Tuğba Gürbüz's Blog, page 95

May 25, 2016

Buna, yazmak deniyor(*)

Ben beş yaşındayken yurtdışında yaşayan bir aile dostumuz bizi ziyarete geldi ve abime, ablama, bana hediyeler getirdi. Onların ne aldıklarını anımsamıyorum, ama üç hediye paketinin en büyüğünün benimki olduğunu anımsıyorum. Ambalaj kâğıdını yırtıp karton kutuyu açtığımda gülümseyen, pembe porselen bir domuz gördüm. Adama kibarca teşekkür ettim, ama biraz hayal kırıklığına uğradığımı da itiraf etmek zorundayım. Porselen bir domuz ile ne gibi oyunlar oynanabilirdi ki?  Aile dostumuz, yüzümdeki hayal kırıklığını görünce bunun bir domuz kumbarası olduğunu söyledi. "Biriktirmek istediğin paraları," dedi, cebinden bir madeni para çıkararak, "domuzun sırtındaki yarıktan içeri atarsın ve para zamanla birikip çoğalır." Gülümseyen domuzun bir işe yarayacağını duymak beni mutlu etti, fakat parayı içinden çıkarmanın tek yolunun zavallı şeyi kırmak olduğunu öğrendiğimde mutluluğumdan eser kalmadı. Masum domuzun sonunda kırılması gerekeceğini kavradığım anı hatırlıyorum. Gözyaşlarım, daha önce de pek çok kez olduğu gibi, boğazımda birikti ve gözlerime asla ulaşmadı. Dünyanın yuva öğretmenimin vaat ettiği gibi adil bir yer olmadığını acıyla kavradığımı hatırlıyorum. Bir şey daha hatırlıyorum: domuzun kocaman gözlerime baktığımı ve kendimi ona çok yakın hissettiğimi. Bu, o zaman açıklayamadığım türden bir yakınlıktı. Fakat bugün açıklayabileceğimi düşünüyorum: bütün ailesini soykırımda yitirmiş bir annenin ve savaştan altı yüz gün boyunca yerin altında bir delikte gizlenerek saklanan bir babanın oğlu olarak annem ile babamın hayatlarında yeterince acı çektiğini ve onlara daha fazla acı çektirmemem gerektiğini henüz çok küçük yaşlardayken biliyordum. Bu yüzden, ne zaman kalbime bir acı ya da üzüntü parası atacak olsam, içgüdüsel olarak bunu onlardan gizlemem gerektiğini hissediyordum. İçimdeki hüzün, aynı domuz kumbarasında olduğu gibi, sonsuza dek birikip çoğalmaya devam edecekti ve ben, paramparça olduğum güne değin bunu kimseyle paylaşamayacaktım. Domuz kumbarası odamın rafında uzun bir yaşam sürdü. Yıllar zarfında, onu eline sallayan herkes içinde sadece tek bir bozukluğun sesini duydu: tanıştığımız gün içine atılan paranın sesini. Ben büyümeye ve gözyaşlarımı yutmaya devam ettim. Bugün bile, aradan geçen kırk beş yıla rağmen, hâlâ nasıl ağlandığını bilmiyorum, fakat biri beni havaya kaldırıp da sallama zahmetine katılacak olsa, tek bir hüzün parasının bile sesinin duyulmayacağını garanti ederim. Çünkü genç yaşta, birikip çoğalan hayal kırıklıklarını ve korkuları içimdeki kumbarayı parçalamak zorunda kalmadan çıkarmanın bir yolunu keşfettim: Buna, yazmak deniyor. Etgar Keret
*Etgar Keret'in Siren Yayınları'ndan çıkan Domuzu Kırmak adlı öykü kitabının sunuş yazısıdır.Uzun zamandır taslak olarak bekleyen bir blog yazım var. Başlığı "Neden Yazıyorlar?" Yazarların neden ve nasıl yazdıklarına dair kendi ağızlarından alıntılar ağır, usul birikiyor. İşbu nedenle Etgar Keret'in sunum yazısına kayıtsız kalamadım. Aldım, kalbime koydum, unutmayacağım ama burada da dursun, okunsun ve unutulmasın diye.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 25, 2016 01:10

May 19, 2016

Masalsı Hareket Atölyesinin Ardından

Organizasyonuna emek verdiğim, başlaması için gün saydığım Masalcılar Buluşması başladı ve bitti. Seminerler, atölyeler, konserler, masal anlatımlarıyla dolu beş büyülü gün... Tüm konuklarda olduğu gibi bende de güzel izler bıraktı. Masala dair, kendimi tanımaya dair, insanı anlamaya dair yeni sözler çalındı kulağıma. Özellikle merak ettiğim, Deniz ile katılabileceğimi düşündüğüm etkinlikler de vardı, Masalsı Hareket Atölyesi gibi.
Atölyenin yönlendiricisi, Esra Yurttut, dansçı ve koreograf. Esra'yı farklı atölyelerde izleme, etkinliklerine dâhil olma imkânı buldum. Ondan öğrendiğim bir şey var. Herkesin içinde ben olmayı sürdürmek ancak ben olurken biz ile de akışta kalmayı başarabilmek. Bunu yapmak için kelimelere ihtiyacımız olmadığını sadece beden hareketlerini izleyerek, göz teması kurarak bunu yapabileceğimizi fark etmemizi sağlıyor. İçimizdeki dansı ararken bakmamız gereken yer burası. Benim çıkardığım sonuç bu, en azından.

 Çemberin içinde ısınarak başlayan atölye, çemberin dışına, parkın farklı noktalarına taştı. Ve yeniden başlangıç noktamızda bitti. Yere oturduk. Renkli kartonlar ve rengârenk keçeli kalemler çıktı. Aklına gelen kelimeyi yazdığın, canının istediği resmi çizdiğin, ve içinden gelen karalamaları yaptığın kartonlar her iki yönde dönmeye başladı. Bana göre diğerlerinden farklı olan sonuncu kartonun amacı, Esra'nın başlattığı cümleyi takip ederek kendi cümlelerimizi yazmak ve ortak bir hikâye yaratmaktı. Dediğim gibi bu karton bence diğerlerinden farklıydı. Kendi hikâyemizi yazarken, bir önceki cümleyi takip etmek, onunla uyum içinde ilerletmek gerektiği kanısında olduğumdan, keyifli geçen beş günün üzerimde yarattığı hoşluğu ya da hayallerimi geçirmedim kâğıda. Cümlelerin gelişine göre, olay örgüsü kattım ortak metnimize. Zira içinden olayı aldığınız şey bir öykü değildir. İki kez sıra bana geldi. Her iki sıramda da flu duygular dünyasından reel dünyaya, somut bir olaya bağladım yazdıklarımı. Her şeye vâkıf tanrı yazar nerede kim tarafından ben anlatıcıya çevrildi bilmiyorum ama Esra en son eklemek istediğiniz bir şey var mı diye sorduğunda sayfanın altına yazdığım son cümleyi okumadan kendi cümlesini yazanın kim olduğunu ve metnin bir anda nasıl yeniden ve uyumsuz bir şekilde tanrı yazara döndüğünü ve şahsi bir temenniyle bittiğini gördüm. Yer kalmadığı için öylece bıraktığım son cümleyi okuduğumda taşıdığı sonsuz ihtimalleri görmek, bende bir öykü finali yazmışım hissi uyandırmıştı, oysa. Öykü, sık sık kapımı çalmadığından sevinmiştim hatta. Belki bu yüzden yazdığım uzun sayılabilecek cümlenin okunmadan ardına şahsi bir temenni gelmesine şaşırdım. Ama hepsi bu değil.  Aslında konuşurken, yazarken, yaşarken, tüm ortak üretimlerimizde, yan yana durduğumuz anlarda kendi vereceğimiz mesajla ilgilenmekten bütüne bakmadığımızı fark ettim.
Atölye bitiminde içimden geçen ancak söyleyemediğimdir.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 19, 2016 05:38

May 7, 2016

Hayat Ağacının Seslerinde Buluşalım (*)


Ben bir kurmaca metin okuru ve yazarıyım. Mektup, dilekçe, sms, e-posta fark etmiyor, dili, sokakta konuşulduğu gibi kullanmamaya özen gösteriyorum. Çünkü kelimelerin kâğıda yazılmış harflerden çok daha derin anlamı var benim için. O yüzden anlatmanın gelişi güzelliğine bırakamıyorum kelimeleri. İstiyorum ki, üzerinde çok çalışılmamış gibi doğallıkla dizilsinler ancak aksıran tıksıran, kulağı tırmalayan bölümler,  yinelemeler de olmasın. Okurken de farklı değilim hayali bir kalem hep elimde, eksik şapkaları düzeltiyorum, yazım hatalarını…
Okumayı yazmayı seven, kızına da kitaplardan, iyi edebiyattan zevk alma tohumu ekmek isteyen, onunla uyku öncesi büyülü bir dünyanın içinde gezinti yapmaktan keyif alan bir anneyim, ben. İtiraf ediyorum, klasik masal uyarlamaları, asla ilk okuma tercihim olmadı. Hasbelkader hediye edilen masal uyarlamalarını diğer kitapların arasına sıkıştırıyor, her geceye bir masal kitaplarındaki masalları tuhaf, anlaşılmaz buluyor, okumaktan imtina ediyor, daha komik, daha yaratıcı, toplumsal rol modellerini dayatmayan kitapları kızıma sunuyordum. Orada mutluydum. Yazarın ve çizerin bize sunduğu dünyanın içine giriyor, kahramanın yolculuğuna eşlik ediyorduk. Ama birbirimizin gözlerine bakamıyorduk. Kelimeler yavaştı resimlerden, ânın içinde birlikte olamıyorduk.  Kitabın sayfalarının üzerinde biri minik biri büyük iki el, didişiyorduk.
Bir gün, kente hakikatçi geldi. Masalın ardındaki sembolleri anlattı. Masalla ilişiğimin ne kadar uzun zaman önce kesildiğini fark ettim, böylece. Masal söyleşilerini takip etmeye, masal üzerine kafa yormaya başladım. Masal, büyülü bir orman gibi yavaş yavaş içine çekti beni. Konuğu olduğum söyleşilerin mutfağındaydım. Yetmedi, masallar dile gelmek istedi. Masal anlatmak da uyku öncesi ritüeline dâhil şimdi. Ne kelimeler yazılanlar kadar mükemmel ne de belleğim. Anlattıkça uzuyor masallar, gizlendikleri yerlerden usulca çıkıyor. Anlıyorum, masallar insanla yaşıyor.

 
Masallar, bize kötülerin kaybettiği, iyilerin kazandığı bir dünyayı muştuluyor. Hayvanların, bitkilerin, nesnelerin, her şeyin bir canı, yaşam hakkı olduğu masal dünyası, bize eşitliği öğretiyor. Doğanın bize sunduklarını sınırsızca ve fütursuzca tüketme hakkımız olmadığını haykırıyor. İyilik, kötülük, asla yapmam dediğimiz insanlık hâllerinin hepsinin bir potansiyel olarak içimizde saklı durduğunu fısıldıyor. İçimizdeki kötüye baktığımızda, etrafımızdaki kötüleri de anlayabiliyoruz, onların karşılanmayan ihtiyaçlarının, öfkelerinin ve kötülüklerinin ardındaki iyiyi görebiliyoruz. Anlaşmanın bir yolunu bulabileceğimize inanıyoruz.
Çanakkale’de masal söyleşileri, üçüncü yılında. Geçen sene olduğu gibi bu yıl da, mayıs ayındaki sezon finalini, beş günlük bir şölene çevireceğiz. Heyecanımıza, gündemin ağırlığı karışıyor. Zor bir dönemin tanığıyız, hepimiz. Doğaya zulmediliyor, insana… Öfke dili her yere hâkim. Acılar yarıştırılıyor, yeri geliyor hayata benzer pencerelerden baktıklarımızla dâhi uzak düşüyoruz. Ayrışmalar çoğalıyor, derinleşiyor. En uzlaşılmaz sandıklarımızla bile barışmanın yolu, dinlemekten ve konuşmaktan geçiyor oysa. Şifalanmak için anlatmaya ihtiyacımız var, hikâyelerimizi paylaşmaya. Barışı, farklılıklarımızla bir arada yaşamayı özlediğimiz, temenni ettiğimiz için bu yılın temasını “Hayat Ağacının Sesleri” olarak belirledik. Hevesli, coşkulu bir ekip, buluşma için çalışıyor şu günlerde. Neler yok ki? Masal çemberleri, kukla atölyesi, masalsı hareket atölyesi, Likya Dede dans gösterisi, seminerler…
Gecelerimizi ve günlerimizi aydınlatan, bizi etrafına toplayan masalların sesi, hâlâ cılız. İyi insanların elinden tutmasına ihtiyacı var. Kötülerin kaybettiği, iyilerin kazandığı bir dünyayı hayallerinize ve çocukluğunuza hapsetmemek için kendinize iyilik yapın. 11-15 Mayıs 2016 tarihleri arasında yolunuzu Çanakkale’ye düşürün. Masallar sizi güzelliğe, esenliğe davet ediyor.
Tuğba Gürbüz
Çanakkale Kent Masalcıları üyesi* Bu yazı 7/5/2016 tarihinde Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.
 
 
 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 07, 2016 14:03

May 3, 2016

ÖYKÜCÜLERE SORDUM: 5


Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Ak kâğıdın karşısında ilk cümlemi düşünürken bir daha hiç yazamayacağım korkusuna kapılırım. Hasbelkader bir şeyler yazdığımda, yazdıklarımı hiç beğenmediğimde kutsal kitap gibi dönüp dönüp okuduğum metinlere sarılırım. Şiir okuduğum da olur, başka bir şey de. Örneğin Hulki Aktunç'un, İlhan Durusel'in öykülerini gelişigüzel, başı sonu olmadan okurum. Kafamda yazacağım her neyse kendine bir yol bulup baş verir usulca.
Aysun Kara
Üstüne düşmüyorum aslında. Öyküyü, cümleyi, sözcüğü düşünmek; portakal soymak, camdan bakmak, ne bileyim, kedi sevmek yazmaya dâhil değil midir? Tıkanmak bunun neresinde? Daha makul tabirler bulabiliriz. Örneğin durulmak. Durulduğumda ekseri açıp eski öykülerimi okurum. Sonra onları pek bir şeye benzetemem. Ama bu güzeldir. Çünkü kendini kandırmayı bırakmak, daha iyi olmak yolunda güçlü bir adım. Coşkuyla yazmanın zamanı var. Geldiğini duyarsınız zaten. Masaya bu içgörüyle geçmek gerekiyor sanırım.
Hakkı İnanç
Ben genellikle öyküleri kafamda senelerce gezdirdikten, tüm kurguyu kafamda oturttuktan ve öykünün o vurucu cümlesini bulduktan sonra yazmaya başladığım için çok fazla tıkanmam. Tıkandığımı hissedersem, iyi bir şey çıkaramazsam, zorlamam. Yanlış zamanda olduğumu düşünürüm ve doğru zaman gelip öykü kendini yazdırana (belki de yazdırmayana) kadar bırakırım.
Mehmet Fırat Pürselim
Ben yazarken tıkanmıyorum çünkü yazmaya zorlamıyorum kendimi. Öykü gelirse geliyor, geldiğinde de “tıkanmadan” yazıyorum. Tıkanmıyorum ama yazmayı özlediğim oluyor bazen. Çünkü öykü bazen dolaşmaya çıkmış oluyor, bana uğramayı unutuyor. Ben de yazmadığım zamanlarda, yani yazmayı beklerken, kardeşimle PES atıyorum, okuyorum, dizi izliyorum, işe gidiyorum, yemek yiyorum, sigara içiyorum, uyuyorum. Yani günlük hayhuya bırakıp kendimi, öykünün gelmesini bekliyorum. Beklediğimi unutarak bekliyorum. Sonra, er ya da geç, avcı boksörün bahsettiği “en doğru cümle” geliyor zaten. Kendiliğinden.
Onur Çalı
Yazarken tıkandığımı hissettiğimde öyküye ara verip yazdıklarımı tekrar yüksek sesle  okurum, bir yandan da meraklı kedimiz yanımdaysa ki çoğunlukla yanımdadır onun kafasını okşarım. Yazmış olduklarım demlenirken kalkar ben bir çay demlerim. Yine olmadı çok sevdiğim bir öyküyü veya şiiri yeniden yeniden okurum.
Suzan Bilgen Özgün
Yazarken "Tıkanma" doğal bir durum. Herkes yaşamıştır. Ben kendimi koşullandırmam. Tıkandığım an yazmayı bırakırım. Öyküyle inatlaşmaya gelmez. Doğru zamanı kendi belirler. Bu yüzden dikkatimi dağıtacak şeyler yaparım. Müzik dinlerim, ütü yaparım, çay demlerim vs. Araya zaman ve mesafe koyarım. Birkaç gün sonra şansımı yine denerim. Öykü izin verirse ya da yanlışımı görürsem ne mutlu.
Tunç Kurt
Tıkanıklığın da yazıya dâhil bir süreç olduğunu düşünürüm hep. Buna daha fazla okumanın iyi geldiğini tecrübe etmişimdir.
Türker Ayyıldız
Meraklıları için küçük bir not. Benim de bir cevabım var!
Yazdığım metnin bir yerine takılıp, içinden çıkamadığım durumlarda dosyayı kaydedip kapatıyorum. Kitap okuyorum, film izliyorum, müzik dinliyorum, Pati'nin kumunu temizliyorum, yürüyorum, arkadaşlarımla buluşuyorum, yazdıklarımı unutacak kadar metinden uzaklaşıyorum. Ve gün geliyor, beni heyecanlandıran, özgürleştiren bir yazara, metne rastlıyorum. İçimde yeniden yazma isteği uyanıyor. Kaldığım yerden tazelenmiş bir şekilde devam ediyorum. Sonuç her zaman içime siniyor mu? Elbette hayır! Bu durumda yazdığım metni, bir tür yazı egzersizi olarak görüyor ve onunla vedalaşıyorum.
 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 03, 2016 00:14

May 2, 2016

BAHAR ARMAĞANI



13 yaşlarımdan itibaren sporla ilgili kararım kesin. Ağır spor yapmak saçmalıktır. O günden bugüne değiştiğim söylenemez. Zaman zaman spor salonlarına kaydolup aerobik, aletli jimnastik, pilates dersleri alsam da ben gerçek bir sporsevmezim. Nabzı yükseltecek, beni kan ter içinde bırakacak sporlara karşıyım. Kanıtım sağlam: Diz, omuz yaralanmalarının bir numaralı müsessibi aşırı egzersiz. Yüzmeyi, suyun içinde oynamayı, deniz kenarında ya da ormanda hafif yürüyüşler yapmayı tercih ediyorum. Yoga öğrenmeyi istiyor(d)um ancak bunun için herhangi bir girişimde bulunmuyor(d)um. Ne demiş Ahmet Hamdi Tanpınar, "Doğu oturup beklemenin yeridir. Yeteri kadar beklerseniz her şey ayağınıza gelir."
Yeteri kadar bekledim ve geçen hafta mesaj kutumda bakın ne buldum. "Yoga ile aran nasıl?"
Mesajın sahibi, sevdiğim bir arkadaşım. Yoga eğitmenliği eğitimine devam ediyor. Yakında sertifikasını alacak ve eğitim vermeye başlayacak. O tarihe kadar kişilerle bire bir yoga çalışmayı deneyimliyor. Ben de bu deneyimin bir parçası oldum. 1,5 saat süren dersten çıktığımda tüm omurlarımın arasının açıldığını, her bir kas lifimin esnediğini, gevşediğini hissediyordum. İçim minnet ve şükranla doldu. Ben de arkadaşıma bir armağan sunmak istedim. Onun için tam olarak ne yapabileceğimi şu anda bilmiyorum, becerilerim sınırlı. Ancak verme arzumu ertelemek de istemiyorum. O yüzden armağanımı (sürpriz paket) çekilişle, buradan, belki de hiç tanımadığım birine sunmak istiyorum. Çekilişe katılmak için yapmanız gerekenler çok basit.
Çekiliş şartları:31 Mayıs'a kadar bu yazının sonuna yorum bölümüne ad-soyadı ve e-posta adresi bilgilerinizi girin.Sürpriz paketin teslimi kargo yoluyla yapılacağı için lütfen yalnızca yurt içinde ikamet edenler başvursun.
 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 02, 2016 01:23

April 30, 2016

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (23)


       BU YAZIYI KARGALARIN GÖREMEYECEĞİ YERLERDE OKUYUNUZ


İlkokulun sonuna kadar küçük bir kasabada yaşadım. Henüz okumayı öğrenmemişken bile kendimi kelimelerin heyecanına kaptırdığımı söylemek doğru olur. Evin ekmek almakla görevlendirilmiş çocuğu olarak fırınla evin arasındaki uzun yol boyunca yerlere atılmış gazete parçalarını, özellikle TipiTip sakızlarının karikatürlerini toplar, evde annemin bulamayacağına inandığım yerlere saklardım. Çok zor elde ettiğim bir hazineydi bu. Çünkü fırın yolu boyunca beni kovalayan, sürekli bacaklarımı ısıran bir kaz sürüsüyle mücadele etmem gerekiyordu. Nasıl olsa okumayı öğrenecektim bir gün, onun için bu eziyete değerdi. Sanırım zamanı geldiğinde elimde çokça okunacak malzeme olsun istiyordum. Annem -ona göre çöp olan- hazinemi her seferinde bulup, çöpe geri attığı için çocuk yaşta koleksiyonculuktan vazgeçmek zorunda kaldım. Yine de eve götüremediğim TipiTip karikatürlerine bakıp uzun uzun ne yazıyor olabileceğine dair hayaller kurdum. Fırın yolundan bana, hayranlıkla hatırladığım TipiTip –ki ilk aşkım sayılabilir- ve kazlardan korkum kaldı. Hâlâ bir kaz sesi duyduğumda bacaklarımda acı hissederim. Ama en azından kaçmamayı öğrendim.Okumayı öğrenir öğrenmez büyük bir açlıkla bulduğum her şeyi sildim süpürdüm. Okulun bir kütüphanesi, kasabanın bir kitapçısı yoktu. İlkokul öğretmenim okuma aşkımı fark edince kendi abone olduğu dergileri, eline geçen kitapları bana vermeye başladı. Yaşıma uygun okumalar olduğu söylenemezdi onların da. Mizah dergileri, zamanın magazin dergileri vardı içinde. Arkasından ablalarım sayesinde eve giren Kerime Nadirler, Beyaz diziler geldi. Sonra harçlıkları biriktirip aldığım Tommiks, Teksaslar.Sanırım ilk kurmaca metinlerim de o sırada başladı. Oyuncak sıkıntısı çeken çocuklar olarak, oyunlarımızı hep doğadan bulurduk. Kardeşlerimle beraber bulduğumuz adına “küçük adamcılık” dediğimiz bir oyunumuz vardı. Çamurdan insanlar yapar, onlara bir hayat kurar, senaryolar yazar ve oynardık. Bunu her gün devam ettirmek, konuyu bulmak ilk kurmacamdır diyebilirim.İkincisi biraz daha polisiye öğeler taşıyordu. Oldukça yaramaz bir çocuktum. Sanırım babam zamanının büyük bölümünü benim peşimde koşarak harcardı. Anneminse bulduğu başka bir yöntem vardı. Dağda bayırda her kaybolduğumda “Sana kuşlarla haber gönderdiğimde evde ol, bana yaptığın her şeyi anlatıyorlar” demesiyle başlayan bir macera. Bir süre sonra başımı ne zaman kaldırsam tepemde gördüğüm kargaların annemin ajanları olduğuna karar verdim. Hatta kuşlar hükümeti kurdum kafamın içerisinde. Kargalar kesinlikle sürekli gözetleyip ihbar eden bir iş yapıyor olmalıydılar. Serçeler işçileri, kırlangıçlar özgürlükleri için savaşanları temsil ediyorlardı benim için. Bildiğim bütün kuşlara bir görev buldum sonunda. Kargaların yaptıkları kötülüklere dair yüzlerce hikâye yazdım kafamda. Kargalarla hâlâ mesafeli oluşum bundandır. Ortaokulda bir sahil ilçesine taşındık. Benim için büyük değişiklikti. Kütüphanesi olan bir okul, üstelik yerel bir edebiyat dergisi çıkartan Türkçe öğretmeninden başka ne isteyebilirdim ki hayattan. O sıralarda şiir ve şairlerle tanıştım. İlk göz ağrım – ikinci büyük aşkım- Orhan Veli girdi hayatıma. Ve bu ülkede ilk gençliğinde şiire bulaşmış insanlar gibi ben de şiir yazdım. Okul içerisinde dereceler aldım ve şair olabileceğime dair hayaller kurdum.Ailemden ayrılıp başka bir kentte yatılı okula gittiğim ilk senelerde de sürdü şair olma isteğimin havalı duruşu. Yatılı okul sıralarında haftanın bir günü çıktığımız çarşı izinlerinde sahafları keşfettim. Ucuz kitap alabildiğim, bazen oturup biraz okuyup kitabı geri bırakabildiğim mekânlardılar. Sanırım mekân olarak tek aşkım sahaflardır. Babamdan gelen harçlıkları kitaba yatırmaya başladığım zamanlardı onlar. Hatta bir yerden dünya klasiklerini satın alıp, senetleri babamın adına yaptırıp, oldukça yüklü bir ödeme yaptırmışlığım vardır.Yatılı okuldan başlayarak hep yazdım. Çoğu zaman iç dökme, çoğu zaman mektup, nereye gittiğini bilmediğim metinler. Defterler doldurdum sıra sıra. Bir kısmını yırtıp attım, bir kısmını inatla sakladım. İnsanlara mektup, günlük yazıp hediye ettim. Uzun yıllar kendim için yazdıklarımı paylaşmak gibi bir isteğim olmadı. Oldukça geç bir yaşta –hayatımın kırılma noktalarından birini yaşarken- Virgina Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”sını okudum. Ve pek çok kadın gibi “kadınlar iç dökmek için değil, edebi metin oluşturmak için yazın” cümleleri etkiledi beni. Aslında utandırdı demek daha doğru. Sanki Virginia çekmecelerde sakladığım kelimelerimi görmüştü ve doğrudan bana söylüyordu bunları. O saatten sonra o metinler çekmecelere sığmaz oldu. Dışarı çıkmak, özgürlüklerini ilan etmek için başımın etini yemeye başladılar. O sıralarda da bende kendi kişisel özgürlüğümü ilan ettiğim için onların da buna hakkı olduğunu düşündüm. Öykülerimi yayımlatmak konusunda sıkıntı çektiğimi söyleyemem. Gönderdiğim ilk öykü önemli bir edebiyat dergisinde yayınlandı. Arkasından birkaç öykü yarışmasında dereceler geldi. Üst üste öykülerim okurla buluşmaya başladığında bir hastalığa yakalandığımı ve iyileşmenin mümkün olmadığını anladım. Arkasından kitaplar geldi ve bir öykü karakteri oldum.    Ama bütün bunlara rağmen henüz yazar olamadım. Hâlâ kargalarla ve kazlarla aramda mesafe var. Günün birinde tekrar uçabileceğime inanıyorum. Rüyalarımda TipiTipi gördüğüm doğrudur. Sokak hayvanlarıyla, ağaçlarla, kuşlarla konuşmak çocukluk alışkanlığımdır. Babamı hatırlarken başımdaki dikiş izleriyle takip ederim anılarımızı ve beni bir ırmaktan yakalayarak eve getirdiğine inanırım hâlâ. Annem şimdi hatırlamasa bile kuşlar hakkında çok şey öğrenmeme vesile olmuştur. Orhan Veli ince bir sızıdır içimde. Sokaklarda karikatür toplamasam da atılmış bir kitap gördüğümde istinasız alır, eve götürür ve sahiplenirim.Kısacası kendi hayatımı yazmaya uğraşıyorum hâlâ.

Ayşe Akaltun
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 30, 2016 23:12

HAYALET ŞEHİR

Dünya kamuoyu, Çernobil'deki nükleer santral kazasını ve radyoaktif sızıntıyı öğreneli tam 30 yıl oldu.


Daha fazlası için buraya ve buraya
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 30, 2016 05:52

HAYALET ŞEHİR

Dünya kamuoyu, Çernobil nükleer santralindeki kazayı ve radyasyon sızıntısını öğreneli tam 30 yıl oldu.
Daha fazlası için buraya ve buraya.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 30, 2016 04:12

April 29, 2016

EZGİLER VE BELLEK

Öykü yazdığımı bilen ya da yeni öğrenen insanların bir bölümü, işleyebilmem için bana ilginç buldukları insan hikâyeleri anlatır. Çoğu üçüncü sayfa haberlerine konu oluşturacak denli üzücü, kan gözyaşıyla dolu bu hikâyeleri, kullanmayacağımı bile bile, nezaketen dinlerim. Kurmacaya konu olabilecek kaynak sınırsızdır oysa, her birimizde mevcuttur. Herkes gibi ben de gördüklerimi, yaşadıklarımı belleğimin gerilerine iterim. Belleğimin derinliklerine gömülü binlerce ân, tat, koku, duygu... Hepsi oradadır. Hatırlanmak için uygun bir ânı kollar ve sabırla bekler.

Öykülerimi dergilerde ilk kez sınamaya başladığım vakit, yazmak ve sabretmek arasındaki güçlü bağı öğrendim. İki satırlık matbu cümleleri dahi sarf etmeyen dergiler, yayınevleri, motivasyonumu düşürse de yazmaya ara vermedim, vazgeçmedim. Çünkü yazma ânının kendisi, öykünün yayımlanmasından, onu basılı bir dergide ya da kitapta görmekten daha keyifli. Boş bir sayfayı bildiğin en doğru cümlelerle doldurmak, parmakların klavyede, kalemin kâğıt üzerinde hızla, coşkuyla dans etmesi, belleğin hızına yetişebilmek için dur durak demeden koşmak eni konu mutluluk veriyor. Zaman zaman bu keyfe gölge düşüyor. Duraksamalar, korkular da yola eşlik ediyor. Duraksadığım, endişelendiğim, bir sonraki doğru cümleyi asla bulamayacağım sandığım zamanlarda yazdıklarıma ara verip müzik dinlemeyi seviyorum. Yalnızca yazının tıkandığı, ilerlemediği esnada müzik dinlediğim düşünülmesin.
Yazarken dinlemeyi sevdiğim ezgiler var. Yağmurdan Önce filminin soundtrack albümü gibi.

 Milcho Manchevski'nin yazıp yönettiği 1994 yapımı film, "Sözcükler", "Yüzler", ve "Fotoğraflar" adlı üç bölümden oluşuyor. Birbirini tamamlayan üç bağımsız öykünün anlatıldığı filmde, zaman doğrusal ilerlemiyor. Üçüncü bölümün son sahnesine geldiğinde hikâyenin tamamının yağmurdan önce başlayıp bittiğini öğreniyor izleyici. Film, hikâyesi kadar farklı kurgusuyla da zihinlerde yer ediyor. Ezgilerin hoşuma gittiği muhakkak ancak bunca güzel, anısı olan melodiler arasından her defasında sıyrılmasının ve yazım sürecime eşlik etmesinin notaların ötesinde bir anlamı var. Başlarken nelerin yazıya dâhil olacağını bilmem. Büyüsü korkutuculuğu, belirsizliğinden. Yazma eylemi bittiğinde, aslında hepsinin içeride olduğunu şaşırarak fark ederim. O yüzden ne zaman yazıda tökezlesem, bende anısı olan müzikleri, özellikle Yağmurdan Önce albümünü dinler, notaların belleğimin kilitli kapısına ulaşmasını ve açmasını beklerim. 
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 29, 2016 02:31

April 26, 2016

Masala Davet

Davetimizi yineleyelim.     
 Sesler için Sumru Ağıryürüyen ve Orçun Baştürk'e görselleştirme için Ahmet Uygun, Aysun Esenyel, Didem Yörük, Kerem Kurdoğlu ve Ömer Birsel'e en içten teşekkürlerimizle...
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 26, 2016 05:08

Tuğba Gürbüz's Blog

Tuğba Gürbüz
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuğba Gürbüz's blog with rss.