Bir İçe Dönüş Hikayesi- 5

Defne Hoca Derste!

Defne Hoca Derste!


Anlayacağınız daha ilk günden yogayı çok sevdim. Ne yalan söyleyeyim, başlarda algıyı değiştirip bizi başka alemlere taşıyan uyuşturucu/uyarıcılar gibi görüyordum yogayı. Kafasını seviyordum yani. Gevşeme pozisyonunda yatarken gözlerimin önünde renkli ışıklar patlıyor, bedenim arı kovanı gibi titreşiyor, bağdaş kurup oturduğumuzda birbiri ardına kehanetler yağıyor, hafızamın en tozlu köşelerine saklanmış anılarım canlanıyordu. Yogadan sonra yüreğim bir hafiflemiş, olaylara bakışımda hafif bir sapma olmuştu. Öyle her hayal kırıklığında kendimi mağdur kişi olarak kurgulamıyordum mesela, varsa bir sorun, yarısı benden kaynaklanıyordur filan diye düşünmeye –hafiften- başlamıştım. En benden uzakmış gibi görünen anlaşmazlıklarda bile.


Ama esas değişiklik tepki vermeyi kesince oldu. Meğer ben her duyduğum şeye aktif olarak tepki vermeden duramıyormuşum. Sadece yogada değil, Budist çalışmalarda da kullanılan bir teknik bu. Hemen tepki verme. Bu tepki acele kendini savunmaya geçmekten tutun da, birini dinlerken durmadan başınızı sallamaya, hı-hı demenize kadar gidebiliyor. İlla ki de bir şey yapma, duruma hakim olma ihtiyacı yatıyor arkasında. Benimki tepki verme alışkanlığım meğerse had safhadaymış. Her söylenen söze verilecek bir cevabım olmalıymış muhakkak. Öne sürülen fikirlere ya katılmalı, ya da onları çürütmeliymişim. Kafam karşımdakini dinlemekten çok ona vereceğim cevapla meşgulmüş. Ve bütün bu tepki verme alışkanlığı meğerse ne kadar yorucuymuş.


Susan Cain, 20. Yüzyıl’da «Dışarıya nasıl bir izlenim bırakıyorum»  sorusunun «Αcaba karakter sahibi bir insan mıyım?» sorusuna üstün geldiğinden söz ediyor kitabında. 20. yüzyılda artık ahlaklı, alçakgönüllü, dürüst özelliklere sahip olmak başarıya bağlanmıyor. Bu özelliklere sahip olsanız bile iyi bir «imaj» için bunlar yeterli değil. Karizmatik, sosyal, kendine güvenli, şakacı ve mücadeleci (tuttuğunu koparan) olmak başarının kapılarını tutuyor.


20. yüzyılın başarı kriterlerine bakarsanız bunların hepsinin aktif olarak dış dünyaya tepki vermek üzerine kurulu olduğunu fark edersiniz. İş görüşmelerinden «Εfendi adam»ın yerine «Karizmatik oğlan»ın başarıyla çıktığı dönem bu. Dışa dönük idealinin yüceltildiği dönem. Reklamın kalitenin yerini aldığı zamanlar… Susan Cain yaşadığımız devirde, televizyon ve sinema yıldızlarının bu kadar yüceltilmesini de bu Dışa Dönüklük İdealine bağlıyor. Kamusal görünürlüğünüz ne kadar artarsa o kadar başarılı sayılıyoruz. Ne söylediğimiz önemli değil. Yeter ki imajımız sağlam olsun.


Adam çok efendi ama kendini satmayı hiç bilmiyor=Adam başarısız.


***


Tayland’daki evimde hayatımda ilk defa televizyonsuz kaldım. O zamanlar internet sadece internet kafelere mahsus bir şey. Laptop bilgisayar bir lüks olarak görülüyor. Benim laptop bilgisayarımla seyahat edişim Yakışıklı Yaz Aşkı ile aramızda sürekli bir friksiyon yaratıyor mesela. Beni züppe buluyor. Ben ise durmadan mektup yazıyorum bilgisayarımda. Yazıyorum, yazıyorum sonra mektup dosyalarımı floppy diske atıp internet kafeden Türkiye’ye yolluyorum. Evde televizyonum olmadığı gibi internetim de yok. Tayland sokakları korsan DVD kaynıyor ama züppe laptopumun CD rom’u çalışmıyor.


Yakışıklı Yaz Aşkı İstanbul’a döndükten sonra akşamlarım sessiz geçiyor. Müzik dinliyorum, kitap okuyorum, mektuplarımı yazıyorum. Başlarda tek başınalık biraz tuhafıma gidiyor, sanki bir noktada bitmeli, eve biri gelmeli ya da çıkıp birileriyle buluşmalıyım. Ama kiminle buluşacağım? Pek arkadaşım yok. İngiliz gençler var, ne dediklerini anlamıyorum ve çok içki içiyorlar. (Sarhoş olduklarında ne konuştukları büsbütün anlaşılmaz oluyor.) Tai arkadaşlarım ise akşamları Tai dizileri seyrettikleri televizyonlarının karşısına kurulup çekirdek çitliyor, beyaz tenli Bangkok insanlarının güzelliğine ah-vah ediyorlar. (Bir öğrencimin teorisine göre belediye Bangkok’taki musluk sularına çamaşır suyu katıyormuş, oradaki insanların tenleri daha beyaz olsun diye. Bizimki gibi geri kalmış bölgeleri ise iplemiyormuş. O yüzden Nong Khai’li kızların tenleri çamur renginde, Bangkoklu kızlar ise taş bebek gibi dolanıyorlarmış ortalıkta!)


Sizin anlayacağınız, akşamlar tek başıma sessiz sakin ufacık stüdyo dairemde geçmeye başladı. Başta yalnızlığımı bir eksiklik olarak görüyordum. Sonra baktım zamanla, okulda işler bitsin de evime döneyim diye bekler olmuşum. Okuldan sonra, tam gün batımında bir parka gidip yogamı yapmaya o aralar başladım. Bir haftalık kurs biterken hocamız Panço bundan sonra artık yogayı kendi kendimize çalışmamız gerektiğini söylemişti. Ben bir zamandır boşluyor ve keşke Pançolar beni yeni kursa alsalar diye hayal kuruyordum. (Kursun 7 kişilik kontenjanı çok çabuk dolduğu için eski öğrencileri yeni kurslara alamıyorlardı. «Hem zaten ne yapacaksın ki aynı şeyleri bir daha öğrenip» diye sormuştu Panço kursa bir kez daha katılmak istediğimi söylediğimde.)


Yogayı hemen orada, gün batımını seyrettiğim parkta kendi başıma yapabileceğim işte o aralar aklıma geldi. Okuldan çıkıp parka bisikletle gidiyor, Nong Khai halkı çevremde koşar, yürür, aerobik ve Tai Chi yaparlarken ben de matımı çimlere serip Panço serisini tekrarlıyordum. Nefes al kollar yukarı, nefes ver öne katlan. Panço’nun seriyi çizdiği çöp adam kağıdının yanı sıra bize sesini de bıraktığını o zamanlarda anladım. Ondan öğrendiğim seriyi çalışırken hocamın sesi kulaklarımda ilk günkü tazeliğiyle duruyordu. Bugün bile (10 yıl sonra) size bu satıları yazarken Panço’nun «Long, even, relaxed full yogic breath» dediğini duyar gibi oluyorum!


İşte böyle başladı içe dönüşler. Okuldan parkta yogaya, yogadan televizyonsuz, internetsiz, insansız eve…Ne uzundu o akşamlar… Yarım saat meditasyon yapmama, erkenden yatmama rağmen ne çok mektup, ne çok kitap sığabiliyordu bir akşama!


Tek başıma geçirdiğim akşamlar bir eksiklikten çok bir ihtiyaca dönüştüler.


Ne cevap vereceğim diye düşünmeden insanları dinlemek de televizyonsuz, eşsiz dostsuz akşamlar kadar yeniydi benim için. Bir de benimle dalga geçenlere yüzüne yapıştırmak üzere daha komik, daha zekice, daha sivri bir cevap düşünmeden iletişim kurmak yeni bir şeydi benim için. Artık aileden mi, kültürden mi, Cihangir’den mi bilmiyorum etrafımda hep birbiriyle dalga geçen, sarkastik yorumlarla birbiriyle bağ kurmaya çalışan insanlara alışmıştım. Ben de onlardan biriydim tabii ve ben de hakkımda yapılan espriyi en fiyakalı cevapla karşı tarafa şutlama konusunda uzman olmuştum. Fikrimce bütün samimiyetleri alıp götüren bu taşlama (tariz) sanatı bende öyle bir alışkanlık yapmıştı ki, kimselerin benimle dalga geçmediği Nong Khai’de bile ben iğne üzerinde oturmayı sürdürdüm. Hani birisi bir yorum yaparsa, sivri bir dilim hazırda olsun, altta kalmayayım. Hem kendimi önemsemediğimi, hem de o benimle dalga geçeni hiciv ustalığımla iki kalemde yere serebileceğimi aleme sergilemek derdiyle hakkımda ne söylendiğini bile doğru dürüst dinlemediğim oldu.


Bu arada anladım ki beni en çok da bu taşlanma endişesiyle hazırda tuttuğum taşlar yormuş. Bu içe dönüş sürecinde onlardan kurtulmak eşsiz, benzersiz bir hafifleme yarattı.


Yarının konusu: Üzüntüye izin ver ve daha nice içe dönüşler…Görüşmek üzere!


 



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 08, 2013 18:21
No comments have been added yet.