Tuğba Gürbüz's Blog, page 87
March 12, 2017
TED KONUŞMALARI
Marina Abramovic'in "An Art Made of Trust, Vulnerability and Connection" başlıklı TED Konuşması
Published on March 12, 2017 10:11
March 1, 2017
NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (33)
Benim İçin Yazı Hâlâ Bir Terapi
“Yine mi duvarlara konuşuyorsun?”Ben 9 yaşındayım. Tuvaletteyim. Annem bu soruyu kapının dışından soruyor. Bu annemin sık sık sorduğu bir soru çünkü ben hep duvarlara, kendi kendime konuşuyorum. Yazı yolculuğun nereden başladı diye sorduklarında önce bu anı gelir aklıma. Yazıyı bir yol olarak seçmeden çok önce sanırım kurgu vardı hayatımda. Birisini ziyarete gitmeden önce onunla yapacağımız sohbetin tüm diyaloglarını, neler olacağını zihnimde kurgulardım. Bugün bunun belki de bir savunma olduğunu düşünüyorum. Kendimi gelecekte olabileceklere hazırlamak gibi. Demek ki kaygılarım vardı, sorularım oluşuyordu. Kurgu beni okumaya, okuma daha çok sorgulamaya taşıdı. Sonra o zihnimdeki sesler çoğalınca, bir yere akmaları gerekti. Sanırım ben de yazmaya başladım.
Üniversite zamanı geldiğinde Amerika’da yaşıyorduk. Yaratıcı yazarlık okumak istediğimi çok iyi biliyordum ama yine de işletme seçtim. Iki sene sonra beni bölümden attılar, iktisad okumayı denedim, gazetecilik denedim. Olmadı. Sonunda edebiyat fakültesine girdim ve not ortalamamı 0.75’den 3’e çıkarttım. Yaratıcı Yazarlık Lisans diploması ile okuldan ayrılırken yazar olduğumu sanıyordum. Tek eksiğim deneyim diye düşünüyordum. O zamanlar yeni mezunlar New York’ta ölüm haberleri yazardı, Yüksek Lisans okurlardı veya kitap yazmaya, yazar olarak deneyim kazanmaya başlardı. Belki de korktuğum içindir, ben yine yazıdan vazgeçtim ve İngilizce öğretmenliğine kaydım. Aradan yine yıllar geçti. O yıllarda ailemi bırakıp Türkiye’ye geldim. Amerika’nın düzenli sistematik yaşamından sonra Türkiye bir yazar için cennet gibiydi. Her gün yeni bir olay, farklı kişiler ve değişim olan bu ülkede kesin yazar olurdum. Yine öğretmen oldum ve yüksek lisansımı eğitim üzerine yaptım. Sanırım hep kaçtım. Yazmaktan kaçmadım, yazmaya devam ettim ama paylaşmak ürkütüyordu. Başarısız olmak, beğenilmemek gibi kaygılarımdan dolayı hep erteledim. Ertelerken bir yandan da sürekli yazmak üzerine bilgimi arttırıyor, kendi kendime yazıyordum. O dönemlerde bir öykü yazdım, İngilizce. O bir uluslararası kadın dergisinde yayımlandı ve ben 100 dolar kazandım. Yine de kendime ve yazıma inancım zayıftı ve üstüne gitmedim.
Kendi kendime yazdıklarım bir süre sonra terapi olmaya başladı. Yazdıkça yaşadıklarıma anlam veriyor, kendimi oluşturuyordum bir anlamda. Öğretmenlikten şifacılığa geçtim. Uzun bir süre Reiki, EFT, Geçmiş Yaşam terapisi gibi enerji bazlı çalışmalar yaptım. Ama yazı hep vardı hayatımda. Sadece bana aitti. Sonra bir gün birisi istedi diye yazmayı küçük bir gruba öğretmeye başladım. Ve herşey ondan sonra farklı bir yola girdi. Belki de yazarlıktan daha çok sevdiğim öğretme yolunun benim için doğru yol olduğunu şimdi görebiliyorum. Öğrenciler arttı, derslerin sayısı çoğaldı. O arada ben iki kitap çıkarttım. Yazarak Hafifleyin ve Şifayı Beklerken bildiğim, denediğim yazı alıştırmalarını, kendi yolculuğumu, farkındalıklarımı başkalarıyla paylaşma çabamdı. Her iki kitabı da yazarken yıllar içinde biriken yazılarımı topladım, derledim, kitap yaptım. Son kitabım Hepsi 6dk, Mart başında çıkıyor. O da üç yıldır yazdığım altı dakika yazılarının derlemesidir. Hepsinde benim yolculuğumun izleri var. Ben her zaman yazının bir sonuç değil, bir süreç olduğunu düşündüm, öyle yaşadım. Süreç iyi, doyumlu ve dürüst yaşanırsa, yazılar o dürüstlüğü yansıtır, insanın ruhunun en kuytu köşelerinden çıkarsa sonuç zaten oluşur inancım hep vardı.
Verdiğim dersler çoğalınca, mekânlar tutmaya başladım. Orada ders verdim. 2010 yılında İstanbul’u Yazıyorum projesi ile 4 yıl sürecek bir yolculuğa çıktım. Her ay İstanbul bizim yazı mekânımız oldu. Bazen 10 bazen 30, çoğu kadın, yazmayı sevenlerle buluştuk ve semt semt İstanbul’u gezdik, bize nasıl dokunduğunu yazıyla anlattık. İstanbul’u Yazıyorum beni 2012’de daha büyük bir hamle yapmaya taşıdı ve Yazı Evi’ni açtım. Önceleri kendim için bir yazı alanı olarak düşündüm Yazı Evini. Belki evinde yazmakta zorlananlar gelir, beraber yazarız dedim. İlk atölyeme on dört kişi kaydoldu. Yazı Evi hızla çoğaldı. İyi yazan dostlarım oldu, onlar ders vermeye başladı. Derken aradan beş yıl geçti ve bugün Roman’dan Şiir’e uzanan, çok değerli, yazmak isteyen insanlara cesaret vermeyi öncelik sayan eğitmenlerin yürüttüğü bir atölye yelpazemiz var.
Üç senedir roman yazmaya çalışıyorum. Her sene yaz aylarında yazıyor, kışın romanı uykuya yatırıyorum. Sanıyorum kurduğum yaşamları sindirmem, onları anlamam ve tanımam gerekiyor. Ben yaralı karakterler getirdim romanıma, şimdi onlarla çalışıp onların iyileşmesine çabalıyorum. Bu da zaman alıyor doğal olarak. Yazı Evi'nde benim verdiğim tüm yazı atölyelerine bir şekilde terapi giriyor çünkü benim için yazı hâlâ bir terapi. O hiç değişmedi. YEŞİM CİMCOZ
“Yine mi duvarlara konuşuyorsun?”Ben 9 yaşındayım. Tuvaletteyim. Annem bu soruyu kapının dışından soruyor. Bu annemin sık sık sorduğu bir soru çünkü ben hep duvarlara, kendi kendime konuşuyorum. Yazı yolculuğun nereden başladı diye sorduklarında önce bu anı gelir aklıma. Yazıyı bir yol olarak seçmeden çok önce sanırım kurgu vardı hayatımda. Birisini ziyarete gitmeden önce onunla yapacağımız sohbetin tüm diyaloglarını, neler olacağını zihnimde kurgulardım. Bugün bunun belki de bir savunma olduğunu düşünüyorum. Kendimi gelecekte olabileceklere hazırlamak gibi. Demek ki kaygılarım vardı, sorularım oluşuyordu. Kurgu beni okumaya, okuma daha çok sorgulamaya taşıdı. Sonra o zihnimdeki sesler çoğalınca, bir yere akmaları gerekti. Sanırım ben de yazmaya başladım.
Üniversite zamanı geldiğinde Amerika’da yaşıyorduk. Yaratıcı yazarlık okumak istediğimi çok iyi biliyordum ama yine de işletme seçtim. Iki sene sonra beni bölümden attılar, iktisad okumayı denedim, gazetecilik denedim. Olmadı. Sonunda edebiyat fakültesine girdim ve not ortalamamı 0.75’den 3’e çıkarttım. Yaratıcı Yazarlık Lisans diploması ile okuldan ayrılırken yazar olduğumu sanıyordum. Tek eksiğim deneyim diye düşünüyordum. O zamanlar yeni mezunlar New York’ta ölüm haberleri yazardı, Yüksek Lisans okurlardı veya kitap yazmaya, yazar olarak deneyim kazanmaya başlardı. Belki de korktuğum içindir, ben yine yazıdan vazgeçtim ve İngilizce öğretmenliğine kaydım. Aradan yine yıllar geçti. O yıllarda ailemi bırakıp Türkiye’ye geldim. Amerika’nın düzenli sistematik yaşamından sonra Türkiye bir yazar için cennet gibiydi. Her gün yeni bir olay, farklı kişiler ve değişim olan bu ülkede kesin yazar olurdum. Yine öğretmen oldum ve yüksek lisansımı eğitim üzerine yaptım. Sanırım hep kaçtım. Yazmaktan kaçmadım, yazmaya devam ettim ama paylaşmak ürkütüyordu. Başarısız olmak, beğenilmemek gibi kaygılarımdan dolayı hep erteledim. Ertelerken bir yandan da sürekli yazmak üzerine bilgimi arttırıyor, kendi kendime yazıyordum. O dönemlerde bir öykü yazdım, İngilizce. O bir uluslararası kadın dergisinde yayımlandı ve ben 100 dolar kazandım. Yine de kendime ve yazıma inancım zayıftı ve üstüne gitmedim.
Kendi kendime yazdıklarım bir süre sonra terapi olmaya başladı. Yazdıkça yaşadıklarıma anlam veriyor, kendimi oluşturuyordum bir anlamda. Öğretmenlikten şifacılığa geçtim. Uzun bir süre Reiki, EFT, Geçmiş Yaşam terapisi gibi enerji bazlı çalışmalar yaptım. Ama yazı hep vardı hayatımda. Sadece bana aitti. Sonra bir gün birisi istedi diye yazmayı küçük bir gruba öğretmeye başladım. Ve herşey ondan sonra farklı bir yola girdi. Belki de yazarlıktan daha çok sevdiğim öğretme yolunun benim için doğru yol olduğunu şimdi görebiliyorum. Öğrenciler arttı, derslerin sayısı çoğaldı. O arada ben iki kitap çıkarttım. Yazarak Hafifleyin ve Şifayı Beklerken bildiğim, denediğim yazı alıştırmalarını, kendi yolculuğumu, farkındalıklarımı başkalarıyla paylaşma çabamdı. Her iki kitabı da yazarken yıllar içinde biriken yazılarımı topladım, derledim, kitap yaptım. Son kitabım Hepsi 6dk, Mart başında çıkıyor. O da üç yıldır yazdığım altı dakika yazılarının derlemesidir. Hepsinde benim yolculuğumun izleri var. Ben her zaman yazının bir sonuç değil, bir süreç olduğunu düşündüm, öyle yaşadım. Süreç iyi, doyumlu ve dürüst yaşanırsa, yazılar o dürüstlüğü yansıtır, insanın ruhunun en kuytu köşelerinden çıkarsa sonuç zaten oluşur inancım hep vardı.
Verdiğim dersler çoğalınca, mekânlar tutmaya başladım. Orada ders verdim. 2010 yılında İstanbul’u Yazıyorum projesi ile 4 yıl sürecek bir yolculuğa çıktım. Her ay İstanbul bizim yazı mekânımız oldu. Bazen 10 bazen 30, çoğu kadın, yazmayı sevenlerle buluştuk ve semt semt İstanbul’u gezdik, bize nasıl dokunduğunu yazıyla anlattık. İstanbul’u Yazıyorum beni 2012’de daha büyük bir hamle yapmaya taşıdı ve Yazı Evi’ni açtım. Önceleri kendim için bir yazı alanı olarak düşündüm Yazı Evini. Belki evinde yazmakta zorlananlar gelir, beraber yazarız dedim. İlk atölyeme on dört kişi kaydoldu. Yazı Evi hızla çoğaldı. İyi yazan dostlarım oldu, onlar ders vermeye başladı. Derken aradan beş yıl geçti ve bugün Roman’dan Şiir’e uzanan, çok değerli, yazmak isteyen insanlara cesaret vermeyi öncelik sayan eğitmenlerin yürüttüğü bir atölye yelpazemiz var.
Üç senedir roman yazmaya çalışıyorum. Her sene yaz aylarında yazıyor, kışın romanı uykuya yatırıyorum. Sanıyorum kurduğum yaşamları sindirmem, onları anlamam ve tanımam gerekiyor. Ben yaralı karakterler getirdim romanıma, şimdi onlarla çalışıp onların iyileşmesine çabalıyorum. Bu da zaman alıyor doğal olarak. Yazı Evi'nde benim verdiğim tüm yazı atölyelerine bir şekilde terapi giriyor çünkü benim için yazı hâlâ bir terapi. O hiç değişmedi. YEŞİM CİMCOZ
Published on March 01, 2017 12:30
February 27, 2017
ÇİÇEKLİ ŞİİRLER(*)
Amerikalı doğabilimci John Burroughs "Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir," diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek. Bu amaçla biz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.
Gonca Mine Çelik, asıl mesleği okul öncesi öğretmenliğin yanı sıra yürüttüğü doğa eğitimciliği, buzağı bakıcılığı, çobanlık, domates yetiştiriciliği gibi işlerden edindiği deneyimleri ve gözlemleri çizgilerine ve satırlarına yansıtmaya devam ediyor. Çelik, Bir Kitap Yolla'dan yayımlanan son kitabı Çiçekli Şiirler'de çocuk okurları, içinden doğanın, mevsimlerin, insan duygularının anlık kesitlerinin geçtiği şiirlerle buluşturuyor. Biçimsel olarak 5-7-5 hece ölçüsü ve üç satır kuralına sadık kalmadan geleneksel Japon şiiri haikudan esinlenerek kendi formunu yaratıyor. Kitapta yer alan yirmi üç şiir, konularını, çiçeklerden, hayvanlardan, doğayla bütüncül yaşayan köylülerden ve her fırsatta kendini doğanın kollarına atan şehirli insanlardan alıyor. Gonca Mine Çelik'in ilham kaynağının doğanın ta kendisi olduğunu söylemek mümkün. Yaratım sürecinde suluboya defterini yanına alarak doğada zaman geçiren Çelik, gözüne, ruhuna dokunan her şeyi resmetmiş. Böylece ortaya pastoral bir güzelleme çıkmış.
Çiçekli Şiirler çocukları doğada rengârenk bir yolculuğa çıkarıyor ve içlerine şiirden zevk alma tohumları ekiyor.
Çiçekli Şiirler
Yazan ve resimleyen Gonca Mine Çelik
Bir Kitap Yolla Meav Yayıncılık
Bu yazı 25/Şubat/2017 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar köşesinde yayımlanmıştır.
Gonca Mine Çelik, asıl mesleği okul öncesi öğretmenliğin yanı sıra yürüttüğü doğa eğitimciliği, buzağı bakıcılığı, çobanlık, domates yetiştiriciliği gibi işlerden edindiği deneyimleri ve gözlemleri çizgilerine ve satırlarına yansıtmaya devam ediyor. Çelik, Bir Kitap Yolla'dan yayımlanan son kitabı Çiçekli Şiirler'de çocuk okurları, içinden doğanın, mevsimlerin, insan duygularının anlık kesitlerinin geçtiği şiirlerle buluşturuyor. Biçimsel olarak 5-7-5 hece ölçüsü ve üç satır kuralına sadık kalmadan geleneksel Japon şiiri haikudan esinlenerek kendi formunu yaratıyor. Kitapta yer alan yirmi üç şiir, konularını, çiçeklerden, hayvanlardan, doğayla bütüncül yaşayan köylülerden ve her fırsatta kendini doğanın kollarına atan şehirli insanlardan alıyor. Gonca Mine Çelik'in ilham kaynağının doğanın ta kendisi olduğunu söylemek mümkün. Yaratım sürecinde suluboya defterini yanına alarak doğada zaman geçiren Çelik, gözüne, ruhuna dokunan her şeyi resmetmiş. Böylece ortaya pastoral bir güzelleme çıkmış.
Çiçekli Şiirler çocukları doğada rengârenk bir yolculuğa çıkarıyor ve içlerine şiirden zevk alma tohumları ekiyor.
Çiçekli Şiirler
Yazan ve resimleyen Gonca Mine Çelik
Bir Kitap Yolla Meav Yayıncılık
Bu yazı 25/Şubat/2017 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar köşesinde yayımlanmıştır.
Published on February 27, 2017 13:00
February 26, 2017
TAŞ GİBİ OLUN*
Zihin istihza ile kendinden geçtiğinde
Ve gururla ve mağrur ukalalıkla dolduğunda,
Ve başkalarının gizli kusurlarını göstermek,
Eski çekişmeleri ortaya dökmek ya da hilekârlık yapmak istediğinizde,
Övülmek için olta attığınıza
Ya da başka birini eleştirip adını lekelediğinizde
Ya da sert bir dil kullanıp kavga çıkarmaya çalıştığınızda,
İşte bu zamanlarda taş gibi olun.
SHANTİDEVA
Çeviren İlknur Urkun Kelso
*Alıntı Belirsizlik ve Değişimle Birlikte Güzel Bir Hayat kitabından yapılmıştır.
Ve gururla ve mağrur ukalalıkla dolduğunda,
Ve başkalarının gizli kusurlarını göstermek,
Eski çekişmeleri ortaya dökmek ya da hilekârlık yapmak istediğinizde,
Övülmek için olta attığınıza
Ya da başka birini eleştirip adını lekelediğinizde
Ya da sert bir dil kullanıp kavga çıkarmaya çalıştığınızda,
İşte bu zamanlarda taş gibi olun.
SHANTİDEVA
Çeviren İlknur Urkun Kelso
*Alıntı Belirsizlik ve Değişimle Birlikte Güzel Bir Hayat kitabından yapılmıştır.
Published on February 26, 2017 23:57
Bir Şekerleme İster misin Massi?(*)
“Klişelerden uzak durun. Güneş, tepede parlayan bir tepsiye benzemesin,” diyorsunuz profesör. Kürsüden inip aramızda dolaşıyorsunuz. Sırtınızda yaz kış üzerinizden çıkarmadığınız ceket. Ayakkabılarınızın kösele tabanı, kararlı ve sert adımlarla dövüyor amfinin taş zeminini. Omuzlarımızın üzerinden kâğıtlarımızı okuyor, yüzünüzü buruşturuyor, kaşlarınızı kaldırıyorsunuz. Bunu özellikle yapıyorsunuz, biliyorum. İlk nasihatiniz: "Sizi izleyen gözlerden kurtulun, oto sansürü yenin." Açıkça meydan okuyorsunuz. Bu hâliniz babamı andırıyor profesör, korkuyorum, yazamıyorum. Babam ve siz, bir bütünsünüz artık. Üzerime yürüyorsunuz. Merdivenlerden yukarı odama kaçmaya çalışıyorum. Ayağım takılıyor. Düşeyazıyorum. Annem hemen ardınızda. Saçları fönlü, üzerinde ten rengi elbise. Elini uzatıyor, durdurmak istiyor. Öyle saydam ki, görülmüyor. İnce dudaklarından dökülen sesler duyuluyor yalnızca. "Bir şekerleme ister misin Massi?" Sınav başlayalı tam yirmi üç dakika oldu, profesör. Önümdeki kâğıt boş. İlham perimi bekliyorum. Zihnimde birbirinden alakasız pek çok kelime uçuşuyor, tüy gibi, bulut gibi, dondurma gibi. Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Sıranın üzerine bir daire çiziyorum. İçine adımı yazıyorum. Massi, küçük bir çocukken annemin beni çağırdığı gibi, Mas-si. Etrafını kelimelerle, kısa cümlelerle sarıyorum. Dik dur Massi. Omuzlar yukarı. Yine mi alkol aldın Massi? Bu halde araba mı kullandın Massi? Seni sevmiyorum Massi. Beni arama Massi. Kızgın, hayal kırıklığına uğramış, öfkeli Massi. İyi çocuk Massi. İşbirliğine açık Massi... Kalemi sıkmaktan avuçlarım acıyor. Serçe parmağımın uzamış tırnağı, avuç içimi kanatıyor. İsa gibi, kanıyorum profesör. Farkına varamıyorsunuz. Gözleriniz, sınıfın en seksi kadınlarının bacaklarında, memelerinde... Bakışlarınız sırnaşık. Anneme de böyle mi bakıyordunuz, profesör? Başım bir gülle kadar ağır şimdi. Elimle destekliyorum. Bedenim iyice kaykılıyor. Ağzı açık bir çuval gibiyim, kelimeler kümelendiği yerden dolu dizgin çıktı, çıkacak. Kanadığım yerden yazacağım profesör, göz yaşlarımı akıttığım yerden.Her şeyi başlatan o ağustos gününü hatırladığımda aklıma gelenler bütünüyle klişe. En iyi bildiğim şekilde yazayım. Dilediğiniz yerden kırparsınız notumu. Üzerine kırmızı kalemle not almazsanız gücenirim. Başlıyorum. Güneş tepedeki malikânenin üzerinde bir tepsi gibi parlıyordu. Massimiano, yatağının içinde huzursuzca sağa sola döndü. Dışarıda yaprak kımıldamıyordu. Alnında biriken terler, sicim gibi iniyordu. Saate baktı. İkiye yaklaşıyordu. Sabırsızca ayağa fırladı. Pencereden dışarıyı izlemeye koyuldu. Babası iki arkadaşıyla tenis oynamaya devam ediyordu. Dördüncü olarak çağrılmamak için odasında pinekliyor, malikâneye çıkan yokuşu tırmanacak Vespanın, kaskın altında uçuşan koyu kestane rengi saçların yolunu gözlüyordu. Serena'nın babasına ait olduğunu düşündüğü gümüş rengi arabayı görünce, merdivenlerden aşağı koşarak indi.Beş duyu mu istiyordunuz, profesör? Biraz sese ne dersiniz? Bulaşık makinesinden çıkarılan çatal kaşıkların birbirine çarpmasından doğan sese, soğutulmuş kovanın içine dökülen buzların sesi karışıyordu. Konukları düşünen annesinin, mutfak personeline gerekli talimatları verdiği, eve yayılan kokulardan belliydi. Taze nane ve zencefille tatlandırılmış limonata, kızarmış sosisli ve peynirli küçük börekler, biraz yüzdükten sonra midelerini şenlendirecekti.Mekânı genişletmeliyim belki de... Doğduğum evi, sizin kadar iyi tasvir edemiyorum profesör. Romanınız yanımda olsa, oradan bakabilirdim. Tepedeki eve sığınmış amatör oyuncu, şehre tepeden bakan mağrur evin sakinleri... Bana yazmayı öğretin profesör, kelimelerle öç almayı. Babam hakkında yazdıklarınız tek katmanlı. İşin kolayına kaçmışsınız profesör. Sizden çok daha iyisini beklerdim. Gücünü, merak edilen gerçeklik duygusundan alan bir roman için bu kadarı yeterli diye mi düşündünüz? Sahi, annem anlattığınız kadar ateşli mi? Bana abartıyor gibi geldiniz. Tabii siz Serana'yı görmediniz. Serena, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Serena; dilin ucu damaklardan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Se-re-na. Aşkın dört mevsimini anlatacağım size profesör. Neşeli ilkbahar, her şeyi solduran yaz, kekre sonbahar, ve nihayet kış; soğuk ve ayaz... Çok üşüyorum profesör. Bana ceketinizi verir misiniz?
* Bu öykü 8/1/2017 tarihinde Birgün Pazar Haftanın Öyküsü köşesinde yayımlanmıştır.
Published on February 26, 2017 07:17
February 25, 2017
BELMA FIRAT'A SORDUM
Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine, bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak istediğimi fark ettim.
Öykücülere Sordum Belma Fırat ile devam ediyor.
Öykü ne değildir?
Ursula K. Leguin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar isimli eserinde (Metis, sa: 63-64) yazarın; salıverilmiş ego parçalarından ibaret belagatli mesajlarla, birikmiş zehirlerini akıtmak için okurunu çöp tenekesi olarak kullanamayacağından söz ediyor. Elbette, burada ifade edilen sadece öykü değil, bütün edebiyat eserleri için geçerli bir kaygıdan söz ediyoruz ve ben bunu etik bir problem olarak çok önemsiyorum. Öykünün ne olup ne olmadığına dair birçok düşünce öne sürülebilir ancak bana göre bunların hepsinden önce; öykü, yazarın içini boşaltmak için okuyucuyu bencilce alet ettiği bir mecra olmamalı.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğum tek bir şiirden söz etmek benim için imkânsız. Ancak soruyu okuduğumda ilk aklıma düşen şiiri paylaşabilirim.
EKMEK VE YILDIZLAREkmek dizimdeYıldızlar tâ uzaktaEkmek yiyorum yıldızlara bakarak Öyle dalmışım ki sormayın Bazan şaşırıp ekmek yerineYıldız yiyorum Oktay Rifat Biz yazan ya da genel olarak sanatla uğraşan insanlar galiba yıldız yiyoruz. Yıldız benim için uzakları, dışımda-ötemde olanları, bilinmeyen dünyaları, ötekileri, hayalleri ve rüyaları temsil ediyor. Yazmak için gündelikOlanın dışına çıkmamız gerekiyor. Bir yandan ekmek peşinde koşarız, bir yandan da yıldızlara bakarak sanat yaparız. Yaşam bizden zorunlu olarakher ikisini de talep eder. Belki ekmek derdi olmasa yıldızlar da olmazdı çünküsanat insanın zorluklarla başa çıkmak için ortaya koyduğu insanca, insana has bir edimdir. Öte yandan, ekmek ve yıldızları bir metafor olarak, gerçeklik ile düş ikiliği çerçevesinde düşündüğümde yaşadığım zihinsel çağrışım beni Nietzche'nin Tragedya'nın Doğuşu isimli eserinde ele aldığı Apollon/Dionysosilişkisine götürüyor. Dionysos şarap tanrısıdır ve düşleri, hayalleri, esrimeyi, kendinden geçmeyi, kendi "ben"inin dışına çıkmayı, bireyliği terk etmeyi temsileder. Dionysıs ayinleri sırasında hakikat ile hemhâl oluruz ancak bu hakikat başa çıkabileceğimiz bir hakikat değildir. Bunu başarmak hakikate bakabilmek için onuduyulur bir sanat formuna kavuşturmak gerekir. Bu da müziğin, sanatın, şiirin tanrısı Apollon'a düşer. Apollon bize güzeli, uyumu, ölçüyü verir. Özetle, şiirin tözüDionysos ise onu haz veren, dayanılır kılan bir sanatsal forma kavuşturan Apollon'dur. Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?Bu soruya Aslı Erdoğan’ın Taş Bina ve Diğerleriisimli öykü kitabındaki Mahpus isimli öyküden bir örnekle yanıt vermek istiyorum. “Oradan buradan, tanıdıklardan, ikinci el dükkânlardan toparladığı, hor kullanılmış eşyalarla dolu oda, hırkaların, battaniyelerin, tomar tomar gazetelerin altında güçlükle soluk alıyordu.” (Aslı Erdoğan, Taş Bina ve Diğerleri, Mahpus, sa:41, Everest Yayınları)Burada hor kullanılmış olan kimdir, güçlükle soluk alan kimdir? Bana öykü kişisi gibi geliyor. Öyle ise edebi mekânda kurulan atmosfer sadece bir betimlemeler zinciri olamaz. Aslı Erdoğan’ın bu pasajında atmosferin öykü kişisinin ruh dünyasından bağımsız olmadığını ve hatta öykü kişisinin iç dünyasının dışa vurulması için incelikli bir şekilde örüldüğünü, iç yaşantının temsil edilmesine hizmet ettiğini görüyoruz. Öyküde ya da herhangi bir edebiyat metninde betimlemenin sadece edebi mekânın tasviri olarak kullanılması bence eserde fazlalık, kalabalık yaratmaktan başka bir işe yaramaz. Büyük yazarların yapıtları, betimleme doğru bir şekilde kullanıldığında, eserin ufkunun nasıl genişleyeceği, katmanların nasıl derinleşeceği konusunda yol göstericidir. Dönüp dönüp okumalı.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?Bu soruya Jean Paul Sartre’ın Edebiyat Nedir isimli eserinden bir alıntı ile yanıt vermek isterim.“Aynı çağda, aynı toplumda yaşayan, aynı olayları yaşamış bulunan, kendilerine aynı soruları soran ya da aynı sorulardan kaçınan kişilerin ağzındaki tat da aynıdır, aralarında aynı suç ortaklığı, aynı ölüler vardır.” (Sartre, Edebiyat Nedir, sa:72, Can Yayınları)Ne yazar ne de okuyucu boş bir zihindir. Her ikisi de tarihe batmıştır. İçinde bulunduğu tarihsel koşullar tarafından belirlenmiş olan yazarın eserini okuması için çağrıda bulunduğu okur da, kaçınılmaz olarak, metne, taşıdığı tarihsel yükün ağırlığı altında yaklaşacaktır. Yine sözü Sartre’a bırakırsak:“Aynı tarih içine gömülmüş bulunan ve bu tarihi yaratmaya aynı ölçüde katılan bu insanlar arasında, kitabın dilmaçlığıyla tarihsel bir bağlantı kurulmaktadır. Yazma ile okuma aynı tarihsel olgunun iki yüzüdür...” (J.P.Sartre, Edebiyat Nedir, sa:73-74, Can Yayınları)Özetle, öykücü çağının tanığı olmaktan kaçınamaz.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?Tıkandığım zaman çoğunlukla yürüyüşe çıkarım. Edebi eser üretmenin bir zihinsel yolculuk gerektirdiğini düşünüyor ve yürümenin bu yolculuğa yardım eden, yaratıcılığı tetikleyen bir yönü olduğuna inanıyorum. Yürüyüş esnasında bir yandan ayaklarım yolları, bir yandan da zihnim bilincimi arşınlar. Bütün bunları yazmayı düşünürken aklıma nedensiz yere Borges’in Yolları Çatallanan Bahçe isimli öykü kitabı geldi. Yazmayı planladığım yanıtı bir kenara bırakıp kitabı karıştırma ihtiyacı duydum ve kapağını açar açmaz Zâhir öyküsü ile karşılaştım. Kitabı okuyalı yirmi yıl kadar olduğundan öyküyü hatırlamıyordum ancak yeni yayımlanan Kuyudaisimli öykü kitabımda yer alan Kıssa öyküsünde zahir kelimesi üzerine epeyce düşünüp uğraştığımdan ilgimi çekti ve Borges’in öyküsünü yeniden okumaya başladım. Okudukça şaşkınlığım arttı çünkü öyküde zahir bir paranın adıydı. Zahir dış yüz ya da görünüş manasına geliyor. Benim Kıssa isimli öykümde ise, öykü kişisi aracılığı ile bir altın paranın zahirî mi yoksa sahih mi olduğu sorgulanıyor. Aslında her iki metinde de hakikatin algılar ve dış görünüş aracılığı ile elde edilip edilemeyeceğine yönelik sorgulama var. İki öyküdeki bu ortaklığı keşfetmek bana heyecan ve mutluluk verdi. Böylelikle Borges’in öyküsünü yeniden okuyup bitirdiğimde, yirmi yıl kadar önce okumuş olduğum bu öyküden aslında ne kadar etkilenmiş olduğumu ve unutmuş olsam da zihnimin bilinç dışı çatallı yollarında onu muhafaza ederek – unutuşta muhafaza ederek -esinlenmiş olduğumu anladım. Dolayısı ile aslında burada iki öykünün benzer bir temayı mesele edindiğine dair bir keşif yoktu; anımsama ve esin sürecinin gizemli, anlaşılmaz sürecine yönelik bir açığa çıkış vardı. Öyle ise, öykü yazarken bilincimiz kadar bilinç dışımız da bize yol gösterir ve hatırlamak her zaman bilinçli bir süreç değildir. Modernist edebiyatın en önemli unsurlarından biri bilinç dışının keşfidir. Bilinç dışımızda büyük bir hazine saklıdır ve ilham yürürken, yazarken, uyku ile uyanıklık arasında ve hatta yanan portakal kabuklarının çıkardığı mavi alevleri izlerken deneyimlediğimiz, bilinç ve bilinç dışını birbirine yaklaştıran, belki de onları birbirleriyle gizemli bir dilde konuşturan, o belirsizlik ve esrime anlardaki ara bölgede gerçekleşir.
Dil amaç mıdır, araç mı?Dilin araçsallığı bildirişim özelliğinden kaynaklanır. Dil; oyuncunun bedeni, ressamın boyası, müzisyenin aleti gibi düşündüğümüzde bir araçtır ama araçsallaştırılmaması gerekir. Öte yandan nasıl oyuncu bedeninin, ressam renklerinin, müzisyen aletinin sınırlarını bir anlamı açığa çıkarma yolunda zorluyorsa edebiyatçı da dilin sınırlarını yıkmak ve aşmak için uğraşır. Yazarın çabası edebi mekânda imgesel bir nesne yaratmaktır ve bunu da dil aracılığı ile ve bazen de dile rağmen başarmak zorundadır. Bu nedenle dil, edebiyat açısından, üzerinde düşünüldüğü; gerektiğinde yıkılıp yeniden yapıldığı ölçüde bir amaç haline gelir. Martin Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni isimli kitabında “sanat şiirleştirmedir” der ve şiir sanatına bütün sanat türleri arasında en üstün payeyi verir. Bunun nedeni şiirin, dilin düz anlam iletmekten ibaret olan bildirişim özelliğini yıkan, onu dilbilgisi kuralları ile belirlenmiş genel geçer anlam üretiminin ötesine taşıyan yapısında saklıdır.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?Kendi hikâyesini yazmak isteyen karakterleri mesele edinen edebi eserleri çok severim. Benim de kaderine razı gelmeyen birkaç öykü karakterim var. Kıssa isimli öykü kitabımda, özellikle Son Nefeste ve Öykü isimli öykülerimde bu temaya eğilmeye çalıştım. Pirandello’nun üniversite yıllarımda okuduğum ve arkadaşlarımla birlikte sahnelemiş olduğumuz Altı Kişi Yazarını Arıyor isimli tiyatro oyunu, yaratıcısının elinden kurtulan karakterlerle karşılaşmama vesile olmuştu. Oyunda, Pirandello’nun zihninde yarattığı fakat her nedense yazmaktan vazgeçtiği karakterler yollara düşüp bir tiyatro sahnesine gelirler ve orada prova yapmakta olan tiyatro oyuncularına onları canlandırmalarını, “yaşamak istediklerini” söylerler. Beni uzun yıllar hiç bırakmamış olan bu oyunda, yaşamak isteyen karakterlerin istekleri ve sahnelemenin –dolayısı ile bir sanat formunun- gereklilikleri arasındaki çatışma uzun yıllar zihnimi kurcaladı ve zannedersen Öykü isimli öyküme esin kaynağı oldu.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Yazarın edebi mekândaki çabası dil ve sözcükler aracılığı ile bir imgesel nesne yaratmaktır. İmgesel nesne sözcüğün iletmeye çalıştığı düz anlamı aşar. Dilbilgisi kurallarının, dilin bildirişim özelliğinin ötesinde ve hatta bazen de ona rağmen varolur. Bu nedenle birçok yazar yaratım sürecinde dil ile bir mücadele halindedir. Edebiyatımızda bunu en güzel şekilde dile getiren yazarlarımızdan biri Bence Latife Tekin’dir. Pelin Özer’in kaleme aldığı Latife Tekin Kitabı’nda Latife Tekin yazarken dile karşı açtığı savaştan şu şekilde söz ediyor: “Sessizliği yücelten, tümüyle dile karşı bir şey yazmak istedim. Dili kullanarak dile karşı bir şey yazacaktım ama dilin kendisi böyle bir şeye izin vermiyordu. Dilin kendisi bana ‘Beni kullanarak bana karşı bir şey yapamazsın’ diyordu. Dil benimle konuşuyor ve ne yapmaya çalıştığımı soruyordu, ben de ‘Kavga etmek istiyorum seninle’ diyordum. Tümüyle sessizleşebilmek için dili haklamam gerekiyordu. Bana madem o kadar dile karşısın, neden yazıyorsun diye sorarlar hep. Dili aradan çıkarmak için sanırım. Dilin yarattığı uğursuz gürültüye katlanamıyorum” (Pelin Özer, Latife Tekin Kitabı, sa:148, Everest) Burada görüyoruz ki, metin üreten yazarın; dilin salt iletişim maksatlı sarfiyatından kaçınması ve sözcüklerin gündelik kullanımının temsil ettiği düz anlamın ötesine geçmesi gerekiyor. Bana göre dili içinden dinamitleyip onun düz anlam üreten yapısını bozguna uğratan yazarlarımızın arasında Sevim Burak’ın önemli bir yeri var. Özellikle bir “dil çalışması” olarak nitelediği Everest My Lord, Ford Mach I ve Afrika Dansı’nın kalem oynatan ve dil üzerine düşünen herkes için ders niteliğinde olduğunu düşünüyorum. İlhan Berk’in sözünü ettiği “anlamı aşmak” belki de dilsel malzemeyi kullanarak okuyucunun imgeleminde çok katmanlı “imgesel tasarımlar” yaratmakla mümkün olur. Salt “imge” yerine “imgesel tasarım” ifadesini kullandığımızda; imgenin, bizi kuşatan mekânı –dış dünyayı- bir temsiliyet ilişkisi çerçevesinde yansıtan, kopya eden, akseden boyutunun ötesine geçip, zihnin hayal gücü ve tasavvura yaslanan, anlamı çoğaltan yaratıcı faaliyetine işaret etmiş oluruz. Anlamı çoğaltma/aşma konusunda bana cesaret ve ilham veren daha önce sözünü etmediğim diğer yazarlar arasında, Leyla Erbil, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan gibi yazarlarımızı sayabilirim. Batı edebiyatında ise Proust, Beckett, Kafka, Joyce, Bachmann ve Woolf dönüp dönüp yeniden okumayı arzu ettiğim yazarlar arasındadır.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir? Maurice Blanchot’nun yazarın kendini silmesi, ile ilgili sözlerini çok önemsiyorum. Kurmaca metinlerin yazınsal uzamında, yazar “ben” dediğinde, “ben” sözcüğü neye tekabül etmektedir? Edebiyat eserinin oluşturduğu estetik mekânda yazar “ben” dediği anda, “ben”in yerine geçen -anlatıcı “ben anlatıcı” bile olsa- hiç kimseye dönüşmüş bir “ben”dir. “Ben”in yerini alan bir “o”dur. Bunun için Blanchot’ya göre yazmak “ben”den “o”na geçmektir. Öyleyse, kurmaca metin yazmak, ilk cümleden itibaren kendi “ben”ini terk etmeyi, “ben”in sözünün iktidarından vazgeçmeyi gerektirir. Bu bir göçtür. Dünya hakkında “ben olarak” söz söyleme hakkından, temsiliyet otoritesinden vazgeçmektir. Onun için de, “benim sözüm” yitip gider. Böylece yazar ilk sözcüğü yazdığı anda, daha en başta “silinmeye çağrılıdır.” (M. Blanchot, Yazınsal Uzam, sa:22, Yapı Kredi Yayınları). Yazar elbette yazarken kendinden kaçamaz ve egosu ile sürekli mücadele halindedir. Öte yandan edebi mekânı yazarın kendi kişisel meselelerine alet etmesi edebiyata ihanettir. Bunu her şeyden önce yazarın etik-estetik duruşu açısından bir gereklilik olarak görüyorum. Öykücü metnin neresindedir sorusuna tam bir yanıt veremiyorum. Hem her yerindedir hem de hiçbir yerinde çünkü bir metnin esere dönüşmesi için okuyucusu ile buluşması gerekir. Anlam yazar ve okuyucunun birleşik çabası sonucu “oluşa” gelir ve eser, okuyucusu ile birlikte her seferinde yeniden üretilip çoğalır. Burada yeniden sözü Sartre’a bırakmak isterim:“... yazma işleminin karşısında diyalektik bir bağlaşık terim, yani okuma işlemi vardır ve birbirine bağlı bu iki edim iki ayrı edimci gerektirir. Zihnin ürünü olan bu somut ve imgesel nesneyi yazarla okuyucunun birleşik çabası ortaya çıkaracaktır. Sanat ancak başkası için ve onun aracılığı ile vardır.” (J.P.Sartre, Edebiyat Nedir, sa:49, Can Yayınları)
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?Bütün öykülerimi defalarca yeniden yazdım. Bir öykünün tamamlanması zaman ister. Yazdıktan sonra genellikle bir süre demlenmeye bırakırım. Öyküye yeterince mesafe alabildiğimi düşündüğümde yeniden başına geçip düzeltmeye başlarım. Dergilerde yayımlanan öykülerimde de ufak tefek değişiklikler yaptığım oldu. Yeniden yazma süreci ne zaman biter bilemiyorum. Belki bir gün yazdıklarımın hepsini yeniden yazmak isterim. Kim bilir...
Öykücülere Sordum Belma Fırat ile devam ediyor.
Öykü ne değildir?
Ursula K. Leguin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar isimli eserinde (Metis, sa: 63-64) yazarın; salıverilmiş ego parçalarından ibaret belagatli mesajlarla, birikmiş zehirlerini akıtmak için okurunu çöp tenekesi olarak kullanamayacağından söz ediyor. Elbette, burada ifade edilen sadece öykü değil, bütün edebiyat eserleri için geçerli bir kaygıdan söz ediyoruz ve ben bunu etik bir problem olarak çok önemsiyorum. Öykünün ne olup ne olmadığına dair birçok düşünce öne sürülebilir ancak bana göre bunların hepsinden önce; öykü, yazarın içini boşaltmak için okuyucuyu bencilce alet ettiği bir mecra olmamalı.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğum tek bir şiirden söz etmek benim için imkânsız. Ancak soruyu okuduğumda ilk aklıma düşen şiiri paylaşabilirim.
EKMEK VE YILDIZLAREkmek dizimdeYıldızlar tâ uzaktaEkmek yiyorum yıldızlara bakarak Öyle dalmışım ki sormayın Bazan şaşırıp ekmek yerineYıldız yiyorum Oktay Rifat Biz yazan ya da genel olarak sanatla uğraşan insanlar galiba yıldız yiyoruz. Yıldız benim için uzakları, dışımda-ötemde olanları, bilinmeyen dünyaları, ötekileri, hayalleri ve rüyaları temsil ediyor. Yazmak için gündelikOlanın dışına çıkmamız gerekiyor. Bir yandan ekmek peşinde koşarız, bir yandan da yıldızlara bakarak sanat yaparız. Yaşam bizden zorunlu olarakher ikisini de talep eder. Belki ekmek derdi olmasa yıldızlar da olmazdı çünküsanat insanın zorluklarla başa çıkmak için ortaya koyduğu insanca, insana has bir edimdir. Öte yandan, ekmek ve yıldızları bir metafor olarak, gerçeklik ile düş ikiliği çerçevesinde düşündüğümde yaşadığım zihinsel çağrışım beni Nietzche'nin Tragedya'nın Doğuşu isimli eserinde ele aldığı Apollon/Dionysosilişkisine götürüyor. Dionysos şarap tanrısıdır ve düşleri, hayalleri, esrimeyi, kendinden geçmeyi, kendi "ben"inin dışına çıkmayı, bireyliği terk etmeyi temsileder. Dionysıs ayinleri sırasında hakikat ile hemhâl oluruz ancak bu hakikat başa çıkabileceğimiz bir hakikat değildir. Bunu başarmak hakikate bakabilmek için onuduyulur bir sanat formuna kavuşturmak gerekir. Bu da müziğin, sanatın, şiirin tanrısı Apollon'a düşer. Apollon bize güzeli, uyumu, ölçüyü verir. Özetle, şiirin tözüDionysos ise onu haz veren, dayanılır kılan bir sanatsal forma kavuşturan Apollon'dur. Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?Bu soruya Aslı Erdoğan’ın Taş Bina ve Diğerleriisimli öykü kitabındaki Mahpus isimli öyküden bir örnekle yanıt vermek istiyorum. “Oradan buradan, tanıdıklardan, ikinci el dükkânlardan toparladığı, hor kullanılmış eşyalarla dolu oda, hırkaların, battaniyelerin, tomar tomar gazetelerin altında güçlükle soluk alıyordu.” (Aslı Erdoğan, Taş Bina ve Diğerleri, Mahpus, sa:41, Everest Yayınları)Burada hor kullanılmış olan kimdir, güçlükle soluk alan kimdir? Bana öykü kişisi gibi geliyor. Öyle ise edebi mekânda kurulan atmosfer sadece bir betimlemeler zinciri olamaz. Aslı Erdoğan’ın bu pasajında atmosferin öykü kişisinin ruh dünyasından bağımsız olmadığını ve hatta öykü kişisinin iç dünyasının dışa vurulması için incelikli bir şekilde örüldüğünü, iç yaşantının temsil edilmesine hizmet ettiğini görüyoruz. Öyküde ya da herhangi bir edebiyat metninde betimlemenin sadece edebi mekânın tasviri olarak kullanılması bence eserde fazlalık, kalabalık yaratmaktan başka bir işe yaramaz. Büyük yazarların yapıtları, betimleme doğru bir şekilde kullanıldığında, eserin ufkunun nasıl genişleyeceği, katmanların nasıl derinleşeceği konusunda yol göstericidir. Dönüp dönüp okumalı.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?Bu soruya Jean Paul Sartre’ın Edebiyat Nedir isimli eserinden bir alıntı ile yanıt vermek isterim.“Aynı çağda, aynı toplumda yaşayan, aynı olayları yaşamış bulunan, kendilerine aynı soruları soran ya da aynı sorulardan kaçınan kişilerin ağzındaki tat da aynıdır, aralarında aynı suç ortaklığı, aynı ölüler vardır.” (Sartre, Edebiyat Nedir, sa:72, Can Yayınları)Ne yazar ne de okuyucu boş bir zihindir. Her ikisi de tarihe batmıştır. İçinde bulunduğu tarihsel koşullar tarafından belirlenmiş olan yazarın eserini okuması için çağrıda bulunduğu okur da, kaçınılmaz olarak, metne, taşıdığı tarihsel yükün ağırlığı altında yaklaşacaktır. Yine sözü Sartre’a bırakırsak:“Aynı tarih içine gömülmüş bulunan ve bu tarihi yaratmaya aynı ölçüde katılan bu insanlar arasında, kitabın dilmaçlığıyla tarihsel bir bağlantı kurulmaktadır. Yazma ile okuma aynı tarihsel olgunun iki yüzüdür...” (J.P.Sartre, Edebiyat Nedir, sa:73-74, Can Yayınları)Özetle, öykücü çağının tanığı olmaktan kaçınamaz.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?Tıkandığım zaman çoğunlukla yürüyüşe çıkarım. Edebi eser üretmenin bir zihinsel yolculuk gerektirdiğini düşünüyor ve yürümenin bu yolculuğa yardım eden, yaratıcılığı tetikleyen bir yönü olduğuna inanıyorum. Yürüyüş esnasında bir yandan ayaklarım yolları, bir yandan da zihnim bilincimi arşınlar. Bütün bunları yazmayı düşünürken aklıma nedensiz yere Borges’in Yolları Çatallanan Bahçe isimli öykü kitabı geldi. Yazmayı planladığım yanıtı bir kenara bırakıp kitabı karıştırma ihtiyacı duydum ve kapağını açar açmaz Zâhir öyküsü ile karşılaştım. Kitabı okuyalı yirmi yıl kadar olduğundan öyküyü hatırlamıyordum ancak yeni yayımlanan Kuyudaisimli öykü kitabımda yer alan Kıssa öyküsünde zahir kelimesi üzerine epeyce düşünüp uğraştığımdan ilgimi çekti ve Borges’in öyküsünü yeniden okumaya başladım. Okudukça şaşkınlığım arttı çünkü öyküde zahir bir paranın adıydı. Zahir dış yüz ya da görünüş manasına geliyor. Benim Kıssa isimli öykümde ise, öykü kişisi aracılığı ile bir altın paranın zahirî mi yoksa sahih mi olduğu sorgulanıyor. Aslında her iki metinde de hakikatin algılar ve dış görünüş aracılığı ile elde edilip edilemeyeceğine yönelik sorgulama var. İki öyküdeki bu ortaklığı keşfetmek bana heyecan ve mutluluk verdi. Böylelikle Borges’in öyküsünü yeniden okuyup bitirdiğimde, yirmi yıl kadar önce okumuş olduğum bu öyküden aslında ne kadar etkilenmiş olduğumu ve unutmuş olsam da zihnimin bilinç dışı çatallı yollarında onu muhafaza ederek – unutuşta muhafaza ederek -esinlenmiş olduğumu anladım. Dolayısı ile aslında burada iki öykünün benzer bir temayı mesele edindiğine dair bir keşif yoktu; anımsama ve esin sürecinin gizemli, anlaşılmaz sürecine yönelik bir açığa çıkış vardı. Öyle ise, öykü yazarken bilincimiz kadar bilinç dışımız da bize yol gösterir ve hatırlamak her zaman bilinçli bir süreç değildir. Modernist edebiyatın en önemli unsurlarından biri bilinç dışının keşfidir. Bilinç dışımızda büyük bir hazine saklıdır ve ilham yürürken, yazarken, uyku ile uyanıklık arasında ve hatta yanan portakal kabuklarının çıkardığı mavi alevleri izlerken deneyimlediğimiz, bilinç ve bilinç dışını birbirine yaklaştıran, belki de onları birbirleriyle gizemli bir dilde konuşturan, o belirsizlik ve esrime anlardaki ara bölgede gerçekleşir.
Dil amaç mıdır, araç mı?Dilin araçsallığı bildirişim özelliğinden kaynaklanır. Dil; oyuncunun bedeni, ressamın boyası, müzisyenin aleti gibi düşündüğümüzde bir araçtır ama araçsallaştırılmaması gerekir. Öte yandan nasıl oyuncu bedeninin, ressam renklerinin, müzisyen aletinin sınırlarını bir anlamı açığa çıkarma yolunda zorluyorsa edebiyatçı da dilin sınırlarını yıkmak ve aşmak için uğraşır. Yazarın çabası edebi mekânda imgesel bir nesne yaratmaktır ve bunu da dil aracılığı ile ve bazen de dile rağmen başarmak zorundadır. Bu nedenle dil, edebiyat açısından, üzerinde düşünüldüğü; gerektiğinde yıkılıp yeniden yapıldığı ölçüde bir amaç haline gelir. Martin Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni isimli kitabında “sanat şiirleştirmedir” der ve şiir sanatına bütün sanat türleri arasında en üstün payeyi verir. Bunun nedeni şiirin, dilin düz anlam iletmekten ibaret olan bildirişim özelliğini yıkan, onu dilbilgisi kuralları ile belirlenmiş genel geçer anlam üretiminin ötesine taşıyan yapısında saklıdır.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?Kendi hikâyesini yazmak isteyen karakterleri mesele edinen edebi eserleri çok severim. Benim de kaderine razı gelmeyen birkaç öykü karakterim var. Kıssa isimli öykü kitabımda, özellikle Son Nefeste ve Öykü isimli öykülerimde bu temaya eğilmeye çalıştım. Pirandello’nun üniversite yıllarımda okuduğum ve arkadaşlarımla birlikte sahnelemiş olduğumuz Altı Kişi Yazarını Arıyor isimli tiyatro oyunu, yaratıcısının elinden kurtulan karakterlerle karşılaşmama vesile olmuştu. Oyunda, Pirandello’nun zihninde yarattığı fakat her nedense yazmaktan vazgeçtiği karakterler yollara düşüp bir tiyatro sahnesine gelirler ve orada prova yapmakta olan tiyatro oyuncularına onları canlandırmalarını, “yaşamak istediklerini” söylerler. Beni uzun yıllar hiç bırakmamış olan bu oyunda, yaşamak isteyen karakterlerin istekleri ve sahnelemenin –dolayısı ile bir sanat formunun- gereklilikleri arasındaki çatışma uzun yıllar zihnimi kurcaladı ve zannedersen Öykü isimli öyküme esin kaynağı oldu.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Yazarın edebi mekândaki çabası dil ve sözcükler aracılığı ile bir imgesel nesne yaratmaktır. İmgesel nesne sözcüğün iletmeye çalıştığı düz anlamı aşar. Dilbilgisi kurallarının, dilin bildirişim özelliğinin ötesinde ve hatta bazen de ona rağmen varolur. Bu nedenle birçok yazar yaratım sürecinde dil ile bir mücadele halindedir. Edebiyatımızda bunu en güzel şekilde dile getiren yazarlarımızdan biri Bence Latife Tekin’dir. Pelin Özer’in kaleme aldığı Latife Tekin Kitabı’nda Latife Tekin yazarken dile karşı açtığı savaştan şu şekilde söz ediyor: “Sessizliği yücelten, tümüyle dile karşı bir şey yazmak istedim. Dili kullanarak dile karşı bir şey yazacaktım ama dilin kendisi böyle bir şeye izin vermiyordu. Dilin kendisi bana ‘Beni kullanarak bana karşı bir şey yapamazsın’ diyordu. Dil benimle konuşuyor ve ne yapmaya çalıştığımı soruyordu, ben de ‘Kavga etmek istiyorum seninle’ diyordum. Tümüyle sessizleşebilmek için dili haklamam gerekiyordu. Bana madem o kadar dile karşısın, neden yazıyorsun diye sorarlar hep. Dili aradan çıkarmak için sanırım. Dilin yarattığı uğursuz gürültüye katlanamıyorum” (Pelin Özer, Latife Tekin Kitabı, sa:148, Everest) Burada görüyoruz ki, metin üreten yazarın; dilin salt iletişim maksatlı sarfiyatından kaçınması ve sözcüklerin gündelik kullanımının temsil ettiği düz anlamın ötesine geçmesi gerekiyor. Bana göre dili içinden dinamitleyip onun düz anlam üreten yapısını bozguna uğratan yazarlarımızın arasında Sevim Burak’ın önemli bir yeri var. Özellikle bir “dil çalışması” olarak nitelediği Everest My Lord, Ford Mach I ve Afrika Dansı’nın kalem oynatan ve dil üzerine düşünen herkes için ders niteliğinde olduğunu düşünüyorum. İlhan Berk’in sözünü ettiği “anlamı aşmak” belki de dilsel malzemeyi kullanarak okuyucunun imgeleminde çok katmanlı “imgesel tasarımlar” yaratmakla mümkün olur. Salt “imge” yerine “imgesel tasarım” ifadesini kullandığımızda; imgenin, bizi kuşatan mekânı –dış dünyayı- bir temsiliyet ilişkisi çerçevesinde yansıtan, kopya eden, akseden boyutunun ötesine geçip, zihnin hayal gücü ve tasavvura yaslanan, anlamı çoğaltan yaratıcı faaliyetine işaret etmiş oluruz. Anlamı çoğaltma/aşma konusunda bana cesaret ve ilham veren daha önce sözünü etmediğim diğer yazarlar arasında, Leyla Erbil, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan gibi yazarlarımızı sayabilirim. Batı edebiyatında ise Proust, Beckett, Kafka, Joyce, Bachmann ve Woolf dönüp dönüp yeniden okumayı arzu ettiğim yazarlar arasındadır.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir? Maurice Blanchot’nun yazarın kendini silmesi, ile ilgili sözlerini çok önemsiyorum. Kurmaca metinlerin yazınsal uzamında, yazar “ben” dediğinde, “ben” sözcüğü neye tekabül etmektedir? Edebiyat eserinin oluşturduğu estetik mekânda yazar “ben” dediği anda, “ben”in yerine geçen -anlatıcı “ben anlatıcı” bile olsa- hiç kimseye dönüşmüş bir “ben”dir. “Ben”in yerini alan bir “o”dur. Bunun için Blanchot’ya göre yazmak “ben”den “o”na geçmektir. Öyleyse, kurmaca metin yazmak, ilk cümleden itibaren kendi “ben”ini terk etmeyi, “ben”in sözünün iktidarından vazgeçmeyi gerektirir. Bu bir göçtür. Dünya hakkında “ben olarak” söz söyleme hakkından, temsiliyet otoritesinden vazgeçmektir. Onun için de, “benim sözüm” yitip gider. Böylece yazar ilk sözcüğü yazdığı anda, daha en başta “silinmeye çağrılıdır.” (M. Blanchot, Yazınsal Uzam, sa:22, Yapı Kredi Yayınları). Yazar elbette yazarken kendinden kaçamaz ve egosu ile sürekli mücadele halindedir. Öte yandan edebi mekânı yazarın kendi kişisel meselelerine alet etmesi edebiyata ihanettir. Bunu her şeyden önce yazarın etik-estetik duruşu açısından bir gereklilik olarak görüyorum. Öykücü metnin neresindedir sorusuna tam bir yanıt veremiyorum. Hem her yerindedir hem de hiçbir yerinde çünkü bir metnin esere dönüşmesi için okuyucusu ile buluşması gerekir. Anlam yazar ve okuyucunun birleşik çabası sonucu “oluşa” gelir ve eser, okuyucusu ile birlikte her seferinde yeniden üretilip çoğalır. Burada yeniden sözü Sartre’a bırakmak isterim:“... yazma işleminin karşısında diyalektik bir bağlaşık terim, yani okuma işlemi vardır ve birbirine bağlı bu iki edim iki ayrı edimci gerektirir. Zihnin ürünü olan bu somut ve imgesel nesneyi yazarla okuyucunun birleşik çabası ortaya çıkaracaktır. Sanat ancak başkası için ve onun aracılığı ile vardır.” (J.P.Sartre, Edebiyat Nedir, sa:49, Can Yayınları)
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?Bütün öykülerimi defalarca yeniden yazdım. Bir öykünün tamamlanması zaman ister. Yazdıktan sonra genellikle bir süre demlenmeye bırakırım. Öyküye yeterince mesafe alabildiğimi düşündüğümde yeniden başına geçip düzeltmeye başlarım. Dergilerde yayımlanan öykülerimde de ufak tefek değişiklikler yaptığım oldu. Yeniden yazma süreci ne zaman biter bilemiyorum. Belki bir gün yazdıklarımın hepsini yeniden yazmak isterim. Kim bilir...
Published on February 25, 2017 12:30
February 22, 2017
Efsaneler ve Gerçekler Arasında(*)
Ne zaman karanlık olsa, bir ateş yansa, gençler etrafında toplansa, korku hikâyeleri saklandığı yerden çıkar ve anlatılır. Üç harfliler, iyi saatte olsunlar diyerek adını anmaktan kaçındığımız cinler, periler, şeytanlar... Tedbirsiz yolcuları gafil avlamak için ormanlardaki kuytu alanları, dağ başlarının ıssızlığını, gecenin karanlığını, tenha ve tekinsiz yerleri mesken tutan masalların korkunç yüzleri... Tüm korkularımıza rağmen, anlatmaya ve dinlemeye devam ederiz. İyi ki de ederiz çünkü tüm bu masallar, destanlar ve efsaneler bize onların neye benzediğini, neler yapabileceklerini ve onlarla karşılaştığımız takdirde nasıl başa çıkabileceğimizi anlatan birer reçetedir. Sözlü anlatı geleneğimizde büyük yer tutan korkunun mitleri yazılı edebiyatımızda ne yazık ki kendine çok az yer bulabilmiştir. Mehmet Fırat Pürselim Rodinya Kitap tarafından yayımlanan yeni kitabı Kumsalda korku hikâyeleri ile türe önemli katkı sağlıyor.Kitabın başında hikâyenin asıl kahramanı ve anlatıcısı Tufan ile tanışıyoruz. Yaz tatili. Sıkıcı İstanbul günlerinin ardından ıssız bir kumsalın ortasında kiralanan yazlık. El ele, diz dize anne ve baba. Tatilde canı daha da çok sıkılan, İstanbul'a dönmek için gün sayan Tufan bir gece kumsalda yürürken uzaktan yanan ateşi görür. Ateşin başında dört genç vardır. Gel otur diyerek ona yer açarlar. Tufan yanındaki güzel kızın gülümsemesinden etkilenir ve korku hikâyelerinin anlatıldığı çemberde yerini alır. Mehmet Fırat Pürselim, hem ateş başındaki bu beş gencin hikâyelerini anlatıyor bize, hem de onların birbirlerine anlattığı Türk ve İslam dünyasına ait kimi çok kısa ve gerçeküstü korkunun mitlerini. Sözlü geleneğin mirası bu mitleri, uzun tasvirlere yer vermeyen, daima şahitlikle açılan yapıları ve olay odaklı kısa anlatılar olmaları sebebiyle daha çok efsane olarak nitelendirebiliriz. Efsaneler ve kahramanların gerçek hikâyeleri arasındaki geçişler son derece başarılı. Yazar, okurun kafasını karıştırmadan, akışı bozmadan bu geçişleri sağlayabilmek için 1001 Gece Masalları’ndan aşina olduğumuz çerçeve öyküler tekniğini kullanıyor. Kitabın kahramanlarından biri ve anlatıcı olan Tufan, arkadaşlarının hikâyelerini bize aktarırken öyküler arasında da köprü vazifesi görüyor. Her öykü bitiminde, bizi elimizden tutuyor ve başlangıç noktasına yani ateşin başına getiriyor. Bu sayede biraz soluklanıyor, ardı sıra korku öğelerine maruz kalmaktan korunuyoruz. Hatta gençlerin kendi aralarında yaptıkları şakalaşmalara gülüp rahatlıyoruz. Anlatı baştan sona bu dengeli tavrını sürdürüyor.Yazar yalnızca sözlü gelenekten beslenen hikâyeler anlatmıyor. Bununla beraber TEOG, üniversite sınavları arasında boğulmuş, bunalmış, yaşamın amacının iyi eğitim, başarılı işler edinmek ve bol para kazanmaktan ibaret olduğunu düşünen gençlere bazı temel sorular sormayı ve onları düşündürmeyi de ihmal etmiyor.
Salt başarıya odanmakla yetinebilir miyiz? Yaşamımızın amacı, yolun sonuna ve en uzağına herkesten önce varmak mıdır? Kendi değerlerimize sahip çıkmadan popüler olanı takip ederek mutlu olabilir miyiz?
Cevaplar bizi bekliyor.
Kumsalda korku hikâyeleri
Mehmet Fırat Pürselim
Resimleyen Ayşe Akaltun
Rodinya Kitap
+16
*Bu yazı 2 Şubat 2017 tarihinde Kitapeki'nde yayımlanmıştır.
Published on February 22, 2017 00:35
February 21, 2017
MELİKE BELKIS AYDIN'A SORDUM
Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine, bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak istediğimi fark ettim.Öykücülere Sordum Melike Belkıs Aydın ile devam ediyor.
Öykü ne değildir?Olaylar değildir. Dili özensiz bir öyküden iş çıkmaz benim için. Sosyal sorumluluk ya da iyi niyet elçiliği de değildir. Sanırım son günlerde sinirimi zıplatıyor bu eğilim.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?Biri Ece Ayhan, “sen insanoğlunu öperek mi ele verirsin” . Bu dize benim için çok önemli. Sanırım hepimiz hayatlarımızın bir döneminde kendi Yahuda İskariyotlarımız ile karşılaşıyoruz ve işte öyle. Oradaki kıymık acıtmasa da bir zaman sonra neden sorusundan kurtulamıyoruz.
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?Bilemedim Tuğba, neden betimleme zinciri olmasın?
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?İstese de istemese de öyledir. Var olmak bir maruz kalmaktır, yani zorunlu tanıklıktır. Ama tanıklığı da edebiyatı araçsallaştıran güdümlü bir iyi niyet elçiliği olarak görmek doğru değil. Bu gereklilik kipiyle açıklanacak bir durum değil, kendiliğinden öyledir zaten. Gereklilik kipiyle açıklamaya çalışınca insan bir öyküyle değil bir bildiriyle burun buruna durduğunu fark ediyor ki uyanık olunmalı bu konuda.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?Öncelikle Hemingway’dan hazzetmem ve bunu söyleme fırsatı verdiğin için de teşekkür ederim J Hemen olay yerini terk etmeye çalışırım, kaçarım yani. Yürümek ya da film izlemek iyi gelebiliyor. Woody Allen’ın “Suçlar ve Kabahatler”i, bir de Yeşilçam severim, “Vesikalı Yarim”. Doğrusu kendimi avutmaya değil aksine daha beter darlamaya başlarım, “endişelenme her zaman yazdıysan” gibi böyle özgüven kokan telkinler edemem. Geçmişe güvenerek geleceğimi rahatlatamam yani. Zaten kuruntulu bir insanım, dünün güzel olması geleceğe bir vaat değil benim için. Aksine eskiden güzel günlerimiz vardı şimdi yok gibi hisler doğurur bende. Kendimi yer bitiririm ve daha çok şunu yineler dururum, “heh hadi onu yazdın sıkıysa bunu yaz, yazamazsın tabi çünkü o bir kerelikti”. Ya bir dahaki sefere olmazsa korkusu beni bütün yaşamım boyunca izler. Zaten hayatta da öyle değil midir? Yani neyse, ben anında kendine muhalefet eden bir tipimdir. O yüzden dediğim gibi tıkandığımı hissettiğimde kendime itiraf etmeden Word dosyasını kapatır, sanki hiç tıkanmamışım gibi yapmaya çalışarak uzaklaşırım olay yerinden. Kaçarken kaçtığımı da unutmaya çalışırım bir yandan. Çünkü kaçtığını itiraf edebilmek, boğuştuğun şeyle yüzleşebilmek demek, bu da büyük bir cesaret istiyor. Al, yine daraldım.
Dil amaç mıdır, araç mı?Dil araç olamaz. Belki keşke olabilseydi ama hırçın, dikbaşlı ve terk etmenizin varoluşsal imkansızlığını bilen küstah bir ev sahibi. Yani dilin dışı yok. Bir yerlerde Beckett’in anadili dışındaki İngilizce ile yazdığını çünkü daha az evinde gibi hissettiğini ve daha sade olmak zorunda kaldığını okumuştum. Bu laf çok etkilemişti beni. Vay canına nasıl yani! İnsan evinde değil de bir sürekli konuklukta olmak isteyebilir mi hiç? Rahatsızlıkta rahat edebilir mi?
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?Ya ne güzel soru JEvet yakamı bırakmayan kahramanlarım var, sonundan hoşlanmadığımız bir film ya da kitaba akşam yorganın altına girdiğimizde yazdığımız sonlar gibi benim de var “bana bunu mu reva gördün be” diye yakama yapışan kahramanlarım elbette. Bir de daha fenaları var, “ya hani yazacaktın beni sözünde durmadın” diyenleri. İnsanın mahcubiyetten açamadığı telefonlar vardır ya, öyle hissediyorum galiba.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir? İlhan Berk de pek benim şairim değildir J Bu dediğine de yine katılmıyorum, anlamı aşmak her iyi şiirin bence asıl sorunu değildir ki bunu tutup bir de öyküye uyarlamaya kalkalım. Darlanınca dönüp dönüp okuduğum metinler var.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir? Amentüm gibidir “ne gülüyorsun anlatılan senin hikayendir”. Konuşan elbette doğrudan yazarın kendisi değildir, ama gördüğümüz ve anlatmaya kalktığımız bize ilişkin olan bir şeylerdir. Gözlerimiz kendimize ilişkin olanları görür ve seçer. Öyküdeki benler sürekli değişir ama o benlerle ilişki kuran esas benle birlikte saf tutarlar.
Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?Yine mi Hemingway J“Eserin ilk hali” mevzusundan emin değilim, çünkü eser bir süre kafamızın içinde bizimle birlikte yürür, yemek yer, ağlar veya avunur. Kağıda dökülmeden ve harfleşmeye başlamadan önce bizimle hemhal ve hemdert olur bir süre. Galiba bu sürekli yoldaşlık yüzünden bir türlü son noktayı koyduğuma ikna olamıyorum. Ayrılmayı pek beceremiyorum yani. Dergide görünce bile şurası şöyle olmalıydı demekten alamıyorum kendimi, kitaba bakıyorum cıkcıklıyorum. Bende hiçbir öykü bir türlü bitemiyor. Sanırım bağlanamama değil aşırı bağlanma sorunu var, yazdıklarımdan kopamıyorum. Buna ölüleri gömememek de denebilir. Ölmesi gerekeni mezarına uğurlayamıyorum.
Öykü ne değildir?Olaylar değildir. Dili özensiz bir öyküden iş çıkmaz benim için. Sosyal sorumluluk ya da iyi niyet elçiliği de değildir. Sanırım son günlerde sinirimi zıplatıyor bu eğilim.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?Biri Ece Ayhan, “sen insanoğlunu öperek mi ele verirsin” . Bu dize benim için çok önemli. Sanırım hepimiz hayatlarımızın bir döneminde kendi Yahuda İskariyotlarımız ile karşılaşıyoruz ve işte öyle. Oradaki kıymık acıtmasa da bir zaman sonra neden sorusundan kurtulamıyoruz.
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?Bilemedim Tuğba, neden betimleme zinciri olmasın?
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?İstese de istemese de öyledir. Var olmak bir maruz kalmaktır, yani zorunlu tanıklıktır. Ama tanıklığı da edebiyatı araçsallaştıran güdümlü bir iyi niyet elçiliği olarak görmek doğru değil. Bu gereklilik kipiyle açıklanacak bir durum değil, kendiliğinden öyledir zaten. Gereklilik kipiyle açıklamaya çalışınca insan bir öyküyle değil bir bildiriyle burun buruna durduğunu fark ediyor ki uyanık olunmalı bu konuda.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?Öncelikle Hemingway’dan hazzetmem ve bunu söyleme fırsatı verdiğin için de teşekkür ederim J Hemen olay yerini terk etmeye çalışırım, kaçarım yani. Yürümek ya da film izlemek iyi gelebiliyor. Woody Allen’ın “Suçlar ve Kabahatler”i, bir de Yeşilçam severim, “Vesikalı Yarim”. Doğrusu kendimi avutmaya değil aksine daha beter darlamaya başlarım, “endişelenme her zaman yazdıysan” gibi böyle özgüven kokan telkinler edemem. Geçmişe güvenerek geleceğimi rahatlatamam yani. Zaten kuruntulu bir insanım, dünün güzel olması geleceğe bir vaat değil benim için. Aksine eskiden güzel günlerimiz vardı şimdi yok gibi hisler doğurur bende. Kendimi yer bitiririm ve daha çok şunu yineler dururum, “heh hadi onu yazdın sıkıysa bunu yaz, yazamazsın tabi çünkü o bir kerelikti”. Ya bir dahaki sefere olmazsa korkusu beni bütün yaşamım boyunca izler. Zaten hayatta da öyle değil midir? Yani neyse, ben anında kendine muhalefet eden bir tipimdir. O yüzden dediğim gibi tıkandığımı hissettiğimde kendime itiraf etmeden Word dosyasını kapatır, sanki hiç tıkanmamışım gibi yapmaya çalışarak uzaklaşırım olay yerinden. Kaçarken kaçtığımı da unutmaya çalışırım bir yandan. Çünkü kaçtığını itiraf edebilmek, boğuştuğun şeyle yüzleşebilmek demek, bu da büyük bir cesaret istiyor. Al, yine daraldım.
Dil amaç mıdır, araç mı?Dil araç olamaz. Belki keşke olabilseydi ama hırçın, dikbaşlı ve terk etmenizin varoluşsal imkansızlığını bilen küstah bir ev sahibi. Yani dilin dışı yok. Bir yerlerde Beckett’in anadili dışındaki İngilizce ile yazdığını çünkü daha az evinde gibi hissettiğini ve daha sade olmak zorunda kaldığını okumuştum. Bu laf çok etkilemişti beni. Vay canına nasıl yani! İnsan evinde değil de bir sürekli konuklukta olmak isteyebilir mi hiç? Rahatsızlıkta rahat edebilir mi?
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?Ya ne güzel soru JEvet yakamı bırakmayan kahramanlarım var, sonundan hoşlanmadığımız bir film ya da kitaba akşam yorganın altına girdiğimizde yazdığımız sonlar gibi benim de var “bana bunu mu reva gördün be” diye yakama yapışan kahramanlarım elbette. Bir de daha fenaları var, “ya hani yazacaktın beni sözünde durmadın” diyenleri. İnsanın mahcubiyetten açamadığı telefonlar vardır ya, öyle hissediyorum galiba.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir? İlhan Berk de pek benim şairim değildir J Bu dediğine de yine katılmıyorum, anlamı aşmak her iyi şiirin bence asıl sorunu değildir ki bunu tutup bir de öyküye uyarlamaya kalkalım. Darlanınca dönüp dönüp okuduğum metinler var.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir? Amentüm gibidir “ne gülüyorsun anlatılan senin hikayendir”. Konuşan elbette doğrudan yazarın kendisi değildir, ama gördüğümüz ve anlatmaya kalktığımız bize ilişkin olan bir şeylerdir. Gözlerimiz kendimize ilişkin olanları görür ve seçer. Öyküdeki benler sürekli değişir ama o benlerle ilişki kuran esas benle birlikte saf tutarlar.
Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?Yine mi Hemingway J“Eserin ilk hali” mevzusundan emin değilim, çünkü eser bir süre kafamızın içinde bizimle birlikte yürür, yemek yer, ağlar veya avunur. Kağıda dökülmeden ve harfleşmeye başlamadan önce bizimle hemhal ve hemdert olur bir süre. Galiba bu sürekli yoldaşlık yüzünden bir türlü son noktayı koyduğuma ikna olamıyorum. Ayrılmayı pek beceremiyorum yani. Dergide görünce bile şurası şöyle olmalıydı demekten alamıyorum kendimi, kitaba bakıyorum cıkcıklıyorum. Bende hiçbir öykü bir türlü bitemiyor. Sanırım bağlanamama değil aşırı bağlanma sorunu var, yazdıklarımdan kopamıyorum. Buna ölüleri gömememek de denebilir. Ölmesi gerekeni mezarına uğurlayamıyorum.
Published on February 21, 2017 11:53
February 3, 2017
HANİFE ALTUN'A SORDUM
Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine, bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak istediğimi fark ettim. Öykücülere Sordum Hanife Altun ile devam ediyor.
Öykü ne değildir?
Çok zor soru. Neyi öykünün dışına koyabilirim diye düşündüğümde bir şey bulamıyorum. İstisnasız hepimiz bir hikâyenin/öykünün içine doğuyoruz (ki öncesi de bilmediğimiz ayrı bir öykü) içinde var olduğumuz, “yaşam” denen süre boyunca oyalandığımız yere çoğunluk dünya dese de ben, kocaman bir rahim gibi algılıyorum bunu. Burada geçen her saniye, meydana gelen her kıpırtı hikâyeye dâhil. Bununu dışında kalan bir şey varsa ancak o hikâye/öykü değildir. Böyle düşününce henüz akla gelmemiş, hayal edilmemiş olan şeyler öykü değildir diyebilirim.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?Şiir çok var. Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğum şair, diye düşünce ilk aklıma gelen isim Didem Madak . Umursamanın, dert edinmenin potasında eritip-yoğurup; kıyısını, köşesini, dibini ezber ettiklerini alaycı, umursamaz, dipdiri bir başkaldırıyla aktarış biçimini, o üslubu kendime çok yakın buluyorum. Onun her dizesini istisnasız, ayırımsız bu paylaşım başlığı altına ekleyebilirim. Şu an ilk aklıma geleni söyleyeyim “Kimbilir çocuklar doğacak baharaBabası canı cehenneme çocuklar”Bir de şiirler var. Kendimde şiire ait anımsadığım en eski kayıtlara kadar indiğimde karşıma çıkan ilk şiir olması bakımından önemli olan Edip Cansever’in şu dizelerini de paylaşmak isterim.“Ey yağmur sonraları loş bahçeler, akşamsefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum”
Ve bir de onlu yaşlarımın ortalarına kadar dilime pelesenk olmuş bir cümle var ki, kendimle çok özdeş bulmam bakımından, bu cümlenin geçtiği Behçet Necatigil’in şiirinden şu tek dizeyi de eklemeden geçemeyeceğim.“Çocukluğun soyadı, evimize gidelim”
Ve en son olarak her ne kadar şair/şiir denilmese de Aysel Gürel’in şarkı sözlerini de buna dâhil etmek isterim. Şiire dair bir bilincin, farkındalığın oluşması açısından en önemli etkenlerden biridir o şarkılar, benim için. Birden fazla oldu ama…
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Buna çok katılmıyorum. Atmosfer betimlemelerden ibaret değil, olmamalı da. Gerektiği yerde, gerektiği kadar olmalı. Betimlemelerden ibaret bir atmosfer kurmaya kalkıştığımızda bu sıkıcı, yavan ve lezzetsiz bir şey olacaktır. Betimlemek yerine gösterme yoluyla inşa edilmiş bir atmosfer tercihim. Hele ki söz konusu öyküyse, az sözle çok şeyi anlatmak mecburiyetin var. Uzun uzadıya ılık bir sonbahar tasviri yerine, ince bir hırkayla, yere dökülmüş yaprakların üstünde yürürken gördüğümüz öykü kişisi benim için çok daha işlevsel.Belki de yaşadığımız çağın gereği olarak, her şey görsel algı üzerinden alınıp, aktarıldığı için bu, böyle. Birçok şeyin tarifi değişti. İş saati metrobüste oturacak yer bulmuş insan sevinci, diye bir tarif var artık. Çocuklar gibi sevinmeye hiç benzemeyen bir tarif bu. Yani, ah! Nerede o eski betimlemelerJ Uzun ve “incelikleri” şeyler anlatıp, anlayacak vakti yok kimsenin. Maalesef yok.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Bunun aksi pek mümkün değil gibi. Çağa/döneme ait yapılar, eşyalar, araçlar anlatı içinde yer aldığında bu da bir nevi tanıklık oluyor kanımca. Sosyal ve siyasi olaylar bağlamında bir tanıklıktan söz ediyorsak da yaşadığımız dönemde meydana gelen olaylara kayıtsız kalmak olası değil. Önemli olan bunun bir bildiri, bir slogan, bir manifesto, bir siyasi söylem tadında ve bir görev bilincinde metne boca edilmemesi. Bütün mesele, çağında cereyan eden olayları kendine dert edinip, içinde süzdükten sonra dibe çöken malzemeye yeni bir biçim verip ortaya koyabilmekte. Bu tanıklık senin dünya görüşünden izler taşıyabilir elbette ama bir sürü bileşen arasında, hissedilen bir tat olmalı sadece. Bütünün içinde erimemiş, ayırt edilen bir topak gibi durmamalı, işaret etmeli fakat doğrudan göstermemeli.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?Sadece yazarken değil herhangi bir konuda tıkandığımda ya da ne yapacağımı bilemediğimde, bir çözüm bulmaya çalıştığımda başvurduğum tek yöntem, mümkün olabildiğince tenha ve sessiz bir mecrada saatlerce yürümek. Yazarken tıkanmak özelindeyse, iyi metinler okumak, iyi bir müzik/film de bir ışık yakıp, bir yol açabiliyor bana.
Dil amaç mıdır, araç mı?Dil benim evimdir. Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?Olmuştur, oluyor, olacaktır da. Spesifik bir örnek gelmiyor aklıma fakat bu uzun uzun anlatmak isteği ya da o öykü kahramanının beni daha uzun anlat talebi değil de, “Bu olmadı” diye benim içime sinmeyişleri, ya da karakterlerin “Ben olmadım. Ben burada böyle mi tepki verirdim, öyle davranır mıydım hiç?” itirazları şeklinde oluyor. Uzun ya da kısa anlatım ölçüt değil. Karakteri mümkün olan en iyi şekilde potsuz, kırışıksız metne, metni de karaktere oturtabilmek aslolan. Karakter dışında kurgunun ve meselenin kendisi için de söz konusu olabiliyor bu olmama, yerine oturmama hali, yeniden kurma gereği. Mecburen bozup bozup yeniden inşa ediyorum öyle zamanlarda.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir? Anlamı hiç aşmadım nasıl bir şey bilmiyorum J Anlamı aşmak, bunu amaçlamadığınızda mümkün olur ancak. Türkü sözleri geliyor aklıma anlamı aşmak diye düşününce. Acıyı, kederi, yası, sevinci, mutluluğu bir süre içinizde biriktirip hapsettikten sonra, onun sizdeki yansımasını dışarı bıraktığınızda anlam filan kalmaz ortada. Damla dediğinizde bir kavramı, anlam yükünü işaret etmiş olursunuz fakat o damla birikip birikip yere düştüğünde anlam aşılmış olur. Kurulup, planlanarak yapılabilecek bir şey olarak görmüyorum. Bunu öyküde yapmak ne kadar olanaklı emin değilim, şiir bunun için daha elverişli bir tür diye düşünüyorum. Öykü gibi düz yazı ve somut anlatıma dayalı metinlerde, anlamı aşmak kurallar, yasalar, teknik ve anlatım türleri diye dayatılan çerçevenin dışına çıkabilmekle mümkün olabilir. İlk aklıma gelenler: Leyla Erbil’in anlamı eğik, büküp ona yeniden şekil verdiği metinler, Latife Tekin’in türleri, anlatı tekniklerini harman ettiği, çerçevenin dışında kendisine yepyeni bir alan yarattığı, gerçek üstü mü, fantastik mi, toplumcu gerçekçi mi, bilinç akışımı, ne olduğunu tanımlayamadığınız, hepsinden biraz olup, hiç biri olmayan anlatı tekniği. Sevim Burak’ın “Ne diyor bu kadın?” diye, dönüp dönüp başa sardığınız, elli kere okuduğunuz, elli birinci kerede yine anlaşılmayacağını bilerek kendini okutan metinleri.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücünün “anlatıcı” kimliğiyle metne dâhil olmasını sevmiyorum. Bu bir kusur. Birinci tekil kişi, “Ben” anlatıcı dışında bir “aktarıcı” anlatıcıya yer vereceksek bile sadece duvarın üstünden uzanıp gördüğü kadarını söylemeli bize.Öykücü metnin herhangi bir yerinde olabilir elbette ama görünür ve duyulur olmamalı. Öykücü, kendisini öyküde anlattığı kişiler dışında biri olarak görmemeli zaten. Öykücü de bir insan nihayetinde, anlatılan da Âdem’den bu yana var olan herkesin hikâyesi. Milyar tane çeşidi varmış gibi dursa da temel özellikleri aynı olan yekpare bir şey değil mi insan-lık-? Bence öyle J Özetle, öykücü bağırmadan metnin herhangi bir yerinde buyursun, gezinsin.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?Benim durumum Hemingway’in dediği kadar bile değil. Bende ilk hâl, denen şey birkaç cümlelik ya da bir paragraflık hiçbir anlam ifade etmeyen notlardır. Misal, kitapta yer alan “Benim Fikrim Ağrıyor Hocam” adlı öykünün ilk hali şöyle: Otuzlu yaşların ortasında genç bir kadın var. Varoluşsal sıkıntıları filan olacak. Buna bir tane son gün hikâyesi yazılacak. Karaköy/Kabataş sırtlarından sahile inen bir mahallede yaşıyor olacak. Vazgeçmeyi aktaracak bir imge bul. Başta bir barfiks demiri göstereceksin, hikâyenin sonunda barfiks demirinde muallak bir son. Benim bütün taslaklarım ve ilk halim buna benzer biçimdedir. (Neyse ki Hemingway görmüyor bunu) Sonrasında hemen yazıya geçirmem birkaç gün birlikte dolaşırız, ayrıntılar oluşur, ilerleyeceği hattı belirlerim. Zihnimde tanıdık ve yaşanmış bir olay kıvamına gelene kadar bekler. Süreç tamamlandığında çok da kaba sayılmayan bir işçilikle yazıya aktarırım. Bittikten sonra ince işçilik diye tabir edilen düzenlemeleri yapar, birkaç zaman sonra yeniden üstünden geçmek, son halini vermek üzere soğumaya bırakırım. Bu sürede bir-iki aydan az olmaz.
Öykü ne değildir?
Çok zor soru. Neyi öykünün dışına koyabilirim diye düşündüğümde bir şey bulamıyorum. İstisnasız hepimiz bir hikâyenin/öykünün içine doğuyoruz (ki öncesi de bilmediğimiz ayrı bir öykü) içinde var olduğumuz, “yaşam” denen süre boyunca oyalandığımız yere çoğunluk dünya dese de ben, kocaman bir rahim gibi algılıyorum bunu. Burada geçen her saniye, meydana gelen her kıpırtı hikâyeye dâhil. Bununu dışında kalan bir şey varsa ancak o hikâye/öykü değildir. Böyle düşününce henüz akla gelmemiş, hayal edilmemiş olan şeyler öykü değildir diyebilirim.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?Şiir çok var. Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğum şair, diye düşünce ilk aklıma gelen isim Didem Madak . Umursamanın, dert edinmenin potasında eritip-yoğurup; kıyısını, köşesini, dibini ezber ettiklerini alaycı, umursamaz, dipdiri bir başkaldırıyla aktarış biçimini, o üslubu kendime çok yakın buluyorum. Onun her dizesini istisnasız, ayırımsız bu paylaşım başlığı altına ekleyebilirim. Şu an ilk aklıma geleni söyleyeyim “Kimbilir çocuklar doğacak baharaBabası canı cehenneme çocuklar”Bir de şiirler var. Kendimde şiire ait anımsadığım en eski kayıtlara kadar indiğimde karşıma çıkan ilk şiir olması bakımından önemli olan Edip Cansever’in şu dizelerini de paylaşmak isterim.“Ey yağmur sonraları loş bahçeler, akşamsefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum”
Ve bir de onlu yaşlarımın ortalarına kadar dilime pelesenk olmuş bir cümle var ki, kendimle çok özdeş bulmam bakımından, bu cümlenin geçtiği Behçet Necatigil’in şiirinden şu tek dizeyi de eklemeden geçemeyeceğim.“Çocukluğun soyadı, evimize gidelim”
Ve en son olarak her ne kadar şair/şiir denilmese de Aysel Gürel’in şarkı sözlerini de buna dâhil etmek isterim. Şiire dair bir bilincin, farkındalığın oluşması açısından en önemli etkenlerden biridir o şarkılar, benim için. Birden fazla oldu ama…
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Buna çok katılmıyorum. Atmosfer betimlemelerden ibaret değil, olmamalı da. Gerektiği yerde, gerektiği kadar olmalı. Betimlemelerden ibaret bir atmosfer kurmaya kalkıştığımızda bu sıkıcı, yavan ve lezzetsiz bir şey olacaktır. Betimlemek yerine gösterme yoluyla inşa edilmiş bir atmosfer tercihim. Hele ki söz konusu öyküyse, az sözle çok şeyi anlatmak mecburiyetin var. Uzun uzadıya ılık bir sonbahar tasviri yerine, ince bir hırkayla, yere dökülmüş yaprakların üstünde yürürken gördüğümüz öykü kişisi benim için çok daha işlevsel.Belki de yaşadığımız çağın gereği olarak, her şey görsel algı üzerinden alınıp, aktarıldığı için bu, böyle. Birçok şeyin tarifi değişti. İş saati metrobüste oturacak yer bulmuş insan sevinci, diye bir tarif var artık. Çocuklar gibi sevinmeye hiç benzemeyen bir tarif bu. Yani, ah! Nerede o eski betimlemelerJ Uzun ve “incelikleri” şeyler anlatıp, anlayacak vakti yok kimsenin. Maalesef yok.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Bunun aksi pek mümkün değil gibi. Çağa/döneme ait yapılar, eşyalar, araçlar anlatı içinde yer aldığında bu da bir nevi tanıklık oluyor kanımca. Sosyal ve siyasi olaylar bağlamında bir tanıklıktan söz ediyorsak da yaşadığımız dönemde meydana gelen olaylara kayıtsız kalmak olası değil. Önemli olan bunun bir bildiri, bir slogan, bir manifesto, bir siyasi söylem tadında ve bir görev bilincinde metne boca edilmemesi. Bütün mesele, çağında cereyan eden olayları kendine dert edinip, içinde süzdükten sonra dibe çöken malzemeye yeni bir biçim verip ortaya koyabilmekte. Bu tanıklık senin dünya görüşünden izler taşıyabilir elbette ama bir sürü bileşen arasında, hissedilen bir tat olmalı sadece. Bütünün içinde erimemiş, ayırt edilen bir topak gibi durmamalı, işaret etmeli fakat doğrudan göstermemeli.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?Sadece yazarken değil herhangi bir konuda tıkandığımda ya da ne yapacağımı bilemediğimde, bir çözüm bulmaya çalıştığımda başvurduğum tek yöntem, mümkün olabildiğince tenha ve sessiz bir mecrada saatlerce yürümek. Yazarken tıkanmak özelindeyse, iyi metinler okumak, iyi bir müzik/film de bir ışık yakıp, bir yol açabiliyor bana.
Dil amaç mıdır, araç mı?Dil benim evimdir. Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?Olmuştur, oluyor, olacaktır da. Spesifik bir örnek gelmiyor aklıma fakat bu uzun uzun anlatmak isteği ya da o öykü kahramanının beni daha uzun anlat talebi değil de, “Bu olmadı” diye benim içime sinmeyişleri, ya da karakterlerin “Ben olmadım. Ben burada böyle mi tepki verirdim, öyle davranır mıydım hiç?” itirazları şeklinde oluyor. Uzun ya da kısa anlatım ölçüt değil. Karakteri mümkün olan en iyi şekilde potsuz, kırışıksız metne, metni de karaktere oturtabilmek aslolan. Karakter dışında kurgunun ve meselenin kendisi için de söz konusu olabiliyor bu olmama, yerine oturmama hali, yeniden kurma gereği. Mecburen bozup bozup yeniden inşa ediyorum öyle zamanlarda.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir? Anlamı hiç aşmadım nasıl bir şey bilmiyorum J Anlamı aşmak, bunu amaçlamadığınızda mümkün olur ancak. Türkü sözleri geliyor aklıma anlamı aşmak diye düşününce. Acıyı, kederi, yası, sevinci, mutluluğu bir süre içinizde biriktirip hapsettikten sonra, onun sizdeki yansımasını dışarı bıraktığınızda anlam filan kalmaz ortada. Damla dediğinizde bir kavramı, anlam yükünü işaret etmiş olursunuz fakat o damla birikip birikip yere düştüğünde anlam aşılmış olur. Kurulup, planlanarak yapılabilecek bir şey olarak görmüyorum. Bunu öyküde yapmak ne kadar olanaklı emin değilim, şiir bunun için daha elverişli bir tür diye düşünüyorum. Öykü gibi düz yazı ve somut anlatıma dayalı metinlerde, anlamı aşmak kurallar, yasalar, teknik ve anlatım türleri diye dayatılan çerçevenin dışına çıkabilmekle mümkün olabilir. İlk aklıma gelenler: Leyla Erbil’in anlamı eğik, büküp ona yeniden şekil verdiği metinler, Latife Tekin’in türleri, anlatı tekniklerini harman ettiği, çerçevenin dışında kendisine yepyeni bir alan yarattığı, gerçek üstü mü, fantastik mi, toplumcu gerçekçi mi, bilinç akışımı, ne olduğunu tanımlayamadığınız, hepsinden biraz olup, hiç biri olmayan anlatı tekniği. Sevim Burak’ın “Ne diyor bu kadın?” diye, dönüp dönüp başa sardığınız, elli kere okuduğunuz, elli birinci kerede yine anlaşılmayacağını bilerek kendini okutan metinleri.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücünün “anlatıcı” kimliğiyle metne dâhil olmasını sevmiyorum. Bu bir kusur. Birinci tekil kişi, “Ben” anlatıcı dışında bir “aktarıcı” anlatıcıya yer vereceksek bile sadece duvarın üstünden uzanıp gördüğü kadarını söylemeli bize.Öykücü metnin herhangi bir yerinde olabilir elbette ama görünür ve duyulur olmamalı. Öykücü, kendisini öyküde anlattığı kişiler dışında biri olarak görmemeli zaten. Öykücü de bir insan nihayetinde, anlatılan da Âdem’den bu yana var olan herkesin hikâyesi. Milyar tane çeşidi varmış gibi dursa da temel özellikleri aynı olan yekpare bir şey değil mi insan-lık-? Bence öyle J Özetle, öykücü bağırmadan metnin herhangi bir yerinde buyursun, gezinsin.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?Benim durumum Hemingway’in dediği kadar bile değil. Bende ilk hâl, denen şey birkaç cümlelik ya da bir paragraflık hiçbir anlam ifade etmeyen notlardır. Misal, kitapta yer alan “Benim Fikrim Ağrıyor Hocam” adlı öykünün ilk hali şöyle: Otuzlu yaşların ortasında genç bir kadın var. Varoluşsal sıkıntıları filan olacak. Buna bir tane son gün hikâyesi yazılacak. Karaköy/Kabataş sırtlarından sahile inen bir mahallede yaşıyor olacak. Vazgeçmeyi aktaracak bir imge bul. Başta bir barfiks demiri göstereceksin, hikâyenin sonunda barfiks demirinde muallak bir son. Benim bütün taslaklarım ve ilk halim buna benzer biçimdedir. (Neyse ki Hemingway görmüyor bunu) Sonrasında hemen yazıya geçirmem birkaç gün birlikte dolaşırız, ayrıntılar oluşur, ilerleyeceği hattı belirlerim. Zihnimde tanıdık ve yaşanmış bir olay kıvamına gelene kadar bekler. Süreç tamamlandığında çok da kaba sayılmayan bir işçilikle yazıya aktarırım. Bittikten sonra ince işçilik diye tabir edilen düzenlemeleri yapar, birkaç zaman sonra yeniden üstünden geçmek, son halini vermek üzere soğumaya bırakırım. Bu sürede bir-iki aydan az olmaz.
Published on February 03, 2017 00:32
February 1, 2017
NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (32)
Çocukluğumda babamın anlattığı masallardan birisi yarım kalmıştı ya da bana yetmemişti. O zaman da adım gibi biliyordum ki o yarım kalan masalı babam kafasından uydurmuştu. Kaç kez istedimse de bir türlü devamını anlattıramadım. Çünkü babam ne anlattığı masalı hatırlıyor ne de artık daha fazla uydurabiliyordu. Televizyondan izlediğim çizgi filmler ve sinema filmleri bana çok ilginç geliyordu. Bunları oynayanlardan çok bu filmleri nasıl yazdıklarına merak salıyordum. Babam Ziraat Bankasında çalışıyordu. Başak Çocukadlı bir dergi getirmişti. Bu dergiyi bankanın çıkarması çok ilgimi çekti. Şiirler, hikâyeler, resimler, karikatürler, ilginç bilgiler vardı bu dergide. Kimlerin yazıp çizdikleri de altlarında üstlerinde yazıyordu sayfaların. Ben de yazmak ve çizmek istedim. Diğer bankaların da böyle dergiler çıkarıp çıkarmadıklarını sordum babama. İş Bankası ve ŞekerBank’ın da çocuk dergileri olduğunu öğrendim. Onları da edindim. Sonra, Milliyet Çocuk, Türkiye Çocuk dergilerinin varlığını öğrendim. Bütün bunları okurken kendim de şiirler, düz metinler yazmaya resimler, karikatürler çizmeye başladım. Bunları öğretmenlerim ve arkadaşlarımla paylaşıyordum. Beğendiklerini gördüm. Mutlu oluyordum. Ağabeylerim sayesinde çizgi romanlarla tanıştım. Mister No, Yüzbaşı Volkan, Zagor, Baltalı İlah, Rex, Conan, Kızılmaske. Bunlara bakarak ben de çizmeye, sahneler oluşturmaya başladım. Çizdiklerim ve yazdıklarım bir ya da iki sahneden öteye gitmiyordu. Tarkanve Kara Murat çizgi romanlarını heyecanla takip ediyordum. Tabii ki bunları ağabeylerim getiriyordu eve. Aynı şeyleri ağabeylerim de yapıyorlardı. Yazıyorlar, çiziyorlardı. Bir gün Yavuz ağabeyim sinemada izlediği bir filmi anlattı. Anlattıkça coşuyor, el ve yüz hareketleriyle filmin her saniyesini izlemişim gibi oluyordum. Beni de götürmesini istedim. Yaşım henüz küçük olduğu için televizyon filmleriyle yetinmek zorunda kalmıştım. Büyük ağabeyim Cengiz, bir gün bir sürpriz yaptı bize. Karagöz ve Hacivat oynattı evimizin içinde. Heyecanla izliyorduk. Mum, perde, çubuklar, gölgeler, kartonlar, boyalar…. Hepsi bir araya gelmiş ağabeyimin sesinde hayat bulmuşlardı. Bunu ben de yapmalıydım. Okulumuza kukla oynatıcıları gelmişti. Onların kukla olduklarını bildiğim halde nasıl olur da bu kadar bana heyecan verdiğini sorguladım. Bütün iş anlatıcıdaydı, o kuklaları oynatan ve seslendirenlerde… Bu müthiş bir şeydi. Büyük dayım bana Pinokyo kitabını almıştı. O zamana kadar Cin Ali’den başka kitap okumamıştım. Pinokyo’yu bir solukta bitirdim. İncesu, Ertuğrulgazi İlkokulunda, sınıf öğretmenim Ayşe Sarıkoyun, Türkçe dersinde “Kim okuduğu bir hikâyeyi anlatmak ister?” diye sorduğunda, ne zaman parmak kaldırdım, ne zaman kendimi kara tahtanın önünde buldum, bilemiyorum. Ben anlattıkça sınıf heyecanla dinliyor, öğretmenim gülümseyerek izliyordu. Zil çaldığında öğretmenim çocukların gözlerine baktığını hatırlıyorum. “Devam etsin mi, teneffüse mi çıkalım?” diye sordu. Sınıf “etsiiiiin” diye bağırdı. İki ders saati boyunca Pinokyo’yu anlatmıştım. O an zaman durmuştu. Sadece ben anlatıyordum ve çok mutluydum. Böyle bir hikâye yazabilmeyi diledim. Ağabeylerimle evde film sahnelerinden replikler canlandırıyor, bazı replikleri kendimize göre değiştiriyor, en ciddi sahnelerde komik cümleler söyleyerek kahkahalara boğuluyorduk. Anlatmak güzel bir şeydi. Hem de çok güzel. Evet, bu işi kafaya koymuştum. Anlatacaktım.Şimdilik anlattıklarım sözle sınırlıydı. Yazmıyordum. Yazamıyordum. Karikatürlerle idare ediyordum.İncesu Ortaokulunda, okulca Abdullah Şahin tiyatrosunu izlemiştik. Tıka basa dolu salondan çıt çıkmıyordu, sadece gülerken bozuyorduk sessizliği. Oyuncular selam verdiğinde ayakta alkışlanmışlardı. Bense böyle bir oyunun nasıl yazıldığını merak etmiştim. O sahnede olmaktan daha cazip geliyordu onların konuşmalarını, hareketlerini birisinin yazmış olduğunu bilmek beni daha çok çekmişti. Bu arada dergiler ve çizgi romanlarla ilişkim devam ediyordu. Bulvar, Milliyet, Cumhuriyet gazeteleri kuponla kitaplar veriyorlardı. Onları biriktirip kitaplar almaya başladım. Kendi başıma para biriktirip bir kitap almaya karar verdim. Kumbaramda biriken parayı hesapladığımda Safahat’ı alacak kadar param olmuştu. Okulda İstiklal Marşı’na hayran olmuştum ve Mehmet Akif’i mutlaka okumam gerektiğini düşünmüştüm. Onun gibi şiirler yazmaya çalıştım. Sonra Mustafa Kemal, her gün kara tahtanın üzerinden gözlerime bakan bu adam sadece bir komutan mıydı? Sadece bir Cumhurbaşkanı mıydı? Kimdi bu adam? Onu araştırmaya başladım. Onun binlerce kitap okumuş olduğunu, onlarca kitap yazmış olduğunu öğrendim. Nutuk okumaya başladım. Ne kadarını okudum hatırlamıyorum, okudukça hayranlığım artmıştı. Karar vermiştim. Ben de cumhurbaşkanı olacaktım. Hem Barış Manço izliyordum o sıralar, o da Cumhurbaşkanı olmak istiyordu. Ondan da etkilendim sanırım. Dedim ki o kadar kitabı okuyup ben de cumhurbaşkanı olacağım. Tabii, arkadaşlarım güldüler. Ben de güldüm.İncesu Lisesinde röportaj ve açık oturum yapmayı öğrendim. Münazara, bilgi yarışması gibi etkinlikler hoşuma gidiyordu. Edebiyat öğretmenim Remzi Baykaldı, benden bir okul gecesinde bir monolog oynamamı teklif etti. Anan “Yahşi Baban Yahşi”, hâlâ hatırlarım. Bu monoloğu oynadığımda salondan alkışlar yükseldiğinde artık kararım daha da netleşmişti. Ben anlatmaya devam etmeliydim. Ama kendi yazdıklarımı anlatmak istiyordum artık. Annemle, komşularımızla röportajlar yapmaya başladım. Pekmez nasıl kaynatılır, mantı nasıl yapılır falan. Benim röportajlarım komikti. Hoşuma gidiyordu komik şeyler yazmak ve anlatmak. İnsanları güldürmek istiyordum. Deve Kuşu Kabare, Nejat Uygur, Levent Kırca tiyatrolarını kasetlerden yüzlerce kez izlemiş, dinlemişimdir. Bu oyunlardan yazmalıydım. Lise ikinci sınıftan itibaren Kayseri Fevzi Çakmak Lisesinde okumaya başladım. Yeni bir çevre, yeni arkadaşlar, yeni öğretmenler… Alışmam uzun zaman aldı. Yeni arkadaşlarımla futbol oynamaya gitmiştik. Orada bir amatör takımdan teklif aldım. Kaleciliğim fena sayılmazdı. Futbolla da içli dışlı olmaya başlayınca önemli futbolcuların hayat hikâyelerini araştırıp defterlere yazmaya başladım. Radyodan maçlar dinlemeye başladım. Murat Ünlü’nün Fenerbahçe–Bordeaux maçını anlatmasını ve Galatasaray- Neuchatel Xamax maçlarını dinlediğim anları asla unutmadım. Hayalimden maçlar anlatmaya başladım. Sesimi kaydedip dinlemeye başladım. Anlatmak hâlâ hoşuma gidiyordu. Kayseri’deki Alemdar Sinemasının önünde çizgi romanları değiş tokuş usulü ediniyorduk. Sonra bunlar kayboldu, nereye gittiler, onlara ne oldu, hatırlamıyorum.Üniversiteyi kazandığımda değişen çevrem beni altüst etmişti. Anlatmaktan, okumaktan uzak kalmıştım. O sıralar Salim Karakaya adlı arkadaşımla film senaryosu yazmaya karar verdik. Cengiz ağabeyimin daktilosunu aldım. Salim’le haftalar süren bir uğraştan sonra macera dolu bir hikâyeyi anlatan senaryo yazdık. Çok mutluydum. Artık yazılı bir eserimiz vardı. Okuyan bütün arkadaşlar sevmişti. Sonra Kaybettik senaryomuzu. Çok üzülmüştüm. Yıl, ya 1990 ya da 1991 idi. 1991’de üniversitede bulduğum büyükçe yağlı bir kâğıda uydurma haberler, hikâyeler, arkadaşlarımla yaptığım röportajlar, karikatürler dizerek bir gazete oluşturdum. Çok sonra öğrenecektim ki ben bir fanzin yapmıştım. Çok sevdi arkadaşlarım devam etmemi istediler ama o kâğıttan bir daha bulamadım. Sonrasında dersler, sınavlar derken okumaktan ve yazmaktan hayli uzak kaldım.Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesinde Uzunlu kasabasında Atatürk İlkokulunda göreve başladım. Belirli gün ve haftalarda oynanmak üzere çocuk oyunları yazmaya başladım. Şiirler, resimler…Ev arkadaşım Osman Akbaş bir müzik öğretmeniydi ve bana gitar çalmayı öğretti. Yazdığım şiirlerden bazılarını bestelemeye başladı. Artık ben bir söz yazarı olmuştum. (Osman Akbaş, çıkardığı albümde sözlerini yazdığım iki şarkıya 2016’da albümünde yer verdi.)Uzunlu Lisesi’ne atandığımda Ali Akbaş, Ayhan Karataş adlı öğretmen arkadaşlarımla üç sayı çıkarabildiğimiz Yaren adlı bir dergi çıkardık. 2000 yılıydı.Okulumuza gelen gezici kitap satıcılarından Nobel Ödüllü Kitaplar, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz serilerini aldım. Artık okumaya başladım. Mizah çok hoşuma gidiyordu bu yüzden Nobelli kitaplardan önce Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ları okudum.Askerliğimi Yedek Subay Öğretmen olarak Bingöl’ün Solhan İlçesindeki 28 Ağustos İlköğretim Okulu'nda yaparken çok satan kitaplar serisini aldım. Artık iyice okumaya başladığımı anlamıştım. 2009’da bir edebiyat dergisine (Ortanca) bir deneme yazısı gönderdim. Yazım yayınlandığında çok mutlu olmuştum. Artık edebiyat dergilerine yazılar göndermeye başladım. Neredeyse hiçbiri yayınlanmadı. Çok üzüldüm ama çalışmaya devam ettim. Kayseri’de tanıştığım birkaç şiir yazan arkadaşlarla bir dergi çıkarmaya başladık. Bu derginin adı Çıngı idi. Yazdığım denemeler, öyküler, şiirler bu dergide yayınlanmaya başladı röportajlarım da. Dergi bana yetmemeye başladı. Ben öyküler yazmak istiyordum. Öykülerimle devam etmek istiyordum. Dergi bana yetmez olmuştu. Ayvakti adlı dergiye gönderdiğim bir öykü yayınlanınca yerimde duramaz olmuştum. Bu arada Mustafa İbakorkmaz adında bir entelektüelle tanıştım. Konya’dan Murat Çelik’in çıkardığı Habis’te de öykülerim yayınlanmaya başladı. Sonra öykülerim dergilerde görünmeye başladı. Beni Esrar dergisini çıkaran ekiple tanıştırdığında bir derginin daha kaliteli olması için neler gerektiğini canlı kanlı insanlardan öğrenmeye başladım. Arkadaşım Baki Karcı ile Semaver Öykü dergisini çıkarmaya başladım. İki ayda bir yayınlanan dergimiz altı sayı sürdü. Dünyanın Öyküsü dergisi yayın yönetmeni Özcan Karabulut’u Dünya Öykü Günü etkinliği için Kayseri’ye davet etmiştik. O sırada önemli bir etkinlik yaptığımızın farkında değildik. Bu etkinlik öykü çevresinde duyulunca bir anda kendimi Uluslararası Ankara Öykü Günleri’nde “Öykü Dergileri Öykücüler İçin Okul mudur?” başlıklı panelde konuşmacı olarak buldum. Artık edebiyat dünyasının içerisine girdiğimi anlamıştım. Birçok saygın yazar, yayıncı ve editörle tanıştım. Okuduğum kitaplar, yazdığım öyküler değişmeye başlamıştı. İlk kitabımın editörü Ayşe Akaltun ile de orada tanıştım. Hazırladığım dosyayı Notabene Yayınevi'ne gönderdim. 2014’ün Nisan ayının başında ilk öykü kitabım Aşk Bilirkişisi yayınlandı. Üç hafta sonra ikinci baskıyı yaptı. Ben daha kitabın heyecanını yaşarken ikinci baskının yapılması beni hayli şaşırtmıştı. Sevinmiştim elbette. Esrar Dergisi ekibinden olan Alptuğ Topaktaş’ın yoğun ısrarı ile kitabı Orhan Kemal Öykü Yarışması'na başvuru süresinin dolmasına iki gün kala posta ile gönderdim.
Aşk Bilirkişisi, yarışmadan “Özendirme Ödülü” alınca şaşkınlığım iyice artmıştı. Sanırım ben bir yazar olmuştum. İmza günleri, etkinlikler, fuarlar, söyleşiler hayatımın, bir parçası olmuştu. Dergilerle ilişkilerim artmıştı. Artık öykülerimle dergilerde yer bulabiliyordum. Bu günlerde öykücü Mustafa Kömür ve şair Alptuğ Topaktaş ile Yazın Burcu ekibini kurduk. Öykü Burcu ve Şiir Burcu adlı fanzinleri çıkarıyoruz.
2016’da ikinci dosyam Tengizek Destanı’nın Okunabilen Kısmı Alakarga Yayınları tarafından yayınlandı. Bu Şubat ayında üçüncü kitabım ve ilk romanım yayınlanacak.
Babamın yarım bıraktığı masal beni nerelere getirmişti. Babamın, o uydurma masalının beni nereye gerdirdiğin farkında olmadığını adım gibi biliyorum.
Published on February 01, 2017 03:18
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.

