Defne Suman's Blog, page 31

August 15, 2013

Yoga ve Ben 3: İkinci Yarı

samakonasana

Foto: Rebeka Haas


Yoga ile aşkımızın ikinci aşamasına geçerken ben ne haldeydim, bir önceki yazıdan az çok çıkardınız.


Ancak şimdi, altı yıl sonranın penceresinden baktığımda gördüğüm manzara benim o zamanların şimdisinde gördüğümden de çok farklı. İyi ki gelecekteki kendimiz var. İyi ki onun bizden daha iyi, daha olgun, daha bilge ve kim bilir belki de daha mutlu bir hayat yaşadığını düşünüp avunuyoruz. Ben Gelecekteki Ben’i çocukluğumdan beri ablam, rol modelim olarak düşünüp hem sakinleşir, hem heyecanlanırım. Şimdi bile size bu satırları yazarken altı, on, on beş sene sonra bunları okuyup gülük küçüklüğüme, acemiliğime, tecrübesizliğime  gülümseyen  bir Gelecekteki Ben’in şefkatli bakışlarını üzerimde hissediyorum.


Portland uçağında nihayet kabul edildiği Shadow Yoga eğitimine giden bana da ben buradan gülümsüyorum. Daha başına geleceklerden haberin yok yavrucuğum. Ne kadar kibirli olduğunun farkında bile değilsin. O kibiri senden silkeleyecek bir hocanın huzuruna çıkacaksın birazdan.


Evet kibir…Kibirlinin kör noktasına düşen baş belası. Gezi olaylarının başlangıcında yazdığım “What is Happenning in Istanbul” adlı yazıya gelen binlerce yorumdan bir tanesi beni Kemalist kibirimden ötürü kınıyordu. Hayatta ne Atatürkçülüğe özenmiş, ne de din karşısında durmuş olmama rağmen bence pek nötr bir yazıdan Kemalist kibrimin okunması canımı sıktı tabii. Canımı sıktı çünkü muhtemelen doğruydu. Dedim ya kibir insanın hep kör noktasına düşer. Ben ki bütün ideolojik söylemleri ayrımcı ve elitist bulduğumu her fırsatta dile getirdiğimi zanneder, ideolojiye değil her insanın onurlu yaşam hakkına inandığımı söylerken demek ki kibiri elden bırakmıyordum. Kibir insana ailesinden geçer, ince ince diline, zevkine, bakışlarına, yargılarına sızar. Kibirli insan kendinin bir şekilde ötekinden daha özel olduğuna inanır.


 


Ben de bizim yoga ile aşkımızın, yoga yapan  bütün diğer insanlarınkine göre daha özel olduğuna inanıyor muydum? Tüm kalbimle. Tüm kibrimle. Evet filanca da yoga yapıyordu ama her sabah kalkıp yapmıyordu. Ötekisi her sabah yapıyordu ama yogayı sadece fiziksel bir şey olarak yapıyordu. Diğerinin pranayamadan haberi yok. Falanca Hindistan’a gitmemiş, bütün yoga hayatını kalabalık bir şehri kalabalık bir stüdyosunda geçirmişti.


Hayır kimse, hiç kimse yogayı benim kadar sevmiyordu işte! Bizimki çok özel bir ilişkiydi.


İşte Zhander Remete ile çalışmaya doğru uçarken bilincimin çekirdeğine bu fikir ağlarını geçirmişti. Kimsenin yoga ile ilişkisi benimki kadar özel olmadığından Zhander Hoca bendeki cevheri muhakkak görecek, bana her daim muhtaç olduğum (ama o zaman daha bilmiyorum) onayı, beğeniyi, alkışı tutacaktı.


Zhander  hocayı aranızdan tanıyanlar, onunla çalışanlar var. Eminim şimdi siz de gülümsüyorsunuz. Sevgili yoga ustamızın -bence- en karakteristik özelliği  öğrencinin şahsi hikayelerine karşı kayıtsızlığı. Karşısına geçip de “ahh şuram ağrıyor”, “vaahh kalbim sıkışıyor”, “gözüm doluyor”, “travmam su yüzüne çıktı” diyemezsiniz. Dedirtmez size. Bir parçacık akl-ı selim varsa, o hikayenin anlatılması değil, hayattan arıtılması gerektiği mesajını ustadan almışsınızdır zaten.


Bende var mıydı bir parça akl-ı selim? Hayır. O yüzden her dersten sonra “pardon bir şey soracağım” bahanesi ile ne kadar özel olduğumun onayını dilenirken bir güzel silkelendim. Küserdim normalde, ama yogası çok iyiydi ustanın, az zamanda çok derin yerlere dokunuyordu. Dört yıllık yoga hayatımda, saatler pranayamalı, meditasyonlu, omlu çalışmalarımda hiç böyle bir tatmin ve aidiyet hissetmemiştim.  Küsmek yerine kalmaya karar verdim.


Ön sıradan arkalara bir yere geçtiğim sabah Zhander hoca kime hitap ettiği tam olarak kestirilemeyen konuşmaların birinde “Βuraya duygusallığınızı getirmeyin. Gidin temizlenin duygusal dertlerinizden, ondan sonra sakin, merkezde bir zihinle karşıma çıkın, yoga sizin duygusal mastürbasyon alanınız değildir” dedi. Ben şaşkına döndüm. Yoga benim bir numaralı duygusal mastürbasyon alanım olmuştu çünkü o güne kadar. Yoga yaparken duygulanırdı insan. Ağlar, güler, duyguların dalgasında sörf yapar, zevki de acıyı da uzun uzun çiğnerdi. İyi bir film seyretmek gibiydi yoga yapmak. İnsana insan olduğunu hatırlatırdı.


Yoksa öyle değil miydi?


Kibir gibi kör noktama düşen başka bir özelliğim de buydu işte. Duygusal bir hayatın zengin bir hayat olduğuna inanıyordum. Bu inanç beni durmadan dramatik hikayelerin kucağına, üzüldüğüm, kızdığım, kırıldığım ya da çılgıncasına sevdiğim durumlara itiyordu. Herşeye herşeye karşı bir duygum olmalıydı.  Yeni biri ile mi tanışıyorum? Yeni bir yoga hareketi mi deniyorum? Bir koku mu duydum? Bir müzik mi dinledim? Sevmek, sevmemek arasında karar vermem gerektiğine inanıyordum. Bir dur değil mi? Bir izle, bir gözle. Hayır duygusallık öyle sabırlı bir şey değildir. Duygu durmaz çatlak sesli kocakarı gibi konuşur sana. Sevdim dersin, yok ben bunu beğenmedim, sevmedim. Duygunun yargısı iner hemen. Varolana isim verir, hüküm giydirir. Bir sakin durup izleyemezsin olup biteni.


Zhander Hoca’nın yanında eğitimime devam ettiğim yıllarda his ile duygu arasındaki farkı öğrendim. Duyguyu tanımayı, onun değişken doğasına kapılmamayı ama aynı zamanda onu bastırmamayı, yaşamayı da öğrendim. Duygu tam olarak hissedilmediği zaman zihinde bulanıklık yaratıyor. Bir şeye karar veremiyoruz mesela. Arkasında korku duygusu yatıyor. Korkuyu hissetmek yerine akılcı hesaplar yaparak kararımızı vermeye çalışıyoruz. Olmuyor. Karar içimize sinmiyor. Korku (ya da duygu ne ise o) farkedilip, hissedilmedikçe sindirilmiyor, zihinde bulanıklık yaratmayı sürdürüyor.


Yoga bir psikoterapi yöntemi değil. Hissedilmemiş karmaşık duygu katmanlarının  iyice bulandırdığı zihinlere berraklık getirme gibi bir amacı da yok zaten. Bedeni, nefesi, zihni ve duyguları hissettmeyi kolaylaştırdığı için psikoterapi ile elele gittiğinde mucizeler yaratabiliyor. Ama tek başına yaralı ruhları iyileştirmeye yetmiyor.


Kendimi keşfetmek için yogadan başka araçlara da ihtiyacım olduğu işte bu ikinci yarıda aklıma düştü. Herşeyin cevabı yogada saklı değildi. Her türlü derdime o şifa olmayacaktı.


Hayal kırıklığına uğradım mı?


Hayır. Hem de hiç. Biraz rahatladım hatta. Yoga herşeye şifa değildi tamam ama beni bırakmayacaktı. Zhander Hoca ile çalışmaya başladıktan sonra hissettiğim ve yıllar içinde iyice belirginleşen his şükran oldu. Artık dört saatlik sabah seansları yerine kırk beş dakika, bazen yarım saat ve hatta bazen sadece on beş dakikalığına beraber oluyorduk kendisi ile. Elimdeki ısısını bütün gün hissediyordum. Sabaha buluşacağız diye heyecandan gözüme uyku girmediği geceler de mazi olmuştu ama her sabah beni usul usul kendisi ile buluşmaya davet ediyordu. Kendimi çözmeye giriştiğim uzun meditasyon seansları da, bütüne aidiyeti ve yaradanın kudretini ve mermametini hissettiğim kutsal ancıklara dönüşmüştü.


Ama sanırım ki en büyük değişim bir insana aşık olunca geldi.


Hep duymuştum, yoga tek başına değil, ancak ve ancak bir ilişkide yaşanır diye.


Ne demek istediklerini yine bu ikinci yarıda anladım.


O da tabii yarına kaldı!


Hepinize çok sevgiler.


 


 


 


 


 


 


 



Filed under: Arkası Yarın, Shadow Yoga Yazılaır, Turkish, Yoga Tagged: portland, Yoga, zhander hoca
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 15, 2013 17:44

Yoga ve Ben 2: Antrakt dönemleri

GörselHikayenin devamına geçmeden önce eski bir dostumun yazının ilk bölümü hakkında sorduğu bir sorusunu cevaplayacağım. Soru şu:


Hareketleri, nefesi iyice öğrenmeden tek başına nasıl yoga yapabildin? Detaylar doğru mu değil mi aşamasında nasıl ilerledin?


Şöyle oldu: Yoga hayatım bir haftalık yoğun bir Yoga’ya Giriş kursu ile başladı. Bu kurs, o aralar Tayland’da yaşadığım kasabanın yegâne yoga okulu olan Nong Khai Alternative Center’da her on günde bir tekrarlanan toplam otuz beş saatlik çok kapsamlı bir kurs idi. Bir hafta boyunca asana olarak hep aynı seriyi yaptık. Teknik derslerde yaptığımız serinin hareketlerini tek tek ele alıp inceledik. Pranayama derslerinde nefesi öğrendik. Meditasyon derslerinde hareketsiz oturmayı, zihnin maymunvari yapısını konuştuk, sonra oturduk. Bir haftanın sonunda elimde beni iki yıl boyunca götürecek kadar malzeme birikmişti. Aynı seriyi yapmaya devam ettim. Ayrıca kursa katılan diğer gezgin ruhların sahip olmadığı bir avantajım vardı. Ben hocalarla aynı kasabada yaşıyordum. Böylece Panço hoca ile her on günde bir bire bir seans yapma imkanım oluyor, o seanslarda Panço beni düzeltiyor, yeni bir şeyler öğrenme kıvamına gelmişsen bir iki yenilik (çoğunluk nefes, banda, mudra bazında) gösteriyordu. Yani açık denizde pusulasız giden gemi değildim. Emin ellerdeydim.



Bir de hazır lâf Tayland’daki yoga okulundan açılmışken, şunu da söyleyeyim. Geçen on yıl içinde Nong Khai Alternative Center benim nice öğrencime ve hatta yüz yüze hiç tanışmadığımız ama yazı yolu ile bağ kurduğum nice okuruma kucak açtı. Mütevazi hayat tarzlarında ödün vermeden yaşamayı sürdüren hocalarım hâlâ orada, hala bir haftalık yoğun yogaya giriş kursu sayesinde her yıl yüzlerce yüreğe yoga sevdasını aşılamaya devam ediyorlar. Yoga ile orada tanışmış biz eski öğrenciler dünyanın dört bir yanına dağılmış olsak da, aynı okuldan çıkmış çocuklar gibi birbirimize hala bağlıyız.


***


2007 yılında dünya etrafında attığım nice turu tamamlayarak İstanbul’a döndüm. Yasemin’in o yaz için bana devrettiği Cihangir’deki dairesine yerleştim, Cihangir Yoga’da ilk yoga derslerimi vermeye başladım. İstanbul’da yaz güzeldi. Özlemiştim. Adaya gidip geliyor, Boğaz’da bisiklete biniyor, yeni dostlar ediniyor, eskilerle  buluşup yiyip içiyordum.


Yogaya başlayalı dört yıl olmuştu, o dört yıl boyunca bir tane bile eli yüzü düzgün ilişki, yoga aşkından başka aşk yaşamamıştım ve artık bir hayat eşim olsun çok istiyordum. Son dört yıl içinde Türkiye’de müthiş bir “yoga boom” yaşanmış da olsa, yogayı hayatının merkezine koymuş erkek bulmak hâlâ bir ütopyadan ibaretti. Ben elbette yogacı bir hayat eşi istiyordum. Sabahları benimle kalkacak, akşam yemeği yemeyecek, sigarası olmayacak, içkiyi, otu kararında içecek filan biri… Neyse işte ben her sabah yoga sonrası Allah’a dua ediyorum, karşıma çıkarsın bu adamı da diye. Çıkarıyor ya Allah karşıma birilerini, çıkarmıyor değil. Yogacı yabancı çocuklar gelip gidiyor, ben beğenmiyorum. Biri agresif, öteki tutkusuz, diğerinin tutkusu yalan…Var yani hepsinin bir kusuru.


Bir eksiklik hissidir gidiyor tatlı hayatımda yani anlayacağınız.


Yaz sona ermeye yakın, Kahvedan’ın sokağa çıkardığı masalarının birinde bir yandan sabah kahvemi yudumlar, öte yandan pembe deri kaplı, altın sayfalı defterime harıl harıl ne yapsam, ne etsem, nerelere gitsem diye dert yanarken yanımdan ayırmadığım mini mini bilgisayarımın ekranında bir e-mail beliriyor. Emma Balnavez of Shadow Yoga School. Neee? Yaz başından beri bir Shadow Yoga kursuna kaydolmak için çırpınıyorum, habire red ediyorlar. Dİyorum “Nereye gel derseniz geleceğim, Allah rızası için beni bir kursa kabul edin.” Onlar da “yer yok” dan başlayıp “yeterli referansın yok”a, ve oradan “hayır kardeşim tanımadığımız öğrencileri almıyoruz, ısrar etmesene,  Allhalaaa! Çok istiyorsan listemizdeki hocaların biri ile çalış, sonra bakarız”a uzanan  cevaplar veriyorlar. Ben yılmıyorum. Özellikle “yer yok” bahanesi ile red edildiğim kursları kurcalamaya devam ediyorum. “Hello Ms Emma, yer açıldı mı acaba?” “Günaydın Emma Hanım belki bir iptal olmuştur diye bir daha yazıyorum. “


Yıllar sonra Emma’nın gülerek bana anlattığı üzere, sonunda teslim olmaya ve beni denemeye karar vermişler. Cihangir’in o zamanlar tek wifi internetine sahip olan kahvesi Kahvedan’ın kaldırıma çıkardığı masasında okuduğum email tek bir satırdan ibaret:


“Portland kursunda yer açıldı, gelmek istiyorsan hemen kaydını yaptır!”


Hadi bu da burada bitsin…Siz yatmadan yayınlansın. Belki uyandığınızda devamını da yazmış olurum.


Esen kalın…





Filed under: Turkish Tagged: Shadow Yoga, tayland, Yoga

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 15, 2013 08:53

August 14, 2013

Yoga ve Ben 1: Balayı Dönemi

Yogaya başlayalı tam on sene oldu. Hayatımdaki en temel değişikliklerin, dönüşümleri vücuda geldiği bu son on senede hemen hemen her sabah (ay halleri hariç) kendi başıma yoga yaptım. Hocalarımın huzurunda tamamladığım eğitimleri saymazsak bir stüdyoda yoga dersine girdiğim seferlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. (hemen hemen hepsi ilk beş yılda) Çocukluğumdan beri grup faaliyeti yerine tek başıma kalmayı tercih ettiğim için yogayı da tek başıma yapmak istememde tuhaf bir durum yok. Çok sonra, ders vermeye başladığımda anladım ki yoga hocalığı denen şey insanın kendi insanlık tecrübesini benden ötekine taşımasından başka bir şey değilmiş. Usul usul bedenimi öğrendiğim, nefesimi hissettiğim, zihnimin tanıdık koridorlarında bir yabancı gibi gezindiğim bütün o tek başıma yoga yaptığım sabahlar benim yegane ve en kıymetli hocalık eğitimim oldu.


Rişikesh_-_Lakşman_Jhula

Rişikesh_-_Lakşman_Jhula


Şimdi, on senenin penceresinden yoga ile kendime baktığımda aramızda ilişkinin ne kadar çok evliliğe benzediğini  fark ediyorum. Yoga ile ben ilk bakışta birbirimize aşık olduk. Kesinlikle karşılıklı idi aşkımız. Ben onu bırakmadığım gibi, o da beni bırakmadı. Efsaneydik biz. Yoga ve Ben.


İlk yıllar çılgın aşkın sarhoşluğunda onu daha iyi tanımak, ona yaklaşmak, biraz daha biraz daha derinine inmek, neyse artık bu  yolun sonu işte oraya kadar gitmek için müthiş bir şevk ve heyecan duyuyordum. Bazı geceler sabah yoga yapacağım diye heyecandan uyuyamadığımı hatırlıyorum. Hani çocuklukta olur ya, tatile çıkılacak günün sabahı bir türlü gelmez, öyle bir heyecan…Ve sonra her sabah ona kavuşmanın mutluluğu, saatler saatler süren sabah seansları… Meditasyon, asana, pranayama, şavasana, yine meditasyon…O kadar yoganın sonucu olarak dünyaya bir saat, iki saat boyunca adapte olamamak, sarhoş sarhoş dolanmak… Çok gençtim. Gücüm, enerjim yerindeydi. Ne iş olsa yaparım, bu aşk beni kucağında nereye taşırsa oraya yerleşirim havasındaydım.


Aşk yaşamanın tam zamanıydı.


Yoga ile tanıştığımızda Tayland’daydım. O zamanlar Tayland’da yoga, Türkiye’de ne kadar biliniyorsa işte o kadar biliniyordu. Tayland Budist bir ülke. Meditasyon bilinen, icra edilen bir pratik ama yoga öyle değil. Parklarda, bahçelerde, havaalanlarında beklerken matımı serip bir iki hareket yapsam  etrafım hemen beni ilgi ile seyreden insanlarla sarılıyor,  ”bu yaptığın ne oliyo şimdi?”  diye soranlara verdiğim yanıt –aynı Türkiye’deki gibi- her ne hikmetse kulaklara “yogo” olarak giriyordu.


Tayland, tapınaklarda kalıp günlerce meditasyon yapmak için harika bir yerdi ama Budizm’deki yogasız meditasyon beni açmıyordu. Hocalarım (Tayland’a yerleşmiş Amerikalı ile İtalyan bir çift) her yıl düzenli olarak eğitim için Hindistan’a gidiyorlardı. Aşkımı daha iyi tanımak, ona daha derinden bir yerden bağlanmak için ben de Hindistan’a gitmem gerektiğine karar verdim. Fırtınalı göklerde deli gibi sarsılan bir Air India uçağında Bangkok’dan Yeni Delhi’ye uçtum. Beni sararıp solduran türbülansdan bir gıdım bile etkilenmeyen sarhoş Hint adamlara bakarken, birden seyahatimi hiç planlamamış olduğumu farkettim. Haritam bile yoktu. Yeni Delhi’ye gece yarısı varacaktım. Elimde hocalarımın verdiği bir otel (Hotel Vivek) ismi vardı ama oraya nasıl gideceğimi hiç düşünmemiştim. Ben ki geceleri İstanbul’da taksiye binmekten korkan kadın…


Ama işte aşkın yeri yürek ise, aynı yürek bir başka duygunun da yuvası: Cesaretin. Aşkın peşinde giderken insan aslan yürekli Rişar’a dönüşüyor. Korkuya değil, sevgiye odaklandığında engeller önünden çekiliveriyor. Gecenin bir yarısı vardığım Yeni Delhi havalimanından bindiğim taksinin şoförü beni Vivek Hotel’in kapalı olduğuna inandırarak anlaşmalı bulunduğu başka bir otele götürdü. Penceresiz ufacık odama girdiğimde televizyonda Friends oynuyordu. Dünyanın hiç bilmediğim bir köşesinde kim bilir ne cins bir otelde olduğumu filan unutup, eve gelmişim gibi bir keyifle yatağıma uzanıp deliksiz bir uykuya daldığımı hatırlıyorum.


http://americanexplores.com/tag/shri-ved-niketan/

http://americanexplores.com/tag/shri-ved-niketan/


O sefer biz Hindistan ile birbirimizi çok ama çok çok sevdik. Kalabalık pazar yerinde dolanarak kendime üç parçadan oluşan bir puncabi aldım ilk iş. O yaşıma kadar yapmış olduğum seyahatlerde hangi yöreye gidersem gideyim oranın kadınlarının giydiği kıyafetleri edinmenin topluma en hızlı adaptasyonu sağladığını öğrenmiştim. Mor şalvar, dizlere kadar inen elbise ve ipek başörtüsünden oluşan punjabimi giyip, iki kaşımın ortasına bir tane de kırmızı bindi yapıştırınca (Hindistan’da sadece evli kadınlar kırmızı bindi takıyorlar) bakkal, manav herkesler benimle punjabi konuşur oldular. Trenlerde koltuk rezervasyonu yaptırmak gerekiyormuş. Haberim yoktu. Delhi- Rişikeş arası üç saat süren yolculuk boyunca ayakta kalacağım ortaya çıkınca yaşlı bir karı koca bağdaş kurup oturdukları daracık tren yataklarında  (ranzanın alt katı) bana yer açtılar. Yaşlı adam astrologmuş, orada acele bir el falıma da baktı ama ne dediğini anlamadım. Trende herkes benim iyiliğimi istedi, o kadarını anladım.


Rişikeş’e vardığımızda, tombul bir çingene beni de sekiz çocuğunun arasına katıp trenden aşağı atlattı. Akşamın alacasında hep beraber bir takım dereler, köprüler geçtik. Onlar olmasa Rişikeş tren istasyonundan Ram Jula’ya nasıl varırdım hiç bilmiyorum. Artık iyice akşamın çöktüğü bir saatte, Burcu Çıt’ın “orada bir aşram var uzakta” diye tarif ettiği sokakta (Ram Jula köprüsünden geç, sola dön, nehir kıyısında ışıklı aşram, muhakkak bulursun) sadece karanlık evler ve bir dolu sivrisinek ile karşılaşınca, “aman bu gecelik başımı sokacak bir yer bulayım da, aşramı yarın ararım” diye ilk gördüğüm pansiyona daldığımda, beni Türkçe “dostum” diye karşılayan Sahip ve daha nice hoşgörülü, sevgi dolu, bilge insan bana yüreğini samimiyetle iyiye ve güzele açarsan Allah’ın sana yardım ettiğini gösterdi.


Hindistan’da da yoga dersine pek girmedim. İlk bir kaç denemeden sonra Rişikeş’de yoganın turistik bir atraksiyondan öteye gitmediğini anladım. Kaldığım aşramın yoga salonunda, turistler gibi değil, aşramda kalan yaşlı Hintliler gibi ilk ders başlamadan önce kendi yogamı yaptım. Gün doğarken Ganj nehrinin buz gibi sularına (üç parça punjabi kıyafetimle) dalıp arındım, şükrettim. Gün batarken merkez tapınaktaki büyük pujaya gidip Rişikeş kadınları ile omuz omuza  mırıl mırıl bir şeyler söyledim. Evrene, doğaya, insana, tanrıya, bütüne ait olduğumu etimde kemiğimde ilk defa Rişikeş’de geçirdiğim o kırk gün boyunca anladım.


İlk yıllar balayı yılları idi. Yoga bana “kal” dediğinde kaldım, “kalk” dediğinde kalktım gittim, “dön” dediğinde döndüm. Çok esaslı bir kaç hocanın öğrencisi olma şerefine erdim. Bazı gecelerim günlerime karıştı, o kadar çok çalıştım. Dostlarım, şehirlerim, evlerim, işlerim güneşin etrafında dönen gezegenler gibi değişip dururken biz yoga ile merkezde durduk.


Balayı dönemi sanırım dördüncü yılın sonunda Zhander Hoca ile karşılaşana kadar sürdü. O zamana kadar aşktı, tutkuydu, maceraydı, heyecandı yoga…Duygusal bir şeydi. Hep böyle kalacak sanıyordum. Meğer  yoga da değişirmiş.


Derler ya hep evlilik beraber yaşamaktan çok farklıdır diye. Öyleymiş!


Bu da yarına kalsın.


http://sacred-spirit-journeys.com/sacred-journey-india.html

http://sacred-spirit-journeys.com/sacred-journey-india.html



Filed under: Turkish
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 14, 2013 16:58

August 5, 2013

Ben meğer “Health Freak” imişim!

“Yoga ve Ben”e geçmeden önce çok kısa bir şey yazmak istedim size. Portland’da saat sabahın 8′i. İstanbuGörsell’da 18:00. Ben uyurken ülkede adaletsizliğin ve zülmun had safhaya varmış olduğuna dair haberleri, öğrencilerimle her Pazartesi sabahı yaptığımız hal hatır sorma (bir Duygu bir Sayı) seansından anladım. O yüzdensözlerimi şuraya acele döküp haberlere gideceğim.


Bir kaç yıl önce annemle çıktığımız bir Büyükada seferinde, iskelede çay içerken onun bir arkadaşına raslamıştık. Neşeli, konuşkan tatlı bir kadındı. İsmini şimdi hatırlamıyorum. Yasemin’i de tanıyordu. Bana demişti ki, “duyduğum kadarı ile Yasemin tam bir health freak olmuş ama sen ondan da health freak imişsin.” Ben bu yoruma şaşıp kalmıştım. Yasemin’in “Institute for Integral Nutrition“ı bitirip beslenme uzmanı olarak yeni yeni çalışmaya başladığı zamanlardı. Muhteşem bir beslenme danışmanı olmuş, üç seansta beni akşam 7lerde uyumaya zorlayan kronik yorgunluğuma çözüm bulmuş, hayatıma ekstradan dört saat  eklemişti.


Neyse kadıncağız böyle deyice ben bir durdum. Bir kere ne demek health freak? Sağlıklı yaşam ile kafayı bozmuş kişi mi? Durmadan hastalanacağından endişe eden kişi mi? Bilmiyorum. Annemin arkadaşının da bildiğini sanmıyorum. Sahiden merak ettiğim halde sıkıştırıp da, “health freak derken tam olarak ne kasdediyorsunuz” diye de sormadım.


“Biz sadece kendimi zehirlemeden yaşamaya çalışıyoruz” diye mırıldandım sadece. Büyükler gözlerini devirdiler. Konu kapandı.


Dün akşam bir doktorun konuşmasına gittik. Konuşma MS, kanser, şeker, kalp ve böbrek yetmezliği , kolesterol gibi çağımızın baş rol oyuncusu hastalıkları ile ilgiliydi.   New York’dan gelen doktor, aynı zamanda mikrobiologmuş. Mikrobiyoloji, hücrede oluşan gelişmeleri, tepkileri inceleyen bir bilim dalı. Kanser başta olmak üzere pek çok hastalık hücre deformasyonu ya da hücrenin virüs tarafıdan işgal edilmesi ile başlıyor.


Hücre, yaşamamızı sağlayan ana mekanizma. Hücre yenilenmesi durduğunda ölüyoruz. , Hücre mutasyon geçirerek ürediğinde de kanser başlıyor. Hücrenin kendini sorunsuz bir şekilde yenileyebilme yeteneği genel sağlığımızın özünü oluşturuyor.


Peki hücrenin kendini sorunsuz bir şekilde yenilemesine neler engel oluyor?


Evet, hepimizin bildiği radyoaktif atıklar var. Çernobil’in torunları bile hala kanserli doğuyor. İki yıl önceki Japonya depreminde patlayan nükleer santralın atıklarından dolayı bugün Japonya’da dünyanın en acayip domatesleri yetişiyor. Ama hücreyi anormalleştiren sadece radyoaktif atık değil. Çok daha sözde masum suçlular var. Bir kere şunu açığa kavuşturalım: Kendi hücresi anormalleşmiş bir gıdayı biz yediğimizde, onun hücreleri bizim hücrelerimizi etkilliyor. Hücre hücreden besleniyor. Japonya’da yetişen anormal domateslerden yerseniz sizin hücrelerinizin de aynı  anormalliği gösterecektir elbet. Ne demiş Amerikalılar:  ”you are what you eat”. (ne yersen o’sun)


Gıdanın hücresi maalesef sadece nükleer santral kazası geçiren bölgelerde anormalleşmiyor. Çabuk büyüsünler diye tavuklara, domateslere, zerzevata verilen hormonların tamamı gıdanın hücresini anormalleştiriyor. Hormon, genetiği ile oynanmış tohumların yanında yine de masum bir suçlu gibi duruyor. Genetiği ile oynanmış tohumdan büyüyen sebze ve meyve (ki hiç de sandığımız gibi bizden uzak ülkelerde yetişmiyor) tam kapasite anormal hücreden oluşuyor. Genetiği ile oynanmış meyve, sebze demek hücresi gıda mühendisleri tarafından yeniden inşa edilmiş, doğal gelişimine müdahele edilmiş gıda demek oluyor. Bugün dünyadaki mısır ve soya ürünlerinin (organik tarım hariç) neredeyse tamamı genetiği oynanmış ürünler. Mısır derken, sadece köşe başındaki mısırcı amcanın kazanındaki süt mısırdan bahsetmiyorum (onu da dışlamıyorum ama). Mısır nişastasından elde edilen  yüksek fruktozlu  mısır şurubu (high fructos  corn syrup)  şekere göre çok daha hesaplı olduğu için şeker gerektiren her türlü ambalajlı ürünün içinde giriyor. Gidin bir gofretin üzerinde yazanları okuyun, siz de göreceksiniz.  Çocuğunuz gofret yiyorsa, genetiği ile oynanmış gıdayı kendi hücrelerine katıyor demek oluyor bu.Görsel


Genetiği ile oynanmış diğer ürün soya da sadece soya sütünde, tofuda değil, “soya proteni” adı altında hamburgerden, keklere, pudinglere kadar heryerde karşınıza çıkabiliyor. Aynı mısırda olduğu gibi organik olarak üretildiğinde hücre yenilenmesine etkili olan soya, genetiği değişince dehşetli bir zehire dönüşebiliyor. (Hepimizin evine muhtemelen giren diğer iki GDO’lu ürün ise pamuk ve kanola. Internet bu konuda bilgi ile dolu, isteyen araştırabilir.)


Uzun lafın kısası, evet ne yersen o’sun. Yediğimiz gıdanın hücresi bizimki haline geliyor. Günümüz koşullarında hücrelerimizi anormal hücreli gıdalardan korumak istiyorsak, yapabileceğimiz en akıllıca şey sadece ve sadece organik gıda tüketmek. Evet zahmetli, evet pahalı ama imkansız değil. Sağlık sigortası masrafı gibi düşünmek lazım organik beslenmeyi.


Hücrenin gelişimini alt üst eden bir diğer şey de kimyasallar. Yeryüzündeki hiç bir canlının hücresi kimyasal yöntemlerle üretilmiş sentetik maddeleri sindirmek üzere tasarlanmamış. Canlı hücresi kendi gib tabiat (ya da Allah) tarafından yaratılmış diğer canlının hücresi ile can buluyor. Hücreye giren her tür sentetik madde onda bir anormallik yaratıyor. Bu olay tekrar tekrar tekrarlandığında, bir yerden sonra hücrenin kendini yenileyecek gücü kalmıyor, deformasyon başlıyor. Bu arada, kimyasal derken sadece gıdalardaki katkı maddelerinden bahsetmiyorum. Hücrelerimize belki de hiç düşünmeden kattığımız sentetik kimyasalların başını eczaneden aldığımız ilaçlar çekiyor. Antibiyotikler zararlı bakterileri öldürmede mucizeler yaratsalar da, zararlı bakteri ile birlikte hücrenin sağlıklı gelişimini sağlayan bir çok başka canlıyı da öldürüyorlar. Bazı insanların şeker gibi her fırsatta yuttukları ağrı kesiciler de hücre tarafından tanınmadıkları için sistemde bir şaşkınlık, bir aksama yaratıyor.


Kısaca, canlı hücresi tanımadığı maddeyi kendi büyümesi için kullanamıyor. Hücre organik, ilaç ise sentetik bir madde. Bunlar bir araya geldiklerinde birbirlerine uyumlu bir şekilde karışamıyorlar, muhakkak bir yerde bir aksaklık oluyur. Aynı şey kimyasal madde içeren kozmetik ürünleri için de geçerli. Cildimiz bedenin en geniş organı. Cildimize sürdüğümüz her şey, aynen ağzımıza attığımız her lokma gibi hücre tarafından emiliyor, ya da red ediliyor. Geçen yıl Umbria’da bize zeytinyağı üretimi hakkında bir sunum yapan yakışıklı İtalyan abi’nin söylediği gibi, ” ağzınıza atmaya cesaretiniz yoksa teninize de sürmeyin.”


Fakat canlının mekanizması müthiş güçlü bir mekanizma. Gençlik zamanlarında hücreye akıtılan zehrin arıtılması kolay. Ancak aksama yaratan madde tekrar tekrar bir ömür boyunca hücreye zerk edildikçe, hücre bir yerde iflas ediyor. Kanser vakalarının her kuşakta artması ve gittikçe daha erken yaşlarda başlaması da bu yüzden.


Bu arada dünki konuşmayı yapan doktor bahsi geçen bütün hastalıklar ve rahatsızlıkların önlenmesi ve iyileştirilmesi için şart olan iki şeyden bahsedip durdu:  1) Beyaz şekeri kesin 2) Bol bol su için.


Beyaz şeker bazı uzmanlara göre sigaradan bile fazla zarar veriyor bedene. (Bizim Bey bu görüşü ne zaman duysa gülümsüyor ve bana Girit’in dağlarında tamamen doğal -şekersiz- beslenen sigara tiryakisi -saf tütün- kadınların yüz yaşını geçtiklerini hatırlatıyor. ) Beyaz şeker bir canavar. İnsanın en zor vazgeçtiği alışkanlığı. Bazı araştırmalar gösteriyor ki şekerden vazgeçmek sigara bırakmaktan bile daha zor insanlar için. Bunun sebebi olarak da şeker alışkanlığının sisteme çok erken yaşta kaydedildiğini söylüyorlar. Bu görüşe göre çocukları şekere başlatmak, sigaraya başlatmak gibi bir şey. Çocuk, şeker ile ne kadar küçük bir yaşta tanışırsa, alışkanlığın yer etmesi o kadar kolay oluyor. Ve bildiğiniz üzere alışkanlığın başlaması için tek bir şeker yetiyor.


Benim bildiğim bu kadar. İnanın ki bu buz dağının görünen kısmının bile ucunun ucu. Yani ben pek bir şey bilmiyorum aslında gıda ve ilaç endüstrisi bize ne oyunlar oynuyor, kim bilir daha ne yolllarla zehirleniyoruz. Bu kadarcık bilgim ile bedenimi temiz tutmaya çalışıyorum. Öyle kutu kutu vitamin filan aldığım da yok. Meyvenin suyunu da içmem, kendisini yerim. Canımın çektiği temiz gıdaların hepsini iştahla yiyen bir insanım. Dışarıdan empoze edilmiş beslenme yöntemlerine inanmam. Health  freaklik bu ise, tamam health freakim.


Son bir şey daha: Şimdilerde genel bir kanı oluştu. Sağlığına dikkat edenler (kendilerini zehirlememeye gayret edenler) hayattan zevk almazlar. Sanki hayattan zevk almak antibiyotiklerle, hormonlarla beslenmiş bir hayvanın etini yemek, meşrubat içmekmiş gibi bir kanı…Oysa herkes biliyor ki dalından yeni kopartılmış domateslerle, marullarla, temiz sulardan avlanmış küçük balıklarla donanmış bir sofrada yemek yemek kadar keyifli bir şey yoktur.


Sağlıklı yaşam zaten keyifli yaşamdır.


Hadi kaçtım!


Not: Tam bu yazıyı yazdım, Feyzbuk’a girdim. Bir de baktım ki Zeynep Çelen Fethiye Pastoral Vadi’de Ekolojik Yoga kampı düzenliyor! İlgilenenler için müthiş bir fırsat. Zeynep Çelen sadece çok iyi bir yoga hocası değil, aynı zamadan ekoloji, hücre ve sağlık hakkında çok şeyler bilen bir bilim kadını. Buraya link koyuyorum. Kamp ile ilgili ayrıntılara Cihangir Yoga‘dan da ulaşabilirsiniz.


https://www.facebook.com/events/446459392113498/





Filed under: Turkish Tagged: gıda, ilaç, kimyasal hücre, organik, sağlık, sentetik

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 05, 2013 09:23

August 4, 2013

Yas ve Aşk

Gündem o kadar canımı acıtıyor, öfkemi öyle bir kabartıyor ki huzursuz ruhumdan dışarı sekmek için gündem dışı bir Pazar yazısı yazmaya niyetliyim. Biliyorum, siz dünyanın güneşi ilk evvela gören tarafında yaşayanlar için Pazar günü nihayete ermek üzere. Biz burada, dünyanın arka yüzünde pırıl pırıl bir yaz gününe uyandık. Bey bir workshop’a katılmak üzere erkenden çıktı, gitti. Ben tembel tembel yogamı yaptım, Bach’ın çello konçertosunu dinleyerek mutfağı temizledim, yatağı topladım, etrafa saçılmış elbiseleri, gömlekleri dolaplara astım. Sonra yine, telaşsız bisikleti çözdüm, üzerine fıstık ezmesi sürülmüş beygıl  yemek üzere yazıhaneme (Fresh Pot Kahvesi) vardım. (Glutensiz olayı bu bunalım yüzünden fena halde sekteye uğradı, üzerine varmıyorum şimdilik. Vardır bir hayır. )


Kalın katmanlar halinde fıstık ezmesi sürdüğüm mini mini  beygıl parçalarını ağır ağır çiğnerken bu yazı kafamda yazılmaya başladı bile. Sabahın erken saatlerindeki avare zamanların hediyesi işte. Sadık okurlar hatırlayacaktır, ben geçen yaz (yoksa önceki yaz mıydı?) yaratıcılık sürecinde avare zaman geçirmenin öneminden bahsettiğim bir yazı dizisi yayınlamıştım. Benim değil bu fikir, yaratıcı yazarlık konusunda yazan Brenda Ueland’ın. Ueland ilham denen şeyin hiç de öyle şimşek gibi çakmadığından, aksine böyle avare avare deniz kenarında yürüdüğümüz (telefonda konuşmadan) ya da ağır ağır beygıl çiğnediğimiz (gazeteye bakmadan) tek başınalık anlarında ılık ılık zihne akan cümlelerle geldiğinden bahseder. (Barbara Ueland: If You Want to Write)


Karşımdaki duvara bakarak beygıl çiğnerken benim aklım da iki adet yazı yazdı. Birisi bu okuduğunuz: “Aşk ve Yas”. Diğeri de parmaklarım aklımın hızına yetişirse yakında kaleme alacağım “Yoga ve Ben”.


Tamam, lagaluga yaparak aslında konunun özünden kaçıyorum. Gündemin verdiği huzursuzluktan kaçmak için kişisel bir konudan bahsedecektim ama kendi acımdan dışarı nasıl  sekeceğimi hesaplamamıştım. İyisi mi balıklama dalayım.


Görsel

Andassy Kurta Janos- Grief


Babam geçen yıl 8 Ağustos günü intihar etti. Biz yine burada Portland’daydık ve şimdiye kıyasla çok da yerleşik bir hayat modundaydık. (sanki) Sabaha karşı bir saatte ev telefonu çaldı. Sabaha karşı çalan telefonlar (hele bir de ev telefonu ise) hep uğursuzluk alametidir ya, bir de dünyanın uzak bir köşesindeysiniz, o uğursuzluğun uzaklardaki ailenizden geldiği kesindir. Ben uykumun arasında ev telefonunun zilini duyduğumda, sadece “Türkiye mi, Yunanistan mı acaba” diye düşündüm. Kötü haber kesin ama bizimkilerden mi, Bey’inkiler mi? Bey zar zor çıkan bir sesle “Alo, evet, evet Selim” deyince de başımı yastığa iyice bastırdım. Bastırdım ki  batsın, batsın bir metre derine dalsın, duymayayım. Oysa daha iki gün babamı çok düşünüp, ölecek diye kederlenmiştim. Stres altındaydı. Bir kaç defa aradığımda ofis telefonunda konuşuyordu, bana cevap verememişti. İşleri müthiş kafasına takıyordu. Yazdığım hafif, komik, onu rahatlatmaya çabalayan emaillerime hiç alışmadığım bir ciddiyetle cevap veriyordu. “Böyle giderse kalp krizi geçirecek” diye geçiriyordum içimden.  Bir kaç hafta önce de kahvaltı sofrasında otururken yüreğime hiç tanımadığım bir ağırlık çöküvermişti, aniden  ve “çok kötü bir şeyler olacak” deyivermiştim yarı refleks tepkisiyle. Bey şaşırmıştı, çünkü ben uğursuzlukların, endişenin, evhamın söze dökülmesinin onları gerçek kılacağı ihtimaline hep inanır, hayra değil de şerre doğru açılmaya meyleden ağızları daha aralanmadan sustururum.


Telefonu elime aldıktan sonrası hızla gelişti. Kalp krizi değil, intihardı. Kardeşim Portland’da sabah olsun diye saatlerdir beni aramak için bekliyordu. Kızgındı, üzgündü, şaşkındı…70 yaşında  bir adam kendi elleriyle hayatına son vermeye karar verdiğinde geride kalanlar,  kayıpları ile baş etmekle kullanabilecekleri bir takım temel duygulardan otomatikman mahrum kalıyorlar. Hastalık ya da kaza gibi insanın kendi iradesi dışında gelişen olaylar sevdiğinizin canını aldığında dövünebilir, şansızlığa, bahtsızlığa, kadere sövebilir, rahmetliye gani gani acıyabilirsiniz. Ama kişi kendiliğinden hayattan vazgeçtiğinde elinizde bunlar yok. İntihar söz konusu olunca insan ister istemez ölenden çok kendini düşünüyor. “Ay canına nasıl kıydın?” dan çok, “bana (bize) bunu nasıl yaptın?” geliyor akla.


Kulağımdaki ahizeden yankılanan kardeşimin sesi de durmadan aynı soruyu soruyordu bana:


“Bize bunu nasıl yapabildi?”


***


Babamın ölümü benim hayatımdaki ilk büyük kaybım. Bu ilki daha erken değil de, otuz sekiz yaşında yaşadığım bir hayatı bana bağışlamış olduğu için her gün Allah’ıma şükretmeyi boynumun borcu bilirim. Elbette ölümler geldi geçti ilk gençliğimden. Neneler, dedeler birer birer gittiler. Ama işte bilirsiniz, nene-dede kuşağı çocuk gözünde zaten kapıya yakın bir yerde dururlar. Hele hele bizimki gibi bütün kadınların doğurmak için en az otuz yaşını bekledikleri bir ailede altmış küsur yaşındaki bir anneanne, çocuğun gözünde hayatın çok uzak bir noktasında durmaktadır. Anneannem annemi doğurduğunda 31 yaşındaymış, babaannem babamı doğurduğunda ise 42. Ben doğdumda annemle babam otuzlarını geçmişler. Babamın babası olan dedemi hiç tanımadım. Ben doğmuşum, üç ay sonra Bursa’da hamamda kalp krizi geçirip ölmüş. Annemin babası dedem ise seksen küsur yaşına kadar yaşadı. Kadınların çoğu doksanlarını görüp de hayata gözlerini kapadılar.


Uzun lafın kısası, yirmi yıl önce hiç beklemediğimiz anda hayatını kaybeden Ankara’daki teyzemin ölümü dışındaki yakınlarımın ölümleri, ölenler de dahil herkesin zaten beklediği, şok edici etkisi olmayan olaylardı.


Şok çok accayip bir halmiş. Belki herkeste aynı şekilde kendini göstermiyordur, bilmiyorum. Bendeki tezahürü şöyle oldu: Aniden sakinleştim. Daha telefonu kapamadan duru bir sukunet kapladı benliğimi. Üstüne bir de hemen herkesi sakinleştime, perspektif sağlama görevine soyundum. Bir iki damla göz yaşı belki aktı, belki akmadı yanaklarımdan aşağı. Kokia ertesi sabah kalkacak uçağa bilet ayarlarken ben tek bir ayrıntıyı bile atlamadan sırt çantamı hazırladım. Tek başıma kıtaları aştığım transatlantik uçuşu sırasında da hiç ağlamadım. “Babama Veda” yazısını yazdım. Gözlerimi kapadığımda onu görmeye çalıştım. Ruhu tanımadığım bir alemlerde taklımış gibi geldi, hissedemedim.


Cenazede, mezarlıkta, duada, evde otururken, kardeşimi, Selva’yı, annemi, halalarımı görünce, hadi hiç biri olmadı tek başıma Amerika’ya dönerken ağlarım diye düşünmüştüm. Geceleri tek başıma uzandığımda akıttığım bir kaç damla dışında bir şey çıkmadı. İçimden sadece dua etmek geldi. Harıl harıl dua ettim sadece.


Şok gerçekten accayip bir şey. Benliğin benliği korumaya alması durumu. Kaybın acısı ruha bir anda çökmesin diye üreyen bir takım beyin kimyasalları. Bir nevi doğal uyuşturucu. O da bütün uyuşturucular gibi insanı hissizleştiriyor. Acıyı hissetmediğin gibi, neşeyi de hissetmiyorsun. Sakin sandığım ruh hali sadece hissizlikmiş aslında.


Geçen bir sene boyunca bu hissizlik sürdü. Önceleri bu halimi kendimden ve etrafımdaki insanlardan sakladım. Eskiden bana çok zevk veren şeyleri yapmaya devam ettim. Her sabah yoga, Büyükada’da bisiklete bindiğim bir gün, Eyüp Sultan Camii’nde dua etmek, Boğaziçi Üniversite’siden çimenlere yayılmak, Beyoğlu’nda bir kafede roman okumak, Fener’in kargacık burgacık sokaklarında gezinip sonra Patrikhane’nin kilisesindeki ayini yakalamak…Hiç biri bana eskiden verdiği zevki vermedi.


Nihayet birgün hissizliğimi kabul edip, itiraf ettiğimde arkadaşlarımdan birisi “eh bu anlattığın tam da yas hali” işte dedi.


Şaşırdım. Araştırdım. Okudum, ettim. Sahiden de öyleymiş. Hayattan zevk alamama, neşeyi, sevinci hissedememe hali. Yas haliymiş. Oysa ben yas bir ağız dolusu yaşanan acı zannederdim. Dolu dolu hissedilen bir şey. Aşk gibi bir şey olmalıydı yas. Ham, koyu, iliğinde kemiğinde hissettiğin bir şey. Ya da basitçe hissedilen bir şey olmalıydı, uyuşukluk değil yani.


Değilmiş.


İnsanı en çok bunalıma sokan şey hissedememek. İnsanevladını bitiren şey hissizleşmek. Yeni, heyecanlı, renkli, parlak tecrübelerin peşinde koşmamızın tek bir sebebi var: Bir şeyler hissetmek. Hep diyorum ya, hayalimiz ister en son model i-pad olsun, ister samadhi (yogada aydınlanma) eninde sonunda hayalini kurduğumuz şey bir tecrübe ve onun hissi.


En çok şey hissettiğimiz zaman ise aşk zamanı. İnsan aşık olmayagörsün tenini okşayan güneş ışığından tutun da, şeftalinin dil ile damak arasında eridiği ana, Mozart’ın notalarından, balıkçının yüzündeki kırışığa kadar herşeyden bir his çıkarabiliyor. Çok genç öğrencilerim var benim. Daha ilk defa aşık olanlar. Onlara hep şunu söylemek istiyorum: Aşkı hissettiğiniz o ilk altı ay, ya da altı hafta ya da altı gün, neyse işte aşkın çağıl çağıl aktığı o ilk zaman, bir daha gelmiyor. Sonrasında aşk daha derin, daha anlamlı, bambaşka ve çok değerli bir duyguya dönüşebiliyor ama o hisler çağlayanı sadece ilk zamanlar yaşanıyor.  O dönemi ciddiye almalı, hiç mahçup olmadan dolu dizgin yaşamalı…


Aşk, yasın tam tersi. Hatta belki hayatı aşk ve yas uçlarından oluşan bir düzlemde yaşıyoruz. Aşk’a yaklaştıkça, his dolu ve mutlu, Yas’a yaklaştıkça hissiz ve mutsuz…


Pazar yazısı dedim, hepinizi yasa soktum değil mi? Affola.


Her farkediş beraberinde bir hissediş de getiriyor ama. Her hissediş ile düzlemin Aşk ucuna biraz daha yaklaşıyoruz sanki.


Buraya kadar benimle kaldıysanız, sabrınız ve iç dünyamda bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim.


“Yoga ve Ben” de görüşmek üzere.



Filed under: Turkish Tagged: aşk, babam, hisler, intihar, uyuşmak, yas, şok
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 04, 2013 12:12

July 25, 2013

Rüya

Dün gece gördüğüm rüyayı size yazmak için yazıhaneme (Fresh Pot Kahvesi


Bunun Çarpaz versiyonu imiş. Neden olmasın?
http://www.internethaber.com


) gelmiş, kahvemi, krakerlerimi ve klavyemi parmaklarımın altına dizmiştim ki, kanatlısı kanatsızı ile kanayan ve hamile oldukları için kanamak yerine şişen kadınların halka açık yerlerde kendilerini sergilemelerinin terbiyesizlik olduğunu öğrendim. Öyle şişkin göbekleri görünce insanın aklına hemen, Allah korusun, o şişkin karnın nasıl oluştuğu geliyormuş.


Bu nasıl bir kafa sahiden ya? İçeriğe tepki vermiyorum vallahi! Bu adam bana ne söylesin isterdim? Şunu: “Hamile kadın görünce içim çekiliyor, gözümün önünden çekilsinler”. Hiç terbiyeye, ahlaka gitmeden kendi doğrusunu konuşsun isterdim. Çünkü ben de ona, “senin gibileri görünce içim çekiliyor, gözümün önünden çekil” demek istiyorum. Ne duymak istiyorsak, onu söyleyeceğiz ya. Buyrun.


Hayır ama rüyam çok güzeldi. I have a dream türünden Martin Luther King’ci bir doğası olsa da bu mecaz değil, sahiden uykuda görülmüş bir rüyadır ve şöyle başlar:


Türkiye’nin bütün aklı selim kadınları ve erkekleri birleşmişiz ve Edine’den Hakkari’ye, Rize’den Marmaris’e uzanan iki adet insan zinciri kurmuşuz. İnsanlar ülkeyi iki çapraz kesecek şekilde el ele tutuşmuşlar. O kadar çok insan. Hetero kadınlar erkekler, geyler, translar, çarşaflı, şortlu, yüzde elli filan değil, yüzde yüz herkes oradaymış.


Olayın organizatörü ben ve Aylin Aslım’mışız. Bir çaprazı Aylin, bir çaprazı ben idare ediyormuşuz. İnsanları bir araya getirmek için kullandığımız ana slogan da şuymuş: İnsanlık onuru ile yaşamak isteyen herkes birbirinin elini tutsun. İnsanlık onurunun alt başlıklarını da sıralamışız ki onlar da şöyle imiş:


Genç kızların tecavüzcülerinin serbest bırakılmasına,


Çocuk istismarına,


Namus cinayetlerine,


Kadınların rahmine kadar uzanan devlet eline,


Masumları diri diri yakanların aklanmasına,


Nehirlerin barajlar uğruna kurutulmasına,


Ormanların köprüler uğruna yakılmasına,


Doğanın tarumar edilmesine,


İnsanın susturulmasına


Karşıysan eğer,


Yanındaki eli tut.


Rüyamda daha ne ayrıntılar ne ayrıntılar vardı…Mesela bu eyleme katılmaya korkanların çok olduğu bölgelere büyük şehirlerden insan taşıyorduk. Ben çocukken babamın turizm şirketinin otobüsleri vardı. Okulca pikniğe gideceğimiz zaman babam ayarlardı o otobüsleri. Bütün şoförler de beni kendi çocukları gibi sever, koca direksiyonun başına geçip burum burum yapmama izin verirlerdi. Neyse işte yine çocukluğumdaki şoförleri ile birlikte bizim otobüsler ayarlanmış, zincirin zayıf noktalarına insan taşınmış. Dünyadan ünlüler de varmış zincirde. Susan Sarandon, Sean Penn ve dün Times gazetesine ilan veren isimlerden bazıları. Ama tabii en kralı iki çapraz zincirin kesiştiği Ankara’ya yerleştiriğimiz Joan Baez’miş. Aaa, şimdi hatırladım Ankara zincirinin yerel idarecisi kuzenim Misket’di. Her bölgenin bir yerel idare kurulu vardıç Müthiş bir organizasyon. Helikopterle filmler, uydudan fotoğraflar çekildi.


Müthiş müthiş.


İşte böyle bir hayalim varmış demek benim.


Martin Lurther King’ci türden.


I have a dream!


Yapalım mı?


Bu bloğun şarkısı



Filed under: Turkish Tagged: aylin aslım, direniş, hamilelik, insan zinciri, rüya, Türkiye
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 25, 2013 09:25

July 24, 2013

Kendini Depresif Hissetmek ve Depresyon

Şiva by Begüm Harmancı

Foto: Begüm Harmancı


Bu depresif yazıları yazıp duruyorum diye depresyona girildiğim sanılmasın sakın. (Anneciğim, özellikle sana söylüyorum.) Ben psikolog da değilim, hayatımda ciddi (gerçek) anlamda depresyona hiç girmedim. O yüzden burada depresyon konusunda ahkâm kesme üzerime vazife değil. Şu kadarını biliyorum yanlız: İnsanın kendini depresif hissetmesi ile depresyona girmesi arasında dağlar kadar fark var. Çok sevdiğim yazarlardan Jeffrey Eugenides’in son romanı The Marriage Plot (henüz Türkçeye çevrilmedi) depresyona girmek ile depresif hissetmek arasındaki farkı pek güzel anlatır.


“Depression sızısı hiç geçmeyen bir çürük gibidir. Zihindeki bir yara. Sızladığı noktaya dokunmaman gerekir bir tek. O yine de hep oradadır”.*


Benim gibi kendini yalnız, üzgün ve boşlukta hisseden insanların ruh haline denmiyor depresyon. Çok daha ciddi bir durum. Zihni ele geçiren bir bakteri gibi, teşhis konup tedavi edilmezse öldüren cinsten bir hastalık. Kendi babam da dahil pek dost sevdiğime hayat yerine ölümü tercih ettiren bir kimya…Ama günümüzde, özellikle Türkiye’de hâlâ depresyondaki insanlara “çık biraz hava al, eşini, dostunu” ara tavsiyesi verilirken, benim gibi can sıkıntısından, yas acısından, ayrılık sızısından ağlayanlara cart prozac reçetesi (ona da gerek yok ya) yazılabiliyor.


Bu anti-depreseyan ilaçlara dair söylenecek çok söz var. Depresyondan intihar eden insanların çoğu anti depresan kullanmaya başladıktan kısa bir süre sonra intihara karar veriyorlar. Bu yüzden gelişmiş psikyatri kliniklerinde kronik depresyon, manik depresyon vs gibi rahatsızlıklardan yatan hastalar, anti depresan aldıkları ilk aylarda çok sıkı doktor kontrolü altında tutuluyorlar. Bunun sebebini de hayatı boyunca manik depresyondan çekmiş eniştem şöyle açıklamıştı bana:


“Depresyonda iken karanlık düşünceler aklından geçiyor ama aklından geçenleri hayata geçirmeye gücün yok. Bütün gün yatıyorsun zaten. Anti depresan almaya başladıktan sonra ise karanlık düşünceler hâlâ aklında ve artık onları gerçekleştirecek enerjiyi kendinde bulabiliyorsun”.


Amerika’da anti depresan kullanmaya başladıktan kısa bir süre sonra intihar eden insanların aileleri ilaç şirketlerini mahkemeye veriyorlar. Henüz dünyada “ilaç şirketleri karşısında insan”  temalı bir adalet mekanizması kurulmadığı için bu davaları kazanan kimse oluyor mu bilmiyorum. Yine de kamuoyunun dikkatini çekmeyi başarıyor işte bu aileler.


On küsur sene önce sevgidiğim adamı beni sevmeye razı edememenin üzüntüsüne dayanamadığım (dayanamadığımı düşündüğüm) için bir psikoloğa gitmiştim. Tatlı bir kadındı. “Sen ne akıllı, güzel bir kadınsın Defne, neden bu ilişkinin peşini bırakmıyorsun?”ile başlamıştı. Ama zaten o sıralar aklı selim bütün hısım akraba ile arkadaşlar ve hatta sakin anlarımda ben bile kendime bu sözleri söylüyordum. Ben psikoloğa “Bu adamı kendime nasıl aşık ederim?”i konuşmaya değil, bu obsesyondan nasıl kurtulacağımı öğrenmeye gitmiştim. Kıpkırmızı gözlerle “hayır hayır, ben onu bırakamam. çok acır, çok acıyor zaten huhuhuhuuu” larıma başlayınca tatlı psikolog hanım gülümseyerek bana, kendimi iyi hissettirecek bir ilaç kullanmayı düşünür müyüm diye sordu. Sonrası cart prozak.


Şimdi burada acele prozakı yuhalamayacağım. Depresyondaki hastalar üzerinde iyi sonuçlar verdiği biliniyor. Ama bu demek değil ki kendini üzgün hisseden herkes prozak kullanmalı. Depresyondan muzdarip hastanın beyin kimyasallarında ciddi bir değişim var. Kendimizi üzgün hissederken ise beyin kimyasallarımız normak işleyişini sürdürüyorlar. Kimyası normal işleyen bir beyine kimya düzenleyici zerk etmek elbet dengeleri bozuyor. Benimki de derhal bozulmuştu zaten. Geceleri ağlayarak uyanmalar, bir delicesine neşeli bir bıkkın, bezgin, bet  haller…İkinci kutudan sonra kendi sahici üzüntümü bu accayip hallere tercih edeceğimi anlayıp bıraktım. (Sevdiğim adamı beni sevmeye ikna etme çalışmalarım ikinci kutunun üzerinden bir yıl geçtikten sonra birden küt diye bitti. )


Geçenlerde bir film seyrettik. O kadar çok film seyrediyoruz ki inanın ismini unuttum. Film, çekirdek aile babasının  çekirdek aile annesini terk edeceğini beyan ettiği mutfak sahnesi ile açılıyor. Baba başka bir kadınla yaşamaya gidiyormuş (adını bulduysanız, aşağıya yorumlara yazın) Bunun üzerine anne kendini yatak odasına kapatıp haftalarca oradan çıkmıyor. Annesinin delirdiğine inanan küçük oğlan, uzak bir şehirde yaşayan abisini eve çağırıyor. Abisi de tuhaf mı tuhaf. İki kardeş yorgan altı annelerine deli muhamelesi yapıyorlar. Ta ki filmin tek neşeli ve gayet normal karakeri olan küçük oğlanın sevgilisi, ateşli bir sevişme ertesinde don sütyen mutfağa inip, kutudan dondurma kaşıklayan anne ile karşılaşana kadar…Ondan sonra kız anneyi ele alıyor. Diyor ki, “eh be kadıncağızım, kocan seni terk etmiş, hem de hop diye başka bir kadınla yaşamak uğruna. Sen üzülmeyeceksin de kim üzülecek? Depresyonda değilsin, üzgünsün sen!”


Yaşadığı duygunun üzüntü olduğunu kabul edince kadın bir nebze rahatlıyor. Sonraki günlerde, gayet emri vaki bir tavırla eve yerleşen sevgili anneye acılı zamanlar için kullanma klavuzluğu ediyor. Büyük oğlanın özene bezene pişirdiği ve annenin hiç dokunmadan komodinin üzerinde bıraktığı organik brokolili esmer pilav tabaklarını kaldırıp, kadının eline koca bir paket patates cipsi tutuştuyor. İnsan kendini depresif hissederken bunları yemeli diye. Sonra odaya bir televizyon taşıyor. En adi dizileri açıyor önüne. Anne bir yandan ağzına cipleri tıkıştırı, öte yandan genç ve zengin insanların dramına kendini kaptırırken yavaş yavaş iyileşiyor.


Öyle bir şey yani, insanın kendini üzgün, bezgin, depresif hissetmesi. Biraz izin vermek lazım. “Allahım depresyona girdim galiba” diye ilaçlara koşmak yerine, cipsti, diziydi, kovasında dondurmaydı, iki üç dostla dedikoduydu gibi yüzeysel kaçamakların hayata girmesine izin vermeli. Dedim ya insanın kendini depresif hissetmesi ile depresyona girmesi arasında dağlar kadar fark var. Bu konuda internette ne var ne yok diye araştırma yaparken rasgeldiğim bir blog yazarı şöyle demiş:


“Hepimizin bir düştüğü günler vardır. Kendimizi keyifsiz ve moralsiz hissettiğimiz günler. Havadan kaynaklanabilir ya da o gün kendimizi şişman hissediyoruzdur ya da herşey ters gidiyordur.  Ben şahsen depresyonda bir gün geçireceğimze, sırf o keyifsiz günlerden oluşan bir hayat yaşamayı tercih ederim.” **


Bu arada aklıma yeni bir proje geldi…Çok yakında sizlerle paylaşacağım.


Üzgün, süzgünseniz olduğu gibi yaşayın. Depresyonda olduğunuza cidden inanıyorsanız muhakkak iyi bir psikolog/psikiyatra görünün.


Sevgiler,


Defne


 


*Depression is like a bruise that never goes away. A bruise in your mind. You just got to be careful not to touch it where it hurts. It`s always there, though


**We all have low days, I call them my blah days. Days where we feel down and low, it could be because of the weather, we’re have a fat day or it’s just gone all wrong. I would take a lifetime of those days over one day of depression. (http://www.dancewithoutsleeping.co.uk/2012/01/difference-between-being-depressed-and.html)



Filed under: Turkish Tagged: anti-depresan, depresif hissetmek, depresyon, intihar
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 24, 2013 20:16

July 22, 2013

İçeriğe Tepki Vermemek

GörselGeçenlerde bir gün çok öfkelendim. Ben öfkelenince ağlayan kadınlardanım maalesef. Hani erkeklerin en tahammül edemediği türden. Salya sümük bağırırım karşımdakine. Ağlamadan öfkemi boşalttığımı hiç hatırlamıyorum. Hoş bir özellik değil, çemberimi daraltarak bu huyumu düzeltmek üzere çalışmalar yapıyorum.


O çok öfkelendiğim geçen gün, şansa Transpersonel Psikoloji dersindeydim. Internet üzerinden katıldığım bir programın parçası bu ders. Üç yıllık program Kanada’daki Clearmind Enstitüsü tarafından yönetiliyor. Modern psikoloji ve danışmanlık teknikleri hakkında iyi bir eğitim verdiği gibi öğrencinin kendine yakınlaşması, kendi yaralarını iyileştirmesi için de özel çalışmalar sunuyor. Özellikle ilk yıl sadece kendimizi tanımak ve ruhumuzu şifalandırmakla geçiyor, geçti.


Neyse lafı uzatmayayım, geçen yazıda sözünü ettiğim Bir Duygu-Bir Sayı tekniğini de bu eğitimde öğrendim. Her dersin başında sınıftaki öğrenciler tek tek o anda ne hissettiklerini ve o hissi ne düzeyde hissettiklerini beyan ediyorlar. Internette sınıf mı olur demeyin. Dİyorum size iletişim teknolojileri çağımızın mucizesi. Bu programın 1.sınıfına kayıtlı onaltı adet öğrenci ve iki öğretmenimiz, online üniversiteler için geliştirilmiş bir program sayesinde her salı akşamı bir araya geliyor, ders dinliyor, not alıyor, soru soruyor, sunumlar yapıyoruz. Minik minik kameralardan birbirimizi görebiliyoruz.


Her ders dört saat sürüyor. Geçen ayki derslerin birinde, yine Istanbul birbirine girmiş, benim dikkatim dağılmış, ders devam ederken twitter’a, facebook’a dalmışım. Henüz Gezi dağıtılmamış, canlı haberden diğerine geçen parmaklarım titriyor, elime geçen bütün bilgiyi paylaşıyorum filan. Bir yandan da kulağım derste ama. Derken dink diye eposta kutuma bir mektup düşüyor. Direnişcilere ve onları savunan bana, yazılarıma, yabancı radyolara verdiğim röportajlara söven, beni yerden yere vuran bir mektup. Tanımadığım birinden. Tehtitkâr değil ama saldırgan. Öfkeyi hissediyorum, halka halka boynumdan yüzüme çıkıyor, parmağım “cevap yaz” tuşuna basıyor. Bir satır yazıyorum, siliyorum. Beyefendi siz belli ki car car car.  Olmuyor, siliyorum.  Anlayışlı bir ifade mi kullansam? Bir satır daha. Yok bu da çok şirin oldu. Sevgi mi dileneceğiz şimdi bu adamdan? Herkes beni sevsin isteyen bir tarafım var, onu da keşfettik bu eğitimde. Hadi bakalım şirin satırı da sil.


Derken derken derken…eğitimi, dersi tamamen unutmuşum. Birden aklıma geldi. Eh, ben psikoloji dersinde değil miyim? Nasıl bir cevap yazmam konusunda öğretmenlerimden daha iyi kim bana tavsiye verebilir. Hemen parmak kaldırdım, (evet parmak da kaldırabiliyoruz!) söz aldım. İstanbul’u, şiddeti, umudumu, korkumu anlatırken boğazıma takılan yumru, meçhul okurun yazdığı emailin içimde uyandırdığı öfkeye geçince fırladı, başladım ağlamaya tabii. On altı kişilik sınıfın önünde hıçkıra hıçkıra ağladım bir süre. Herkes sessizce beni izledi.


Hıçkırıklarım biraz dinince öğretmenimiz dedi ki,


“Biiir bu adam sözleri ile sana dokunuyorsa demek ki orada bir yara var. Kendinle ilgili duyduğun bir şüphenin ruhunda açtığı yaraya dokunduğu için tepki veriyorsun. Emaili yazan kişinin sözleri senin hangi güvensiz noktana temas etmiş? Önce bunu bul. Ne tepki vereceğin konusuna gelince: Asla içeriğe dair tepki verme.”


“Hı?”


“İçeriğe tepki verme. Onun söylediklerine karşı atak, ya da defans yaratacak şeyler söylemeye uğraşma. Bir yere gidemezsin bu şekilde.”


“Ona karşı argüman geliştirmeyeceksem, ne diyeyim peki?”


“Ondan ne duymak istiyorsan onu söyle.”


“Nasıl yani?”


“Sen o kişinin sana ne söylemesini isterdin?”


Bir durdum düşündüm. Ben adamın bana hiç yazmamış olmasını tercih ederdim. Ama madem yazdı, “fikirlerinize ve eyleminize katılmıyorum, sebebleri de şu şu şu. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim” demesini tercih ederdim, dedim.


“Eh, o zaman tam da bunu yazacaksın ona.” dedi öğretmenimiz “Onun sana yazdığı hiç bir nokta ile çatışmaya girmeden, duymak istediğini sen söyleyeceksin. Sonra tabii bir de kendi yaranı araştıracaksın ama bunu sonra da yapabilirsin.”


İçeriğe tepki vermemek! Ne kadar sade ve etkili bir çözüm. Bik bik bik, sen böyle dedin ama aslında bu ben böyle yaptım, bik bik bik diye uzatacağımıza, ne duymak istiyorsak onu söylemek…O kadarcık. Üzerimden yük kalktı.


Yazdım da. Bir daha ses çıkmadı o kişiden. Eh zaten benim istediğim de buydu!


Yara üzerinde çalışmalarım ise sürüyor.


horoz

Foto: Kokia Sparis



Filed under: Turkish
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 22, 2013 19:11

Bir Duygu Bir Sayı

Evrensel Duygularİstanbul’daki öğrencilerimle aramızda telefon üzerinden ücretsiz bir iletişim ağı kurduk. Her Pazartesi sabahı birbirimize hâl hatır bildiriyoruz. Yaptığımız çok basit bir şey. Yerimizi, adımızı, o anda içinde bulunduğumuz duygu ya da ruh halini ve o duyguyu ne şiddette yaşadığımızı yazıyoruz. Mesela benim bu sabahki mesajım “Defne-Portland-Minnettar ve Tatminkar 8″ idi.   (Minnettar ve tatminkârım çünkü yeniden ders vermeye başladım!)


Bu son derece basit egzersiz ben uzaklardayken dağılan öğrencilerimle bağımı koparmamak açısından çok iyi oldu. Hem ben onlara bağlı kalıyorum, hem de onlar birbirleri ile haberleşmeyi sürdürüyorlar. Durumumuzu beyan ettikten sonra bulunduğumuz yerlerin, yemekte olduğumuz yemeklerin fotoğraflarını filan da paylaşıyoruz. İletişim teknolojilerinin bir numaralı takipçisi ve hayranıyım. Sonra bir de kendi üzerimdeki gözlerimden yola çıkarak söyleyebilirim ki depresyonun ve tatminsizliğin başlıca sebebi insanın insansız kalması. Cemaat gibisi yok. Sahiden. Neyse, bu başka bir konu. Ona da geliriz başka bir vakit.


Bu egzersiz için basit dediğime bakmayın. O kadar da basit değil. İnsanın içinde bulunduğu duyguyu öyle hemen şıp diye tespit edemiyor. “Şu anda ne hissediyorsun?” sorusuna Kafam-karışık, bulutlu, telaşlı, enerjik, sorgulayan, boşluk gibi kelimelerle yanıt geldiğinde iletişim ağındaki otuz küsur öğrenciyi birazcık sıkıştırıyorum. Kafam karışığın duygusu ne mesela? Endişe mi? Korku mu? Sıkıntı mı? Duygunun altındaki duyguyu araştırıken  yaratıcı sonuçlar alıyoruz ki! Boşluktan biri huzursuzluk, ötekisi huzur çıkarabiliyor. Çaresizliği deşiyoruz, altından korku çıkacak sanırken, öfke çıkıyor.


Karmaşık ruh hallerini, hisleri, düşünceleri, inançları öfke, korku, zevk, keyif, mutluluk, endişe, üzüntü, keder, hüzün, sevinç, aşk gibi temel duygulara doğru derine derine sardığımızda hem rahatlıyoruz, hem de dünya yüzündeki bütün insanların muhtemelen şimdi şu anda aynı duygusal durumlarda bulunduğunu hatırlayarak bütüne aidiyet hissediyoruz.


Ben, benim öğrencilerle yazışırken en azından böyle hissediyorum.


Size de yakınlarınızla bir duygu-bir sayı alıştırmasını tavsiye ederim. İnsanlar arasında hemen bir samimiyet yaratıyor bu alıştırma. Dedikodudan bile daha tatlı!



Filed under: Turkish
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 22, 2013 18:22

July 20, 2013

Depresyonda Yoga

Foto: Rebekka Haas

Foto: Rebekka Haas


Dün yine kanepe üzerinde geçti. Uyudum, uyandım. Size yazmak yerine bir tencere pirinç çorbasını mideye indirdim. Yine uyudum, yine uyandım. Akşam yedi gibi Bey’in yalvar yakarları sağolsun bizim blok etrafında bir yürüyüşe çıktım. Tabii iyi geldi. Kanepede ahlayıp vahlarken mahallede bir yürüyüş kadar basit bir eylemin bana kendimi iyi hissettireceğini düşünemiyorum. Ama zaten depresif hallerin en tehlikeli yanı da bu değil mi? İnsan kendini iyi hissettmek istemiyor. Ruhunun bir tarafı çok derinlerde akan mutsuzluğa teslim oluyor. Benim de farkettiğim, o derin mutsuzluğa teslim olmak isteyen tarafımdan kalktığım günlerde kendimi iyi hissettirecek şeyler yapmaya hevesim hiç yok. O günlerde bırakıyorum o tarafımı, teslim olsun istediği mutsuzluğuna. Çok da itelememek lazım depresyonu.


Bu sabah nisbeten zinde, keyifli ve erken uyandım. İş kıyafetlerimi giyinip salona koştum, yarım saat yoga yaptım. “Çok iyi geldi valla” gibi beylik bir laf etmeyeceğim. Zaten çok iyi gelmedi. Yani kendimi daha iyi hissetmedim. Sadece kendime biraz daha yaklaştım ki şu aralar okuduğum Çeyiz Sandığı adlı kitabın yazarı çok eski dostum Ebru Tuay Üzümcü’nün söylediği gibi “kendinden uzaklaşan insanlar mutsuz ve öfkeli olurlar”. (Daha mutlu, daha özgür hayatlar yaşamakla ilgilenen herkese Çeyiz Sandığı’nı okumalarını öneririm. Derinde bildiğimiz ama bildiğimizi bilmediğimiz bilgeliklerle dolu bir kitap.)


Kendime yaklaşmak, elbette, hele ki böyle bir zamanda günlük güneşlik bir ruh hali yaratmıyor. Bu sebeple hocamız bize der ki “kendinizi çok duygusal hissettiğiniz günlerde yogayı atlayın”. Meselâ geçen yaz babamı kaybettiğimde bana altı hafta boyunca yoga yapmamamı tembihlemişti hocam. “Yoga yapmak yerine deniz kenarında uzun yürüyüşlere çık” demişti. Yas gibi derin keder duyguları insan ruhunu yalar geçerken, insanın kendine yaklaşması hem çok zor, hem de o duygunun merkezine girmek sanıldığı gibi ruhu iyileştirmiyor. Büyük kayıpların duygusunun ruhu alabora ettiği zamanlarda yoga yapmak, fırtınalı bir denize yelken açmaya benziyor. Seyir boyunca sadece dalgayla, rüzgarla mücadele edip, seyrin sonunda da sakin bir koya filan varmıyoruz. Aksine o dalgayı, rüzgarı bütün gün içimizde taşımaya devam ediyoruz.


Duyguların yükselmediği, suların nisbeten sakinleştiği günlerde yoga yaptığımızda amacımız kendimizi daha iyi hissetmek değil zaten. Piyasa ekonomisi yoga derslerini bir diğer “feel good” aracı olarak pazarlasa da geleneksel yapısında yoga, insan kendisini daha iyi hissettsin diye değil, kendine ve oradan kainatın yaratıcısına yaklaşsın diye uygulanan bir disiplin. Bir arkadaşım neden yogayı sevdiği sorusunu “bana kendi kendimle geçirdiğim bir zaman verdiği için”  diye yanıtlamıştı. İnsan ayrobik dersinde, bale dersinde, ormanda koşar, denizde yüzerken de kendi kendi ile bir saat geçirmiş olmuyor mu? Oluyor tabii ama yoga seansının farkı hocanın bizi devamlı olarak içimize bakmaya, yargılamadan iç gözlem yapmaya çağırmasında. Tek başına koştuğumuz ya da yüzdüğümüz zaman bu çağrıyı tek başımıza duymamız yogadaki kadar kolay değil.  Bir hedefimiz yok yogada. Ayrobik ve bale derslerinde genelde salonda bulunan ayna da yok. Bedenimizi çalıştırsak bile amaç o bedeni bir şeye dönüştürmekten çok o bedeni hissetmek.


Gezi Direnişinde aktif rol oynayan öğrencilerim bu aralar yoga yapamadıklarından şikayetçiler. Bu çok normal bir şey. Hepimiz yoğun duygulardan geçiyoruz. Hergün karşılaştığımız adaletsizliğe karşı sinirimiz bozuluyor, öfkeleniyoruz. Zulm edilerek ölenlerin yasını tutuyoruz. Sokaklardakilerin hayatında ise korku duygusu çok ciddi bir rol oynuyor. Tutuklanma korkusu, yaralanma korkusu, ölüm korkusu. Zamanlar normal zamanlar değil.


Bu aralar yoga yapamasak da “normal” zamanlarda düzenli olarka yaptığımız yoganın meyvelerini şimdi topluyoruz. Fırtınada denize çıkmıyoruz evet ama fırtına bizi karada yakaladığında da “dünya başıma yıkıldı” bilincinden çok “bu da geçecek, çünkü evrende herşey gelir ve geçer” bilinci ile hayata bakıyoruz. Belki bu bilinç varlığımızın çok derinlerinde bir yerlerde gizleniyor. Belki benliğimizin sadece yüzde 1′lik bir kısmı sarılıyor “bu da gelir, bu da geçer” inancına. Olsun. O yüzde 1′e sarılmak ve oradan yaşamak mümkün. Kanepeden kalkmak da işte o yüzde birin ipine tutuna tutuna oluyor….



Filed under: Turkish, Yoga Tagged: depresyon, duygusallık, gezi, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 20, 2013 09:43