Tuğba Gürbüz's Blog, page 96

April 23, 2016

Masalcılar Cevaplıyor

Masalcılar Cevaplıyor Çanakkale Masalcılar Buluşması'nın tanıtım, haber ve duyurularını paylaştığımız www.canakkalemasalcilarbulusmasi.blogspot.com için hazırladığım bir söyleşi dizisi. Yıl içinde masal söyleşilerinde sunum yapan konuklar, mayıs ayında gerçekleşecek 2. Çanakkale Masalcılar Buluşması konukları ve organizasyon ekibi üyelerine sorduğum soruları ben de yanıtladım.

 
Masal, ne değildir?
Masal, çocukları uyutmak için anlatılan bir teselleme değildir.
En sevdiğiniz masal başı ya da masal sonu tekerlemesi nedir? Sineğe vurdum palanı, dinlettim mi sana bu koca yalanı, o yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan, bu da mı yalan? Gerçeğe çevirelim bu düzdüğüm yalanı, masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı.
Bir masal kahramanı olabilseydiniz, kimi tercih ederdiniz?La Loba (Kurt Kadın)
Masal dünyasının en yanlış anlaşılmış kahramanı sizce kimdir?Masalın ana kahramanını yoldan çıkarıp, erginleşmesine yardımcı olmasına rağmen her defasında bunun bedelini karnının yarılıp, içine taş doldurulup, nehre yuvarlanarak canıyla ödediği için masal dünyasının en yanlış anlaşılan, rolünü eksiksiz yaptığı halde hunharca cezalandırılan kahramanı "kurt" bana göre.
2. Çanakkale Masalcılar Buluşması'nın teması Hayat Ağacı'nın Sesleri. Buluşmada hayat ağacının dallarına siz ne asacaksınız?Kelimelerimi.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 23, 2016 12:36

April 7, 2016

Masalını Aramaktan Vazgeçen Adam


Roman Kahramanları dergisinin Nisan-Haziran 2016 26. sayısı raflarda yerini aldı.  Ayşe Akaltun editörlüğünü üstlendiği Okurun Roman Kahramanları dosyasında, okurları roman kahramanlarının yollarına çıkmaya, kurmacayı yeniden kurmaya, kahramanlara yeni sözler söyletmeye davet ediyor. Davete icabet ettim ve C.'nin yürüyüşüne bir süreliğine eşlik ettim.
Masalını Aramaktan Vazgeçen Adam metninden tadımlık:


Göğsüne inen yumrukla sendeledi. Önce şaşırdı, sonra içinde kabaran bir öfkeyle şoförün suratına vurdu. Adam elleriyle yüzünü kapayıp ıslak taşlara kıvrıldı. Parmakları kanlıydı. Çevresini yavaş yavaş otomobil kornalı, tramvay çanlı, insan sesli bir gürültüdür kapladı.
-Burnu kırılmış diyorlardı.
-Bayılmış.
-Burnu kırılmış!
Birisi kolunu tuttu.
-Ne var, ne oldu? diye sordu.
Baktı, bir polisti. Taksideki adam,
-Ben gördüm, dedi. Kabahat onda. Arabanın önüne geçip durdurdu. Üstelik şoföre vurdu.
Çevresindeki herkes ona düşmanca bakıyordu. Kuşatılmıştı. Birden sol şakağındaki ağrı yeniden başladı. Yıllardır aradığını bulur bulmaz yitirmesine sebep olan bu saçma, alaycı düzene boyun eğmiş gibi kendini koyverdi. Şimdi ona istediklerini yapabilirlerdi. Yanındaki polis kolunu sarsıp, ummadığı yumuşak bir sesle sordu:
-Ne oldu? Anlat.
-Otobüse yetişecektim…
Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.
Bir ağızdan konuşmalar, onu kınayan cık cıklamalar, vapur düdükleri, giderek yaklaşan siren sesi, yakınlardaki bir okulun bahçesinden gelen çocuk bağırtıları… Birbirine ulanan sesler, boğazına dolanan kalın bir ip misali onu sıkıştırıyor, soluksuz bırakıyordu. Yerde kanlar içinde yatan şoföre baktı. Hızla çarpan otomobil kapısı sesiyle irkildi. Başını çevirdi. Cankurtarandan inen sağlık memurunu ve doktoru görünce durumun ciddiyetini kavradı. Belki de avukatını aramalıydı. Kalabalığı yaran doktor önce yerde yatan yaralıya sonra da hemen yanı başında ayakta duran polise baktı.
-Adli vaka mı?
Çevresini kuşatan öfkeli, sorgulayan bakışların kendisinden doktora doğru yöneldiğini fark edince hızla yolun karşısına geçti. Ara sokaklardan birine girdi. Fındıklı’ya kadar koştu.  Fakültenin dış kapısından içeri giren öğrencileri izledi. Güler’i hatırladı, annesiyle aynı renk mavi gözlerini...  Şu anda kim bilir neredeydi? Sıkıcı bir derste ya da derin localı bir sinemada olabilirdi. Sırf üç oda bir mutfak hayalini gerçekleştireceğini umduğu için bir delikanlının bacaklarını ve memelerini sıkmasına izin verdiğini düşündü. Onunla ilk kez konuşabilmek için üç gün beklemişti. Sonra? Sonrası yoktu. Aradığı gerçek sevgili tam tersi istikâmette hızla uzaklaşıyordu. (Doğru değildi bu. Birkaç ay sonra Beyoğlu’nda uzun bir kuyrukta tam önünde bekleyen bu kızla ilk kez bir film izledikten sonra onu yeniden görmek istemeyecekti.) Sol kulağını kaşıdı. Cebinden tramvay biletini çıkardı. Tam binecekken vazgeçti. Beşiktaş’a doğru yürümeye koyuldu. Dolmabahçe Sarayı’na paralel seyreden sık ağaçlıklı yol, ne denizi gösteriyordu ne de tek güneş ışını sızdırıyordu. Ceketinin yakasını kaldırdı. Ellerini cebine soktu. Isınabilmek için adımlarını sıklaştırdı.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 07, 2016 23:33

April 4, 2016

TDB DERGİ İLE SÖYLEŞİ

Meslektaşım Füsun Şeker ile TDB Dergi için yaptığımız söyleşi:


Lodos Çarpması daha ilk öyküde beni hemen içine aldı. Öylesine aktı gitti sayfalar. İkinci öyküye geçmeden kitabın önüne arkasına bakayım dedim. Yazarı Tuğba Gürbüz’ün özgeçmişini okuduğumda kendimi ona daha yakın hissettim. Meslektaşım olması beni ayrıca gururlandırdı. Kendisiyle Facebook üzerinden iletişime geçtim. Meslektaşımızı ve NotaBene Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı Lodos Çarpması’nı, TDB Dergi’de tanıtmak üzere sayfalarımıza konuk aldık.
Sizi tanımak istiyoruz. Önce dişhekimi mi, anne mi, eş mi, yoksa yazar mı?
Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden 2000 yılında mezun oldum. Çanakkale’de yaşıyorum. Diş hekimi olan eşim Çağlar ile müşterek muayenehanemiz var. 2011 yılının nisan ayında kızımız Deniz doğdu. O günden beri öncelikle ve daima Deniz’in annesiyim. Pek çok kadın gibi günlük hayatı zaman dilimlerine ayırarak yaşıyorum. Diğer kimlikler (diş hekimi, eş, meslektaş, ev kadını, öykücü, blogger) o zaman dilimlerine uygun olarak sahneye çıkıyor ve iniyor. Kurmacabiyografiler ve bikipak adında iki bloğum var.
Yazmaya nasıl başladınız?
2004 yılında ciddi bir sağlık problemi yaşadım. Genel olarak hastalıklar, hastaneler, yakınlarımızı, sevdiklerimizi yitirme korkusu, ölüm gibi deneyimlerin hayatımızda önemli yeri vardır. Bu kırılma noktaları tam da bir öykünün aydınlanma ânı gibidir. O çakma, gerçekle yüzleşme ânından sonra mutlaka birtakım gerçeklerin ayırdına varır, değişim arzusu taşırız. Etrafımızda ilişki kurduğumuz pek çok kişiye (açık ya da örtük) sormuşuzdur benden razı mısın diye ama kendimize pek az yöneltmişizdir her nedense. Sorular sorduğum ve cevaplar aradığım bir iç hesaplaşma döneminin ardından kendimi Mario Levi’nin Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’nde buldum. Ve devamı geldi.
Neden öykü?
Tür olarak öykü okumayı ve yazmayı seviyorum. Onur Çalı’nın yönettiği Parşömen Sanal Fanzin ve Ebru Askan’ın yönettiği yazmakgibi  adlı bloglarda yayımlanan söyleşilerde öykü sevgime ve sadakatime değindiğim için burada öykünün bir başka pratik yararından bahsetmek istiyorum. Öyküyü kısa zaman dilimlerinde yazabilir, uzun süre demlenmeye bırakabilir, yeniden kısa bir okuma süresinin ardından kaldığınız yerden hikâyenin içine girebilir hatta bu taze solukla çok daha iyi yol alabilirsiniz. Ayrıca bir dosya bütünlüğüne ulaşmadan tek tek öykülerinizi edebiyat dergilerinde sınayabilirsiniz. Onlardan birinin yayımlandığını gördüğünüzde yazma şevkiniz artar, azminiz kamçılanır. Öyküyü romandan daha kolay bir tür ya da romana geçiş basamağı olarak görmüyorum ancak şu da bir gerçek. Roman yazmak, daha uzun zaman, sabır, yoğun ilgi ve süreklilik gerektiriyor ve benim hayat tarzıma da kişiliğime de uymuyor. Şiire gelirsek, hayatım boyunca yazdığım berbat aşk şiiri sayısı ikiyi geçmez. Tüm bu sebeplerden dolayı yazın uğraşımı öykü üzerine yoğunlaştırdım.
Nasıl bir öykü anlayışınız var?
Klasik, anlatmaya, olaya dayalı bir öykü anlayışım var. Haldun Taner’in “Açık seçiklik, sadelik yazarın birinci nezaket borcudur,” diyen anlayışının takipçisi olduğumu söyleyebilirim. Öykülerin sıcak, içten ve inandırıcı olmasına özen gösteriyorum. Taraf tutmamaya, nesnel anlatmaya çalışıyorum. Kahramanlarım genellikle kentli, entelektüel seviyesi yüksek, yalnız kimseler. Temel izleklerim, aile eleştirisi, birey olma tutkusu, modern bireylerin yaşadığı yalnızlık, iletişimsizlik. Bu anlatım tarzına sadık kalır mıyım, yeni arayışlarım olur mu, bilemiyorum.
 
Öyküleriniz nasıl ortaya çıkıyor? Öykülerdeki ortak tema nedir?
Lodos Çarpması’ndaki öyküler 2,5 yıllık bir çalışmanın ürünü. Yazım sürecinde herhangi bir okur kitlesi, benim yazım anlayışıma hangi yayınevi uyar gibi düşünceler yoktu aklımda. İçimden geldiği gibi yazdım ve biriktirdim. Genellikle günlük hayatın akışı içinde yolumu kesen masalların, söylencelerin, kentin tarihi içinde çoktan unutulmuş hikâyelerin, anların, modern bireylerin yaşadığı yalnızlığın, yabancılaşmanın, birey olabilme kavgasının peşine düştüm. Yerel bir söylence olan Sarıkız efsanesinin bir varyantı da yer alıyor kitapta, Bolşevik Devrimi’nden kaçan Beyaz Ruslar da… Dolayısıyla kitabın tematik bir bütünlüğü yok, geniş bir öykü evreninden söz etmek mümkün. Tüm bu kahramanların, olayların çeşitliliğine rağmen ille de onları ince bir zar gibi saran ortak tema belirlemek gerekirse bu da yaşama gayretleri, hayalleri ve umutları olabilir.
Sırada başka kitaplar var mı?
Kitapta on yedi öykü yer alıyor. Bir o kadar da eleyip dosyaya almadıklarımı saymazsak şu an elimde yeni öykü yok. Bir sporcu ya da profesyonel müzisyen disipliniyle her gün öykü yazmak üzere masanın başına geçmiyorum ancak okumak ve blog yazıları günlük yaşamımın bir parçası. Bu günlük ritim içinde öykünün bana göz kırpacağı anları kolluyorum. Sayfalarınızı bana açtığınız için teşekkür ederim.       
 
 
 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 04, 2016 02:05

April 2, 2016

ÖYKÜCÜLERE SORDUM:4

Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?

Yazmak kalabalığın karşısında çırılçıplak kalmayı göze alabilmektir, bu yüzden de ağır giysiler ve aksesuarlar taşımak işinizi güçleştirir. Samimiyetle yazabilmek olabildiğince az "yük" taşımayı gerektirir. Yazarın yaşadığı çağın tanığı olmak gibi bir yükümlülüğü yoktur bana kalırsa. Yazar, kendisine dayatılan inanç, görev, sorumluluk, gelenek vesairin baskısının dışında kalabildiği ölçüde özgür ve yaratıcıdır. Yazar bir kayıt memuru değildir ama yaşadığı topluma dışarıdan bakan bir üst akıl da değildir. Zamanın sözcükler üzerine bıraktığı iz yazarın çağına tanıklığıdır. Aysun Kara

Zaten öyledir. Herkes gibi. İster istemez. Ancak ânın insandaki yankısı bitimsizdir. Haliyle yazarın zamanın sunacağı perspektife ihtiyacı vardır. Edebiyatın tanıklığını önemsemekle birlikte onu tarihsel gerçeklik parantezine yahut yargı kürsüsüne hapsetmeyi doğru bulmuyorum. Benim için metnin estetik değeri niyetinden önce gelir. İyi yazarlığın yolunun iyi insan olmaktan geçtiği ahlakçı bakış açısına uzağım hanidir. Hakkı İnanç

Melville'in ölümsüz eseri Moby Dick'te herkes ölürken geride olanları anlatmak için İsmail sağ kalır. Edebiyatçılar (öykücüler) olanları anlatmak için geride kalan çağının tanıklarıdır. Mehmet Fırat Pürselim

Öykücü çağının sadece tanığı değil sanığıdır da. Ama onu, yazdıkları üzerinden güncel siyasete müdahil olmaya zorlamak yersizdir kanımca. Edebiyat yavaştır. Acıları, zulümleri ağır ağır kaydeder ve yıllar sonra bile olsa bize hatırlatır. Acelesi yoktur, hafızası sağlamdır. Onur Çalı

Öykücüler veya farklı bir metin yazanlara dair meli malı cümlelerini içeren kesin yanıt vermek benim için zor olduğundan kendi bireysel tercihimi iletmek isterim. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki vicdanı olan, gören, duyan herkes bunun sadece tanığı değil, aynı zamanda biraz da sanığı ve sorumlusudur. Ben de onlardan biriyim, yazan biri olarak farkım dert edindiklerimin, mesele edindiklerimin yazılarıma sızması. Bu sızıntılarla anlamlı bir tanıklık, tarihe not düşme olur mu emin olamam tabii ama beni etkileyen durumları ve içselleştirebildiğim duyguları, sözcüklerle kendimle, okurlarla paylaştığımı bilirim. Suzan Bilgin Özgün

Öykücü çağının tanığı olmalıdır fakat toplumsal bir olayı ya da ideolojiyi konu edinmek yazılan metnin öykü olmasını garantilemez. İçerik üslubun önüne geçtiği vakit öykü manifestoya dönüşebilir, yazar anlatıcı olmaktan çıkıp elinde döviz taşıyan biri haline gelebilir. Sanırım burada yazar öykü ile duygusal bağ kurmaktan uzak durmalı, edebiyat okuru gözüyle bakabilmeli. Öykücü, öykünün okunurluğunu zedelemeden çağına dokunabilmelidir. Tunç Kurt

Öykücü elbette çağının tanığı olmalıdır. Çünkü zaman öykünün tüm unsurlarını değiştirebilen yegane kavramdır.
Türker Ayyıldız

İnsanı anlatmak, çağa tanıklık etmektir çünkü sanat toplumsal hayatın izdüşümüdür. Burada asıl olan, öykücünün çağına tanık olmanın kendiliğindenliği ile tanıklık etmenin iradiliği arasında bir karar vermesi sorunudur. Politik olmayan yoktur ve öykücü çağının tanığı olmakla birlikte ona tanıklık da etmelidir. Zeynep Sönmez

Meraklıları için küçük bir not. Benim de bir cevabım var!
Yazmak anımsamaktır. Anımsamak ve bellek ise vicdan. Ancak öykücü, sırf çağının tanığı olmak için vicdanını sızlatan konuları seçer ve metinle arasındaki mesafeyi koruyamazsa ortaya melodrama yaslanan, duygusallığa kaçan, gözyaşı ve ortak öfkeden güç alan öyküler çıkar. Bu da zannımca kolaycılıktır. Öykücü için kurmacanın estetiği, dile olan tutku, tanıklık çabasından daha öncelikli ve zaruridir.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 02, 2016 05:07

March 31, 2016

Nasıl Yazar/Şair Oldum? (22)



 
            Edebiyatla ilk tanışıklığım şiirle oldu. Lise birinci sınıftaydım. İzmir Atatürk Lisesi’nde parasız yatılı olarak okuyordum. Bir gün okul yemekhanesinde toplandık. Okul müdürü, “Birazdan şiir dinlemeye gideceksiniz. Orada sizlerden başka kişiler de olacak. Sessizce dinleyin. Etliye sütlüye karışmayın. Gülmeyin, ciddiyetinizi bozmayın. Okulumuzu en güzel şekilde temsil edip gelin,” dediğini dün gibi hatırlıyorum.
            Milli bayramlarda okunan kahramanlık şiirleri dışında şiir bilenimiz yoktu. Sahne açıldığında ortamın ciddiyetinden midir? Okul müdürünün uyarısından mı bilinmez epeyce gülüştük. 
            Sahnede sigara içerek Orhan Veli şiirleri okuyan kişi Müşfik Kenter’di. Kendi adıma âdeta büyülenmiştim. Orhan Veli şiirlerinin güzelliğine Müşfik Kenter’in usta yorumu eklenince tadına doyulmaz bir lezzet ortaya çıkmıştı. Hem bu nasıl bir şeyse içinde efkâr da vardı, mizah da. Okulda okutulan divan şiirine zerre benzemiyordu.  
            O günden sonra okul kütüphanesindeki son dolabın abonesi olmuştum. Tüm camlı bölümler açıkken o dolabın kilidi vardı. Kütüphane görevlisi başlarda epeyce yadırgamıştı. Ne zaman dolabın anahtarını istesem, “Ama o dolapta şiirden başka bir şey yok,” diyordu. O sene o dolaptaki tüm şiir kitaplarını okudum. Sadece okumakla kalmıyor ilgili olan bir iki arkadaşıma da telkinlerde bulunuyordum. Ama derslerin zorluğu, üniversite sınavı gibi pek çok şeyden ötürü çok fazla insanı ikna edemedim.
            Üniversite için İstanbul’a geldiğimde okulda faaliyet gösteren kulüpler arasında Yayın Kulübü de vardı. Hiç düşünmeden üye oldum. Hâlâ devam eden dostluklar kurdum orada. Hem okumanın yanında ufak tefek şiirler karalıyor, mahlas kullanarak kimini yayımlama cesareti bile buluyordum. Sonra birkaç dergide kendi ismimle de şiir yayımladım. Bir iki düzyazı denemem olsa bile şiir her şeyden önceydi. Bu durum okul bitene kadar devam etti. Bir dönem edebiyat dergilerini takip etsem bile zamanla o heveste söndü. Okulu bitirip iş hayatına başladığımda ne şiirle ne de edebiyatla bağım kalmıştı. Ardından askerlik için Güneydoğuya gittim. Gerçekten zor koşullarda tamamladım askerliğimi. Uzunca süre İstanbul’dan ayrı kalınca elim tekrar şiire yürüdü. Bunu da o zamanlar bir iki internet sitesinde yayımlamıştım.
            Sonra yayımladığım şiirlerin başka biri tarafından alınıp değiştirildiğini fark ettim bir gün. Site yöneticilerine durumu bildiren bir mail yazdım. Sağ olsunlar bu karışıklığı hemen düzelttiler. Hatta düzeltmekle kalmayıp yeni şiirlerimi yayımlayacaklarını söylediler.         Çok uzun süre bırakınız yazmayı kitap dahi okumaz hâle gelmiştim. O edebiyat sitesinde tekrar yazmaya başladım.
            Şiirler ve olumlu yorumlar arttıkça sanırım özgüvenim de artıyordu. Şiirin yanında öyküyle de ilgilenmeye başlamıştım ama birazda artık aramızda olmayan çok sevgili ağabey Hilmi Üstün’ün telkinleriyle şiirlerimi toparlamıştım. Rahatsızlığının son zamanlarında şiirlerimi mutlaka kitaplaştırmam gerektiğini söylüyordu. Kendi de çok iyi bir şair olmasına rağmen kitabının yayımlanmasını görememişti maalesef. Onu kaybettikten sonra sanki bir vasiyetmiş gibi ona verdiğimi sözü tutmaya çalıştım. Ama bilmediğim bir şey vardı. Kitap yayımlatmak, özellikle şiir kitabı yayımlatmak öyle her babayiğidin harcı değildi. Memlekette kalburüstü şairler bile yayımlattıkları kitabın parasını yayınevlerine ödüyordu. Amatör bir şair olarak kitabımı yayımlatsam bile kimsenin satın almayacağını biliyordum. Tanıdık bir yayınevi masraflar karşılığı 2009 yılında şiir kitabım “Kese Kağıdına Sarılı Şeyler’i” yayımladı. Bir kaç arkadaşım dışında bilen duyan olmadı. Bu arkadaşlardan biri ise, kitabımı beğendiğini, şiirlerimin ortalamanın üzerinde olduğunu, ama düzyazıda daha başarılı olabileceğimi düşündüğünü söyledi. Zaten o zamanlar uzun öyküyle, kısa roman arasında kalmış “Payidar” isimli bir çalışmam vardı. O çalışmayı da birkaç yere göndermiştim ama dönüşler hep olumsuz oldu.
            Daha sonra kısa öyküler yazmaya başladım. Öykülerim önce dergilerde yayımlanmaya başladı. Ardından 2011 yılında Orhan Kemal Öykü Ödülünü kazandım. Ama kitap yayımlamak gerçekten güçtü. Yarışmadan sonra Marjinal Kitap dosyamla ilgilendi ve Kasım ayında “Vapurlara Küsmek” raflarda yerini aldı. Kısa bir sürede baskısı da bitti üstelik. Öykü okuru kitabı sevmişti. Ama yayınevi maddi zorluklar yüzünden yeni baskıyı yapamadı.
            2013 yılında bu kez Aylak Adam Yayınları kitapla ilgilendi ve bir yıl aradan sonra tekrar baskı yaptı. Aynı yılın ortalarında yeni dosyamı bitirmiştim. Yapı Kredi Yayınlarına yolladım ve olumlu cevap aldım. Mevcut takvimlerinin yoğunluğu nedeniyle 2015 yılının Şubat ayında ikinci öykü kitabım “Şikeste” okurla buluştu. İkinci kitabım da kısa sürede ikinci baskısını gördü.
            Şikeste’den sonra birazcık soluklandım. Öykü yazmaya devam ediyorum ama ilk iki dosyadaki hızım birazcık azaldı. Farklı bir iki projenin taslaklarıyla uğraşıyorum. Nisan ayında Şikeste’nin öykülerinden biri çok yetenekli genç bir yönetmen tarafından kısa filme çekilecek. Kültür Bakanlığı’ndan teşviki onaylandı, onun heyecanıyla bekliyorum.
            Onun dışında içinde bulunduğumuz dünya ne kadar müsaade ederse o kadar nefes almaya çalışıyorum. Çocuklarımın eğitimi, kendi işimin yoğunluğu zamanımın pek çok tarafını kaplıyor zaten. Umarım yakın zamanda başka öyküler, başka metinlerle okur karşısına çıkma imkânımız olur. Olmazsa ne diyelim, Sevgili Okur mutlaka hâlden anlayacaktır. Buradan tüm öykü severlere şimdiye kadar gösterdikleri ilgi ve alaka için sonsuz şükranlarımı sunarım.
 
                         
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 31, 2016 23:43

March 23, 2016

ÇANAKKALE MASALCILAR BULUŞMASI

Sessiz sedasız bir yeni blog daha yayına girdi.
 www.canakkalemasalcilarbulusmasi.blogspot.com

İçimizdeki Anlatıcı, 11-15 Mayıs 2016 tarihlerinde düzenlenecek 2. Çanakkale Masalcılar Buluşması'nın hazırlıklarını paylaşmak, etkinliklerini duyurmak, buluşmaya katılacak konuklarla yaptığımız söyleşilerle ağızlara bir parmak bal çalmak, heves uyandırmak, merak kışkırtmak amacıyla açtığımız çok sesli, çok renkli bloğumuz için yazdığım ilk metin. Bir kez de buradan duyurmuş, paylaşmış olayım.  İÇİMİZDEKİ ANLATICI
Ot Dedi Ki *
Ot bir güz yaprağına dedi ki, “Düşerken çok ses çıkarıyorsun! Kış düşlerimin hepsi uçup gidiyor.”
Yaprak kırgınlıkla, “Soysuz ve barksız yaratık! Şarkısız, huysuz şey! Sen yükseklere ulaşamazsın ve şarkı da söyleyemezsin,” diye cevap verdi.
Sonra güz yaprağı toprağa uzandı ve uykuya daldı. Bahar geldiği zaman tekrar uyandığında bir ottu.
Sonbahar gelip de ve kış uykusu bastırdığında ve üstüne havadan yapraklar düşmeye başladığında ot kendi kendine şöyle mırıldandı: “Ah bu güz yaprakları! Ne kadar da çok gürültü yapıyorlar! Bütün kış düşlerim uçup gidiyor.”
Bu yıl kış uzun sürdü. Hayallerimiz uçtu gitti. Düşlerimize kâbuslar karıştı. Huzursuz, tekinsiz uykuların koynundaydık nicedir, kaplumbağa misali kabuklarımızın içinde. Bu yıl kış uzun sürdü. Hiç bitmeyecek sandık, yeniden gülemeyecek, nefes alamayacak, devam edemeyecek… 
Kış bitti. Bahar kapıda. Ağaçlar tomurcuklanıyor. Aceleci papatyalar yeşil çimenlerin arasından başını uzatıyor, meraklı. Gelinciklerin eli kulağında…

Doğanın döngüsü bize cesaret veriyor, yeniden başlama gücü… Evimizden daha istekli, coşkulu çıkıyoruz, bir çemberin etrafında yan yana, eski masalları dillendiriyoruz. Cılız bir ses geliyor inceden, nerden, kimden geldiğini bilemediğimiz. Oralarda bir yerde, seziyoruz. Bir masal daha dinliyoruz, bir tane daha. Aklımız hep o cılız seste. Arıyoruz. Susuyoruz. Duruyoruz bir an. İçimizdeki anlatıcıya söz veriyoruz.



Yazarak, çizerek, ilmek ilmek işleyerek, doğadan topladığımız çiçek ve kozalakları ruh hâlimize göre dizerek, dans ederek, şarkı söyleyerek, dönerek, dönüşerek, farklılıklarımızı yitirmeden, yan yana, rengârenk, bir bütünün içinde "ben olmaya" devam ederek  hayat ağacının dallarına hikâyelerimizi iliştirmeye niyet ediyoruz.

   


 *Halil Cibran Deli'den alıntılanmıştır.



 

 
 
 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 23, 2016 02:50

March 21, 2016

MERCAN YURDAKULER ULUENGİN İLE ZEHİRSİZ EV ÜZERİNE SÖYLEŞİ*


Mercan Yurdakuler Uluengin’i, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin düzenlediği “Gerçek Temizlik” eğitimlerinden ve bildiklerini, öğrendiklerini paylaştığı “Zehirsiz Ev” adlı web sitesinden tanıyoruz. Takipçileri olarak bloğunda 4 yıldır paylaştıklarının neredeyse bir kitap bütünlüğüne ulaştığını düşünüyorduk ki Zehirsiz Ev kitabının müjdesi geldi. Mercan ile Modus Kitap’tan yayımlanan Zehirsiz Ev kitabı ve çevirdiği çocuk kitapları üzerine keyifli bir söyleşi yaptık.  
Mercan, Zehirsiz Ev yayımlandı. Tebrik ederim. Okuru, kıymet bileni çok olsun. Kendi evini zehirsiz bir eve dönüştürme, bildiklerini paylaşma ve nihayetinde kitaplaşma süreci nasıl başladı, gelişti?
Çok teşekkürler, Tuğba. Aslında yola çıkarken aklımda ne blog ne de kitap vardı. Başta sadece sağda solda okuyup kendi kendime denediğim, kendi ihtiyaçlarıma uygun hâle getirip kullandığım temizlik ürünü tarifleri vardı. Anne olduktan sonra satın aldığım her şey gözüme fazla, içerik etiketleriyse fazla kalabalık gelmeye başlamıştı. Daha sade, daha doğal alternatifler çekiyordu beni. 5-6 yıl zarfında evde kullandığım ürünlerde epey bir dönüşüm oldu. Önüme gelene anlattığım bu tarifleri daha geniş paylaşıma açma fikri ancak ondan sonra aklıma geldi. İtiraf edeyim çok kısa bir süre “Keşke bir kitap hazırlasam,” diye geçti içimden. Ama ben kimdim ki? Hangi yayınevi durup dururken neden basmak istesindi böyle bir şeyi, insanlar neden satın alsındı? Tam o sırada eşim bir blog açmamı önerdi. Zehirsizev.com 4 yıl önce kuruldu. Siteyi açarken ne kadar takipçisi olacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Zamanla okuyucularla çok güzel paylaşımlara zemin sağlayan, farkındalık artıran bir çeşit başvuru kaynağı çıktı ortaya. Sonra atölyeler, Buğday Derneği eğitimleri başladı. Zehirsiz Ev, bilgisayar ekranından dışarı taştı. Derken, artık kitap fikrini hatırlamadığım bir noktada, bir arkadaşım vasıtasıyla Modus Kitap’tan bir teklif geldi. Gönlümüzden samimiyetle geçirdiğimiz şeyler dönüp dolaşıp bir gün oluyor, buna çok inanıyorum. Ama ancak zamanı gelince...
Zehirsiz Ev , bellek ve anımsama üzerine bir kitap. Okur, hem son yıllarda hızla unutulan, hafızalardan silinen çevre sağlığına ve kendi sağlığına zararı olmayan reçetelere ulaşıyor hem de hazır ürünlerin içeriğindeki zararlı maddeler hakkında bilgi ediniyor. Ben en çok yeniden anımsama, doğal reçeteleri toplama sürecini merak ettim. Bu kaynaklara nasıl ulaştın?
Ne güzel dedin! Gerçekten bellek ve anımsama üzerine... Ben de hep “Tekerleği yeniden keşfediyoruz,” diyorum. Bloğun veya kitabın altına imzamı atmak da bana pek doğru gelmiyor zaten. Bu formüllerin hiçbiri bana ait değil. Tek yaptığım derlemek. İnternet sitelerinden, bloglardan, kitaplardan, eskilerin anlattıklarından, reçeteleri deneyenlerin yorumlarından... Bir oturuşta yapılmış bir derleme veya bir araştırma projesi de değil, biraz önce anlattığım gibi. Bizim evdeki yıllara yayılan dönüşümün bir belgesi. Hazır ürünlerin yerine deneye yanıla, teker teker yenilerini koyduğum, “Çamaşır deterjanı yapabiliyorsam diş macunu da yapabilir miyim?” diye ilerlediğim bir macera.
Giderek dünyanın gidişatından daha çok kaygı duyan bireylere dönüşüyoruz. Kitabın bu anlamda umut da veriyor. Bize, organik sertifikalı ürünlerin takıntılı bir şekilde tüketicisi olmadan da “ekolojik anne-baba” olabileceğimizi fısıldıyor. Evlerimizi ve kendimizi değiştirmeye nereden başlayabiliriz?
Bunu Buğday rehberinin bir sayısındaki Ekolojik Anne köşesi için de yazmıştım: “Bugün kim olduğumuz nasıl kullandığımız ürün, hizmet ve markalarla tanımlanıyorsa, “ekolojik anne”lik bile her şeyden çok satın alma tercihlerimizle tanımlanıyor sanki: Organik sebze-meyveden şaşmamak; zor bulunan, özel sertifikalı temizlik ve bakım malzemeleri kullanmak; yurtdışından, internetten, oradan buradan güvenli, doğa dostu tasarımlar bulup getirtmek... Bir trend, bir furya, bir heves... Evet, kısmen yukarıdaki gibi tercihleri de barındırabiliyor ekolojik annelik, ama bence olmadık zahmetlere girip fazladan bir şeyler yapmaktan çok, belli bazı şeyleri de yapmamayı seçmek anlamına geliyor. Yani küçülmek, yetinmek, sadeleşmek... Ne yapacağımızı bilemediğimizde dönüp, doğada nasıl oluyordu diye bakmak...”
Bence ilk adım, oturup nelerden vazgeçebileceğimize ciddi ciddi bir bakmak, temel ihtiyaçlarımızın ne olduğunu dürüstçe belirlemek. Bir diğer kestirme yol, evimizden çıkan çöpü azaltmaya çalışmak. Öyle hızlı sadeleştiriyor, aslına döndürüyor ki insanı. Daha ileriki bir adım, permakültür gibi, doğayı onarıcı yöntemleri öğrenmek olabilir.
 
Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı doğaya saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde bu doğa sevgisini verebilmek. Çocukları apartman, kreş, AVM üçgeninden kurtarıp doğayla yakın bir bağ kurabilmeleri için neler yapabiliriz?
Bu çocuğa dırdır etmekle olacak şey değil. Kendi davranışlarımızla, tercihlerimizle örnek olmaktan başka çaremiz yok. Ben sürekli paketli gıda yiyorsam çocuğuma neden yememesi gerektiğini açıklayamam; sebze-meyvesini yetiştiren insanların emeğine, ürününe saygı duymasını sağlayamam; mevsim döngülerini öğretemem. Boş zamanlarımı televizyon karşısında ya da AVM’de geçiriyorsam, “Yavrum, bugün hava çok güzel, hadi dışarıda oyna,” diyemem. İnandırıcı olmaz. Bu çok önemli bir soru ve sorun. Dediğin gibi doğadan öyle kopuk yaşıyoruz ki, kuma bastığı zaman veya eli toprağa değdiği zaman ağlayan, böcek gördüğü zaman çığlık çığlığa kaçışan çocuklar var. Ağaçtan elma koparıp versen şüpheyle bakıyorlar ama marketten alınmış ilaçlı elmaları seve seve yiyorlar. Hatta sevgili İlknur Urkun Kelso’nun çevirdiği Ekofobiyi Aşmak diye çok güzel bir kitap da var bu konuyla ilgili. Çocuklara algılayamayacakları çevre sorunlarından bahsedip, dünya elden gidiyor diye yükü küçücük omuzlarına bırakmaktansa doğayla gerçek bir bağ kurmalarını sağlamanın yollarından söz ediyor. O bağ bir kez kurulduktan sonra ellerinden ne geliyorsa zaten yapıyorlar. Benim oğullarım bebekliklerinden beri yazın kahvaltılarına üşüşen arılardan kaçmayı ya da onları öldürmeyi akıllarına getirmiyorlar mesela. Çünkü böyle bir şeyi hayatlarında görmediler. Sadece diş macunu yapan bir annenin belki buna da bir çaresi vardır umuduyla “Bunları bir süre uzaklaştıracak bir iksir yapabilir misin?” diye soruyorlar. Böyle çocukların dünyadaki arı popülasyonunun önemini kavraması ve ileride bu konuda bir şeyler yapması daha olası mesela. Şehirde yaşayanlarımız için bu bağ kurma meselesi gerçekten zorlu. Çünkü doğayla buluşabilmek için fosil yakıt yakan bir arabaya doluşmak, trafikte saatler geçirmek gibi bir durum var. Yine de şehirli çocukları böceklerle, ağaçlarla tanıştıran pek çok etkinlik yapılıyor. Henüz denememiş olanların Doğa Oyunları Evi’nin Doğa Arkadaşımın Kutusu oyununu takip etmesini tavsiye ederim mesela. Oyunu oynamasanız bile oyunun ilkelerinden, Facebook sayfasındaki paylaşımlardan inanılmaz çok şey öğreniyorsunuz.
Yeşil Gazete okurları seni daha çok Zehirsiz Ev bloğundan ve verdiğin “Gerçek Temizlik” eğitimlerinden tanıyor ancak sen aynı zamanda çocuk kitapları da çeviriyorsun. Çocuk kitaplarının renkli, büyüleyici dünyasına nasıl giriş yaptın?
Yurtdışında yaşadığım dönem, bir bilgisayar firmasının kullanma kılavuzlarını Türkçe’ye çeviriyordum. Çocuk kitaplarına gelene kadar bol bol teknik çeviri yaptım senin anlayacağın. Sonra Türkiye’ye dönünce editörlük yapan çok yakın bir arkadaşım bir çocuk kitabı dizisi çevirmeyi denemek isteyip istemediğimi sordu. Geçişte biraz bocaladım ama çok keyif aldım. Giriş o giriş...
Sence çevirmen kimdir? İyi bir çevirmenin taşıması gereken üç özellik nedir?
Çevirmen, bir dilde yazılmış bir metni başka bir dilde yeniden yazan kişidir. Evet, çevirmen yazar değildir ama yaptığı iş de A dilindeki sözcüğü alıp B dilindeki karşılığını yazmaktan ibaret de değildir. Çok okumak (ki utanarak söylüyorum, benim durumum son yıllarda içler acısı), kaynak dilden ziyade hedef dile hâkim olmak ve bitmiş metni defalarca yeniden, yeni gözlerle okumak, bence bu işin olmazsa olmazları.
Hangi kitabı çevirmek isterdin?
Bu hiç beklediğin yanıt olmayacak: Bir tanecik bestseller(çoksatar mı demeliydim? J) çevirmek isterdim. O kendi kendine yeniden basılsın dursun, ben de o arada daha az kişiye dokunacak, tekrar baskı yapma ihtimali düşük, leziz kitaplar çevireyim.
Yaptığın çeviriler sende kurmaca metinler yazma isteği uyandırıyor mu?
Uyandırmaz mı? Çok hevesleniyorum ama sanırım o istek sadece zihnimde. Henüz kalbimde bir “İşte bunu yazmalıyım!” kıpırtısı olmadı. Veya bir öykü bana kendini yazdırmaya başlamadı...
Şu anda hangi kitap üzerinde çalışıyorsun? Okurla ne zaman buluşacak?
Klasiklerden Siyah İnci’nin çocuklar için basitleştirilmiş ve kısaltılmış bir hâlini çevirdim daha yeni. Sanırım birkaç aya çıkar. Sırada anne-babalara yönelik, ergenlerdeki yeme bozukluklarıyla ilgili bir kitap var. Yeni başlıyorum. Teşekkür ederim. * Bu söyleşi Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.

 
 
 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 21, 2016 05:04

March 16, 2016

Altı üstü bir hekim

İnsanlık 52 bin yıldır yeryüzünde.Avcı-derleyici iken günde iki saat, ihtiyaçları karşılamak ve hayatta kalmak için yetiyormuş. Şimdi haftada 40 saat çalışan kendini şanslı hissediyor. Fiziksel ihtiyaçlarımız aynı oysa: hava, su, gıda, hareket, dinlenme, barınma, cinsel ifade, dokunma, sağlık, güvenlik, hayatı tehdit edici yaşam biçimlerinden korunma (virüsler, bakteriler, yırtıcı hayvanlar özellikle insanlar!) Suyumuz, havamız, toprağımız, gıdamız, güvenliğimiz tehdit altında. Güven duymuyoruz. Kaygı, endişe, vesvese içindeyiz. Tüm bunların yol açtığı fiziksel problemler nedeniyle hekimlerin kapısını aşındırıyoruz. "Beni iyileştirecek misin doktor?" diye fısıldıyoruz kulaklarına. Bir tektik, bir MR daha, bunca doktorun gözünden kaçanı teşhis edecek, bizi iyileştirecek doktoru arıyoruz. Arkamız sağlam. Ne diyor sağlık bakanı: "Bir hekime daha gösterin."
Kendi içimizde değişimin yollarını aramıyoruz. Strese bağlı kronik ağrılarımız için mucizevi ilaçlar verseler yeter. Aile içi şiddet ya da iletişimsizlik nedeniyle agresifleşen ya da içine kapanan çocuklarımıza çare olmalarını umuyoruz ve fakat kendi ilişkilerimize bakmıyoruz. Bir konsültasyon, bir tetkik daha... Vardır elbet bir ilacı ya da ameliyatı, bilmediği, bizden sakındığı. Yükleniyoruz doktorlara.

Soyun giysilerini, iyileştirir o zaman
Baktınız iyileştirmedi, gebertin gitsin!
Altı üstü bir hekim
Altı üstü bir hekim (1)



14 Mart Tıp Bayramı kutlu olsun.
                                              ***
Çok çalışıyoruz. Temel gıda ihtiyaçlarımızın neredeyse hepsini satın alıyoruz. Üstelik kaynağı, temizliği ve güvenilirliği ile ilgili ciddi endişelerimiz var. Çok fazla çöp üretiyoruz. Azaltmamız, ayrıştırmamız gerekiyor; geri dönüştürülecek ambalajlar, hayatımızdan çıkartılması icap eden enerji emici vampirler...  Yetmiyor. Yavaşlamamız da gerekiyor. Hızlı bir bilgi akışına maruz kalıyoruz gün boyu. İMKB verileri gibi hızla akıp gidiyor ekranımızdan haberler, insan manzaraları... Günlük yaşamda üç, bilemedin beş arkadaşla görüşebilirken en fazla, sosyal medyada yüzlerce, binlerce insanla muhatap oluyoruz. Bu kontrolsüz büyüme, gerçek ilişkilerimizin ötesine geçiyor bir süre sonra. Kendimizle ilgili gelişmeleri oradan duyurduğumuzda bilgi yerine  ulaştı sanıyoruz. Giderek azalıyor telefon görüşmeleri, gönderilen davetiyeler, yüz yüze buluşmalar.
Bilgiye ulaşmanın hızlı yolu internet, kirlenmenin de başladığı yer aynı zamanda. Bakın, Eduardo Galeano bu hâli nasıl anlatıyor:

Şöhret tam bir masal (2)
Bugün Dünya Kitap Günü ve edebiyat tarihinin sonu gelmez bir paradoks olduğunu hatırlatmakta fayda var.
İncil'in en popüler bölümü hangisidir? Âdem ve Havva'nın elmayı ısırmaları. Bu İncil'de asla yer almaz.
Eflatun en meşhur cümlesini asla yazmamıştır:
Savaşın nasıl bittiğini sadece ölüler görür.
La Manchalı Don Kişot şunu asla söylemedi:
Köpekler havlıyor, Sancho, atlara eyer vurmanın zamanıdır.
En bilinen cümlesi Voltaire tarafından ne yazıldı ne de söylendi:
Söylediğin şeyle hemfikir değilim, ama bunu söyleme hakkın için canımı veririm.
George Friedrich Hegel şunu hiçbir zaman yazmadı:
Gri olan kuramdır, hayat ağacıysa yeşil.
Sherlock Holmes asla şöyle demedi:
Basit düşün, sevgili Watson.
Hiçbir kitabında ya da kitapçığında, Lenin şöyle yazmadı:
Amaç, araçları doğrular.
Bertol Brecht en beğenilen şiirinin yazarı değildi:
Önce komünistleri götürdüler / hiç sesimi çıkarmadım / çünkü ben komünist değildim...
Jorge Luis Borges dilden dile en çok dolaşan şiirinin yazarı değildi:
Eğer hayatımı yeni baştan yaşayabilseydim / daha çok hata yapmaya çalışırdım..
                                                                     
                                             ***
Sosyal medya, arkadaşlarımla haberleşmenin, ilgi alanlarıma yönelik bilgiye ulaşmanın birincil adresiydi benim için ancak oradaki cinnet hâli, acının pornografisi, toplu linç etme arzusu, öfkeli dil, kamplaştırma gayreti... içim kaldırmıyor artık. Mesleki bilgi, vaka paylaşım grupları da farklı değil. Paylaşılan vakalar üzerine yapılan yorumların göz ardı edilemeyecek bir kısmı hakaret, aşağılama içeriyor.
Sanal aktivistten geçilmiyor ortalık. Klavyenin ardına geçen kahraman kesiliyor. Nasılsa evinde ya bürosunda, kimliği belli ya da belirsiz, fark etmiyor. Kapısını çalacak kimse yok (çoğu zaman). Öfkesini kusuyor kelimeler aracılığıyla. Oysa kelimeler iyileştirir, anlatmak iyileştirir. İçinde tutmamak, nakletmek şifadır. Paylaşmaktan geçer,  anlamak, anlaşmak, barışmak... Kelimeler birleştiricidir. Aynı zamanda durduğumuz yeri tayin eder. Bizi tanımak isteyenler sarf ettiğimiz cümlelere bakar, bizi anlama, bir yerlere koyma, tanımlama ihtiyaçlarını sarf ettiğimiz kelimeler yerine getirir. Kelimeler hem zehirdir bize, hem panzehir. Son zamanlarda ekrana baktığımda ayrıştırma gücünü daha çok gördüğüm için mi, vaktimi çok çaldığı için mi bilmiyorum, oradaki kalabalık, hızlı akış, kirlenme ve pervasızlık beni yoruyor. Mutsuz hissediyorum. Arkadaşlarımın fotoğraflarını, nerede tatil yaptıklarını, ne yediklerini görmeye değil, seslerini duymaya, sarılmaya, birlikte gülmeye, ağlamaya ihtiyacım var. Varsın ayda bir göreyim, varsın yalnızca sesini duyayım, önemli değil. Benim görsellere değil, gerçekten bağlantı kurmaya ihtiyacım var. Belki o zaman şakaklarımın yanını, ensemi ve yüreğimi tutan bu ağrı, ağırlık, azalır ve katlanılır olur, belki o zaman paylaşmak, birbirimizi anlamanın, dinlemenin, barışmanın bir yolu hâline gelir.

Sonsöz
Lodos Çarpması'nın "Ankara katliamında yitirdiklerimize saygıyla..." ithafıyla yayımlanmasının üzerinden 3,5 ay, iki katliam daha geçti.
(1) Bir Köy Hekimi Franz Kafka
(2) Ve Günler Yürümeye Başladı Eduardo Galeano
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 16, 2016 02:21

March 15, 2016

YOL HARİTASI İÇERMEZ*

“Seçme Öyküleri”nin Vintagebaskısının girişinde Alice Munro, ilk derlemesini yayımladığı 1968’den bugüne öykülerinin “uzadığından ve daha dağınık, talepkâr ve kişisel” hâle geldiklerinden söz eder. Bu öyküler bundan daha iyi betimlenemezlerdi: Öykülerin kendi içlerinde, çizgisel ve zamana bağlı bir ilerleme yerine, hatırlanan bir geçmişten şimdiki zamana ve tersi yönde gelip gidişini ifade etmek için “dağınık” (Munro’nun kendisi ve öykülerindeki kahramanlar için zamanlama neredeyse her daim yanlıştır), okuyucuyu hikâye anlatımındaki dizilimlerin bariz ya da öngörülebilir olmadığı konusunda uyarmasıyla “talepkâr” ve Munro’nun yarattığı şüphe götürmez ve belirgin bir biçimde kendisine ait olan kurgusal bir ses ve kurgusal bazı mekânlar nedeniyle “kişisel.”
Daha eski bir derlemede yer alan çok sevdiğim “Miller, Şehir, Montana” adlı öyküsünde, küçük çocuklarının havuz görevlisinin gözetiminde oynamakta olduğunu sandığımız bir kadın ve kocası havuzu göremedikleri bir yerde oturdukları sırada annenin içine bir anda kötü bir his doğar. Gerçekten de, kadının yüzme bilmeyen küçük kızı havuzun derin bölümüne doğru sürüklenmiştir. Kadın kocasını havuza bakmaya gönderir ve çocuğu sağ salim kurtaran adam karısına “annelerde bulunan o özel hislere” sahip olduğu için iltifat eder. Hikâye burada bitebilecekken, kadının kocasını “o annelik içgüdüsüne” fazla güvenmemesi için uyarmasıyla devam eder. Munro, öyküyü aile arabasının arka koltuğundaki “güven dolu” çocuklar ve ebeveynlerinin “hoppalık, keyfilik, umursamazlık ve duyarsızlıkları, yani tüm doğal ve kendilerine özgü hataları” için “affedileceklerine olan güvenleri” ile bitirir. Bu talepkâr formülasyon bu dokuz yeni öykünün insan manzarasını oluşturan “hatalar”a uygundur.
Derlemeye adını veren uzun açılış öyküsü, iki genç kızın, yazdıkları sahte bir mektupla, kızlardan birinin batı Kanada’da yaşayan evsiz barksız babasının kendisine âşık olduğuna inandırdıkları Johanna adında evde kalmış bir temizlikçi kadını anlatır. Johanna, ani bir kararla, işvereninin evinde biriktirdiği mobilyaları da alıp, (her şeyden habersiz) talibinin virane bir otel satın almış olduğu Sasketchewan’a taşınır. Vardığında adam havasız ve sigara izmaritleriyle dolu pis bir odada, bronşitten nefes alamaz halde yatmaktadır ve kendisini kurtarmak için çıkıp gelen bu adanmış kadınla tanıştığında çok şaşırır.
Bu öykü, “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik”te zaman zaman dokunuşları hissedilen Flannery O'Connor tarafından yazılmış olsaydı, grotesgin komedisiyle, yani kız kurusunun kendi aptallığıyla yüzleştirilmesiyle biterdi. Fakat bu acımasız şaka bir evlilikle sonuçlanır ve Johanna’nın yavan hayatı “tatlı bir telaşla, telaşlı bir aşkla” dolup bir de çocuk meydana getirir. Munro, kuralcı bir hicivcinin sürekli karşı karşıya kaldığı, talihsiz kahramanını rezil etme ve mutluluktan mahrum bırakmanın cazibesine direnir: Johanna'nın öyküsü bir gurur kırılması hikâyesi değildir.
Bu yeni öykülerin en güçlü dört-beş tanesinde ki bunlar bence Munro’nun en iyi öyküleri arasındadır, her zaman değilse de genellikle kadın olan ana karakter, oyuna kötü bir el ile başlar: “Yüzen Köprü”de kanser, “Teselli”de kendisini elden ayaktan düşüren bir hastalığa yakalanan ve sonunda intihar eden bir koca, “Ayı, Dağı Aştı Geldi”de Alzheimer hastası olup bakım evine yatırılan evli bir kadın. Belki de Munro'nun ilerleyen yaşı (70), onun hayatta yanlış gidebilecek şeylere yönelik farkındalığını arttırmıştır. Ama öykülerin hiçbirinde durum daha da kötüye gitmez.
Bir yazar olarak Munro, “hayat”la ve hatta onun en karanlık durumlarıyla ilgili, ya da belki de bu durumlar sayesinde, ne söylenebileceği, onunla ne yapılabileceği sorusunu cevaplamaya çalışır. Ve öykülerin anlattığı çözümler, kendisini fazla avutucu, fazla unutulmaz bir formüle karşı cansiperane bir şekilde koruyan bir dille ortaya konmuştur. (“birbirimizi sevmeli ya da ölmeliyiz”; “O güzel geceye kolay teslim olma.”) “Yüzen Köprü”de pek iyileşme umudu olmaksızın kemoterapiyi tamamlamış olan kadın, onkoloğundan, öykü boyunca tereddütlü bir şekilde belirmiş olan ihtiyatlı bir iyi haber alır: “Ciddi bir küçülme… iyi bir işaret.” Dolayısıyla ölüm beklentisine eşlik eden “hafif özgürlük” bir anda ortadan kalkar. Bir dizi garip olay aracılığıyla genç bir adamla öpüşmüş olan kadın “tüm yara ve oyuklarını o an için unutturan, hassas bir neşe esintisi” hisseder. Munro’nun kadını “o an için… bir neşe esintisi”nden daha cesur bir şeye karşı aşılayan dilinde aktif bir mücadele vardır: Hem karakter hem de okuyucu bu anlık ve zevkli aldatmacanın farkındadır.
Kendi kurmacası hakkında (Vintage baskısında da yer alan) ilginç bir yorumunda Munro, öyküleri her zaman baştan sona doğru okumadığını, bazen herhangi bir yerinden başlayıp her iki yönde de devam edebildiğini iddia eder. “Öykü izlenecek bir yola benzemez… daha ziyade bir ev gibidir. İçeri girer ve orada biraz kalır, içinde dolaşır ve sevdiğiniz bir yere yerleşir, odanın ve koridorların birbiriyle nasıl ilişki kurduğunu ve dışarıdaki dünyanın bu pencerelerden bakıldığında nasıl değiştiğini keşfedersiniz.” Bu, bize Henry James’in pencerelerinden farklı gözlerin baktığı “kurmaca evi”ni hatırlatıyorsa da, ondan biraz daha başına buyruk, evin iç bölümlerinin birbiriyle ilişkisi konusunda biraz daha meraklıdır. “Teselli” adını verdiği güçlü öyküde, Nina bir tenis maçından eve döner ve kocasına “Kazandım. Kazandım. Merhaba?” diye seslenir. Bunun ardından bir çift satır aralığı gelir (öykünün bölümlerini ayıran böyle 15 tane aralık var) ve ardından: “Ama o dışarıdayken Lewis ölmektedir. Aslına bakarsanız kendini öldürmektedir.”
 
Öykü evinin bir odasından bir diğerine geçişler genellikle dolaylı ve şaşırtıcıdır. Ama ses ve zaman değişikliğini algıladıktan sonra makuldür de. O eski eleştirel terim “mekânsal form” kendini göstererek, çalışmanın ilerleyişini karmaşıklaştırır (“öykü izlenecek bir yola benzemez”) ve ileri gittiğimiz kadar geriye de dönüp bakmamızı talep eder. Bu yönden Munro’nun sanatı O’connor’ınkinden çok Eudora Welty'ninkine benzer.
Fakat, bu tür teknik meseleler önemli olsalar bile, bunları O’Connor’ın ya da Welty’ninkilerle aynı düzeyde nükteli bir sertlik taşıyan cümlelerin tınısının önüne çıkarmak doğru olmaz. “Ayı, Dağı Aştı Geldi”de bakım evinin çalışanlarından biri “saçı dışında her şeyi boş vermiş gibi görünen şişman bir genç kadın”dır ve ağlayan bir hasta gözyaşlarını “yüzüne doğru birkaç beceriksiz ama isabetli hamle ile” silmeyi başarır. Başka bir kadının azimliliği onu “sokakta gördüğü bir cesedin ayakkabılarını çıkarabilir” biri olarak görmekle ortaya konur. Kitaba adını veren öyküde “battaniyeyi bacaklarının arasına alarak uykuya dalan” bir kız, başka bir kızın kaderi hakkında “sürekli böyle şeyler yaptı ve bu sorunu gidermek için sonunda onu ameliyat ettiler” diye uyarılır.
Etkileyici olan, böylesine canlı ve dışsal algıların daha araştırmacı ve içe doğru şiirsel yazımlarla tamamlanması ve dengelenmesidir. Bu denge, özellikle birinci tekil şahısta yazılmış üç öyküde, “Aile Mobilyaları”, “Isırganotları” ve “Queenie”de açıkça görülmektedir. Bunların en iyisi olan “Aile Mobilyaları”, kısmen bir genç kadının yazarlığa olan ilgisini keşfedişini tasvir ettiği için böyledir. Öykü, Munro’nun tüm öyküleri gibi, son derece dokunaklı bir otobiyografik titreşime sahiptir.
Ontario eyaletindeki küçük bir kasabada, iyi niyetli ebeveynleri ve uzun akşam yemekleri ve sıkıcı sohbetler için evlerine gelen (“tümörü, boğaz iltihabı, bir sürü çıbanı olan”) akrabalarının hafif baskısı altında büyümekte olan genç bir kız, babasının kuzeni Alfrida’nın ziyaretleri sayesinde eğlenebilmekte ve hatta özgürleşmektedir. Bu eksantrik ve esprili kadın bir gün bir aile yemeğinden sonra kıza bir sigara ikram eder ve onun kendisini “masada bir misafir kadar özgür” hissetmesini sağlar. Fakat kız Alfrida’nın yaşadığı şehirde üniversiteye başladığında Alfrida’nın telefonlarına çıkmaz ve davetlerine icabet etmez. Ta ki final sınavları bitene ve kasabadan ayrılmak üzereyken kuzeninin apartman dairesinde bir pazar akşamı yemeğine katılana kadar. Yıllar sonra, babasının cenazesinde, Alfrida’nın bir bakım evinde yaşadığını öğrenir. Hikâye o pazar öğleden sonrası, şehirde dolaşırken, “Ben” in her şeyi olağanüstü bir netlik ve yoğunlukla hissetmeye başlamasının ardından yaşananlarla biter. Babasının kuzeni “hakkında yazacağı” hikâyeyi değil, “hikâye inşa etmekten ziyade havada bir şey yakalamaya benzer görünen, yapmak istediğim iş”i düşünmektedir. “Kalabalığın inlemeleri bana üzüntü dolu dev kalp atışları gibi geldi”ğinde, bir anda her şey birlikte akmaya başlar. “Uzak, neredeyse insanlıktan uzak onay ve feryatlarıyla, hoş ve resmiyet dolu dalgalar.'' Öykü tamamıyla haklı olan tek cümlelik bir paragrafla biter: “İstediğim şey buydu; dikkat etmem gerektiğini düşündüğüm şey buydu; hayatımın böyle olmasını istiyordum.”Bu derlemeyi dolduran ve kesinlikle Munro’nun yazmış olduğu en iyi öyküler olan, bu güzel ve resmiyet dolu dalgalar, bilgelik dolu mutsuzluklarıyla böyle bir dikkatin ürünüdür.  Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, EvlilikAlice MunroÇeviri Roza Hakmen Can Yayınları  

 *William H. Pritchard'ın Alice Munro'nun  Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik kitabı hakkında  kaleme aldığı The New York Times 'da 25 Kasım 2001 tarihinde yayımlanan yazısını İlknur Urkun Kelso çevirdi. Bu çeviri hizmeti diş hekimliği hizmeti ile takas edilmiştir.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 15, 2016 06:44

March 9, 2016

Yazmak ve beklemek üzerine

Anne-kız akşamlarından biri.Kara Üzüm'deyiz, kedili otelde. Geçtiğimiz bahar gördüğümüz, oynadığımız yavru kediler büyümüş, sağa sola dağılmış. Etrafta hoplayan zıplayan kedi yavrularını göremeyince suratı düşüyor, kızımın. Üstelik aç ve de yorgun. Siparişini beklerken dayanacak gücü, söyleyecek sözü, atacak kahkahası yok. Masamızın hemen yanı başında duran kitaplık imdadıma yetişiyor. "Ölmeden Önce Yemeniz Gereken 1001 Gıda" İsmini dahi bilmediğimiz çoğu tropikal meyvelere bakarken yemeklerimiz geliyor. Yemek, sohbet, ardından Deniz yanımda getirdiğim etkinlik kitabından bir eldiveni boyamaya ve süslemeye koyuluyor. Kitap ve dergilerle dolu raflara göz atıyorum. Eski bir Kitap-lık'ta karar kılıyorum. Nisan 2009 126 sayılı dergide yer alan Taner Baybars söyleşisi ilgimi çekiyor. Yazmak ve beklemek üzerine söyledikleri geçerliliğini yitirmeyecek gibi. Son dönemde şiir ve düzyazıdan çok resmimle ilgileniyorsunuz, sergiler açıyorsunuz. Resim olayı ne zaman ve nasıl başladı? Kaç sergi açtınız?Çok uzun zaman hep renkleri kullanmak istedim, onları sözcüklerle yaptığım gibi karıştırmak, canlanmalarını sağlamak... Ne Londra'daki işim ne de koşullar buna izin vermedi.* Charente'de yaşamaya başlayınca Hollandalı bir çiftle tanıştım. Tablolar üzerine yaptığım yorumlar nedeniyle resim yapmam için yüreklendirdiler beni. Renkler konusunda iyi bir göze sahip olduğumu sezdiler. Adam üç dört yıl boyunca haftada bir defa bedava ders verdi bana, ki bunlar yemek, sanat, edebiyat ve müzik tartışmak için sosyal bir vesile haline dönüştüler. Böylece bu başlangıç oldu. Yıl 1991'di. Charente bölgesi, sanatla ilgili etkinlikler için Akdeniz kıyısı kadar uygun bir yer değildi. Buraya taşınınca, kalbin çalışmasını hızlandıran artistik bir enerjiyle cesaretlendim. Kendimi resim yapmaya verdim yıllar içinde tarzımı ve tekniğimi değiştirdim. Bunu sevmek için iyi bir nedenim var: resim yapıyorsun, yeterli miktarda tuvalin oluyor, sonra da sergi açıyorsun. Bu üç ile altı ay arası bir zaman alıyor. Yarattığın her neyse, izleyicilerin sevmesi veya nefret etmesi için hemen ortaya çıkıyor. Yazmak böyle değil. Bir roman yazmak için bütün yıl uğraşıyorsun veya bir şiir kitabı oluşturmak için birkaç yıl harcıyorsun. Ondan sonra dosyanı gönderip bekledikçe bekliyorsun... Sonra "Hayır" cevabı geliyor ve her şeye yeniden başlıyorsun. Bu genç yazarlara uygun bir macera, ben artık genç değilim. Sadece yaratıcı enerjim genç ama sabrım yok.
"Yazmak ve beklemek", ayrılmaz ikili. Üstelik kitabın yayımlanmasıyla da bitmiyor. Okuru beklemek, eleştirmeni beklemek, görülmeyi beklemek... Bu bitmeyen bekleme ve sabretme hâlinin, yaratıcı yazma enerjisini sömürmesine izin vermemeli kişi, görünür olmayı zerrece umursamadan yazmadan alınan hazza odaklanmalı ve acele etmeden okuduklarından, yaşadıklarından süzülenleri ağır, usul biriktirmeli. Ve gerektiğinde gözünü kırpmadan ürettiklerini silip çöpe atabilmeli. Yazılanlar kadar atılanlar da yazmaya dahil.
*Gramer hatası dergiye aittir.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 09, 2016 01:24

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.