Tuğba Gürbüz's Blog, page 89
December 8, 2016
ÖYKÜCÜLERE SORDUM: EBRU ASKAN
Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak, çeşitlendirmek istediğimi fark ettim. Öykücülere Sordum Ebru Askan ile devam ediyor.
Öykü ne değildir?
Öykü kamera ışıkları ya da patlayan bir flaş değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Bana öykü yazdıran şiirler ya da ünsiyet kurduğum şairler var ama burada anmak isteğim bir şairin-Mehmet Said Aydın-bana yazma cesareti veren sözüdür, çok net ve kısa: “Yaz!” :)
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Değil öyküde, bir romanda dahi ulana ulana büyümüş, sayfalarca sürmüş betimlemelere tahammül edemeyen huysuz bir okur olarak öykünün en önemli öğelerinden biri olan atmosferin betimlemeler zinciriyle kurulabileceğine inanmıyorum. Bu, yazarı için kolaylık olabilir ama bana yolumu kaybettiriyor. Okumak yol bulmak değil elbette, ama öykünün dışına atılmama sebep olan her şey fazlalıktır esasında. Atmosfer ise okuru o anda, orada, tüm gerginliği ve gerçekliğiyle var ederken neden beni ötelesin ki? Vel hasıl-ı kelam atmosfer dil ile hemhal olmak ve onla didişmekle kurulsa tadından yenmez.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
“-meli, -malı” içeren cümleler bende anarşik ruh hâli oluşturuyor. Kimse hiçbir şeye meli, malı olmamalı :) Tanığı olmak; yazara, sanatçıya görev yükleyen, eski de bir tartışma. Yazar yaşadığı çağdan ne kadar uzaklaşmaya, arınmaya çalışsa da elbette çağ tüm acıları, güzellikleri, yoksullukları, yolsuzlukları, mutlulukları, gelişmeleri, sürünmeleriyle bir yerlerden yazıya sızar. Mühim olan bildiri yazılmadığının akılda tutulmasıdır bana kalırsa. Ders veren yahut azarlayan yahut aklı küçümseyen metinler yazarına tatmin sağlamanın ötesinde bir işleve sahip olamıyor, son kertede.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Yazarken tıkanmak, bir şeyler yazamamak, bir sonraki cümleye varamamak… Öyleyse bırak. Zorlama. Yazmanın zorlayarak, ille de her gün alıştırma yapılarak, başladığını bitirmeye çalışarak yapılması bana görev yapıyormuşum, daire başkanıma bilgi notu hazırlıyormuşum duygusu yaşatıyor. Elbette yazmayı ciddiye almakla birlikte, hayatımın odağı, yaşamımın kaynağı, olmazsam olmazım saymadığım için bu tür reçetelere meyletmiyorum. Okumak güzeldir, ama bazen hiçbir şey okuyamadığınız da olur. O zaman sadece orada olmak kâfidir.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil kimi metinlerde amaca dönüşmüş oluyor mesela Berna Durmaz’ın ya da Mustafa Orman’ın son kitabındaki gibi, bazen de kendini anlatmanın bir aracı olarak raflardaki en uygunu– gündelik dil, ergen dili, eski zamanların beyefendilerinin hanımefendilerinin dili, arabesk dil, mesafeli dil, eril dil, bitirim dil, melodra.. vb. - seçilip alınıyor. Sanırım ne anlatıldığı ya da kurgulandığıyla da değişen, yazarının önceliğinin belirlediği bir durum. Ama denge önemli oluyor nihayetinde. Mesela Berna’nın “Karayel Üşümesi”ndeki öykülerin hikâyeleri o kadar da farklı, o kadar da yazılmamış, o kadar da kenarına gidilip dinlenilmemiş değildi, ama özellikle öykülerin başlangıcındaki o biraz da şiire yaklaşan dille mücadelesi öyküleri diğerlerinden ayırıyordu. Yine de bir handikabı vardı; o da öyküye girememe hissi. Mustafa’nın “Derdin İncinmesin”i okurken ise bazen “bu Türkçe mi yazılmış?” dediğimi hatırlıyorum. Pelin Buzluk’un “Deli Bal”ındaki dil metne çok mesafeliydi bu biraz da kapalı bir anlatıma sebep oldu ki, son kitabı için herkes neredeyse dili çözülmüş diye yorum yaptı. Aslında olan belki de derindekini yüzeye çıkaracak dil yetkinliğini kazandığında sadeleşmenin de kendiliğinden geldiği.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Kitabımın ilk öyküsü “Hayvan Kocam”daki kadın, son öyküde de birden ortaya çıkıvermişti. Kitap çıktıktan sonra yazdığım bir-iki öyküde de meğer görünmeye çalışıyormuş, ben fark edememiştim, okuyanlar öyle dedi. Sanırım ilişkimizin artık sonuna gelsek fena olmaz.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
“Yanık Saraylar”ı ilk okuduğumda inanılmaz bir hayranlık ve tatmin olmuşluk hissetmiş ve bu yazarın muhakkak başka eserlerini de okumalıyım diye not etmiştim. Gün geldi “Afrika Dansı”nı okudum. Gel gör ki, değil kitaptan bir mana yakalayabilmek; yer yer cümleler, kelimeler bile anlamını yitirdi. Biraz da üzüldüm aslında. Zira onun haykırışını da biliyordum:“Bu dünyayı izleyenlere bir halt yok. Açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım. Dünyalarını kaybetmişler için… Kendim için yazacağım. Erken bunamışlara, hayalperestlere, çok acıklılara, bu dünyadan gitmek üzere hazırlık yapanlara yazacağım. Yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı paylaşacağım. Aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, aşırı romantiklere ve aşırı sadistlere. Delilere yazacağım. Aptallara da sevgim var.”Ama bu işler böyledir, başlangıçta herkes en denenmiş yoldan gider yahut, kendini en emin hissedeceği, yazıp geri dönüşünü iyi aldığı, bol layklandğı yahut imzalar-söyleşiler getiren türde yazmaya daha çok meyledebilir, doğaldır, hem kalem de, dil de, kurgu da, atmosfer de öyle bilinmedik, ışık görünmeyen, ses gelmeyen yerlere gitmemek için diretir. İşte ara sıra bazısı çıkar ironiyi dener, bazısı çıkar biçimsel oynamalar yapar, bazısı çıkar diyalogu yok sayar, bazısı çıkar bilinç akışını karıştırır, bazısı da çıkar anlamı aşar. Ama oralar çok kalabalık olmaz, herkesin de kaldırabileceği bir yük değildir akıldan vazgeçmek.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücü metnin her yerindedir. Amma ben buradayım, beni gör, hişt baksana diye bağırırsa, o metin benim için okunamayanlar rafına kalkar.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Hemingway doğru demiş. Ama eklememiş ki, yazmak denen meret hiç bitmiyor. Metne her bakıldığında oradan bir şey çıkıyor, şuraya bir şey konuyor. Yani bende öyle oluyor. O yüzden dergilere öykü göndermeyi pek sevmiyorum. Çünkü elimdekiyle oradaki hiçbir zaman aynı olmuyor. Bu konuda biraz takıntılıyım. Dosyamı yayınevine gönderdikten bir-iki ay sonra tamamıyla değiştirmiş, bu yüzden geri çekmiş, yeni halini de kabul edilmesinden sonra bir yıla yakın çalışmıştık editörümle. Hatta baskıya gittiğinde editörümü arayıp bir öyküyü çıkartmaya bile teşebbüs etmiş olabilirim.
Öykü ne değildir?
Öykü kamera ışıkları ya da patlayan bir flaş değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Bana öykü yazdıran şiirler ya da ünsiyet kurduğum şairler var ama burada anmak isteğim bir şairin-Mehmet Said Aydın-bana yazma cesareti veren sözüdür, çok net ve kısa: “Yaz!” :)
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Değil öyküde, bir romanda dahi ulana ulana büyümüş, sayfalarca sürmüş betimlemelere tahammül edemeyen huysuz bir okur olarak öykünün en önemli öğelerinden biri olan atmosferin betimlemeler zinciriyle kurulabileceğine inanmıyorum. Bu, yazarı için kolaylık olabilir ama bana yolumu kaybettiriyor. Okumak yol bulmak değil elbette, ama öykünün dışına atılmama sebep olan her şey fazlalıktır esasında. Atmosfer ise okuru o anda, orada, tüm gerginliği ve gerçekliğiyle var ederken neden beni ötelesin ki? Vel hasıl-ı kelam atmosfer dil ile hemhal olmak ve onla didişmekle kurulsa tadından yenmez.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
“-meli, -malı” içeren cümleler bende anarşik ruh hâli oluşturuyor. Kimse hiçbir şeye meli, malı olmamalı :) Tanığı olmak; yazara, sanatçıya görev yükleyen, eski de bir tartışma. Yazar yaşadığı çağdan ne kadar uzaklaşmaya, arınmaya çalışsa da elbette çağ tüm acıları, güzellikleri, yoksullukları, yolsuzlukları, mutlulukları, gelişmeleri, sürünmeleriyle bir yerlerden yazıya sızar. Mühim olan bildiri yazılmadığının akılda tutulmasıdır bana kalırsa. Ders veren yahut azarlayan yahut aklı küçümseyen metinler yazarına tatmin sağlamanın ötesinde bir işleve sahip olamıyor, son kertede.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Yazarken tıkanmak, bir şeyler yazamamak, bir sonraki cümleye varamamak… Öyleyse bırak. Zorlama. Yazmanın zorlayarak, ille de her gün alıştırma yapılarak, başladığını bitirmeye çalışarak yapılması bana görev yapıyormuşum, daire başkanıma bilgi notu hazırlıyormuşum duygusu yaşatıyor. Elbette yazmayı ciddiye almakla birlikte, hayatımın odağı, yaşamımın kaynağı, olmazsam olmazım saymadığım için bu tür reçetelere meyletmiyorum. Okumak güzeldir, ama bazen hiçbir şey okuyamadığınız da olur. O zaman sadece orada olmak kâfidir.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil kimi metinlerde amaca dönüşmüş oluyor mesela Berna Durmaz’ın ya da Mustafa Orman’ın son kitabındaki gibi, bazen de kendini anlatmanın bir aracı olarak raflardaki en uygunu– gündelik dil, ergen dili, eski zamanların beyefendilerinin hanımefendilerinin dili, arabesk dil, mesafeli dil, eril dil, bitirim dil, melodra.. vb. - seçilip alınıyor. Sanırım ne anlatıldığı ya da kurgulandığıyla da değişen, yazarının önceliğinin belirlediği bir durum. Ama denge önemli oluyor nihayetinde. Mesela Berna’nın “Karayel Üşümesi”ndeki öykülerin hikâyeleri o kadar da farklı, o kadar da yazılmamış, o kadar da kenarına gidilip dinlenilmemiş değildi, ama özellikle öykülerin başlangıcındaki o biraz da şiire yaklaşan dille mücadelesi öyküleri diğerlerinden ayırıyordu. Yine de bir handikabı vardı; o da öyküye girememe hissi. Mustafa’nın “Derdin İncinmesin”i okurken ise bazen “bu Türkçe mi yazılmış?” dediğimi hatırlıyorum. Pelin Buzluk’un “Deli Bal”ındaki dil metne çok mesafeliydi bu biraz da kapalı bir anlatıma sebep oldu ki, son kitabı için herkes neredeyse dili çözülmüş diye yorum yaptı. Aslında olan belki de derindekini yüzeye çıkaracak dil yetkinliğini kazandığında sadeleşmenin de kendiliğinden geldiği.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Kitabımın ilk öyküsü “Hayvan Kocam”daki kadın, son öyküde de birden ortaya çıkıvermişti. Kitap çıktıktan sonra yazdığım bir-iki öyküde de meğer görünmeye çalışıyormuş, ben fark edememiştim, okuyanlar öyle dedi. Sanırım ilişkimizin artık sonuna gelsek fena olmaz.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
“Yanık Saraylar”ı ilk okuduğumda inanılmaz bir hayranlık ve tatmin olmuşluk hissetmiş ve bu yazarın muhakkak başka eserlerini de okumalıyım diye not etmiştim. Gün geldi “Afrika Dansı”nı okudum. Gel gör ki, değil kitaptan bir mana yakalayabilmek; yer yer cümleler, kelimeler bile anlamını yitirdi. Biraz da üzüldüm aslında. Zira onun haykırışını da biliyordum:“Bu dünyayı izleyenlere bir halt yok. Açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım. Dünyalarını kaybetmişler için… Kendim için yazacağım. Erken bunamışlara, hayalperestlere, çok acıklılara, bu dünyadan gitmek üzere hazırlık yapanlara yazacağım. Yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı paylaşacağım. Aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, aşırı romantiklere ve aşırı sadistlere. Delilere yazacağım. Aptallara da sevgim var.”Ama bu işler böyledir, başlangıçta herkes en denenmiş yoldan gider yahut, kendini en emin hissedeceği, yazıp geri dönüşünü iyi aldığı, bol layklandğı yahut imzalar-söyleşiler getiren türde yazmaya daha çok meyledebilir, doğaldır, hem kalem de, dil de, kurgu da, atmosfer de öyle bilinmedik, ışık görünmeyen, ses gelmeyen yerlere gitmemek için diretir. İşte ara sıra bazısı çıkar ironiyi dener, bazısı çıkar biçimsel oynamalar yapar, bazısı çıkar diyalogu yok sayar, bazısı çıkar bilinç akışını karıştırır, bazısı da çıkar anlamı aşar. Ama oralar çok kalabalık olmaz, herkesin de kaldırabileceği bir yük değildir akıldan vazgeçmek.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücü metnin her yerindedir. Amma ben buradayım, beni gör, hişt baksana diye bağırırsa, o metin benim için okunamayanlar rafına kalkar.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Hemingway doğru demiş. Ama eklememiş ki, yazmak denen meret hiç bitmiyor. Metne her bakıldığında oradan bir şey çıkıyor, şuraya bir şey konuyor. Yani bende öyle oluyor. O yüzden dergilere öykü göndermeyi pek sevmiyorum. Çünkü elimdekiyle oradaki hiçbir zaman aynı olmuyor. Bu konuda biraz takıntılıyım. Dosyamı yayınevine gönderdikten bir-iki ay sonra tamamıyla değiştirmiş, bu yüzden geri çekmiş, yeni halini de kabul edilmesinden sonra bir yıla yakın çalışmıştık editörümle. Hatta baskıya gittiğinde editörümü arayıp bir öyküyü çıkartmaya bile teşebbüs etmiş olabilirim.
Published on December 08, 2016 03:48
December 6, 2016
ÖYKÜ MÜCADELE ALANIMDIR(*)
Boşlukta Büyüyen Eylem Ata Güleç'in ilk kitabı. Güleç ile 2011 yılından bu yana edebiyat dergilerinde ve kitap eklerinde yer alan edebiyat yolculuğunu ve kitabını konuştuk.
İlk kitabınız Boşlukta Büyüyen ekim ayında yayımlandı ancak sizin edebiyat yolculuğunuz çok daha eski. 2011 yılından beri ürünleriniz edebiyat dergilerinde ve kitap eklerinde yer alıyor. Bu yolculuk nasıl başladı? Kimlerce desteklendi? Yazı öğretmenleriniz (size ilham veren metinler, yazarlar, iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kim oldu?Bu yolculuğun nasıl başladığını tam olarak bilmiyorum. Ortaokul yıllarımda kendimle dertleşmek için yazdığımı, günlük tuttuğumu hatırlıyorum. Zorlayıcı durumların yarattığı tahribatları yazarak uzaklaştırmaya çalışıyordum. Yazmanın sağaltıcı etkisine hâlâ inanıyorum. Ancak metinlerin edebiyata dâhil olması için dertlerinizi olduğu gibi boşaltmanın gerekli ve yeterli olduğunu sanmıyorum.İlerleyen yıllarda -biraz da el yordamıyla- nitelikli edebiyat metinlerine ulaşmaya gayret ettim. İz sürerek, adres takip ederek, seçerek okumaya çalıştım. Edebiyat dergileri adres bulmak bakımından süreci kolaylaştırabiliyor. Dünya edebiyatından ve Türkçe edebiyat mirasından öyküleri, günümüz öyküsüyle bir arada bulmak, çekimine kapıldığınız imzaların peşine düşmeyi sağlıyor. Vü’sat O. Bener, Füruzan, Sabahattin Ali, Flannery O’Connor, John Berger ve Borges ilk söyleyebileceğim isimlerdir. Dergilerin bir başka desteği de uzun süre öykülerimi yayımlamamaları oldu. Evet, yayımlamadılar, kaynayan kazanın altını kıstıkça kıstılar, bu yüzden minnettarım. Zamanından önce daldan düşen bir elmayı kim yer? Kitaba adını veren Boşlukta Büyüyen öykülerinizden birinin adı. Bu ad, aynı zamanda, özellikle kısa öykülerde bilinçli bıraktığınız boşlukların okurun zihninde büyümesini, çoğalmasını da imliyor adeta. Öykülerin bir araya gelip sıralanması ve Boşlukta Büyüyen’in kitap ismi olarak öne geçme sürecine dair neler söylemek istersiniz?Öyküler henüz dosya halindeyken belli bir niyetle sıralanmış ve bazı öykülerin yeri boş bırakılmıştı. Boş yerlerin nasıl bir öykü beklediği belli olmasına rağmen ne zaman dolacağı belirsizdi. Mendeleyev’in elementler için hazırladığı periyodik tablo gibi. Kitabın adına gelirsek, hepimizin boşlukları var. Boşluklarımızda kendiliğinden beliren lekelerin nasıl şekilleneceğini bilmiyoruz. Güneydoğu’da yaşanan şiddeti, zulmü, haksızlıkları somut insanlar üzerinden, gerçekçi bir üslupla hikâyeleştiriyorsunuz. Öykü sizin için hayatın zor ve sert gerçekleriyle yüzleşme yeri midir? Öykü, mücadele alanımdır. Öykülerinizde Diyarbakır yalnızca bir mekân olmanın ötesinde. Sizin için Diyarbakır’ın anlamı nedir? Diyarbakır’da yaşamak, Diyarbakır’la yaşamadan mümkün olmuyor. Kentin canlı bir organizma gibi refleksleri var. Hissedilmeyi ister. Özen gösterilmeyi ve dikkatli olmayı gerektirir. Kendinizi şehirden yalıtarak ayrı planlamanızı kabul etmez. Aranıza mesafe koymanıza müsaade etmez. İnsan burada yaşayıp burada değilmiş gibi yapamaz. Bu bakımdan bağlayıcıdır. Bünyeye dâhildir. Yaşanan siyasi baskılar ve toplumsal acılar, bölge gençlerinin çocukluktan erken çıkmasına, birden büyümesine ve siyasallaşmasına sebep oluyor. Bu konuyu ele aldığınız YDÇ-H öyküsünde partiye gelen ve bir an evvel büyüme telaşında çocukları, edebiyatla tanıştırmak isteyen Şerdil, aklıma Diyarbakır Birlik Lisesi öğrencilerinin çıkardığı Hişt Hişt dergisini ve derginin çıkış amacını “Dergiyi çıkarmamızın tek derdi öğrencilerimizi ‘has edebiyat’la buluşturmak, ‘has edebiyat’a bulaştırmak,” diyen Murat Özyaşar’ı getirdi. Birlik Lisesi, benim de liseyi okuduğum okuldur. Diyarbakır’ın Bağlar ilçesindedir. Bağlar, Diyarbakır’ın kendisine en çok benzeyen çocuğudur. Zordur. Sertliklerini törpületmez. Burada öğretmenlik yapmak, öğretmenlik yapmaktan çok daha fazlasını gerektirir. Şimdi Murat Özyaşar’ın yaptığı gibi ben liseyi okurken de öğretmenlerimiz bizi korumaya çalışırlardı. Cümle kötülükten korumak için türlü yol ararlardı. Başka bir yol daha var, demek istiyorlardı öğrencilerine. Edebiyat bu yollardan bir tanesi. Yazık ki bu kıymetleri hocalarımın pek çoğunun görevinden uzaklaştırıldığını duydum. Bugün öğretmenlerimi hürmetle andığım gibi Murat Özyaşar’ın öğrencilerinin de yıllar sonra Murat hocayı aynı güzel duygularla hatırlayacağına inanıyorum. İlk Gün ve Kanepede Oturarak öykülerinin kahramanları yazın ve yaşam arasında sıkışmış kadınlar. Bu sıkışmışlık hissi üzerinden kadınlara “Dünya tüm gücüyle sizden yazmaya ayırdığınız mesai saatlerini çalmaya (ya da daha fenası, yazmak istediğiniz için kendinizi suçlu hissetmenizi sağlamaya) çalışırken yazmaya çalışmak çok zorlayıcı olabilir,” diyen ve acımasız ve zararlı bir yaratık olan “Evin Meleği”ni öldürmelerini tavsiye eden Virginia Woolf’un sesini duyabiliyoruz. Kahramanlarınız Woolf’un tavsiyesini tutabilecek mi? Woolf’un tavsiyeleri… Emin değilim. Sözünü ettiğiniz öykülerde iki kadının yaşamından birer kesite tanıklık ettik ve bitti. Sonraki süreçleri hakkında, duygu dünyaları onları nereye taşıdı, mantıkları onlara neler söyledi bilmiyoruz. Ben de bilmiyorum. Önceki süreçleri hakkında bir fikrim olmadığı gibi sonra ne yapıp edeceklerini de bilemem. Öyküde ortaya koymaya çalıştığım an ve anlık gelgitler dışında başka bir şeye hâkim değilim. Okuyucu öyküyü bitirdikten sonra –eğer öykü okurda güçlü bir etki bırakabilmişse- kendi sezgilerine göre kahramanlara çeşitli davranışlar yakıştıracaktır. Bundan sonraki planlarınız nedir? Teşekkür ederim. Kimya biliminde karışımları ayırma yöntemleridiye bir konu başlığı var. Bu teknikler arasında damıtma ve yoğunluk farkından yararlanarak ayırma en sevdiğim iki yöntemdir. Mürekkebe karışan çapakları bu metotları deneyerek ayrıştırıp, mürekkebi iyice saflaştırmak istiyorum. İçimde bekleyen öykülerin lekeleri zihnime üşüşüyor, ama fazla ayrıntı verip sonra bunu başaramamaktan korktuğum için şimdi çenemi kapatmalıyım. Ben teşekkür ederim. Emeğiniz için size ve zaman ayırıp bu söyleşiyi okuyan herkese bir parça buz. Dikkat, erir! * Bu söyleşi 24/11/2016 tarihinde Birgün Kitap'ta yayımlandı.
Published on December 06, 2016 06:49
December 5, 2016
Belirginleştirme alıştırması
Alıştırma Füsun Çetinel'den, yazması benden. Belki siz de denemek istersiniz.
Adam “televizyon” seyrediyordu.
Kadın “kitap” okuyordu.
Genç kız “tabakları” yıkıyordu”.
Kadın “giyindi.”
Çocuklar “oyun” oynuyorlardı.
"Önümden geçip durma! Bir tepsi al eline, tek seferde taşı. Gooool! Hay senin ... Pozisyonu da kaçırdım senin yüzünden." "Hafta boyu izlersin merak etme. Keyfimden toplamıyorum herhalde!""Oğlum bir bira kap getir buzdolabından.""Kaç kere dedim şu çocuktan içki, sigara isteme. Kötü örnek oluyorsun," diye tısladı kadın. Bir vantrolog gibi, ağzını açmadan, dişleri neredeyse tamamen kapalı konuşuyordu. Harfler, dişlerinin kesici kenarlarına, sivri köşelerine çarparak, yırtılarak çıkıyordu dudaklarının arasından. Söylediği her kelime paralanıyor, lime lime oluyor, eksiliyordu boşluğa ulaştığında. Bir küfür geldi, yapıştı boğazına. Sustu. Çocuklar üzülmesin, rahatları kaçmasın diye sineye çekiyordu. Boş eliyle, halının üzerinde rengârenk, küçük spor arabalarını yarıştıran Ali'nin kafasını okşadı. Oğlan, annesinin çamaşır suyu kokan, ıslak ellerinden rahatsız oldu. Kafasını sağa eğdi, hafifçe uzaklaştırdı bedenini.
Hızla mutfağa seğirtti kadın. Elindeki kirlileri tezgâhın üzerine bıraktı.
"Bırak kızım bulaşıkları. Nigar teyzen çaya çağırmıştı. Ali'yle siz gidin önden. On dakikaya gelirim ben de."
Bulaşık eldivenlerini taktı. Kirli çatal, kaşık ve bıçakların tamamını köpük dolu leğenin içine attı. Bir damla köpük geldi, burnunun ucuna kondu. Sağ kolunun içiyle sildi burnunu.
"Elif, kazağımın kollarını sıyırsana, evladım. Halana da sor bakalım, lütfedip bizimle gelir mi?"
Salona girdiğinde kardeşini, halının geometrik desenleri üzerinde araba sürerken buldu. Uzun pisti tamamlayan arabalar, rampa olarak kullanılan kesme tahtasını oflaya poflaya çıkıyor, halanın okuyup Elif'e bıraktığı tuğla kalınlığında üst üste konulmuş kitaplardan oluşmuş otoparkta dinleniyordu. Elif bir süre kapıya dayandı ve Ali'nin oyununu izledi. Oğlanın elleriyle yaptığı katlı otoparkla gurur duyduğu her hâlinden belliydi. Şaheserini göstermek, mutluluğunu paylaşmak istercesine kafasını kaldırdı. Sessizce, maç izleyen babasına, kendisini okuduğu kitaba kaptırmış halasına baktı. Gülümseyerek yanına yaklaşan ablasını fark edince, bir tebessüm geldi, gonca oldu yapıştı dudağının kenarına. Gözleri iyice küçüldü, incecik bir çizgi hâline geldi.
"Abla bak, katlı otopark yaptım. Büyüyünce otoparkçı olucam ben. Her arabadan tam beş lira alıcam," dedi.
Halası içine gömüldüğü kitaptan kafasını kaldırmadan, "Benim oğlum, otoparkçı değil inşaat mühendisi olacak. Dünyanın en güzel katlı otoparkını yapacak," dedi.
Radar gibi bu halam da, yok yok gizli kamera diye düşündü Elif.
"Hala kaç gözün, kulağın var senin Allah aşkına? Ayak parmaklarınla görüp topuğunla bizi mi dinliyorsun?"
Kadın oturduğu yerde sarsıla sarsıla güldü.
"Tabi ya. Ne sandınız siz!" dedi. Her iki elinin parmaklarının arasını iyice açtı, havada dolaştırdı, başının etrafında. Koltuğun her iki yanından kollarını sarkıttı, ahenkle salladı. Tavanı gösterdi parmak uçları, pencereyi ve ardını...
"İşte buraları ve daha fazlasını izliyorum gözlerimle bakın," dedi.
Ali, halasının oturduğu berjerin kenarına tırmandı ve saklanmış göz var mı diye kestane rengi boyalı saçlarını karıştırdı.
"Dur deli oğlan. Dağıttın saçımı, başımı."
Elleriyle saçlarını geriye atınca, alnındaki derin çizgiler ve dipten ağarmış saçları iyice belirdi.
"Hala, ödevlerim bitti. Saçlarını boyayalım mı?"
"Ohoo siz hâlâ burada mısınız? Nigarlara geçicektiniz hani?"
"Lafa daldık anne," dedi Elif. "Halamın saçlarını boyayacağız, biz. Ali gelsin seninle."
"Nigar teyzeye mi gidiyoruz? Yaşasın! Elmalı kek de yapmıştır, kesin. Hem Murat'la oynarım, hem de kekleri götürürüm!"
"Öyle olsun bakalım," dedi Nuran. Ayaklarını sürüye sürüye kapıya gitti. Annesinin ördüğü mavili, kırmızılı yün şalı aldı omuzlarına. İplerinin ve tığının bulunduğu bez torbayı taktı koluna. Ayakkabılarını giyerken basamaklarda kurumuş çamurları fark etti. 'Anca yolları kazsınlar. İki ay oldu, bir asfalt dökemediler şu sokağa. Görüyor musun merdivenleri, baştan aşağı çamur,' diye söylendi kendi kendine.
Ali iki kat merdiveni çoktan inmiş, zile basmıştı.
Nigar, çiçekli yemenisini düzeltirken "Ne söyleniyosun gene kız," dedi.
İçeriden gelen tarçın ve elma kokusu burun deliklerinden içeri hücum edince ne kızgınlık kaldı, ne dargınlık. Sobanın üzerindeki çaydanlık fokur fokur kaynıyordu. Büyükçe bir tepside kekler ve boş çay bardakları duruyordu.
"Çay dökeyim mi?"
"Dök ya, azıcık keyif yapayım. Sen de olmasan hiç hizmet edenim olmayacak. Allah razı olsun komşum."
Oğlanlar televizyonun karşısına geçmiş hem Survivor yarışmasını izliyor hem de keklerini yiyorlardı. Kekler bittiği anda, divanın üzerindeki minderleri üst üste yığacak, kendi parkurlarını inşa edeceklerdi. Nigar, gördüklerini anlatmak için çocukların oyuna tamamen dalmalarını beklerken, kekten bir lokma aldı. Tabağı Nuran'ın önüne itti.
"Güzel olmuş, yesene."
Adam “televizyon” seyrediyordu.
Kadın “kitap” okuyordu.
Genç kız “tabakları” yıkıyordu”.
Kadın “giyindi.”
Çocuklar “oyun” oynuyorlardı.
"Önümden geçip durma! Bir tepsi al eline, tek seferde taşı. Gooool! Hay senin ... Pozisyonu da kaçırdım senin yüzünden." "Hafta boyu izlersin merak etme. Keyfimden toplamıyorum herhalde!""Oğlum bir bira kap getir buzdolabından.""Kaç kere dedim şu çocuktan içki, sigara isteme. Kötü örnek oluyorsun," diye tısladı kadın. Bir vantrolog gibi, ağzını açmadan, dişleri neredeyse tamamen kapalı konuşuyordu. Harfler, dişlerinin kesici kenarlarına, sivri köşelerine çarparak, yırtılarak çıkıyordu dudaklarının arasından. Söylediği her kelime paralanıyor, lime lime oluyor, eksiliyordu boşluğa ulaştığında. Bir küfür geldi, yapıştı boğazına. Sustu. Çocuklar üzülmesin, rahatları kaçmasın diye sineye çekiyordu. Boş eliyle, halının üzerinde rengârenk, küçük spor arabalarını yarıştıran Ali'nin kafasını okşadı. Oğlan, annesinin çamaşır suyu kokan, ıslak ellerinden rahatsız oldu. Kafasını sağa eğdi, hafifçe uzaklaştırdı bedenini.
Hızla mutfağa seğirtti kadın. Elindeki kirlileri tezgâhın üzerine bıraktı.
"Bırak kızım bulaşıkları. Nigar teyzen çaya çağırmıştı. Ali'yle siz gidin önden. On dakikaya gelirim ben de."
Bulaşık eldivenlerini taktı. Kirli çatal, kaşık ve bıçakların tamamını köpük dolu leğenin içine attı. Bir damla köpük geldi, burnunun ucuna kondu. Sağ kolunun içiyle sildi burnunu.
"Elif, kazağımın kollarını sıyırsana, evladım. Halana da sor bakalım, lütfedip bizimle gelir mi?"
Salona girdiğinde kardeşini, halının geometrik desenleri üzerinde araba sürerken buldu. Uzun pisti tamamlayan arabalar, rampa olarak kullanılan kesme tahtasını oflaya poflaya çıkıyor, halanın okuyup Elif'e bıraktığı tuğla kalınlığında üst üste konulmuş kitaplardan oluşmuş otoparkta dinleniyordu. Elif bir süre kapıya dayandı ve Ali'nin oyununu izledi. Oğlanın elleriyle yaptığı katlı otoparkla gurur duyduğu her hâlinden belliydi. Şaheserini göstermek, mutluluğunu paylaşmak istercesine kafasını kaldırdı. Sessizce, maç izleyen babasına, kendisini okuduğu kitaba kaptırmış halasına baktı. Gülümseyerek yanına yaklaşan ablasını fark edince, bir tebessüm geldi, gonca oldu yapıştı dudağının kenarına. Gözleri iyice küçüldü, incecik bir çizgi hâline geldi.
"Abla bak, katlı otopark yaptım. Büyüyünce otoparkçı olucam ben. Her arabadan tam beş lira alıcam," dedi.
Halası içine gömüldüğü kitaptan kafasını kaldırmadan, "Benim oğlum, otoparkçı değil inşaat mühendisi olacak. Dünyanın en güzel katlı otoparkını yapacak," dedi.
Radar gibi bu halam da, yok yok gizli kamera diye düşündü Elif.
"Hala kaç gözün, kulağın var senin Allah aşkına? Ayak parmaklarınla görüp topuğunla bizi mi dinliyorsun?"
Kadın oturduğu yerde sarsıla sarsıla güldü.
"Tabi ya. Ne sandınız siz!" dedi. Her iki elinin parmaklarının arasını iyice açtı, havada dolaştırdı, başının etrafında. Koltuğun her iki yanından kollarını sarkıttı, ahenkle salladı. Tavanı gösterdi parmak uçları, pencereyi ve ardını...
"İşte buraları ve daha fazlasını izliyorum gözlerimle bakın," dedi.
Ali, halasının oturduğu berjerin kenarına tırmandı ve saklanmış göz var mı diye kestane rengi boyalı saçlarını karıştırdı.
"Dur deli oğlan. Dağıttın saçımı, başımı."
Elleriyle saçlarını geriye atınca, alnındaki derin çizgiler ve dipten ağarmış saçları iyice belirdi.
"Hala, ödevlerim bitti. Saçlarını boyayalım mı?"
"Ohoo siz hâlâ burada mısınız? Nigarlara geçicektiniz hani?"
"Lafa daldık anne," dedi Elif. "Halamın saçlarını boyayacağız, biz. Ali gelsin seninle."
"Nigar teyzeye mi gidiyoruz? Yaşasın! Elmalı kek de yapmıştır, kesin. Hem Murat'la oynarım, hem de kekleri götürürüm!"
"Öyle olsun bakalım," dedi Nuran. Ayaklarını sürüye sürüye kapıya gitti. Annesinin ördüğü mavili, kırmızılı yün şalı aldı omuzlarına. İplerinin ve tığının bulunduğu bez torbayı taktı koluna. Ayakkabılarını giyerken basamaklarda kurumuş çamurları fark etti. 'Anca yolları kazsınlar. İki ay oldu, bir asfalt dökemediler şu sokağa. Görüyor musun merdivenleri, baştan aşağı çamur,' diye söylendi kendi kendine.
Ali iki kat merdiveni çoktan inmiş, zile basmıştı.
Nigar, çiçekli yemenisini düzeltirken "Ne söyleniyosun gene kız," dedi.
İçeriden gelen tarçın ve elma kokusu burun deliklerinden içeri hücum edince ne kızgınlık kaldı, ne dargınlık. Sobanın üzerindeki çaydanlık fokur fokur kaynıyordu. Büyükçe bir tepside kekler ve boş çay bardakları duruyordu.
"Çay dökeyim mi?"
"Dök ya, azıcık keyif yapayım. Sen de olmasan hiç hizmet edenim olmayacak. Allah razı olsun komşum."
Oğlanlar televizyonun karşısına geçmiş hem Survivor yarışmasını izliyor hem de keklerini yiyorlardı. Kekler bittiği anda, divanın üzerindeki minderleri üst üste yığacak, kendi parkurlarını inşa edeceklerdi. Nigar, gördüklerini anlatmak için çocukların oyuna tamamen dalmalarını beklerken, kekten bir lokma aldı. Tabağı Nuran'ın önüne itti.
"Güzel olmuş, yesene."
Published on December 05, 2016 00:41
December 3, 2016
ÖYKÜDE BELİRGİNLEŞTİRMEK
BelirginleştirmekHarika bir kelime! Hele konu öykü yazmaksa bu kelimeye feci ihtiyacımız olacak. Hepimizin başına gelebilir. Bazen tembellik ederiz ve genel geçer kelimeler kullanarak yazdığımız her ne ise onu tatsız tuzsuz ve yaratıcılıktan yoksun yapıtlar haline getiririz. Göle konan bir “kuştur”, “kızıl gerdan” değil. Sürmeyi öğrendiğimiz “araba”dır, babamızın “zümrüt yeşili tepesi beyaz vinleks kaplamalı Pontiac Le Mans”ı değildir. Anneannemizin bayram yemeğinin tatlısı hep “tatlı”dır. “Üstü çekilmiş ceviz kaplanmış meyveli muhallebi” değildir. Son verdiğim örnek iştahınızı açtı mı? Harika! İşte tam da bunun için belirginleştirmeye ihtiyacımız var. Belirginleştirme yukarıdaki örneklerde ne işe yaradı bir bakalım. “Kızıl gerdan” kelimesi coğrafyayı, mevsimi verir. Öyküde bunları yazmak için fazladan çaba sarf etmenize gerek kalmaz. “Zümrüt yeşili tepesi beyaz vinleks kaplamalı Pontiac Le Mans” yine aynı şekilde hemen gözümüzün önüne Amerika’yı ve dönemi getirir. “Üstü çekilmiş ceviz kaplanmış meyveli muhallebi”, anneannenin nasıl bir damak zevki olduğunu, hatta ekonomik durumunu bile verebilir… Öyküde amaç az kelimeyle çok şey anlatmaksa eğer belirginleştirmek işimizi epey kolaylaştıracak demektir. Herhangi bir öykünüzün üstünden gidin ve tüm nesneleri yuvarlak içine alın. Sonra kendi kendinize sorun bakalım; nesneyi iyice belirginleştirmiş misiniz? Bu nesne belirginleştirmeyi hak ediyor mu, önemli mi? Burada size birkaç alıştırma veriyorum, bakalım nelere dönüşecek? Adam “televizyon” seyrediyordu. Kadın “kitap” okuyordu. Genç kız “tabakları” yıkıyordu”. Kadın “giyindi.” Çocuklar “oyun” oynuyorlardı.
Published on December 03, 2016 10:04
December 1, 2016
ÖYKÜCÜLERE SORDUM: FUAT SEVİMAY
Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak, çeşitlendirmek istediğimi fark ettim.
Öykücülere Sordum Fuat Sevimay ile devam ediyor.
Öykü ne değildir?
Öykü “put” değildir. Tapınmamıza gerek yok. Tadını çıkaralım, derdimize olabildiğince derman ve söz olsun yeter.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
“İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana âşığım.” Bunlar bir şiirin sözleri değil, Sait Faik öykülerinden birinin giriş cümlesi. Bana en şiirden daha şiir gelir bu sözler. O nedenle hakkımı Sait Faik’ten yana kullanayım. Türler belki de bizim yarattığımız bir yalandan ibarettir!
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Atmosferden benim anladığım, okurun öyküye dâhil olmasıdır. Bunu da elbette betimleme üzerinden ve birkaç öğeyle daha yapar yazar. Okurun, öykünün atmosferini hissedebilmesi için beş duyusunun hayalinde harekete geçmesi gerekir. O nedenle renklerden, kokulardan, küçük detaylardan oluşan betimler atmosferin ta kendisidir. Betimlemeden arındırılmış yeni dönem öyküleri suyu yazın çekilmiş dereler gibi. Hiç serinlik vermiyor insana.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Olmayacaksa öykü yazmasın bence ya da kendi kendine yazsın. Çağa tanıklık ille de toplumsal olayların birebir izini sürmek değildir ama yazılan öykü çağa katkı sunmuyor, bireysellikten arınamıyorsa, ben o öyküyü okumak istemem pek.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Küçük bir balkonum var. Paris’in çatılarına değilse de Bülbülderesi mezarlığının servilerine bakıyor. Ki bu da iyidir, hiç şikâyetçi değilim. Elime sevdiğim bir yazarın/şairin kitabını alıp o balkona çıkıyorum. Biraz okuyup biraz da ağaçların yeşiline baktığımda ki yaz mevsimiyse kırlangıç ya da papağanların geçtiği de oluyor, o kuşlardan mı bulutlardan mı nedir bilmiyorum, cümleler akıyor zihnime o vakit.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil temeldir. Üstünü muhtelif malzemeyle donatabilirsiniz ama temel sağlam değilse ne amaca hizmet eder ne de aracılık eder.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Öykücü neden böyle bir lükse sahip olmasın ki? Metin uzuyor da öykü formundan mı çıkıyor? Varsın çıksın. Kim belirlemiş ki o formu? Dergilerde yar alması mı zorlaşır? Kitapta yer alır, ne olmuş. İşte bunlar hep kalıp, torna, tezgah. Metin (adı öykü olur, kısa roman olur, küçürek öykü olur, Tuğba olur, Fuat olur, hiç önemli değil), gerektiği kadar uzar, gerektiği kadar kısalır. Nerede duracağını kahraman bilir zaten, biz elçiyiz alt tarafı.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Bu çok bıçaksırtı bir konu. Şiir tarafından ele alındığında cuk oturan bir tespit belki, kabul. Ama öykü ya da genelleyerek romanı, anıyı, gezi edebiyatını falan da katacak olursak, düzyazı için bu tespitin uyacağı ve uymayacağı yönler olabilir. Öykü özelinde bu yaklaşımdan hareketle suyuna tirit metinler okuyoruz bazen. Ne yaptın arkadaşım? Anlamı aştım, sen anlamıyorsan senin sorunun, zaten ben okur için de yazmıyorum. Hadi ya. Hiçbir halt aştığın falan yok, zırvalıyorsun sadece. Ama şu da var; yine öykü özelinde konuşacak olursak, kalıpları yıkan, düz anlatıyı öteleyen ve bu yönde çığır açan metinler de var. Sait Faik’in geçiş dönemi, sonra Leyla Erbil’in Sevim Burak’ın öyküleri ve daha niceleri. Burada ayırt edici nokta şu bence; tüm bu iyi örneklerde anlam kırılırken/anlam aşılırken amacın oturduğu bir dayanak var. Ben artık öykümü “şöyle” yazıyorum “çünkü…”. İşte bu çünkü çok önemli. İsim vermek gerekirse, bana ilham vermelerinden ziyade edebiyatın ufkunu açmaları açısından, yine öncelikle Sait Faik çünkü kahramanla yazarı özdeşleştirerek klasik, didaktik anlatının çok ötesine taşımıştır metni. Sonra Onat Kutlar çünkü postmodernizmi öyküye en başarılı şekilde yediren öykücüdür ve bu anlamda aşılamamıştır. Ben romancı kimliğiyle tanınsa da Necati Tosuner’i de anmak isterim çünkü “metinde anlamı aşmak” dediğimizde, onun bir başlığın altına sığmayan dilini, metni önce sıfırlayıp sonra en damıtılmış anlamı sunmasını iyi incelemek gerekir diye düşünüyorum. Bu eksiltme değil işte, başka bir şey!
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
İnsanlık konuşuyor aslında. Dilbilgisi kuralları açısından birinci tekil yedinci çoğul, öykü tekniği açısından yok Tanrı anlatıcıydı, bilmem ne idi, işte bazı metinlerde yazarın da sesini duyduk falan. Hepsi bir noktadan sonra detay. Elbette önemli detaylar ama edebiyatta aslolan bütün bir insanlık tarihinin anlatımı değil midir? Refik Halit’in eskicisi hem kendisi, hem öyküdeki kahramanı hem de bütün insanlık tarihinin yurdundan sökülenleri değil mi? Ve hem de siz ve biz. Ağzındaki çiviler hepimize batmıyor mu? O nedenle iyi öyküdeki “ben” tüm insanlığın arketipidir kanımca.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Ben edebiyat duayenlerinin bu konulardaki öğütlerini okuyor (yayınlanmış şey değişmez derler genelde) sonra o öğütleri kulak arkası yapıp dergide yayınlanacaksa da ikinci baskı olacaksa da değiştirebiliyorum. Bu sonsuz bir süreç değil elbette ama rahatsız eden detaylar varsa neden değişmesin ki öykü. Put mu ki kırmayalımJBen bir de şu tematik bütünlük öğüdünü/hikayesini çok sevimsiz buluyorum mesela. Bir yanı sahte gibi geliyor bu yaklaşımın. Yani Pessoa yapınca baş tacı, Maraşlı Ayşe ya da Düzceli Sinan yapınca olmaz. Tuhaf! Neyse, konumuz bu değildi galiba.
Öykücülere Sordum Fuat Sevimay ile devam ediyor.
Öykü ne değildir?
Öykü “put” değildir. Tapınmamıza gerek yok. Tadını çıkaralım, derdimize olabildiğince derman ve söz olsun yeter.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
“İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana âşığım.” Bunlar bir şiirin sözleri değil, Sait Faik öykülerinden birinin giriş cümlesi. Bana en şiirden daha şiir gelir bu sözler. O nedenle hakkımı Sait Faik’ten yana kullanayım. Türler belki de bizim yarattığımız bir yalandan ibarettir!
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Atmosferden benim anladığım, okurun öyküye dâhil olmasıdır. Bunu da elbette betimleme üzerinden ve birkaç öğeyle daha yapar yazar. Okurun, öykünün atmosferini hissedebilmesi için beş duyusunun hayalinde harekete geçmesi gerekir. O nedenle renklerden, kokulardan, küçük detaylardan oluşan betimler atmosferin ta kendisidir. Betimlemeden arındırılmış yeni dönem öyküleri suyu yazın çekilmiş dereler gibi. Hiç serinlik vermiyor insana.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Olmayacaksa öykü yazmasın bence ya da kendi kendine yazsın. Çağa tanıklık ille de toplumsal olayların birebir izini sürmek değildir ama yazılan öykü çağa katkı sunmuyor, bireysellikten arınamıyorsa, ben o öyküyü okumak istemem pek.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Küçük bir balkonum var. Paris’in çatılarına değilse de Bülbülderesi mezarlığının servilerine bakıyor. Ki bu da iyidir, hiç şikâyetçi değilim. Elime sevdiğim bir yazarın/şairin kitabını alıp o balkona çıkıyorum. Biraz okuyup biraz da ağaçların yeşiline baktığımda ki yaz mevsimiyse kırlangıç ya da papağanların geçtiği de oluyor, o kuşlardan mı bulutlardan mı nedir bilmiyorum, cümleler akıyor zihnime o vakit.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil temeldir. Üstünü muhtelif malzemeyle donatabilirsiniz ama temel sağlam değilse ne amaca hizmet eder ne de aracılık eder.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Öykücü neden böyle bir lükse sahip olmasın ki? Metin uzuyor da öykü formundan mı çıkıyor? Varsın çıksın. Kim belirlemiş ki o formu? Dergilerde yar alması mı zorlaşır? Kitapta yer alır, ne olmuş. İşte bunlar hep kalıp, torna, tezgah. Metin (adı öykü olur, kısa roman olur, küçürek öykü olur, Tuğba olur, Fuat olur, hiç önemli değil), gerektiği kadar uzar, gerektiği kadar kısalır. Nerede duracağını kahraman bilir zaten, biz elçiyiz alt tarafı.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Bu çok bıçaksırtı bir konu. Şiir tarafından ele alındığında cuk oturan bir tespit belki, kabul. Ama öykü ya da genelleyerek romanı, anıyı, gezi edebiyatını falan da katacak olursak, düzyazı için bu tespitin uyacağı ve uymayacağı yönler olabilir. Öykü özelinde bu yaklaşımdan hareketle suyuna tirit metinler okuyoruz bazen. Ne yaptın arkadaşım? Anlamı aştım, sen anlamıyorsan senin sorunun, zaten ben okur için de yazmıyorum. Hadi ya. Hiçbir halt aştığın falan yok, zırvalıyorsun sadece. Ama şu da var; yine öykü özelinde konuşacak olursak, kalıpları yıkan, düz anlatıyı öteleyen ve bu yönde çığır açan metinler de var. Sait Faik’in geçiş dönemi, sonra Leyla Erbil’in Sevim Burak’ın öyküleri ve daha niceleri. Burada ayırt edici nokta şu bence; tüm bu iyi örneklerde anlam kırılırken/anlam aşılırken amacın oturduğu bir dayanak var. Ben artık öykümü “şöyle” yazıyorum “çünkü…”. İşte bu çünkü çok önemli. İsim vermek gerekirse, bana ilham vermelerinden ziyade edebiyatın ufkunu açmaları açısından, yine öncelikle Sait Faik çünkü kahramanla yazarı özdeşleştirerek klasik, didaktik anlatının çok ötesine taşımıştır metni. Sonra Onat Kutlar çünkü postmodernizmi öyküye en başarılı şekilde yediren öykücüdür ve bu anlamda aşılamamıştır. Ben romancı kimliğiyle tanınsa da Necati Tosuner’i de anmak isterim çünkü “metinde anlamı aşmak” dediğimizde, onun bir başlığın altına sığmayan dilini, metni önce sıfırlayıp sonra en damıtılmış anlamı sunmasını iyi incelemek gerekir diye düşünüyorum. Bu eksiltme değil işte, başka bir şey!
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
İnsanlık konuşuyor aslında. Dilbilgisi kuralları açısından birinci tekil yedinci çoğul, öykü tekniği açısından yok Tanrı anlatıcıydı, bilmem ne idi, işte bazı metinlerde yazarın da sesini duyduk falan. Hepsi bir noktadan sonra detay. Elbette önemli detaylar ama edebiyatta aslolan bütün bir insanlık tarihinin anlatımı değil midir? Refik Halit’in eskicisi hem kendisi, hem öyküdeki kahramanı hem de bütün insanlık tarihinin yurdundan sökülenleri değil mi? Ve hem de siz ve biz. Ağzındaki çiviler hepimize batmıyor mu? O nedenle iyi öyküdeki “ben” tüm insanlığın arketipidir kanımca.
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Ben edebiyat duayenlerinin bu konulardaki öğütlerini okuyor (yayınlanmış şey değişmez derler genelde) sonra o öğütleri kulak arkası yapıp dergide yayınlanacaksa da ikinci baskı olacaksa da değiştirebiliyorum. Bu sonsuz bir süreç değil elbette ama rahatsız eden detaylar varsa neden değişmesin ki öykü. Put mu ki kırmayalımJBen bir de şu tematik bütünlük öğüdünü/hikayesini çok sevimsiz buluyorum mesela. Bir yanı sahte gibi geliyor bu yaklaşımın. Yani Pessoa yapınca baş tacı, Maraşlı Ayşe ya da Düzceli Sinan yapınca olmaz. Tuhaf! Neyse, konumuz bu değildi galiba.
Published on December 01, 2016 13:31
November 30, 2016
NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (30)
YAZMA SERÜVENİM
Nasıl yazar oldum diye sordum kendime. Yazar oldum mu gerçekten emin değilim ama bu soru iyi hissetmemi sağladı. Havalı bir soru ne de olsa.Her şey çok yıllar önce okuma yazmayı yeni öğrendiğim zamanlara denk düşüyor. İlkokulda okul defterlerimin arkasına, boş bulduğum yerlere şiir olduğunu düşündüğüm şeyler yazardım. Ağaç, çiçek, kelebek, sevdiğim şeylere güzellemeler yağdırır, sevmediğim şeylere örneğin İstanbul'un kalabalığına kötü kötü laflar ederdim. Ada çocuğu olarak İstanbul hep kalabalıktı oysa.
Bir gün babam bir defter getirdi ve şiir defterin olsun dedi. Şiirlerimi o deftere yazdım ama kimselere okumadım. Kendim için yazıyordum, yazınca mutlu oluyordum. Ortaokulda Türkçe öğretmenimizin verdiği şiir yazma ödevini tahtada okuyunca nasıl heyecanlandığımı, yüzümün alev alev yandığını hatırlıyorum. Öğretmen zorlamasa okumazdım, neyse ki beğenmişti. İlk günlüklerimi de ortaokulda tutmaya başladım. Yaşıtlarım beni anlamıyor gibi geliyor ben de hissettiklerimi günlüklerime yazıyordum. Bu arada hep çok okuyan bir çocuktum, Enid Blyton, Jules Verne en sevdiklerimdi. Macera kitapları ilgimi çekiyor, afacan beşlerin serüvenlerini hayalimde canlandırıyor, onlara özeniyordum. Oturduğumuz lojmanlar çocukların geç saatlere değin sokakta oynaması için uygundu ve yaz gecelerinde çimenlerin üzerine uzanıp gökyüzünü izlerdim. Orada, milyonlarca yıldızın arasında bir uzay gemisi vardı ve onlar da bizi izliyordu. Bir gün beni alıp kendi gezegenlerine götüreceklerdi. Kurduğum hayaller beni ilk romanımı yazmaya sevk etti. Konusu insan kılığına giren bir uzaylının dünyadaki maceralarıydı ama çabuk sıkıldım romandan. O zamanlarda sabırsızdım demek ki. Okumalarım, kitaplardaki kahramanlara sığınmalarım ise tam gaz devam etti. Anne babalar çocuklarının kitap okumamasından yakınır ya ortaokulun ilk yılında gözlük takmaya başlayınca annem "biraz az oku" demeye başladı.
Lisede edebiyat öğretmenim yazdığım kompozisyonları beğeniyor, defterime yazıp devam ettirmemi istediği cümlelerle beni sınıftakilerden ayırıyordu. Edebiyat öğretmenim Orhan Culfa'nın emeğini yadsıyamam. Beni en çok cesaretlendiren kişidir. İlk öykümü lise yıllarında yazdım. Oto tamircisine âşık bir genç kızın komik hikâyesi. Tabi ki oto tamircisine âşık olan bendim.
Klasikler, J. London, j. Steinbeck, Hemingway'den sonra babamın kitaplığı sayesinde tanıştığım Fakir Baykurt, Aziz Nesin derken ilçe kütüphanesinde bulduğum farklı türlerde romanlar derslerimin önüne geçiyor, her kitap beni kendi dünyasında yolculuğa çıkarıyordu. Gazap Üzümleri'ndeki portakal işçilerinin yaşadığı açlıkla derinden sarsılıyor, Güney Afrika Cumhuriyeti'nin bağımsızlığı için savaşan Moses Gama maceraya çağırıyor, yazarlara olan hayranlığım kat be kat artıyordu.
Üniversite yıllarım biraz karışık, okumalar farklılaşmıştı haliyle. Okuldan hemen sonra öğretmenlik ve evlilik. İlk evliliğim boyunca günlükler ve mektuplarla idare etmek zorunda kaldım. Hatırlamak istemediğim o süreçten sonra ikinci evliliğimi yapıp Diyarbakır'a gitmemle tekrar yazmaya başladım. Hem öykücü arkadaşlarla tanıştım, hem Diyarbakır Sanat Derneği aracılığı ile çeşitli atölyelere katıldım. Cesaretimi toplayıp edebiyat dergilerine öykülerimi göndermeye başladım. Dergide yayımlanan ilk öykümü gördüğüm an, en mutlu olduğum anlardan biridir. Kül öykü, Notos, Özgür Edebiyat, İzafi, Sarnıç, Lacivert, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Galapera Öykü Fanzin'de öykülerim yayımlandı. Öykülerimi dosya bütünlüğüne getirip yayınevlerine yollamak ayrı bir heyecan, beklediğim yanıt gelmeyince yaşadığım hüsran ise cesaret kırıcıydı. Yılmadım. İlk kitap, Kül Sanat Yayınları'ndan çıkan Denizini Arayan Kadınlar, ardından NotaBene Yayınları'ndan Belleğin Bahar Temizliği.
Yazmasam günlük hayatın sıkıntılarına, dışımızdaki dünyanın korkunçluğuna dayanabilir miyim bilmiyorum. Sanırım okuyabildiğim sürece yazmaya da devam edeceğim.
Nasıl yazar oldum diye sordum kendime. Yazar oldum mu gerçekten emin değilim ama bu soru iyi hissetmemi sağladı. Havalı bir soru ne de olsa.Her şey çok yıllar önce okuma yazmayı yeni öğrendiğim zamanlara denk düşüyor. İlkokulda okul defterlerimin arkasına, boş bulduğum yerlere şiir olduğunu düşündüğüm şeyler yazardım. Ağaç, çiçek, kelebek, sevdiğim şeylere güzellemeler yağdırır, sevmediğim şeylere örneğin İstanbul'un kalabalığına kötü kötü laflar ederdim. Ada çocuğu olarak İstanbul hep kalabalıktı oysa.
Bir gün babam bir defter getirdi ve şiir defterin olsun dedi. Şiirlerimi o deftere yazdım ama kimselere okumadım. Kendim için yazıyordum, yazınca mutlu oluyordum. Ortaokulda Türkçe öğretmenimizin verdiği şiir yazma ödevini tahtada okuyunca nasıl heyecanlandığımı, yüzümün alev alev yandığını hatırlıyorum. Öğretmen zorlamasa okumazdım, neyse ki beğenmişti. İlk günlüklerimi de ortaokulda tutmaya başladım. Yaşıtlarım beni anlamıyor gibi geliyor ben de hissettiklerimi günlüklerime yazıyordum. Bu arada hep çok okuyan bir çocuktum, Enid Blyton, Jules Verne en sevdiklerimdi. Macera kitapları ilgimi çekiyor, afacan beşlerin serüvenlerini hayalimde canlandırıyor, onlara özeniyordum. Oturduğumuz lojmanlar çocukların geç saatlere değin sokakta oynaması için uygundu ve yaz gecelerinde çimenlerin üzerine uzanıp gökyüzünü izlerdim. Orada, milyonlarca yıldızın arasında bir uzay gemisi vardı ve onlar da bizi izliyordu. Bir gün beni alıp kendi gezegenlerine götüreceklerdi. Kurduğum hayaller beni ilk romanımı yazmaya sevk etti. Konusu insan kılığına giren bir uzaylının dünyadaki maceralarıydı ama çabuk sıkıldım romandan. O zamanlarda sabırsızdım demek ki. Okumalarım, kitaplardaki kahramanlara sığınmalarım ise tam gaz devam etti. Anne babalar çocuklarının kitap okumamasından yakınır ya ortaokulun ilk yılında gözlük takmaya başlayınca annem "biraz az oku" demeye başladı.
Lisede edebiyat öğretmenim yazdığım kompozisyonları beğeniyor, defterime yazıp devam ettirmemi istediği cümlelerle beni sınıftakilerden ayırıyordu. Edebiyat öğretmenim Orhan Culfa'nın emeğini yadsıyamam. Beni en çok cesaretlendiren kişidir. İlk öykümü lise yıllarında yazdım. Oto tamircisine âşık bir genç kızın komik hikâyesi. Tabi ki oto tamircisine âşık olan bendim.
Klasikler, J. London, j. Steinbeck, Hemingway'den sonra babamın kitaplığı sayesinde tanıştığım Fakir Baykurt, Aziz Nesin derken ilçe kütüphanesinde bulduğum farklı türlerde romanlar derslerimin önüne geçiyor, her kitap beni kendi dünyasında yolculuğa çıkarıyordu. Gazap Üzümleri'ndeki portakal işçilerinin yaşadığı açlıkla derinden sarsılıyor, Güney Afrika Cumhuriyeti'nin bağımsızlığı için savaşan Moses Gama maceraya çağırıyor, yazarlara olan hayranlığım kat be kat artıyordu.
Üniversite yıllarım biraz karışık, okumalar farklılaşmıştı haliyle. Okuldan hemen sonra öğretmenlik ve evlilik. İlk evliliğim boyunca günlükler ve mektuplarla idare etmek zorunda kaldım. Hatırlamak istemediğim o süreçten sonra ikinci evliliğimi yapıp Diyarbakır'a gitmemle tekrar yazmaya başladım. Hem öykücü arkadaşlarla tanıştım, hem Diyarbakır Sanat Derneği aracılığı ile çeşitli atölyelere katıldım. Cesaretimi toplayıp edebiyat dergilerine öykülerimi göndermeye başladım. Dergide yayımlanan ilk öykümü gördüğüm an, en mutlu olduğum anlardan biridir. Kül öykü, Notos, Özgür Edebiyat, İzafi, Sarnıç, Lacivert, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Galapera Öykü Fanzin'de öykülerim yayımlandı. Öykülerimi dosya bütünlüğüne getirip yayınevlerine yollamak ayrı bir heyecan, beklediğim yanıt gelmeyince yaşadığım hüsran ise cesaret kırıcıydı. Yılmadım. İlk kitap, Kül Sanat Yayınları'ndan çıkan Denizini Arayan Kadınlar, ardından NotaBene Yayınları'ndan Belleğin Bahar Temizliği.
Yazmasam günlük hayatın sıkıntılarına, dışımızdaki dünyanın korkunçluğuna dayanabilir miyim bilmiyorum. Sanırım okuyabildiğim sürece yazmaya da devam edeceğim.
Published on November 30, 2016 22:49
November 25, 2016
DİŞ AĞRISI
Published on November 25, 2016 00:43
November 24, 2016
ÖYKÜCÜLERE SORDUM:10
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Yazdıklarımda değişiklik yapma isteği benim için belalı bir takıntıdır. İster artık tamamlandığını düşünüp bir dosyaya attığım öyküler olsun, ister yayımlansın her okuyuşumda bir aksaklık, hoşuma gitmeyen bir yan bulurum yazdıklarımda. Daha iyisini yapabilirdim duygusu kemirir içimi. Bu yüzden öykülerimi yayımlandıktan, kitaba girdikten sonra okumaya korkarım. Korka korka okurum yine de.Aysun Kara
Bir öyküyü bitirdiğim ilk an, müthiş bir eser ortaya koymuşum gibi hissederim kendimi. Rahatlama, mutluluk, başarmanın gururu gibi duygular içimden gelip geçer. Birkaç gün sonra geri dönüp baktığımda aynı Hemingway’in güzel tanımı gibi düşünürüm. “Bu ne lan? Sen ne yazdığını sanıyorsun? Buna öykü mü diyorsun?” gibi sözlerle kendimi sigaya çekerim. Dönüp dönüp düzeltirim en sonunda ne ilk ne de ikinci ruh halini hissederim, sadece öykünün tamamlandığını hissederim.
Dönüp dönüp bakmalar, kendini kaptırırsan hiç bitmez çünkü mükemmel metin yoktur. İçime sindiği zaman biter diyeyim. Bu bazen oldukça kısa sürede olur bazen de yıllar sürer. Dergilerde yayınlanan öykünün günahı olmaz diye düşünürüm, yani günahı olsa da Allah affeder. (Okur affetmez o ayrı… J) Bir öyküyü kitaba alırken ya da kitabın sonraki baskılarında öze ilişkin radikal değişiklik yapmayı, kendi adıma uygun bulmuyorum. Ama imla ve anlatımda ufak tefek değişikliklerle mükemmel olmasa da en iyisine ulaşmaya çabalarım. Mehmet Fırat Pürselim
Aslında önemli olan eserin son halinin bok gibi olmaması.
“Daktilonun (bilgisayarın/kağıt-kalemin) çağrısına hayır demeyi bilmedikleri için kendini dahi zanneden insan sayısı çok,” diyor aynı zamanda Hemingway.
Günümüzde bakıyoruz hâlâ ilk hâl gibi duran öyküler, kitaplar var. Yazarın vazgeçemediği sözcükler, cümleler var. En kötüsü vazgeçemediklerini bizim de biliyor olmamız. Öykünün fazladan bir sözcüğe tahammülü olmadığı biliniyor mu, çok emin değilim.
Ben silmem. Silgi kullanmam. Kusursuzluğumdan değil. Tükenmez kalemle yazdığımdan (Ah! emojiler neredesiniz?). Yanlış kullandığım sözcüklerin veya eksiltileceklerin üstünü çizip yanına, altına, boş bulduğum bir alana, düzelttiğim sözcüğü yazıyorum. Böylelikle metindeki çapaklı ve yanlış sözcüklerime de sahip çıkmış oluyorum. Metin bir kez daha okunduğunda o cümlenin/sözcüğün yenisini eskisiyle birlikte görmek, insanın metninde nasıl bir yol izlediğini de göstermesi açısından önemli diye düşünüyorum.
Metni bozup yeniden yazma hâli bitecek bir hâl değil. Bunun bende abartılı bir hâl aldığını kabul ediyorum. Ama kendimi bunu yapmaktan da alıkoyamıyorum. Dergiden ziyade kitap baskısına kadar bu tekrar okumalar, düzeltmeler bitmiyor. Sonra da diyorum ki; “Öykü de biraz kusurlu olmalı, tıpkı hayat gibi”, çok kurcalama Murat…Murat Darılmaz
Ben okur tarafından başkasına anlatılarak tüketilebilecek türden öyküler yazmayı sevmiyorum. Başka bir ifadeyle, salt ilginç olduğu için kaleme aldığım olaylara, ‘gelecekte beni farklı bir şekilde esinleyebilecek not’tan başka paye vermiyorum. Yazarken kaçak oynamadığımdan emin olmak istiyorum. Yazdığım metni okuyanın kalemin bana ait olduğunu tahmin edebilmesini hedefliyorum. Hepsi bir araya geldiğindeyse tuhaf bir haz duyuyor ve öykünün bittiğini seziyorum. Buna rağmen kitaplaşacak öykülere ilave işçilik gerekebiliyor. Bir dergide ya da kitapta önceden yayımlanmış olsa dahi, tekrarlar, kakafoni, gereksiz açıklamalar ve benzeri, ne varsa, ki olabiliyor, onlara müdahale etmekten hiç kaçınmıyorum.
Reyhan Yıldırım
Yazdığım öyküler kitapta yayımlandıktan sonra, onlarla ilgili yazma sürecim de zihnimde tamamlanmıştır ama yine de kitaba göz attığımda, kendimi bazen şu cümle şöyle daha iyi olmaz mıydı diye düşünürken bulurum. Ben yapı olarak da zor yazabilen biriyim, taslak tamamlandıktan sonra üzerinde oynamayı, eksiltmeler yapmayı ve sesli okumalarla özellikle diyalogların doğal bir akış içinde olup olmadığını kontrol etmeyi severim. Dergilerde yayımlanan öykülerimi kitaba alırken az ya da çok mutlaka değişiklikler olur, kitaplarımın yeni baskılarında da minik dokunuşlar yapma gereğini hissetmiştim. Metnin dili, ritmi ve atmosferi benim için önemli olduğundan, üzerinde titizlikle çalışılması ve hak ettiği zamanın verilmesi gerektiğini düşünürüm.Suzan Bilgen Özgün
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Yazdıklarımda değişiklik yapma isteği benim için belalı bir takıntıdır. İster artık tamamlandığını düşünüp bir dosyaya attığım öyküler olsun, ister yayımlansın her okuyuşumda bir aksaklık, hoşuma gitmeyen bir yan bulurum yazdıklarımda. Daha iyisini yapabilirdim duygusu kemirir içimi. Bu yüzden öykülerimi yayımlandıktan, kitaba girdikten sonra okumaya korkarım. Korka korka okurum yine de.Aysun Kara
Bir öyküyü bitirdiğim ilk an, müthiş bir eser ortaya koymuşum gibi hissederim kendimi. Rahatlama, mutluluk, başarmanın gururu gibi duygular içimden gelip geçer. Birkaç gün sonra geri dönüp baktığımda aynı Hemingway’in güzel tanımı gibi düşünürüm. “Bu ne lan? Sen ne yazdığını sanıyorsun? Buna öykü mü diyorsun?” gibi sözlerle kendimi sigaya çekerim. Dönüp dönüp düzeltirim en sonunda ne ilk ne de ikinci ruh halini hissederim, sadece öykünün tamamlandığını hissederim.
Dönüp dönüp bakmalar, kendini kaptırırsan hiç bitmez çünkü mükemmel metin yoktur. İçime sindiği zaman biter diyeyim. Bu bazen oldukça kısa sürede olur bazen de yıllar sürer. Dergilerde yayınlanan öykünün günahı olmaz diye düşünürüm, yani günahı olsa da Allah affeder. (Okur affetmez o ayrı… J) Bir öyküyü kitaba alırken ya da kitabın sonraki baskılarında öze ilişkin radikal değişiklik yapmayı, kendi adıma uygun bulmuyorum. Ama imla ve anlatımda ufak tefek değişikliklerle mükemmel olmasa da en iyisine ulaşmaya çabalarım. Mehmet Fırat Pürselim
Aslında önemli olan eserin son halinin bok gibi olmaması.
“Daktilonun (bilgisayarın/kağıt-kalemin) çağrısına hayır demeyi bilmedikleri için kendini dahi zanneden insan sayısı çok,” diyor aynı zamanda Hemingway.
Günümüzde bakıyoruz hâlâ ilk hâl gibi duran öyküler, kitaplar var. Yazarın vazgeçemediği sözcükler, cümleler var. En kötüsü vazgeçemediklerini bizim de biliyor olmamız. Öykünün fazladan bir sözcüğe tahammülü olmadığı biliniyor mu, çok emin değilim.
Ben silmem. Silgi kullanmam. Kusursuzluğumdan değil. Tükenmez kalemle yazdığımdan (Ah! emojiler neredesiniz?). Yanlış kullandığım sözcüklerin veya eksiltileceklerin üstünü çizip yanına, altına, boş bulduğum bir alana, düzelttiğim sözcüğü yazıyorum. Böylelikle metindeki çapaklı ve yanlış sözcüklerime de sahip çıkmış oluyorum. Metin bir kez daha okunduğunda o cümlenin/sözcüğün yenisini eskisiyle birlikte görmek, insanın metninde nasıl bir yol izlediğini de göstermesi açısından önemli diye düşünüyorum.
Metni bozup yeniden yazma hâli bitecek bir hâl değil. Bunun bende abartılı bir hâl aldığını kabul ediyorum. Ama kendimi bunu yapmaktan da alıkoyamıyorum. Dergiden ziyade kitap baskısına kadar bu tekrar okumalar, düzeltmeler bitmiyor. Sonra da diyorum ki; “Öykü de biraz kusurlu olmalı, tıpkı hayat gibi”, çok kurcalama Murat…Murat Darılmaz
Ben okur tarafından başkasına anlatılarak tüketilebilecek türden öyküler yazmayı sevmiyorum. Başka bir ifadeyle, salt ilginç olduğu için kaleme aldığım olaylara, ‘gelecekte beni farklı bir şekilde esinleyebilecek not’tan başka paye vermiyorum. Yazarken kaçak oynamadığımdan emin olmak istiyorum. Yazdığım metni okuyanın kalemin bana ait olduğunu tahmin edebilmesini hedefliyorum. Hepsi bir araya geldiğindeyse tuhaf bir haz duyuyor ve öykünün bittiğini seziyorum. Buna rağmen kitaplaşacak öykülere ilave işçilik gerekebiliyor. Bir dergide ya da kitapta önceden yayımlanmış olsa dahi, tekrarlar, kakafoni, gereksiz açıklamalar ve benzeri, ne varsa, ki olabiliyor, onlara müdahale etmekten hiç kaçınmıyorum.
Reyhan Yıldırım
Yazdığım öyküler kitapta yayımlandıktan sonra, onlarla ilgili yazma sürecim de zihnimde tamamlanmıştır ama yine de kitaba göz attığımda, kendimi bazen şu cümle şöyle daha iyi olmaz mıydı diye düşünürken bulurum. Ben yapı olarak da zor yazabilen biriyim, taslak tamamlandıktan sonra üzerinde oynamayı, eksiltmeler yapmayı ve sesli okumalarla özellikle diyalogların doğal bir akış içinde olup olmadığını kontrol etmeyi severim. Dergilerde yayımlanan öykülerimi kitaba alırken az ya da çok mutlaka değişiklikler olur, kitaplarımın yeni baskılarında da minik dokunuşlar yapma gereğini hissetmiştim. Metnin dili, ritmi ve atmosferi benim için önemli olduğundan, üzerinde titizlikle çalışılması ve hak ettiği zamanın verilmesi gerektiğini düşünürüm.Suzan Bilgen Özgün
Published on November 24, 2016 05:57
November 23, 2016
USTA ÖYKÜ ANLATICI ÜZERİNE
Herhangi bir şeyin ustası olmak birkaç yıl, hatta bir on yıl değil, bir ömür ister. Tamamen sanata dalmak ister. Sadece yirmi ya da en çok otuz yıldan sonra “ustalık” iddiasında bulunmak, bireysel anlatıcılar olarak bizim ya da bir bütün olarak bu alanın kendini beğenmişliğidir. Usta bir öykü anlatıcı kendini gösterdiğinde, bu konuda hiçbir kuşku olmaz. Hemen tanınabilen, muhtemelen anlatması zor bir niteliği olur. Yıllarca ya da bir ömür boyu belli bir öyküyü yaşadıktan sonra o öykü anlatıcının psişesinin bir parçası haline gelir ve anlatıcı öyküyü içeriden anlatır. Bu nitelik pek sık görülmez. Beceriklilik yeterli değildir. Ustalık rahat konuşmakta, hünerde, izleyicinin katılımını sağlama numaralarında değildir. Öykü sevilmek için, para ya da şöhret için anlatılmaz. Ustalık başka insanların öykülerini anlatmak değildir. Öykücü izleyiciler arasında belli birini ya da belli birilerini memnun etmeye çalışmaz; kimseyi memnun etmeye çalışmaz. Öykü anlatmak, kendi iç sesinize kulak vermek, sonra da sadece bir anekdot ya da şaka bile olsa, her öyküye yüreğinizi ve ruhunuzu koymaktır.Usta bir anlatıcı performans sanatlarında; harekette, zarafette, seste ve diksiyonda yetenekliolmalıdır. Şiirael açıdan usta, "dili germeye" çalışır. Büyüsel açıdan usta, ilk sözcükten son bıktırıcı imgeye kadar bir büyü kurmalıdır. Dünyadaki çalışmaları ve hayatı en eksiksiz şekilde yaşayarak kazandığıanlayış sayesinde anlatıcı izleyicinin kim olduğuna ve ihtiyaçlarının ne olduğuna dair esrarengiz bir duyuma sahip olur. Gerçek bir usta , izleyici için o anda tam olarak doğru olan öyküler seçer. Bu seçimleri yapabilmek çok geniş ve önmeli bir repertuvar gerektirir. Usta bir anlatıcıyı diğerlerinden en çok ayıran şey, repertuarın yelpazesi ve niteliğidir. Büyük bir repertuvar yavaş yavaş kurulur. Mükemmel anlatıcı öykünün içini dışını bilmekle kalmaz, öykü hakkındaki her şeyi de bilir. Öyküler bir boşluk içinde var olmaz. Steve Sanfield Şair ve öykü anlatıcısı
Kaynak Kurtlarla Koşan Kadınlar Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler Yazan Clarissa P. Estes Çeviren Hakan Atalay Ayrıntı Yayınları
Published on November 23, 2016 02:55
November 20, 2016
Mehmet Fırat Pürselim ile Söyleşi
Mehmet Fırat Pürselim, iki yeni kitapla okur karşısında. Akılsız Sokrates (Alakarga Yayınları/öykü) ve Kumsalda Korku Hikâyeleri (Rodinya Kitap/gençlik korku) Pürselim ile Türk dünyasının mit, masal ve efsaneleriyle beslenen Kumsalda Korku Hikâyeleri hakkında konuştuk.
Fırat, Kumsalda korku hikâyeleri Rodinya Kitap’tan yayımlandı ve 35. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nda okurlarla buluştu. Tebrik ederim. İlk tepkiler nasıl?
Çok teşekkürler Tuğba. Kitap çok yeni o yüzden ben de merakla tepkileri bekliyorum. Sınırlı sayıda olmakla birlikte, çeşitli yaşlardan okurun korktuğuna dair geri dönüşler aldım. Sonunun çok çarpıcı olduğunu, Kumsalda’yı merakla ve bir solukta okuduklarını söylediler. Ha bu arada kapağı çok beğenildi. Bu vesileyle kapak ve iç resimlerimizi çizen Selma Akaltun’a da teşekkür ve sevgilerimi gönderiyorum. Kitabı ilk okuyanlardan biri de sensin, sen nasıl buldun? (Röportajda çığır açtım, sanırım. J)
Türk dünyası, korkunun mitleri bakımından zengin olmasına karşın, iş yazılı edebiyata geldiğinde türün az sayıda, çocuk ve gençlik alt kategorisinde ise daha da az sayıda örneği olduğunu görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsun?
Az olduğunu biliyordum ama bu kadar da zannetmiyordum. Kitap çıktıktan sonra tasnif edildiği fantastik/korku türünde ürün veren oldukça az sayıda yerli yazarın bulunduğunu hayretle gördüm. Haklısın bizde korku mit ve hikâyeleri yaygındır ve evde, kahve, kumsalda (J) sıklıkla anlatılır. Anlatırken bu denli sık olan bir şeyin yazarken seyrek olması yazıyla uzak ilişkimizden kaynaklandığı kadar, bu türün edebiyatın içinde sayılmamasından da -hele de gençlik alt kategorisinin tavuğun suyunun suyu gibi görülmesinden- kaynaklanabilir. 90’ların sonlarından itibaren tercüme eserleri ilk okumaya başladığımızda yazıldığı dünya için bilindik kavramlar olan ama bizim çözmekte zorlandığımız pek çok karakter ve kavramla karşılaştık: Elfler, cüceler, druidler, Sabbatht ayinleri vs. Bunları yerine oturtana kadar canımız çıktı. Ben de daha bizden Türk ve İslam mit ve kaynaklarından beslenen hikâyeler anlatmak istedim.
Kitapta yer alan öyküler, sözlü halk geleneğine ait efsanelerden el alıyor. Kısa anlatılar, uzun tasvirlere yer yok, daima şahitlikle açılıyor. Türk Dünyasının Mit, Masal ve Efsanelerinin senin yaşamında ve yazın hayatında önemi nedir?
Öyküler aslında her birine masalcı da diyebileceğimiz kahramanlar tarafından anlatılıyor. Tıpkı geçmiş zaman saz aşıkları, destancıları ya da dengbejleri gibi. Halk edebiyatı geleneğinden gelenler kadar modern öyküler de var. Ama özellikle öykü içinde öykü olarak adlandırabileceklerimiz tam da söylediğin biçimde kısa anlatılar, az tasvirlerle olaya odaklanmış, geleneğe sırtını dayayan metinler, çok sevdiğim masalcılara selam gönderme niteliğinde.
Masal ve mitlerin, okuduklarımda ve yazdıklarımda ne kadar önemli yerleri olduğunu, -benim gibi bir masal âşığı olan sen de- çok iyi biliyorsun. Bu konuda birlikte çalışmalar da yaptık. Sadece Türk Dünyası değil, tüm dünya masal ve mitlerine karşı ilgim var. Bu konularda yoğun okumalar yaptığım gibi Avrupa masallarıyla Anadolu masallarını karşılaştırıp kaynaştıran bir araştırma yapıyorum. Binlerce sayfa okudum, yüzlerce sayfa yazdım; deli bir iş araya başka projeler de giriyor ama günün birinde tamamlayacağıma inanıyorum. Dünya üzerinde yazılmış pek çok büyük romanın özünde masal ve mite dayandığını, bu kaynaklara inmeden değil edebiyatı hayatı anlamamızın bile zor olduğunu düşünüyorum. Masalsı edebi metinlerimiz özellikle de öykülerimiz oldukça sınırlı. Oysa büyülü dünyaları var. Son dönemde senin ve sevgili Berna Durmaz’ın kimi öykülerinde bunu nefis biçimde becerdiğinizi görüyorum. Ellerinize sağlık. Sizin yaptığınız öyküyle masalı birleştirmekti, ben de bu kitaptaki kimi öykülerde korkuyla masalı / miti birleştirmeye çalıştım.
Kitapta, 1001 Gece Masalları’nda olduğu gibi çerçeve öyküler var. Kitabın kahramanlarından biri ve anlatıcı olan Tufan, bir yaz gecesi kumsalda, ateşin başında tanıştığı arkadaşlarının hikâyelerini bize aktarıyor aynı zamanda öyküler arasında bir köprü vazifesi görüyor. Bu anlatım tekniğinin, genç okurun zihninde kısa süreli de olsa kafa karışıklığı yaratabileceğini düşündün mü?
Çatı hikâye ve onun altında sıralanan hikâyeler ve hatta kimi hikâyelerin içinde de alt hikâyeler var. Bu 1001 Gece Masalları’nda, Decameron’da kullanılan teknikle benzer. Salt bağsız hikâyeler anlatmak istemedim, bunları bir çatının altında toplayarak, tıpkı Şehrazat gibi hem ilgiyi canlı tutmaya çalıştım hem de okura iki hikâye arasında soluklanma şansı tanıdım. Belki bu tarza yabancı olan okur için bir kafa karışıklığı yaratabilir ama çatı hikâyenin de boşuna olmadığını ve onun da aslında sırlar barındırdığı fark etmeye başladığında bence taşlar yerine oturacaktır. Romanın sonunda, okurun “Vay be!” diyerek hınzır bir gülümseyişle birlikte aydınlanma yaşamasını isterim.
Şehrazat bu öyküleri hayatta kalmak için anlatıyordu. Tufan neden anlatıyor?
Tufan… Tufan… Zor olacak ama sonunu söylemeden, cevap vermeye çalışacağım. J Görüntü silinip de ses duyulmaya başlandığında en karizmatik kişi en iyi hikâye anlatandır. İnsanlar kendilerine en iyi yalanı söyleyeni başlarına yönetici yaparlar en yakışıklı olanı değil. Kadim zaman şifacıları, kahinleri, bilgeleri en iyi hikâye anlatanlar olurdu. Hepimiz başımızdan şöyle havalı, insanların ilgisini çekecek bir macera geçmesini isteriz. Hele de 18 yaşındaysak, kumsalda ateşin başında toplanmışsak, hoşlandığımız birilerinin ilgisini çekmeye çalışıyorsak, herkes dehşetli hikâyeler anlatıyorsa, bizimse anlatacak ilginç bir şeyimiz yoksa kendimizi çok soluk hissederiz. En soluk resim Tufan bize hikayeleri anlattıkça renkleniyor, kitabın sonuna geldiğimizde rengarenk bir kişiliğe bürünüyor. ‘Kanlı canlı’ derler hani öyle gözüküyor diyebilir miyiz?... Neyse neyse daha fazla anlatmayacağım.
Fırat, Kumsalda korku hikâyeleri Rodinya Kitap’tan yayımlandı ve 35. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nda okurlarla buluştu. Tebrik ederim. İlk tepkiler nasıl?
Çok teşekkürler Tuğba. Kitap çok yeni o yüzden ben de merakla tepkileri bekliyorum. Sınırlı sayıda olmakla birlikte, çeşitli yaşlardan okurun korktuğuna dair geri dönüşler aldım. Sonunun çok çarpıcı olduğunu, Kumsalda’yı merakla ve bir solukta okuduklarını söylediler. Ha bu arada kapağı çok beğenildi. Bu vesileyle kapak ve iç resimlerimizi çizen Selma Akaltun’a da teşekkür ve sevgilerimi gönderiyorum. Kitabı ilk okuyanlardan biri de sensin, sen nasıl buldun? (Röportajda çığır açtım, sanırım. J)
Türk dünyası, korkunun mitleri bakımından zengin olmasına karşın, iş yazılı edebiyata geldiğinde türün az sayıda, çocuk ve gençlik alt kategorisinde ise daha da az sayıda örneği olduğunu görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsun?
Az olduğunu biliyordum ama bu kadar da zannetmiyordum. Kitap çıktıktan sonra tasnif edildiği fantastik/korku türünde ürün veren oldukça az sayıda yerli yazarın bulunduğunu hayretle gördüm. Haklısın bizde korku mit ve hikâyeleri yaygındır ve evde, kahve, kumsalda (J) sıklıkla anlatılır. Anlatırken bu denli sık olan bir şeyin yazarken seyrek olması yazıyla uzak ilişkimizden kaynaklandığı kadar, bu türün edebiyatın içinde sayılmamasından da -hele de gençlik alt kategorisinin tavuğun suyunun suyu gibi görülmesinden- kaynaklanabilir. 90’ların sonlarından itibaren tercüme eserleri ilk okumaya başladığımızda yazıldığı dünya için bilindik kavramlar olan ama bizim çözmekte zorlandığımız pek çok karakter ve kavramla karşılaştık: Elfler, cüceler, druidler, Sabbatht ayinleri vs. Bunları yerine oturtana kadar canımız çıktı. Ben de daha bizden Türk ve İslam mit ve kaynaklarından beslenen hikâyeler anlatmak istedim.
Kitapta yer alan öyküler, sözlü halk geleneğine ait efsanelerden el alıyor. Kısa anlatılar, uzun tasvirlere yer yok, daima şahitlikle açılıyor. Türk Dünyasının Mit, Masal ve Efsanelerinin senin yaşamında ve yazın hayatında önemi nedir?
Öyküler aslında her birine masalcı da diyebileceğimiz kahramanlar tarafından anlatılıyor. Tıpkı geçmiş zaman saz aşıkları, destancıları ya da dengbejleri gibi. Halk edebiyatı geleneğinden gelenler kadar modern öyküler de var. Ama özellikle öykü içinde öykü olarak adlandırabileceklerimiz tam da söylediğin biçimde kısa anlatılar, az tasvirlerle olaya odaklanmış, geleneğe sırtını dayayan metinler, çok sevdiğim masalcılara selam gönderme niteliğinde.
Masal ve mitlerin, okuduklarımda ve yazdıklarımda ne kadar önemli yerleri olduğunu, -benim gibi bir masal âşığı olan sen de- çok iyi biliyorsun. Bu konuda birlikte çalışmalar da yaptık. Sadece Türk Dünyası değil, tüm dünya masal ve mitlerine karşı ilgim var. Bu konularda yoğun okumalar yaptığım gibi Avrupa masallarıyla Anadolu masallarını karşılaştırıp kaynaştıran bir araştırma yapıyorum. Binlerce sayfa okudum, yüzlerce sayfa yazdım; deli bir iş araya başka projeler de giriyor ama günün birinde tamamlayacağıma inanıyorum. Dünya üzerinde yazılmış pek çok büyük romanın özünde masal ve mite dayandığını, bu kaynaklara inmeden değil edebiyatı hayatı anlamamızın bile zor olduğunu düşünüyorum. Masalsı edebi metinlerimiz özellikle de öykülerimiz oldukça sınırlı. Oysa büyülü dünyaları var. Son dönemde senin ve sevgili Berna Durmaz’ın kimi öykülerinde bunu nefis biçimde becerdiğinizi görüyorum. Ellerinize sağlık. Sizin yaptığınız öyküyle masalı birleştirmekti, ben de bu kitaptaki kimi öykülerde korkuyla masalı / miti birleştirmeye çalıştım.
Kitapta, 1001 Gece Masalları’nda olduğu gibi çerçeve öyküler var. Kitabın kahramanlarından biri ve anlatıcı olan Tufan, bir yaz gecesi kumsalda, ateşin başında tanıştığı arkadaşlarının hikâyelerini bize aktarıyor aynı zamanda öyküler arasında bir köprü vazifesi görüyor. Bu anlatım tekniğinin, genç okurun zihninde kısa süreli de olsa kafa karışıklığı yaratabileceğini düşündün mü?
Çatı hikâye ve onun altında sıralanan hikâyeler ve hatta kimi hikâyelerin içinde de alt hikâyeler var. Bu 1001 Gece Masalları’nda, Decameron’da kullanılan teknikle benzer. Salt bağsız hikâyeler anlatmak istemedim, bunları bir çatının altında toplayarak, tıpkı Şehrazat gibi hem ilgiyi canlı tutmaya çalıştım hem de okura iki hikâye arasında soluklanma şansı tanıdım. Belki bu tarza yabancı olan okur için bir kafa karışıklığı yaratabilir ama çatı hikâyenin de boşuna olmadığını ve onun da aslında sırlar barındırdığı fark etmeye başladığında bence taşlar yerine oturacaktır. Romanın sonunda, okurun “Vay be!” diyerek hınzır bir gülümseyişle birlikte aydınlanma yaşamasını isterim.
Şehrazat bu öyküleri hayatta kalmak için anlatıyordu. Tufan neden anlatıyor?
Tufan… Tufan… Zor olacak ama sonunu söylemeden, cevap vermeye çalışacağım. J Görüntü silinip de ses duyulmaya başlandığında en karizmatik kişi en iyi hikâye anlatandır. İnsanlar kendilerine en iyi yalanı söyleyeni başlarına yönetici yaparlar en yakışıklı olanı değil. Kadim zaman şifacıları, kahinleri, bilgeleri en iyi hikâye anlatanlar olurdu. Hepimiz başımızdan şöyle havalı, insanların ilgisini çekecek bir macera geçmesini isteriz. Hele de 18 yaşındaysak, kumsalda ateşin başında toplanmışsak, hoşlandığımız birilerinin ilgisini çekmeye çalışıyorsak, herkes dehşetli hikâyeler anlatıyorsa, bizimse anlatacak ilginç bir şeyimiz yoksa kendimizi çok soluk hissederiz. En soluk resim Tufan bize hikayeleri anlattıkça renkleniyor, kitabın sonuna geldiğimizde rengarenk bir kişiliğe bürünüyor. ‘Kanlı canlı’ derler hani öyle gözüküyor diyebilir miyiz?... Neyse neyse daha fazla anlatmayacağım.
Published on November 20, 2016 10:41
Tuğba Gürbüz's Blog
- Tuğba Gürbüz's profile
- 1 follower
Tuğba Gürbüz isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.

