Tuğba Gürbüz's Blog, page 90

November 20, 2016

Mehmet Fırat Pürselim ile Söyleşi



Mehmet Fırat Pürselim iki yeni kitaplar okur karşısında. Akılsız Sokrates (Alakarga Yayınları/öykü) ve Kumsalda korku hikâyeleri (Rodinya Kitap/gençlik korku) Pürselim ile Türk dünyasının korku mitlerinden beslenen gençlik korku kitabı Kumsalda korku hikâyeleri üzerine konuştuk. 

Fırat, Kumsalda korku hikâyeleri Rodinya Kitap’tan yayımlandı ve fuarda okurlarla buluştu. Tebrik ederim. İlk tepkiler nasıl?Çok teşekkürler Tuğba. Kitap çok yeni o yüzden ben de merakla tepkileri bekliyorum. Sınırlı sayıda olmakla birlikte, çeşitli yaşlardan okurun korktuğuna dair geri dönüşler aldım. Sonunun çok çarpıcı olduğunu, Kumsalda’yı merakla ve bir solukta okuduklarını söylediler. Ha bu arada kapağı çok beğenildi. Bu vesileyle kapak ve iç resimlerimizi çizen Selma Akaltun’a da teşekkür ve sevgilerimi gönderiyorum. Kitabı ilk okuyanlardan biri de sensin, sen nasıl buldun? (Röportajda çığır açtım, sanırım. J) 
Türk dünyası, korkunun mitleri bakımından zengin olmasına karşın, iş yazılı edebiyata geldiğinde türün az sayıda, çocuk ve gençlik alt kategorisinde ise daha da az sayıda örneği olduğunu görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsun?Az olduğunu biliyordum ama bu kadar da zannetmiyordum. Kitap çıktıktan sonra tasnif edildiği fantastik/korku türünde ürün veren oldukça az sayıda yerli yazarın bulunduğunu hayretle gördüm. Haklısının bizde korku mit ve hikayeleri yaygındır ve evde, kahve, kumsalda (J) sıklıkla anlatılır. Anlatırken bu denli sık olan bir şeyin yazarken seyrek olması yazıyla uzak ilişkimizden kaynaklandığı kadar, bu türün edebiyatın içinde sayılmamasından da -hele de gençlik alt kategorisinin tavuğun suyunun suyu gibi görülmesinden- kaynaklanabilir. 90’ların sonlarından itibaren tercüme eserleri ilk okumaya başladığımızda yazıldığı dünya için bilindik kavramlar olan ama bizim çözmekte zorlandığımız pek çok karakter ve kavramla karşılaştık: Elfler, cüceler, druidler, Sabbatht ayinleri vs. Bunları yerine oturtana kadar canımız çıktı. Ben de daha bizden Türk ve İslam mit ve kaynaklarından beslenen hikâyeler anlatmak istedim.
Kitapta yer alan öyküler, sözlü halk geleneğine ait efsanelerden el alıyor. Kısa anlatılar, uzun tasvirlere yer yok, daima şahitlikle açılıyor. Türk Dünyasının Mit, Masal ve Efsanelerinin senin yaşamında ve yazın hayatında önemi nedir? Öyküler aslında her birine masalcı da diyebileceğimiz kahramanlar tarafından anlatılıyor. Tıpkı geçmiş zaman saz aşıkları, destancıları ya da dengbejleri gibi. Halk edebiyatı geleneğinden gelenler kadar modern öyküler de var. Ama özellikle öykü içinde öykü olarak adlandırabileceklerimiz tam da söylediğin biçimde kısa anlatılar, az tasvirlerle olaya odaklanmış, geleneğe sırtını dayayan metinler, çok sevdiğim masalcılara selam gönderme niteliğinde. Masal ve mitlerin, okuduklarımda ve yazdıklarımda ne kadar önemli yerleri olduğunu, -benim gibi bir masal aşığı olan sen de- çok iyi biliyorsun. Bu konuda birlikte çalışmalar da yaptık. Sadece Türk Dünyası değil, tüm dünya masal ve mitlerine karşı ilgim var. Bu konularda yoğun okumalar yaptığım gibi Avrupa masallarıyla Anadolu masallarını karşılaştırıp kaynaştıran bir araştırma yapıyorum. Binlerce sayfa okudum, yüzlerce sayfa yazdım; deli bir iş araya başka projeler de giriyor ama günün birinde tamamlayacağıma inanıyorum. Dünya üzerinde yazılmış pek çok büyük romanın özünde masal ve mite dayandığını, bu kaynaklara inmeden değil edebiyatı hayatı anlamamızın bile zor olduğunu düşünüyorum. Masalsı edebi metinlerimiz özellikle de öykülerimiz oldukça sınırlı. Oysa büyülü dünyaları var. Son dönemde senin ve sevgili Berna Durmaz’ın kimi öykülerinde bunu nefis biçimde becerdiğinizi görüyorum. Ellerinize sağlık. Sizin yaptığınız öyküyle masalı birleştirmekti, ben de bu kitaptaki kimi öykülerde korkuyla masalı / miti birleştirmeye çalıştım. Kitapta, 1001 Gece Masalları’nda olduğu gibi çerçeve öyküler var. Kitabın kahramanlarından biri ve anlatıcı olan Tufan, bir yaz gecesi kumsalda, ateşin başında tanıştığı arkadaşlarının hikâyelerini bize aktarıyor aynı zamanda öyküler arasında bir köprü vazifesi görüyor. Bu anlatım tekniğinin, genç okurun zihninde kısa süreli de olsa kafa karışıklığı yaratabileceğini düşündün mü?Çatı hikâye ve onun altında sıralanan hikayeler ve hatta kimi hikayelerin içinde de alt hikayeler var. Bu 1001 Gece Masalları’nda, Decameron’da kullanılan teknikle benzer. Salt bağsız hikâyeler anlatmak istemedim, bunları bir çatının altında toplayarak, tıpkı Şehrazat gibi hem ilgiyi canlı tutmaya çalıştım hem de okura iki hikâye arasında soluklanma şansı tanıdım. Belki bu tarza yabancı olan okur için bir kafa karışıklığı yaratabilir ama çatı hikâyenin de boşuna olmadığını ve onun da aslında sırlar barındırdığı fark etmeye başladığında bence taşlar yerine oturacaktır. Romanın sonunda, okurun “Vay be!” diyerek hınzır bir gülümseyişle birlikte aydınlanma yaşamasını isterim.    Şehrazat bu öyküleri hayatta kalmak için anlatıyordu. Tufan neden anlatıyor?Tufan… Tufan… Zor olacak ama sonunu söylemeden, cevap vermeye çalışacağım. J Görüntü silinip de ses duyulmaya başlandığında en karizmatik kişi en iyi hikâye anlatandır. İnsanlar kendilerine en iyi yalanı söyleyeni başlarına yönetici yaparlar en yakışıklı olanı değil. Kadim zaman şifacıları, kahinleri, bilgeleri en iyi hikâye anlatanlar olurdu. Hepimiz başımızdan şöyle havalı, insanların ilgisini çekecek bir macera geçmesini isteriz. Hele de 18 yaşındaysak, kumsalda ateşin başında toplanmışsak, hoşlandığımız birilerinin ilgisini çekmeye çalışıyorsak, herkes dehşetli hikâyeler anlatıyorsa, bizimse anlatacak ilginç bir şeyimiz yoksa kendimizi çok soluk hissederiz. En soluk resim Tufan bize hikayeleri anlattıkça renkleniyor, kitabın sonuna geldiğimizde rengarenk bir kişiliğe bürünüyor. ‘Kanlı canlı’ derler hani öyle gözüküyor diyebilir miyiz?... Neyse neyse daha fazla anlatmayacağım.     
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 20, 2016 10:30

November 16, 2016

YAVAŞLADIKÇA ÇOĞALIYORUM(*)

Yazım süresinde bana eşlik eden müziktir:

Kurmacabiyografiler üç yaşında.
Bloğu açarken, ilk yazıyı yayımlarken, bu yolculuğun ne kadar süreceği, nerelere evrileceğiyle ilgili en ufak fikrim yoktu. Ağırlıklı olarak edebiyat ve yaşama dair yazılar paylaşmayı ve düzenli güncellemeyi amaçlamıştım. Herhangi bir yayın kurulununun onayını almadan, yayın listesine girdiği halde haftalarca, hatta aylarca beklediğim, akıbeti belirsiz metinlerin aksine, yazdığım anda paylaşabilmek büyük özgürlük olacaktı, hissedebiliyordum. Bu büyüye kapılıp peşi sıra yazıp sonra soluğum kesilmişcesine durmayacaktım. Ayda 8 yazı, ne eksik ne fazla... Hedefim buydu.
Çoğu, durgun bir nehir yatağında akar gibi gidiyor blog yolculuğu. Bazen sular çekiliyor, neredeyse kuruyor, biraz uğraşla, görev bilinciyle tamamlıyorum. Pek de hoşuma gitmiyor. Paylaştığım yazılar, tatsız tuzsuz, mekanikmiş gibi geliyor, hissetmemişim gibi, okuyanı kandırıyormuşum gibi... Tuhaf, tekinsiz hisler geliyor yakama yapışıyor.  Niye ayda 8 yazı sözü verdim sanki diye didikliyorum kendimi. Tutmasam ne olacak ki diyorum. Ama oyun alanımı bırakıp gidemiyorum. Sanki burayı bırakıp gidersem, hepten yenileceğim. Sarı bir çiçek bir daha asla yolumu kesmeyecek yürürken. Kediler bacağıma dolanmayacak, kucağıma atlayıp yayıldıkça yayılmayacak. Gülüşlerimiz sararacak, solacak.
Dışarıda bu kadar zulüm, bu kadar şiddet varken yaşamak, kalın ve aşılmaz gibi görünen duvara toslamak gibi. Hep aynı düşünceler tekrarlıyor zihnimin içinde. Aynı yılgın düşüncelerle oturuyorum, düşünüyorum, konuşuyorum, ben kendimden bezmişken, içinden yeni bir anlam çıkmayacak cümleleri neden sıralayayım ki diye düşünüp küsüyorum kâğıda, kaleme... Okuyamıyorum, yazamıyorum, yaşayamıyorum, göğüs kafesimde bir ağırlık taşıyamıyorum. Haberleri izlemeyi, gazete okumayı bırakıyorum. Zevk alabileceğim küçük şeyler bulmaya çalışıyorum kendime. Hayatı sadeleştirmenin yollarını arıyorum, basit mutlulukların... Bu minik ihtimaller üzerine yürüyorum. Portakal, mandalina kabukları biriktirip evde yüzey temizleyici yapmayı deniyorum. Güzel bir film izliyorum. Arkadaşlarıma yemek pişiriyorum. Yavaş yavaş olağan ve normal olana yaklaşıyorum. Ancak o zaman kitap okuyabiliyorum. Dışarıyı, içeriyi, bedenimi, ruhumu her şeyi unutup, sayfaların içinde kaybolabiliyorum. Okuduğum metin bir anahtar, bende define avcısı... Ardı sıra kapalı kapıları açmaya çalışıyorum, bir oraya bir buraya savruluyorum. İşte en az kuraklık kadar verimsiz bir başka dönem kapıda. Coşkulu, hevesli, bir o kadar da maniğim çünkü. Onlarca parlak fikir, zihnimi kamaştırıyor. Not defterlerim yarım bırakılmış cümlelerle doluyor. Hiçbir fikrin sonu gelmiyor. Coşku yavaş yavaş soluyor, yerini hayatımın her alanına sirayet etmeye çalışan bir eylemsizlik hâli alıyor. Bir kızım olmasa, ona bakmam gerekmese, günlerce parmağımı kıpırdatmadan durabilirmişim gibi hissediyorum. Bunu deneyimleyebilmenin yolu yok ama merak ediyorum. Yavaşlığın sınırı ne? İnsan aynı pijamayı üzerinden çıkarmadan kaç gün yaşayabilir? Ya da evden hiç çıkmadan...
Yavaşlamak istiyorum. Beden farkındalığı atölyesi yardımıma koşuyor. Zihnimde hiç durmadan konuşan ve birbiriyle çarpışan sesleri susturmaya, beyaz bir boşluğun içindeymiş gibi sessiz, sakin, kıpırtısız oturmaya çalışıyorum. Zihnimin koridorlarının usul usul boşaldığını, tatlı bir esintinin hiçbir yere çarpmadan dolaştığını hayal ediyorum. 
Dışarıdaki tüm kirliliğe inat ağır usul konuşmak istiyorum kendimle. Ruhumu hatırlasam bedenimi unuttuğum, bedenimle ilgilensem ruhumu görmediğim dönemlerin aksine ikisini bir arada tutmaya çalışıyorum. Bana fısıldayıp duranın yalnızca ruhum olduğuna inandım yıllarca. Şimdi kelimeleri unutuyorum, sözlük anlamlarını ve de mecaz anlamlarını. Bedenime bakıyorum, ona kulak veriyorum. Fısıldadıklarını işitebilmek için kelimelere ihtiyaç duymadan, anlamak çabasını bir kenara koyarak, sezmeye çalışıyorum. Ana dilini öğrenmeye çalışan bir bebekten farkım yok. İzliyorum ve dinliyorum.
*Yazının başlığı, Kjersti Skomswold'un Jaguar Kitap tarafından dilimize kazandırılan Hızlandıkça Azalıyorum romanından esinle konulmuştur.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 16, 2016 15:50

November 15, 2016

NASIL YAZIYORLAR? (5)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte beşincisi: Edip Cansever



Yeni bir şiire başlıyorsam eğer, kafamda mutlaka sözcüklere dönüşmemiş bir söz akımı vardır. (Yokuştan çıkan bir kamyonun ağır temposu da olabilir bu, yüz metre koşan bir atletin hızlı temposu da). İlk birkaç dizeyi yazdıktan sonra, onları, içimde bulunduğum ruh haline yakınlaştırarak istediğim sesi ve kıvamı elde etmeye çalışırım. Çünkü ilk dizeler her zaman yabancıdır bana. Sanki dizeler benimle değil de ben dizelerle uyuşmak onları uysallaştırıp evcilleştirmek zorundayımdır. 

Alıntı, Portreler belgeselinden  https://www.youtube.com/watch?v=6wyEv...
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 15, 2016 13:22

November 4, 2016

Çevrilmemiş bir yazar: Mario Levrero

Üst not: Tavşan Deliğinde Fiesta yazısını hazırlarken, Granta'da Juan Pablo Villalobos ile roman hakkında yapılan bir söyleşiye denk gelmiş ve bazı alıntılar yapmıştım. Sitede gezinirken "Best Untranslated Writers" diye bir bölüm olduğunu gördüm. Yazarlar, kendi dillerinde yazan, başka dillere çevrilmemiş yazarları anlatıyor. İşte onlardan biri: Juan Pablo Villalobos'un kaleminden Meksikalı yazar Mario Levrero.Canım arkadaşım İlknur Urkun Kelso, yerinde dokunuşlarıyla kırık dökük çevirime kıvraklık ve estetik kattı. En içten teşekkürlerimle...                                                                  


Mario Levrero ile ilk kez ne zaman karşılaştığımdan emin değilim. Muhtemelen 90'lardaydı, 21. yüzyılın ilk yılları da olabilir. Levrero 1940'da doğdu ve ürünlerini 1968'de yayımlatmaya başladı. İşleri, romanlardan (çoğu kısa), hikâyelerden ve anı, günlük, deneme ve yazım sürecine dair fikirlerini kurguyla birleştirdiği bir dizi hibrit kitaptan oluşuyor.Levrero'yu hiç okumadan önce de, isminin zihnimde özel bir yeri vardı: Onun 'farklı' bir yazar olduğunu,  sınıflandırılamadığını, sınırsız bir hayal gücüyle İspanyolca dilinde en çok merak uyandıran, en düşündürücü işlerden bazılarını yarattığını biliyordum. Ayrıca onun kitaplarını bulmanın çok zor olduğunu da biliyordum (bu noktada, onu hâlâ okumamış olmamın sebebi de buydu) ve onun da diğer sevdiğim yazarlar gibi (Felisberto Hernandez, Juan Carlos Onetti, Marosa di Giorgio) o küçük ülkeden, Uruguay’dan olduğunu biliyordum.Derken bir gün, kitaplarından biri nihayet ellerimdeydi. Bu, Nick Carter se divierte mientras el lector es asesinado y yo agonizo (Nick Carter amuses himself while the reader is murdered and I expire) adında kısa bir romandı. Romanı aldım ve huşu içinde tek oturumda bitirdim. Okumam için pek de geçerli bir sebep yoktu ama başlık yeterliydi. Nick Carter, kalesi ve diğer her şeyiyle tam bir İngiliz aristokrat tarafından tutulmuş bir dedektifti. Asistanı bir çantanın içinde yaşıyor ve hayatını küçük kâğıt parçaları katlayarak geçiriyordu. Hikâyede deniz canavarları ve Nick Carter'ın kaçmayı bir türlü başaramadığı nemfoman bir sekreter vardı. Daha ne isteyebilirdim?Daha sonra hemen Dejen todo en mis manos (Leave everything in my hands) okudum ve iyice delisi oldum. Kahraman, parasızlık yüzünden çaresiz kalıp, yayınevine gönderilen ve üzerinde adres olmayan, harika bir taslağın izini sürmek için Uruguay'ın küçük bir kasabasına gitmeyi
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 04, 2016 00:12

November 1, 2016

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (29)



ÖYKÜDE HİÇBİR ŞEY BİRDEN BİRE OLMAZ!


Küçükken ne şiir ne hatıra defteri, hiçbir şey yazmıyorum. Üstüne üstlük okula sırf macera olsun diye aynı çanta aynı defter kitaplarla gidip geliyorum. Okulun hemen arkasında Balçık Tarlası diye muhteşem eğlenceli bir yer var; çamurlu sular, ördekler, gecekondular, çingeneler. Sonra eve dönüş yolunda pasaj içinde tuhafiyeci, fırın ve kitap dergi satan köhne bir dükkân. İşte orası hep yalana yutkuna yanından geçtiğim bir yer. Killing, Kara Oğlan, Kemalettin Tuğcu, Tina, Yaramaz Beşler, Tommiks, Teksas… Derken benden yedi yaş büyük ablam sayesinde çok erken yaşta Barbara Cartlandlara terfi ediyorum… Su içer gibi kitap, dergi, çizgi roman, elimize yazılı ne geçerse bulursak okuyoruz. Hızımızı alamayıp evdekileri tüketmişsek, bu kez de komşu kızla bakkal sepeti aracılığıyla kitap değiş tokuşu yapıyoruz. Babam uzak yol kaptanı, annem sabahtan akşama dek çalışan bir öğretmen ve biz ablamla özgür anneanne çocuklarıyız. Masanın altında, dolapların içinde, okuma odasına çevirdiğim boş eşya kutularında elimde toz şekerli tereyağlı ekmeklerle hep okuyorum. Annemin, “Ders çalışmazsan pazarda limon satarsın” tehditleri beni hiç mi hiç yıldırmıyor… Yıllar sonra limon değil ama başka şeyler satıyorum Feriköy Bitpazarı’nda, korkuttukları gibi hiç değilmiş çok da eğlenceli…Babam denizde karada hiç durmadan polisiye kitaplar okuyup daktilosuyla Akba yayınları için Türkçeye çeviriler yapıyor. Erle Stanley Gardner, Charles Williams, John D. Mcdonald, Mike Hammer… Yaşım için pek uygun olmasa da hepsini bir solukta okuyorum. Daktilo sesleriyle uyuyup daktilo sesleriyle uyanıyorum. Daktilo şeridi değiştirmek, harflerin tıkanıklığını temizlemek, ruloya kâğıt yerleştirmek en sevdiğim işlerden. Daktiloda yazmak hoşuma gidiyor ama bütünüyle anlam ifade etmeyen harf zincirleri benimkiler. Belki de kafamda bir hikâye var ama cümlelere dökersem büyü bozulacak. Çevremde İngilizce, Fransızca, Türkçe sözlükler, kitaplar, kâğıtlar ve ağzında piposu devamlı yazan bir adam.  Tak tak taka tak.Annemin çalıştığı tarihi okul beş yaşından sonra benim oyun alanım oluyor. Türkiye’nin ilk Amerikan destekli proje yuvası burada kurulmuş. Resim tahtaları, oyun hamurları, pastel boyalar, parlak okuma kitapları her şey ambalajından yeni çıkarılmış pırıl pırıl. Tiyatro, ront yapıyoruz, şiir okuyoruz, öğlen yemeklerinde pirzola yiyoruz, Amerikalı yuva müdürümüz bize anlamadığımız kitaplar okuyor. Yuva bitip de annemin yanına yukarı katlara çıktığımda, bu kez tebeşirler, cetveller, not defterleri, içi başka hazinelerle dolu tahta dolaplar, beni şımartan kız öğrencilerle birlikteyim. Evimiz, annemin çalıştığı okul, babamın gemilerini demirlediği liman, Akba Yayınevi; Şişli, Beyoğlu, Karaköy benim üçgenim. Akbank çocuk tiyatrosu, çizgi filmler, sinemalar, kitapçılar neler yok ki burada… Genco Erkal, Kenterler, Gazanfer Özcan, devlet tiyatrolarında Vişne Bahçesi, Kafkas Tebeşir Dairesi, Üç Kız Kardeş, Lüküs Hayat, Asiye Nasıl Kurtulur… Her birini en az ikişer üçer kez seyrediyorum. Sinema başka bir tutku babam, ben ve ablam için... 

Avusturya Orta Okuluna başlamamla birlikte ezber dönemim başlıyor. Kelimeler, artikeller, fiil çekimleri, anlamadığın paragraflar, şiirler.  Erich Kaestner’in Emil ve Dedektifler’i, Türkçeye yıllar sonra Küçük Hafiyeler olarak çevrildi, âşık olduğum ilk Almanca roman. Müllbauer Alman Kitabevi’ne girince bütün çocuk kitaplarını satın almak istiyorum ama en incelerine bile harçlığım yetmiyor. Çok para kazanıp bir gün istediğim bütün kitapları alacağıma söz veriyorum kendime. Şimdi yine aynı kitapevine gidiyorum ama Almanca kitaplar hâlâ çok pahalı geliyor. Ancak yeni açılan kafesinde bir kahve içip kitapların sayfalarını çevirip nefsimi köreltiyorum. 

İki uçlarda dolaşıyorum hep. Bir taraftan Hesse, Frisch,  Lenz, Zweig, Storm, Keller, klasikler… Okuyor, edebiyat sunumları hazırlıyor diğer taraftan cep fotoroman, Gırgır ve Fırtları yalayıp yutuyorum. Tarih, coğrafya gibi Türkçe ders kitaplarımın içlerini karikatürlerle bezemeye başlıyorum. Basri, Hüdaverdi, En Kahraman Rıdvan… Kendi karakterlerim. Sınıfta, okul yolunda yaşadıklarımız… Arkadaşlarım bayılıyor bunlara. Yavaş yavaş konuşma balonları da ekliyorum. Hatta tarihi ve edebi karakterleri saçma sapan kafiyelerle konuşturmakta üstüme yok artık.  Ders yılı bitiminde kitaplarım açık arttırmaya çıkacak duruma geliyor. Sorarsanız bugün bir tanesi bile kalmamış bende! Ama sanat eseri, el yazması kitaplarım yıllar sonra bile sınıf arkadaşlarımın dilinde. Edebiyattan kusacak hale geldiğimiz için lisede sınıf olarak fen bölümüne geçiyoruz.

Üniversite sınavı mı! Dershane mi! Kalsın derken… İlk yıl İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümünü kazanıyorum. Babam artık hayatta olmadığı için, annem arkeolog olup sakallı adamlarla dağ tepe dolaşmamı istemiyor. İkinci yıl Boğaziçi Üniversitesi İngilizce öğretmenliği bölümüne kaydımı yaptırmaya gittiğim gün dağcılık kulübüne üye olup sonraki beş yıl boyunca sakallı adamlarla takılıp Türkiye’nin en ücra köşelerini dağ tepe dolaşıyorum. Kitaplar yine elimde. 1984, Çavdar Tarlasında Çocuklar, Latife Tekin,  Yaşar Kemal, ne bulursam artık… “Daktilolu Kız” olduğum için, kulüp faaliyet raporlarını ben yazmaya başlıyorum. Diğer klasik raporlardan farklı; ironik, hikâyesel, akılda kalıcı metinler. Kulüp başkanı arkadaşım, “sen yazmalısın” diyerek ilk kehaneti söze döküyor. Sen misin ders çalışmayan, öğretmenleri çenenle bezdiren! Bir özel okulda İngilizce öğretmeni olarak çalışmaya başlıyorum. Bu kez öğrencilerle birlikte İnci, Sineklerin Tanrısı, Bebek Evi, Hindistan’a Bir Geçit, On İki Kızgın Adam, Amerikan ve İngiliz edebiyatından öyküler, şiirler, tiyatrolar okuyup, metinleri didik didik inceliyoruz.  Öğrencilerle edebiyat dersleri çok güzel ama disiplin kuralları, ders planları, bitmeyen toplantılar hiç bana göre değil. Kızım da bu yıllarda doğuyor, okul öğretmenliğine elveda diyorum. Sonraki yirmi yılımı kah çocukları İngiltere’deki yaz okullarına götürmekle kah eşimle birlikte bir baskı evi işletmekle geçiriyorum. İngiltere kitapçıları, bitpazarları kızımla benim için bir hazine sandığı. Ne kadar çocuk kitabı bulursak bavullarla doldurup eve taşıyıp birlikte okuyoruz. On yıl boyunca her yazımı çocukları dil okullarına götürerek, onlar okuldayken kafelerde, kütüphanelerde kitap okuyarak, bitpazarlarını dolaşarak geçiriyorum.  

Benzer bir rüyayı görüyorum hep. Çalmasını hiç bilmediğim ve beceremediğim keman, gitar gibi şeyleri rüyamda rahatlıkla çalar görüyorum kendimi. Veya çok yükseklere zıplayabilen bir yüksek atlamacıyım. Çok hızlı koşabilen bir atlet. Uyandığımda gizli yeteneğim ne acaba diye merak ediyorum.  Şimdiye kadar denemediğim ne olabilir?Ben o anda farkında olmasam bile, Christine Nöstlinger’in Konserve Kutusundan Çıkan Çocuk Konrad kitabıyla Beyazıt Kitapçılar Çarşısı’nda bir yer tezgâhında karşılaşmam yazmaya doğru götürecek beni. 1993 baskısı, Düzlem yayınları. Sakine Eruz çevirisi. Zehra İpşiroğlu’nun detaylı bir yazısıyla; hem ana babalar hem çocuklar için. “Ben böyle bir kitap yazmak istiyorum.” Tek düşündüğüm bu. Yazara da romana da âşık oluyorum. Christine Nöstlinger’le yıllar sonra yollarımızın farklı yerlerde kesişeceğinden haberim yok daha…Baskı evimizde kartvizit, antetli kağıt, fatura gibi şeylerin son okumalarını yapmak, hata bulmak, düzeltmek dikkatimi keskinleştiriyor. Nermin Bezmen, Adalet Ağaoğlu, Can Göknil ve daha bir sürü tanınmış yazarın taslak kitaplarını veya başka malzemelerini hazırlıyoruz. Kitaplaşmamış metinleri çıplak halleriyle görmek beni heyecanlandırıyor. Adalet Ağaoğlu’na yine işlerini teslime götürdüğüm bir gün zile basmadan önce kapısında durup kendime soruyorum. Ben de bir şeyler yazabilir miyim? Kapının sağındaki saksıda dev bir kaktüs. Gizlice bir dalını kırıp cebime atıyorum. Evde yaşatabilirsem ben de belki yazabilirim… Sonra bir gün en yakın arkadaşım bana birinden ve bir projeden bahsediyor. Ve hayatım değişiyor! Yeşim Cimcoz ilk defa yazmak isteyen insanları; her ay İstanbul’un farklı bir semtinde toplayacak ve hep birlikte gezerek, gözlemleyerek yazacağız. Aynı günlerde Boğaziçi Üniversitesi mezunlar derneğinde Murat Gülsoy atölyesine başlıyorum. Ve her şey kontrolden çıkıyor! Her şeyi, her yere, durmadan yazmaya başlıyorum. Artık müşterilere kestiğim faturaların üstünde bile öyküler var. İstanbul’da ne kadar atölye varsa katılıp notlar alıyorum, sevdiklerimi sevmedikleri yazıyorum. Ben eğitmen olsam neler yaparım sorusu dolaşıyor hep kafamda… 

Yeşim Cimcoz, yazı evini kurmaya karar veriyor. Ben ve eşim baskı evini gençlere devrediyoruz. Artık özgürüm! Hem yazıyor hem yazı evi için farklı programlar hazırlıyorum. Bu arada yayınevi sahibi bir arkadaşımdan gelen bir teklif üzerine ilk hayalet yazarlık deneyimim gerçekleşiyor. Sonra dağcılık, kişisel gelişim, nehir söyleşi, biyografi, özyaşam öyküsü gibi konularda birçok kitap yazıyorum müşterilerimle birlikte. Hayalet Yazarlık bir meslek ve yazmayı sevenlere bir destek olabilir düşüncesiyle Yeşim Cimcoz’la bundan üç yıl önce ilk hayalet yazarlık atölyesini Türkiye’de gerçekleştiriyoruz.  Gençlerle, çocuklarla müzelerde ve okullarda öykü ve yazmak üzerine atölyeler düzenliyorum. Dünyayı geziyorum. Okuyorum. Çiziyorum. Fotoğraf çekiyorum. Yazmak isteyen, yazmayı deneyen herkese cesaret veriyorum.

  Yazdıklarım bekliyor, çoğalıyor, değişiyor ve yazar ustalarım, dostlarım sayesinde yolum Günışığı Kitaplığı Müren Beykan ile kesişiyor. Ayasofya Konuştu, Sırlar Yolu kitaplaşmış projeler. Ama cepte neler yok ki… Öykülerim mi? Onların da sırası gelecek bir gün…Durmak yok! Her gün yeni bir umut yeni bir oluşum… Nasıl yazar oldun diye sorarsanız bana; her şey hem şans hem de hiç değil derim…Füsun Çetinel

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 01, 2016 01:59

October 28, 2016

Öykücülere Sordum: 9

Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücü metnin hem içinde hem de dışındadır bana kalırsa. Dışındadır çünkü öykü bir iç dökme aracı ya da otobiyografik bir anlatı değildir. Üstelik öykü yazarı kendi yaşantısının dışındaki sayısız olaydan, andan, insandan ve durumdan beslenir.  Yazma dürtüsü veren hemen her durumu, insanı, nesneyi kurmacaya dönüştürürken edebiyatın sarp ve dikenli yollarını teper. Bu yüzden dışındadır yazdığı metnin. Bir taraftan da içindedir. Öykücü kendini yazmaz. Yazmadığını iddia eder, yazmamaya çalışır. Yazdığının etrafından dolaşır, dışarıdan bakmaya çalışır. Ama ne yaparsa yapsın yazdığına bir şekilde dahil olma arzusundan yakasını kolay kurtaramaz. Elbette metne dahil olmak olay örgüsüyle, karakterlerle filan olacak değil. Metne dahil olmanın bin türlü yolu vardır. Öykü yazarı öyküsünün umulmadık bir yerinden okuruna göz kırpar.  Aysun Kara         
Öyküdeki ben anlatıcı, okur olarak bizi bazen öylesine etkiler ki, onu yazar sanırız. Metnin kurmaca olduğunu bile bile bu tongaya basarız. Sanırım bu hoşumuza gider. Yazardan parçalar aramak okurun işidir. Öykünün içine kendinden, yaşadıklarından ya da hayatından ufak parçalar yerleştirmekse yazarın. Bu demek değildir ki, anlatılan yazarın hikâyesidir. Hayır, anlatılan senin hikâyendir ey okur. En sevdiğim şekilde ifade edecek olursam; Flaubert’in, “Madam Bovary kim?” diye soranlara, “Madam Bovary benim,” demesi gibi, Madam Bovary yazardır. Öte yandan muhtemeldir ki, Flaubert bu sözü arkası kesilmeyen sorulardan bunalarak kahramanını korumak için söylemiştir. Yani aslında Madam Bovary; yazardır, yan komşudur, sokaktaki fahişedir, evde beslenen kedidir, herkestir, hiç kimsedir. Kedi ne alaka demeyin; kedinin kaprisleri, sokuluşu sonra birden tırnaklarını çıkartması bile yazarı etkileyip kahramanına ilham olabilir. Öyküde ben bazen de okurdur. Bu daha çok, sevdiğimiz ve kendimizden şeyler bulduğumuz metinlerde olur; hiç görmediğiniz, irtibatınızın bulunmadığı belki de dünyanın bir ucunda elli yıl önce ölmüş olan yazar sizi – okuru anlatmıştır. Hımmm, yazarken benim kafam karıştı, okurken siz nasıl anlayacaksınız, diye düşünüyorum ama maalesef bu işin formülü bu: Öyküdeki ben, herkes ve hiç kimsedir… buna yazar da okur da dahildir, hatta kedi de… özellikle de kedi. ;) Mehmet Fırat Pürselim  
Hepsinde değil belki ama son çıkan öykülere baktığımızda konuşan kişinin karakter olmadığını, o metni yazan yazar olduğunu görmekteyiz. Soruya buradan baktığımızda öykücü metnin tam ortasında duruyor. Hatta metnin içine batmış, çıkamıyor da. Çıkmak istediğine dair elimizde bulgu da yok. Oysa edebiyat tarihi bize göstermiştir ki kendisi ile metin arasına mesafe koyan yazarlar başarılı eserler vermiştir. Hatta James Joyce üstadımız gibi söyleyecek olursak yazan kişi bir köşede tırnağını kesmeli. Metnin içine girmemeli.Birinci tekille yazılan metinler yazara aitmiş gibi algılanması bizim edebiyat düzeyimizle ilgili. Bu algıyı oluşturan etmenlerin önemli bir yerinde de yazarın kendisi duruyor. Günümüz yazarları anlatmayı seviyor. Sürekli anlatıyorlar. Bu uzun anlatımların kaynağı kendi hayatları. Peki yazarın kendi hayatını anlatmasında ne sakınca var? Birincisi kendi hayatı anlatılacak kadar çekici değil, beni ilgilendirmiyor. İkincisi kendi hayatına davet ettiği beni, metnin içine nasıl çektiği, yani nasıl anlattığı? Metni bana hissettirmesi lazım. Bir metnin hissettirilebilmesi için illa ki yaşanmasına gerek yok, onun iyi bir dil ve kurguya gereksinimi var.
Kendi metinlerimde herkesin olabileceği kadar varım. Çok küçük. Hatta hiç olmamaya çalışmak en güzeli. Ama bir duygu, bir düşünce, bir hareket, geçmişte yaşanan bir olay, ister istemez metne sızıyor. Bu sızıntıyı en küçük seviyede tutmak bence ideal olanıdır. Çünkü kendimizden uzaklaştıkça sağlam metinler yazabiliriz. Kendimizden uzaklaşmak, hayattan uzaklaşmak demek değil, sakın ola yanlış anlaşılmasın.Murat Darılmaz
Soruyu, belirleyici olduğunu düşündüğüm unsurlardan birine değinerek yanıtlamak istiyorum; bakış açısına. Hepimizin bildiği gibi, yazarın bakış açısına uygun anlatı evrenini en kapsayıcı şekilde aktarabilecek ‘kişi’, anlatıcı olarak seçilir. Kimi zaman konu, birden fazla anlatıcıyla kuşatılabilecek denli katlıdır. Kimi zamansa, kurgu içinde kurgu üzerine düşünerek meta dil yapılandıracak, fazladan bir anlatıcı aranır. Bana göre bakış açısı, tüm unsurlar içinde en önemli olanıdır. Öykünün anlatıcılarını her şeyden çok o belirler. Öyküde ‘ben’i görünürleştiren ve okurda gerçeklik duygusunu en sağlam şekilde inşa eden anlatıcı türünün ‘ben anlatıcı’ olduğunu düşünüyorum. Öykü gerektiriyorsa (bakış açım uyarınca) onu kullanmaktan kaçınmıyorum. Ancak bu yazın tekniği oldukça zor. Çünkü yazanın karakterden tümüyle ayrışmasını istiyor. Ben, okurla aramızda bir devamlılık ilişkisi bulunduğu inancındayım. Metinlerimi, ‘okura gerçeklikte eşlik edecek kurmaca’ anlayışının gerilimiyle de üretiyorum. O zaman klasik ‘ben’ anlatıcıyı aşmak, metnimdeki ‘ben’leri çoğaltmak, belki aynı metne tanrı anlatıcıyı da katmak, hatta metne yazar kimliğimle sızmak zorunda kalıyorum. İşi biraz zora koşmak oluyor. Bazen yazar olarak metindeki varlığım tartışılıyor. Okur açısından anlaşılırlık da azalıyor. Neyse ki meraklı okur, öyküyü birkaç defa okumaktan, onu tüm katlarıyla kuşatmaktan kaçınmıyor. Çok zevkli! Elbette bakış açısı, tüm bu biçimsel arayışları belirleyen ana unsur olarak kalmaya devam ediyor. Reyhan Yıldırım
Öyküde konuşan, o metnin karakteriyle beraber atmosferi, dili ve ritmidir. Bazen  öykü yazarın uzantısı olarak görülür ki "ben"  anlatıcının da bunda etkisi vardır, bazen yazar da kendini öyle görür. Ancak metnin mesaj iletme aracı olarak kullanılmasını tercih etmediğimden, öykücünün metnin önüne geçmemesi gerektiğini düşünüyorum. Kurmaca sanatı, kendimizden bir başkası gibi ve başkalarından kendimiz gibi bahsedebilme yeteneğiyse, öyküdeki "ben" farklı bakış açılarını, bu bakış açılarına tepkileri, bıraktığı izleri ve duyguları, yazar-anlatıcı-karakter-okur karması olarak içerebilir. 
Suzan Bilgen Özgün 
 
Öyküdeki "Ben" ile bendeki öykü yan yana, karşı karşıyadır. (Burada paralel demekten imtina ettim.) 
Kimi zaman "Anlatıcı" çeşitli kılıklara bürünür. Anlatıcı ben olur, sen olur, o olur, ama hep "ben"dir aslında.
Anlatıcı metnin kalbine tesir eder, ama her zaman metnin dışında bir yere oturur. Bir yoğun bakım ünitesi misali kablo ve hortumlarla yaşam verir. Lezzetli metinlerde bize bu tıbbi gereçleri göstermez anlatıcı.
Türker Ayyıldız

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 28, 2016 03:26

October 26, 2016

NASIL YAZIYORLAR? (4)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte dördüncüsü, Tomris Uyar'ın kendi sesinden:

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 26, 2016 14:08

October 25, 2016

ÇÜNKÜ SADAKAT ŞART


   

Juan Pablo Villalobos imzalı Tavşan Deliğinde Fiesta dikkat çeken bir ilk kitap. İngilizce, Almanca, Fransızca, Portekizce, İtalyanca gibi pek çok  dile çevrildi ve 2011 yılında The Guardian'ın "En İyi İlk Kitap" finalistleri arasında yer aldı. Roman masumiyetin kaybolmasını, yalnızlığı, sadakati ve güç kazanmayı anlatıyor. Hikâyenin anlatıcısı Tochtli, bir uyuşturucu baronunun oğlu. Tanıdığı insan sayısı on dört ya da on beş, bir sürü de ölü tanıyor ama ölüler sayılmaz. Hayatta en çok istediği şey, bir Liberyalı cüce suaygırına sahip olmak. Dünyanın her köşesinden gelen şapkaların bulunduğu devasa bir şapka koleksiyonu var. Yatmadan önce mutlaka sözlük okuyor, şapkadan tavşan çıkarır gibi sözlükten kelime çıkarıyor. Yaşadığı sarayın ya da tavşan deliğinin dışındaki dünyayı özel öğretmeninin anlattığı kadarıyla biliyor.  Tochtli’nin sesi güçlü ve özgün. Hem edebi hem de bir çocuğun konuşabileceği yalınlıkta, basit, inandırıcı anlatım dili, romanın başından sonuna kadar korunuyor. Villalobos bu dili nasıl yarattığını Granta The Magazine of Writing ’de şöyle anlatıyor:
Yazarken belli bir yaş veya konumda makul bir ses yaratmak üzerine düşünmüyordum. Daha çok dille ilgileniyordum, beni cezbedecek bir ses bulmakla. Biz yazarların sorumluluğunun dile karşı -benim durumumda İspanyolca- olduğunu düşünüyorum; dilin sınırlarını araştırmak, genişletmek, müzikal bir seviyeye taşımak, bunun olasılıklarını araştırmak olduğunu düşünüyorum. Benim için bir şair ve romancının dille çalışması arasında herhangi bir fark yoktur. Bir okur olarak da aynı şey olur bana: Transparan veya objektif anlatıcılarla ilgilenmiyorum, beni kavrayacak kurgusal sesleri arıyorum. Bir kez Tochtli’nin sesini bulunca o sesi arıtmak için çok sıkı çalıştım. Romanı yazmak altı ayımı aldı ancak edit etmek iki yıldan fazla sürdü. Onun sesinin arkasında üç edebi anlatıcı olduğunu çok sonra anladım: iki çocuk ve bir ergen sesi: Un Mondo para Julius (A World For Julius , University of Wisconsin Press) Perulu yazar Alfrede Byrice, Cartucho(İngilizcede de aynı isimle basılmıştır, University of Texas Press) Meksikalı yazar Nellie Campobello) ve Çavdar Tarlasında Çocuklar J. D. Salinger.
Tochtli'nin yaşı tam olarak belirtilmiyor. Anlatılanlardan henüz ergenliğe girmediğini, etrafında dönen  uyuşturucu ve silah ticaretinin, rüşvetlerin, cinayetlerin tam ayırdında olmadığını anladığımız kahramanın sesi, yargılayıcı ve ahlakçı değil. Villalobos, bu sesi ve bakış açısını yakalayabilmesinin sebebinin Meksika'ya Meksika dışından bakabilmek olduğunu belirtiyor.
Eğer Meksika’da yaşasaydım bu romanı yazamayacağıma içtenlikle inanıyorum, diyor. Meksika'ya Meksika dışından bakabilmek mevzuunu biraz açalım: Söyleşiden Villalobos'un kitabı, Meksika'da uyuşturucu bağlantılı şiddetin patladığı, tırmandığı 2006 yılında, Barcelona'da yazmaya başladığını, her sabah yazma seansından önce webden iki üç Meksika gazetesi okuduğunu, haberlerin cesetlerle, yaralılarla dolu olduğunu öğreniyoruz. Politik olanı, içinde yaşarken, henüz çok tazeyken yazmanın çeşitli güçlükleri vardır. Olayları sindir(e)meden yazmaya koyulduğunuzda toplumcu, politik olarak doğrucu bir üslup, yaşananların yakıcılığı, kolaylıkla kurmacanın estetiğinin önüne geçebilir ancak Villalobos, aradaki mesafeyi kurmacanın lehine çevirmeyi başarıyor. Sonuç olarak Tochtli unutulmaz roman kahramanları arasında yerini alıyor.
Kitap üç bölümden oluşuyor, Tochtli'nin lüks bir hapishaneyi andıran, dış dünyadan izole, yalnız ev yaşamı, çok istediği Liberyalı cüce suaygırı almak üzere yapılan yolculuk ve eve dönüş. 
İlk bölümde Tochtli'nin dünyasını tanıyoruz. Hizmetçi ya da fahişe dışında kadınlara yer yermeyen, erkek egemen bir dünya, burası. Romanda Tochtli’nin annesinin kim olduğu, ona ne olduğu gibi bölümler boş bırakılmış. Annenin yokluğu, anneye olan özlem, anne şefkatinden yoksunluk, Tochtli’nin bitmek bilmeyen karın ağrılarıyla sezdiriliyor. Bu boşluk, okur olarak Tochtli'nin annesizliğini, bu suç imparatorluğu içindeki yalnızlığını, zavallılığını ve kaçınılmaz olarak günün birinde masumiyetini yitireceği günün geleceğini bize daha güçlü duyumsatıyor.  
Sahte pasaportlarla yapılan Liberya yolculuğunda Tochtli ilk evin dışına çıkıyor. Yolculuğun ardından eve değişerek dönüyor. Roman, çok büyük laflar etmeden narkotik dünyanın ortasında büyüyen bir çocuğun masumiyetini yitirmesini, yalnızlığı, güç kazanmayı ve belki de en çok sadakati anlatıyor. Çünkü narkotik dünyada hayatta kalmak için sadakat şart!



Tavşan Deliğinde Fiesta 
Juan Pablo Villalobos 
İspanyolcadan çeviren Çiğdem Öztürk 
MonoKL Edebiyat

Notlar:
Villabos verdiği söyleşide transparan anlatıcılardan hoşlanmadığını söylüyor. Şeffaflık, anlatıcıdan ziyade çevirmenin olmazsa olmazı, bence. Okuma deneyimi, araya bir çevirmenin girdiğini hissetmeden, tek kelimeye tökezlemeden su gibi akıp gidiyor. 
Kitapta yer alan El Raton Vaquero (Kovboy Fare) 1930'larda Francisco Gabilondo Soler'in bestelediği bir çocuk şarkısı. Şarkı çifte tabancalı, kovboy şapkalı, İngilizce konuşan bir fareyi anlatıyor. Dinlemek için:
  
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 25, 2016 14:05

Çünkü sadakat şart


   

Juan Pablo Villalobos imzalı Tavşan Deliğinde Fiesta dikkat çeken bir ilk kitap. İngilizce, Almanca, Fransızca, Portekizce, İtalyanca gibi pek çok  dile çevrildi ve 2011 yılında The Guardian'ın "En İyi İlk Kitap" finalistleri arasında yer aldı. Roman masumiyetin kaybolmasını, yalnızlığı, sadakati ve güç kazanmayı anlatıyor. Hikâyenin anlatıcısı Tochtli, bir uyuşturucu baronunun oğlu. Tanıdığı insan sayısı on dört ya da on beş, bir sürü de ölü tanıyor ama ölüler sayılmaz. Hayatta en çok istediği şey, bir Liberyalı cüce suaygırına sahip olmak. Dünyanın her köşesinden gelen şapkaların bulunduğu devasa bir şapka koleksiyonu var. Yatmadan önce mutlaka sözlük okuyor, şapkadan tavşan çıkarır gibi sözlükten kelime çıkarıyor. Yaşadığı sarayın ya da tavşan deliğinin dışındaki dünyayı özel öğretmeninin anlattığı kadarıyla biliyor.  Tochtli’nin sesi güçlü ve özgün. Hem edebi hem de bir çocuğun konuşabileceği yalınlıkta, basit, inandırıcı anlatım dili, romanın başından sonuna kadar korunuyor. Villalobos bu dili nasıl yarattığını Granta The Magazine of Writing ’de şöyle anlatıyor:
Yazarken belli bir yaş veya konumda makul bir ses yaratmak üzerine düşünmüyordum. Daha çok dille ilgileniyordum, beni cezbedecek bir ses bulmakla. Biz yazarların sorumluluğunun dile karşı -benim durumumda İspanyolca- olduğunu düşünüyorum; dilin sınırlarını araştırmak, genişletmek, müzikal bir seviyeye taşımak, bunun olasılıklarını araştırmak olduğunu düşünüyorum. Benim için bir şair ve romancının dille çalışması arasında herhangi bir fark yoktur. Bir okur olarak da aynı şey olur bana: Transparan veya objektif anlatıcılarla ilgilenmiyorum, beni kavrayacak kurgusal sesleri arıyorum. Bir kez Tochtli’nin sesini bulunca o sesi arıtmak için çok sıkı çalıştım. Romanı yazmak altı ayımı aldı ancak edit etmek iki yıldan fazla sürdü. Onun sesinin arkasında üç edebi anlatıcı olduğunu çok sonra anladım: iki çocuk ve bir ergen sesi: Un Mondo para Julius (A World For Julius , University of Wisconsin Press) Perulu yazar Alfrede Byrice, Cartucho(İngilizcede de aynı isimle basılmıştır, University of Texas Press) Meksikalı yazar Nellie Campobello) ve Çavdar Tarlasında Çocuklar J. D. Salinger.
Tochtli'nin yaşı tam olarak belirtilmiyor. Anlatılanlardan henüz ergenliğe girmediğini, etrafında dönen  uyuşturucu ve silah ticaretinin, rüşvetlerin, cinayetlerin tam ayırdında olmadığını anladığımız kahramanın sesi, yargılayıcı ve ahlakçı değil. Villalobos, bu sesi ve bakış açısını yakalayabilmesinin sebebinin Meksika'ya Meksika dışından bakabilmek olduğunu belirtiyor.
Eğer Meksika’da yaşasaydım bu romanı yazamayacağıma içtenlikle inanıyorum, diyor. Meksika'ya Meksika dışından bakabilmek mevzuunu biraz açalım: Söyleşiden Villalobos'un kitabı, Meksika'da uyuşturucu bağlantılı şiddetin patladığı, tırmandığı 2006 yılında, Barcelona'da yazmaya başladığını, her sabah yazma seansından önce webden iki üç Meksika gazetesi okuduğunu, haberlerin cesetlerle, yaralılarla dolu olduğunu öğreniyoruz. Politik olanı, içinde yaşarken, henüz çok tazeyken yazmanın çeşitli güçlükleri vardır. Olayları sindir(e)meden yazmaya koyulduğunuzda toplumcu, politik olarak doğrucu bir üslup, yaşananların yakıcılığı, kolaylıkla kurmacanın estetiğinin önüne geçebilir ancak Villalobos, aradaki mesafeyi kurmacanın lehine çevirmeyi başarıyor. Sonuç olarak Tochtli unutulmaz roman kahramanları arasında yerini alıyor.
Kitap üç bölümden oluşuyor, Tochtli'nin lüks bir hapishaneyi andıran, dış dünyadan izole, yalnız ev yaşamı, çok istediği Liberyalı cüce suaygırı almak üzere yapılan yolculuk ve eve dönüş. 
İlk bölümde Tochtli'nin dünyasını tanıyoruz. Hizmetçi ya da fahişe dışında kadınlara yer yermeyen, erkek egemen bir dünya, burası. Romanda Tochtli’nin annesinin kim olduğu, ona ne olduğu gibi bölümler boş bırakılmış. Annenin yokluğu, anneye olan özlem, anne şefkatinden yoksunluk, Tochtli’nin bitmek bilmeyen karın ağrılarıyla sezdiriliyor. Bu boşluk, okur olarak Tochtli'nin annesizliğini, bu suç imparatorluğu içindeki yalnızlığını, zavallılığını ve kaçınılmaz olarak günün birinde masumiyetini yitireceği günün geleceğini bize daha güçlü duyumsatıyor.  
Sahte pasaportlarla yapılan Liberya yolculuğunda Tochtli ilk evin dışına çıkıyor. Yolculuğun ardından eve değişerek dönüyor. Roman, çok büyük laflar etmeden narkotik dünyanın ortasında büyüyen bir çocuğun masumiyetini yitirmesini, yalnızlığı, güç kazanmayı ve belki de en çok sadakati anlatıyor. Çünkü narkotik dünyada hayatta kalmak için sadakat şart!



Tavşan Deliğinde Fiesta 
Juan Pablo Villalobos 
İspanyolcadan çeviren Çiğdem Öztürk 
MonoKL Edebiyat

Notlar:
Villabos verdiği söyleşide transparan anlatıcılardan hoşlanmadığını söylüyor. Şeffaflık, anlatıcıdan ziyade çevirmenin olmazsa olmazı, bence. Okuma deneyimi, araya bir çevirmenin girdiğini hissetmeden, tek kelimeye tökezlemeden su gibi akıp gidiyor. 
Kitapta yer alan El Raton Vaquero (Kovboy Fare) 1930'larda Francisco Gabilondo Soler'in bestelediği bir çocuk şarkısı. Şarkı çifte tabancalı, kovboy şapkalı, İngilizce konuşan bir fareyi anlatıyor. Dinlemek için:
  
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 25, 2016 14:05

October 24, 2016

KELİMELERLE OYUN OYNAMAK

Yazmayı seviyorsunuz ama nereden başlayacağınızı bilmiyorsunuz, ya da çok severek gittiğiniz atölye bitti, size ödev veren biri olmayınca yazı masasının başına oturmuyorsunuz. Üzerinizde bir rehavet, ağırlık... Kafanızdaki yüzlerce şahane fikir, yazıya döndüğü anda parlaklığını yitiriyor, hevesinizi kaybediyorsunuz. Gelin işleri kolaylaştıralım. Ve yazmayı bir oyuna çevirelim. Rehberimiz de Holly Lisle olsun. Çıkarın kâğıt kalemi, başlıyoruz. Holly Lisle'den Yazma Önerileri (*) Listeler yapın, bir kelimelik listeler: sizi heyecanlandıran, korkutan, hayalini kurduğunuz, umut ettiğiniz,  sizi dehşete düşüren ve savaşmaktan kaçındığınız şeyler hakkında. Listeye alacağınız kelimeleri sözlükten rastgele seçmeyin, sizin için bir anlam ifade etsinler. Listenizi çoğaltabilirsiniz: çocukluk anıları, düşler ve kabuslar, sihirle kendime hediye edeceğim 10 yetenek, eğer bir milyon dolarım olsaydı ... alırdım, en çok istediğim şey, yapmaktan kaçındığım şey, ürpertici şeyler, seksi şeyler, en iyi yiyecekler, en iyi zamanlar... Kendi listelerinizi yapın.
Bu listeleri aşağıdaki yazmayı tetikleyecek oyunlar için kullanın.
Üç Kelime Üç farklı listeden birer kelime seçin. Bu kelimelerle bir başlık yaratın. Şuna benzer tuhaf bir başlığınız olabilir: Çıplak Kırık Gözlüklü Maymunlar. Kelimeler hakkında düşünmeden yazmaya başlayın. Bırakın kelimeler sizin için büyülü imajlar ve hikâyeler yaratsın. 10 dakika boyunca hiç durmadan ve herhangi bir şeyi düzeltmeden yazın. 
Kuyruğunu Yakala Listelerinden birinden rastgele bir kelime seçin. Düşünmek için durmadan, geriye dönmeden, düzeltmeden iki ya da üç dakika yazın. Sonra bir başka listeden rastgele yeni bir kelime seçin. Bu kelimeyi şimdiye kadar  yazdıklarınızla bütünlük sağlayarak yazmaya devam edin. İki ya da üç dakika yazın, sonra bir başka listeden yeni bir kelime seçin ve şimdiye kadar yazdığınız iki bölüme bağlayın. Bu şekilde istediğin kadar devam edebilirsiniz. 
Tema Rastgele tek bir kelime seçin. On dakika boyunca bu kelime hakkında yazın: hakkındaki her şeyi keşfedin, bu kelime sizin üzerinizde neden etkili, hangi hatıraları tetikliyor, hangi umutları ya da korkuları sarsıyor, yazarken hangi mekânlar, sahneler, tatlar beliriyor. İçindeki sansürcüyü susturun, hiç durmadan, düzeltmeden yazın.  
Bu oyunların farklı varyasyonlarını yapabilir, tek başınıza ya da yazı gruplarında farklı yazarlarla oynayabilirsiniz. Amaç, görünenin altındaki kazmak ve kendinizden bile sakladığınız şeyleri özgür bırakmaktır. *Holly Lisle'nin yazma önerileri, yazarın kişisel web sayfasındaki "Yazarlık Sesinizi Bulmanın 10 Adımı" başlıklı yazıdan kısaltılarak derlenmiştir.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 24, 2016 23:42

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.