektedir. René Saavedra ise Pinochet'yi suçlamadan, şiddet içerikli görüntülere başvurmadan mutluluğa dikkat çekmek ister. İletmek istediği mesaj şudur: Şili, mutluluk çok yakında. Film, eski model kameralarla çekilmiş. Yönetmen Pablo Larraín gerekçesini açıklıyor: Filmi, arşiv görüntülerinde kullanılan formatın aynısını kullanarak çekmeye karar verdik. Sonuç olarak, seksenlerde çekilmiş görüntülerin aynısını elde etmeyi başardık. Böylece izleyiciler bu nadir görüntüleri, neyin arşiv görüntüsü, neyin filmde çekilmiş görüntüler olduğunu anlamadan izleyecekti. Bu şekilde, arşiv görüntülerini kullandığımızı belli etmeden, 1983 yapımı Ikegami tüp kameralarla yakaladığımız zaman, mekan ve materyalin sorunsuz geçişini sağladık. Bu filmi, çerçeve oranı neredeyse kare ya da 4:3 olarak ve işitsel-görsel teknolojide benzersiz bir çözünürlükle ve de analog kamerayla çekmek, HD'nin estetik hegemonyasına karşı da bir ifade şekliydi. (yönetmen ile söyleşi için buraya)
Gün boyu bu melodi dilimde ve zihnimde, beni bırakmıyor.
Film bitiyor. Okumaya geri dönüyorum. Alejandro Zambra kesinlikle benim yazarım. Zira her yeni kitabını okuduğumda, Türkiye'nin de geçmişini okuduğumu hissediyorum. Onun kendi belleğiyle hatırladıkları ve yazdıkları, benim de belleğimi uyandırıyor, geçmişe bakıyorum, benzer anılara, depremlere, darbelere, bugünkü bilincimle... Önüme çıkardığı minik ancak canlı anlar, ayrıntılar, yazma yolundaki tökezleme taşlarım. Bir im koyuyorum yanlarına ve uykuya dalıyorum.
Bu kitabında Zambra’nın, bir neslin Geri Dönüşüm Kutusuna atıp unuttuğu öyküleri “geri yükle” yöntemiyle oradan çıkarıp tekrar Belgelerim klasörüne alarak hafızaları canlandırdığı söylenebilir. - See more at: http://www.edebiyathaber.net/geri-don...
Bu kitabında Zambra’nın, bir neslin Geri Dönüşüm Kutusuna atıp unuttuğu öyküleri “geri yükle” yöntemiyle oradan çıkarıp tekrar Belgelerim klasörüne alarak hafızaları canlandırdığı söylenebilir. - See more at: http://www.edebiyathaber.net/geri-don...
Bu kitabında Zambra’nın, bir neslin Geri Dönüşüm Kutusuna atıp unuttuğu öyküleri “geri yükle” yöntemiyle oradan çıkarıp tekrar Belgelerim klasörüne alarak hafızaları canlandırdığı söylenebilir. - See more at: http://www.edebiyathaber.net/geri-don...
Eşzamanlılık diye bir şey var. Tecrübeyle sabit. Bu videoyu izlediğimde, her hafta bir bölüm okuyarak ilerlediğim Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabının "Manawee" masalının tamamlandığını hissettim. Ve ertesi sabah uyandığımda güçlü bir görüntü vardı zihnimde, bir kelime: isim. Sanırım Öykücülere Sordum'un yeni sorusu isim üzerine olacak. Kurtlarla Koşan Kadınlar da, Belirsizlik ve Değişimle Birlikte Güzel bir Hayat da şimdilik çekmecede. Zira, Onur Çalı'nın Edebiyathaber'de yayımlanan şu yazısıyla ilk öyküsünü okuyup kenara koyduğum Belgelerim'i alıyorum elime. Niyetim bayram tatilinde dingin kafayla okumak, hatta hakkında birkaç satır yazmaktı, oysa. Kendiliğinden araya girince bayram, tatil dinlemiyor. İşte, akşam üstü Deniz'in arkadaşlarıyla oynadığı parkta okumaya devam ediyorum. Camilo öyküsü sevdiklerimden. Annesiyle din meselesi ve politik durumu yüzünden kavga ediyordu. Referandumdan önce Camilo "hayır"ı destekleyen gösterilerin tümüne katılmıştı, bu da sert kavgalara neden olmuştu. "Hayır"ın kazanmasını istiyordu, çünkü Pinochet'den nefret ediyordu, üstelik babasının da böylelikle Şili'ye döneceğini umut ediyordu. Bu cümlenin ardından bir de film molası veriyorum. Pablo Larraín'in yönettiği No 2012 Cannes Film Festivali'nde Sanat-Sinema Ödülü aldı. Film, 1988'de gerçekleştirilen Şili referandumundan yola çıkıyor. Başrol oyuncusu Gael Garcia Bernal, parlak fikirli, genç bir reklamcı rolünde. Uluslararası baskı nedeniyle, Şili referandumun eşiğindedir. Birleşik muhalefet kanadı, dört hafta boyunca günde 15 dakika propaganda yapma olanağını, Pinochet iktidarı süresince yapılan işkenceleri, kayıpları gösterebilmek için bir fırsat olarak görmektedir. René Saavedra ise Pinochet'yi suçlamadan, şiddet içerikli görüntülere başvurmadan mutluluğa dikkat çekmek ister. İletmek istediği mesaj şudur: Şili, mutluluk çok yakında. Film, eski model kameralarla çekilmiş. Yönetmen Pablo Larraín gerekçesini açıklıyor: Filmi, arşiv görüntülerinde kullanılan formatın aynısını kullanarak çekmeye karar verdik. Sonuç olarak, seksenlerde çekilmiş görüntülerin aynısını elde etmeyi başardık. Böylece izleyiciler bu nadir görüntüleri, neyin arşiv görüntüsü, neyin filmde çekilmiş görüntüler olduğunu anlamadan izleyecekti. Bu şekilde, arşiv görüntülerini kullandığımızı belli etmeden, 1983 yapımı Ikegami tüp kameralarla yakaladığımız zaman, mekan ve materyalin sorunsuz geçişini sağladık. Bu filmi, çerçeve oranı neredeyse kare ya da 4:3 olarak ve işitsel-görsel teknolojide benzersiz bir çözünürlükle ve de analog kamerayla çekmek, HD'nin estetik hegemonyasına karşı da bir ifade şekliydi. (yönetmen ile söyleşi için buraya)
Gün boyu bu melodi dilimde ve zihnimde, beni bırakmıyor.
Film bitiyor. Okumaya geri dönüyorum. Alejandro Zambra kesinlikle benim yazarım. Zira her yeni kitabını okuduğumda, Türkiye'nin de geçmişini okuduğumu hissediyorum. Onun kendi belleğiyle hatırladıkları ve yazdıkları, benim de belleğimi uyandırıyor, geçmişe bakıyorum, benzer anılara, depremlere, darbelere, bugünkü bilincimle... Önüme çıkardığı minik ancak canlı anlar, ayrıntılar, yazma yolundaki tökezleme taşlarım. Bir im koyuyorum yanlarına ve uykuya dalıyorum.
Bu kitabında Zambra’nın, bir neslin Geri Dönüşüm Kutusuna atıp unuttuğu öyküleri “geri yükle” yöntemiyle oradan çıkarıp tekrar Belgelerim klasörüne alarak hafızaları canlandırdığı söylenebilir. - See more at: http://www.edebiyathaber.net/geri-don...
Bu kitabında Zambra’nın, bir neslin Geri Dönüşüm Kutusuna atıp unuttuğu öyküleri “geri yükle” yöntemiyle oradan çıkarıp tekrar Belgelerim klasörüne alarak hafızaları canlandırdığı söylenebilir. - See more at: http://www.edebiyathaber.net/geri-don...
Bu kitabında Zambra’nın, bir neslin Geri Dönüşüm Kutusuna atıp unuttuğu öyküleri “geri yükle” yöntemiyle oradan çıkarıp tekrar Belgelerim klasörüne alarak hafızaları canlandırdığı söylenebilir. - See more at: http://www.edebiyathaber.net/geri-don...
Published on September 09, 2016 05:41
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.

