Tuğba Gürbüz's Blog, page 88
January 30, 2017
Bir Söz Bir Penceredir (ya da Bir Duvar)
Öylesine tutsak hissettiriyor ki sözlerin
Öylesine yargılanmış ve kucağındaki itilmişliğin
Çekip gitmeden önce mutlaka bilmeliyim,
Gerçekten bu mu söylemek istediğin
Savunmaya başlamadan sana kendimi
Dile gelmeden, acıyla ürküntüyle
Sözcükler bir duvar örmeden aramıza
Doğru mu duyduğum, bir daha söyle
Bir söz bazen bir penceredir bazen bir duvar
Tutsak da eder kişiyi özgür de...
Konuşur ve dinlerken ben, aydınlatsın sözcükler
Bırak aksın sevgi ışığım içimde
Pek çok şey var söylemen gereken
Ve onlar öyle önemli ki benim için
Anlatamazsam sözcüklerle derdimi eğer
Özgürleşmeme yardım eder misin
Seni kırdığımı hissediyorsan eğer
Umursamadığımı düşünüyorsan
Sözlerimin arasında duymaya çalış
Paylaştığımız o duyguları ikimizin
Ruth Bebermeyer
Öylesine yargılanmış ve kucağındaki itilmişliğin
Çekip gitmeden önce mutlaka bilmeliyim,
Gerçekten bu mu söylemek istediğin
Savunmaya başlamadan sana kendimi
Dile gelmeden, acıyla ürküntüyle
Sözcükler bir duvar örmeden aramıza
Doğru mu duyduğum, bir daha söyle
Bir söz bazen bir penceredir bazen bir duvar
Tutsak da eder kişiyi özgür de...
Konuşur ve dinlerken ben, aydınlatsın sözcükler
Bırak aksın sevgi ışığım içimde
Pek çok şey var söylemen gereken
Ve onlar öyle önemli ki benim için
Anlatamazsam sözcüklerle derdimi eğer
Özgürleşmeme yardım eder misin
Seni kırdığımı hissediyorsan eğer
Umursamadığımı düşünüyorsan
Sözlerimin arasında duymaya çalış
Paylaştığımız o duyguları ikimizin
Ruth Bebermeyer
Published on January 30, 2017 22:55
January 27, 2017
January 25, 2017
KUMDAN KALELER
Erken yaz. Sahildeyiz. Ellerimizde kovalar, kürekler.
Kontakt doğaçlama atölyesi ve kumdan kaleler, çağrı bu. Kontakt doğaçlama kısmında pek gönlüm yok. Kumdan kale ise hep yaptığım şey. Dolduruyorum ıslak kumları kovanın içine. Bir kale, bir kale daha... Suyu da, kumu da ilk başladığım yerden alıyorum her defasında. Haliyle ilerleyemiyorum. Sonuç birbirine yakın onlarca kale. Ne farkındayım ne de şikayetçi. Bir ara kafamı kaldırıyorum ve gruptan birinin epey ilerlediğini, seyrek aralıklarla kaleler inşa ettiğini görüyorum. Tam da boşluğa ve kendime ait alana ihtiyaç duyduğum, bu sebeple küçük adımlar attığım ancak sonuçlarından da korktuğum günler... Bir anda ayırdına varıyorum. Sahil de deniz de sonsuz ama ben başlangıç noktasına takılmışım. İlerleyemiyorum. Üzerimde koca dünyanın yükü, kıpırdayamıyorum. Tek istediğim hafiflemek, özgürleşmek. Bunu hissettiğim anda yürüyorum sahil boyunca. Farklı yerlerden kumlar almaya, yeni kaleler inşa etmeye başlıyorum. Kalelerimin arasında yürüyebiliyorum, koşabiliyorum, üzerlerinden atlayabiliyorum. Bu beni rahatlatıyor. Bu kadar basit bir gerçeği kumdan kale yaparken fark etmek tuhaf geliyor. Tuhaf değil oysa. Çünkü yaptığımız en basit işlere bile yansıyor kişiliğimiz, iş yapma şeklimiz.
***İlk kez yeni yıla ritüellerle girdim.
Yazıevi'nde bir yıl sonraki benin bugünkü bene söyleyecekleri vardı. Bir yılı daha bitirmenin, neler olduğunu bilmenin huzuruyla güven dolu cümleler sıralıyordu. İçimden bir his yazdıklarını olmuş bil, diyor.
Ve yeni yıl dileklerim: hareket, yaratıcılık, oyun
Hareket ve oyundan yana sıkıntım yok. Dün uzun yıllar sonra ilk kez oyun oynarken yere düştüm ve ayak bileğim kanadı. Yere düşüp kanayabildiysem yeterince oyun oynuyorum demektir. Daha ne isteyebilirim.
***
Hayır ile ilgili söyleyeceklerim var. Referandumda oyum hayır olacak elbette, ama diyeceğim bu değil. Bizzat kendi kişisel ilişkilerimizde yapabileceklerimizi, yapamayacaklarımızı ortaya koymak için, söylediğimiz evetler ve hayırlarla ilgili düşünüyorum birkaç gündür. Yapabileceklerini ve yapamayacaklarını dile getirmenin, kendini ifade etmenin en önemli yolu olarak kullandığın evet ya da hayır'lara verilen küsmeye varan itirazların da bir tür faşizm olduğunu düşünmeye başladım. Geçmişte yapmışlığım olmuştur. Verdiğim rahatsızlık için gecikmiş bir özür borcum olsun ve burada çıksın ağzımdan ve kalbimden. "Olanı olduğu gibi kabul etmek", öyle özlü söz olarak dillendirmek değil, gerçekten yaşayabilmek amacım budur. Umarım elimden geldiğince yapabilirim ve ikili, üçlü, çoklu hiçbir ilişkide devlet olmam kimseye.
***
Bana ithafen dinletilen bir şarkıydı Yolun Sonu (Kıraç), Kendine İyi Bak'ı tercih ederdim. "Su akar yatağını bulur." Bu dört kelime kadar huzur veren, bilgece bulduğum bir başka deyiş yok, zira.
Kontakt doğaçlama atölyesi ve kumdan kaleler, çağrı bu. Kontakt doğaçlama kısmında pek gönlüm yok. Kumdan kale ise hep yaptığım şey. Dolduruyorum ıslak kumları kovanın içine. Bir kale, bir kale daha... Suyu da, kumu da ilk başladığım yerden alıyorum her defasında. Haliyle ilerleyemiyorum. Sonuç birbirine yakın onlarca kale. Ne farkındayım ne de şikayetçi. Bir ara kafamı kaldırıyorum ve gruptan birinin epey ilerlediğini, seyrek aralıklarla kaleler inşa ettiğini görüyorum. Tam da boşluğa ve kendime ait alana ihtiyaç duyduğum, bu sebeple küçük adımlar attığım ancak sonuçlarından da korktuğum günler... Bir anda ayırdına varıyorum. Sahil de deniz de sonsuz ama ben başlangıç noktasına takılmışım. İlerleyemiyorum. Üzerimde koca dünyanın yükü, kıpırdayamıyorum. Tek istediğim hafiflemek, özgürleşmek. Bunu hissettiğim anda yürüyorum sahil boyunca. Farklı yerlerden kumlar almaya, yeni kaleler inşa etmeye başlıyorum. Kalelerimin arasında yürüyebiliyorum, koşabiliyorum, üzerlerinden atlayabiliyorum. Bu beni rahatlatıyor. Bu kadar basit bir gerçeği kumdan kale yaparken fark etmek tuhaf geliyor. Tuhaf değil oysa. Çünkü yaptığımız en basit işlere bile yansıyor kişiliğimiz, iş yapma şeklimiz.
***İlk kez yeni yıla ritüellerle girdim.
Yazıevi'nde bir yıl sonraki benin bugünkü bene söyleyecekleri vardı. Bir yılı daha bitirmenin, neler olduğunu bilmenin huzuruyla güven dolu cümleler sıralıyordu. İçimden bir his yazdıklarını olmuş bil, diyor.
Ve yeni yıl dileklerim: hareket, yaratıcılık, oyun
Hareket ve oyundan yana sıkıntım yok. Dün uzun yıllar sonra ilk kez oyun oynarken yere düştüm ve ayak bileğim kanadı. Yere düşüp kanayabildiysem yeterince oyun oynuyorum demektir. Daha ne isteyebilirim.
***
Hayır ile ilgili söyleyeceklerim var. Referandumda oyum hayır olacak elbette, ama diyeceğim bu değil. Bizzat kendi kişisel ilişkilerimizde yapabileceklerimizi, yapamayacaklarımızı ortaya koymak için, söylediğimiz evetler ve hayırlarla ilgili düşünüyorum birkaç gündür. Yapabileceklerini ve yapamayacaklarını dile getirmenin, kendini ifade etmenin en önemli yolu olarak kullandığın evet ya da hayır'lara verilen küsmeye varan itirazların da bir tür faşizm olduğunu düşünmeye başladım. Geçmişte yapmışlığım olmuştur. Verdiğim rahatsızlık için gecikmiş bir özür borcum olsun ve burada çıksın ağzımdan ve kalbimden. "Olanı olduğu gibi kabul etmek", öyle özlü söz olarak dillendirmek değil, gerçekten yaşayabilmek amacım budur. Umarım elimden geldiğince yapabilirim ve ikili, üçlü, çoklu hiçbir ilişkide devlet olmam kimseye.
***
Bana ithafen dinletilen bir şarkıydı Yolun Sonu (Kıraç), Kendine İyi Bak'ı tercih ederdim. "Su akar yatağını bulur." Bu dört kelime kadar huzur veren, bilgece bulduğum bir başka deyiş yok, zira.
Published on January 25, 2017 04:12
January 22, 2017
NEŞELİ ORMAN'IN ŞAİR KURBAĞASI (*)
Amerikalı doğabilimci John Burroughs "Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir," diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek. Bu amaçla biz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.
Yeşil Gazete okurları, Yapı Kredi Yayınları Doğan Kardeş Kitaplığı için hazırlanan “Daha Güzel Bir Dünya İçin” dizisini gözden kaçırmamalı. Filiz Özdem’in yayına hazırladığı dizide, barış, kardeşlik, eşitlik, çevre duyarlılığı temalı kitaplar okurla buluşuyor. İkinci öykü kitabı Ömrün Yazı ile Dil Derneği 2013 Ömer Asım Aksoy Ödülü’nü alan Berat Alanyalı’nın bu dizi için yazdığı Neşeli Orman’ın Şair Kurbağası, yazarın yazdığı ilk çocuk kitabı. Bu kitabı, yine YKY etiketiyle yayımlanan Neşeli Orman’ın Çevrecileri ve Yaramaz İki takip ediyor. Neşeli Orman'ın Şair Kurbağası masal diliyle yazılmış, bir hikâye. Masalın tüm özelliklerini taşıyor. Bilinmeyen bir zamanda geçiyor hikâye, ormanların birinde. Yeri çok da açık edilmiyor. Klasik masal girişiyle gönlümüzde taht kuruyor. Okuyun bana hak vereceksiniz. Berat Alanyalı “Bir varmış, bir yokmuş. İkinin işi çokmuş. Üçler üzüm satarmış. Dörtler demir dövermiş. Beşler boncuk dizermiş. Sabreden masalı dinlermiş. Çok eski zamanlarda Aydede Aybebe’yken karıncalar fillere gebeyken, Keloğlan sırma saçlarını iki günde tararken, bir kurbağa kanatlanıp uçmuş, gelip masalımızın içine düşmüş. O söylemiş biz duymuşuz, güle güle ölmüşüz. Hiç kurbağa konuşur mu? Masalın içine düşülür mü? Ya kanatlarına ne demeli? En iyisi, masal bu ya, deyip dinlemeli...” diyor ve bizi masalın içine bırakıyor. Neşeli Orman'ın içinde ilerlerken, masalın asıl kahramanı Postacı Kurbağa ile tanışıyoruz. Henüz Şair lakabını almamış. Sabahtan akşama kadar sırtında ağır çanta, orman sakinlerinin birbirlerine yazdığı mektupları taşıyor. Gün içinde o denli yoruluyor ki, eve gelir gelmez yemek yiyor, dişlerini fırçalıyor ve derin uykuya dalıyor. Her sabah kalkıp işine devam ediyor. Bu yorucu tempo, Postacı Kurbağa’yı ne yoruyor, ne bıkkınlık, bezginlik yaratıyor. Heyecanını yitirmiş bir kahraman değil o, merak duygusu diri. O yüzden günlerini sevgi dolu mesajları taşıyarak geçirdiği için mutlu olsa da içten içe mektup yazmak için kopartılan yüzlerce yaprak, ormana verilen zarar aklının bir köşeciğini meşgul ediyor, yerine ne koysam diye düşünüyor. Ansızın dönüştürücü bir rüya görüyor, tam da geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz John Berger’in “Bütün düşlerde, kötü olanlarda bile, kişinin uyanıkken eşine sık rastlamadığı ani bir çözüm duygusu tadılır,” sözünü doğrular nitelikte bir rüya. Yaşadığı aydınlanma ânının etkisiyle bir koşu Neşeli Orman’ın Kralı Aslan’ın huzuruna çıkıyor. Aslan da bu öneriyi beğenince, Postacı Kurbağa oluyor, Şair Kurbağa. Ne yaprakları koparmaya gerek kalıyor böylece, ne de mektuplar yazmaya. Şair Kurbağa, başlıyor haberleri şiirlerle taşımaya. Berat Alanyalı, öykücülükten gelen maharetini çocuklar için yazarken de kullanıyor. Kısa sürede sahne kuruyor, çatışmayı sunuyor, çözüme giderken masalın vaat ettiği mesajı bizimle paylaşmayı unutmuyor. Zaman zaman anlatıcı olarak araya giriyor, doğrudan okura sesleniyor ancak parmağını sallayan, tepeden bakan, her şeyi çocuklardan daha iyi bildiğini ima eden bir anlatıcı değil, o. Akıcı, sıcacık diliyle okurunu sarıp sarmalıyor. Bize de Neşeli Orman’ın sakinlerini arkadaşlarımızla tanıştırmak kalıyor.
Neşeli Orman’ın Şair Kurbağası Yazan Berat Alanyalı Resimleyen Öykü Gölemen YKY Doğan Kardeş Kitaplığı Daha Güzel Bir Dünya İçin 6-7-8-9 Yaş
*Bu yazı 7/1/2017 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar köşesinde yayımlanmıştır.
Yeşil Gazete okurları, Yapı Kredi Yayınları Doğan Kardeş Kitaplığı için hazırlanan “Daha Güzel Bir Dünya İçin” dizisini gözden kaçırmamalı. Filiz Özdem’in yayına hazırladığı dizide, barış, kardeşlik, eşitlik, çevre duyarlılığı temalı kitaplar okurla buluşuyor. İkinci öykü kitabı Ömrün Yazı ile Dil Derneği 2013 Ömer Asım Aksoy Ödülü’nü alan Berat Alanyalı’nın bu dizi için yazdığı Neşeli Orman’ın Şair Kurbağası, yazarın yazdığı ilk çocuk kitabı. Bu kitabı, yine YKY etiketiyle yayımlanan Neşeli Orman’ın Çevrecileri ve Yaramaz İki takip ediyor. Neşeli Orman'ın Şair Kurbağası masal diliyle yazılmış, bir hikâye. Masalın tüm özelliklerini taşıyor. Bilinmeyen bir zamanda geçiyor hikâye, ormanların birinde. Yeri çok da açık edilmiyor. Klasik masal girişiyle gönlümüzde taht kuruyor. Okuyun bana hak vereceksiniz. Berat Alanyalı “Bir varmış, bir yokmuş. İkinin işi çokmuş. Üçler üzüm satarmış. Dörtler demir dövermiş. Beşler boncuk dizermiş. Sabreden masalı dinlermiş. Çok eski zamanlarda Aydede Aybebe’yken karıncalar fillere gebeyken, Keloğlan sırma saçlarını iki günde tararken, bir kurbağa kanatlanıp uçmuş, gelip masalımızın içine düşmüş. O söylemiş biz duymuşuz, güle güle ölmüşüz. Hiç kurbağa konuşur mu? Masalın içine düşülür mü? Ya kanatlarına ne demeli? En iyisi, masal bu ya, deyip dinlemeli...” diyor ve bizi masalın içine bırakıyor. Neşeli Orman'ın içinde ilerlerken, masalın asıl kahramanı Postacı Kurbağa ile tanışıyoruz. Henüz Şair lakabını almamış. Sabahtan akşama kadar sırtında ağır çanta, orman sakinlerinin birbirlerine yazdığı mektupları taşıyor. Gün içinde o denli yoruluyor ki, eve gelir gelmez yemek yiyor, dişlerini fırçalıyor ve derin uykuya dalıyor. Her sabah kalkıp işine devam ediyor. Bu yorucu tempo, Postacı Kurbağa’yı ne yoruyor, ne bıkkınlık, bezginlik yaratıyor. Heyecanını yitirmiş bir kahraman değil o, merak duygusu diri. O yüzden günlerini sevgi dolu mesajları taşıyarak geçirdiği için mutlu olsa da içten içe mektup yazmak için kopartılan yüzlerce yaprak, ormana verilen zarar aklının bir köşeciğini meşgul ediyor, yerine ne koysam diye düşünüyor. Ansızın dönüştürücü bir rüya görüyor, tam da geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz John Berger’in “Bütün düşlerde, kötü olanlarda bile, kişinin uyanıkken eşine sık rastlamadığı ani bir çözüm duygusu tadılır,” sözünü doğrular nitelikte bir rüya. Yaşadığı aydınlanma ânının etkisiyle bir koşu Neşeli Orman’ın Kralı Aslan’ın huzuruna çıkıyor. Aslan da bu öneriyi beğenince, Postacı Kurbağa oluyor, Şair Kurbağa. Ne yaprakları koparmaya gerek kalıyor böylece, ne de mektuplar yazmaya. Şair Kurbağa, başlıyor haberleri şiirlerle taşımaya. Berat Alanyalı, öykücülükten gelen maharetini çocuklar için yazarken de kullanıyor. Kısa sürede sahne kuruyor, çatışmayı sunuyor, çözüme giderken masalın vaat ettiği mesajı bizimle paylaşmayı unutmuyor. Zaman zaman anlatıcı olarak araya giriyor, doğrudan okura sesleniyor ancak parmağını sallayan, tepeden bakan, her şeyi çocuklardan daha iyi bildiğini ima eden bir anlatıcı değil, o. Akıcı, sıcacık diliyle okurunu sarıp sarmalıyor. Bize de Neşeli Orman’ın sakinlerini arkadaşlarımızla tanıştırmak kalıyor.
Neşeli Orman’ın Şair Kurbağası Yazan Berat Alanyalı Resimleyen Öykü Gölemen YKY Doğan Kardeş Kitaplığı Daha Güzel Bir Dünya İçin 6-7-8-9 Yaş
*Bu yazı 7/1/2017 tarihinde Yeşil Gazete'de Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar köşesinde yayımlanmıştır.
Published on January 22, 2017 12:37
January 13, 2017
CÖMERT AĞAÇ(*)
Amerikalı doğabilimci John Burroughs "Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir," diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi ve birlikte yaşama adabı verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla yalnızca oyun arkadaşı olmalarını sağlamak bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir bir yaşam tarzı benimsemeleri için, doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.
Bu amaçla biz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik. Serinin ilk kitabı Cömert Ağaç.
Shel Siverstein'ın yazıp resimlediği, yalın, siyah beyaz çizimleriyle dikkat çeken, yazarın en çok satan ve beğenilen kitabı Cömert Ağaç 52 yaşında.
İlk kez 1964 yılında Harper&Row tarafından yayımlanan kitap, pek çok dile çevrildi ve bugüne kadar 8,5 milyondan fazla sattı. Silverstein'ın yazdığı çocuk kitapları arasında en sevilen ve en çok satan Cömert Ağaç kitabını yayımlatabilmesi çok da kolay olmadı. Kitabı okuyan editörler, kitabı çok beğendiklerini, dokunaklı bulduklarını söylüyor ama yayımlamayı reddediyorlardı. Gerekçeleri farklıydı: Çok kısa, üzücü, yetişkin ve çocuk edebiyatı arasında, asla popüler olamaz. Dört yıl sonra Harper&Row’dan editör Ursula Norstrom kitabın finalini değiştirmeden yayın programına aldı.
Shel Silverstein 1930 yılında doğdu. Chicago’da büyüdü. Roosewelt Lisesi'nde okudu. İllinois Üniversitesi'nden atıldı. Amerikan Ordusu tarafından Japonya ve Kore’de görevlendirilene kadar Chicago Güzel Sanatlar Fakültesi’ne devam etti. İlk çizimleri askerdeyken Pasific Stars and Stripes dergisinde basıldı. Yazar, şair, oyun yazarı, şarkı sözü yazarı ve karikatürist olarak sanatın pek çok alanında ürünler verdi.
1957 -1968 yılları arasında Playboy dergisi için çizimler yaptı. İskandinavya, Rusya, İspanya, Meksika, Afrika gibi farklı destinasyonlardan, ağırlıklı olarak farklı bir kültürde yabancı olmanın zorluklarını mizahi üslupla aktardığı çizimler yaptı. Bu çizimler 2007 yılında Around The World isimli bir albümde toplandı.
Cömert Ağaç bir çocuk ve ağacın dostluğunu ele alıyor. Çocuk yalnızca küçükkken, maddi ihtiyaçları ve hırsları yokken, gerçek ve eşit bir dostluk söz konusu aslında. O günlerde en az ağacın onu sevdiği kadar seviyor çocuk. Elmalarını dişliyor, yapraklarından kendisine taç yapıyor, gölgesinde uyukluyor, dallarında sallanıyor, gövdesine tırmanmaktan zevk alıyor. Sadece o günlerde ağaçtan bencilce istekleri yok. Onun bütünlüğüne zarar vermiyor, her bahar çiçeklenmesine, tüm gövdesinin elmalarla dolmasına izin veriyor. Sonra çocuk büyüyor ve gidiyor. Ne zaman paraya, eve, emeklilik hayali olan tekneye ihtiyacı olsa geri geliyor. Ve istiyor. Ağaç çocuğu çok sevdiği için, onun mutluluğunu kendisinden daha fazla gözettiği için, hiç tereddüt etmeden, önce elmalarını, sonra dallarını, en sonunda tüm gövdesini vermeye razı geliyor. Çocuk hepten ihtiyarladığında, ağaç, bir tabureden farksız. Ne elmaları var, ne dalları ne de ulu bir gövdesi... Sana verecek bir şeyim kalmadı çocuk, diyor gözünde hiç büyümeyen dostuna. Oysa ihtiyar adamın ne ağaca tırmanmaya gücü var ne elma yiyebilecek dişleri... Yalnızca soluklanmak ve dinlenmek istiyor. Bunu duyan ağaç, şimdiye değin yaptığı gibi elinde kalanı paylaşıyor çocukla. Artık bir kütükten farksız gövdesine oturuyor çocuk. Kitap ağacın mutlu olduğu bilgisiyle bitiyor.
Cömert Ağaçokurları ikiye ayrılıyor. Ağacın çocuğa duyduğu koşulsuz ve sonsuz sevgi nedeniyle kitabı olumlu değerlendirenler olduğu gibi, çocuğun ağaçla kurduğu yıkıcı ve tüketici ilişkiye odaklanarak kitabın olumsuz mesajlar verdiğini düşünenler de var. Kitap farklı okumalara açık. Dostluk, koşulsuz, kendini tüketircesine sevmek, fedakarlık, anne-çocuk ilişkileri boyutundan ele alınabileceği gibi, doğa-insan ilişkisi üzerinden de irdelenebilir. Cömert Ağaçbunların her biri ve hepsidir. Cömert Ağaç, bana göre doğayı dilediği gibi tüketebileceği sınırsız ve sonsuz bir kaynak olarak gören insan tiplemesini eleştiriyor, onu neredeyse tamamen bitirdiğimizde bile ondan başka sığınacak yerimiz olmadığını gösteriyor ve doğayla uyumlu bir yaşam sürdürmemiz için aklımızdan çıkarmamamız gereken etik değerlerin altını çiziyor.
Yazan ve resimleyen Shel Silverstein
Çeviren Sevim Öztürk
Bulut Yayınlar&Özel Sezin Okulu
* Bu yazı 26/11/2016 tarihinde Yeşil Gazete Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar bölümünde yayımlandı.
Bu amaçla biz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik. Serinin ilk kitabı Cömert Ağaç.
Shel Siverstein'ın yazıp resimlediği, yalın, siyah beyaz çizimleriyle dikkat çeken, yazarın en çok satan ve beğenilen kitabı Cömert Ağaç 52 yaşında.
İlk kez 1964 yılında Harper&Row tarafından yayımlanan kitap, pek çok dile çevrildi ve bugüne kadar 8,5 milyondan fazla sattı. Silverstein'ın yazdığı çocuk kitapları arasında en sevilen ve en çok satan Cömert Ağaç kitabını yayımlatabilmesi çok da kolay olmadı. Kitabı okuyan editörler, kitabı çok beğendiklerini, dokunaklı bulduklarını söylüyor ama yayımlamayı reddediyorlardı. Gerekçeleri farklıydı: Çok kısa, üzücü, yetişkin ve çocuk edebiyatı arasında, asla popüler olamaz. Dört yıl sonra Harper&Row’dan editör Ursula Norstrom kitabın finalini değiştirmeden yayın programına aldı.
Shel Silverstein 1930 yılında doğdu. Chicago’da büyüdü. Roosewelt Lisesi'nde okudu. İllinois Üniversitesi'nden atıldı. Amerikan Ordusu tarafından Japonya ve Kore’de görevlendirilene kadar Chicago Güzel Sanatlar Fakültesi’ne devam etti. İlk çizimleri askerdeyken Pasific Stars and Stripes dergisinde basıldı. Yazar, şair, oyun yazarı, şarkı sözü yazarı ve karikatürist olarak sanatın pek çok alanında ürünler verdi.
1957 -1968 yılları arasında Playboy dergisi için çizimler yaptı. İskandinavya, Rusya, İspanya, Meksika, Afrika gibi farklı destinasyonlardan, ağırlıklı olarak farklı bir kültürde yabancı olmanın zorluklarını mizahi üslupla aktardığı çizimler yaptı. Bu çizimler 2007 yılında Around The World isimli bir albümde toplandı.
Cömert Ağaç bir çocuk ve ağacın dostluğunu ele alıyor. Çocuk yalnızca küçükkken, maddi ihtiyaçları ve hırsları yokken, gerçek ve eşit bir dostluk söz konusu aslında. O günlerde en az ağacın onu sevdiği kadar seviyor çocuk. Elmalarını dişliyor, yapraklarından kendisine taç yapıyor, gölgesinde uyukluyor, dallarında sallanıyor, gövdesine tırmanmaktan zevk alıyor. Sadece o günlerde ağaçtan bencilce istekleri yok. Onun bütünlüğüne zarar vermiyor, her bahar çiçeklenmesine, tüm gövdesinin elmalarla dolmasına izin veriyor. Sonra çocuk büyüyor ve gidiyor. Ne zaman paraya, eve, emeklilik hayali olan tekneye ihtiyacı olsa geri geliyor. Ve istiyor. Ağaç çocuğu çok sevdiği için, onun mutluluğunu kendisinden daha fazla gözettiği için, hiç tereddüt etmeden, önce elmalarını, sonra dallarını, en sonunda tüm gövdesini vermeye razı geliyor. Çocuk hepten ihtiyarladığında, ağaç, bir tabureden farksız. Ne elmaları var, ne dalları ne de ulu bir gövdesi... Sana verecek bir şeyim kalmadı çocuk, diyor gözünde hiç büyümeyen dostuna. Oysa ihtiyar adamın ne ağaca tırmanmaya gücü var ne elma yiyebilecek dişleri... Yalnızca soluklanmak ve dinlenmek istiyor. Bunu duyan ağaç, şimdiye değin yaptığı gibi elinde kalanı paylaşıyor çocukla. Artık bir kütükten farksız gövdesine oturuyor çocuk. Kitap ağacın mutlu olduğu bilgisiyle bitiyor.
Cömert Ağaçokurları ikiye ayrılıyor. Ağacın çocuğa duyduğu koşulsuz ve sonsuz sevgi nedeniyle kitabı olumlu değerlendirenler olduğu gibi, çocuğun ağaçla kurduğu yıkıcı ve tüketici ilişkiye odaklanarak kitabın olumsuz mesajlar verdiğini düşünenler de var. Kitap farklı okumalara açık. Dostluk, koşulsuz, kendini tüketircesine sevmek, fedakarlık, anne-çocuk ilişkileri boyutundan ele alınabileceği gibi, doğa-insan ilişkisi üzerinden de irdelenebilir. Cömert Ağaçbunların her biri ve hepsidir. Cömert Ağaç, bana göre doğayı dilediği gibi tüketebileceği sınırsız ve sonsuz bir kaynak olarak gören insan tiplemesini eleştiriyor, onu neredeyse tamamen bitirdiğimizde bile ondan başka sığınacak yerimiz olmadığını gösteriyor ve doğayla uyumlu bir yaşam sürdürmemiz için aklımızdan çıkarmamamız gereken etik değerlerin altını çiziyor.
Yazan ve resimleyen Shel Silverstein
Çeviren Sevim Öztürk
Bulut Yayınlar&Özel Sezin Okulu
* Bu yazı 26/11/2016 tarihinde Yeşil Gazete Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar bölümünde yayımlandı.
Published on January 13, 2017 05:10
January 5, 2017
BERNA DURMAZ'A SORDUM
Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine, bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak istediğimi fark ettim. Öykücülere Sordum Berna Durmaz ile devam ediyor.
Öykü ne değildir?
Bir balığın suyun içinde yüzdüğünü bilmemesine benziyor öykü yazmak. Balık suyu bile tanımlayamazken, suyun dışına hiç çıkmadığı, hava ve suyu ayrı ayrı tanıyıp kıyaslamadığı halde suyun ne olmadığını nereden bilecek. Dolayısıyla ben de ne öykünün ne olduğunu biliyorum ne de ne olmadığını. Öykü budur ya da bu değildir gibi çerçevesi belli tanımlamalara tahammülü yokken öykünün, her tanımlamanın bir indirgeme olduğunu bilip, durmadan söylenenin dışına kayıp gidiyorsa bir civa gibi, ben bu yüzden onu avuçlarımda tutamıyorken bu soruya verilecek bir yanıtım da yok. Tek öğrendiğim şu ki; öykü kendisinden başka bir şey değildir, kendisi dışında kalan hiçbir şey öykü değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Seyyidhan Kömürcü’yle verimlerimiz açısından bir akrabalık kurulamaz herhalde ama ben onun şiirlerinin her dizesini sarsılarak okuyorum. Dünya Lekesi’nde Sinem şiirinden bu dizeler:
başka incirin yarasını başka incir de bilmez gibi / talandır bu herkesle herkes olmak/ kopan umur ufalan ödün adıyla / iki lekenin birbirine dağılmasına sadece aşk mı denir/ diğer zeytinin diğer zeytine fethi gibi / dilerim herkesin vaktiyle adı sinem olan uzun bir yasa değer eli / sinem! / o kadar / o denli
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Bir anı yaşamakla onu yazmak arasında bir fark yoktur bana göre. Yaşarken nasılsa öyledir öyküde de. Yaşarken bulunduğumuz durumu, bir mekânı ya da karşısında durduğumuz manzarayı uzun betimlemelerle anlatmayız. Girdiğimiz odadaki ışık, renk, çevrenin ve eşyanın görüntüsü, hepsi birden aynı anda beynimize üşüşür ve bizim orada, o odanın içinde olduğumuzu algılamamamızı sağlar. Bir öyküde de seçtiğimiz sözcüklerle aynı algıyı yaratırız ve okuyanı o öykünün içinde olmasını sağlarız. Bu içeri alama/içeride olma durumu asla betimlemelerle olacak bir şey değildir zaten. Betimleme dışarıdan bir gözle yapılabilir nihayetinde. Oysa atmosfer yaratma içeriden bir anlatımdır.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Öykücünün niyeti buysa eğer yazdığı metnin tutanaktan farkı yoktur. Üstelik öyküye benzetilmeye çalışılması da düşülecek en korkunç durumlardan biridir herhalde. Sadece tanıklık meselesinde değil yazarın hemen her amaçlı müdahalesi öyküyü zavallı duruma düşürür. Dolayısıyla yazarını da. Akış, kendiliğinden ve kendi doğasının dinamikleriyle yol alır öyküde. Elbette her metin kendi çağının dokusunu ister istemez yansıtır. Yazan kişi de o çağın insanı olduğuna, o çağa tanık olduğuna göre, bunun yazdıklarına yansıması kaçınılmazdır. Ama kendiliğinden, ama zaten doğası gereği. Asla edinilmiş büyük büyük amaçlar ve yönlendirmelerle değil.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Aslında tam da bu durumu yaşıyorum son birkaç aydır. Öykü yazamıyorum. Yazmaya başladıklarım da yarım kalıyor. Hemingway’in dediği gibi, doğru cümleyi bulmam gerektiğini biliyorum ama nerede o cümle, ne zaman yazılacak? Bilmiyorum. Güzel bildiğim cümleler şimdilik kilitli sandıklarda gizli. Sandıklar yerin yedi kat altında duruyor. Onlar orada duruyor ben yeryüzünde onların hayalleriyle gezip duruyorum. Dünya işleri beni oyalıyor, yoruyor, ben aklımdan o sandıkların varlığını çıkaramıyorum. Biliyorum ki o kilitleri okuduğum öyküler, şiirler açacak. Yazmak istediğim en güzel cümleyi okuduğum güzel bir cümle sayesinde yazacağım. Bu hep böyle oldu şimdiye dek. Bu yüzden de sevdiğim kitapları yeni baştan okuyorum bugünlerde ve bekliyorum.
Dil amaç mıdır, araç mı?Dili bir araç olarak görürsek eğer onu kullanmada giderek özensizleşebiliriz. Dille hayat bulan bir türden söz ediyoruz. Nefesi, rengi, sesi sözcüklerden başka bir şey olmayan bir yapıdan. Anlatılmak istenen ne denli önemli olursa olsun amaç edinilmiş, özenilmiş bir dille yazılmıyorsa eğer öykü yanlış notalarla çalınmış bir müzik parçasına benzer ve okunamaz, anlaşılamaz olur. Kısa öykü gibi bir türde dil elbette ki amaç olmalıdır. Anlatılmak istenen en doğru, en güzel dille anlatılıyorsa o öykü değer bulur ancak. Öykünün niteliğini anlatılanlar değil anlatma biçimi belirler ki bu da amaç edinilmiş bir dille olur.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Kendisini sürekli yazdırmak isteyen kahramanlarım oldu elbette. Ama onlar bir öykünün içinde kalıp uzun uzun anlatılmak yerine, bir öyküden çıkıp ötekinde yaşamayı seçiyorlardı. Ayağına yumağın ipi dolanmış bir kedi gibi geziyordu kahramanlarım öyküden öyküye. Böylece öyküler birbirine ulanıp duruyordu. Bu yüzdendir ki ilk kitaplarımdaki öyküleri bağlı öyküler olarak adlandıranlar oldu.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Öyküde anlamı aşmaktan, anlamı örtmeyi, ötelemeyi, çağrışım gücü zengin sözcüklerle geniş bir artalan oluşturarak görünmeyenin görünenden çok olmasını sağlamayı anlıyorum. Bu, kısa öykünün olmazsa olmazıdır zaten. Ne var ki bunu hem yazmak hem de okumak zordur, zahmetlidir. Bu yüzdendir ki günümüz okurları kolay okunan, kolay anlaşılan, okura yaratı payı bırakmayan metinlere yöneliyor. Anlamı okura hazır lokma olarak sunan bu metinlerde anlatım da, anlamayan kalmasın der gibi basite indirgeniyor. Oysa anlamayan kalsın. Anlamadıkça metne kendi anlamlarını katsın okur. Her okunduğunda ve her okuyanda yeni anlamlarla çoğalsın metin. Çok şey mi istiyorum acaba? Bana göre anlam, nitelikli öykünün zorunlu olarak sırtlandığı ve ne olursa olsun bırakamadığı bir yük değildir. Aksine anlam, okunduğu anda okurun zihninden öyküye yansıtılandır. Anlamı aşan metinler olarak gördüğüm Comte de Lautréamont’un Maldoror’un Şarkıları, Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı, Leyla Erbil’in Üç Başlı Ejderha’sı bana heyecan ve cesaret veren metinler olmuştur.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücü en uzağında, gizlisinde, kuytusundadır metnin. Hem her yerindedir hem hiçbir yerinde yoktur öykünün. Yazarın, yazdığının üzerine gölgesini düşürdüğü yetmiyor mu? Bu bile çokken neden öyküde yazarını arayalım? Öykü, yazıldıktan sonra bir başınadır. Onu yazan eller çoktan çekilmiştir üzerinden. Okur nerede, ne zaman, niçin ve kim tarafından yazıldığını bilmek zorunda değildir metnin. Karşısında varlığını sadece ve sadece kendi sözcük gücünden, yapısından, kurgusundan alan bir yapı vardır. Bu yapının içinde yazarının sesini aramak gerekmediği gibi metne yapılmış bir kötülüktür bana kalırsa. Yazılanlar arasında yazarına dair ipuçları aramak yazarı gereksiz yere yüceltmenin bir yoludur. Öyküde konuşanın yazar olduğunu düşünmekse büyük yanılgı. Böyleleri var, biliyorum.Yazarı merak etmekten ileri geliyor bu? Kim olduğunu niye merak ediyoruz ki yazarın? O da herkes gibi biridir sonuçta. Öykünün ortaya çıkmasında okurdan biraz daha fazla emek vermiş kişidir o kadar. Aslolan metnin kendisidir ve çoğunlukla yazarını bile aşar metin. Yazarın yazdığının dışına çıkıp başka yerlere gidebilir. Hem de yazar kişisinin hiç gitmediği, düşünmediği, hayal bile etmediği yerlere. Bu yüzden ki yazar mümkünse yazan ilk kişi olarak kalsın yerinde, öykünün önüne geçirilmesin.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir dğeişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Öykü ilk yazıldığı haliyle kalmıyor elbette, sonrasında defalarca yazma, çizme, bozma, yeniden yazma sürecine giriyor. Bu öykünün ince işçiliğinin yapıldığı kısım ve ilk yazılışından daha farklı prensiplerle hareket ediyorum. İlk yazma çalakalem bir yazma oluyor. Bolca hata yapıyorum, tekrara düşüyorum. Öykünün bir tarafı eksik kalmış oluyor, bir tarafı sarkabiliyor. Bütün bunlar sonraki okumalarımda gözüme çarpıyor ve öykünün üzerinde çalışma başlıyor. Öyle oluyor ki basılmış bir öykümde bile değiştirmediğime hayıflandığım sözcükler oluyor. Bilmiyorum bunun sonu var mı? Sanırım öykü hiç tamamlanmayan, belli bir formu olmayıp zaman içinde kendisine yeni sözcükler, yeni biçimler edinmek isteyen bir tür.
Öykü ne değildir?
Bir balığın suyun içinde yüzdüğünü bilmemesine benziyor öykü yazmak. Balık suyu bile tanımlayamazken, suyun dışına hiç çıkmadığı, hava ve suyu ayrı ayrı tanıyıp kıyaslamadığı halde suyun ne olmadığını nereden bilecek. Dolayısıyla ben de ne öykünün ne olduğunu biliyorum ne de ne olmadığını. Öykü budur ya da bu değildir gibi çerçevesi belli tanımlamalara tahammülü yokken öykünün, her tanımlamanın bir indirgeme olduğunu bilip, durmadan söylenenin dışına kayıp gidiyorsa bir civa gibi, ben bu yüzden onu avuçlarımda tutamıyorken bu soruya verilecek bir yanıtım da yok. Tek öğrendiğim şu ki; öykü kendisinden başka bir şey değildir, kendisi dışında kalan hiçbir şey öykü değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Seyyidhan Kömürcü’yle verimlerimiz açısından bir akrabalık kurulamaz herhalde ama ben onun şiirlerinin her dizesini sarsılarak okuyorum. Dünya Lekesi’nde Sinem şiirinden bu dizeler:
başka incirin yarasını başka incir de bilmez gibi / talandır bu herkesle herkes olmak/ kopan umur ufalan ödün adıyla / iki lekenin birbirine dağılmasına sadece aşk mı denir/ diğer zeytinin diğer zeytine fethi gibi / dilerim herkesin vaktiyle adı sinem olan uzun bir yasa değer eli / sinem! / o kadar / o denli
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Bir anı yaşamakla onu yazmak arasında bir fark yoktur bana göre. Yaşarken nasılsa öyledir öyküde de. Yaşarken bulunduğumuz durumu, bir mekânı ya da karşısında durduğumuz manzarayı uzun betimlemelerle anlatmayız. Girdiğimiz odadaki ışık, renk, çevrenin ve eşyanın görüntüsü, hepsi birden aynı anda beynimize üşüşür ve bizim orada, o odanın içinde olduğumuzu algılamamamızı sağlar. Bir öyküde de seçtiğimiz sözcüklerle aynı algıyı yaratırız ve okuyanı o öykünün içinde olmasını sağlarız. Bu içeri alama/içeride olma durumu asla betimlemelerle olacak bir şey değildir zaten. Betimleme dışarıdan bir gözle yapılabilir nihayetinde. Oysa atmosfer yaratma içeriden bir anlatımdır.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Öykücünün niyeti buysa eğer yazdığı metnin tutanaktan farkı yoktur. Üstelik öyküye benzetilmeye çalışılması da düşülecek en korkunç durumlardan biridir herhalde. Sadece tanıklık meselesinde değil yazarın hemen her amaçlı müdahalesi öyküyü zavallı duruma düşürür. Dolayısıyla yazarını da. Akış, kendiliğinden ve kendi doğasının dinamikleriyle yol alır öyküde. Elbette her metin kendi çağının dokusunu ister istemez yansıtır. Yazan kişi de o çağın insanı olduğuna, o çağa tanık olduğuna göre, bunun yazdıklarına yansıması kaçınılmazdır. Ama kendiliğinden, ama zaten doğası gereği. Asla edinilmiş büyük büyük amaçlar ve yönlendirmelerle değil.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Aslında tam da bu durumu yaşıyorum son birkaç aydır. Öykü yazamıyorum. Yazmaya başladıklarım da yarım kalıyor. Hemingway’in dediği gibi, doğru cümleyi bulmam gerektiğini biliyorum ama nerede o cümle, ne zaman yazılacak? Bilmiyorum. Güzel bildiğim cümleler şimdilik kilitli sandıklarda gizli. Sandıklar yerin yedi kat altında duruyor. Onlar orada duruyor ben yeryüzünde onların hayalleriyle gezip duruyorum. Dünya işleri beni oyalıyor, yoruyor, ben aklımdan o sandıkların varlığını çıkaramıyorum. Biliyorum ki o kilitleri okuduğum öyküler, şiirler açacak. Yazmak istediğim en güzel cümleyi okuduğum güzel bir cümle sayesinde yazacağım. Bu hep böyle oldu şimdiye dek. Bu yüzden de sevdiğim kitapları yeni baştan okuyorum bugünlerde ve bekliyorum.
Dil amaç mıdır, araç mı?Dili bir araç olarak görürsek eğer onu kullanmada giderek özensizleşebiliriz. Dille hayat bulan bir türden söz ediyoruz. Nefesi, rengi, sesi sözcüklerden başka bir şey olmayan bir yapıdan. Anlatılmak istenen ne denli önemli olursa olsun amaç edinilmiş, özenilmiş bir dille yazılmıyorsa eğer öykü yanlış notalarla çalınmış bir müzik parçasına benzer ve okunamaz, anlaşılamaz olur. Kısa öykü gibi bir türde dil elbette ki amaç olmalıdır. Anlatılmak istenen en doğru, en güzel dille anlatılıyorsa o öykü değer bulur ancak. Öykünün niteliğini anlatılanlar değil anlatma biçimi belirler ki bu da amaç edinilmiş bir dille olur.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Kendisini sürekli yazdırmak isteyen kahramanlarım oldu elbette. Ama onlar bir öykünün içinde kalıp uzun uzun anlatılmak yerine, bir öyküden çıkıp ötekinde yaşamayı seçiyorlardı. Ayağına yumağın ipi dolanmış bir kedi gibi geziyordu kahramanlarım öyküden öyküye. Böylece öyküler birbirine ulanıp duruyordu. Bu yüzdendir ki ilk kitaplarımdaki öyküleri bağlı öyküler olarak adlandıranlar oldu.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Öyküde anlamı aşmaktan, anlamı örtmeyi, ötelemeyi, çağrışım gücü zengin sözcüklerle geniş bir artalan oluşturarak görünmeyenin görünenden çok olmasını sağlamayı anlıyorum. Bu, kısa öykünün olmazsa olmazıdır zaten. Ne var ki bunu hem yazmak hem de okumak zordur, zahmetlidir. Bu yüzdendir ki günümüz okurları kolay okunan, kolay anlaşılan, okura yaratı payı bırakmayan metinlere yöneliyor. Anlamı okura hazır lokma olarak sunan bu metinlerde anlatım da, anlamayan kalmasın der gibi basite indirgeniyor. Oysa anlamayan kalsın. Anlamadıkça metne kendi anlamlarını katsın okur. Her okunduğunda ve her okuyanda yeni anlamlarla çoğalsın metin. Çok şey mi istiyorum acaba? Bana göre anlam, nitelikli öykünün zorunlu olarak sırtlandığı ve ne olursa olsun bırakamadığı bir yük değildir. Aksine anlam, okunduğu anda okurun zihninden öyküye yansıtılandır. Anlamı aşan metinler olarak gördüğüm Comte de Lautréamont’un Maldoror’un Şarkıları, Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı, Leyla Erbil’in Üç Başlı Ejderha’sı bana heyecan ve cesaret veren metinler olmuştur.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücü en uzağında, gizlisinde, kuytusundadır metnin. Hem her yerindedir hem hiçbir yerinde yoktur öykünün. Yazarın, yazdığının üzerine gölgesini düşürdüğü yetmiyor mu? Bu bile çokken neden öyküde yazarını arayalım? Öykü, yazıldıktan sonra bir başınadır. Onu yazan eller çoktan çekilmiştir üzerinden. Okur nerede, ne zaman, niçin ve kim tarafından yazıldığını bilmek zorunda değildir metnin. Karşısında varlığını sadece ve sadece kendi sözcük gücünden, yapısından, kurgusundan alan bir yapı vardır. Bu yapının içinde yazarının sesini aramak gerekmediği gibi metne yapılmış bir kötülüktür bana kalırsa. Yazılanlar arasında yazarına dair ipuçları aramak yazarı gereksiz yere yüceltmenin bir yoludur. Öyküde konuşanın yazar olduğunu düşünmekse büyük yanılgı. Böyleleri var, biliyorum.Yazarı merak etmekten ileri geliyor bu? Kim olduğunu niye merak ediyoruz ki yazarın? O da herkes gibi biridir sonuçta. Öykünün ortaya çıkmasında okurdan biraz daha fazla emek vermiş kişidir o kadar. Aslolan metnin kendisidir ve çoğunlukla yazarını bile aşar metin. Yazarın yazdığının dışına çıkıp başka yerlere gidebilir. Hem de yazar kişisinin hiç gitmediği, düşünmediği, hayal bile etmediği yerlere. Bu yüzden ki yazar mümkünse yazan ilk kişi olarak kalsın yerinde, öykünün önüne geçirilmesin.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir dğeişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Öykü ilk yazıldığı haliyle kalmıyor elbette, sonrasında defalarca yazma, çizme, bozma, yeniden yazma sürecine giriyor. Bu öykünün ince işçiliğinin yapıldığı kısım ve ilk yazılışından daha farklı prensiplerle hareket ediyorum. İlk yazma çalakalem bir yazma oluyor. Bolca hata yapıyorum, tekrara düşüyorum. Öykünün bir tarafı eksik kalmış oluyor, bir tarafı sarkabiliyor. Bütün bunlar sonraki okumalarımda gözüme çarpıyor ve öykünün üzerinde çalışma başlıyor. Öyle oluyor ki basılmış bir öykümde bile değiştirmediğime hayıflandığım sözcükler oluyor. Bilmiyorum bunun sonu var mı? Sanırım öykü hiç tamamlanmayan, belli bir formu olmayıp zaman içinde kendisine yeni sözcükler, yeni biçimler edinmek isteyen bir tür.
Published on January 05, 2017 00:43
January 4, 2017
AYŞEGÜL KOCABIÇAK'A SORDUM
Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine, bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak istediğimi fark ettim. Öykücülere Sordum Ayşegül Kocabıçak ile devam ediyor.
Öykü ne değildir? Öykü kısalığıyla değerlendirilerek hafife alınacak bir tür değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?Ahmet Telli üniversite yıllarımda Barış Acar sayesinde tanıdığım bir şairdir ve bu dizelerini kendimle çok bağdaştırırım, ne zaman içinden çıkamadığım bir durum olsa dua gibi aklıma düşer. Ayağı kayan bir çocuk Kadar şaşkınım, bilemedim Düz yolda yürümenin imlâsını Kanayan dizlerime bakıp da Ağlamayı öğrenemediğim gibi
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?Atmosfer okuru öyküye çeken büyülü alandır. Sağlam bir atmosfer üzerine kurgulanmamış öykü sığdır, sıradandır. Atmosferi güçlendirmek için uzun betimlemeler yerine karşılıklı diyaloglar, kısa cümleler, ân’ı gösteren minik işaretler de pek âlâ yeterli olabilir. Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır? Mutlaka! Sanatın ve edebiyatın bir görevi de bu değil midir? Çağına yabancı-yalancı yazar okura yazmak yerine kendine günlük tutmalıdır. Elbette ki göze sokan sloganlı bir dille değil ama çağına yabancılaşmadan ve objektif olarak, olması gerektiği kadar.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?Geçtiğimiz kış altı ay boyunca eşim yurtdışındaydı ve ben tek kelime yazamadım. İçimden gelmedi. Bunu tıkanma olarak değerlendiremeyiz belki de ama yazamadığımı hatırladığım tek dönem buydu. Yazmak istersem metin kafamda tamam olduğunda oturur yazarım, değilse hiç zorlamam, beklerim. Vakti geldiğinde o kendini yazdırır, doğrusu da bu benim için. Öykü kafamda oluşmuşsa tıkanmıyorum sanırım(henüz :) )
Dil amaç mıdır, araç mı?En güzeli, en içime sineni yazabilmek için kuralları çok iyi bilinerek kullanılması gereken bir araçtır. Dilbilimci olsaydım amaç olurdu : )
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?Evet. İlk kitabımda Kara Kedi öyküsündeki oğlu Pozantı cezaevinde cinsel istismara uğrayan anne aylarca başımdan gitmedi. Başka öyküler yazarken bile onun çaresizliği, mecburi görmemezliği kalemimim ucuna geldi gitti, geldi gitti.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir? Anlamı aşmak ve disiplinler zincirini kırmak sanatın her dalı için sanatçının cesaretle denemesi gereken, eseri ve sahibini özgürleştirip, diğerlerine benzemekten alıkoyan bir yol. Resimde Salvador Dali mesela, şiirde Küçük İskender geldi aklıma ve edebiyatta Leyla Erbil, alt metinleri, karakterleri ve noktalama işaretleriyle, Latife Tekin ise yarattığı benzersiz atmosferle bu konuda ilk aklıma gelen yazarlar.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?Neresinde olmayı dilerse orasındadır. İsterse ben anlatıcı olur kendi üstüne bir öykü kurar, isterse hiç bilmediği kişilerle tanımadığı diyarlara uçar, isterse bir hayvan ya da bir eşya olur. Öykünün atmosferini bozmadan, buradayım diye bağırmadan dilediğince gezinmekte serbesttir.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?Bu olay bende hiç bitmez. Her okuduğumda gözümü kulağımı tırmalayan noktalar yakaladığım için metin yayımlandıktan sonra okumaya korkarım. “yine bir şey göreceğim ve tüm mutluluğum sönecek!” diye ve dayanamayıp okuduğumda da söner nitekim maalesef!
Öykü ne değildir? Öykü kısalığıyla değerlendirilerek hafife alınacak bir tür değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?Ahmet Telli üniversite yıllarımda Barış Acar sayesinde tanıdığım bir şairdir ve bu dizelerini kendimle çok bağdaştırırım, ne zaman içinden çıkamadığım bir durum olsa dua gibi aklıma düşer. Ayağı kayan bir çocuk Kadar şaşkınım, bilemedim Düz yolda yürümenin imlâsını Kanayan dizlerime bakıp da Ağlamayı öğrenemediğim gibi
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?Atmosfer okuru öyküye çeken büyülü alandır. Sağlam bir atmosfer üzerine kurgulanmamış öykü sığdır, sıradandır. Atmosferi güçlendirmek için uzun betimlemeler yerine karşılıklı diyaloglar, kısa cümleler, ân’ı gösteren minik işaretler de pek âlâ yeterli olabilir. Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır? Mutlaka! Sanatın ve edebiyatın bir görevi de bu değil midir? Çağına yabancı-yalancı yazar okura yazmak yerine kendine günlük tutmalıdır. Elbette ki göze sokan sloganlı bir dille değil ama çağına yabancılaşmadan ve objektif olarak, olması gerektiği kadar.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?Geçtiğimiz kış altı ay boyunca eşim yurtdışındaydı ve ben tek kelime yazamadım. İçimden gelmedi. Bunu tıkanma olarak değerlendiremeyiz belki de ama yazamadığımı hatırladığım tek dönem buydu. Yazmak istersem metin kafamda tamam olduğunda oturur yazarım, değilse hiç zorlamam, beklerim. Vakti geldiğinde o kendini yazdırır, doğrusu da bu benim için. Öykü kafamda oluşmuşsa tıkanmıyorum sanırım(henüz :) )
Dil amaç mıdır, araç mı?En güzeli, en içime sineni yazabilmek için kuralları çok iyi bilinerek kullanılması gereken bir araçtır. Dilbilimci olsaydım amaç olurdu : )
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?Evet. İlk kitabımda Kara Kedi öyküsündeki oğlu Pozantı cezaevinde cinsel istismara uğrayan anne aylarca başımdan gitmedi. Başka öyküler yazarken bile onun çaresizliği, mecburi görmemezliği kalemimim ucuna geldi gitti, geldi gitti.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir? Anlamı aşmak ve disiplinler zincirini kırmak sanatın her dalı için sanatçının cesaretle denemesi gereken, eseri ve sahibini özgürleştirip, diğerlerine benzemekten alıkoyan bir yol. Resimde Salvador Dali mesela, şiirde Küçük İskender geldi aklıma ve edebiyatta Leyla Erbil, alt metinleri, karakterleri ve noktalama işaretleriyle, Latife Tekin ise yarattığı benzersiz atmosferle bu konuda ilk aklıma gelen yazarlar.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?Neresinde olmayı dilerse orasındadır. İsterse ben anlatıcı olur kendi üstüne bir öykü kurar, isterse hiç bilmediği kişilerle tanımadığı diyarlara uçar, isterse bir hayvan ya da bir eşya olur. Öykünün atmosferini bozmadan, buradayım diye bağırmadan dilediğince gezinmekte serbesttir.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?Bu olay bende hiç bitmez. Her okuduğumda gözümü kulağımı tırmalayan noktalar yakaladığım için metin yayımlandıktan sonra okumaya korkarım. “yine bir şey göreceğim ve tüm mutluluğum sönecek!” diye ve dayanamayıp okuduğumda da söner nitekim maalesef!
Published on January 04, 2017 09:21
December 31, 2016
NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM?(31)
BUGÜNE YOLCULUK
Hani olur ya, bir şeyi yapmak istersiniz, ama bir türlü başlayamazsınız. Bilirsiniz, bir başlasanız akacaktır da başlayamazsınız. Araya hep bir şeyler girer. Ertelersiniz, korktuğunuz için, arkadaşınızla buluşmak, gezmek, film izlemek için...
Zaman su gibi akıp geçer başlamadan!
Bu konuyu en basit haliyle anlatan çok sevdiğim Silvana Tavano’nun bir çocuk kitabı var, “Nasıl Başlar?” diye. Hep derim, çocuk kitaplarından öğrenecek çok şeyimiz var:
“Karmaşık görünen pek çok şeyin basit bir başlangıcı vardır her zaman:Resim yavaş yavaş, önce bir çizgiyle başlayıp çıkar ortaya.
Senfoni, ilk nota yazıldıktan sonra; her buluş, bir hayalden sonra...Neyse ki pek çok şey, sadece bir arzuyla başlar: Bir sır, hiçbir şey anlatmamayı seçtiğimizde başlar... Bir dostluksa, her şeyi anlatmak istediğimizde.Her şeyin bir sonu olduğunu anlamanın tek yolu vardır: BAŞLAMAK”
İnsan bir şeyi seviyorsa aslında başlama sorunu olmayacağına inanırım. Seyahat etmeyi seven birinin biletini satın alması zor olmasa gerek, ya da yemek yemeği seven birinin yemeği hazırlaması, matematiği seven birinin sayılarla oynaması...
Keşke dünyada herkes sevdiği işi yapsa.
Yazmayı, kalemleri, kağıtları, kitapları sevdiğimden, yazarken mutlu olduğumdan, yazmaktan kuvvet aldığımdan, çocuklar için yazmaya başlamam pek zor olmadı. Gerçi, bu seferki amacım biraz daha farklıydı. Yazdığım birileri tarafından okunacaktı. Böyle bir amaç için yazmak daha farklı bir deneyim gerektiriyor. Çocuklar için yazmanın bambaşka kuralları, tekniği var. En başta çocukları iyi tanımak, onları heyecanlandıracak, eğlendirecek, meraklandıracak konuları bulmak ve çocukların okurken zevk alabileceği şekilde yazmak gerekiyor. Başlarda zor oldu. Yazıyordum, sonra yazdığımı okuyunca moralim bozuluyordu. Yazmak istediklerim, fikirlerim iyiydi de, yazdıklarım değildi. Okudukça, yazdıkça, eğitimler aldıkça kendimi geliştirdim
Gördüklerimi, duyduklarımı, düşündüklerimi, yaşadıklarımı, hayal gücümü, çocukluğumu yazmaya başladım. ‘Rengarenk Tavşanlar İstiyorum’ kitabım gittiğim bir okulda bir kız çocuğu ile sohbetim sonucunda ortaya çıktı. ‘Hayalperest Çocuk’ okul hayatında sıkışmış çocukların, doğayı özleyenlerin ve biraz da oğlumun öyküsü oldu.
Aslında herkes bir yazar, okuryazar. Herkesin hayatı, yaşadıkları bir öykü, bir kitap. Yazar ile yazar olmayanlar arasındaki en belirgin fark yazarların hayattan aldıklarını bir düzen ve estetik içinde kağıda dökebilme yeteneğidir, diye düşünüyorum.
Evimizin iki odası vardı. Salonda, büfenin en alt rafında annem ile babamın kitapları uğrak yerlerimden biriydi. Orada çocuk kitabı yoktu, ama yine de büyükler için yazılmış kitapların beni çok oyaladığını hatırlarım. Evimizdeki bu küçücük kitaplığın kitap sevgimin oluşmasına katkı sağladığını düşünüyorum. Kitapları anlamazdım, ama bakardım; sayfalarını çevirir, yırtar, karalardım. O kitaplardan bir tanesi - Balzac’ın Eugenie Grande’ın - bugüne kadar geldi. İşte fotoğrafı.
Diğerlerine ne oldu bilmiyorum. O kadar çok taşındık ki, her taşınmada bir şeyler yitirdiğimiz gibi kitaplarımızı, fotoğraflarımızı da yitirdik. Ama hafızamdan hiç silinmeyen Erdal Öz’ün “Gülünün Solduğu Akşam,” Atatürk’ün anıları ile ilgili bir kitap, Uğur Mumcu ve Aziz Nesin’in kitapları ve bordo kapaklı, şişman bir Hayat Ansiklopedimiz vardı.
Sonraki yıllarda kendi kitaplığım oluşmaya başladı. Birinci sınıfta öğretmenim Günel Kaya’nın hediye ettiği Ayşegül kitabı, ilk kitabım oldu. Hayran hayran bakardım Ayşegül’e. Benden farklıydı, güzeldi, becerikliydi, yetenekliydi... 2011’de Yapı Kredi Yayınları Ayşegül serisini tekrar bastığında heyecanla okuyup, çocukluğuma döndüm. Sonra bu kadar kusursuz bir karakter olan Ayşegül’ün gelişimimde nasıl bir etkisi olduğunu düşündüm. Belki de hata yapmaktan ve geri çevrilmekten korkmamda Ayşegül’ün parmağı vardır, kim bilir! Ayşegül’e inat hatalar yapan karakterleri seviyorum.
Can Yayınları’nın çocuk kitapları serisi bana alındığından galiba ilkokul üçüncü sınıftaydım. Altı adet kırmızı karton kutunun içinde otuz kitaplık bir seçki. Nasıl mutlu olmuştum, nasıl da heyecanlanmıştım... Her gün farklı birini okur, birinden diğerine geçer dururdum. Kitaplarımı oraya koyar, buraya koyar, yere göğe sığdıramazdım. Palavracı Baron, Beyaz Yele, Küçük Hafiyeler, Uçan Sınıf’ın, İlyada, Alçacıktan Kar Yağar... Yıllar sonra Erich Kästner’in “Kendi çocukluğunuzu asla unutmayın!” sözünün doğruluğunu anlayacak, Beyaz Yele kitabındaki “patron” gibi insanları görüp, tanıyacaktım.
Dördüncü ve beşinci sınıftayken gazeteci olmak istediğimi hatırlıyorum. O zamanlar ve hala da en rahatsız olduğum ve bir türlü kabullenemediğim şey doğaya zarar verilmesi, çevrenin kirletilmesi, yerlere çöp atılması, boş alanların hemen çöplüğe çevrilmesiydi. Arnavutköy’de otururduk. Bir gün evden okula giderken sevdiğim bir sokağın üstündeki binanın yarı bodrum katındaki dairenin çöplüğe çevrildiğini, gelen geçenin umursamadan oraya çöp attığını fark ettim. Bu durum beni çok rahatsız etmiş, bununla ilgili bir haber yapmaya, insanlara bunun yanlış olduğunu anlatmaya karar vermiştim. Ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Sonra aklıma gazete çıkarma fikri geldi. Evet, bir gazete çıkarabilirdim! Fotoğraf çektim, bastırdım ve bu yaşanan tatsız durumla ilgili haber yazısı yazdım, hepsini A4 kağıda güzelce yerleştirdim, süsledim. Aslında bu gazete değil, poster olmuştu, ama kime ne! Ben ilk gazetemi çıkarmıştım. Gerisi gelmedi tabii, ama yine de, bu süreç, bir şey üretmiş olmak, bir soruna dikkat çekmek çok hoşuma gitmişti. Bu çalışma o güne kadar yaptığım onca sayfa ödeve bedeldi. Şimdilerde oğlumun okulundaki ödevler hep bu tür çalışmalar içeriyor. Hayat ile bağlantılı, araştıran, sorgulayan, bir şeyler üretmeye yönelik çalışmalar... Ne mutlu onlara!
Bizim evde kitap deyince akan sular dururdu. Hiçbir şey alınmasa kitap alınırdı. Ama gerçek okuma sevgim sekizinci sınıfta ortaokul öğretmenim sayesinde oluştu diyebilirim. Kitap sevgisinin doğuştan değil, okuyarak kazanıldığına inanan Türkçe öğretmenimiz Kemal Aloğlu o sene boyunca bize birbirinden güzel kitaplar okutmuştu... Ne öncesinde, ne de sonrasında Kemal hocanın yaptığını başka bir öğretmen yaptı. O yıl harfi harfine, kelimesi kelimesine Ernest Hemingway’in Silahlara Veda’sını, Orhan Kemal’in Murtaza’sını, Richard Bach’ın Martı’sını, Yaşar Kemal’in Yılanı Öldürseler’i, Jose Mauro De Vasconcelos’un Şeker Portakal’ını, Montaigne’in Denemeleri’ni okuduk. Okumaya alışkın olmayan öğrenciler için sıkıcı ve zorlayıcı başlayan sene giderek eğlenceli bir hal almıştı. Okudukça okuyasımız gelmiş, her birimiz birer kitap oburu olmuştuk. Bir başlayınca, hele bir de sürükleyiciyse kitap, hemen bitiverdiğini görmüş, yeni okuyacağımız kitap için heveslenmiştik. Kalın kitaplardan korkmaz olmuştuk. Hiç unutamam o yılı.
Sonrasında çantamdan ve hayatımdan kitap eksik olmadı. En olmadık yerlerde ve zamanlarda kitabıma dalıp gittim. Ama ne yazık ki lise yıllarımda okumak bir hayli zorlaşmıştı. Okul, ödevler, sınavlar, testler, antrenmanlar dört bir taraftan bastırıyordu. Okumaya zaman mı vardı? Varsa yoksa ders! Buna rağmen aralarda boşluk bulduğumda okurken, “Kitap okuyacağına dersine çalış!” diye uyarılırdım. İrkilirdim o anlarda. Zaman zaman usulca kitabı kapatıp ders çalışır, bazen de aldırış etmezdim.
Amerika’ya lise üçte gitmemin tek sevindiğim yanı üniversite sınavına hazırlanmayıp çokça kitap okumuş olmamdı. Harika, değil mi? Okula gidiyor, ödevlerimi yapıyor, okul takımında oynuyor olmama rağmen bu ülkede okumaya ve yazmaya zaman vardı. Evimizin karşısındaki Plumb Memorial Kütüphanesinde kitap kokulu huzurlu günler geçirdim. Ülke, arkadaş özlemimi azıcık da olsa kitaplar sayesinde giderdim. Bu arada sürekli yazıyor, okuyor, günlük tutuyor, arkadaşlarımla mektuplaşıyordum. Kim bilir kaç ayakkabı kutusunu dolduracak mektuplar yazdım, okudum.
Amerika’da, Türkiye’nin aksine, okuyan bir toplum, okuma kültürünü oluşturmak isteyen bir sistem var. İnsanlar toplu taşımada, kafelerde, parklarda kitap okuyor. Onlar nasıl okuyor da biz okumuyoruz? Cevabı zor değil. Öğretmenler, “Ne olursa olsun, okuyun. Önemli olan okumak,” diyorlar ve onlar da okuyor. Yazılı ödevlerde konuyu öğrenci seçiyor ki, istekle, hevesle konuyu okusun, araştırsın, yazsın diye. Ayrıca, her okulun, her semtin kütüphanesi var. Kütüphaneden otuz beş adet kitap ödünç alabiliyorsun, üç hafta içinde kitapları bitiremediysen iki hafta daha uzatabiliyorsun. Eğer istediğin kitap ellerinde yoksa başka kütüphaneden getirtebiliyorlar. Eşekli Kütüphaneci olarak bilinen Mustafa Güzelgöz, 1960’larda otuz altı köye kütüphanecilik hizmeti götürmüş. Kadınlar gelsin diye kitaplığa dikiş makinesi, beşik, halı tezgahı, radyo yerleştirmiş. Hayatını halka okuma yazma öğretmek ve kitapları sevdirmek için çalışmış bu kişi, toplumun en küçük yerleşiminden büyük yerleşimine kadar her yerde kitaplık olmalı demiş. Ne var ki dediğini biz değil, Amerika’lılar yapmış! Belki de Amerika’da çok daha fazla kitap okunmasının bir nedeni de budur.
Bu yaz, tam on dokuz yıl aradan sonra oturduğumuz evimizi, lisemi, kütüphanemi ziyaret ettim. Türkiye’de alıştığımızın aksine kütüphanenin yerine lüks site yapılmamış, evimizin yeri AVM olmamıştı. Evim, okulum, kütüphanem yerli yerinde duruyordu.
Kütüphanenin resimleri – dışarıdan ve içeridenUzun yıllar en büyük zevkim biyografi kitaplarını okumak oldu. Üniversitede okurken iki yıl Barnes & Noble kitapçısında çalıştım. Hepimiz bir bölümden sorumluyduk. Ben işletme okuyorum diye bana “Business” bölümünü vermişlerdi, halbuki biyografi bölümünde gözüm vardı. O bölümde ne isimler, ne hayatlar saklıydı... Barnes&Noble’da ve genel olarak Amerika’daki diğer tüm kitapçılarda, kütüphanelerde biyografi denilince bu konuya ayrılmış devasa bir bölüm karşınıza çıkar. Her alanda fark yaratmış, başarıya ulaşmış, isim yapmış kişilerin biyografi kitaplarını bulmak mümkün. Onların hayat hikayelerini okumanın beni olumlu yönde etkilediğini, değiştirdiğini, şekillendirdiğini düşünüyorum. Okurken sanki onları yanı başımda, bana hikayesini fısıldar gibi hissediyor, deneyimlerinden öğreniyorum. Ghandi, Mandela, Nazım Hikmet, Martin Luther King, Goethe, Montaigne, Abraham Lincoln, Mina Urgan, Jella Lepman, Türkan Saylan, Eleanor Roosevelt, Marie Curie, Belkıs Vassaf, Anne Frank, Erasmus, Mother Teresa’nın hayat hikayesini okuyup insan nasıl etkilenmesin?
Ne yazık ki, Türkiye’ye döndüğümden beri eskisi kadar biyografi kitabı okuyamıyorum. Biraz Türkiye’deki biyografi kitaplarının noksanlığından, biraz da kalbimi çocuk kitaplarına kaptırmış olmamdan... Çocukluğumda yeterince okuyamamış olmamın acısını çıkarıyorum. Okurken, yazarken, çocuklarla birlikteyken nefes alıyor, yenileniyor, gülümsüyor, çocukluğuma dönüyor, en yaratıcı halimi keşfediyorum. Çocukları güldürdüğüm, eğlendirdiğim, heyecanlandırdığım, düşündürdüğüm, hayal dünyalarını azıcık da olsa genişlettiğim, hayal kurmalarına yardımcı olduğum için ve özellikle tüm bunları çocuklara kitap okuyarak gerçekleştirebildiğim için mutlu oluyorum. Çocukların okumayı sevmesi ve dünyanın daha güzel bir yer olması için çabalıyor, çalışıyor, umut ediyorum.
Yaptığımız işi seviyorsak ya da bir şeyi yapmayı arzuluyorsak eğer, Başlarız hemen. Zaman kaybetmeden, araya hiçbir şey girmeden...İşte o zaman, Yaşar Kemal’in “binbir çiçekli bahçesi” zenginleşir, canlanır, güçlenir, özgürleşir... İşte o zaman dünya güzelleşir!
Hani olur ya, bir şeyi yapmak istersiniz, ama bir türlü başlayamazsınız. Bilirsiniz, bir başlasanız akacaktır da başlayamazsınız. Araya hep bir şeyler girer. Ertelersiniz, korktuğunuz için, arkadaşınızla buluşmak, gezmek, film izlemek için...
Zaman su gibi akıp geçer başlamadan!
Bu konuyu en basit haliyle anlatan çok sevdiğim Silvana Tavano’nun bir çocuk kitabı var, “Nasıl Başlar?” diye. Hep derim, çocuk kitaplarından öğrenecek çok şeyimiz var:
“Karmaşık görünen pek çok şeyin basit bir başlangıcı vardır her zaman:Resim yavaş yavaş, önce bir çizgiyle başlayıp çıkar ortaya.
Senfoni, ilk nota yazıldıktan sonra; her buluş, bir hayalden sonra...Neyse ki pek çok şey, sadece bir arzuyla başlar: Bir sır, hiçbir şey anlatmamayı seçtiğimizde başlar... Bir dostluksa, her şeyi anlatmak istediğimizde.Her şeyin bir sonu olduğunu anlamanın tek yolu vardır: BAŞLAMAK”
İnsan bir şeyi seviyorsa aslında başlama sorunu olmayacağına inanırım. Seyahat etmeyi seven birinin biletini satın alması zor olmasa gerek, ya da yemek yemeği seven birinin yemeği hazırlaması, matematiği seven birinin sayılarla oynaması...
Keşke dünyada herkes sevdiği işi yapsa.
Yazmayı, kalemleri, kağıtları, kitapları sevdiğimden, yazarken mutlu olduğumdan, yazmaktan kuvvet aldığımdan, çocuklar için yazmaya başlamam pek zor olmadı. Gerçi, bu seferki amacım biraz daha farklıydı. Yazdığım birileri tarafından okunacaktı. Böyle bir amaç için yazmak daha farklı bir deneyim gerektiriyor. Çocuklar için yazmanın bambaşka kuralları, tekniği var. En başta çocukları iyi tanımak, onları heyecanlandıracak, eğlendirecek, meraklandıracak konuları bulmak ve çocukların okurken zevk alabileceği şekilde yazmak gerekiyor. Başlarda zor oldu. Yazıyordum, sonra yazdığımı okuyunca moralim bozuluyordu. Yazmak istediklerim, fikirlerim iyiydi de, yazdıklarım değildi. Okudukça, yazdıkça, eğitimler aldıkça kendimi geliştirdim
Gördüklerimi, duyduklarımı, düşündüklerimi, yaşadıklarımı, hayal gücümü, çocukluğumu yazmaya başladım. ‘Rengarenk Tavşanlar İstiyorum’ kitabım gittiğim bir okulda bir kız çocuğu ile sohbetim sonucunda ortaya çıktı. ‘Hayalperest Çocuk’ okul hayatında sıkışmış çocukların, doğayı özleyenlerin ve biraz da oğlumun öyküsü oldu.
Aslında herkes bir yazar, okuryazar. Herkesin hayatı, yaşadıkları bir öykü, bir kitap. Yazar ile yazar olmayanlar arasındaki en belirgin fark yazarların hayattan aldıklarını bir düzen ve estetik içinde kağıda dökebilme yeteneğidir, diye düşünüyorum.
Evimizin iki odası vardı. Salonda, büfenin en alt rafında annem ile babamın kitapları uğrak yerlerimden biriydi. Orada çocuk kitabı yoktu, ama yine de büyükler için yazılmış kitapların beni çok oyaladığını hatırlarım. Evimizdeki bu küçücük kitaplığın kitap sevgimin oluşmasına katkı sağladığını düşünüyorum. Kitapları anlamazdım, ama bakardım; sayfalarını çevirir, yırtar, karalardım. O kitaplardan bir tanesi - Balzac’ın Eugenie Grande’ın - bugüne kadar geldi. İşte fotoğrafı.
Diğerlerine ne oldu bilmiyorum. O kadar çok taşındık ki, her taşınmada bir şeyler yitirdiğimiz gibi kitaplarımızı, fotoğraflarımızı da yitirdik. Ama hafızamdan hiç silinmeyen Erdal Öz’ün “Gülünün Solduğu Akşam,” Atatürk’ün anıları ile ilgili bir kitap, Uğur Mumcu ve Aziz Nesin’in kitapları ve bordo kapaklı, şişman bir Hayat Ansiklopedimiz vardı.
Sonraki yıllarda kendi kitaplığım oluşmaya başladı. Birinci sınıfta öğretmenim Günel Kaya’nın hediye ettiği Ayşegül kitabı, ilk kitabım oldu. Hayran hayran bakardım Ayşegül’e. Benden farklıydı, güzeldi, becerikliydi, yetenekliydi... 2011’de Yapı Kredi Yayınları Ayşegül serisini tekrar bastığında heyecanla okuyup, çocukluğuma döndüm. Sonra bu kadar kusursuz bir karakter olan Ayşegül’ün gelişimimde nasıl bir etkisi olduğunu düşündüm. Belki de hata yapmaktan ve geri çevrilmekten korkmamda Ayşegül’ün parmağı vardır, kim bilir! Ayşegül’e inat hatalar yapan karakterleri seviyorum.
Can Yayınları’nın çocuk kitapları serisi bana alındığından galiba ilkokul üçüncü sınıftaydım. Altı adet kırmızı karton kutunun içinde otuz kitaplık bir seçki. Nasıl mutlu olmuştum, nasıl da heyecanlanmıştım... Her gün farklı birini okur, birinden diğerine geçer dururdum. Kitaplarımı oraya koyar, buraya koyar, yere göğe sığdıramazdım. Palavracı Baron, Beyaz Yele, Küçük Hafiyeler, Uçan Sınıf’ın, İlyada, Alçacıktan Kar Yağar... Yıllar sonra Erich Kästner’in “Kendi çocukluğunuzu asla unutmayın!” sözünün doğruluğunu anlayacak, Beyaz Yele kitabındaki “patron” gibi insanları görüp, tanıyacaktım.
Dördüncü ve beşinci sınıftayken gazeteci olmak istediğimi hatırlıyorum. O zamanlar ve hala da en rahatsız olduğum ve bir türlü kabullenemediğim şey doğaya zarar verilmesi, çevrenin kirletilmesi, yerlere çöp atılması, boş alanların hemen çöplüğe çevrilmesiydi. Arnavutköy’de otururduk. Bir gün evden okula giderken sevdiğim bir sokağın üstündeki binanın yarı bodrum katındaki dairenin çöplüğe çevrildiğini, gelen geçenin umursamadan oraya çöp attığını fark ettim. Bu durum beni çok rahatsız etmiş, bununla ilgili bir haber yapmaya, insanlara bunun yanlış olduğunu anlatmaya karar vermiştim. Ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Sonra aklıma gazete çıkarma fikri geldi. Evet, bir gazete çıkarabilirdim! Fotoğraf çektim, bastırdım ve bu yaşanan tatsız durumla ilgili haber yazısı yazdım, hepsini A4 kağıda güzelce yerleştirdim, süsledim. Aslında bu gazete değil, poster olmuştu, ama kime ne! Ben ilk gazetemi çıkarmıştım. Gerisi gelmedi tabii, ama yine de, bu süreç, bir şey üretmiş olmak, bir soruna dikkat çekmek çok hoşuma gitmişti. Bu çalışma o güne kadar yaptığım onca sayfa ödeve bedeldi. Şimdilerde oğlumun okulundaki ödevler hep bu tür çalışmalar içeriyor. Hayat ile bağlantılı, araştıran, sorgulayan, bir şeyler üretmeye yönelik çalışmalar... Ne mutlu onlara!
Bizim evde kitap deyince akan sular dururdu. Hiçbir şey alınmasa kitap alınırdı. Ama gerçek okuma sevgim sekizinci sınıfta ortaokul öğretmenim sayesinde oluştu diyebilirim. Kitap sevgisinin doğuştan değil, okuyarak kazanıldığına inanan Türkçe öğretmenimiz Kemal Aloğlu o sene boyunca bize birbirinden güzel kitaplar okutmuştu... Ne öncesinde, ne de sonrasında Kemal hocanın yaptığını başka bir öğretmen yaptı. O yıl harfi harfine, kelimesi kelimesine Ernest Hemingway’in Silahlara Veda’sını, Orhan Kemal’in Murtaza’sını, Richard Bach’ın Martı’sını, Yaşar Kemal’in Yılanı Öldürseler’i, Jose Mauro De Vasconcelos’un Şeker Portakal’ını, Montaigne’in Denemeleri’ni okuduk. Okumaya alışkın olmayan öğrenciler için sıkıcı ve zorlayıcı başlayan sene giderek eğlenceli bir hal almıştı. Okudukça okuyasımız gelmiş, her birimiz birer kitap oburu olmuştuk. Bir başlayınca, hele bir de sürükleyiciyse kitap, hemen bitiverdiğini görmüş, yeni okuyacağımız kitap için heveslenmiştik. Kalın kitaplardan korkmaz olmuştuk. Hiç unutamam o yılı.
Sonrasında çantamdan ve hayatımdan kitap eksik olmadı. En olmadık yerlerde ve zamanlarda kitabıma dalıp gittim. Ama ne yazık ki lise yıllarımda okumak bir hayli zorlaşmıştı. Okul, ödevler, sınavlar, testler, antrenmanlar dört bir taraftan bastırıyordu. Okumaya zaman mı vardı? Varsa yoksa ders! Buna rağmen aralarda boşluk bulduğumda okurken, “Kitap okuyacağına dersine çalış!” diye uyarılırdım. İrkilirdim o anlarda. Zaman zaman usulca kitabı kapatıp ders çalışır, bazen de aldırış etmezdim.
Amerika’ya lise üçte gitmemin tek sevindiğim yanı üniversite sınavına hazırlanmayıp çokça kitap okumuş olmamdı. Harika, değil mi? Okula gidiyor, ödevlerimi yapıyor, okul takımında oynuyor olmama rağmen bu ülkede okumaya ve yazmaya zaman vardı. Evimizin karşısındaki Plumb Memorial Kütüphanesinde kitap kokulu huzurlu günler geçirdim. Ülke, arkadaş özlemimi azıcık da olsa kitaplar sayesinde giderdim. Bu arada sürekli yazıyor, okuyor, günlük tutuyor, arkadaşlarımla mektuplaşıyordum. Kim bilir kaç ayakkabı kutusunu dolduracak mektuplar yazdım, okudum.
Amerika’da, Türkiye’nin aksine, okuyan bir toplum, okuma kültürünü oluşturmak isteyen bir sistem var. İnsanlar toplu taşımada, kafelerde, parklarda kitap okuyor. Onlar nasıl okuyor da biz okumuyoruz? Cevabı zor değil. Öğretmenler, “Ne olursa olsun, okuyun. Önemli olan okumak,” diyorlar ve onlar da okuyor. Yazılı ödevlerde konuyu öğrenci seçiyor ki, istekle, hevesle konuyu okusun, araştırsın, yazsın diye. Ayrıca, her okulun, her semtin kütüphanesi var. Kütüphaneden otuz beş adet kitap ödünç alabiliyorsun, üç hafta içinde kitapları bitiremediysen iki hafta daha uzatabiliyorsun. Eğer istediğin kitap ellerinde yoksa başka kütüphaneden getirtebiliyorlar. Eşekli Kütüphaneci olarak bilinen Mustafa Güzelgöz, 1960’larda otuz altı köye kütüphanecilik hizmeti götürmüş. Kadınlar gelsin diye kitaplığa dikiş makinesi, beşik, halı tezgahı, radyo yerleştirmiş. Hayatını halka okuma yazma öğretmek ve kitapları sevdirmek için çalışmış bu kişi, toplumun en küçük yerleşiminden büyük yerleşimine kadar her yerde kitaplık olmalı demiş. Ne var ki dediğini biz değil, Amerika’lılar yapmış! Belki de Amerika’da çok daha fazla kitap okunmasının bir nedeni de budur.
Bu yaz, tam on dokuz yıl aradan sonra oturduğumuz evimizi, lisemi, kütüphanemi ziyaret ettim. Türkiye’de alıştığımızın aksine kütüphanenin yerine lüks site yapılmamış, evimizin yeri AVM olmamıştı. Evim, okulum, kütüphanem yerli yerinde duruyordu.
Kütüphanenin resimleri – dışarıdan ve içeridenUzun yıllar en büyük zevkim biyografi kitaplarını okumak oldu. Üniversitede okurken iki yıl Barnes & Noble kitapçısında çalıştım. Hepimiz bir bölümden sorumluyduk. Ben işletme okuyorum diye bana “Business” bölümünü vermişlerdi, halbuki biyografi bölümünde gözüm vardı. O bölümde ne isimler, ne hayatlar saklıydı... Barnes&Noble’da ve genel olarak Amerika’daki diğer tüm kitapçılarda, kütüphanelerde biyografi denilince bu konuya ayrılmış devasa bir bölüm karşınıza çıkar. Her alanda fark yaratmış, başarıya ulaşmış, isim yapmış kişilerin biyografi kitaplarını bulmak mümkün. Onların hayat hikayelerini okumanın beni olumlu yönde etkilediğini, değiştirdiğini, şekillendirdiğini düşünüyorum. Okurken sanki onları yanı başımda, bana hikayesini fısıldar gibi hissediyor, deneyimlerinden öğreniyorum. Ghandi, Mandela, Nazım Hikmet, Martin Luther King, Goethe, Montaigne, Abraham Lincoln, Mina Urgan, Jella Lepman, Türkan Saylan, Eleanor Roosevelt, Marie Curie, Belkıs Vassaf, Anne Frank, Erasmus, Mother Teresa’nın hayat hikayesini okuyup insan nasıl etkilenmesin?Ne yazık ki, Türkiye’ye döndüğümden beri eskisi kadar biyografi kitabı okuyamıyorum. Biraz Türkiye’deki biyografi kitaplarının noksanlığından, biraz da kalbimi çocuk kitaplarına kaptırmış olmamdan... Çocukluğumda yeterince okuyamamış olmamın acısını çıkarıyorum. Okurken, yazarken, çocuklarla birlikteyken nefes alıyor, yenileniyor, gülümsüyor, çocukluğuma dönüyor, en yaratıcı halimi keşfediyorum. Çocukları güldürdüğüm, eğlendirdiğim, heyecanlandırdığım, düşündürdüğüm, hayal dünyalarını azıcık da olsa genişlettiğim, hayal kurmalarına yardımcı olduğum için ve özellikle tüm bunları çocuklara kitap okuyarak gerçekleştirebildiğim için mutlu oluyorum. Çocukların okumayı sevmesi ve dünyanın daha güzel bir yer olması için çabalıyor, çalışıyor, umut ediyorum.
Yaptığımız işi seviyorsak ya da bir şeyi yapmayı arzuluyorsak eğer, Başlarız hemen. Zaman kaybetmeden, araya hiçbir şey girmeden...İşte o zaman, Yaşar Kemal’in “binbir çiçekli bahçesi” zenginleşir, canlanır, güçlenir, özgürleşir... İşte o zaman dünya güzelleşir!
Published on December 31, 2016 13:04
December 30, 2016
KARDA UZUN YÜRÜDÜK SENLE
Yağamayan karı beklerken, karda uzun uzun yürüdüğüm ve Resim şarkısını mırıldandığım Kayseri yıllarım geldi aklıma.
Published on December 30, 2016 11:05
December 13, 2016
ÖYKÜCÜLERE SORDUM: BANU ÖZYÜREK
Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak, çeşitlendirmek istediğimi fark ettim. Öykücülere Sordum Banu Özyürek ile devam ediyor.
Öykü ne değildir? Yazarının duygu ve düşünce dünyasında yeterince yer işgal etmemiş, ona yeterince mesai yaptırmamış hiçbir öykü öykü değildir. İnsanı anlamak için gereken zahmetli, ürkütücü ve pek çok fedakârlıklar isteyen çabayı sarf etmeden insan üzerine bolca laf döküp saçan metinler öykü değildir. Ruhsuz yapma çiçekler gibi birbirinin aynı, alıp bir kenara koyabileceğiniz ve orada öylece duracak metinler öykü değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Akrabalık kurmak değil ama kitabımın girişinde de kullandığım, Peter Handke’nin Çocukluk Şarkısı’ndan şu dizeler beni çok etkiler:
Çocuk henüz çocukken bir keresinde yabancı bir yatakta uyandı
ve şimdi hep tekrar uyanıyor
Bu dizelerde bütün bir hayat duygusunu hatta hayata dair hissettiğim en temel duyguyu buluyorum. Şiirin tamamı çok güzeldir zaten;
Her şey yaşam doluydu
Ve tüm yaşam birdi
mesela…
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Atmosfer benim için çoğu zaman ilk birkaç cümledir. Metnin tamamına yayılan ve yapıtın biricik dünyasında olduğumu hissettiren duygudur. Yazar bunu daima betimlemeyle mi yapar? Evet ayak bastığımız yeri, ufkumuzda neler olduğunu, dokunduğumuz nesnenin sertliğini yumuşaklığını bilmek bir şeydir. Önemli de bir şeydir. Ama yine de atmosferin betimlemeden ziyade yazarın kafa sesinin yarattığı etki olduğunu düşünürüm.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Bu seçim yapabileceğimiz bir konu mudur gerçekten? Sonuçta bu çağın içinde, bu çağın vaatleri, umutları, umutsuzlukları, hastalıkları, mücadeleleri ile biçimleniyorsunuz. Bu çağın insanlarına değiyorsunuz, alışverişinizi onlarla yapıyorsunuz, aynı sosyal kültürel manzaralara bakıyorsunuz. Dolayısıyla zaten siz bu çağsınız. Tanık olmaktan öte o’sunuz. Yazdıklarınız da o olacaktır. Böyle kesin ayrımlar, vazifeler, nişanlar çok hoşuma gitmiyor. Birileri tepeden doğru yolu işaret ediyor gibi. Ve okuldan çıkmış bir grup öğrenci birbirini ite kaka ama asla usluluğun sınırlarını zorlamadan o yola girmeye çalışıyor. Çağının tanığı olmaktan ziyade (ki dediğim gibi bundan kaçmayı mümkün göremiyorum) çağını biraz itip kakan sanatçıyı daha çok seviyorum.
Yoksa ortalıkta terzi kız ol(a)mayan pek çok terzi kız hikâyesi vardı bir dönem ve bunlar aynı şarkıyı söyleyip dururken çağının tanığı falan olmayı da başarabiliyor değillerdi. Bugün de plaza insanı yaşamı, beyaz yakalı eleştirisi gibi konuların yazarların ilgisini çektiğini görüyoruz. Evet, tamam, elbette içinde yaşadığımız gerçeklik… Ancak metinlere bakın, orada hiçbir sıkıntı yok mu sizce? Sen çağının tanığı oldun peki ama metin edebi olabildi mi? Yoksa eleştirin yeni hiçbir şey söylemediği için eleştirdiğin şeyin kendisinden daha ölü bir şey mi?
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Yazarken tıkandıysam, tekrar yazma isteği ve gücüyle dolana kadar masadan uzaklaşırım. Bu artık birkaç gün mü sürer birkaç ay mı daha fazla mı bilemiyorum. Ben ne yazık ki düzenli çalışabilenlerden değilim. Ne yazık ki diyorum ama bir yanım da bunda yazıklanacak bir şey yok demiyor değil; yollar başka başkadır ve bu senin yolun. Bağım daha duygusal bir yerden. İçten, zorlayan bir kuvvete gereksinim duyuyorum. O olduktan sonra, cümleler doğru da olsa yanlış da olsa bir şekilde beliriyor zaten. Yanlışlar zamanla siliniyor, doğrular kalıyor ya da yeni doğrular gelip giriyor metne.
Ama okumak oldukça verimli bir jeneratördür bu tıkanıklık zamanlarında, yani kesinlikle makineyi çalıştırıcı etkisi oluyor. Okurken okurken bir anda elimdeki kitabı bırakıp iştahla yazmaya başladığım pek çok zaman biliyorum.
Dil amaç mıdır, araç mı?Araç ya da amaç olmaktan ziyade bir mücadele alanıdır demeyi tercih ederim. Yani hem imkânlar vaat eden hem imkânsızlıklarıyla yolunuzu kesen bir alan. Ancak elbette yazar bu mücadeleyi vermeli ve kendine ait bir dil, ses peşinde olmalıdır.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Bende kahramandan çok mesele çalışır aslında. Yani bir şekilde meseleyi çözememişsem geri dönerim. Devam metni olabilir, bozup yeniden yazmak olabilir. Bir günü bitirme sanatı’nda örneğin birbiriyle bağlantılı hikâyelerim vardı. Anlatmak istediğim şey o öykülerle bitmemişti ama bir yandan da o öyküler çoktan bitmişti. Uzatmak çare olamazdı, metinler kendi içlerine kapanmışlardı artık. Ben de peşlerine taktığım ikinci metinlerle işi çözmeye çalıştım. Fakat ilk metinleri boğmamak için ikincileri biraz oyunlu tasarladım.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Anlamı aşmak tabii büyük bir hedef ve şiir için de daha uygun bir ifade gibi duruyor. Öykü için ise anlamı, anlatımı, bakışı, yapıyı zorlayan, çarpıtan bütün denemeler yapılmalı diye düşünüyorum. Her denemenin başarılı sonuç vermeyeceğini de kabul ederek.
Hüseyin Kıran’ın romanlarındaki dil dünyasının beni etkilediğini söyleyebilirim.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücünün tercihine göre, metne göre değişir. Şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır tarzında bir mecburiyet göremiyorum. Neden olsun? Aksine birtakım formülleri, izleri takip etmenin bize çok şahane tek tip metinler armağan ettiğini göremiyor muyuz? Biraz gevşemeliyiz ve herkes kendi yolunu aramalı, her anlamda.
İyi metin olsun da isterse yazar metnin göbeğinde otursun yahut onu kendinden tutabildiği kadar uzakta tutsun, eğer metni bunu talep ediyorsa. Ben yazarın metninden kolayca ayrılabileceğini düşünemiyorum açıkçası. Sonuçta metin yazanın bilincinden çıkar. Yani yazar isterse kendini Fizan’da sansın, farkında bile olmadan metinde volta atıyordur. Fakat bir yandan da öyküdeki “ben” öyküdeki “ben”dir. Çünkü yapıt kendi gerçekliği ile vardır.
Kundera’nın “bütün romanlar ben’in bilmecesiyle ilgilidir” ifadesini öykü için de düşünebiliriz ve yazar o bilmeceyle uğraşıyorsa, metnini zayıflatmayacak biçimde istediği yerde konumlanabilir.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway.İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?Hemingway’in cümlesi metinlerimin çoğu için geçerlidir diyebilirim J Hiç, bir defada yahut defalarca çalışmadan bitirebildiğim bir metin olmadı. Benim için yazmak bir tür düşünme biçimi. Çoğu zaman saplantı derecesinde yoğunlaştığım, varlığımı işgal etmiş bir düşünce ve duyguyla yola çıkıyorum. Bunun da konuya mesafenizi kaybetmek, aşırı duyarlı hale gelmek ve duygusal bir yüzeyde debelenmek gibi riskleri var.
İlk taslak daima sıcak olur. Bu sıcaklık da iyi bir fikri yakıp geçebilir. Ancak çalıştıkça (çalışmaktan kastım dil temizliği ve işçilik değildir) yani düşündükçe metin gelişir, boyutlanır, öz’lenir. Bu değişim çok uzun bir zamana yayılabilir çünkü değişmek her zaman zor bir iş olmuştur. Ve noktayı koyduğumuzda başlangıçtan çok farklı bir yerde de sonlanabilir mücadelemiz, o yerin iyice billurlarmış bir görünümünde de.
Bazen metni o kadar genişletirsiniz ki, bin defa yazdıktan sonra artık bir defa yazılması imkânsız bir şey haline gelir ve işe yaramaz yüz taslağıyla bilgisayarda bekler durur.
Sonuç ne olursa olsun ve o yol çok sıkıntı da verse ve yorsa ve üzse de insanı, en sevdiğim kısım, bu kendi kendime debelendiğim kısımdır. İşin özü oradadır benim için.
Öykü ne değildir? Yazarının duygu ve düşünce dünyasında yeterince yer işgal etmemiş, ona yeterince mesai yaptırmamış hiçbir öykü öykü değildir. İnsanı anlamak için gereken zahmetli, ürkütücü ve pek çok fedakârlıklar isteyen çabayı sarf etmeden insan üzerine bolca laf döküp saçan metinler öykü değildir. Ruhsuz yapma çiçekler gibi birbirinin aynı, alıp bir kenara koyabileceğiniz ve orada öylece duracak metinler öykü değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Akrabalık kurmak değil ama kitabımın girişinde de kullandığım, Peter Handke’nin Çocukluk Şarkısı’ndan şu dizeler beni çok etkiler:
Çocuk henüz çocukken bir keresinde yabancı bir yatakta uyandı
ve şimdi hep tekrar uyanıyor
Bu dizelerde bütün bir hayat duygusunu hatta hayata dair hissettiğim en temel duyguyu buluyorum. Şiirin tamamı çok güzeldir zaten;
Her şey yaşam doluydu
Ve tüm yaşam birdi
mesela…
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Atmosfer benim için çoğu zaman ilk birkaç cümledir. Metnin tamamına yayılan ve yapıtın biricik dünyasında olduğumu hissettiren duygudur. Yazar bunu daima betimlemeyle mi yapar? Evet ayak bastığımız yeri, ufkumuzda neler olduğunu, dokunduğumuz nesnenin sertliğini yumuşaklığını bilmek bir şeydir. Önemli de bir şeydir. Ama yine de atmosferin betimlemeden ziyade yazarın kafa sesinin yarattığı etki olduğunu düşünürüm.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Bu seçim yapabileceğimiz bir konu mudur gerçekten? Sonuçta bu çağın içinde, bu çağın vaatleri, umutları, umutsuzlukları, hastalıkları, mücadeleleri ile biçimleniyorsunuz. Bu çağın insanlarına değiyorsunuz, alışverişinizi onlarla yapıyorsunuz, aynı sosyal kültürel manzaralara bakıyorsunuz. Dolayısıyla zaten siz bu çağsınız. Tanık olmaktan öte o’sunuz. Yazdıklarınız da o olacaktır. Böyle kesin ayrımlar, vazifeler, nişanlar çok hoşuma gitmiyor. Birileri tepeden doğru yolu işaret ediyor gibi. Ve okuldan çıkmış bir grup öğrenci birbirini ite kaka ama asla usluluğun sınırlarını zorlamadan o yola girmeye çalışıyor. Çağının tanığı olmaktan ziyade (ki dediğim gibi bundan kaçmayı mümkün göremiyorum) çağını biraz itip kakan sanatçıyı daha çok seviyorum.
Yoksa ortalıkta terzi kız ol(a)mayan pek çok terzi kız hikâyesi vardı bir dönem ve bunlar aynı şarkıyı söyleyip dururken çağının tanığı falan olmayı da başarabiliyor değillerdi. Bugün de plaza insanı yaşamı, beyaz yakalı eleştirisi gibi konuların yazarların ilgisini çektiğini görüyoruz. Evet, tamam, elbette içinde yaşadığımız gerçeklik… Ancak metinlere bakın, orada hiçbir sıkıntı yok mu sizce? Sen çağının tanığı oldun peki ama metin edebi olabildi mi? Yoksa eleştirin yeni hiçbir şey söylemediği için eleştirdiğin şeyin kendisinden daha ölü bir şey mi?
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Yazarken tıkandıysam, tekrar yazma isteği ve gücüyle dolana kadar masadan uzaklaşırım. Bu artık birkaç gün mü sürer birkaç ay mı daha fazla mı bilemiyorum. Ben ne yazık ki düzenli çalışabilenlerden değilim. Ne yazık ki diyorum ama bir yanım da bunda yazıklanacak bir şey yok demiyor değil; yollar başka başkadır ve bu senin yolun. Bağım daha duygusal bir yerden. İçten, zorlayan bir kuvvete gereksinim duyuyorum. O olduktan sonra, cümleler doğru da olsa yanlış da olsa bir şekilde beliriyor zaten. Yanlışlar zamanla siliniyor, doğrular kalıyor ya da yeni doğrular gelip giriyor metne.
Ama okumak oldukça verimli bir jeneratördür bu tıkanıklık zamanlarında, yani kesinlikle makineyi çalıştırıcı etkisi oluyor. Okurken okurken bir anda elimdeki kitabı bırakıp iştahla yazmaya başladığım pek çok zaman biliyorum.
Dil amaç mıdır, araç mı?Araç ya da amaç olmaktan ziyade bir mücadele alanıdır demeyi tercih ederim. Yani hem imkânlar vaat eden hem imkânsızlıklarıyla yolunuzu kesen bir alan. Ancak elbette yazar bu mücadeleyi vermeli ve kendine ait bir dil, ses peşinde olmalıdır.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Bende kahramandan çok mesele çalışır aslında. Yani bir şekilde meseleyi çözememişsem geri dönerim. Devam metni olabilir, bozup yeniden yazmak olabilir. Bir günü bitirme sanatı’nda örneğin birbiriyle bağlantılı hikâyelerim vardı. Anlatmak istediğim şey o öykülerle bitmemişti ama bir yandan da o öyküler çoktan bitmişti. Uzatmak çare olamazdı, metinler kendi içlerine kapanmışlardı artık. Ben de peşlerine taktığım ikinci metinlerle işi çözmeye çalıştım. Fakat ilk metinleri boğmamak için ikincileri biraz oyunlu tasarladım.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Anlamı aşmak tabii büyük bir hedef ve şiir için de daha uygun bir ifade gibi duruyor. Öykü için ise anlamı, anlatımı, bakışı, yapıyı zorlayan, çarpıtan bütün denemeler yapılmalı diye düşünüyorum. Her denemenin başarılı sonuç vermeyeceğini de kabul ederek.
Hüseyin Kıran’ın romanlarındaki dil dünyasının beni etkilediğini söyleyebilirim.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücünün tercihine göre, metne göre değişir. Şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır tarzında bir mecburiyet göremiyorum. Neden olsun? Aksine birtakım formülleri, izleri takip etmenin bize çok şahane tek tip metinler armağan ettiğini göremiyor muyuz? Biraz gevşemeliyiz ve herkes kendi yolunu aramalı, her anlamda.
İyi metin olsun da isterse yazar metnin göbeğinde otursun yahut onu kendinden tutabildiği kadar uzakta tutsun, eğer metni bunu talep ediyorsa. Ben yazarın metninden kolayca ayrılabileceğini düşünemiyorum açıkçası. Sonuçta metin yazanın bilincinden çıkar. Yani yazar isterse kendini Fizan’da sansın, farkında bile olmadan metinde volta atıyordur. Fakat bir yandan da öyküdeki “ben” öyküdeki “ben”dir. Çünkü yapıt kendi gerçekliği ile vardır.
Kundera’nın “bütün romanlar ben’in bilmecesiyle ilgilidir” ifadesini öykü için de düşünebiliriz ve yazar o bilmeceyle uğraşıyorsa, metnini zayıflatmayacak biçimde istediği yerde konumlanabilir.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway.İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?Hemingway’in cümlesi metinlerimin çoğu için geçerlidir diyebilirim J Hiç, bir defada yahut defalarca çalışmadan bitirebildiğim bir metin olmadı. Benim için yazmak bir tür düşünme biçimi. Çoğu zaman saplantı derecesinde yoğunlaştığım, varlığımı işgal etmiş bir düşünce ve duyguyla yola çıkıyorum. Bunun da konuya mesafenizi kaybetmek, aşırı duyarlı hale gelmek ve duygusal bir yüzeyde debelenmek gibi riskleri var.
İlk taslak daima sıcak olur. Bu sıcaklık da iyi bir fikri yakıp geçebilir. Ancak çalıştıkça (çalışmaktan kastım dil temizliği ve işçilik değildir) yani düşündükçe metin gelişir, boyutlanır, öz’lenir. Bu değişim çok uzun bir zamana yayılabilir çünkü değişmek her zaman zor bir iş olmuştur. Ve noktayı koyduğumuzda başlangıçtan çok farklı bir yerde de sonlanabilir mücadelemiz, o yerin iyice billurlarmış bir görünümünde de.
Bazen metni o kadar genişletirsiniz ki, bin defa yazdıktan sonra artık bir defa yazılması imkânsız bir şey haline gelir ve işe yaramaz yüz taslağıyla bilgisayarda bekler durur.
Sonuç ne olursa olsun ve o yol çok sıkıntı da verse ve yorsa ve üzse de insanı, en sevdiğim kısım, bu kendi kendime debelendiğim kısımdır. İşin özü oradadır benim için.
Published on December 13, 2016 12:59
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.

