Tuğba Gürbüz's Blog, page 93

August 1, 2016

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (26)



 BEN AĞLIYORUM, ÖYKÜLERİM AĞLAMIYOR
  Suriyeli şair Adonis, ‘Anlam Ormanlarında Gezi İçin Rehber’ adlı şiirinde ‘nedir ayna?’ diye soruyor. Yanıtıysa şöyle:‘ikinci bir yüz ve üçüncü göz.’
Yazmakla ilk ilişkimi tam da bu yukarıdaki mecaz üzerinden tanımlıyorum. Benim yazı uğraşım, dışa dönük sayılmaz, daha ziyade içe dönük bir çoğalma; yazarak, okuyarak edindiğim ilave gözler ve yüzlerle falan, fazla temas kuramadığım dışarıyı ve dışarının bana bakışını, görüş açımı genişleterek kavrama. Kısacası, sosyallikle ilgili sorunlar yaşayan bir çocuğun yazarak var olma mücadelesidir, yazarlık serüvenim; bir anlama ve uyum mücadelesi!
Bir tek çocuk olduğumdan, annem ve babam da çalıştığı için, yalnız başıma uzun saatler geçirmek zorunda kalıyordum. Korumacı haminnem (bana on yaşıma kadar bakan ve komşumuzun annesi olan eşsiz kadın), yegâne arkadaşımdı. Mahallede başka çocuklar vardı var olmasına da, haminnem kendini çok sorumlu hissettiğinden eve pek gelemezlerdi. Dışarıya da seyrek çıkardım. Kendi oyunlarımı kurmak, kendi arkadaşlarımı yaratmak zorunda olduğumu anlıyorsunuz sanırım. Böylelikle, özlem duyduğum her şeyi zihnimde canlandırmaya alıştım.
Yine de çok şanslı olduğumu düşünürüm. Haminnemin şefkatindeki sahiciliği ve yoğunluğu tam anlamıyla yetişkin olduktan sonra kavrayabildim. Bu beni öfkeli ve sevgisiz bir yetişkin olmaktan korudu. Ayrıca beraber olduğumuz her fırsatta bana kitap okuyan, masal anlatan, zamanını benimle geçirmeyi seven bir annem vardı. Daha iki, üç yaşlarındayken, ofis ve ev işlerinin ağır yüküne rağmen, hafta sonlarını beni tiyatrolara, sinemalara, balelere götürmek için harcadı. Tanıdığım, sevdiğim herkesle paylaşıyorum bunu; zihnimde o yaşlarımdan kalan öyle güzel imgeler ve duygular var ki, ne zaman bunalsam yazarım ve yazmak beni mutlaka çölde vaha hissi veren çocukluğuma çıkarır. Yetişkinliğin zor zamanları için inşa edilmiş bir korugan gibidir, çocukluğum. Belki yine bu yüzden, tenhalığı değil, yalnızlığı seven bir yetişkin oldum. Sevdiklerim erimimde olsunlar istememle birlikte, onlarsız geçen zamanlarımda da, en az onlarla olduğum zamanlardaki kadar keyiflenebilirim.
Ben yeteneğin insana tek başına gelmeyeceğine inananlardanım. Sanatın hemen her alanını denemişliğim vardır. Harikalar yaratamadım. Ancak, vasat da olsa, kendimi denediğim tüm dallarda ifade edebildim. Müzik hariç. Müzikte sadece dinleyiciyim. Yazarken dinlemeyi de çok severim.
İşin sanat kısmında esin kaynağım babamdı. Babamda sanatçı bir ruh vardı. Ev, dolap vs. gereksindiğimiz her şeyin planını o çizerdi. El yazısı inci gibiydi. Boş günlerinde saatlerce okurdu. Zaten okulda arkadaşları kompozisyonlarını ona yazdırırlarmış. Benim yazmak ve okumak için ayırdığım zamanlar, en çok onu mutlu ediyordu belki.
Orta ikiye geçtiğim sene, yaz tatilimin hemen başında, babam eve koskocaman bir koliyle geldi. Memurdu maaşına göre kim bilir ne çok para vermişti. Aklına gelen, evde olmayan tüm klasikleri almıştı bana. Şolohov, Gorki, Çehov, Tolstoy, Soljenitsin, Turgenyev, Dostoyevski… Ah, şimdi bile ağzım sulanıyor. Şahane bir yazdı. Bu koliden okuduğum ilk kitaplar, Şolohov’un dört ciltlik Don serisiydi. Rus Edebiyatını daha sonra diğer ülke edebiyatlarından yazarlar izleyecekti.
Bence babamın, benim okumalarım için, kendi kitaplığındaki kitaplar da dâhil, yaşıma uyar mı, uymaz mı kaygısı hiç olmadı. Ne anladıysam anladım, ama İki Şehrin Hikayesi’ni, Toprak Ana’yı, yahut yanlış hatırlamıyorsam Macar besteci Franz Liszt’in hayatından bir kesit anlatan Arzunun Ötesi’ni okurken kimseye hesap vermedim. Fikrimi sorarsanız, her birinin de mayama erkenden karılmaları gayet iyi oldu.
Annemin iş arkadaşlarının çoğu, bilim insanlarıydı. Yaz aylarında onlarla reaktörde (ÇNAEM) çok zaman geçirirdim. Annem, çoğunun ablasıydı. Bu yüzden doğum günlerimi renklendirmek için bana ne alacaklarını gayet iyi bilirlerdi. İlla ki kitap: Fadiş, Dört Kardeştiler, Ülkü öğretmen, Gümüş Patenler, Tom Amca’nın Kulubesi, Küçük Kadınlar, İki Sene Okul Tatili… Kemalettin Tuğcuları, Aziz Nesinleri, Rıfat Ilgazları ve daha pek çoklarını mahallemize gelen gezici kütüphaneden ya da evdeki kütüphaneden temin ederdim. Bunları yazıyorum, çünkü ben yazar olduysam eğer (oldum mu acaba?), biraz da bütün bu kitaplarla içine gömüldüğüm dünyaları çok özlediğim ve okuma anlarımdakine benzer güçlü duygu durumlarını yeniden yaşamak istediğim içindir.
Her biri yazıldıkları dönemlerin özelliklerine, coğrafyalarına bağlı olan yığınla izlek, üslup, bilgelik barındırır. Kanıma da işlemiştir, usul usul. Ondan yazmışımdır.
Adonis, “nedir gerçeklik?” diye sorar sözünü daha önce de ettiğim şiirinde ve “çökeltiler, dilin ırmağı içre,”diye yanıtlar. Elbise, ayakkabı, kendine ait bir oda, takı-toka bakımından bolluk taşımayan hayatımda, bunlara dair bir ihtiyaç duyduğumu da hatırlamıyorum. Tek istediğim; soba başında bir minder, iyi kötü bir aydınlık ve kitapların terkisinde karıştığım hayali dünyalarımdı sanırım. İhtiyaçlarım açısından şanslı bir çocukluk ve gençlik yaşadığımı hiç yatsımayacağım. İşte o zengin okuma ortamından bana kalan çökeltiler, benim için gerçekliği ve benim ‘kendiliğimi’ yarattılar. Ne olduysam yazarlarım sayesindedir. Simone de Beauvoir’dan Füruzan’a, Yaşar Kemal’den James Joyce ya da Kafka’ya, kim var kim yoksa bütün o yazarlar benim ailem sayılırlar.
İlkokula birinci sınıfta kayıtsızdım ve ikinci sınıfa sınavla alındım. Kasım ayı geldiğinde okumaya başlamıştım, yazmaya da. Avuç içim kadar küçük kareli bir bloknotu baştan sona masalla doldurduğumu hatırlıyorum. Annemin masallarından intihaldi, şüphesiz. Sonrasında tutkulu ve kararlı bir günlük yazarı oldum. Herhangi bir anda, çok istediğim her ne varsa, yalnız zihnimde değil, yazarak da canlandırmayı alışkanlık edindim.
Öğretmenlerim, okumamı, yazmamı ve konuşmamı teşvik ederlerdi. Ortaokulda Türkçe öğretmenim Fatma Hanım’ın ve İngilizce öğretmenim Mehmet Ali Bey’in torpili sayesinde gezici kütüphane için okuldan ayrılma izni edinmiştim. Otobüsün mahalleye girişi ders saatlerine denk düşerdi. Uygun ilk arada uçarak otobüse giderdim. Genç şoförle birlikte büyüdük. Çalışmaya başlayana kadar devam ettim oradan kitap almaya.
Liseyi Kandilli Kız Lisesi’nde okudum. Kendimi edebiyat hocamızın göz bebeği gibi hissederdim. Necla Hanım’ın kompozisyon sınavından kim dokuz, on aldı diye bakmaya gelirdi, arkadaşlar. Biraz hırçın bir kadındı galiba. Acaba öyle miydi? Gülümsüyorum şu an. Çünkü bellek, tereddüde düşürüyor insanı. Belki hırçınlığı bir efsaneden ibarettir, bize öyle gelmiştir.
Etütlerde ders çalıştığımı hiç anımsamam. Yazardım, durmadan. Bir şeyler yazıp vermiş olduğum, onları hala saklayan vefalı dostlarım var, hemen her yaşımdan. Demek yanlış yapmamışım; yazmak, çekingenliğimden, yabancılığımdan dünyaya, arkadaşlığa attığım köprü olabilmiş.
Üniversitede duvar gazetesi çıkarırdık. Bu gazete, 80 Eylül’üyle birlikte engellenen faaliyetler arasında neden yer almamıştı acaba? Babam ilk daktilomu aldığında havalara zıplamıştım. Daktiloyla yazdıklarımızı keser, panoya şeritler halinde iğnelerdik. Aynı daktiloyu Yazarlar Kooperatifi Yazko'nun haftalık yayını Somut'un gençlik yazılarını yazmak için de kullandım, ta ki bu haftalık gazete kapanana kadar. Galiba Somut’ta yazmama Basın Yayın Yüksek Okulunda öğrenci olan bir kaç arkadaşım aracılık etmişti.
Üniversitenin üçüncü sınıfından kalan çok sevdiğim bir anımı anlatayım size. Maçka’daki eski Maden Fakültesi binasında okuyorduk biz. Dönemin bizim için en önemli adresi olan (kitapları, imzaları, ödülleriyle) Akademi Kitabevi, Nişantaşı’nda, okulumuza yürüyüş mesafesindeydi. Uzun kuyruklarda bekleyip kredilerimizi alırdık. Alır almaz yaptığımız ilk şey oraya gitmek olurdu. Son sefer, Tomris Uyar’ın Diz Boyu Papatyalar’ını almıştım. O sıralarda siyasi çatışmalar yeniden alevlenmişti. Ne olduğunu hatırlamadığım kötü bir şeyler yaşandı. Pek çok kayıpla çıktığımız 77-82 arasındaki dönemin olanca ağırlığı ve isyanı hâlâ yüreklerimizdeydi. O gece annemler komşularımıza gitmişti. Ben de tüm duygularımı kâğıda dökmek için bunu fırsat bildim. Tekrar okuyunca yazdıklarıma öyle hayran oldum ki, oldukça geç bir saatte, kalın sarı şehir rehberinden Tomris Uyar’ın telefonunu buldum. Heyhat! Kadıncağız beni terslemek şöyle dursun o acemi metnimi telefonda okumama bile ses etmemişti. Sonra beni evine davet etti. Arkadaşlarım Canan ve Meltem’le (Meltem Basın Yayın’da, Canan ile ben sınıf arkadaşıyız) Ulus’taki Profesörler Sitesi’ne gittik. Sonbahar veya kışa girer ayak… Soğuk, kasvetli bir öğleden sonra. Oğul Turgut ev ödevi yapıyor. Dubleksin merdiven basamaklarında limonlar, şişeler falan… Tomris ve Turgut Uyar hafiften demlenmeye koyulmuşlar. (Eli boş mu gitmiştik? Onlar bize bir şeyler ikram etmişler miydi? Aman Allah’ım, hiçbir detay hatırlamıyorum, ikisinden başka.) Nedense giderken bir gece önce telefonda okuduğum düzyazıyı götürmemişim beraberimde, şiir götürmüşüm. Doğal olarak da sevgili Turgut Uyar’ın payına düşmüşüm. Çok zarif davranmışlardı bize, bunu gayet iyi anımsıyorum. “Güçlü imgelere meyillisin, Edip Cansever oku, bol bol oku,” demişti, ‘24 Saat’ sevgilim! Okudum, çok okudum. Yalnızca Cansever’i de değil. O gün bugündür, ne zaman bunalsam, keyiflensem, aklıma gelse, pek çok şairden şiir okurum.
Okul yıllarını gerçekten çok yoğun bir çalışma hayatı izledi, benim için. Yazmak, günlük tutmakla sınırlı kaldı. Ta ki iki binli yılların başlarına kadar.
Birden gelmişti dalga üstüme. Yazıyor yazıyor, sayfalarda sıkıştığımı hissediyordum. Karşıma Yeşim Cimcoz çıkana kadar, tamamen uzak olduğum edebiyat dünyasının kapısı nerededir, bir kapısı var mıdır bilemedim. Yeşim üniversitede bu konuda okumuştu. Amerika’dan yeni döndüğü o günlerde önce ofis tutmuş, hemen sonra bir atölye duyurmuştu. O zamanlar bir tane bile yazı atölyesi yoktu (Pınar Kür’ün, Mario Levi’nin atölyeleri onunkinden çok çok sonradır) Türkiye’de ve sanırım usta-çırak ilişkisi dışında yazınsal bir dayanışma mevcut değildi. Yeşim’in Dalgaları Aşmak Yazı Atölyesi, yine bir arkadaşım sayesinde çalındı kulağıma. Daha ilk gün büyük bir haz aldım. Şimdi iyi dostlarım olan güzel insanlar buldum orada. Yeşim ile birlikte altı kişiydik. İçlerinden biriyle, Fulya’yla, daha o akşam, atölyeden çıkıp içmeye gittik ve edebiyat, aşk, hayat üzerine saatlerce sohbet ettik. Dalgalar grubu bana bir sürü şey öğretti. Yeşim’in inanılmaz güzellikteki yaratıcı çalışmaları, ısrarla dayattığı eleştiri etiği, diğer arkadaşlarımın içten gelen desteği ve kendi başarılı verimleri, tutkulu yazın sürecimin motivasyonunu oluşturdu. Öykülerimden birindeki karakterin yolun karşısına bir türlü geçemediğini keşfettiğim anı gayet iyi hatırlıyorum. Salt bu bilgi için bile Yeşim’e ne kadar teşekkür etsem az. “Ben yazdım, oldu,” dememeyi öğretti Yeşim, bana. Okura saygıyı, okurun bana katılması halinde alacağım kanatlı hazza hazırlanmayı öğretti. Daha ne öğretsin. 



İlk kitabım 2007’de çıktı, Kanguru yayınlarından. Öncesinde, kendimi okur karşısında sınayacağım başka fırsatlar da buldum. Bunlardan en değerlisi, Özgür Pencere yazın platformuydu. Forumdaki tanışıklığımızı hayat boyu dostluğa evirdiğimiz İlkay Noylan ve Berat Alanyalı’yla ilk kitap sevincimizi de paylaştık. Her ikisi de ödüller aldı arkadaşlarımın. Birbirimize verdiğimiz okuyucu desteği sayesinde kendi payıma pek çok geliştim. Özgür Pencere’nin Yaşar Kemal Özel Sayısını (dergi) elden götürmek, İstanbul’da olduğumuz için Berat’la bana düştü. Ustayla uzun sohbetimiz boyunca, şeker kavanozunda iki çocuktuk, neşeyle dolduk, neşeyle taştık.
Bugün olduğu gibi o günlerde de Internet üzerinden ulaşılan çeşitli edebiyat platformları vardı. Örneğin Altzine ve Kahve Dünyası. Yazılarımı bu sitelerde paylaştım. Oralarda dikkatimi çekip yakından takip ettiğim birçok arkadaşım şimdi Türkiye’nin sayılı yazarları arasında yer aldılar. Örneğin, Sait Faik ödüllü olan dostum Feryal Tilmaç.
Kanguru Yayınevi’nin kurucusu şair Aydın Şimşek’ti. Onun iki önemli kitabı, edebiyat yolculuğumda bana ufuk açtı. İşte o kitaplar; ‘Sanat ve İktidar / Siyasal Tarih Sürecinde’ ve ‘Estetik ve Mücadele Estetiği’. Şimşek, ‘Estetik ve Mücadele Estetiği’nin tanıtımına şunları yazmıştı: “Sanatın ve sanatçının tanıklıkla yetindiği günler çoktan geride kalmış gözüküyor... Sanat estetiğinin "tanıklığa" indirgendiği süreçler ile, modernizmi kuran "Aydınlanma Aklı", Küresel kapitalizm tarafından işgal edilmiştir. Artık içeriğine "güzel" algısından daha fazlasını katmak zorundadır sanat. Bu kavramlar hem politikadan, hem de etik'den alınacak kavramlardır. Sanatçının özgünlüğünü işaretleyen estetik oluşumlar; "başkaldırı" "vicdan" "dil" ve "itiraz" bilindik kimliklerini ne yazık ki giderek yitiriyor. Şimdi bu kimliklerin yeniden kazanılması için estetik algıyı, estetik değerleri "Mücadele Estetiği"yle yeniden kavramak ve dönüştürmek gerekiyor. Sanatın mücadelesi sürüyor...” Çok severek okudum. Sevgili Şimşek’in asla unutamayacağım güzel tavsiyesinden de söz etmeliyim. “Öykü mü yazıyorsun Reyhan,” demişti, “öyleyse öykü üzerine oku. İyi öykü oku. İyi öyküleri yakın oku ve yaz. Öykü üzerine de yaz!” Bakışımı değiştiren bu tavsiye için kendisine ne kadar teşekkür etsem az.
İki şeyin, sevgili Sezer Ateş Ayvaz’ın sıcak bir jestinin ve ayrıca Aydın Şimşek’in yukarıdaki tavsiyesinin olmaması halinde, Berat’la birlikte yaptığımız, yazma serüvenlerimize yeni boyutlar katacak Öykülü Perşembeler’e giden yolumuz açılmazdı belki. Açılmazdı ve belki biz, biz olacaksak da daha gecikmeli başarırdık bunu. 


Yıl 2006’ydı. Ankara Öykü Günleri harika geçerdi, o zamanlar. İşlerimi ve otelimi ayarladım. Sonradan can arkadaşım olacak Ufuk Duruman ile birbirimizi forumdan tanırdık. Orada buluştuk. Ufuk’un içten mihmandarlığında hiçbir şey kaçırmadan tüm etkinlikleri izledim. Yazarları şahsen tanıdım, kitap önerileri biriktirdim. Bu etkinliklerden birinde sahneye güzel gözlü, ufak tefek, kıvırcık saçlı, sesi yumuşacık bir kadın çıktı. Gözümü bile kırpmadan dinledim onu. Etkinlik bitince bir baktım ki yanıma gelmiş. “Öyle güzel dinlediniz ki, bu bana  keyif verdi,” dedi. Sezer Ateş Ayvaz’dı! Bu hakikatliliğiyle, sevdiğim yazarları, elimi uzatsam erişebileceğim denli yakınıma getirmişti. İleride Öykülü Perşembeler’imiz için ilham perim olacaktı. Sezer’in farkında bile olmadığı o ulaşılabilirlik vadi, hem bizleri, hem yazar arkadaşlarımızı, hem de etkinlik katılımcısı okurlarımızı pek çok bir sürü etkinlikle besledi. 


Berat ve ben çok çalıştık. Perşembelerimiz boyunca yirmi dört öykücümüzü irdeledik. Sahneye çıkmadan önce her yazarın tüm kitaplarını okur, tartışırdık. Buluşmaların amacı söyleşi değildi. Amaç, yazarlara, okurlarının algı ve duygularını geri beslemekti. Onları davet ettik, hayatlarını ve edebiyatlarını aktaran sunumlar gerçekleştirdik. Öykülerine yaptığımız yakın okumalarımızı paylaştık. Değerli yazar arkadaşımız Nalan Barbarosoğlu büyük destek verdi bize. Sayesinde yazarlarımızla güvenilir bir iletişim başlatabiliyorduk. Ayrıca, yaptığımız bu çalışmaların tamamının, dönemin iyi edebiyat dergilerinde yayınlanması mümkün oldu. Etkinliklere sadece günün odağı olan yazarımız gelmiyor arkadaşlarını da getiriyordu. İstiklal Caddesi, Sadri Alışık Sokaktaki Edebiyat Koop’da Perşembe müdavimleri arttı, gelenlerin bir kısmı ayakta kalmaya bile başladı. 


Öykülü Perşembeler’de konuk ettiğimiz yazarlardan bir kısmı şöyleydi: Leyla Erbil, Selim İleri, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Nalan Barbarosoğlu, Sezer Ateş Ayvaz, Jale Sancak, Nursel Duruel, Ayşe Kilimci… Bununla kalmadı, Selçuk Baran sunumumuz, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde Eşikcini tarafından düzenlenen ‘Solgun Bir Yazar: Selçuk Baran’ etkinliğine esin kaynağı oldu. Ben de orada Selçuk Baran Öykücülüğü’nde Simgesel Kullanımlar adlı bir konuşma yaptım. Bu amaçla yazarın kişisel kütüphanelerden falan güçlükle derleyebildiğim kitaplarının tamamını taramıştım. Dönemin değerli eleştirmenlerinden Ömer Lekesiz ve çok sevgili dost, yazar Selim İleri de salonda bulunuyordu. Kısa bir süre sonra da, nerdeyse unutulmaya yüz tutmuş olan Selçuk Baran’ın değerli yapıtları, aileden yayın hakkını alan YKY’ce, yeniden gün ışığına kavuşturuldu. Bunları yazıyorum, çünkü sürecin her bir saniyesi beni besledi, geliştirdi. Minnettarlığım sonsuz.
İlerleyen yıllarda yalnız yazmakla kalmadım, Türk ve Dünya edebiyatını daha iyi tanımaya da çalıştım. Pek çok etkinlikte konuşmacı oldum, dergilere öykü ve değerlendirmeler yazdım.
Şimdi durum ne? Şöyle:
Artık Çanakkaleliyim. Burası bana uğurlu geldi, nihayet ikinci öykü kitabım Şubat ayında yayımlanabildi. Tuğba Alaybeyoğlu Gürbüz’le 14 Şubat Öykü Günleri’ni düzenledik. Aynı zamanda Çanakkale Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin kurucu üyesiyim. Geçici ev sahibimiz Ece Ayhan Kültür Merkezi’nde birkaç etkinlik gerçekleştirdik. Halen üzerinde çalıştığım dosyalarım var. Kısacası, yazmaya devam!
Yazar oldum mu bilmiyorum, ama yazarlarla ve edebiyatla iç içe geçen bu yıllardan sonsuz mutlu oldum, onu biliyorum. Daha da mutlu olabilirdim; coğrafyamız adil bir düzen pratiği ile günyüzü görebilseydi, doğamız tehdit edilmeseydi, geleceğimiz bu denli belirsiz kılınmasaydı… Adonis ile açtım, öyle bitireyim. Ne demiş şair: “nedir yüz? gözyaşının göçü için en yakın liman.” Zaman zaman ağlıyorum, ama ben ağlıyorum, öykülerim ağlamıyor. Çünkü onların analizin, haklı öfkenin, bazılarını şaşırtacağını bildiğim özgüven ve kararlılığın, değiştirme gücünün sesi olmalarına çalışıyorum.
Yolumuzun kesişmesini dilerim. Yazarak, okuyarak, dönüşme gücü bularak esen kalın.
Reyhan Yıldırım
Kitaplar (Öykü)
‘Bazıları Çok Üşür’, Kanguru Yayınları, 2007‘Boynumda Bir Dize İnci’, Nota Bene Yayınları, 2013
Kolektifler
·         ‘Şimdi Seni Düşünüyorduk (Selim İleri Armağan Kitabı)’, Kolektif, Doğan Kitap, 2008·         ‘Bozcaada Öyküleri’, Kolektif, Yitik Ülke Yayınları, 2009·         ‘Son Otobüs’, Kolektif, Pupa Yayınları, 2010·         ‘Kadın Öykülerinde Doğu’, Kolektif, Sel Yayınları, 2011·         ‘Ayla Kutlu Kitabı’, Kolektif, Yeni Yüz Yıl Üniversitesi, 2012·         ‘Kadınların Ruh acıları’, Kolektif, Nezih-Er Yayınları, 2014·         ‘Öyküden Çıktım Yola’, Kolektif, Aylak Adam, 2014
Kuramsal Yazılar, Kitap Tanıtımları ve Yakın Okumalar
·         Sabitfikir, Radikal Kitap, Varlık, Portreler, Notos, Öykü Teknesi, Kül Öykü, Eşik Cini, Yeni Yazı, Paylaşım, Markalar, Akköy Edebiyat, Bugünden Edebiyat, Sarnıç, Çerçi Sanat, Beş Parmak, Artcivic, Artfulliving, Lacivert, Galapera Fanzin vb.
Etkinlikler
·         Öykülü Perşembeler: Berat Alanyalı’yla birlikte. Edebiyatçılar Kooperatifi, İstiklal Caddesi / İstanbul. (24 öykücünün yaşamlarına, edebiyatlarına, öykülerine yapılan yakın okumalara yer verildi.)·         ÖyküMola:  Türk ve Dünya Edebiyatı Öykü Okuma / Paylaşım etkinliği. Galapera Kültür ve Sanat Derneği, Tünel / İstanbul.·         Edebiyatta Şenlik Var! Yeşim Cimcoz Yazı Evi, Kadıköy / İstanbul.·         Arıza Kadınlar I – II, Arıza Adamlar I-II, Çifte Kavrulmuş Arızalar I-II (Mitoloji-Psikoloji-Kurmaca Atölyesi).Yeşim Cimcoz Yazıevi, Kadıköy / İstanbul·         2016 Çanakkale 14 Şubat Öykü Günleri Etkinliği
Konuşmacı / Panelist Olarak
·         PEN Kadın Yazarlar Komitesi – Edebiyattan Hayata Nezihe Meriç / Konuşma Başlığı: La Sesini Arayan Kadın: Nezihe Meriç (Eşik Cini’nde yayımlandı.)·         Eşikcini – Solgun Bir Yazar: Selçuk Baran / Konuşma Başlığı: Selçuk Baran Öykücülüğü’nde Simgesel Kullanımlar (Eşik Cini’nde yayımlandı.)·         PEN Kadın Yazarlar Komitesi – Leyla Erbil, Edebiyatımızda Hallaç Etkisi / Konuşma Başlığı: Edebiyata ve Dünya Görüşüyle Müdahil Olan Bir Yazar: Leylâ Erbil (Eşik Cini’nde yayımlandı.)·         26.İstanbul Kitap Fuarı – Atölye Çalışması: “Bir Öykü Kişisinin İki Yazardaki Yolculuğu”·         27. İstanbul Kitap Fuarı – “Öyküde Genç Adımlar” Paneli ve Öykü Okuma·         2008 İzmir Kitap Fuarı – Söyleşi ve Okuma: “Öykü Bir Şenliktir” ·         11.Uluslararası Ankara Öykü Günleri – “Sait Faik Abasıyanık’ın Müthiş Bir Tren Öyküsüne Yakın  Okuma ve Çözümleme”·         5. Eskişehir Ulusal Öykü Günleri – Öykü Okuma·         V. Hişt Hişt! Genç Sait Faik Öykü Yazma Yarışması Ödül Töreni – Konuşma Başlığı: Sait Faik, İnsanlık Onurunu Yücelten Yazar·         Yeni Yüz Yıl Üniversitesi, I. Çağdaş Kadın Yazarlar Sempozyumu, Bildiri: Ayla Kutlu Edebiyatı’nda Şiir Avcısı Mekânlar (Dünden Bugünden Edebiyat' ta Yayımlandı.)·         Çanakkale Nazım Hikmet Kültür Merkezi ‘Aydın Olunmalı’ etkinliği – Konuşma Başlığı: Aziz Nesin Olunmalı·         İstanbul Nazım Hikmet Kültür Merkezi – Konuşma Başlığı: Gülten Akın: Beni İtip Balıma Dadanan Bu Çağı Sevmedim
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 01, 2016 04:48

July 31, 2016

Bu masa çok efkarlı


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 31, 2016 01:10

July 29, 2016

Yetmiyor, ne yapsam yetmiyor

Benden içeri bir ben daha var. Ben günlük işleri yapmaya çabalarken, o daima bir pencerenin önünde oturmuş, eli çenesinin altında, yüzünde donuk bir ifade öylece dışarıyı izliyor. Galiba son günlerde hepimiz biraz öyleyiz. Duygularımız, hayallerimiz, umutlarımız, kendimize olan inancımız dondu. Mekanik bir şekilde hareket ediyor, günlük işleri yerine getiriyoruz, hepsi bu. Kafam gürültü kaldırmıyor. Oturduğum yerde büzülmek, kulaklarımı tıkamak ve bağırmak istiyorum, yüreğimdeki katılık çözülünceye kadar ağlamak... Müzik dinliyorum, kedili, çocuklu videolar izliyorum bazı. Etkisi püff, o anda geçiyor. Yetmiyor, ne yapsam yetmiyor.                                                ***
Dünden beri kaç kez dinledim, bilmiyorum. Siz de dinleyin. 
 *** 
Bu aralar bana keyif veren tek şey, bisiklete binmek. Sadece ritmik bir şekilde pedal çevirirken, görebiliyorum kuşları, gemileri, bulutları, keyifle gerinen kedileri, hatta gece gezintisine çıkmış bir kirpiyi. Denizle bu gezintilere özel şarkımız bile var. Heykelli köprüyü tırmanırken zorlandığımda söylüyoruz en çok. "Bas bas bas annoş, bas pedallara, çevir, çevir, çevir, taşı Deniz'i" Melodi ise Çek Çek Kürekleri.                                                    ***Can Yayınları ve D&R'ın geleneksel 5 TL kampanyası bitti bitecek. Sepete eklediklerim: Bir Hal Var Sende Berna Durmaz, İçimde Oğuz Atay İle Orhan Gencebay İkizi Yaşıyor Murat Yalçın.                                                   *** Deniz okurlukta bir seviye atladı ve kitap ayracı gerektiren kitaplara geçti. Bir süredir buradaki D&R'da okul öncesi güzel kitap bulamıyordum. Biz de 6-10 yaş arası az resimli öykü kitaplarına çevirdik yüzümüzü. Eski dostumuz Sakar Cadı'nın bir macerasını aldık. Sakar Cadı Vini Deniz Kızı. İçinde dört öykü var. Uykudan önce her gece bir öykü. Bildiğimiz sakar cadı, komik replikler ve kedi Vilbur...                                                 ***Facebook'taki nametestsleri yapmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Bu seferki 23 profil resminden yapılan bir mozaik.                                               ***Yaz bitene kadar yapmak istediklerim: daha çok film izlemek, çimenlerin üzerinde yatmak, yıldızları izlemek, sevdiklerime sarılmak, yüzmek, yüzmek, yüzmek....
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 29, 2016 02:33

July 21, 2016

ÖYKÜCÜLERE SORDUM: 7

Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?

Öykü yazan herkes gibi ben de öykü kahramanlarımın hayatı hakkında anlattığımdan daha fazla bilgi sahibiyim aslında. Onlar tanıdığım pek çok kişiden daha gerçektir benim için. Bugüne kadar 'beni yeniden yaz' diyen öykü kahramanım olmadı. (Sanırım benimkiler biraz çekingen!) Kimi zaman kalabalığın arasında, bir vitrinde göz göze geldiğimiz olur. Tanımazdan gelir, başımı çeviririm usulca. Eski defterleri açmak, yalnızca benim bildiğim yaşantılarının sırlarını okurlarla paylaşmak istemem.
Aysun Kara 



Olmaz mı, oldu ama hiçbiri Akılsız Sokrates kadar inatçı değildi. Hikâyelerden beslenen bir roman olan Emanetimdeki Hayatlar’ı yazarken, kahramanlarından biri de Akılsız Sokrates’ti. Ben bir şekilde öyküsünü yazdım, bitirdim. Romanın içine yerleştirdim ama aralarında doku uyuşmazlığı oluştuğunu da hissediyordum. Sokrates romanı reddetmişti. Kahramanı da hikâyesini de çok seviyordum, kendime yalan falan da söylüyordum, cuk oturdu, diye. Romanın karalamaları bittiği zaman okumaları için arkadaşlarıma gönderdim. Onlarla konuşmalarımız neticesinde bu öyküyü kitaptan çıkarttım. Bunun üzerine kahramanımın novellasını yazmaya niyetlendim. Epeyce yazdım da ama orada da beni tıkadı, elimi kolumu bağladı. Anladım ki, inatlaşmamın bir anlamı yok, ben de ona boyun eğdim. Anlattıklarından tatmin olduktan sonra sustu, daha fazlasını kulağıma fısıldamadı. Oysa ben uzun uzadıya onu anlatmayı planlamıştım. Bu sefer novelladan da mecburen vazgeçtim ve uzun tek bir öykü olarak anlattım. Fakat Sokrates buna da izin vermedi. Orada da gitmeyen bir şeyler olduğunu fark edince iki ayrı öykü haline getirdim. Diğer parçasından kopan kahramanım rahatladı ve öykü kitabıma icazet verdi. Akılsız Sokrates, 2016 sonbaharında çıkması planlanan yeni öykü kitabıma adını vermeyi kabul etti. Hayatının sonraki kesitini anlatan öykünün ise kitaba girip girmemesi konusunda hâlâ kafa karışıklığı yaşıyor, umarım bunun iznini de kendisinden koparmayı başarabilirim.     Mehmet Fırat Pürselim 

Hikayesini uzun uzun anlatmak isteyen karakterlerden (kahramanlardan) uzak durmak gerekir. Çünkü onun niyeti başkadır. Diğer edebi türlere (belki romana) doğru yelken açmayı düşlemiştir. Düşlemek kötü değildir elbette. Eğer derdimiz öyküyse uzun uzun anlatma derdi olan karakterlere gönlümüzü kaptırmamamız gerektiğini düşünüyorum. Rolünü tamamlayan her karakterle vedalaşıp dostça ayrılmakta yarar var. Öyküdeki eski bir karakterimle buluşacaksam veya beni buluşmaya zorluyorsa diyelim, yeni öykümde ancak bir tip olarak kalabilir. Yazılacak o kadar çok karakter var ki biraz da diğer karakterlerin anlattıklarını dinleyelim diye düşünüyorum. Murat Darılmaz 

Yıllar önce 'Çığlığın Işıkla Buluşması' isimli sergiyi gezmiştim. Bir 'Psikopatolojik Sanat Labaratuvarı'nda üretilmiş resimlerden oluşuyordu. Girişimi esinleyen bilimsel sorular öylesine ilgimi çekmişti ki, kendimi kişisel yanıtlarımı araştırmaktan alıkoyamadım. Hazırlık süreci, karanlık ve yakıcıydı. Bir romanla sonuçlandı. Bu roman, yazın serüvenimin çok başında olduğum için, gün yüzüne hiç çıkmadı. İlk öykü kitabıma kısa, acemi bir öykü olarak girdi. Kardeşi ellerinin arasından kayan bir ablayla ilgiliydi. Şimdilerde üzerinde çalıştığım novella bu nüveden ürüyor. Konu hâlâ çok sarsıcı geliyor, bana. Novellama öykümünküyle aynı adı koydum: Çölde Çığlık 
Reyhan Yıldırım 
 
En kendi başına buyruk, biraz da hınzır karakterim, "Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız" kitabımdaki Seçim isimli öykümde yer aldı. Genç bir karakter olan ve kendi öyküsünü yazara bırakmak istemeyen Yiğit, ipleri eline almaya karar verir. Yazarla bir yandan dalga geçerken diğer yandan onu devre dışı bırakarak öyküyü kendi tamamlar.
Suzan Bilgen Özgün 

Bence bu durum öykücünün ya da öykünün sorunu değil. Endüstriyel edebiyat diye tabir edebileceğim, öğreten, anlatan, sınırlayan bir kurumun "verili olgusu."
Kşi, karakter, kahraman her türlü anlatır kendini, tanıtır, tanıtmaz, susar, kusar. Metnin en canlısıdır çünkü, kimi durumlarda hikayecisine bile boyun eğmez. 
Benim kahramanlarım şimdilik hiç bir öyküyü bitirmediler. Bir dostun tavsiyesi ile karakterlerden SGK bile yaptırmak üzereyiz. 
Yoksa hikaye nasıl payidar kalır. 
Türker Ayyıldız 

Öykü; nispeten kısa olan öykü ve öyküleme zamanları içerisinde, olayların ya da durumların ayrıntılarının gösterilmediği, bu ayrıntıları anlatmanın gereksiz olduğu, kahramanların olaylar ekseninde nasıl değiştiklerinin gözlemlenemediği bir yazınsal tür. Öyküde önemli olan da, dar zamanda ve mekânda çok şey söyleyebilmenin yollarını bulmaktır. Benim tercihim eksiltmeceli ve indirgemeci bir yolu takip etmekten yana oldu. Böyle olunca "kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen" bir kahramanım hiç olmadı. Böyle bir kahramanın var olduğu anlatılar zaten başka bir türün kahramanları; genellikle romanın, uzun öykünün ya da öykünün. Ben kısa öyküden, hatta kısacık öyküden yanayım. 
Zeynep Sönmez 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 21, 2016 04:06

July 19, 2016

NASIL YAZIYORLAR? (2)



İlk taslağı çarçabuk yazarım. Bu iş genellikle gelişigüzel yapılır. Sayfaları elimden geldiğince hızlı bir şekilde doldururum. Bazı zamanlarsa kişisel notlarım olur, o bölüme geri döndüğüm zaman yapacağım şeylerle ilgili kendime yazılmış notlardır bunlar. Bazı sahneleri bazen eksik, bazen yazılmamış bırakmam gerekir; daha sonra, oldukça yoğun bir özen gösterilerek yazılması gereken sahnelerdir bunlar. Bütün iş derin bir özen gerektirir -ama bazı sahneleri ikinci ya da üçüncü taslağa bırakırım, çünkü onları ilk taslakta işlemek ve doğru olarak işlemek oldukça fazla zaman alır. İlk taslak öykünün ana hatlarını, iskeletini ortaya çıkarma safhasıdır. Ondan sonraki taslaklarda öykünün geri kalan bölümleriyle uğraşırsın. Gelişigüzel yazılmış taslağı bitirdikten sonra öyküyü bu haliyle daktiloya çeker ve işe buradan devam ederim. Daktiloya çekildikten sonra öykü hep bana daha değişik, kuşkusuz daha iyi görünür. İlk taslağı daktiloya çekerken öyküyü tekrar yazmaya başlar, şuraya bir şey ekler, buradan bir şey çıkarırım. Asıl iş sonra, öykünün üç dört taslağını yazdıktan sonra başlar. Şiirlerle de aynı şey olur, yalnız şiirlerde taslak sayısı kırk elliye ulaşır. Raymond Carver 

Kaynak:
Yazar Olabilir miyim? Yaratıcı Yazarlık Dersleri
Semih Gümüş
Notos Kitap

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 19, 2016 05:42

July 18, 2016

MEMLEKET İSTERİM


Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun

Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.

Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Cahit Sıtkı Tarancı 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 18, 2016 01:18

July 13, 2016

TERCÜME ETMEK



Yazmak tercüme etmektir. Hep öyle kalacak. Kendi dilimizi kullanırken bile. Gördüklerimizi ve hissettiklerimizi (görmenin ve hissetmenin, genel olarak anladığımız haliyle, görülen ve hissedileni ifade etmemizi göreli olarak olanaklı kılan kelimelerden daha fazlası olduğunu varsayarak...) bildik işaretler koduna, yazıya naklediyoruz ve aktarmaya kalkıştığımız deneyimin (beslendiği gerçekliğe kıyasla kaçınılmaz olarak parçalanmış) bütünlüğünü değil de ruhumuzun derinliklerinde olan şeyin en azından bir gölgesinin tercüme edilemez olduğunu bildiğimiz şeyin, örneğin bir buluşmanın saf heyecanı, bir buluşun göz kamaştırması, zamanın tümden silemeyeceği bir düşten geri kalan şey gibi hafızada kalacak olan kelimenin hemen öncesindeki o kaçamak sessizlik anını okuyucunun zekâsına kadar ulaştırma sorumluluğunu iletişimin koşullarına ve tesadüflerine bırakıyoruz. Tercüme edenin yaptığı iş, dolayısıyla, eserde ve asıl dilde zaten tercüme edilmiş olanı, yani, belli bir sosyal, tarihi, ideolojik ve kültürel algıyı, tercümana ait olmayan, temin edilmiş o algıyı, yine kendine ait olmayan bir dilbilimsel ve sözdizimsel bir örgü içinde, bir başka dile (temelde, kendi diline) aktarmaktan ibaret olacaktır. Orjinal metin, yazarın gerçeklik deneyimin olası "tercümelerinden" sadece birini temsil edecektir; tercüman, kaçınılmaz bir çelişkiyle, "metin-tercümeyi" "tercüme-metine" dönüştürmeye mecbur olacaktır, çünkü ilgisinin nesnesi olan gerçeklik deneyimini anlamaya başladıktan sonra tercüman tercüme etmekle görevli olduğu (diğer) gerçekliği, aynı zamanda hem geldiği yere hem de gideceği yere saygı göstererek, el değmemiş dilbilimsel ve sözdizimsel örgüsüne nakletmek gibi büyük bir iş gerçekleştirmek zorundadır. Tercüman için, kelimenin öncesindeki sessizlik ânı da dolayısıyla, önceden olduğu şey olmaya devam etmek için başka bir şeye dönüşmesi gereken bir "simya" hareketinin eşiği gibidir. Mevcut metin ve olacak olan metin arasındaki ilişkide, yazar ve tercüman arasındaki diyalog, sadece birbirini tamamlaması gereken iki şahsiyet arasında değildir, özellikle birbirini tanıması gereken iki kolektif kültür arasındaki bir buluşmadır. Jose SaramagoDefterler Kırmızı Kedi Yayınevi Çeviren Nesrin Akyüz 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 13, 2016 08:37

July 2, 2016

YAZMAK EYLEMİ



Ben bir metnin (bütün yazı türlerinin) çağdaşlığını onun yapısında, biçiminde bulurum. Bu, içeriği yadsıdığım anlamına gelmez, elbette, ama ilkin ona bakmam nasıl anlattığına bakarım demektir. Nedeni de, bir metnin içeriğinin yeni olması, onu çağdaş yapmaya yetmez diye düşünürüm. Bu, giderek ben bir köğün bir tümcenin önce yapısına bakarım da demektir. Bir köğüğün, bir tümcenin yapısında yatar çünkü her şey, Valery'nin "İş ilk köğüğü bulmaktır, arkası gelir" derken vurguladığı da budur. Bizim çağdaş yazınımız bu anlamda bunun tersidir sanki: İçeriği bulmak (çağdaş denen içeriği) yetmiş gibidir ona. Nasıl anlatacağım? bütün bütün bir yana atılmış değildir elbet, ama Ne anlatacağım? başa geçmiştir daha çok. Bunun sonucuysa açıktır: Bir tekdüzelik. Bir elin birkaç parmağını geçmeyen ayrıcalıklar bir yana, hep tekdüze anlatım örnekleriyle doludur yazınımız. Ben Abdülhak Şinasi Hisar'ın dünyaya bakışının eskiliğine karşın, onu çağdaş bir yazar olarak görüyorsam, bu salt anlatmasından, o anlatış biçiminin yapısından gelmektedir. Sait Faik'in çağdaşlığı da (içeriğine çok bağlı olduğu halde) aynı yerden kaynaklanır benim gözümde. Tekdüze anlatışı kırmışlardır, onlar. Hep Nasıl anlatsam? diye düşünmüşlerdir. Onları, bu iki karşı insanı salt anlatış biçimlerinde koydukları yapılar yüzünden çağdaş bulurum. Nâzım'ın da Türk şiirindeki en büyük payı burada yatar bence. Şiire yeni bir anlatış biçimi getirmiş, sonra da onun olanaklarını çoğaltmıştır. Tekdüzeliğe adamakıllı karşı çıkmıştır. Bunlar bir romanın, bir öykünün, bir şiirin 'kırk türlü' yazılabileceğini koymuşlardır. En azından bir metnin iki elle yazılabileceği gerçeği onlarla oluşmuştur. Böyle iki elle yazılabilen metinlerden, en yeni örnek de Ayna'dır. Bir yazının iki elle yürüyüşü Enis Batur'un Ayna'sında açık seçik görülür. Tekdüze anlatımın büyük ölçüde uygulandığı yer de şiirimizdir kuşkusuz. Bu tekdüze anlatış yüzünden Rimbaud'nun yeni duyumlar, yeni sesler, yeni imgeler, yeni renkler dediği de bunun sonucu güme gidiyor. Böylece de içerğin, bir metni çağdaş yapmaya yetmediğine varıyoruz. Oktay Rifat'ı, Ece Ayhan'ı bir yana bırakırsak, iki elle yazan ozanlar ne denli az bizde. Oktay Rifat, büyük değişmezliği içinde, ne kadar değişir. Yakından hiç baktık mı? Onda beni ilgilendiren de hep bu olmuştur. Bir metni iki, üç elle yazmak isterim ben de. Bu yalnız çağdaşlık sorunu değildir, devrimciliğin de bunda yattığına inanırım. Böyle devime açık bir metne, devrimci derim ben. Devrim, yazında metnin bu devimsel yapısında yatar çünkü.
İlhan Berk 

El Yazılarına Vuruyor Güneş
YKY
Yaşantı
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 02, 2016 00:03

July 1, 2016

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (25)


Yutkunduğum cümleler don lastiğinde gerildi



Bir ampulün öfkesi kaç watt? Bir çığlık sesine kulak kabartıyorum. Vıdı havlıyor. Sesler kesiliyor. Çıplak bir ampul bana bakıyor. İçinden yayılan ışık, usulca içine çekiyor beni. Birkaç kez gözlerimi kapatıp açıyorum,  aynı.  Çok korkuyorum. Lamba sana bakıyor, diyen sesle siniyorum bir kenara. Bir ampulün öfkesi kaç watt, henüz bilmiyorum. Karanlığın yutmayacağını bilsem koşarım Vıdı’nın yanına. Odada kaç kişiyiz, beş mi, altı mı?  Neden kimse karşı çıkmıyor bu ampule? Bazen mucizeler oluyor. Dayım on beş yaşlarında, İstanbul’dan geliyor. Hikâyeler yüklemiş diline. Denizi anlatıyor, renkli sokaklarını, insanlarını… Kurgusu heyecanlı. Pür dikkat dinliyoruz onu, geceleri.  Nedense hikâyenin sonunda diğer dinleyiciler, amma da attın, diyorlar. Ben onun atmalarını seviyorum. Dayım gözümde bambaşka biri. Bulunduğum mahallenin dışına çıkmış, başka yaşamlar görmüş, o ulaşılmaz olan bir yıldız. Bir ay sonra, o da erkek kardeşlerime benziyor. Uzun kıvırcık saçları alaburus kesilmiş. Köyünden topladığı masallar ve destanlarıyla anneannem geliyor.  Geceleri ampulü unutturuyor bana. Benim de uydurduğum hikâyeler oluyor,  pek dinlemiyorlar, sadece gülüyorlar. Yarın güneşe, güneş olmasa rüzgâra o da olmasa yağmura, kara anlatırım. Beni dinlerler nasılsa. Düşlerin içinden geçiyorum. Hiç susmaz mı çocukların içi? Bir kelime, bir bakış tetikliyor ruhumu. Kitapları seviyorum, bir an önce okula gitmek için ağlıyorum günlerce. Yaşım tutunca ilk ben öğreniyorum okumayı. Ödülümü de alıyorum. Bir dolma kalem, biraz da para. Düşlerim, parayı eve götürme, diyor. Dayak yersin, başkalarından niye para aldın, diye. Dert oluyor o para. Sonrası mutluluk, teneffüste sınıfça bakkala gidip bitiriyoruz, son kuruşuna kadar. Kitabı olmayan bir ev ve hikâyeleri başkaları tarafından yazılan bir mahalle burası. Yeraltı edebiyatı için oldukça uygun malzemeleri var. Yoksulluk ve yoksunluğun sırıttığı, küfrün gırla gittiği, cinnete her an açık, rüzgârın ufak bir esintisiyle, kan ve idrar kokusu yayılan, bol çocuklu, düşleri mutlulukla bitsin diye bekleyen bir masal ülkesi.  Dokuz yaşına kadar yaşadığım yeri çok seviyorum, ancak düşlerin önü kapalı… Artan bir miktar gelirle taşınıyoruz.  Ulucanlar- Yarı Kapalı Cezaevi’ne benziyor yeni evimiz. Yakınlarımızı görmeye gittiğimizde gördüğüm demir parmaklıkları olan bir hapishane sanki. Üzerimize binmiş beş kat daha var.  Pencereden baktığımda betondan küçük bir bahçe bir de duvar. Kaç adım da biter; beşi geçmiyor.  Güneş, rüzgâr, yağmur, gökyüzü arıyorum, yok! Belleğimin kuytularında gizlediğim eski mahallemi çıkarıp kokluyorum sıkça. İçime kapanıyorum iyice. Kalem ve kâğıt neyse ki sıkıca sarılmışlar, hiç bırakmıyorlar elimi.  
Dil biraz Ömer Seyfettin biraz da Kemalettin Tuğcu .     Yeni okulumun sınıf kitaplığındaki hikâye kitaplarına göz dikiyorum. Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu’yla tanışıyorum. Onları okudukça, eski mahallemdeki, bizim simitçi çocuk, bizim ayakkabısı olmayan çocuk, kadınlar ve adamlar canlanıyor zihnimde. Bizi yazmışlar. Ama bir mağarada yaşayan Mıstık’ı tanımıyorlar, diyorum. İlk şiirimi dokuz yaşında, anneler günü için yazıyorum. Annem şaşırıyor.  Yüzünün parladığını hatırlıyorum, “Annem güneşim,” dediğimi ve şimdi tek hatırladığım o dizenin büyüsünü. On yaşında ilk hikâyemi, benden bir buçuk yaş büyük abimin ödevi için zevkle yazıyorum. Sanırsınız ki ben bir yazarım. Diğer yazarların atladığı Mıstık’ın hikâyesi çıkıyor.  Akşam, abim okuldan gelince ilk işi azarlamak oluyor beni. Senin yüzünden öğretmen beni suçladı, diye. Öğretmen: Hangi yazarın hikâyesini aşırdın, demiş. Çok mutlu oluyorum, kurgusu bana ait, sadece dil biraz Ömer Seyfettin biraz da Kemalettin Tuğcu. Bazen öyle kaptırıyorum ki kendimi düşlerime,  küvetin içine su doldurarak görmediğim İstanbul’un denizini eve getiriyorum. Kardeşlerimi de düşlerin içine katarak dalıyoruz…  Barış Manço’nun çocuklarının saçları don lastiğiyle bağlanmamıştı. Radyo büyük bir icat, tapılması gereken tek şey geliyor bana. Geceleri yalnızlığımı ve korkularımı öteliyor. Müzik ve sözlerin içinde bambaşka dünyalara giriyorum.  Sözü ve besteleri bana ait şarkılar ve müzikaller uyduruyorum.  Müzisyen olmalıyım. Onların hikâyeleri var. Radyodan dinlediğim birçok şarkının sözlerini bilmiyorum ama ben onlara kafadan Türkçe sözler yazıyorum. Bir şans çıkıyor karşıma.  Bulunduğumuz ilçe okullarından seçilecek öğrencilerle bir koro oluşturulacak. Bunu kaçırmaya hiç niyetim yok. Koro olunca itiraz etmiyor evdekiler. Nasılsa beni seçerler, diyorum. Sesimin iyi olduğunu biliyorum. Bizim yeni mahalleden daha lüks bir semtte, bir binada toplanıyoruz.   Oldukça heyecanlıyım. Fakat katılan çocukları görünce, onlar, Barış Manço’nun programına katılan çocuklar gibiydiler. Hiçbirinin saçları don lastiğiyle bağlanmamıştı. Seçici öğretmen de o çocuklara hayranlık duymuş olmalı ki beni dinlemek için en sona bırakmıştı.  Sonunda sıra bana gelmişti,  “Maya dağdan kalkan kazlar,” diye daha ağzımı açmadan, öğretmen dışarı çıktı. Beni dinlemesi gerekiyordu. Çok bozulmuştum. Böylece müzik kariyerim de o gün bitmiş oldu. Hatırladığım tek şey, haksızlık, beni dinlemediniz, diye sayfalarca yazdığım. Aslında kimse beni dinlemiyor, anlamıyordu. Şarkı sözü yazmayı bıraktım. Bu kez günlük tutmaya, şiir yazmaya başladım. Kimsenin onayına ihtiyacım yoktu. Yeter ki kâğıt ve kalemim olsun, duygular, dertler yığınla nasılsa. Kitap okuyor, şiir yazıyordum. İyi kitaplara ulaşamıyordum, topladıklarım neyse onlarla idare ediyordum. Evde durumum göze batmaya başladı. Babam, sen bizim dünyamızdan değilsin, deyiverdi ansızın. Kafam karıştı. Aynı dünyanın içinde yaşıyorduk. Korktum, neden, diye soramadım. Kitaplara sığındım.  Duygusal dünyamı tamir ediyor, anarşist ruhumu tetikliyordu. Bu nedenle mahallede hangi çocuğun elinde fazla şeker varsa kapıp, olmayan çocuklara dağıtıyordum. Robin Hood’dum belki de. Zenginden alıp yoksula veriyordum kendimce. Ardından okkalı bir dayak geliyordu. Kimseye durumu anlatamayınca kâğıda anlatıyordum. Ama o çocukların da canları çekmişti, diye yazıyordum. Sonra, sinema hayatıma girdi. Evin yanında bir sinemanın olması müthiş bir şeydi. Çarşamba günleri kadınlar matinesi, hafta sonu ful film izleme. Yeşilçam’ın iyi bir izleyicisiydim. (Laf aramızda Behçet Nacar filmlerini izlemişliğim bile vardır.) Filiz Akın’ın Karateci Kız filmi içimdeki anarşisti iyice harekete geçirdi. Kareteci kız olacaktım. Kızlara haksızlık yapan tüm oğlanları dövecektim. Çoğu yaşıtımı da dövdüm, dövüldüm. Canım çok yandı ama onlara hiç belli etmedim. 

Kitapları anlayanları test etme görevi Aziz Nesin’indi. Yine taşındık, bu kez yerin dibinden üstüne çıktık. Apartman hayatı farklı kültürlerde insanlarla sizi karşılaştırıyor. Henüz insanlar ayrışmamış, dayanışma sürüyor. Böyle olunca kültür seviyeniz de gelişmeye başlıyor.  Aziz Nesin’in adının evimize konuk olarak girdiği günlerdi. Bir mağaza vitrininde kovboy elbisesi gördüm. Hem kovboy olursam, dayak atmaz, dayak da yemezdim. Ya öldürür ya da ölürdüm. Bu kadardı. O zamanlar Çıkrıkçılar yokuşu ve Anafartalar Çarşısı’nın civarında bulunan açık hava AVM’lerinden alışveriş yapılıyordu sadece! Bu mağaza biraz lükstü. Her gün o mağazaya gidip bakıyordum. Şapka, yelek ve etek, bana sesleniyordu, al beni, diye. Vitrine bakarken, şöyle bir öykü kurgulamıştım kafamın içinde. Kitap okumayanları kementle yakalıyordum ve onları yüzlerce hikâye, şiir kitabının bulunduğu bir yere hapsediyordum.  Kitapları anlayanları test etme görevi Aziz Nesin’indi. O derse, tamam, bu kişi hepsini okuyup anlamış, onları serbest bırakıyordum.  Çünkü Aziz Nesin’in çok akıllı ve çok kitap okuduğunu babamdan sıkça duyuyordum.  En sonunda babama kovboy elbisesinden bahsedebildim. Satışlar iyi olursa alırız, diyordu. Ya elbiseyi elimden kaçırırsam korkusuyla, bir gün babamın peşine düştüm. O yürüyor, ben onu takip ediyorum. Arada bir sesleniyordum da, baba mağaza şu caddede, diye. Babam da o caddeye doğru yürüyor. Sonunda babam da kovboy olacağıma kanaat getirdi ve cebindeki parayı kovboy elbiseme yatırdı. Kovboy elbisesi işe yaramıştı, mucizeler devam ediyordu. Evimize devrimci ablalar, abiler geliyor, gelirken de kitaplar getiriyorlardı. Gorki’nin Ana kitabını okuyunca, bu kez annem üzerine düşler kurmaya başladım. Birçok iyi yazar o devrimciler sayesinde bize konuk oldular. Onları dikkatlice dinliyor, Marks Amca, Che Abi üzerine kafa yoruyordum. Hiçbir şey anlamıyordum tabii ki. Amca, abi diyerek apartmandaki arkadaşlara, önemli devrimcilerin yakınımız olduğunu duyuruyordum sadece. Kovboyluk düşlerim önce benim kitaplar hapishanesine atılmam gerektiğini söylüyordu. Aziz Nesin’e söz verdim. Sonuçta onun kararı önemliydi. Bıraktım kovboy olmayı, devrimci olmaya karar verdim. Nazım Hikmet de evin konuğuydu. Onun şiirleri okunuyordu. O da akıllıydı. Yeni mahallemiz hayli hareketliydi. Marşı, yürüyüşü boldu. Öyle çok marş ezberledim ki sonunda kendi marşımı yazdım. O zamanlar on bir yaş, öyle çocuk yaşı değildi.Haydi haydi birleşelim insanlar/ Haydi Haydi toplanalım bir araya/ Varsın rengimiz kara olsun/ Varsın dilimiz farklı olsun/… Mahalle günlerce banyodan çıkamadı. Evimize kitaplar ve yazarların girmesiyle çıkması bir oldu. 12 Eylül Darbesi, gözünü kitaplarıma dikti. Bir sabah mahalle askerlerle sarıldı. Evimizin altındaki kahve boşalmıştı. Devrimci abiler, ablalar yoktu.   Ölü toprağı serpilmişti sokağımızın üstüne. Ölüyorduk. Daha fazla ölmemek için ilk iş kitapların katliydi. Banyo kazanında hunharca yakıldı bütün kitaplar. O sıra öyle sanıyorum ki tüm mahalle günlerce banyodan çıkamadı. Bir masalın içinden çıkıp gerçekle karşılaşmıştım. Kitap okumamızı istemiyorlardı. Benim okutmak için hapse tıktıklarımı, askerler, siz misiniz kitap okuyanlar, diye hapse atıyordu.  Kafam çok karışıktı açıkçası. Ağır bir suskunluk döneminin içinde bir süre yazamadım, kitap olmayınca da okuyamadım.  Çünkü güncelerim de banyo kazanından nasibini almıştı. Hiçbir yere ait değildim. Bir boşluk vardı. Babam, bizim dünyamızı değiştirmiş, sen bu dünyaya ait değilsin, demişti. Nereye aittim?  Sokağımız değişti, alışkanlıklar değişti. Ben de değişiyordum. Boşluktan sık sık âşık oluyordum. Aşk, şiirin kapısını açmıştı yeniden. Yeni yazarlar tanıyor onları okuyor, kendi düşlerimi kurguluyordum. Şunu çok iyi anlamıştım, bir insanın içinde yazma isteği varsa, kendiliğinden oluyordu. Kalem dayatıyor kendini, kâğıt ‘hazır ol’da bekliyor. Hele düşleriniz varsa, tutamıyorsunuz zihninizden hızla akan sözcükleri. Bir yazar olabilir miydim? Bir kez daha düşündüm, yazdığım bir öyküyü,  bilmeden yanlış birine okudum. Bir daha da hiç kimseye okumadım. Bir devrim çabası bitmişti. Ailelerimiz bir süre sonra yine o eski hallerine dönmüştü. Yaşam susmuş dillerin kasvetiyle sürerken benim de ailem ve toplum ile uyumsuzluğum, sorduğum sorular karşıma dikiliyordu. Bazen kabulleniyordum. O zaman da kendime yabancı oluyordum. Ötekiydim aslında, ötekiler bugün olduğu gibi öldürülüyorlardı, benim de içim öldürülüyordu. 

Yazarlar, okurun en sıkıntılı olduğu anlarda karşılarına çıkarlar Farkında olan insan rahatsız olan insandır. Çevremdeki eril gücün dayattığı sorunlarla mücadele ediyordum ancak karşılaştığım tepkiler yolumu hayli tıkamıştı. Bazen aylarca susuyordum. “Su gibi kendi çukurunda kuruyabilir insan” diyen Furuğ’un dizesi gibiyim. Yazarlar, okurun en sıkıntılı olduğu anlarda karşılarına çıkarlar. O sıralar, Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” kitabıyla tanıştım. Benim yazar olmamı engelleyenin amacını ve birçok şeyi daha iyi anlamıştım.  Yine ayağa kalkmıştım ancak bir desteğe de ihtiyaç duyuyordum. İnsanlar destek olmak yerine, kendilerine benzetmeye çalışıyordu çoğunlukla. O destek yıllar sonra bir şair, Yılmaz Odabaşı’ndan geldi. “Ve önce kendinin ellerinden tut” diyordu, bir dizesinde. Daha önce düşünemediğime hayıflandım. Ellerimi tuttum. Önce kendimle hesaplaştım. Derdim neyse günlerce bilgisayarın başında, deli gibi yazdım. Erasmus, bu halimi görseydi, benim deliliğim için de bir şeyler yazar mıydı acaba? Sonra değiştirmek istediklerimi, değiştirmeye koyuldum. Oldukça zordu, ama kendi ellerimden tutunca pekâlâ oluyordu. Filozof ve yazar Rene Descartes’in gördüğü bir rüya ile yeni bir bilimi nasıl keşfettiyse, ben de Aziz Nesin’i rüyamda gördükten sonra yazar olabileceğimi keşfedebildim. Aziz Nesin’in ölümünden iki hafta sonraydı. Rüyamda, yağmur yağıyordu. Baba gitme, diye haykırıyordum arkasından. Diz çökmüştüm sokakta, beni de götür baba! Arkasını döndü, gelip elini başıma koydu. Sen kalmalısın, dedi. Çocukken uydurduğum öykünün son noktasını mı koymuştu Aziz Baba? Bundan böyle iflah olmaz bir okur olarak yoluna devam edeceksin. Yazar olabilirsin, diyordu sanki.  Öykülerim dergilerde yer buluyordu artık.  Ancak bir sorunum vardı, biraz otosansür uyguluyordum. Dil Bilimci, yazar Aysu Erden, bu yolu seçtiysen, her şeyi göze almalısın, deyince öykü dosyamda sansürü kaldırdım. Ancak yine bir sorun vardı. Paylaşmak demek okur sorumluluğu demekti, açıkçası ben korkuyordum.Ta ki Tahsin Yücel’le karşılaşıncaya değin. Gökdelen, romanının imzasında uzunca sohbet etme imkânım oldu. Sıkıntımı anlamıştı. Kendi romanında bile kırk dört hata olduğunu söyledi. İkinci baskıda düzelir, diye de eklemişti. Çok rahattı. Şaşkındım. Dile böylesine hâkim bir yazarın söyledikleri karşısında. İki gün içinde romanını okuyup bitirdiğimde hiçbir hatasını bulamamıştım. Anlamıştım bana güç vermek için böyle bir kurgu yaptığını. İlk öykü kitabım, “Bedenim Tetikte” onun verdiği cesaretle okurla buluşmuş oldu. Tahsin Yücel’le bir kitap fuarında karşılaşmış olmam ve ona teşekkür edebilmem, kitabımı imzalayıp verebilmem büyük bir şanstı benim için. Üstüne bir de fotoğraf… 

Kelimelerimizi çalan Hasan Ali Toptaş’ın kitaplarıydı. Yazarlar, farkına varmadan geleceklerini kurgularlar. Ben trans halinde yazanlardanım. Bir düşün içindeydim, bir novellaydı sanırım yazdığım. Baş kadın karakterim kanser hastasıydı. Epeyi ilerlemiştim. Kadın karakterimle yine tartıştığım bir gündü. Ölüm üzerine konuşuyorduk. Ben kararsızdım onu öldürüp öldürmeme konusunda. O da emin değildi. İyi ki emin değildi, çünkü kadın karakterin yaşadıklarını bir süre sonra ben yaşamaya başladım. O hikâye ürküttü beni. Silip attım onu.  Onkoloji hastanesi oldukça zorlu, bir yıl süren bir deneyimdi benim için. Ancak zorluk aşılabilirdi. Orada bulunan hastalara bakarak öyküler yazdım. Hastalara, “Gülümsüyoruz” etkinlikleri düzenleyerek öykülerle, şarkılarla buluşturdum. Bu arada sadece öykü yazmak istiyordum. Fakat kelimelerimi, imla kurallarımı yitirmeye başlamıştım. Günlük konuşma dili dışında her şey kayıptı. Sevgi Soysal’ın “Hoş Geldin Ölüm” kitabıyla ilgili Roman Kahramanları dergisi için bir çalışma yapacaktım. Yeni başladığı ancak tamamlayamadığı romanını okuyunca, durumumuzun aynı olduğunu gördüm. Onu çok iyi anlıyordum. Neden pes ettiğini de. Söz verdim Sevgi Soysal’a ikimiz adına kayıp kelimelerin, imla kurallarının peşine düşeceğim, diye. Öyle de oldu, rüyalarımda tüm kelimelerimizi çalanı sonunda yakalamıştım. Hasan Ali Toptaş’ın kitaplarıydı. Sabah uyanınca doğruca onun kitaplarına koşuyor, tekrar tekrar okuyordum. Bu rüya epeyce sürdü…  Böylece yürütülmüş kelimelerimi onun kitaplarından geri alıyordum. Bir öykü onkoloji öncesi kapımı çalmıştı. Tedavi sonrası ne yapıp edip öykü dosyamın arasında karşıma çıkıyordu. Ben, git başımdan,  dedikçe daha fazla yüklendi üzerime. Pes ettim, sonunda, teslim oldum hikâyeye. Üç yıllık çalışma döneminde, hikâyenin içinde karşılaştıklarım oldukça şaşırtıcıydı. Bu nedenle romanın güncesini de yazdım. “Aşk Susmadan Git” romanım da böylece çıkmış oldu. Yazmak yaşamın sokaklarına dalmaktır. Bu nedenle yazarların yaşamları hep yokuş yukarıdır. O yokuşu tırmanırken, yutkunduğum cümleler don lastiğinde gerildi gerildi ve ait olduğum yere, yazına uçurdu beni. Şu an ince işçiliğini yaptığım öykü dosyam üzerinde çalışıyorum ve düşlerime bekleyin diyorum… Dururlar mı?  Bilmiyorum. Tekgül Arı
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 01, 2016 00:16

June 28, 2016

Oku Yazının Yüreğine Saplamak



Sıradan fakat net bir dil kullanıp sıradan olaylar ve şeyler hakkında bir şiir ya da kısa öykü yazmak ve bunlara -bir sandalye, bir çatal, bir taş, bir kadın küpesine- yoğun, hatta şaşırtıcı bir güç yüklemek mümkündür - bu Nabokov'un seveceği türde sanatsal hazı kaynağıdır. Beni en çok ilgilendiren yazı türü budur. Deneyselciliğin bayraktarlığını yapan ya da, başka türlüsü, kaba bir gerçekçilikle bezenmiş, düzmece ya da kazara yaratılmış edebiyattan nefret ederim. İsaac Babel'in "Guy de Maupassant" adlı olağanüstü güzellikteki öyküsünde anlatıcı edebiyat uğraşıyla ilgili şunları söyler: "Hiçbir demir ok, yüreği, doğru yere konmuş bir nokta kadar derinden delip geçemez." Raymond Carver Kaynak: Yazar Olabilir miyim? Yaratıcı Yazarlık Dersleri
              Semih Gümüş
              Notos Kitap

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 28, 2016 08:23

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.