Tuğba Gürbüz's Blog, page 98
February 1, 2016
NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (20)
GECİKMİŞ BİR TEŞEKKÜR Çocukken ablamla altlı üstlü ranzada yatardık ve annemden dinlediğimiz masalları birbirimize anlatarak uykuya dalardık. Bir süre sonra masallar birbirini tekrar etmeye başlayınca ben de kafamdan uydurduklarımı anlatır oldum. Masalı çok uzatınca ya da prens tarafından kurtarılması gereken prenses kurda yem olunca; birinci sınıfa giden ablam, anlattıklarımdan şüphelenmeye başladı. Anlattıklarımı uydurup uydurmadığımı sorar oldu. Her seferinde, “Sen okuldayken annemden dinledim,” diyerek ikna ettim onu.Görünmez arkadaşlara ve yatağın altında gizlenip ayağımı kapmaya çalışan kurtlara inanıyordum. Fatih Ormanı’nın kenarına kurulmuş Orman İşletmesi’nde yaşıyorduk ve kurt olmasa da aç kalan çakal ve gelincikler zaman zaman evlerimize kadar sokuluyordu. Onlar içeri girmiyordu ama içime giren kurt bana masallar anlatıyordu. Annem ablamı ders çalıştırırken, tepelerinde dura dura okumayı ve yazmayı öğrendim. Evde canım çok sıkıldığından okula gitmek istedim. Parmak çocuk kadardım. Müdür, “Bir iki gelsin sıkılır bırakır,” deyince, kayıtsız kuyutsuz takılmaya başladım. ‘Ali topu at’ ‘Oya topu tut’ ‘Ayşe ekmek al’ ‘Hasan bayrak as’ gibi emirlerin hiçbirini defterime yazmadım. “Ben, Ali, Oya, Ayşe, Hasan falan değilim, onlar yazsın,” dedim, arkadaşlarımı da örgütledim. Öğretmen komşumuzdu kucağında uyuduğum bile olmuştu; sınıfta çıkarttığım isyanı, “Bundan sonra herkes kendi adıyla yazacak fişleri,” diyerek çabuk bastırdı. Okuldan da sıkıldım, baktım hep aynı terane, “Ben gitmekten vazgeçtim,” dedim. Ama geç kalmıştım göğsüme kirazı iliştirmişlerdi bile. Teneffüslerde Uzay Yolu oynamak, derste pencereden yangın söndürme gemilerinin su fışkırtmasını izlemek, çıkışlarda leblebi tozuyla boğulayazmak olmasa; çekilir dert değildi. Orta bir falan olmalı, öğretmen çocuğu bir arkadaşımız ödül mü almış, şiiri mi beğenilmiş ne; hoca tahtaya çıkarttı, şiirini okutup bize de alkışlattı. O zaman dedim ki, “Valla kıyak iş alkış falan, ben de yazayım iki satır, kızların ilgisini çekeyim.” Koyunlu moyunlu bir şey yazdım ilkin, kızlar ilgilenmedi tabii. Ama benim hoşuma gitti. Çocuk parkında geçen yaşanmış bir hikâyeydi ikincisi, salıncaklar falan çarpışıyordu. Natüralist ve Realist takılıyordum yani ilk zamanlar. Sonra sonra Romantik dönemim başlar. Çok âşık oluyordum ve çok yazıyordum. Zaman zaman işe de yarıyordu. Okulda şair diye biliniyordum. Uzun edebiyat sohbetleri yapıp, Nazım’ın kitaplarını veren çok şey öğrendiğim edebiyat hocalarım da oldu, kompozisyonlarıma sürekli 5 – 6 verip beni çileden çıkartan, en sonunda “Siz edebiyattan anlamıyorsunuz!” diye isyan ettiklerim de. Bu arada şiir dışında kısa hikâyeler, denemeler de yazmaya başladım. Okul dergisinin editörlüğüne getirilince, bir iki gazetede dergide yazılarım da çıkmaya başlayınca, ‘Tamam yazar oluyorum,’ diye düşündüm ama olabilmem için bir yaşadığım kadar daha yaşamam gerekti. Hukuk fakültesinde, bitmeyen uzun dersler sırasında kalın kitapların arasında gizli saklı çok kitap bitirdim. Bu arada öğrendim okuma oburluğundan kurtulup gurme okur olmayı. Daktiloyla yazıp, fotokopiyle çoğaltıp, Artvin’e Adana’ya bile gönderdiğimiz bir de dergi çıkarttık. (Kime Ne’nin sadece dört beş sayı çıkabildiğinden aslında kime ne?) Kafamda öykü dolaştırmaya başlamam da bu döneme rastlar. Senelerce öyküleri etrafımdakilere anlattım ama yazamadım, ufak ufak notlar aldım, bir iki denedim ama olmadı. Kim bilir, belki de o zamandan kalmadır, öyküleri senelerce kafamda tutmadan, kâğıda dökememem.
Askerliğim bir uzun mektup gibi geçti… Sadece bana ait olan yazıcı bürosunda, radyo dinleyip, kütüphanede bulduğum Yaşar Kemalleri Ataol Behramoğlularını okudum. İnsanları tanımayı, daktilo tamir etmeyi bir de sayfalar dolusu mektup yazmayı öğrendim.
Döndükten sonra… gündüzleri hukuk dilekçeleri yazdım, akşamları öykü; gündüzleri boşanma dilekçeleri yazdım, akşamları sonu mutsuz biten aşk hikâyeleri, gündüzleri cinayet davalarına tahliye dilekçeleri yazdım, akşamları ON HİKÂYE ON ÖLÜM’ü. Bir – bir buçuk yılda on öykülük ilk dosyamı tamamladım. Hem şiir dosyamı hem de öykü dosyamı iki ayrı yarışmaya gönderdim. Tesadüfen ikisinin de ödül töreni aynı güne denk geldi, ben ikisini de kazanacağımdan emindim, hangisine gideceğime karar veremiyordum. Tepebaşı Tüyap’daki öykününkine gittim. İkisini de kazanamadım. Fuarda şiirin jüri üyelerinden birini gördüm, dosyamda neyin eksik olduğunu sordum, dosyamın eline geçmediğini söyledi. Şairliği kıvıramadığıma karar verip bıraktım, sonra da arkama dönüp ilk göz ağrıma bakmadım.
Öykü dosyamı yayınevlerine göndermeye karar verdim. Aynı anda iki üç büyük yayınevine birden gönderdim. İlk gelen cevap mektuptu, beni yerin dibine sokup çıkarttıktan sonra, sen bu işleri bırak, diyordu. O gün yazmayı bırakmaya karar verdim. İkincisi telefondu, yayınevine çağırıyordu. Görüşmeye gittiğimde, öykü dosyasını basamayacaklarını ama en uzun öyküyü romana çevirebilirsem yayınlayacaklarını söylediler. Ben romanlaştıramadım zaten bir süre sonra da yayınevi kapandı. (Bu öykü Emanetimdeki Hayatlar romanımda olayları başlatan Hüzün Yüklü Gözler’di.) Son gelen telefon, dosyayı basacaklarını, üzerinde birlikte çalışacağımızı ama sekiz ay bekleyip bekleyemeyeceğimi soruyordu. “Sorun değil, bir yıl bile beklerim,” dedim. O gün, ne olursa olsun yazıda direnmeye karar verdim. Ekonomik kriz patladığından dosyam basılmadı zaten kriz o yayınevini de patlattı. Ben ilk kitabımı görmek için on yıl bekledim. Bana telefon açan kişiyse Metin Kaçan’dı. O telefon olmasaydı, yazıya küslüğümün devam edeceğini ve belki de bir daha hiç yazmayacağımı bilemedi.
Yukarılarda bir yerlerde, gökyüzünün afili filintalarıyla racon kesip, zar atarken arada aşağılara da bakıyorsa, umarım teşekkür ettiğimi de duyuyordur, çünkü ona teşekkür etmeye hiç fırsatım olmadı.
MEHMET FIRAT PÜRSELİM
Published on February 01, 2016 01:00
January 25, 2016
PEMBE KIZIL
NotaBene Yayınları genç, yeni öykücüleri çatısı altında bir araya getirmeye devam ediyor. M. Belkıs Aydın ile ilk öykü kitabı Pembe Kızıl ve edebiyat yolculuğu hakkında konuştuk.
İlk kitabın Pembe Kızıl geçtiğimiz aylarda yayımlandı, Belkıs. Tebrik ederim. Seni tanımayan okurlar için 50 kelimeyle otobiyografini öğrenebilir miyim?
Eskişehir ile İstanbul arasında iki kentli bir yaşamım var. Bol akrabalı geniş bir ailede büyüdüm. Yalnız olmayı istemenin, bireyselliğin onaylanmadığı kalabalık sofralarda geçti çocukluğum, hâlâ da öyledir. Kalabalık ailelerde büyüyünce insan kendisine ait, gizemli bir alanın varlığına galiba daha çok gereksinim duyuyor. O yüzden metin benim kendime ait odamdır aslında.
Yazmaya başladığın andan bugüne uzanan yazı yolculuğunda yazı öğretmenlerin (sana ilham veren metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kimler oldu?
İnsan illa ki sözüne güvendiği ya da ne yazsa doğru yazmıştır diyerek okuduğu birtakım rehberler ediniyor. Kerteriz olarak aldığı belli isimler olmalı ki kafasında onlarla tartışmalı, onları izlemeli, kendince kavga etmeli, kimi zaman onları aşmak istemeli, kimi zaman da onaylamalı. Ben bir tane isim vereceğim, o da feminist eleştirmen Hande Öğüt. Edebiyat dergilerini ilk okumaya başladığım zamanlardan beri, neleri nasıl okumak gerektiği konusunda onun metinleri iyi bir yol göstericidir. Üstelik hiç tahmin etmeyeceğiniz ve değerli görmediğiniz bir bestseller üzerine zihin açıcı bir analizini okuyabilirsiniz. Bunun dışında günümüz Türk edebiyatını tüm gücümle izlemeye çalışıyorum. Tek tek isimleri saymak uzun sürer.
Ürünlerinin 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, İstanbulplus, Varlık, Virgül, Cumhuriyet Kitap gibi pek çok dergide yayımlanması ve Pembe Kızıl adlı dosyanın 2014 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde “Dikkate Değer” görülmesi kitaplaşma sürecini kolaylaştırdı mı?
Bunlar yayınlatma sürecinde bir kolaylık sağlama olarak değil de yolun başındaki bir yazarın kendisini rahatlatması ve onaylatması olarak işe yaramıştır. Sözgelimi Dünyanın Öyküsüdergisinde öyküm ilk yayınlandığında havalara uçmuş, hemen arkadaşımı aramıştım. Sanki piyango bileti vurmuş gibi mutlu olmuştum. Pembe Kızıl’ın, Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nde “Dikkate Değer” bulunması da bu anlamda rahatlattı beni. Hayranı olduğum yazarların oluşturduğu bir jüri tarafından onaylandığımı düşünmek, yoluma doğru yerden devam ettiğime inandırdı. Aldığım kabul kadar reddedilişim de oldu elbette. Bu yüzden kitaplaştırma aşamasında dosyanızı değerlendiren editör çok önemli. Ben bu anlamda NotaBene’de bizim şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Sibel Öz hem iyi bir yazar hem de iyi bir editör. Hem dilimizden anlıyor, hem de aşırı kontrolcü ve müdahaleci değil. Yani içerisi hem güvenli hem püfür püfür esiyor. Yolun başındaki bir yazar için yerleşilen yer çok önemli.
Kitapta ilk dikkatimi çeken dili kullanımın oldu. Dil işçiliğine önem veriyorsun. Her bir kahramanını mesleğine, sosyo-ekonomik konumuna uygun apayrı dille, benzetmelerle konuşturuyorsun. Bu konuda neler söylemek istersin?
Bu saptaman beni çok mutlu etti. Benim dille bir derdim var. Bir metnin en önemli yanı benim için dilidir. Dilinden keyif alamadığım bir metin sanki tuzu fazla kaçmış bir yemek gibi, işkence gibi geliyor bana. Yiyemem, yüzüm buruşur. Dilin olanaklarına kapıyı baştan kapatmak, dilden korkmaktır biraz. Aslında dile özen gösterirmiş gibi durursunuz, oysa hakikatte bu dilden korktuğunuzun apaçık kanıtıdır. Ondan uzak durmak istediğinizi gösterir.
Değişen mesleklere göre dilin değişmesi de bir zorunluluk. Durduğumuz yere göre dünyamız ve bu dünyayı anlamlandırma biçimimiz de değişir. Çamaşırhanede çalışan biriyle kütüphanede çalışan birinin dili aynı olmayacaktır. Ben dile duyarlığın dilden korkmamak, onu sevmek anlamına geldiğini düşünüyorum. Dilin tekinsizliğinden ürküp onu budamaya çalışmaktansa onun sonsuzluğuna hayran olmak gerek. Bu yüzden sözgelimi dilde tasarruf denince kaşıntı tutuyor beni. Doğaya, dünyaya haddini bildiren o eril zihnin, dili de terbiye etmek için parmak salladığını görür gibi oluyorum ve irkiliyorum. Dil ile barış halinde olmalıyız, savaşmaktan, onu kırpıp kısıtlamaktan, onu budamaya çalışma sevdasından vazgeçmeliyiz. Dil bitmez, sonsuz olanaklarıyla bir mucizedir. Bunun yerine onu tükenecek bir maden gibi görürsek, onu coşkuyla sevip onda esrimek yerine onun tükenmesinden korkarsak banka hesabında biriktirme peşinde koşarız. Dil pintisi olmamak gerek. Bizim evimiz o.
Öykülerinde yalnızlık, sıkışmışlık, yanlış ilişkiler, intihar temalarını ele alıyorsun. Bir kahramanın “İntihar en büyük yolculuk fikridir, hep hazırda can simitleri gibi bekletmek gerekir,” diyor. Sen ne düşünüyorsun, yaşamı, ölmeye kalkışacak denli ciddiye mi almalı insan?
Yok yaşamın kendisi bir travma zaten, sanki o hiç yokmuş gibi davranmak gerek. Sanki hiç farkında değilmişiz gibi yaşamalıyız. Yaşama zaten kendimize karşın maruz kaldığımız için bunu kendimize sürekli anımsatmanın alemi pek yok, iyi madem deyip çaktırmadan sürdürmek gerek. Bunun en güzel yöntemi de kendimizle bolca dalga geçebilmek. Ben biraz sessiz ve izlemeyi seven bir tipim. Dışa dönük olamadığım için ve belki kendimi yaşamın içinde eritemediğim için kendimle dalga geçmeden kendime tahammül edemem. Yani bizi ironi kurtaracak J
Peki bundan sonra? Temalarına, karakterlerine, öyküye sadık kalacak mısın? Teşekkür ederim J
Bu sorunun yanıtı biraz da ödediğiniz bedellerle ilgili. Yaşam kaybettikçe sanat kazanır denir, uğruna bir şeyler yitirdiğiniz her neyse ona sadık kalmak zorundasınız. Ben gündeliğin olağanlığını ya da sıradanın basitliğini değil tam da gündeliğin büyüsünü seviyorum. Bir çay demlemek, akşam yemeği için sofra kurmaya kalkmak, reçel kaynatmak, börek pişirmek bunlar minicik ve gereksiz ayrıntılar gibi görünür ama kendine büyülü ayrıntılardır. Ayrıntıdaki o büyüyü seviyorum ben. Köşeye bucağa girmiş kimsenin göremediği küçücük şeylerdeki coşkuyu ve tutkuyu görmek önemli. Anlayamadığım biçimde ayrıntıların naifliğinden, küçük hayatların sadeliğinden filan dem vuruluyor sözgelimi. Ben tam aksini düşünüyorum. Küçükteki, ayrıntıdaki coşku ve tutkudan hoşlanıyorum. Bunu anlatmayı da sürdüreceğim sanırım. Ben teşekkür ederim sevgili Tuğba J
İlk kitabın Pembe Kızıl geçtiğimiz aylarda yayımlandı, Belkıs. Tebrik ederim. Seni tanımayan okurlar için 50 kelimeyle otobiyografini öğrenebilir miyim?
Eskişehir ile İstanbul arasında iki kentli bir yaşamım var. Bol akrabalı geniş bir ailede büyüdüm. Yalnız olmayı istemenin, bireyselliğin onaylanmadığı kalabalık sofralarda geçti çocukluğum, hâlâ da öyledir. Kalabalık ailelerde büyüyünce insan kendisine ait, gizemli bir alanın varlığına galiba daha çok gereksinim duyuyor. O yüzden metin benim kendime ait odamdır aslında.
Yazmaya başladığın andan bugüne uzanan yazı yolculuğunda yazı öğretmenlerin (sana ilham veren metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kimler oldu?
İnsan illa ki sözüne güvendiği ya da ne yazsa doğru yazmıştır diyerek okuduğu birtakım rehberler ediniyor. Kerteriz olarak aldığı belli isimler olmalı ki kafasında onlarla tartışmalı, onları izlemeli, kendince kavga etmeli, kimi zaman onları aşmak istemeli, kimi zaman da onaylamalı. Ben bir tane isim vereceğim, o da feminist eleştirmen Hande Öğüt. Edebiyat dergilerini ilk okumaya başladığım zamanlardan beri, neleri nasıl okumak gerektiği konusunda onun metinleri iyi bir yol göstericidir. Üstelik hiç tahmin etmeyeceğiniz ve değerli görmediğiniz bir bestseller üzerine zihin açıcı bir analizini okuyabilirsiniz. Bunun dışında günümüz Türk edebiyatını tüm gücümle izlemeye çalışıyorum. Tek tek isimleri saymak uzun sürer.
Ürünlerinin 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, İstanbulplus, Varlık, Virgül, Cumhuriyet Kitap gibi pek çok dergide yayımlanması ve Pembe Kızıl adlı dosyanın 2014 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde “Dikkate Değer” görülmesi kitaplaşma sürecini kolaylaştırdı mı?
Bunlar yayınlatma sürecinde bir kolaylık sağlama olarak değil de yolun başındaki bir yazarın kendisini rahatlatması ve onaylatması olarak işe yaramıştır. Sözgelimi Dünyanın Öyküsüdergisinde öyküm ilk yayınlandığında havalara uçmuş, hemen arkadaşımı aramıştım. Sanki piyango bileti vurmuş gibi mutlu olmuştum. Pembe Kızıl’ın, Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nde “Dikkate Değer” bulunması da bu anlamda rahatlattı beni. Hayranı olduğum yazarların oluşturduğu bir jüri tarafından onaylandığımı düşünmek, yoluma doğru yerden devam ettiğime inandırdı. Aldığım kabul kadar reddedilişim de oldu elbette. Bu yüzden kitaplaştırma aşamasında dosyanızı değerlendiren editör çok önemli. Ben bu anlamda NotaBene’de bizim şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Sibel Öz hem iyi bir yazar hem de iyi bir editör. Hem dilimizden anlıyor, hem de aşırı kontrolcü ve müdahaleci değil. Yani içerisi hem güvenli hem püfür püfür esiyor. Yolun başındaki bir yazar için yerleşilen yer çok önemli.
Kitapta ilk dikkatimi çeken dili kullanımın oldu. Dil işçiliğine önem veriyorsun. Her bir kahramanını mesleğine, sosyo-ekonomik konumuna uygun apayrı dille, benzetmelerle konuşturuyorsun. Bu konuda neler söylemek istersin?
Bu saptaman beni çok mutlu etti. Benim dille bir derdim var. Bir metnin en önemli yanı benim için dilidir. Dilinden keyif alamadığım bir metin sanki tuzu fazla kaçmış bir yemek gibi, işkence gibi geliyor bana. Yiyemem, yüzüm buruşur. Dilin olanaklarına kapıyı baştan kapatmak, dilden korkmaktır biraz. Aslında dile özen gösterirmiş gibi durursunuz, oysa hakikatte bu dilden korktuğunuzun apaçık kanıtıdır. Ondan uzak durmak istediğinizi gösterir.
Değişen mesleklere göre dilin değişmesi de bir zorunluluk. Durduğumuz yere göre dünyamız ve bu dünyayı anlamlandırma biçimimiz de değişir. Çamaşırhanede çalışan biriyle kütüphanede çalışan birinin dili aynı olmayacaktır. Ben dile duyarlığın dilden korkmamak, onu sevmek anlamına geldiğini düşünüyorum. Dilin tekinsizliğinden ürküp onu budamaya çalışmaktansa onun sonsuzluğuna hayran olmak gerek. Bu yüzden sözgelimi dilde tasarruf denince kaşıntı tutuyor beni. Doğaya, dünyaya haddini bildiren o eril zihnin, dili de terbiye etmek için parmak salladığını görür gibi oluyorum ve irkiliyorum. Dil ile barış halinde olmalıyız, savaşmaktan, onu kırpıp kısıtlamaktan, onu budamaya çalışma sevdasından vazgeçmeliyiz. Dil bitmez, sonsuz olanaklarıyla bir mucizedir. Bunun yerine onu tükenecek bir maden gibi görürsek, onu coşkuyla sevip onda esrimek yerine onun tükenmesinden korkarsak banka hesabında biriktirme peşinde koşarız. Dil pintisi olmamak gerek. Bizim evimiz o.
Öykülerinde yalnızlık, sıkışmışlık, yanlış ilişkiler, intihar temalarını ele alıyorsun. Bir kahramanın “İntihar en büyük yolculuk fikridir, hep hazırda can simitleri gibi bekletmek gerekir,” diyor. Sen ne düşünüyorsun, yaşamı, ölmeye kalkışacak denli ciddiye mi almalı insan?
Yok yaşamın kendisi bir travma zaten, sanki o hiç yokmuş gibi davranmak gerek. Sanki hiç farkında değilmişiz gibi yaşamalıyız. Yaşama zaten kendimize karşın maruz kaldığımız için bunu kendimize sürekli anımsatmanın alemi pek yok, iyi madem deyip çaktırmadan sürdürmek gerek. Bunun en güzel yöntemi de kendimizle bolca dalga geçebilmek. Ben biraz sessiz ve izlemeyi seven bir tipim. Dışa dönük olamadığım için ve belki kendimi yaşamın içinde eritemediğim için kendimle dalga geçmeden kendime tahammül edemem. Yani bizi ironi kurtaracak J
Peki bundan sonra? Temalarına, karakterlerine, öyküye sadık kalacak mısın? Teşekkür ederim J
Bu sorunun yanıtı biraz da ödediğiniz bedellerle ilgili. Yaşam kaybettikçe sanat kazanır denir, uğruna bir şeyler yitirdiğiniz her neyse ona sadık kalmak zorundasınız. Ben gündeliğin olağanlığını ya da sıradanın basitliğini değil tam da gündeliğin büyüsünü seviyorum. Bir çay demlemek, akşam yemeği için sofra kurmaya kalkmak, reçel kaynatmak, börek pişirmek bunlar minicik ve gereksiz ayrıntılar gibi görünür ama kendine büyülü ayrıntılardır. Ayrıntıdaki o büyüyü seviyorum ben. Köşeye bucağa girmiş kimsenin göremediği küçücük şeylerdeki coşkuyu ve tutkuyu görmek önemli. Anlayamadığım biçimde ayrıntıların naifliğinden, küçük hayatların sadeliğinden filan dem vuruluyor sözgelimi. Ben tam aksini düşünüyorum. Küçükteki, ayrıntıdaki coşku ve tutkudan hoşlanıyorum. Bunu anlatmayı da sürdüreceğim sanırım. Ben teşekkür ederim sevgili Tuğba J
Published on January 25, 2016 01:55
January 20, 2016
İyi bir zeytinyağlı gibi
İyi bir zeytinyağlı yemek kıvamını ertesi gün bulur. Tadına zamanı kattığını düşünürüm. Bence iyi yazılar da öyledir. Yazıyla uğraşmak isteyen genç arkadaşlara hep şunu öneririm: En kısa yazınızı bile en az bir gün bekletin. Bırakın üzerinden rüya geçsin. Ertesi günün gözleri bir yazıda çok şeyi değiştirir. Elbette kurmaca metinlerin gereksinimi çok daha geniş zamanlara yayılmaktır. İyi bir metin sahibine kendini unuttura unuttura ilerler. Yazının dem payıdır bu. Metinle aranıza zamanlar koymak, çeşitli kereler okumak, yazdıklarınızın üzerinden bir kez daha geçmek, metinde köklü bir değişiklik yapmasanız bile küçük dokunuşların, ufak yer değiştirmelerin, ekleme ve çıkartmaların onu ne denli olgunlaştırdığını, kıvam kazandırdığını görmek yazının ancak deneyimleyerek öğrenebileceğiniz gizlerini açar size. Elbette dil aracılığıyla düşünür, kendimizi onunla ifade ederiz, ama asıl unutulmaması gereken dilin kendisi üzerine düşünmektir. Yalnızca metin değil, dilin kendisi de düşüncemizin nesnesi olmalıdır. Hiçbir dil bir kerede öğrenilmez; hele bir yaratıcı yazar için bu hiç bitmeyen bir süreçtir. Yazı yazıyorsak, ana-babalarımızdan öğrendiğimiz dili, aynı zamanda "sonradan öğrendiğimiz" bir dil haline de getirmeliyiz. Sonradan öğrenmedeki düşünce payı, yalnızca "ana"mızın dili olmaktan çıkarıp bizi daha çok sahibi kılar o dilin. Kendi payıma bunca yıl ve bunca kitaptan sonra bile dil karşısındaki öğrenci duruşumu bozmamaya özen gösterir, aforizma ya da değini niteliğindeki kısa notlarımı, basın yayın organları için görüş belirttiğim bir-iki paragraflık yazıları bile en az bir-iki gün bekletmeye, dinlendirmeye çalışırım. Yazdıklarımın bunca geniş zamana yayılmasının bir nedeni de budur. İçimin susmayan dili. Yazar dilini dilsizlerin hasretiyle sevmelidir. Hasret çeke çeke yazar olunur.227 Sayfa Murathan Mungan
Metis Yayıncılık
Deneme
Published on January 20, 2016 02:33
January 15, 2016
YOLUN BÜYÜSÜ ÜZERİNE
Işıl ile geçen sene Çanakkale'de düzenlenen masal şenliğinin atölye çalışmalarından birinde, Şahmeran cam altı atölyesinde tanıştık. Şahmeranlarımızı bitirdik. O kaldığı yerden yolculuğuna devam etti. Hikâyesi belki birilerine ilham ve cesaret verir diye paylaşmak istedim. Sürekli seferi olduğu için internete bağlanabildiği her ânı değerlendirdik ve gönüllü sadelik, az tüketmek, ekolojik çiftlikler ve masallar üzerine konuştuğumuz bu söyleşi ortaya çıktı. Buyurun.
50 kelimeyle bize kim olduğunu anlatır mısın?İstanbul Üniversitesi Sosyoloji mezunuyum. Uzun yıllar özel sektörde felsefe öğretmenliği yaptım. Tatiller dışında tüm hayatım İstanbul'da geçti. Derken bir gün Buğday Derneği'nin Çamtepe ofisi için gönüllü aradığı ilanı gördüm. Her şey böyle başladı. Oradayken gezginlerle tanıştım ve tek başıma ekolojik çiftliklere gidebilmeye dair bir cesaret geldi. O zamandan beri yoldayım.
Başka bir hayat mümkün mü Işıl?Başka bir hayat mümkün. Önceki hayatımda, kurumsal hayatta çalışırken yani, çok fazla tüketirdim. Kıyafet, makyaj malzemesi, kuaför gibi şeyler. Toprakla bağım yoktu ve hayat çok hızlıydı. Sürekli bir yerlere yetişme telaşı. Yola çıkma cesaretinden sonra zeytin hasadından, gül ekimine, saman ev yapmaktan arıların bakımına kadar pek çok deneyim elde ettim. Yediğim gıdanın nereden geldiğini görünce eski alışkanlıklarıma karşı bakış açım değişti. Artık mümkün olduğunca az tüketiyorum, ekmek, peynir, sabun gibi temel ihtiyaçlarımızın yapımını öğrendim ve bu bana güven verdi. Hayata ve kendime karşı daha "duyarlı" hissediyorum.
Haklısın. En iyi okullarda okuduğumuzu, en iyi eğitimi aldığımızı düşünüyoruz. Oysa alım gücümüz elimizden alındığında hayatımızı idame ettirmemiz mümkün değil. Ekolojik çiftliklerde gönüllü olarak çalışmak işin üretim safhasını gözlemleme ve öğrenme, şehirle bağını koparmadan önce insanlara doğal hayatı deneyimleme fırsatı sunduğu için çok önemli. Peki bu çiftliklerle nasıl bağlantıya geçiyorsun? Bize biraz bilgi verir misin?Gideceğim çiftlikleri üç yolla seçiyorum. İlki Buğday Derneği'nin Tatuta ağları. Hiçbir fikrim yokken bana gideceğim yerleri gösterdi. Bir yol haritası çıkarmama yardım etti. İkincisi yolda tanıştığım insanlar. Kapı kapıyı açtı. Bazı topluluklarda bulundum. Türkiye'de çok olmamakla beraber komün denemeleri var. Üçüncüsü ise Doğa Okulu. Seferihisar'da bulunan Doğa Okulu'nda ağaç okulu, tohum okulu gibi çeşitli eğitimler var. Bunlardan bazılarına katıldım. Geçen gün onlarla bir yolculuğa çıktık ve çok güzeldi. Genelde yalnız seyahat ediyorum ama toplulukla seyahatin de başka bir tadı var.
Tüm bu seyahatleri para kazanmadan ve harcamadan mı gerçekleştiriyorsun? Bu çok da alışık olduğumuz bir durum değil. Evet, para kazanmıyorum. Harcamalarım da minimumda. Gittiğim çiftliklerde çalıştığım için harcamam olmuyor. Çok gerekmedikçe kıyafet almıyorum. Aslında en çok zorlayan yol parası. Tek başıma otostop yapmayı tercih etmiyorum. Arkadaş olunca o da kolay. Birkaç kez yol paylaşım sitesini kullandım. Bir aydır 60 litrelik bir çanta ile yaşıyorum. Aslında bu da daha fazla tüketmemem için bana bir hatırlatma oluyor. "Bir kazağa daha ihtiyacın yok, alma," diyor çantam bana.
Masallar da yola mı dair? Çoğunlukla. Yolculuğuma mola verdiğimde İstanbul’da bir masal gecesine katılmıştım. Orada kendimden parçalar buldum, yolculuğuma dair... Daha çok dinlemek ve anlatmak istedim. Şimdi elimden geldiğince masal biriktiriyorum. Arkadaşım Burcu ile İstanbul’da ‘Kalpten Masal Çemberi’ adında bir grup oluşturduk. Buluşmalar düzenliyoruz, buluşmalarda birbirimizle masallarımızı paylaşıyoruz. İstanbul’da iki tane oldu. Daha sonra yolculuk yaptığım yerlerde devam ettirdim çemberleri. İzmir, Datça, Ankara, Fethiye…
Masal etkinliklerine ilgi nasıl Işıl?En son etkinlik Fethiye’de idi ve tahmin ettiğimizden daha çok kişi geldi, bir anda kırk kişi olduk. Bir çemberde kırk kişi ve bu harika bir şey! Genel anlamda ilgi var ve gelen kişiler ile birbirimize hikayeler/masallar anlatmak beni çok mutlu ediyor, desteklendiğimi hissediyorum.
Son olarak yollara düşerken ne ummuştun, ne ummuştun, ne buldun?Yolculuk büyülü bir şey. Toprağı, hayvanları öğrenmek bir yana, az tüketmeyi, şehirde kalsam tanışamayacağım insanlarla tanışmayı deneyimledim. Önemli noktalardan biri, gıda ile bağ kurmak. İstanbul’da semt pazarında ‘hal’den gelenler yiyecekleri satın alıyordum, bu durumda yiyecekle bağım olmuyordu. Geçen hafta ise yediğim portakalı bahçeden topladım, hikayesini öğrendim. İkisi arasında gerçekten büyük fark var. Yiyeceklere şükrediyorum şimdi, üretene, getirene, pişirene… Toprağa ve üreticilere yakın olunca içimde derin bir şükran duygusu yükseliyor.
50 kelimeyle bize kim olduğunu anlatır mısın?İstanbul Üniversitesi Sosyoloji mezunuyum. Uzun yıllar özel sektörde felsefe öğretmenliği yaptım. Tatiller dışında tüm hayatım İstanbul'da geçti. Derken bir gün Buğday Derneği'nin Çamtepe ofisi için gönüllü aradığı ilanı gördüm. Her şey böyle başladı. Oradayken gezginlerle tanıştım ve tek başıma ekolojik çiftliklere gidebilmeye dair bir cesaret geldi. O zamandan beri yoldayım.Başka bir hayat mümkün mü Işıl?Başka bir hayat mümkün. Önceki hayatımda, kurumsal hayatta çalışırken yani, çok fazla tüketirdim. Kıyafet, makyaj malzemesi, kuaför gibi şeyler. Toprakla bağım yoktu ve hayat çok hızlıydı. Sürekli bir yerlere yetişme telaşı. Yola çıkma cesaretinden sonra zeytin hasadından, gül ekimine, saman ev yapmaktan arıların bakımına kadar pek çok deneyim elde ettim. Yediğim gıdanın nereden geldiğini görünce eski alışkanlıklarıma karşı bakış açım değişti. Artık mümkün olduğunca az tüketiyorum, ekmek, peynir, sabun gibi temel ihtiyaçlarımızın yapımını öğrendim ve bu bana güven verdi. Hayata ve kendime karşı daha "duyarlı" hissediyorum.
Haklısın. En iyi okullarda okuduğumuzu, en iyi eğitimi aldığımızı düşünüyoruz. Oysa alım gücümüz elimizden alındığında hayatımızı idame ettirmemiz mümkün değil. Ekolojik çiftliklerde gönüllü olarak çalışmak işin üretim safhasını gözlemleme ve öğrenme, şehirle bağını koparmadan önce insanlara doğal hayatı deneyimleme fırsatı sunduğu için çok önemli. Peki bu çiftliklerle nasıl bağlantıya geçiyorsun? Bize biraz bilgi verir misin?Gideceğim çiftlikleri üç yolla seçiyorum. İlki Buğday Derneği'nin Tatuta ağları. Hiçbir fikrim yokken bana gideceğim yerleri gösterdi. Bir yol haritası çıkarmama yardım etti. İkincisi yolda tanıştığım insanlar. Kapı kapıyı açtı. Bazı topluluklarda bulundum. Türkiye'de çok olmamakla beraber komün denemeleri var. Üçüncüsü ise Doğa Okulu. Seferihisar'da bulunan Doğa Okulu'nda ağaç okulu, tohum okulu gibi çeşitli eğitimler var. Bunlardan bazılarına katıldım. Geçen gün onlarla bir yolculuğa çıktık ve çok güzeldi. Genelde yalnız seyahat ediyorum ama toplulukla seyahatin de başka bir tadı var.
Tüm bu seyahatleri para kazanmadan ve harcamadan mı gerçekleştiriyorsun? Bu çok da alışık olduğumuz bir durum değil. Evet, para kazanmıyorum. Harcamalarım da minimumda. Gittiğim çiftliklerde çalıştığım için harcamam olmuyor. Çok gerekmedikçe kıyafet almıyorum. Aslında en çok zorlayan yol parası. Tek başıma otostop yapmayı tercih etmiyorum. Arkadaş olunca o da kolay. Birkaç kez yol paylaşım sitesini kullandım. Bir aydır 60 litrelik bir çanta ile yaşıyorum. Aslında bu da daha fazla tüketmemem için bana bir hatırlatma oluyor. "Bir kazağa daha ihtiyacın yok, alma," diyor çantam bana.
Masallar da yola mı dair? Çoğunlukla. Yolculuğuma mola verdiğimde İstanbul’da bir masal gecesine katılmıştım. Orada kendimden parçalar buldum, yolculuğuma dair... Daha çok dinlemek ve anlatmak istedim. Şimdi elimden geldiğince masal biriktiriyorum. Arkadaşım Burcu ile İstanbul’da ‘Kalpten Masal Çemberi’ adında bir grup oluşturduk. Buluşmalar düzenliyoruz, buluşmalarda birbirimizle masallarımızı paylaşıyoruz. İstanbul’da iki tane oldu. Daha sonra yolculuk yaptığım yerlerde devam ettirdim çemberleri. İzmir, Datça, Ankara, Fethiye…
Masal etkinliklerine ilgi nasıl Işıl?En son etkinlik Fethiye’de idi ve tahmin ettiğimizden daha çok kişi geldi, bir anda kırk kişi olduk. Bir çemberde kırk kişi ve bu harika bir şey! Genel anlamda ilgi var ve gelen kişiler ile birbirimize hikayeler/masallar anlatmak beni çok mutlu ediyor, desteklendiğimi hissediyorum.
Son olarak yollara düşerken ne ummuştun, ne ummuştun, ne buldun?Yolculuk büyülü bir şey. Toprağı, hayvanları öğrenmek bir yana, az tüketmeyi, şehirde kalsam tanışamayacağım insanlarla tanışmayı deneyimledim. Önemli noktalardan biri, gıda ile bağ kurmak. İstanbul’da semt pazarında ‘hal’den gelenler yiyecekleri satın alıyordum, bu durumda yiyecekle bağım olmuyordu. Geçen hafta ise yediğim portakalı bahçeden topladım, hikayesini öğrendim. İkisi arasında gerçekten büyük fark var. Yiyeceklere şükrediyorum şimdi, üretene, getirene, pişirene… Toprağa ve üreticilere yakın olunca içimde derin bir şükran duygusu yükseliyor.
Published on January 15, 2016 00:10
January 11, 2016
DİŞ KURTARAN DİŞÇİ
Dişçiye ilk kez ne zaman gittiğini anımsamıyordu. Sağ üst tarafta, dolgusu düşmüş bir dişi vardı. Eş dost tavsiye ettiler, iyi bir dişçi varmış, hiç bekletmiyormuş. İnanılacak gibi değildi. Saatlerce beklemekten, bütün mecmua, gazete ve eşyaları ezberlemekten nefret ederdi. Bu, gider gitmez hemen tedaviye alıyormuş. Gerçekten de kimse beklemiyordu. Bekleyecek kimse yoktu çünkü. Tedavinin sürdüğü onca zaman boyunca rastladığı müşterilerin sayısı dokuzu onu geçmiyordu. İlk gittiği dün dişe bakıp,
-Bu zaten dolgulu, dedi.
-Ağrıyan yanındaki, dedi.
Baktı.
-Size kart açmış mıydık?
-Bir şeyler yazdınız ama kart açtınız mı bilmem.
-Filim çekmiş miydik?
-Çekmiştiniz.
Aramaya başladı. Bulamayınca yanında çalışan çocuğu çağırdı.
-Sen gördün mü... adınız neydi?
-Ali.
-Ali beyin filmini gördün mü?
Çocuk aramaya başladı. Önce açıktaki kâğıtlara baktı, sonra çekmeceleri aradı. O sırada, aynı dairenin başka bir odasında muayenehanesi olan doktor geldi. -Ne o, napıyorsunuz? diye sordu.-Beyin filimini arıyoruz.
Aramaya o da katıldı. Sonra birden anımsadı.
-Dün "bir film yandı" diyordunuz, bu olmasın?
-Hah tamam budur. Bir daha çekelim.
Dört gün sonra gitti.
-Filim çekmiş miydik? diye sordu.
-Çekmiştiniz.
-Nerde? Getirmediniz mi?
-Bana vermediniz ki.
-Bakıyım
Biraz aradı, bulunca ışığa tutup baktı,
-Çok kötü, dedi.
-Çekilecek mi?
Ters ters baktı,
-Diş çekmek çaresizliktir, dedi. Bir dişçi ancak yapacak tek şey kalmayınca çeker.
Diş Kurtaran Dişçi öyküsünden bir kısa bölüm
Sevgi Yücel
Boyalı Saçla Ölmek
Sivas Esnafı Matbaası
Not: Onur Çalı'nın kitabı bulma hikâyesi ve Sevgi Yücel'in iki diğer öyküsünü okumak için buraya ve buraya tıklayın.
-Bu zaten dolgulu, dedi.
-Ağrıyan yanındaki, dedi.
Baktı.
-Size kart açmış mıydık?
-Bir şeyler yazdınız ama kart açtınız mı bilmem.
-Filim çekmiş miydik?
-Çekmiştiniz.
Aramaya başladı. Bulamayınca yanında çalışan çocuğu çağırdı.
-Sen gördün mü... adınız neydi?
-Ali.
-Ali beyin filmini gördün mü?
Çocuk aramaya başladı. Önce açıktaki kâğıtlara baktı, sonra çekmeceleri aradı. O sırada, aynı dairenin başka bir odasında muayenehanesi olan doktor geldi. -Ne o, napıyorsunuz? diye sordu.-Beyin filimini arıyoruz.
Aramaya o da katıldı. Sonra birden anımsadı.
-Dün "bir film yandı" diyordunuz, bu olmasın?
-Hah tamam budur. Bir daha çekelim.
Dört gün sonra gitti.
-Filim çekmiş miydik? diye sordu.
-Çekmiştiniz.
-Nerde? Getirmediniz mi?
-Bana vermediniz ki.
-Bakıyım
Biraz aradı, bulunca ışığa tutup baktı,
-Çok kötü, dedi.
-Çekilecek mi?
Ters ters baktı,
-Diş çekmek çaresizliktir, dedi. Bir dişçi ancak yapacak tek şey kalmayınca çeker.
Diş Kurtaran Dişçi öyküsünden bir kısa bölüm
Sevgi Yücel
Boyalı Saçla Ölmek
Sivas Esnafı Matbaası
Not: Onur Çalı'nın kitabı bulma hikâyesi ve Sevgi Yücel'in iki diğer öyküsünü okumak için buraya ve buraya tıklayın.
Published on January 11, 2016 23:56
ÖYKÜCÜLERE SORDUM: 1
Öykü ne değildir?
Öykü romanın küçük kardeşi değildir.
Aysun Kara
Öykü asla tek dikiş değildir.
Esra Demirci
Öykü "Anılar şimdi gözümde canlandılar," değildir.
Hakkı İnanç
Öykü her zaman silahın patlaması değildir.
Mehmet Fırat Pürselim
(Salah Birsel'e saygıyla) Öykü maydanoz değildir.
Onur Çalı
Öykü çiftlik balığı değildir.
Özgür Çakır
Öykü anlatılan değildir.
Suzan Bilgen Özgün
Öykü çok şey değildir.
Tunç Kurt
İçinden hikâyesini aldığınız kurmaca asla öykü değildir.
Türker Ayyıldız
Öykü aforizma değildir; onun doğrudan, çıkarıma dayanan buyurgan dili öyküde yoktur.
Zeynep Sönmez
Meraklıları için bir küçük not: Benim de bir cevabım var!
Öykü, maraton değildir.
Öykü romanın küçük kardeşi değildir.
Aysun Kara
Öykü asla tek dikiş değildir.
Esra Demirci
Öykü "Anılar şimdi gözümde canlandılar," değildir.
Hakkı İnanç
Öykü her zaman silahın patlaması değildir.
Mehmet Fırat Pürselim
(Salah Birsel'e saygıyla) Öykü maydanoz değildir.
Onur Çalı
Öykü çiftlik balığı değildir.
Özgür Çakır
Öykü anlatılan değildir.
Suzan Bilgen Özgün
Öykü çok şey değildir.
Tunç Kurt
İçinden hikâyesini aldığınız kurmaca asla öykü değildir.
Türker Ayyıldız
Öykü aforizma değildir; onun doğrudan, çıkarıma dayanan buyurgan dili öyküde yoktur.
Zeynep Sönmez
Meraklıları için bir küçük not: Benim de bir cevabım var!
Öykü, maraton değildir.
Published on January 11, 2016 09:08
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.

