Defne Suman's Blog, page 36
January 10, 2013
Üzülmek Yasaktır!

Photo: Aisha Harley
Ve işte nihayet üzüntü hakkında bir şeyler yazmak üzere karşınıza geçtim. Üzüntü bizi sıkça yoklayan ama hakkında fazla kafa yormadığımız bir duygu. Bir şeylerin kaybını idrak ettiğimiz anda bilince çıkan bir duygu. Hüzün ve kederin akrabası ama onlardan farklı. Neresi farklı diyecek olursanız, bedendeki hissedildiği yeri farklı derim. Başka ince farkları da vardır elbet. Süresi, şiddeti, çıkış sebepleri, geçiş noktası. Hüzün ve kederin bedende daha geniş bir alan kaplarlarken (fikrimce) üzüntü onlara göre daha ufak bir bölgede cereyan ediyor. Belki de bu sebepten onu akrabaları hüzün ve keder kadar ciddiye alamıyor, hakkında şarkılar, şiirler düzmüyoruz. Daha basit bir şey üzüntü, daha günlük, daha alelade. Cereyan ettiği alanı da pek bir dar zaten, diyoruz. Sanki.
Belki hüzün ve keder sadece daha teferruatlı değil aynı zamanda daha aşina duygular, durumlardır. Üzüntüye üvey evlat muamelesi yapmamız biraz da onu doğru dürüst tanımayışımızdan kaynaklanıyordur belki. Hüzünden, kederden de daha çok aşina olduğumuz duygularımız var bu arada: Endişe ve öfke. Üzüntüyü baş gösterdiği yerde kışkışlamak için görevlendirdiğimiz body-guard duygular bunlar.
Bir örnek vereyim:
İki gece önce fazla hızlı çiğnediğim sebzelerim ve oldum olası hazmedemediğim (sen Çinli misin ki sindirim sisteminin pirinci hazmetmesini bekliyorsun, demişti bir kez Zhander Hoca) beyaz pilavdan oluşan akşam yemeğim sonrasında mide kramplarıyla iki büklüm kıvranıyorum. Ağzımdan nefesler alıyorum, karnımı gevşetiyorum, ovalıyorum, yok hiç bir şey işe yaramıyor. Kramplar canımı alıyor. Öyle fenayım. Tek istediğim sırt üstü yatıp karnıma Digest Zen (sindirimi sağlayan mucizevi bir yağ karışımı) masajı yapmak. Ama gelin görün ki dışarıdayız. Sebzeleri, pilavı dışarıda yemişiz, eve dönmek gerek.
Çoğunuz biliyorsunuzdur bizim Bey’in bacakları tutmuyor. MS hastalığı yüzünden tekerlekli sandalye ile hareket ediyor. O kramp arası onu arabaya, tekerlekli sandalyeyi bagaja yerleştirdim. İnleye inleye eve sürdüm. Sonra yine tekerlekli sandalyeyi, arkasından bizim Bey’i arabadan çıkardım. Beraber bizim daireden içeri girdik. Kendimi hemen yatağa atacağım. Olmadı. Bey’in bir kaç başka şey için de bana ihtiyacı oldu. Tuvalete gitmesi, ayakkabılarını çıkarması filan gerekiyor ve normalde bütün bu işlerini benim yardımımla yapabiliyor. Her akşam yaptığım bu işler, o kramp anında birden gözümde müthiş büyüdü ve birden hiç beklemediğim bir üzüntü dalgasıyla sarsıldım. Gözlerim doldu. Onu orada bırakıp yatak odasına geçtim, yatağa uzandım, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
Ben çocukluğumdan beri çok ağlarım. Severim de ağlamayı. Rahatlatır, hatta güçlendirir beni akıttığım göz yaşları. Sırt üstü yattığım yerde birazcık ağladım, sonra baktım yavaş yavaş tanıdık bir duygu beni sarmalamaya başlıyor. Kim o? Öfke tabii ki. “Niye buradayız Allah aşkına» diye soruyor tıslaya tıslaya «Dünyanın bu ücra köşesinde bize yardım edecek kimsemiz yok?» Öfkeden güç alan o iç ses kocakarı gibi söylenmeyi sürdürüyor. O söylendikçe benim gözyaşlarım kuruyor ve hedef bulmuş öfkem (bizim Bey) oklarını bilemeye başlıyor. Tuvaletten kalkıp yanıma geldiği an başlayacağım fırlatmaya. Sırf o rahat ediyor diye dünyann bu uzak köşesinde, ailelerimizin desteğinden mahrum yaşıyoruz. (yanlış ama o anda takan kim) Hep onun yüzünden. Tuvaletten gelmesini bile beklemeyeceğim. Şimdi hemen odadan banyoya bağırabilirim. Dilimi iyice sivriltmiş suçlamayı odadan banyoya yollamak üzereyken, içimden bir ses, ses de diyemeyeceğim, bir el beni durdurdu.
«Bir dakika durur musun? dedi yumuşak el/ses. «Sen biraz önce ağlıyordun hani. »
«Evet, ne olmuş?»
«Ne hissediyordun ağlarken?»
«Ağlıyordum çünkü burada herşeyi ben tek başıma yapmak zorundayım! Oysa… »
«Yok, yok, neden ağlıyordun demedim. Ne hissediyordun, diye sordum. Sebepleri düşünmeden önce, hangi duygu ile kendini yatağa atmıştın?»
«Ü-ü-üzgündüm.»
«Hımmm, peki şimdi? Öfkenin perdesini kenara çekecek olursak?»
«Halâ üzgünüm.»
«İzin verir misin?»
«Neye?»
«Üzüntüyü yaşamana, öfkeye, endişeye kaçmadan orada durmaya. Bir denemek ister misin?»
Bu benim için çok zor bir şey. Üzüntüye izin vermek. Bradshaw’ın Aile Kurallarını bir kısmınız duymuşsunuzdur belki. İleride bu konuda daha çok yazmak istiyorum. Şimdi kısaca ne olduğunu yazayım. Hepimizin bilinçaltına ve davranışlarına sızmış bir takım aile kurallarımız var. Bir uzman tarafından mercek altına alınmadığımız takdirde kolay kolay kendi başımıza keşfedebileceğimiz kurallar değil bunlar. Bilincimizin altına, üstüne ince ince yerleşmiş kurallar. Kuşaklar boyunca ailemiz bu kuralları, değerleri ve inançları içselleştirmiş, dünyayı o kuralları merceğinden algılamaya şartlanmış ve kuralları farketmeden sonraki kuşaklara geçirmiş.
Bradshaw’a göre en güçlü aile kuralları insan olmak ve hayatın anlamı ile ilgili olarak ailemizden öğrendiğimiz değer yargıları.
Anlamlı bir hayat yaşamak için…
Gerisini siz nasıl dolduruyorsanız o sizin en temel aile kuralınızı belirliyor.
Anlamlı bir hayat yaşamak için insanlığa faydan dokunmalı
Anlamlı bir hayat yaşamak için kendi mutluluğunu herşeyin üzerinde tutmalısın
Anlamlı bir hayat yaşamak için başkalarının mutluluğunu herşeyin üzerinde tutmalısın.
Anlamlı bir hayat yaşamak için bir aile kurmalısın.
Anlamlı bir hayat yaşamak için ülken için canını vermeye hazır olmalısın.
Anlamlı bir hayat yaşamak için çalışıp, ekmeğini kazanmalısın.
Anlamlı bir hayat yaşamak için ailenin ne pahasına olursa olsun korumalısın.
Bu en temel aile kuralı. Hepiniz kendi inançlarınıza bakarak aile kuralınızı bulabilirsiniz. (Yogada karma kırmak denen şey de işte bu kuşaklardır sorgulanmadan aktarılan aile kuralını keşfedip kendini ve sonraki kuşakları o kuraldan özgürleştirmek anlamına geliyor. Bu konuya da bir sonraki yazıda değinelim.)
Hayatın anlamına dair taşıdığımız temel kuralının yanısıra, o temel kuraldan çıkarak dallanıp budaklanan başka bir dolu aile kuralı var. İşte bazıları:
Aileyi «dışarıya» karşı küçük düşürecek durumları «dışarıdan» gizleyeceğiz. (Ensest, aldatma, iflas, homoseksüellik konularını asla –kendi aralarında bile- konuşmayan ailelerin kuralı)
Bütünün devamı, bireyin mutluluğunun üstündedir. (Bütün ıstıraba rağmen boşanmayan karı-kocaların kuralı)
Ailenin onuru bireyin hayatından daha değerlidir. (Oğullarını kız kardeşlerini öldürmeye kandıran ailelerin kuralı)
Ve daha küçük kurallar:
Öfke sadece babanın hakkıdır. Çocukların ve annenin öfkelenmesi yasaktır.
Çocukların aile kararlarında söz hakkı yoktur.
Çocukların konuşma hakkı yoktur.
Ve bunların yansıra:
Ailemiz sınırlarınca Üzülmek Yasaktır.
Kulağa saçma gelen bu son kural çoğumuzun ailesinde geçerli bir kural aslında. Bizim ailede bu kural hala geçerlidir mesela. Bunca bolluk ve saadetin içine doğmuş bir çocuğun hayatından şikayet etmeye, ağlayıp sızlamaya ve üzülmeye hakkı yoktur. Allah’ın gücüne gider. (çocukken en çok başıma bu gelecek diye korkardım.) Çocuklar özellikle, ama genelde herkes, aile sofrasında neşeli, konuşkan, «cıvıl cıvıl» olmalı, üzüntülerinden bir hamlede sıyrılmayı bilmelidirler.
Bu tip bir ailede büyüdüyseniz büyük olasılıkla üzüntü denen duygu belirdiği anda bir diğer duyguyu tetikliyordur: Suçluluk duygusu. Suçluluk duygusu, adı üstünde bir suçluyu gerektirir. Kendimizi suçluyorsak buradan endişe doğar. Kendimizi suçlamıyorsak bir başka suçlu bulmamız icab eder. İlk hedefi bulduğumuz anda suçluluk duygusu kendini öfkeye bırakır. (Benim sırt üstü yatarkenki halim. )
Öfke ya da endişe, üzüntüyü kışkışlasın diye salıverdiğimiz nispeten kolay, anlaşılır, aşina olduğumuz duygulardır. Aile içinde yasaklanmamışsa kolaylıkla sizi yanlış yere yönlendirebilirler. Tuvalette oturan bizim Bey’in halini düşünün. Karın kramplarından mustarip karısı önce hıçkırıklara boğulup mekanı terk ediyor, iki dakika sonra yan odadan saldırıya başlıyor. Ortada fol yok yumurta yokken –bir de yanlış yere- suçlanıyor adam. Niye? Çünkü karısı üzüntüyü tanımadığı gibi orada duramıyor. Kaçması gerek üzüntüden. Çünkü onun kafasında üzülmek yasaktır.
Öfkemi ona yönlendirip (senin yüzünden ben böyle kötü hissediyorum kendimi) saldırınca ben üzüntüyü yaşamaktan kaytarmış olacağım o kesin. Ama bizim ilişkimize ne olacak? Çiftlerin başına çok gelen bir durum bu. Bizim aramızda bir çatlak oluşacak. Onarmazsak ve başka saldırılarla derinleştirirsek günü geldiğinde ilişkimizi çat diye ikiye ayıracak bir çatlağa sebebiyet verecek benim hedefini şaşırmış öfkem.
Ama yok, işte öyle olmadı bu sefer. Ki karma kırmak (bir sonraki yazımızın konusu) böyle bir şey. O ses/el konuşunca (yogayla uyanan bir kaynaktan uzanıyor o el) ben bir durdum. Durdum çünkü biliyorum. Devam ettiğim Transpersonel Psikoloji eğitiminde Bradshaw’un Aile Kuralları konusunu yeni işledik ve her birimiz kendi aile kuralımızı keşfettiğimiz egzersizler yaptık. Benimki «Βu ailede üzülmek yasaktır. Takdir ve sevgi istiyorsanız aile meclislerimize üzüntülerinizden arınarak geliniz. » çıktı.
Bu bilgiyi daha yeni öğrenmiş olduğum için durdum. Kendimi öfkeden çekip üzüntünün merkezine geri taşıdım. Ve orada ne oldu biliyor musunuz? Arka planda çalışan ama çok alıştığınız için artık sizi ne kadar rahatsız ettiğini unuttuğunuz bir makina birden susunca bir sessizlik, bir huzur yayılır, oh be dersiniz ya…Hah, işte aynı öyle oldu. Öfkeden güç alan ses susunca, üzüntünün ortasında yatan ben kendime acımadan, bir bilimkadını sesiyle durumu banyodaki Bey’e rapor ettim:
«Çok üzgünüm.»
Bu konu burada kalmaz, haklısınız. Karma kırmak, aile kuralları, üzüntüye izin vermek…Hepsi devam edecek. Yogadan sonraki ilk yazda bunların hepsine yer var. Yarın yine gelirim. Hoşçakalınız.


January 9, 2013
Bir İçe Dönüş Hikayesi- 6

Foto: Rebekka Hass
Bakın bu sabah Middlesex’den önce sizin kapağınızı açtım. Saat sabah 8:02. Yer Albina Press (her daim bir klasik). Middlesex sonuna yaklaştığı için iyice ağırlaştım. Bitince içine düşeceğim bunalımın ölçülerini tahmin ediyorum. Bir sevgiliden ayrılmışım gibi olacak. Taş gibi bir boşluk içime yerleşecek. İçimdeki ses (Elif’im) başka romanlar girecek hayatına, üzme kendini bu da geçer diye beni teselli etmeye çalıştıkça moralim iyice bozulacak. (Son aşkımın tazeliğini sonsuza dek koruyamayacağımı kendim de bildiğimden.) O yüzden son yüzde yirmide işi ağırdan alıyorum, her fırsatta kendisi ile buluşmak için fırsat yaratmıyorum. Önce bir epostalara bakayım, sonra okurum diyorum.
Ama tek sebep romanımla arama koymak istediğim tatlı mesafe değil. Sizlerin yazılarıma göstermiş olduğunuz ilginin parmaklarımın kindle’dan önce klavyeye uzanmasında epey bir etkisi var sevgili okur. Şu taşlama, bok atma sanatının ilişkilerimizi zehirlemesi ve bizleri müthiş yorması konusu mesela, meğerse herkesin ortak derdi imiş. Yakınında bulunmayı pek sevdiğim bilge kadınlar arkadaşlarımdan biri olan Petek Hoca çok yerinde bir yorum yapmış ve demiş ki:
“Evet ya, benim de o yıllardaki arkadaşlarım aynı şekil iletişim kurardı, herkes yemez içmez birbirine bok atardı, altta kalanın canı çıksındı. Hala nadir de olsa görüştüğümde benzer muhabbetler olur, çok da sıkıcı oluyor. Eskiden nasıl dayanmışım bu gerginliğe ve neden bilmiyorum. Başka türlüsünü bilmediğimiz için herhalde. Hele de diğerlerininkine benzemeyen tercihlerin varsa hayatta, boklar büyür. Demek benden 4-5 yaş genç olan sizin takım da bu tip takılırmış İstanbul’da. Acaba İstanbul mu böyle yapıyor milleti? Kıymet bilmek, takdir göstermek ayıptır diye bir görünmez veri mi şırıngalanıyor. Vallahi araştırılası. Dünyanın başka hiç bir yerinde görmedim ben bu zersemliği.”
Özellikle de altını çizdiğim o cümleyi pek yerinde buldum. Kıymet bilmek, takdir göstermek ayıptır diye bir görünmez veri mi şırıngalanıyor? Bir nevi aşağılık kompleksi mi bu? Birisi hakkında iyi bir şeyler söylemek ancak o kişi öldükten sonra mı mümkün oluyor? (Ben gizli gizli cenazesini hayal ederek kanına tatlı bir zevk zerk edenlerdenim.) Neyse, bu işte bizlerin ortak yarası imiş. Belki Okan Bayülgen’den sonra iyice yaygınlaşmış, meşrulaşmıştır bu dalga geçmek üzerinden kurulan bağlar. Annemler de birbirleri ile dalga geçiyorlar ama iletişimin çok ufacık bir bölümünü oluşturuyor bu taşlamalar. Ve bence bizden en önemli farkları altta kalmamalıyım endişesi yok, gülüp geçiyorlar. Bizim kuşağın (1960-1990 arası doğanları bizi kuşak yaptım. Bir eksik iki fazla.) varlıklı, eğitimli, yüksek hayat kalitesinde büyümüş çocuklarının bir acısı bu galiba.
Şimdi bizim kuşağı böyle yıllara sığdırınca aklıma, 90′lar ucundan bizim kuşağa dahil edebileceğim bir öğrencimin sevgilisi ile yaptığı Skype görüşmesi geldi. Genç öğrencimle ben Avrupa’nın bir şehrinde aynı odada kalıyoruz. Ben bir köşede yazı yazarken, o da sevgilisi ile Skype’da konuşuyor. Sanırsınız ki meydan muharebesi yapıyorlar. Odanın yatak tarafıdan “geri zekâlı, ay hadi bıktım senden, aptal, salak, of yeter be, çok salaksın oğlum/kızım”lar gırla gidiyor. Konuşma bittiğinde, (of tamam hadi bıktım senden kapatıyorum\ salak!) kızımızın sinirleri gergin tabii. Aranız mı kötü, kavga mı ettiniz filan diyorum. Yoo biz hep böyleyiz, diyor. Diyorum, “Bu oğlan senin sevgilin değil mi, birbirinizi sevmek için beraber olmayı seçmediniz mi? Her zamanki haliniz sevgiye dair tek bir söz bile içermiyorsa, bu nasıl sevgililik kurumu?” Ağzımdan çıkan sözler aynen nenemin sözleri (demek ben de bir sevgilimle böyle konuşmuşum bir zamanlar ki nenem bana bu lafları etmiş.) farkındayım, ancak şimdi anlamı yüreğime yerleşmiş. Neneciğim, nur içinde yat, e mi?
***
Bizi içe dönüşe yönlendiren disiplinler (yazı da dahil) sadece içeriyi keşfetmeyi değil, aynı zamanda kaleyi içerinden güçlendirmeyi de amaçlıyor. İçerisi güçlü olduktan sonra kim korkar altta kalmaktan değil mi? Öyle olmuyor işte. Alışkanlığın canı çıksın. Ben hala İstanbul’da eş dost arasında kendimi gardımı almış, şatafatlı bir hamle ile üste çıkmayı planlarken buluyorum ara sıra. Bu ne demek? Kalenin tadilatı henüz bitmemiş mi demek? Büyük olasılıkla. Bitmez, bitemez öyle kolay kolay zaten. Bitti dediğimiz gün biz bitmişiz demek zaten.
Kalenin tadilatı devam ediyor. Kalemiz bir ömür tadilatta kalacak. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Biz tadilat esnasında dahi kalenin içinde rahat edeceğimiz bir ortam yaratıyoruz, sizi de bekleriz bu arada. İçeride size taş atılmayacaktır, gardınızı girişte bırakabilirsiniz.
Bu gard ne demek aslında?
Gardımızı aldığımız her sefer ne düşünüyoruz? Çoğul konuşmamayım şimdi, doğruya doğru, sizin ne düşündüğünüzü bilmiyorum ama ben benim istikametime doğru yapılan bir şakaya karşı gardımı alırken şöyle düşünüyorum:
Bu insan(lar) beni sevmiyor. Bu insan (lar) benim arkadaşlarım değiller.
Bu arada bu insanlar benim arkadaşlarım ve beni sevdiklerini biliyorum. Ama işte gardı ve karşı atağı gerektiren (gerektirdiğine inandığım) durumlarda birden perspektifimi çarpıtan bir gözlük takmış gibi oluyorum. O gözlüğün ardından baktığımda gördüğüm şey:
Bu insanlar beni sevmiyor.
Bu bahsettiğim Transpersonal Psikoloji’de kullanılan bir teknik. Karşınıza bir grup yeni tanıştığınız insan koyuyorlar ve hayali bir gözlüğü yüzünüze yerleştirmenizi istiyorlar. İlk gözlükten bakınca karşınızdaki yüzlerin hepsi dost canlısı görünüyor. Arka fonda bir ses, size ne gördüğünüzü söylüyor. Bu insanlar benim dostum, bu insanlar benim iyiliğimi istiyor, beni beğeniyor, beni seviyor vs. Sonra gözlüğü değiştir diyorlar. Yeni bir gözlük takıyoruz. Bu defa arka fondaki ses diyor ki, bu insanlar beni sevmiyor, beni beğenmiyor, beni küçük görüyorlar vs.
Amaç hangi sesin iç sesimize daha fazla benzediği. İnsanların bizi sevdiğine mi inanıyoruz, yoksa bizi baştan beğenmedikleri varsayımı ile ilişkiye başlıyoruz?
Bu durum sadece yeni tanıştığımız veya tanımadığımız insanlarla kurduğumuz ilişkiye özgü değil. İç kalemiz belli bir sağlamlığa erişmediği takdirde ayaklarımız hep kaygan bir zeminde duruyor. Bizi sevdiğine inandığımız bir insanın ufak bir ihmali veya sivri sözü, bir sabah bizi asık suratla karşılaması veya bir ricamızı ret etmesi, bizi derhal “bu insan beni sevmiyor” merceğinin arkasına geçiriveriyor. Belki bir saniye sürüyor ama oluyor. Saniye ardına saniye ekleniyor, sonunda biz yoruluyoruz. Gard almaktan, taarruza geçme ihtiyacımızdan, kendi tepkilerimizden sıkılıyor, yoruluyor ama neden bazı ilişkilerin bizi mutlu etmediğini çıkaramıyor, çoğunlukla kendimizi suçluyoruz. (Sorun sende değil bende honey.)
Sonra da üzülüyoruz. Üzüntü esaslı bir konu. Bugün bundan bahsedecektim değil mi? Üzüntüye yer açmak. Bakın parmaklar kendiliğinden nerelere gittiler. Üzüntüye yer açmak yine yarına kaldı. Bu vesile ile şu soruya da cevap vereyim, çünkü çok sık soruluyor. Nasıl oluyor da tam şu aralar bulunduğunuz içsel evrim noktasına dair şeyler yazmayı başarıyorum? Bu benim değil, sizin başarınız aslında. Benim parmaklarla iletişime geçen sizsiniz. Parmaklar onlardan istenen şey ne ise o konuda yazıyorlar. Ben arada bir tünel oluyorum sadece.
Bir kez daha 1000. Kelimeye yaklaşırken ancak ben parmakları durduruyor ve kindle’a uzanıyorum. Bundan sonraki bir saati Calliope ile kahve içerek geçireceğim.
Müsadenizle…
Defne.
Yarın : (kısmetse) Üzüntüye yer açmak ve Yoga sonrası ilk yaz tatili felaketi…


January 8, 2013
Bir İçe Dönüş Hikayesi- 5

Defne Hoca Derste!
Anlayacağınız daha ilk günden yogayı çok sevdim. Ne yalan söyleyeyim, başlarda algıyı değiştirip bizi başka alemlere taşıyan uyuşturucu/uyarıcılar gibi görüyordum yogayı. Kafasını seviyordum yani. Gevşeme pozisyonunda yatarken gözlerimin önünde renkli ışıklar patlıyor, bedenim arı kovanı gibi titreşiyor, bağdaş kurup oturduğumuzda birbiri ardına kehanetler yağıyor, hafızamın en tozlu köşelerine saklanmış anılarım canlanıyordu. Yogadan sonra yüreğim bir hafiflemiş, olaylara bakışımda hafif bir sapma olmuştu. Öyle her hayal kırıklığında kendimi mağdur kişi olarak kurgulamıyordum mesela, varsa bir sorun, yarısı benden kaynaklanıyordur filan diye düşünmeye –hafiften- başlamıştım. En benden uzakmış gibi görünen anlaşmazlıklarda bile.
Ama esas değişiklik tepki vermeyi kesince oldu. Meğer ben her duyduğum şeye aktif olarak tepki vermeden duramıyormuşum. Sadece yogada değil, Budist çalışmalarda da kullanılan bir teknik bu. Hemen tepki verme. Bu tepki acele kendini savunmaya geçmekten tutun da, birini dinlerken durmadan başınızı sallamaya, hı-hı demenize kadar gidebiliyor. İlla ki de bir şey yapma, duruma hakim olma ihtiyacı yatıyor arkasında. Benimki tepki verme alışkanlığım meğerse had safhadaymış. Her söylenen söze verilecek bir cevabım olmalıymış muhakkak. Öne sürülen fikirlere ya katılmalı, ya da onları çürütmeliymişim. Kafam karşımdakini dinlemekten çok ona vereceğim cevapla meşgulmüş. Ve bütün bu tepki verme alışkanlığı meğerse ne kadar yorucuymuş.
Susan Cain, 20. Yüzyıl’da «Dışarıya nasıl bir izlenim bırakıyorum» sorusunun «Αcaba karakter sahibi bir insan mıyım?» sorusuna üstün geldiğinden söz ediyor kitabında. 20. yüzyılda artık ahlaklı, alçakgönüllü, dürüst özelliklere sahip olmak başarıya bağlanmıyor. Bu özelliklere sahip olsanız bile iyi bir «imaj» için bunlar yeterli değil. Karizmatik, sosyal, kendine güvenli, şakacı ve mücadeleci (tuttuğunu koparan) olmak başarının kapılarını tutuyor.
20. yüzyılın başarı kriterlerine bakarsanız bunların hepsinin aktif olarak dış dünyaya tepki vermek üzerine kurulu olduğunu fark edersiniz. İş görüşmelerinden «Εfendi adam»ın yerine «Karizmatik oğlan»ın başarıyla çıktığı dönem bu. Dışa dönük idealinin yüceltildiği dönem. Reklamın kalitenin yerini aldığı zamanlar… Susan Cain yaşadığımız devirde, televizyon ve sinema yıldızlarının bu kadar yüceltilmesini de bu Dışa Dönüklük İdealine bağlıyor. Kamusal görünürlüğünüz ne kadar artarsa o kadar başarılı sayılıyoruz. Ne söylediğimiz önemli değil. Yeter ki imajımız sağlam olsun.
Adam çok efendi ama kendini satmayı hiç bilmiyor=Adam başarısız.
***
Tayland’daki evimde hayatımda ilk defa televizyonsuz kaldım. O zamanlar internet sadece internet kafelere mahsus bir şey. Laptop bilgisayar bir lüks olarak görülüyor. Benim laptop bilgisayarımla seyahat edişim Yakışıklı Yaz Aşkı ile aramızda sürekli bir friksiyon yaratıyor mesela. Beni züppe buluyor. Ben ise durmadan mektup yazıyorum bilgisayarımda. Yazıyorum, yazıyorum sonra mektup dosyalarımı floppy diske atıp internet kafeden Türkiye’ye yolluyorum. Evde televizyonum olmadığı gibi internetim de yok. Tayland sokakları korsan DVD kaynıyor ama züppe laptopumun CD rom’u çalışmıyor.
Yakışıklı Yaz Aşkı İstanbul’a döndükten sonra akşamlarım sessiz geçiyor. Müzik dinliyorum, kitap okuyorum, mektuplarımı yazıyorum. Başlarda tek başınalık biraz tuhafıma gidiyor, sanki bir noktada bitmeli, eve biri gelmeli ya da çıkıp birileriyle buluşmalıyım. Ama kiminle buluşacağım? Pek arkadaşım yok. İngiliz gençler var, ne dediklerini anlamıyorum ve çok içki içiyorlar. (Sarhoş olduklarında ne konuştukları büsbütün anlaşılmaz oluyor.) Tai arkadaşlarım ise akşamları Tai dizileri seyrettikleri televizyonlarının karşısına kurulup çekirdek çitliyor, beyaz tenli Bangkok insanlarının güzelliğine ah-vah ediyorlar. (Bir öğrencimin teorisine göre belediye Bangkok’taki musluk sularına çamaşır suyu katıyormuş, oradaki insanların tenleri daha beyaz olsun diye. Bizimki gibi geri kalmış bölgeleri ise iplemiyormuş. O yüzden Nong Khai’li kızların tenleri çamur renginde, Bangkoklu kızlar ise taş bebek gibi dolanıyorlarmış ortalıkta!)
Sizin anlayacağınız, akşamlar tek başıma sessiz sakin ufacık stüdyo dairemde geçmeye başladı. Başta yalnızlığımı bir eksiklik olarak görüyordum. Sonra baktım zamanla, okulda işler bitsin de evime döneyim diye bekler olmuşum. Okuldan sonra, tam gün batımında bir parka gidip yogamı yapmaya o aralar başladım. Bir haftalık kurs biterken hocamız Panço bundan sonra artık yogayı kendi kendimize çalışmamız gerektiğini söylemişti. Ben bir zamandır boşluyor ve keşke Pançolar beni yeni kursa alsalar diye hayal kuruyordum. (Kursun 7 kişilik kontenjanı çok çabuk dolduğu için eski öğrencileri yeni kurslara alamıyorlardı. «Hem zaten ne yapacaksın ki aynı şeyleri bir daha öğrenip» diye sormuştu Panço kursa bir kez daha katılmak istediğimi söylediğimde.)
Yogayı hemen orada, gün batımını seyrettiğim parkta kendi başıma yapabileceğim işte o aralar aklıma geldi. Okuldan çıkıp parka bisikletle gidiyor, Nong Khai halkı çevremde koşar, yürür, aerobik ve Tai Chi yaparlarken ben de matımı çimlere serip Panço serisini tekrarlıyordum. Nefes al kollar yukarı, nefes ver öne katlan. Panço’nun seriyi çizdiği çöp adam kağıdının yanı sıra bize sesini de bıraktığını o zamanlarda anladım. Ondan öğrendiğim seriyi çalışırken hocamın sesi kulaklarımda ilk günkü tazeliğiyle duruyordu. Bugün bile (10 yıl sonra) size bu satıları yazarken Panço’nun «Long, even, relaxed full yogic breath» dediğini duyar gibi oluyorum!
İşte böyle başladı içe dönüşler. Okuldan parkta yogaya, yogadan televizyonsuz, internetsiz, insansız eve…Ne uzundu o akşamlar… Yarım saat meditasyon yapmama, erkenden yatmama rağmen ne çok mektup, ne çok kitap sığabiliyordu bir akşama!
Tek başıma geçirdiğim akşamlar bir eksiklikten çok bir ihtiyaca dönüştüler.
Ne cevap vereceğim diye düşünmeden insanları dinlemek de televizyonsuz, eşsiz dostsuz akşamlar kadar yeniydi benim için. Bir de benimle dalga geçenlere yüzüne yapıştırmak üzere daha komik, daha zekice, daha sivri bir cevap düşünmeden iletişim kurmak yeni bir şeydi benim için. Artık aileden mi, kültürden mi, Cihangir’den mi bilmiyorum etrafımda hep birbiriyle dalga geçen, sarkastik yorumlarla birbiriyle bağ kurmaya çalışan insanlara alışmıştım. Ben de onlardan biriydim tabii ve ben de hakkımda yapılan espriyi en fiyakalı cevapla karşı tarafa şutlama konusunda uzman olmuştum. Fikrimce bütün samimiyetleri alıp götüren bu taşlama (tariz) sanatı bende öyle bir alışkanlık yapmıştı ki, kimselerin benimle dalga geçmediği Nong Khai’de bile ben iğne üzerinde oturmayı sürdürdüm. Hani birisi bir yorum yaparsa, sivri bir dilim hazırda olsun, altta kalmayayım. Hem kendimi önemsemediğimi, hem de o benimle dalga geçeni hiciv ustalığımla iki kalemde yere serebileceğimi aleme sergilemek derdiyle hakkımda ne söylendiğini bile doğru dürüst dinlemediğim oldu.
Bu arada anladım ki beni en çok da bu taşlanma endişesiyle hazırda tuttuğum taşlar yormuş. Bu içe dönüş sürecinde onlardan kurtulmak eşsiz, benzersiz bir hafifleme yarattı.
Yarının konusu: Üzüntüye izin ver ve daha nice içe dönüşler…Görüşmek üzere!


January 7, 2013
Bir İçe Dönüş Hikayesi-4
Ve o kapıyı çaldım. İki gün sonra başlayacak yoga kursuna katılmak istediğimi söyledim. “Tamam” dediler, “Ιki gün sonra saat 7′de burada ol.”
“Oldu, “dedim ben de içimden.
Tamam erken uyanmayı severim ama erken dediysek güneşten önce de demedik. Gitmeyecektim kursa. Yoga benim neyimeydi zaten? Hakkında hiç bir şey bilmiyorum. H.İ.Ç.B.İ.R.Ş.EY. (ağır ağır okuyun diye böyle yazdım.) Sevgili okurlar, bugün taksi şoförlerinden tutun simitçilere kadar herkes yoga hakkında bir şey biliyor. O bir şey çoğunlukla yanlış ama bir şey biliyorlar değil mi? Rahatlatır, stres attırır, kasları esnetir, Hindistan çıkışlıdır, ruhani bir tarafı vardır, filan bu tip bilgiler artık kamuya hakim oldu. İnanın bana, ben yoganın hareket edilerek yapılan bir şey olduğunu bile bilmiyordum. Meditasyon mu sanıyordum o halde? Yooo, meditasyon değildi. (o kadarını biliyormuşum. Joan Baez meditasyon yapıyor diye. Bir de Marsel arkadaşımız.)
Eh peki be bekleyerek gittin de o kapıyı çaldın o zaman, diyeceksiniz değil mi?
Vallahi bilmiyorum.
Yeni işime başladığım Nong Khai’ye varalı iki ay olmuş. Yakışlıklı Yaz Aşkı -inanmazsınız- hala benimle birlikte. Ama bir eve yerleştik, benim sabahları gidip akşamları döndüğüm bir işim var diye ortalık biraz sakinleşmiş. Evin mutfağı yok, biz de diğer komşularımız gibi balkonda tüp üzerinde yemek pişiriyor, yer sofrasında yiyor, bulaşıkları banyoda yıkıyoruz. Yakışlıklı Yaz Aşkı öyle güzel yemek pişiriyor ki, stüdyo dairemizde akşam yemeği davetleri bile vermeye başlamışız.
Bu yoga kursunu da gidip gelirken görüyorum. Yabancıların yaşadığı çakıl taşlı sokağın güzel ahşap evlerinin birinin önünde kara tahtaya yazılmış bir ilan. 7-günlük Yoga’ya Giriş Kursu. Sokağın ucundaki Mutmee Guesthouse’un lokantasına çok gittiğimiz için okuldaki hocalarla gözüme çarpıyor ilan. Gözüme çarpıyor ama aklıma bile gelmiyor o ilanın benim için de olabileceği.
Taa ki Poppy’nin yoga kursunu yeni bitirdiğini duyana kadar. Poppy bizim okulda çalışan bir diğer hoca. Ben yaşlarda, İrlandalı, cool bir kadın. Gür kestane rengi saçları ve kızıl çilleri var. Diğer gürültücü İngiliz kızlarla değil de tek başına takılmayı tercih ediyor. Kasabanın sokaklarında karşılaştıkça kibarca gülümseyip birbirimize geçiyoruz. O gürültücü İngiliz kızlardan birinin yogaya gittiğini duysaydım ilgilenmezdim ama Poppy’nin gittiğini duyunca bir “acaba mı?” belirdi içimde. Benim de yoga yapabileceğim ihtimali Poppy’nin sayesinde aklıma düştü.
Sonra da işte kapıyı çalmışım.
Yine de gitmeyecektim de, (sabahın 7sindeymiş, üstelik daha parasını da ödememiştim) kursun başlamasından bir önceki gece hocalara sokakta rasladım. Ben onları tanımadım. Kapı arasında ettiğimiz iki laftan ne hatırlayacağım? Ama onlar beni tanıdılar. “Yarın sabah bekliyoruz, geliyorsun değil mi?” diye arkamdan bağırdılar. Bisikletle önlerinden geçmişim. (Sonra o anı çok düşündüm. Düşündüm çünkü meğer benim hocalar öyle evlerinden akşam vakti çıkıp da o gün oturdukları ve benim önünden bisikletle geçtiğim lokantaya filan gelmezlermiş. Bir tanesinin doğum günü diye, yılda bir kere dışarı çıkmışlar. Ben de önlerinden geçmişim ve bütün hayatım değişmiş.)
“Madem yakalandım, bari gideyim” dedim ve sabahın köründe kalkıp yola koyuldum. Yine inanmayacaksınız (hakikati değil de bir hikaye yazıyor olsam bu kadarı abartı olur diye bu bölümü çıkartırdım ama…) ama Yakışlıklı Yaz Aşkı yogaya da benimle geldi! Evet, evet, Defne Hocanız hayatının yoğun yoga kursuna bir çift olarak başladı!
Sonrasını çoğunuz biliyor…çok yazdım. Sonra bana bir şeyler oldu. Bir kere yoga denen şeye bayıldım. Biraz bale, biraz cimnastik, biraz aerobik gibi geldi ki hepsini pek severdim. Ama hepsinden farklı bir tarafı da vardı. Ne olduğunu anlamamıştım o farklılığın, nefesti belki, belki hocamızın öğleden sonraları anlattığı felsefede gizliydi farkı. Kendimi çok mutlu hissediyordum bittiğinde. Derslerden sevinç içinde çıkıyordum. Bütün hislerim keskinleşmiş, Yoga Evi’den okula bisiklet üzerinde giderken boynuma, bacaklarıma, kollarıma dokunan serin sabah havası, burnuma dolan yemek, çiçek, meyve kokuları, renkler hepsi canlanmıştı. Daha iki saat önce dert ettiğim şeyler şimdi tüyden hafif geliyordu. Beni yoran ve yavaşlatan ergenlik ve ilk gençlik yılları aradan çekilmiş, ben yirmi yedi yaşımda yeniden çocuk olmuştum. Öyle kahkalar atıyordum.
Dördüncü gün ağladım. Kimse beni ağlamaya teşvik etmedi ama susturmaya da çalışmadı. Üzüntümü yaşamam için bir alan yarattılar, gerisine karışmadılar. Ben acele acele gözyaşlarımı silip, tamam pardon, özür dilerim, geçti filan demeye çalışırken, hocamız “üzüntüyü yaşamaya iznin var” gibi şey söyledi. Bu söz o anda beni müthiş rahatlattı. Çünkü bir şekilde (aile kuralı muhtemelen) üzgün olmaya hakkım yok diye düşünüyor, kendi üzüntümü yaşayabileceğim alanları kendi elimle kapatıyordum.
O bir haftada hocalarımız bize yogaya dair temel bilgileri öğrettiler. Yerinde, isabetli ve hala kendi yogamda ve derslerimde kullandığım bilgiler bunlar ama benim için çok daha önemli olan bir başka şeyi daha öğrettiler bize o kursta.
İçe dönmeyi.
Her dakika konuşmak, her söze cevap vermek zorunda olmadığımızı. Tek başınalığın nimetlerini. Sessizliğin kıymetini. Yavaşlığın, yumuşaklığın, zerafetin gücünü.
Orada, bir haftada Susan Cain’in ‘Dışa Dönüklük İdeali” olarak tarif ettiği ve benim de her başarının arkasında saklı olduğunu düşündüğüm ideali alt üst ettiler. İçe Dönük tabiatın nimetlerini anlattılar. Dünyanın içe dönüklerin sessizliğine, yumuşaklığına, sakin sakin iş bitirme yeteneklerine ve bireyselliğine ne kadar muhtaç olduğunu anlattılar. Onlar anlatır ve mevcudiyetleri ile bana örnek olurlarken ben de sonunda yatağında huzurlu bir uykuya dalan bir çocuk gibi içime dönmeye başladım.
Meğer ne kadar yorulmuşum dışa dönük yaşamaktan…
Yakışlıklı Yaz Aşkı kursu bitirince İstanbul’a döndü.
Kız Callie’nin, oğlan Cal’e dönüşürken yaptığı gibi ben de öğrenilmiş dışa dönük davranışlarımı bir kenara koyup, çocukluğumdan beri içine girmediğim esas tabiatımın içine kozasına geri dönen kelebek gibi kıvrıldım, bir üç yıl daha orada kalıp iyice dinlendim.
***
Βitmedi…Daha devamı var. Ayrılmayın.
Sevgiler,
Defne


January 6, 2013
Bir İçe Dönüş Hikayesi 3
Çünkü…
Çünkü Defne mahallenin en popüler kızlarından biriydi. Evlerinden kalabalık, ocaklarının üstünde tüten tencere, tava -tavuk rejimi zamanlarında bile- hiç eksilmezdi. Beş katlı asansörsüz bir binanın çatı katında oturmalarına rağmen ziyaretçilerin ardı arkası kesilmezdi. Defne ile Zeyno, iş gezilerinden döndüğü zamanlarda da Yasemin, misafirleri en ala şekilde ağırlamak üzere sofralarından kuş sütünü, Zeyno’nun yatağının karşısındaki köşeye stratejik olarak yerleştirilmiş YuMaTu marka televizyonlarından da Friends dvdlerini eksik etmezlerdi.
Tayland’ın ucubik bir adasında tek başında oturup ağlayacak kadın değildi yani Defne. Eve dönmesi en hayırlısıydı da, evi de yoktu artık. Kutulayıp kapatmış, bir sonraki kiracıya yatağı, çamaşır makinası ve buzdolabı ile teslim etmişlerdi bile. Kendine acımaktan başka yapacak işi yoktu. Kendine acıdıkça acının arttığının daha farkında değildi.
Defne daha pek çok şeyin farkında değildi. Ama gençti. Bütün kederine rağmen hayatta kalma içgüdüsü genç bir kaplanınki gibi güçlüydü. Ve işte bakın, günlüğüne tıp tıp düşerek mavi mürekkebi sayfaya yayan gözyaşlarının tebessüme dönüşmesi için arkasındaki bungalovda kalan genç kadının uyanıp plaja gelmesi yeterli oluyor. Kahve kupası elinde plaja inen genç kadın, Defne’den de genç. Uzun boylu, sarışın, güneşte çabucak kararan o lacivert gözlü İskandinav kızlarından (Bazı arkadaşların Bodrum kıyısında bekledikleri o lise gezisi gemisinden inecek tip bir kız.) Cam gibi denize karşı kurulmuş piknik masalarından birine yerleşirken Defne’ye gülümseyip günaydın diyor. Defne’nin burnunun ucundan günlüğünün sayfalarına süzülen gözyaşlarını fark etmiş gibi bir hali yok.
Havadan sudan, denizin turkuaz mavisinden, havadaki baygın çiçek kokusundan, sabahın erken saatlerinin güzelliğinden söz ediyorlar. Defne kızın tek başına dünyayı gezdiğini öğreniyor. Hayır sevgilisi yok. Bu uzak ülkede tanıdığı kimsecikler de yok. Tek başına gezmeyi seviyor genç kadın. İsmi Kristine. Kopenhag’da doğmuş büyümüş. Tek başına dünyayı gezmekten korkmuyor. Arada sırada kanının ısındığı insanlara rastladıkça yollarda, onlarla devam ediyor biraz, sonra yine tek başına kalıyor.
Kristine kahvesini bitirmiş, denize doğru yürüyor. Cam gibi suları rahatsız etmekten korkarmış gibi minik, hafif adımlarla yavaş yavaş suya giriyor. Defne de peşinden. Ayrı yönlere yüzerlerken Defne kendini hafiflemiş hissediyor. Kristine’e özenmek iyi gelmiş. Her özenişin ardından bir dönüşüm gelir, bunu hissediyor. Defne birine özenmeyegörsün, hemen taklit eder o insanı. Bir cesaret gelir üstüne. Şimdi de, turkuaz sularda kulaç atarken düşünüyor, bu genç, güzel kadın tek başına geziyorsa, ben neden yapmayayım? Kendisinin de yollarda olduğunu unutarak başlıyor hayal kurmaya: Ne güzeldir şimdi yollarda olmak…
Şimdi hakikati değil de bir hikayeyi yazıyor olsaydım, sonraki sahnede Defne’yi çantasını sırtlamış, yola tek başına devam ederken tasvir ederdim. Olmadı. Yakışıklı Yaz Aşkı nihayet uyanıp bungalovdan çıkınca Defne artık yola tek başına devam etmek istediğini söyledi mi? Söyledi. Ama bir noktada sesi kendinden bağımsız çatladı. Bir üzüntü sardı benliğini. Böyle yakışıklı adam bırakılır mı hiç diye sordu içindeki güvensiz ses. Güçlü, kuvvetli, zengin, ne de güzel yemekler yapıyor. Zor kadın olmasan da bir ilişkiyi de yürütmeye çalışsan? Bak seninle buralara kadar da gelmiş.
O sabah o sese teslim oldum. Yola beraber devam ettik. Ama benim aklımda Kristine’in attığı tohum filizlenmeye başlamıştı bir kere. Yola tek başına devam etmek. Dünyayı tek başına gezmek. Neden o kadar çekici gelmeye başlamıştı birden bu fikir?
Tek başına yollara düşmek benim için çok da yabancı bir durum değildi aslında. O zamanlarda da, ezelden beridir de ben tek başıma gezmeyi severdim. İçe dönük tabiatımdan bihaber olduğum ilk gençliğimde arabama atladığım gibi tek başıma Kilyos’a, Şile’ye gittiğim, koca sahillerde bir başıma yürüdüğüm çok olmuştur. Bütün yazı Sundance’de geçirdiğim yıllarda güneşle uyanıp ormanda yürüyüşe çıkmak da en büyük zevklerimden biriydi. İçime dönmeyi bu kadar çok sevdiğim halde arkadaşlarımdan birisi bana “kızım sen tipik bir içe dönüksün” diyecek olsa derhal itiraz ederdim. Çünkü ben de yaşıtlarım gibi okuldaki, işteki, sosyal hayattaki başarımı popülerliğime bağlıyordum. “Sen içe dönük bir tipsin galiba” yı duysam (ki sarhoş gecelerin sonunda duyduğum çok olurdu) “kızım sen başarısızın tekisin” diye anlardım.
O Kilyos’a, Şile’ye yapılan yolculukları, Phaselis ormanlarındaki yürüyüşleri hatırlatacak olursanız bana, “arkadaşlarımın ya vakti, ya hali ya da paraları yok ne yapayım, ben de tek başıma çıkıyorum yola ”diye cevap verirdim size. O yalnız zamanlarda günlük enerjimi topladığımı bilmeden…Neşemin, başarımın ve hatta popülerliğimin tek başına geçirilen zamanlardan can aldığını bilmeden…İçe dönük tabiatımın bana çocukluğumdan beri yolladığı sinyalleri, bazı kadınlara duyduğum ilgiyi sakladığım gibi saklardım. Arabanın açık penceresinden kolumu çıkarmış, hüzünlü bir şarkı eşliğinde -zevkle- ağlarken, “Bunalım bir tip misin kızım sen?” diye sorardım kendi kendime. Depresif olmadığımı kanıtlamak için de hemen arkadaşlarımın ve hayranlarımın sayısını saymaya girişirdim. Belki melankoliye biraz yatkınım ve evet Yasemin’le yan yana yatıp kitap okuduğumuz Narlı öğleden sonralarının tatminini ve huzurunu bir daha hayatta hiç bir yerde bulamadım ama içe dönük tabiatta değildim. İçe dönük insanlar başkaydılar. Onları biliyordum. İçe dönük arkadaşlarım vardı. Evden çıkmayan arkadaşlarım, topluluk içinde dili tutulan arkadaşlarım, metroya binemeyen arkadaşlarım. Onlar içe dönüktü. Ben değil.
Kafamın ne kadar karışık olduğunu görüyorsunuz değil mi? Ama bir tek ben değilim bu kavramlar karşısında kafası karışan. Susan Cain de Quiet adlı kitabında bizi kavram kargaşasına karşı uyarıyor. İçe dönük, utangaç anlamına gelmez, depresifle içe dönüğü de birbirine karıştırmamak gerekir. Dışa dönük ve utangaç, dışa dönük ve depresif de olabilirsiniz. Hassas ile içe dönüğü de bir tutmamak gerek. Bazı içe dönükler hassas olabilirler. Hepsi değil. Duygusal da içe dönük olmak zorunda değildir. Aksine, dışa dönük tabiattaki pek çok insan aynı zamanda duygusaldırlar da. Bunlar arada sırada örtüşen ama kesinlikle birbirinin yerini tutmayan kavramlar.
İçe dönüklük temelde dış dünyadan çok iç dünyaya gösterilen ilgi ile ilgili bir şey. Bazıları için iç dünya dış dünyadan daha ilginç bir dünya. Ben en baştan beri onlardan biriydim. Daha erken yaşta teşhis edilseydim, yeteneklerim bu tabiatıma uygun bir şekilde yontulsaydı daha mutlu bir hayatım mı olurdu? Bu yazıları daha erken yaşta başlar, şimdiden üç beş romanımı yayınlamış mı olurdum?
Kim bilir?
En azından iş kadını, bankacı, satıcı filan olamayacağımı erken yaşta farkedecek kadar kendimi bilmişim. Yoksa ben de içe dönük tabiattaki başarılı öğrenciler gibi kendimi bir üniversitenin işletme, iktisat bölümlerinde (bizim zamanımızın en yüksek puanlı bölümleri) bulacak, şimdi belki de size bu satırları yazacağıma, ömür tükettiğim bir plazada hafta sonunu hayal ediyor olacaktım.
Peki hikayeye (hakikate) ne oldu? Buralara kadar benimle indin mi sevgili okur? Tebrik ve teşekkür ederim. Tek bir internet sayfasında kalabilmek sabır gerektiriyor. Eh biz de burada yine 90. dakika ve 1000. kelimeye yaklaşıyoruz.
Huzurlarından ayrılmadan önce bir kez daha Middlesex’e dönmek istiyorum. Biliyorsunuz Middlesex bu aralar iştahla okuduğum romanım. Bütün iyi romanlarda olduğu gibi Middlesex’in karakterleri dostum, ailem haline geldiler. Kocamın, dostlarımın, öğrencilerimin bilmediği gizli bir hayatım var benim. Bursa’da başladı, Detroit’de devam etti, şimdi San Francisco’ya doğru yola alıyor. Ben her gün aktif olarak bir kaç saat o gizli hayata gömülüyorum. Romanı okumadığım zamanlarda aklımın bir yarısı gizli hayatımla meşgul. Kahvaltı hazırlarken, araba kullanırken, ders verirken Calliope’yi, Desdemona’yı düşünüyorum, onları özlüyorum. (10 günlük Vippasana meditasyonda zihnimin ilk katmanı soyulduktan sonra alttan hep romanlar çıkmıştı zaten. Bu hikayeyi, hatırlatın, sonra yazarım.)
Middlesex’in esas kızı Calliope, aslında kız değil de oğlan olduğunu anladığı on beşinci yaşında evden kaçtı. Şimdi otostop çekerek San Francisco’ya doğru ilerlediği yolculuğunda bir erkeğe dönüşmeye çalışıyor. Bebekliğinden beri sinyallerini alıp da göz ardı ettiği esas tabiatını kabul ediyor, o esas tabiattan hayatını yaşamaya başlıyor. Sevilmek, beğenilmek, kabul görmek için geliştirdiği davranışlarını bir bir ardında bırakıyor. Bazen işi fazlaya kaçırıyor. Fazla erkeksi davranıyor. Bazen unutup öğrenilmiş tabiatına dönüyor. Yine genç bir kadın oluyor.
İçe dönük tabiatta bir insan olduğumu keşfettiğim andan itibaren benim geçirdiğim dönüşüm de Callie’nin Cal’e geçişi gibi bir süreçti. Kendi doğamı yeniden öğrenmem gerekti. Öyle hemen herşey birden yerli yerine oturmadı…
Dedim ya hikaye değil, hakikati anlatıyorum burada.
Callie, bütün erkeksi güdülerine, genetik yapısına, kalınlaşan sesine, dudaklarının üstüde beliren bıyığına rağmen erkek olmayı öğreniyor. Öyle farketti diye erkeklik üzerine hop diye oturmuyor. Ben de aynı onun gibi bir içe dönük olarak yaşamayı öğrendim….Öyle farkeder etmez hayatımın aşkını bulmuş gibi sevinmedim yani.
Ama daha orada değiliz değil mi?
Önce bir kapıyı çalmamız lazım. Yarına…

Photo: Aisha Harley


January 5, 2013
Bir İçe Dönüş Hikayesi 2
Tayland’daki okul “hadi atla gel” der demez bavulları toplayıp gitmedim elbet. Yapılacak bir dolu iş vardı. Kedilerim, köpeğim, evim… Okulla şunun şurası 5 aylığına anlaşma yapmıştık ama ben -sezdim herhalde- tası tarağı toparlayıp, kapatıp öyle yola çıkmak niyetindeydim.
Kediler babalarına teslim edildi, köpek Sundace’e yerleşti. Üçüncü kediyi bir dostumuz evlat edindi, sağolsun. Bir senedir sürmekte olan ilişkiye nokta kondu. Bütün eşyalar kutulanıp Maltepe’deki dairemizin deposuna kaldırıldı. Depoya sığmayacak büyüklükteki eşyalar, yatak, çamaşır makinesi, buzdolabı, su deposu vs çatısı eğimli o güzel dairemizde kaldı. (Yanılmıyorsam hala da oradalar. Aradan onbir yıl geçmiş olmasına rağmen!) Son yılları aynı eğik çatının altında benimle geçirmiş olan Zeyno bütün bu kutulama, taşınma sürecini vidyoya çekti. Talep gelirse dicitale dönüştürüp bu yazının altına eklerim bir gün.
Böyle gelecekten o günlere bakarken sanki pat diye toparlanıp gitmişim gibi geliyor değil mi? Öyle anlatmayı da seviyorum bu hilkayeyi. Bir akşam Godet’de sıkılıp duruyordum, ertesi gün çantayı sırtıma taktığım gibi havaalanı, oooh ver elini Tayland. Hayır, hikayenin aslı astarı böyle değil. İnce ince herbir şeyi organize ettiğim koca bir yaz geçirdim ben o arada. O kadar da değil, yaz tatilinin yan etkilerinden biri olarak bir de yaz aşkı yapmıştım kendime.. Hani nasıl olsa yaz sonu gidiyorum diye bir larj, bir rahat, sermişim kendimi. Yakışıklı Yaş Aşkı, yıldızlı bir gecede deniz kenarında otururkene biz, benimle Tayland’a gelip orada bir iki ay geçirmeyi önerince de ….ta ta ta ta ta…tamam ya, demişim. Ben kabul edince o iyice gaza gelmiş, “Gel bre kadın, biz seninle Tayland’da bir ay o ada senin bu ada benim gezelim. İşine ondan sonra başlarsın,” demiş. İnce ince yaptığım planlarıma göre ben Tayland’a işimin başlayacağı tarihten iki ay önce varıp, ortama biraz alışacaktım. Yakışıklı Yaş Aşkı ile ada ada gezerken de ülkenin toprağına, havasına alışırım nasıl olsa deyip bu plana da hay hay dedim.
Aman kızlar canım kızlar! Bakın ben bunu buradan yazayım: Ruhunuz ister içe ister dışa dönük olsun, yaz aşklarını yazdan öteye taşımayın! Hadi taşıdınız diyelim, peşinizde Tayland’a sakın taşımayın. Benden söylemesi. Çünkü ne oldu? Hikaye iyice berbat oldu. Hani sırtıma çantamı taktığım gibi ver elini Bangkok’un baharat kokulu sokakları olacaktı? Hani ben bu sahnede tek başıma görülecektim?
Yok işte, hakikat diye bir şey var ki, ben her zaman hikayeyi hakikate tercih edenlerdenim. Ama madem başladım, sahneyi size yaşandığı gib anlatayım:
29 Ekim 2002. Defne ve Yakışıklı Yaş Aşkı sırtlarında çantaları Atatürk Hava Limanından Istanbul-Bangkok uçağına biniyorlar. Yakışıklı Yaş Aşkı, Defne’den üç adım önde yürüdüğü ve bir kez bile arkasına dönüp Defne geliyor mu diye bakmadığı için Defne kıllanıyor. Yaz tatilinden şehre döndükleri günden beri zaten Yaz Aşkı hafiften arıza yapmaya başlamış ama artık planlar yapılmış, o ada senin, bu ada senin, yelkovan kuşları peşisıra gezilecek diye diye arızalar daha boy vermeden göz ardı ediliveriliyor.
Uçağın Bangkok’a teker değdirdiği andan itibaren ise göz ardının mümkünü kalmıyor. Yakışıklı Yaz Aşkında kontak atıyor. Meğer Asya ona göre değilmiş, pismiş, sıcakmış, insanları ile anlaşmak imkansızmış, herkes onu kazıklamak istiyormuş, aşı yaptırmadan dolaşmazmış, tuvalete oturursan seninle konuşmazmış. Ay artık daha neler neler…Nerede o yıldızlı gecelerede, Akdeniz kıyısındaki fısıltılar, nerede bu su kaynatan adam?
İnsan öyle uzaklardayken, hele hele işin sonunda hayatında ilk defa geldiği bir ülkede tek başına kalma riski varken, adama çek git kardeşim, ben bundan sonra yola katırla, deveyle, eşekle de olsa tek başıma devam edeceğim, diyemiyor. Ya da ben diyemedim. Onun yerine, şunu şurası iki aycık, canım nedir ki? dedim. Dayan biraz, bir adaya gelince herşey düzelecek. Bu adam şehir adamı değil, Bangkok ayarını bozdu. Hele bir kumsala varalım, yine yaz aşkı gibi olacak, dedim de dedim. İki ay sonra Nong Khai adlı yeni şehrime yerleşip işime başlayıca postalarım onu nasıl olsa, dedim. Hele bir dayan.
O ada senin, bu ada benim, yelkovan kuşlarının peşi sıra başladık Tayland’da gezinmeye biz.
Olmadı. Adam gittiğimiz nice cennet sahnesinde mutlu olamadı. Ada değil, dağ isterim dedi. Laos’un dağlarına çıktık. Ayaklarımız manda bokuna battı diye huylandı, şehre döndük. Şehir bastı, yine adaya gittik. Bakın abartmıyor, hikaye değil hakikati anlatıyorum size burada. Cesur Defne’nin Tayland macerası bu koşullar altında başladı.
Sonra bir sabah, Bottle Beach diye bir yerdeyiz. Ko Phangan adasının kuzey tarafında. Sessiz sakin bir koy. Yakışıklı Yaz Aşkı bungalovda uyuyor. Defne erkenden kalkmış, cam gibi denize bakarak kahvesini içiyor. Bir yandan da günlüğüne küfür dolu satırlar döktürüyor. Yakışıklı da küfürlerden nasibini alıyor ama Defne en çok kendine küfrediyor. Böyle bir salaklık yaptığı için. Çekip gidemediği için. Kendini mağdur kiş olarak gördüğü için…Sabahın o sakin sessiz, cam gibi saatinde öfkeden gözleri dolu dolu. O ince ince yaptığı planlarda böyle bir sabah, böyle bir üzüntü yoktu.
Planlarda mutlululuk ve özgürlük vardı. Ne oldu?
Cam gibi denize baka baka acı sabah kahvesini içen Defne’nin hayatında kesinlikle mutluluk ve özgürlük yok. Ağlıyor Defne. Gözyaşları burnundan günlüğünün sayfalarına düşüyor, mürekkebi iyice yayıyor tıp tıp tıp. Evde olmak istiyor, Cihangir’de, Godet’de, Roxy’de, arkadaşlarının yanında. Onu neyin mutlu edeceğini artık o da bilmiyor.
İçe dönük tabiatlarının farkında olmadan bir ömür geçiren bütün genç insanlar gibi o da mutsuzluğunu yalnızlığına ve şansızlığına bağlıyor ve ancak sosyalleşirse mutlu olacağını düşünüyor.
Mutluluğun bir ay gerisinde durduğunun farkında değil, o cennet sahnesinde otururken evine dönmeyi planlıyor.
Çünkü…
Devamı gelecek!
Bizden ayrılmayın!


January 4, 2013
Bir İçe Dönüş Hikayesi-1
İşte yine ben. Kalabalık bir kafede, kulaklıklarımın arkasına saklanmış, dünyada benden ve siz sevgili okurlardan başka kimse yokmuş gibi davranıyorum. Telefon ve karşımda oturan bizim Bey sessize alındı. Ha, bir de Bob Dylan eşlik ediyor bize. North Country Blues adlı, on beş yaşımdan beri yüreğimi dağlayan o acıklı şarkısıyla.
Bu kafeye Bey ile beraber geldik. Doksan dakika boyunca okuyup yazmaya ihtiyacım var diye. Onun bilgisayarını da yanımıza aldık. Şimdi büyük bir masada karşılıklı oturuyoruz. Bey beni hiç rahatsız etmiyor. Kendi bilgisayarına gömülmüş gitmiş. Zaten evde de olsak benim kulağımdaki kulaklık “müsait değililiz, daha sonra tekrar arayın” anlamına geliyor. Bir ara romanımı yazarken, “rahatsız etmeyin” işareti olarak başıma bir örtü takıyordum. Her şekilde bizim Bey, yazımın kesintiye uğramasının ruhumda yarattığı hırçınlığı tanıdığı için bırakın kulaklığı, türbanı; parmaklarımın klavyede tıkır tıkır eden sesini bile duysa, beni kendi halime bırakma zamanının geldiğini biliyor. 90 dakikalık vardiyadayız şimdi. 90 dakika boyunca birbirimizi rahatsız etmeyeceğiz, konuşmayacağız. Ben 90 dakika içinde bu yazıyı bitirip yayınlayacağım. Sonra sosyallaşeceğiz.
Susan Cain tek başına geçirilen zamanlardan bahsederken, “tek başınalık bazı insanlar için nefes aldıkları havadır” diyor. Ben onlardan biriyim. Hergün bir kaç saatimi tek başıma geçirmem gerek. Yoksa boğulacak gibi oluyorum.
Okuldayken bazı tenefüslerde çıkmaz, havasız, camları buğulu, floresan ışıkla aydınlatılmış sınıfta tek başıma otururdum. Özellikle kümelere bölündüğümüz 3. sınıfta tenefüsleri tek başıma geçirmek istediğimi hatırlıyorum. Çok arkadaşım vardı. Alt kat tenefüshanesinde folklor çalışırlardı. Ben de folklor oynuyordum ve ekibin en yeteneksizi olduğumu hocamız da dahil herkes biliyordu. Aşağıdaki tenefüshanede en çok benim çalışmam gerekiyordu. Onun yerine ben arkamdaki askılara asılmış paltolara sırtımı dayayıp buğulu camları seyretmeyi tercih ediyordum. Küme senesi bana fazla gelmişti. İkişerli sıralarda oturacağımız dördüncü sınıfı iple çekiyordum.
Tek başınalık içe dönüklerin nefes aldıkları havadır, diyor Susan Cain. Sonra da içe dönüklüğü şöyle tanımlıyor:
İçe dönükler iç dünyaya, düşünceler ve hisler dünyasına dönük insanlardır. Dışa dönükler ise dış dünyaya, etkinliklere ve davranışlarla ilgilenirler. İçe dönükler olayların arkasındaki anlamı merak ederler, dışa dönükler olaylara balıklama dalarlar. İçe dönükler ancak tek başlarına kaldıklarında şarj olurlar, dışa dönükler yeterince sosyalleşmedikleri zaman kendilerini yorgun hissederler. İçe dönükler az miktarda dış uyarıcı yeterlidir. Sessiz bir evde oturup kitap okumak onları memnun eder. Dışa dönükler serüven severler, seyahatlerinde yeni insanlarla tanışmayı, onlarla saatlerce sohbet etmeyi severler. Dış dünyanın uyarıcılarına daha çok ihtiyaçları vardır.
Çoğunuz bu hikayeyi biliyorsunuzdur. Ben bir gün Tayland’a gitmeye karar verdim. Aslında bir gün değil, bir akşam verdim kararımı. Amerika’dan gelen burslu doktora kabulümü red etmiş, babamın, “peki kızım doktora yapmayacaksan ne yapacaksın?” sorularına maruz kaldığım bir akşam yemeğindeydim. Babamın kuzenlerinin birinin evinde. Bütün aile kulak kabartmış ne cevap vereceğim diye beni bekliyorlardı. Ben kadife kanepenin fitillerinde tırnaklarımı gezdirerek ne cevap versem diye düşünüyordum. Çünkü vallahi de, billahi de bilmiyordum ne yapacağımı.
“Bilmem, biraz seyahat eder, dünyayı gezerim belki ” dedim zar zor duyulur bir sesle.
“Kızım hangi parayla gezeceksin dünyayı?”
“Ne kadar gezeceksin dünyayı?
“Peki gezdin geldin ne olacaksın? Gezgin mi olacaksın?Ah hah hah hah! “
Gecenin devamında Godet’ye gittim. Cuma gecesi bütün arkadaşlarım oradaydılar. Bir türlü alışamadığım tekno müziğinde sallanıyorlardı. İçkiler pahalıydı. Bira aldım, ben de onlarla sallanmaya başladım. Bir an önce sarhoş olmalıydım. Canım sıkılıyordu. Arkadaşlarıma bakıp acaba bir tek benim mi canım sıkılıyor diye düşündüm. Müzikten mi, babamların sıkıştırmalarından mı, ayıklığımdan mı neden böyle sıkılıyorum acaba? Bir sigara yaktım. Birama bitirdim. Bana ikinci bir bira alacak kimse var mı acaba diye etrafa bakındım. Kimse yoktu. Gece hayatına ilk defa benden genç insanların karıştığını o gece farkettim. Godet kapanınca, Roxy yerine eve dönmeye karar verdim. Çıkışta arkadaşlarımın sarhoş ısrarları karşısında bir durakladıysam da (Roxy’de beni heyecanlı bir şey bekliyor olabilir miydi?) bir taksiye atlamayı başardım.
Eve dönünce internete bağlandım. (dial-up connection, diiiit, diiit, dıbım dıbım dıbım) Gönüllü çalışma imkanlarını önüme süren bir iki siteye adımı, sanımı, ilgi alanlarımı yolladım. Neresi olsa gidecektim. Afrika, Güney Amerika, Asya, ne olursa dedim. O gece Roxy’de arkadaşlarımın yanında dans edeceğime, dünyanın dört bir yanına epostalar yollarken hayatımın bir döneminin perdelerini indirdiğini hissediyordum. Beni neyin beklediğini hiç ama hiç bilmeden bilgisayarı kapattım. Çatı katı dairemizin yatağıma doğru eğim yapan tavanının altında, üç koca kediyi koynuma alıp uykuya daldım.
Tayland’dan gelen cevap ertesi sabah beni ekranımda bekliyordu…
Kanepelerinde, yerlerinde öbek öbek arkadaşlarımın uyuduğu eğik tavanlı salonumuzu çıplak ayaklarımla boydan boya geçip klavyeye uzandım.
Hayatımda hiç bir yabancı ülkeye tek başıma gitmemişim.
Beni neyin beklediğini bilmediğim bir geleceğe “evet” yazıp gönder tuşuna bastım.
Doğru şeyi yapmış olduğumun bilinci ruhuma ağır ağır, tatlı tatlı yayıldı. Arkadaşlarımı uyandırıp sucuklu kahvaltı hazırlamaya karar verdim.
90 dakikam bitti ama hikaye bitmedi. Yarın devam ederim. Olur mu? İçe dönüklerin dışa açılma saati geldi.
Sevgiler hepinize.
Defne


January 3, 2013
İçe Dönüklük: Lanet mi Nimet mi?

Foto: Serhan Keser
İçe dönüklük konusunun ucunu bırakmayacağım söylemiştim değil mi?
Geçen günler boyunca içe dönük- dışa dönük mizaçlar konusunda biraz araştırma yaptım. Bu kavramlar ilk olarak Jung tarafından modern psikolojiye dahil edilmiş olsalar da, Antik Yunan’dan beri insan doğasını tanımlamak için kullanılan kavramlar. Hatta sadece insanların değil hayvanlar ve hatta bitkilerin bile içe-dışa dönüğü oluyormuş. (Ben bunu bizim kedilerden biliyordum zaten.) İçe-dışa dönük mizaçlar elbette ki iki kategori olarak var olmuyor. Bu kavramlar tek bir spektrumun iki ucunu tutuyor. Hiç kimse yüzde yüz içe veya dışa dönük değil. (Yüzde yüz olduğunda psikoza dönmüş oluyor, içe veya dışa dönüklük.)
Yogacı eski bir dostumun tavsiyesi sayesinde Susan Cain’i keşfettim. Quiet diye bir kitap yazmış. Quiet, 2012 yılının en iyi kitaplarından biri sayılıyor. Tam başlığı şöyle:
Quiet: The Power of Introverts in World That Can’t Stop Talking
(Sessiz: Konuşmadan Duramayan Bir Dünyada İçe Dönüklerin Gücü.)
Hemen aldım kitabı tabii. Giriş bölümünde bir test vardı. 20 soruluk. Şöyle sorular:
Telefonum çaldığında genelde açmam, telesekreterin devreye girmesini beklerim.
Doğum günlerimde parti yapmak yerine, aileden bir iki kişiyle yemek yemeyi tercih ederim.
Tek başıma kalmayı severim.
Tartışmadan hoşlanmam
İşimde grup halinde değil tek başıma çalışmayı tercih ederim.
İşte böyle yirmi tane soru. Ben bu yirminin on sekiz (18) tanesine doğru diye cevap verdim. Risk almayı sevmem maddesi ile, yumuşak bir konuşma tarzım vardır maddesine hayır dedim. Bu ikisi dışındaki bütün maddelere verdiğim evet cevabı benim içe dönüklüğümü kanıtladı. Ben de çok sevindim.
Neden sevindim? İnsan hiç içe dönük çıktığı için sevinir mi?
İşte bugün tam da bu konuda yazmak istiyorum.
Susan Cain’in de kitabında vurguladığı gibi, günümüzde dışa dönüklerin yüceltildiği bir dünyada yaşıyoruz. Başarı bir şekilde, (okulda, işte, sosyal hayatta) dışa dönüklükle birleştiriliyor. Grup içinde sivrilenlerin başarılı olduğuna dair bir inancımız var. Bu görüş içe dönükler için şu anlama geliyor: Değişmediğim sürece başarılı olamayacağım. Başarılı olmak istiyorsam, içe dönük tabiatımdan sıyrılmalıyım. Üstüne üstlük bu görüş aile, öğretmenler, medya, iş ortamı ve arkadaşlar tarafından da devamlı olarak yeniden üretilerek bize geri veriliyor.
Bak o kadar yeteneklisin, biraz daha girişken olsan…
Ortaya çık, kendini tanıt, böyle köşende oturursan öğrenciler seni nasıl bulacak?
Gece dışarı çık, dağıt, dans et, iç biraz, rahatla ki bir sevgili bulabilesin.
Biraz yırtık ol, biraz kendini göster, ortaya çık.
Söylemin nasıl yeniden üretildiğini anladınız.
Hayattaki başarımız dışa dönüklüğümüzle doğru orantılı olarak artacak sanki.
İçe dönükler kendi içlerine dönerek başarılı olamazlar mı?
Tabii ki olabilirler. Susan Cain’in Quiet’in giriş bölümünde verdiği içe dönük dâhiler listesinde bakın kimler var: Einstein, Chopin, Proust, Spielberg, Orwell, Newton, J.K. Rowling…Bu insanların hayatta istediklerini başarmak için dışarı dönmelerine gerek kalmış mı? Yooo. Oturdukları yerden yazdılar, çizdiler, eserleri dünyaya döndü, kendilerinin dönmesine gerek kalmadı.
Türkiye, bildiğiniz üzere, çok iyi kitaplar yazan yazarların sırf içe dönük mizaçları nedeniyle karalandığı bir ülke. Yok televizyonda duruşu şöyleymiş, yok kafede rasgelmişiz de gülümsememiş, yok sosyal zekası düşükmüş. Yazarın kendini ifade ettiği yer kitaplarıdır, kamusal alan değil. Yazarın kamusal alandaki duruşuna bakıp kitabı hakkında yargıya varmak, hele ben o adamı sevmiyorum, duydum ki o kadın kötü yürekliymiş (yemin ederim böyle konuşan insanlar var!) diyerek iyi, çok iyi kitapları okumayı ret etmek bence hayatta büyük bir kayıp.
Benim de yazılarımı severek takip eden okurları, İstanbul’a döndüm diye boynuma atlamak isteyen öğrencileri soğuk ve mesafeli tavrımla hayal kırıklığına uğrattığım çok olmuştur. Hatta bir defasında bir öğrenciye “lütfen öpüşmeyelim” dedim diye ne dramlar yaşanmıştı! Ben öyle sıcak, sokulgan bir insan değilim. Karşımda duran insanla arama takip mesafesi sokmaya ihtiyacım var.
Belki de soğuk, kendini beğenmiş, sosyal özürlü, tuhaf veya utangaç yaftasını yapıştırdığımız insanlar aslında sadece içe dönüktür.
Türkiye’de içe dönük olarak başarı elde etmek, dünyanın diğer ülkelerine göre daha mı zor yani? Bilmiyorum. Böyle büyük genellemelere nice kapsamlı araştırmalar sonucunda bile varılamayacağını öğrendiğim bir meslekten geliyorum. O yüzden oraya girmeyelim.
İçe dönük ile içe kapanık aynı şey değil bu arada.. İçe dönük, dış dünyadan çok kendi içinde olup bitenlerle ilgilenen kişi. Kendi duygularının esaretinde farkındalığını yitirmiş kişi değil içe dönük. Tam tersine dikkatli, canlı, farkında, algısı keskin. Kimi içe dönüklerin (her zaman değil) sezgileri de güçlü. Susan Cain’in de vurguladığı üzere içe dönüklük ile utangaçlık da aynı şey değil. Utangaçlık etrafın yargısından korkmak anlamına geliyor. İnsanların ne diyeceğine aldırmadan kendini ifade eden, hayatını yaşayan, yazan çizen pek çok içe dönük var.
Onlar kendilerinin farkındalar mı?
Bence burası çok önemli. Çünkü benim gibiyseniz, yani spektrumun içe dönük tarafına meyil eden bir mizaca doğduğunuz halde, cesur ve ne istediğini bilen, o istediğini elde edene kadar sebatla çalışan, bir de üstelik sahneleri, ilgiyi, övgüyü seven bir tipseniz vay halinize…Böyle bir tipseniz içe dönük mizacınızı keşfetmeniz için hayatınızın ilk otuz yılını ardınızda bırakmanız gerekebilir. Herkes sizin ne kadar dışa dönük, korkusuz ve becerikli olduğunuzu konuşurken, esas istediğinizin tek başınıza bir köşede kitap okumak olduğunu kendiniz bile bilemezsiniz. Bütün partilerin olmazsa olmaz figürü siz iken, erken yatmak istediğinize kimse inanmaz.
Çoğumuz kendi gerçeğimize otuzlu yaşlarımızda uyanıyoruz. Yirmili yaşlar (istisnalar kaideyi bozmaz) genelde kafamızda kurduğumuz “başarı” idealinin peşinde geçer. O ideal bizim öz doğamıza uyar mı, bizi uzun vadede mutlu eder mi, bu gibi sorular aklımıza az gelir. Yirmili yaşların başında bize çok heyecan veren şeyler büyüsünü yitirirken esas doğamız hakkında biraz düşünmeye başlarız. Otuzlu yaşların çoğu bu esas doğayı araştırmakla geçer. Eski hayal kırıklıklarının, utançların ve öfkelerin sebebi bulunur. Tekrarlanan kalıplar kırılmaya başlar.
Benim şimdi eşiğinde durduğum kırklı yaşlar, esas doğamızı bulup orada yaşadığımız zamanlar olabilir mi? Annem kendini en güzel ve güçlü hissettiği yaşının kırklı yaşlar olduğunu söylemişti bir kere bana. Esas doğamızı sonunda keşfedip, onun içinde rahatladığımız içindir belki.
Yakında göreceğiz.
Benim içe dönük mizacımla yoga sayesinde buluştum.
Bunun hikayesini de bir sonraki blog’da anlatayım, olur mu?
Susan Cain ile ilgili linkler
http://www.thepowerofintroverts.com/about-the-author/


December 31, 2012
Yılbaşı Tebriği / Happy New Year Card!

Foto: Ayşe Kaya
Yıl boyunca güzel sözleri ve varlıklarıyla yanımda olan, beni yüreklendiren bütün okurlara, öğrencilere, dostlara ve aileme mutlu, sağlıklı, bolluk, bereket ve bilgelik içinde geçecek bir yeni yıl diliyorum!
Teşekkür ederim!
To all my students, friends, readers and family: Much gratitude for supporting and encouraging me in the past year with your presesence and lovely words! May you have a happy, healthy, joyful, abundant New Year!
Thank You!
Defne Suman


December 29, 2012
Tek Başına Yoga

Foto: Özcan Yüksek
Tamam sizi kategorize etmekle hata ettim. Bizim Bey’in de söylediği gibi kategoriler varlığımıza sınır çiziyor. Siz de tepki verdiniz doğal olarak. “Ben iki kategoriden de sayılırım” dediniz. “Tek başımalığımdan da ödün vermem, sosyalliğimden de…Bir ya da olmak zorunda değilim ki”, dediniz.
Doğru dediniz. Çünkü bir kutuda değil, Jung’dan beridir çeşitli psikologların söylediği gibi içe dönük ile dışa dönüκ’ün uçlarını tuttuğu bir spektrumun üzerinde bir yerlerde duruyoruz. Tabiat itibarı ile içe dönük uca yakınsak, bu demek değil ki insanların arasına karışınca mutsuz oluyoruz. Tam tersine, içimize dönebildiğimiz bir zaman diliminin sonunda insan arasına karıştığımızda sofradaki en şen şakrak kişi biz olabiliriz. Zaten bu tipolojiler, bir şey yaparken değil de bir şey yapmazken yalnız mı, insanlarla beraber mi olmayı tercih ettiğimiz ile ilgili bir durum. Başka bir deyişle nerede dinleniyorsunuz?
Ben yeni bir şehirde tek başıma gezmeyi severim. Eskiden babamla çok gezerdik. Avrupa’da, Amerika’da, Asya’da…Otelde kahvaltı ettikten sonra yollarımız ayrılır, öğle yemeğinde yine buluşur, öğleden sonrayı ayrı geçirirdik. Annemle seyahat ederken bu sistem işlemez. O ancak beraber şehri gezmekten zevk alır. Babam alır başını sokaklarda dolanırdı. Dilini bilsin, bilmesin, yabancı bir şehrin labirentlerinde saklı yaşamları keşetmeyi severdi. Annem için tek başına bilmediği bir şehirde gezmek sadece tatsız değil, korkutucu bir şeydir de. (Bunu onun kuşağındaki pek çok kadında gözlemliyorum. ) Ben kaybolmak için gezerim. Kayboldukça keyfim artar. Annem kaybolmaktan korkar. Bilmediğimiz bir şehirde yolumuzu kaybetmeye yüklediğimiz anlamlar farklıdır.
Konudan hızla uzaklaştığımın farkındayım.
Yogaya dönüyorum.
Geleneksel Hatha Yoga metinlerine, Patanjali’nin yoga sutralarına, Tantra şastralarına bakacak olursanız, yoga insanın tek başına yaptığı bir şeydir. Bir hoca şarttır tamam ama hoca yoganın nasıl yapılacağını öğrenciye aktarır. Öğrenci onu tek başına yapar, sindirir, sonra hocasının karşısına çıkar, bir sonraki aşamayı öğrenmek için. Grup halinde yoga yapmak Krişnamaçarya’nın okulunda 20. yüzyıl başlarında gelişmiş bir şey. O da yetişkinlere değil, 14 yaşındaki oğlan çocuklarına grup dersi veriyormuş. Oğlanlar büyüdükçe onlar da kendi yogalarına dönüyorlar. Hocalarını arada sırada görüyorlar.
Büyük gruplar halinde, aerobik tarzı yoga yapmak ise 20.yüzyılın ikinci yarısında Batı dünyasında gelişen bir kavram. Yogayı sevdirmek açısından muazzam bir gelişme. Çünkü grupça yapılan ruhani etkinliklerin etkisi elbette tek başına yapılanlardan daha güçlü oluyor. Ama kişinin yogayla ilişkisi sadece grup dersi bazında kalırsa, yoganın dönüşüm potansiyeli ortaya çıkamıyor. Hayatımızı kısıtlayan kalıpları ve faktörleri farkedip onlardan özgürleşeceğimiz bir disiplin iken yoga, onu sadece bir stüdyoda, başka öğrenciler eşliğinde yapabiliyor olmak hayatımıza serbestlik değil, bir kısıtlama daha getirmiş oluyor.
Hayır, ben aynı seviyedeki öğrencilerin, hocaları eşliğinde yoga yaptıkları derslere karşı değilim. Nasıl karşı olayım? Benim işim bu. Karşı olsaydım, sadece özel ders verirdim. Hocalığını ettiğim grup derslerini de çok seviyorum üstelik ve düzenli gelen öğrencilerin geçirdikleri dönüşüm sürecini birebir izleyebiliyorum bu derslerde. Ama üç gün geliyorlarsa benim öğrenciler, haftanın diğer iki günüde kendi başlarına çalışmaları gerektiğini de biliyorlar. Çalışıyorlar da. Sonra ben yılın yarısı yokum. O süre boyunca bir çoğu kendi kendilerine yoga yapıyorlar. Evlerinde. Stüdyoya, bana, ve bir mata ihtiyaç duymadan. Hangi memlekette uyandılarsa o sabah, orada. Yoga’nın hayatı ve kişiyi dönüştürme gücü, kendi başına çalışmaya başlayınca katlanarak artıyor. Deneyin, göreceksiniz.
Grup dersi -ne yaptığını bilen bir hocanın verdiği- çok zevkli bir şey. Katılıyorum. Grup enerjisi denen şeyi de biliyorum. Şahane bir şey. Başlangıç aşamasında öğrencinin sadece grup derslerine girmesi yeterli olabilir. Ama bir noktadan sonra tekbaşınalık şart. Şimdi hakkıyla isim yapmış hocaları, diyelim Mr Iyengar’ı, Donna Farhi’yi, Godfrey Devereux’yü, Erci Schifmann’ı, Zhander Remete’yi, Richard Freeman’ı bir düşünün…
Yoga bu insanlarla konuşuyor. Yoga bu insanlardan akıyor. Bu insanların yoga çalışmaları bir hocanın rehberliğinde yapılan grup derslerinden ibaret olsaydı yine akar mıydı sizce yoga onlardan şimdi aktığı gibi?
***
Herhalde yeni yıla kadar yazamam ben artık!
Hepinize mutlu, huzurlu, sağlık, bolluk, bereket dolu bir yıl diliyorum bir kez daha!
Esen Kalın!
Defne
Tipolojilerle ilgili ayrıntılı (ve derli toplu) bilgi için: http://www.myersbriggs.org
Bir de içe dönüklerle ilgili şu TED konuşması var:

