Defne Suman's Blog, page 30

October 6, 2013

Yaratıcı Güç’le Randevu

Portland'da Sonbahar

Foto: Kokia Sparis


Son yazı Yaratıcı Güç‘e bir iki ekleme yapmak üzere yine karşınızdayım. Aslında bu güzelim pazar günü, hava pırıl pırıl ve ağaçların başı alev almış gibi kızarmışken bu çayevine gelmemin sebebi yeni romanım üzerinde çalışmaktı ki şuraya iki üç satır yazıp yine öyle yapmayı planlıyorum ama parmakların işine karışılmaz tabii. Belki yine 1000 kelimelik bir blog çıkarmaya kalkışırlar, roman da bugünlük yalan olur. Neden yalan olur? Çünkü zamanım sınırlı. Dikkat ettiyseniz yazılarımın sonuna doğru zamanımızın bittiğini ilan ediyorum. Zaman bitince yazı da bitiyor. Bey ile aramızdaki anlaşma gereğince yazı yazmak için günde iki defa iki saatliğine evden uzaklaşabiliyorum. Bey beni özlediğinden değil, günlük hayatını sürdürmesi için benim yardımıma ihtiyaç duyduğundan. Domestik ortamlarda yazma özürlü olduğum için de yazı yazmak için muhakkak evden dışarı çıkmam gerek. Param olsaydı bir ofis tutardım kendime. Günün 4 saatini orada geçirirdim. Geçirir miydim gerçekten? Bilmiyorum. Benim yazıhanem haline gelmiş kahveyi (sabahki iki saat) ve çayevini (akşam vardiyası) belki de ofise değişmem. Hem buraların kirası bir çay, bir kahve parası kadar.


Sınırlı zamanlarda çalışmak, tanıdığım pek çok insan gibi beni de daha üretken yapıyor. Şimdi bütün günüm olsa yazmaya, ertelerim de ertelerim. Size bunu yazmak istedim işte:


Yaratıcı Güç ile haşır neşir olmak için her gün kendinize sınırlı bir zaman dilimi ayırın.


Günde dört saatiniz varsa ve onu yazarak (yaratarak) geçirebiliyorsanuz ne âlâ ama çoğumuzun böyle bir lüksü yok. Günde bir saat ile başlayabilirsiniz. Günde bir saat ekmek parası gibi hep bir yerlerden çıkar. Yeter ki niyetli olun ve herşeyden önemlisi Yaratıcı Güç ile geçireceğiniz o bir saati günün en önemli randevularından biri olarak görün. Bu randevu bir saat erken yatıp bir saat erken kalkarak yarattığınız bir saatte yaşanabilir. İşe araba yerine otobüs ya da vapurla giderken yarattığınız bir saat, herkes yattıktan sonra uyanık kaldığınız bir diğer saat, televizyondan vazgeçtiğiniz bir saat ya da öğle tatiliniz olabilir. Dediğim gibi önemli olan o zamana, Yaratıcı Güç ile olan randevunuza sadık kalmanız, onu ilk engelde “satmamanız”.


Nasıl ki ekmeğimizi çıkardığımız işimiz önceliğimizi oluşturuyor, hayatımız, uyku, yoga, sosyallik zamanlarımız işimiz etrafında şekilleniyor, Yaratıcı Güç i le geçen zaman da öyle olsun. Bizi mutlu etmesi için öyle olmalı. Obsesif bir hale gelmeden tabii ki, esnekliği elden bırakmadan ama o zamanı öyle kolay kolay “satmadan”. Bir deneyin, sonra bana yazın. Unutmayın ilham bedendenki bir kas gibidir. Hergün düzenli olarak çalıştırdıkça güçlenir, tıpkı yogadaki hareketlerin ancak zamanla ve çok tekrarla akıcı hale gelmesi gibi ilham da yazı kasını  (ya da yaratıcı uğraşınız ne ise o) her gün çalıştırdığınız zaman akıcı hale gelir. (Hani ben bazen yazamıyorum, uzuuuun aralar veriyorum ya, kas çalışmadığı için soğuyor. Soğudukça yeni bir başlangıç yapmak, bütün kış yatmış bir arabayı çalıştırmak gibi zor ve sancılı oluyor. O yüzden.)


Bu konuda aklma gelen bir şey daha var. O da şu: Geçen yazıya Cem’in yaptığı yorumda da okuyabilirsiniz. Ekmek parası. Bir çoğumuzun düzenli olarak çalışmamızın sebebi para kazanmak zorunda olmamız. Para kazanmak zorundayız çünkü beslenmemiz, çocuklarımızı beslememiz, kendimize ve ailemize bir barınak, giysi, kitap vs sağlamamız gerek. Geçen yazıya Cem’in yaptığı yorumda belirtildiği gibi ihtiyaçların ne kadarının gerçek, ne kadarının açgözlülük ve zihnin doymaz açlığını doldurmak amaçlı olduğunu saptamamız hayatımızdaki stres seviyesini büyük ölçüde etkileyecek.


Gezi hareketinin bana verdiği en değerli hediye  Cem Şen’in başlattığı “Tüketmeyeceğim” adlı facebook grubuna üyeliğim oldu. Bu grubun diğer üyeleri ile dayanışma içine girince, sırf ruhum dolsun diye uydurduğum ihtiyaçlarımın beni nasıl tüketime sürüklediğini gördüm. Kredi kartından vazgeçmek, sadece nakit kullanmak gibi hayata çok kolayca eklenebilecek değişikliker sayesinde sahici ihtiyaçlarım ile aç gözlülükten satın aldıklarım arasındaki çizgi de belirginleşti. Bütün bu bilinçlenmeye ve grubun desteğine rağmen, canımın sıkıldığı anlarda kendimi yeni bir çanta, yeni bir çorap ve hatta yeni bir elektronik almayı hayal ettiğim anlar olmuyor mu? Oluyor tabii. Alışverişi hayal etmek, mutluluğun sahip olunacak bir objede saklı olduğuna inanmak çok eski bir alışkanlık. Ama o alışkanlığın güdümü ile harekete geçmek ile alışkanlığın zihinde yükselip sonra alçalan bir dalga olduğunu izlemek arasında büyük bir fark var. Ben bu yaz, çeken beyaz tişörtlerimin yerine yenisini almam gerektiğine beni ikna eden zihnimin oyununa geldiğim bir sefer dışında hiç alışveriş yapmadım. Alışveriş hayalini kuran zihnime kızacağıma, ona mutsuz bir çocuk gibi yaklaşıp, elimizdekilerle ne oyunlar oynayabileceğimizi gösterdim. Bol bol kıyafet değiştiren arkadaşlara mesaj gönderip, elbiselerini, kazaklarını fakirlere dağıtmadan önce bana göstermelerini rica ettim. Bütün kitaplarımı kütüphanden aldım.


Foto: Kokia Sparis

Foto: Kokia Sparis


Bu sayede inanın ki geçen yaza göre çok daha az para harcadım. Öyle olunca elimdeki para ile daha uzun süre geçineceğimi anladım. Kredi kartı borçlarımın hepsini yaz başında kökünden ödeyip, kartları rafa kaldırdım. Böylece derslerim karşılığı kazandığım para borç kapatmaya değil, doğrudan temel ihtiyaçları tatmin etmeye yönlendi. Çok daha değerlendi. Zaten işimi seviyordum ama kazanç ile ekmek arasında doğrudan bir ilişki kurulduğunda daha çok sevdim.


Eh, ne oldu bizim ikinci roman? Yaratıcı Güç size akmak istemiş bugün anlaşılan…Doksan dakikalık vardiyamın sonu geldi. Çıkıp yürüyüş yapalım. Ah, bakın bu da bir diğer değişiklik: Artık yemeğe çıkacağımıza Bey ile beraber vakit geçirmek üzere yürüyüşe çıkıyoruz. Ağaçlar deli bir kırmızıya dönüyor, mahalle kedileri sonbahar güneşine karınları açıyor, kargalarla sincaplar sokaklarda beraber takılıyorlar. Yürüyüşe çıktığımızda, yemeğe çıktığımızdan çok daha fazla şeyi paylaşıyoruz.


Bütün bunlar dönüyor, dolaşıyor Yaratıcı Güç’e hayatımızda yer açmamızı ve onunla olan randevumuza sadık kalmamızı sağlıyor..


Deneyin, göreceksiniz.


Foto: Kokia Sparis

Foto: Kokia Sparis



Filed under: Turkish Tagged: yaratı, yaratıcı güç, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 06, 2013 12:43

October 4, 2013

Yaratıcı Güç

Şiva by BegümBütün bu teknik yazıların ertesinde şunu da söylemek isterim: Yoga teknik bir şey değil. Teknik seride sözünü ettiğim bilgiler, zaten yoga yapan insanlara etkinlik sırasında içeride neler olup bittiğini bildirmek amacını taşıyordu. Yoga, Yaratıcı Güç ile buluşmamızı sağlayan bir araç sadece.


Bu yeni yazıyı yoga yapmayan, yoga sırasındaki akışı, sonrasındaki dinginliği, günlük hayatta keskinleşen dikkati bilmeyen okurlarıma hitaben  yazmak istiyorum. Ve bu konuda söylemek istediğim ilk şey, bahsettiğim bu durumları (akış, dinginlik, keskin dikkat) yaşamak için yoga yapmanıza gerek olmadığı!


Evet doğru okudunuz. Bu harikaları deneyimlemek için yoga ya da benzeri mistik çalışmalara girmeniz şart değil. Bir stüdyoya gitmeden, hoca edinmeden ve masanızdan kalkmadan da “yoga”nın bedende, zihinde ve insanın ruhunda uyandırdığı dinginliğe ve tatmine ulaşabilirsiniz.


Yoganın anlamından başlayalım. Yoga, Sanskrit dilinde bütünleşmek, buluşmak, birleşmek anlamına geliyor. Gerçekten de yoganın içimizde uyandırdığı his bir bütünlük, bir buluşma hissi. Dünyanın bütün mistik akımları insanın başlıca ıstırabının kendini “ayrı” hissetmek olduğunu söylerler. Diğer insanlardan, evrenden, tanrıdan kopuk bir varlık olduğunu sanmak mutsuzluğun kökeninde yaşar. Sadece bu da değil. Kopukluk ilüzyonu olmak istediğimiz şey ile varolan arasına da yansıyor. İnsanın başlıca mutsuzluğunun başını da bu çekiyor. Kendimizi bir şeylerden kopuk zannediyor ve o şeyi arzu ediyoruz. Hayatlarımızı o şeyi ele geçirmek üzere düzenliyor, o şey için kendimize kısıtlamalar ya da hedefler koyuyoruz. Hayalini kurduğumuz şeyden uzak olduğumuz olgusunun gerçek değil, ilüzyon olduğunu anladığımızda mutluluğa doğru bir adım atmış oluyoruz.


Hayalini kurduğumuz ve hayatımızı onu elde etmek için düzenlediğimiz şey veya şeyler gerçekleştiğinde ne oluyor? Bir his yaratıyorlar içimizde. Hayatımızı etrafında düzenlediğimiz şey ister para kazanmak, ister çocuk yapmak, aşkı bulmak veya ün salmak ve ister insanlığa faydası dokunacak bir şeyler yapmak olsun, nihayetinde daima bir tek şey oluyor. Bir şey hissediyoruz.  Bir tecrübeye ulaşıyoruz. Bu tecrübenin bize tatmin sağlayacağını umuyoruz. Kimi zaman da uğruna hayatlarımızı kısıtladığımız, ve hatta uğruna başka hayallerden vazgeçtiğimiz o şey aslında tatmin duygusu.


En büyük hayalimiz tatmin olmak. Hayatı belli bir doygunluğa ermiş olarak yaşamak. Bunun hayalini kuruyoruz çünkü açız. Neden açız? Çünkü ruhumuzu doyuracak bir uğraşımız yok. O açlığı yemekle, aşkla, dram ile, dizi ile, para veya başarı ile doldurmaya çalışıyoruz. Ama içimizdeki boşluk bir türlü dolmuyor.


Hatha Yoga, özüne sadık kalarak uygulandığında, bu boşluğu doldurabilecek bir etkinlik. Bunun sebebi de Allah’a inansak da, inanmasak da düzgün bir yoga seansının sonunda bilincimizin bir yerlerinde Allah’a kavuştuğumuzu hissetmemiz. Yoga sırasında, sonunda bir anlığına bilincimize açılan bir pencereden kainatın mükemmel işleyişini görebiliyor ve dahası o mükemmel işleyişin vazgeçilmez bir parçası olduğumuzu bir anlığına anlıyoruz. Kainattan kopuk olmadığımızı, aksine mozaiğin önemli bir taşı bildiğimiz o kısacık an bize gün boyu yetecek bir tatmin duygusu sağlayabiliyor. İçimizdeki boşluğun yoga ile doldurulduğu bir sabahın devamında insanın tüketmeye, yükselmeye, yetişmeye, yarışmaya ve hatta değişmeye karşı iştahı bilenmiş oluyor.  Varolan ile mutluluğu hissetmek kolaylaşıyor.


Başta söylediğim gibi bu tatmini sağlamanın tek yolu yoga değil. Kainatın bütününden kopuk olduğumuz ilüzyonunu sadece yoga değil, yaratıcılığımızı kullandığımız bütün etkinlikler sağlıyor. Yazmak, çizmek, bestelemek, çocuklarımızla oynamak, şifa vermek, konferans vermek, bir dans yaratmak, müzik dinlemek, ders vermek…Bu etkinliklerden hangisi ise size uyan, onu yoga yapıyorcasına uyguladığınızda aynı yere varabilirsiniz. Yoga yapıyorcasına derken ne demek mi istiyorum? Para kazanmayı ve insanları etkilemeyi düşünmeden. Sadece kendiniz için. Bir şey keşfetmek, üretmek, dönüştürmek için bile değil…Sadece o anı başkası için de değil, kendiniz için HİSSETMEK için yaptığınızda, işte o zaman yoga kafası geliyor. Hakikati  gölgeleyen kopukluk ilüzyonu (Shadow Yoga’nın adına ilham olan gölge) bilincin göklerinden çekiliyor, Hakikat (hayat şimdi, şu anda burada ve başka hayat yok) bütün netliği ve temizliği ile karşımıza çıkıyor.


İçimizdeki boşluğu dolduracak tek şey yaratıcı gücümüzün akışını sağlamak. Yaratıcı güç, teknik yazılarda bahsettiğim Prana gibi bir şey. Gözlerimize nur, tenimize ışık veren, günlük kaygılarımıza dışarıdan  bakmamızı sağlayan bir güç. Tıpkı Prana gibi Yaratıcı Güç’ün de her gün düzenli olarak uyandırılması, masaj ile harekete geçirilmesi gerek. Tıpkı yogada olduğu gibi yargılamadan, değerlendirmeden sadece gözlemleyerek ve her şeyden önemlisi keyfine vararak yapılması gereken bir etkinlik. Mutluluk o kadar yakınımızda aslında. Parmaklarımızın ucunda belki. Yerimizden bile kalkmadan hep hayalini kurduğumuz o his, o tatmin, o bütünlük haline erişebiliriz. Sağlığım yerinde olsa, bir çocuğum, şu kadar param, bu kadar yatırırım olsa diye diye hayatı tüketerek değil, her gün Yaratıcı Güç’e akacağı bir kanal açarak geliyor mutluluk.


Bitirirken son bir şey daha söylemek istiyorum. Dünya yüzünde çok çok çok az sayıda insan Yaratcı Güç’ünden ekmeğini kazanıyor. Onlar da bizlere parmak ısırtan sanatçılar, yazarlar…Olmaz mı? Olur. Çok çalışarak elbette olur. Ama olmayabilir de. Yani diyeceğim şu: “Yaratıcı Güç’ümden ekmeğimi kazanacağım gün gelene kadar bu sevmediğim ve bütün vaktimi, enerjimi, gençliğimi alan işi yapacağım ondan sonra Yaratıcı Güç’ümü akıtacak çok fırsatlarım olacak” demeyin. Olabilir. Ama olmayabilir de. Onun yerine tüketimi azaltın, belki daha az para kazandığınız ama size zaman ve enerji veren başka bir işe geçin. Ekmek parası bir yerlerden çıkar. Yeter ki içimizdeki boşluğu tüketim ile doldurmaya çalışıp durmayalım. Ekmek parasını çıkardığımız işin adı, sanı, şirketi de önemli değil. Önemli olan Yaratıcı Güç ile buluşmanıza olanak sağlaması. Ekmek parası adı üzerinde, karnımızı doyuracak, tepemizde bir barınak sağlayacak, sağlıklı bir hayatı sürdürmemiz için gerekli koşullar ı yaratacak bir kaynak. Kimliğimiz, ismimiz, cismimiz ve şu dünyadaki değerimiz ekmeğimizi nereden kazandığımız ile belirlenmiyor. Ve hayatımızı ona adadığımız anda, Yaratıcı Güç’ün alanından çalmış oluyoruz.


Bence biz insanların kainata katkımız yaşamı bütün güzelliği, acıları, savaşları ve mucizeleri ile  ifade ettiğimiz eserler yaratmak….Sonraki kuşaklar için değil sadece, aleme Yaratıcı Güç’ü yaymak için. Kendimiz için. Mutluluğumuz için. Her bir bireyin kendi mutluluğu bütün insanlığın mutluluğuna katkıda bulunuyor çünkü….


IMG_1877



Filed under: Turkish, Yoga Tagged: yaratıcılık, yazı, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 04, 2013 11:14

September 22, 2013

Teknik bir Yoga Yazısı 4. ve son bölüm!

Samakonasana Foto: Rebekka Hass

Samakonasana
Foto: Rebekka Hass


Dün el alan başka bir yazı ile uğraştığım için buraya yazamadım. Affola. Bu haftasonu buraya bayağı bayağı kış geldi. Yün kazak, yün çorap, sıcak çorba havası dışarıda. Yağmur da başladı. Artık hazirana kadar durmaz. Yazık, çünkü bu hafta Zhander Hoca geliyor buraya. Kısa bir kurs yapacak. Ne vakit Portland’a gelse, yağmur yağıyor. Şehrimizi hep böyle karamsar bir yer zannediyor. Neyse ki kahvelerimizin üzerine kahve tanımadığını söyledi bir defa!


Şimdi kaldığımız yerden devam edebiliriz.


Prana ve apanadan bahsediyorduk. Can anlamına gelen ve büyük harfle başlayan iç nefes/rüzgar Prana’nın alt bölümlerinden ikisi. Apanavayu bütün aşağı giden ve bedenin eliminasyon sisteminden sorumlu enerji.  Mesturasyon, tuvalet ihtiyaçları, orgazm, hamile kalmak, çocuk doğurmak, terlemek ve nefes vermek hep apanavayunın sorumluluğunda. Ayuverdaya göre hastalıkların yüzden doksanı apana bozukluklarından kaynaklanıyor. Toksinlerinden temizlenmeyi beceremeyen bir beden kendini yenileyemiyor. Apanavayunun yuvası anüs ama kuvvetli olarak estiği bölgeler ense, sırt, bacaklar ve topukar.


Pranavayu ise (küçük harfle başlayan) apanın tam tersi olan enerji. Yukarı doğru çıkan pranavayunun yuvası kalp bölgesi. Nefes alışımız ve gıdaların parçalanıp kana karışması pranavayunun sorumluluğunda. Sıcak tabiatlı bir rüzgar. İç organların ve başın sağlığı da pranavayudan geçiyor.


Her iki vayunun akışı  yediklerimiz, düşünme sistemlerimiz ve hayat tarzımızdan etkileniyor. Hatha Yoga yaparken fiziksel bedenimiz ile yarattığımız şekiller, pranamaya koşa içinde boşluklar yaratarak iç rüzgarların bu boşluklara doğru esmesini ve onları doldurmasını sağlıyor.


Hatha Yoga çalışması sırasında nefes aldığımızda pranavayuyu yuvası olan kalp bölgesinden karnımıza (nabi çakraya) doğru indiriyoruz.  Sonra pranavayuyu nabi çakrada tuttmayı bir yandan sürdürüken, diğer yandan verdiğimiz nefes ile apanavayuyu da yuvası olan anüs-perinyum bölgesinden yine karına, nabi çakraya doğru yükseltiyoruz.   Nefes verişin sonunda bir durduğumuzda da bu iki güç karın merkezinde buluşmuş oluyorlar. Bandalar işte, kaslar kasıp kasıp bırakarak değil bu iki vayunun birleşmesini hissederken kendiliğinden gelişmeye başlıyorlar.  (Bu anlattaığım zihin için çok karmaşık bir sistem olduğu için düşüne düşüne anlamamız pek mümkün değil.)


Bu anlattığım mekanizma (pranavayu ile apanavayunun nabi çakrada buluşması) Hatha Yoga sırasında yaptığımız HER bir hareket sırasında uygulanıyor. Demin sevdiğim blogların bir tanesinde,  ”İleri seviye yoga neye benzer?” başlıklı bir yazı gördüm. Henüz okumadım ama benim size diyeceğim, ileri seviye yoga işte böyle bir şey. Girdiğimiz şekillerin zorluğu, karmaşıklığı ya da estetiği ile alâkası yok. Vayuların gücünü hissedip, kas ve beyin gücü yerine vayuların gücü ile hareket eder hale gelmek.


Nefes sırasında pranavayu ve apanavayu nabi çakra’da  buluşması bir diğer iç rüzgar -vayu- olan Samanavayu’yu uyandırıyor. Samana eşit anlamına geliyor. Samanavayu iki yana doğru açılan, genişleyen bir rüzgar. Nefesin eşitlenmesini sağlıyor. Samanavayu uyandığından nefes genişleyip bütün beden eşit bir şekilde yayılıyor.


Hatha Yoga’da ciğerlere çektiğimiz ve ciğerlerden bıraktığımız havaya dış nefes, dış nefesin sayesinde bedenin içinde dolaşan  elektriğe (vayulara) iç nefes adı veriliyor. Dış nefesin çooook yavaşlayıp, neredeyse yok olduğu zamanlarda (iyi bir yoga çalışmasının sonuda otururken ya da yatarken) iç nefes vayuların nadiler içindeki hareketini izlemek kolaylaşıyor. Yani diyeceğim, dış nefesin yavaşlaması dikkatin artmasını sağlıyor. Nefesin sıklaştığı heyecan durumlarında (gündelik hayat içinde) dikkatin azalması durumunu çoğunuz biliyorsunuzdur. Tamam işte bu anlattığımda tam tersi. Yani iç-dış nefes ve dikkat arasında sıkı bir bağ var. Hemen hemen bütün yoga dersi/kursu reklamlarında duyduğunuz/okuduğunuz o basmakalıp cümle, ” yoga farkındalığı arttırır” olayı da bu bahsettiğim simyadan kaynaklanıyor.


Yogaya ilk başladığımızda bu bahsettiğim şeyleri hissetmek kolay değil. Gerek de yok. Nefesi tabii halinde tutup Hatha Yoganın şekilleri ile haşır neşir hale gelmek, bana sorarsanız ilk yıl (belki yıllar) için yeterli.  Başlangıçtaki bu süre içinde kendinizi motor gücü ile giden bir  tekne olarak düşünebilirsiniz. Motor burada beyin ve kas gücünü temsil ediyor.Düşünmeniz, anlamanız ve kaslarınızdan güç almanız gerek. Aynı şekilleri çalışıp, onlarla iyice haşır neşir olduğumuz bir sürenin sonunda, zaten nefes kendi yolunu bulmaya başlıyor. O zaman işte yelkeni açıyoruz. Motor susuyor. Kasların kaldırdığı kolları iç nefes -Prana- kaldırmaya başlıyor. Bandalar apanavayu ile pranavayunun buluşmasına yer açmak ve hatta onların buluşmasını kutlamak için vücuda gelmeye başlıyorlar.


Dış nefes yavaşlar ve iç nefes samanavayunun yayılmacı etkisiyle bedenin dört bir yanına eşit bir şekilde dağılırken, dikkat yani zihin de samanavayu ile birlikte hareket ederek bütün bedeni hissetmeye başlıyor.  Böylece dışarıdan bir nesne ya da hayali bir görsel değil de bedenin kendisi meditasyonumuzun odak noktası haline geliyor. Dikkatinizi bedenin iç ve dış mekanizmalarına çevirirseniz, çok kısa zamanda katı sandığınız etin kemiğin dalga dalga titreşimden yapılmış olduğunu fark edebilirsiniz. Biraz daha derinleşen bir uygulamada sadece bedenin değil, zihnin de aynı dalga dalga yapısını hissetmek mümkün olur.


Beden ve zihnin gerçek doğasının (titreşim) keşfi, yıllardır toz içinde duran aynayı temizleyip de ilk defa kendi yüzümüzü görmeye benziyor.


Ve işte yoga tam bu noktada başlıyor!


 


 


 



Filed under: Arkası Yarın, Turkish, Yoga Tagged: apanavayu, pranavayu, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 22, 2013 16:40

September 20, 2013

Teknik bir Yoga Yazısı 3

www.iytyogatherapy.com

http://www.iytyogatherapy.com


Geçen yazıda Prana ile tanıştık. Büyük harf ile yazılan Prana can olarak düşünebileceğimizi söylemiştik. Nadi adını verdiğimiz enerji kanalları içinde rüzgar gibi esen Prana, ilk nefesimizden son nefesimize kadar bizimle birlikte olan bir güç. Prana’nın kendisi de dahil olmak üzere bu yazı serisinde bahsi geçen bütün kavramları ilahi bir anlayışla değil de teknik ve hatta amprik bir gözle okumanızı rica edeceğim. Evet o canı oraya kim koyuyor, can sükunet içinde akar hale geldiğinde ilahi bilgiye bilincin açılması nasıl oluyor vs gibi Hatha Yoga’nın tinsel (spiritüel) tarafını ilgilendiren bir dolu soru akla gelebilir ama bu yazı, teknik ayrıntılarla ilgilendiği ve yazar kişi tinsel detayların mahremiyetinin korunması taraftarı olduğu için biz enerji bedeninden fiziksel bedenmiş gibi bahsedeceğiz.


Ki tam da oradan başlayalım: Hatha Yoga’da insan Atman (ruh) denen çekirdeğin etrafını saran beş koza bedenden oluşur. (Sanskrit: Koşa) Bu kozaların en dış tarafta duranı annamaya koşa etimizi, kemiğimizi, iç organlarımızı içeren fiziksel bedenin kozasısır. Annamaya koşa‘dan hemen sonra gelen katman Pranamaya koşa, bazen nefes, bazen enerji beden olarak yabancı dillere tercüme edilir. Siz Prana’nın anlamını bilen kıymetli okuyucular tercüme gerektirmeyen bir terimdir Pranamaya koşa. (Koskoca hocaların artık dilleri sürtçüğünden midir nedir bu katmana Pranamaya yerine Pranayama koşa dediklerini benim bizzat işitmişliğim var. Aman dikkat! Bu vesile ile İngilizce’de chakra olarak yazılan enerji disklerinin doğru telaffuzunun yine koca koca hocalar tarafından söylendiği gibi şakra değil, Sankrit tekerlek anlamına gelen çakra olduğunu da belirteyim ve rahatlayayım.)


Pranamaya koşa, Prana‘nın kozası. Bizim bu teknik yazı serisi işte sadece ve sadece bu katman ile ilgileniyor. Prana bu katmanda esiyor, idası, pingalası, şuşumnası ile nadiler bu katmanın iletişim ağı. Can (Prana/nefes) bedenden çıktığında, yani bu katman işlevini yitirdiğinde, hemen dışında bulunan annandamaya koşa, yani fiziksel beden teknik olarak ölü sayılıyor. (Şavasana‘nın adı da buradan geliyor ama aramızda yeni katılanları korkutmamak adına bu konuya burada girmeyeceğiz. Zaten biz Shadow Yoga’da ölmeye hazır hale gelene kadar şavasana da yapmıyoruz. Şavasana’dan korkanlar bize katılabilirler. )


Hatha Yoga’nın asana ve pranayama adımları da doğrudan bu katmanda çalışıyorlar. Amaç neydi? (dün söylemiştik hani?) Amaç Prana‘nın nadiler içindeki akışını (esişini) muntazam kılmak. Prana‘yı şimdi öyle tek yöne esen yekpare bir rüzgar gibi düşünmeyelim. Karadan denize, denizden karaya, dağdan vadiye, dereden tepeye, güneydoğudan kuzey batıya esen yüzlerce rüzgar çeşidi olduğu gibi nadilerden oluşan kanallardan esen de çeşit çeşit rüzgar var. Bu rüzgarlara Hatha Yoga‘da vayu adı veriliyor. Anlayacağınız bizim büyük harf ile yazılan Prana canımız kendi içinde vayulara ayrılıyor. Vayuları Prana’nın çocukları olarak düşünebiliriz.


Farklı Hatha Yoga metinleri pranamaya koşa içinde esen vayuların sayısı konusunda çekişedursun, biz Zhander hocamızın en temel bir kaç metinden toparladığı bilgi ve kendi tecrübesine dayanarak yazdığı Shadow Yoga- Chaya Yoga kitabını referans alarak 10 adet vayu bulunduğunu belirtelim. Bu 10 vayu‘nun serbest dolaşımı akılara ve bedenlere sağlık ve güç taşınmasını sağlıyor. Prana’nın on çocuğunun her birine burada tek tek girmeyeceğiz. Zaten google’a sorarsanız size derhal on yavruyu, ne işe yaradıklarını filan sayar, döker. Ben burada  bu vayulardan beş tanesinin Hatha Yoga literatüründe temel rüzgar, diğer beş tanesinin üvey -pardon- alt rüzgar (sub-wind anlamında) olarak geçtiğini bildirmekle yetineceğim.


Beş temel rüzgar, prana (küçük harf ile başlayan), apana, samana, udana ve vyana isimlerini alıyorlar. Teknik yazımızın çok farklı seviyede yoga severe hitap ettiğini varsaydığımdan  burada ilk üç vayudan öteye gitmeye niyetli değilim. Zaten benim öğrencim olursanız, ilk yıl sizi bu bilgilerle baymayacağımı, ancak ikinci sınıfa geçip de samakonasa’da sekiz nefes durur kıvama geldiğinizde bunca bilgiyi öğrenip, hazmetmenizi sizden bekler hale geleceğimi söyleyeyim de, telaşlanmayım. Hatha Yoga’nın anatomisini ilgilendiren bütün bu teknik bilgiler çok uzun bir zamanda ve ancak ve ancak Hatha Yoga uygulaması ile elele gittiği takdirde sindirilebilir. Yoga, bir kitaptan ya da bir blogdan okuyarak, gündelik akıllarımızla kavrayabileceğimiz bir bilgi değil. Hatha Yoga Pradipika’nın sonunda Svatmarama’nın söylediği gibi doğru uygulanıp kişi tarafından birebir tecrübe edilmediği takdirde (hakikâte dair) bütün bu malumat kuru gevezelikten öteye gitmeyecektir.


Pranavayu ve apanavayu Hatha Yoga anatomisinin ABCsi gibi birşeydir. Aldığımız nefes, verdiğimiz nefes, girdğimiz asana, çıktığımız şavasana, hepsi hepsi ya pranavayu‘yu etkier ya da apanavayu’yu. Meraklı bir yoga öğrencisi için bu ikiliden kaçış yoktur.


Benim bu akşamki blog mesaim yine sonuna varıyor.


Yarın bu iki zıt kardeşe yakından bakmak üzere sizleri yine buraya bekliyorum.


Rüzgarlarınıza iyi bakın.


Defne


  



Filed under: Anı, Turkish, Yoga Tagged: annandamaya koşa, apana, hatha yoga, koşalar, Prana, pranamaya koşa, Shadow Yoga, vayular, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 20, 2013 16:52

September 19, 2013

Teknik bir Yoga Yazısı 2

 


Image with nadis on blue background ©1972 Sri Ramamurti Mishra

Image with nadis on blue background ©1972 Sri Ramamurti Mishra


Beden, zihin ve nefes çalışmaları vasıtası ile bütünleşmeyi amaçlayan Hatha Yoga’nın bize sunduğu anatomi sadece fiziksel beden ile sınırlı bir anatomi değildir. Yoga yaparken ne oluyor da alışkanlıklarımızdan inançlarımıza, günlük ilişkilerimizden damak tadımıza kadar çok şey değişiyor diye soracak olursanız Hatha Yoga anatomisine bir göz atmanızı öneririm. Tıpkı Çin tıbbında olduğu gibi Hatha Yoga’da beden beş duyu organı ile algılanan fiziksel bedenden daha geniş bir alana yayılır. Beden, evet iç organlar, sinir, solunum, dolaşım, sindirim sistemi ve beş duyu organı ile donatılmıştır ama bu yapıyı birbirine bağlayan ve ölü bedeni canlısından ayıran çok önemli bir parçası daha vardır: CAN.


İlk nefes ile bedene dolduğu ve son nefes ile bedenden çıktığı farzedilen bu yaşam enerjisi (can) Hatha Yoga’da Prana adını alır ve iç rüzgarlardan biri olan diğer (küçük) prana ile  karıştırılmaması için cümle ortasında bile kullanılsa özel isim gibi büyük harfle başlayarak yazılır. Pranayı nefes ve besinlerden alırız. Kimi Hatha Yoga gelenekleri Prana’nın zihnimizi dolduran verilerden de etkilendiğini öne sürer. Dinlediğimiz ve seyrettiğimiz her şey,  beynimizin filterisinden geçirdiğimiz bütün malumat da Prana‘nın dokusunu şekillendirir. Kalitesiz gıda ya da hava gibi kalitesiz veri de (bilgisayar ya da televizyon karşısında boş boş geçirilen bir saat içinde beynimize dolanlar)  canımızın hem yapısını hem de akışını olumsuz yönde etkiler.


 


Yani sizin anlayacağınız bu Prana, Hatha Yoga anatomisinde akan bir şey olarak anlatılır. Nasıl yani su gibi mi, diye metinlerin satır aralarını kurcalamaya, hocaları canından bezdiren sorular sormaya başlarsanız Prana’nın sudan çok rüzgar gibi tanımlandığını öğrenirsiniz. Aynı Ayurveda gibi Hatha Yoga da Samkya felsefesinden türemiş bir disiplin olduğu için, bedeni ve parçalarını betimlemek için sık sık Samkya’nın elementlerine başvurur. Samkya’nın beş elementi olan toprak (kşiti veya bhūmi) , su (ap veya jala), ateş (tejas veya agni), hava (marut veya pavan)  ve boşluk (vyom veya şunya veya akaş) bedenin farklı noktalarının niteliğini belirlerler.


Hatha Yoga’da Prana yani can, hava elementinin bir fonksiyonu olarak tarif edilir. Sudan çok hava, havanın da hareketlisi olduğu için rüzgara benzetilir Prana. Biz yoga hocalarının Prana için “iç nefes” tabirini kullanmamız da onun bu havai özelliğinden gelir. Prana, can ya da iç nefes nadi adı verilen kanallar içinde eser. Nadileri çok gelişmiş ve çok ince bir sinir sistemi olarak düşünebiliriz. Bedenin, hücrenin, hücre çekirdeğinin her bir noktasına ulaşan muazzam bir iletişim ağı oluşturur nadiler. Kimi H.Y metinlerine göre sayısı 72.000′i bulan nadilerin neyse ki sadece on üç tanesi bir yoga öğrencileri için önemlidir. Bu on üç içinde ise üç tanesi esaslıdır ki, ilk yıllarda bu üçünün farkına varmak bize Hatha Yoga anatomisini hissetmek için bol bol imkan sağlar.


Üç esas nadi, sağ burun deliğinden başlayıp omurganın sağ tarafı boyunca merkez kanda’ya inen güneş kanalı Pingala, sol burun deliğinden başlayıp omurganın sol yanı boyunca yine merkez kandaya inen ay kanalı İda omurganın (hatta omuriliğin) tam ortasından geçtiği varsayılan ve iki kaşın arasından başlayıp yine merkez kanda’ya inen Şuşumna kanalı. Şuşumna biz dünyevi insanlarda baştan kapalı bir kanal, bizi hayatta tutan şey ise dış nefes ile işbirliği içinde çalışan iç nefes Prana’nın İda ve Pingala içindeki akışının muntazamlığı.  


 


Hatha Yoga sisteminde fiziksel, duygusal ve zihinsel sağlık Prana’nın nadiler içinde muntazam akışına bağlanır. Prana bir yerde tıkanıyorsa eğer, orası çığ yüzünden iletişimi kesilmiş uzak bir köy gibi karanlığa gömülür ve sonunda -eğer ki yollar açılmazsa- ölüme mahkum olur. Prana‘nın nadi içindeki akışını tıkayan şeyler duruş ve beslenme bozuklukları gibi fiziksel bedene has sorunlar da olabileceği gibi, obsesyon, nefret, kin, inat, karamsarlık gibi zihinsel/duygusal durumlar da canın kanalları içinde akışını tıkayabilir.


Bir önceki yazıda sözünü ettiğim koşullar (asana, pranayama, pratyahara ortaklığı) altında Hatha Yoga çalıştığımız zaman, Prana‘nın nadiler içindeki akışı düzenlenmeye başlıyor. Bunun iç organlar ve kaslar üzerindeki etkisinin hissedilmesi bir kaç ayı alabilse de, Prana’nın zihin üzerindeki etkisi pek çok öğrenci tarafından daha ilk yoga derslerinin sonunda yattıkları şavasana ya da rahatça oturdukları bir pozda hissedilebiliyor. Zihinde (zihnin yeri Hatha Yoga’da yürek bölgesi olarak tarif edilir) Sükunet, netlik, hafiflik ve hatta özgürlük hissi  yoga dersine bir defa giren öğrencinin stüdyo kapısını bir defa ve sonra bir defa daha aşındırmasının arkasında yatan başlıca sırdır!


Prana  nadi içinde özgürce eserken biz de bir tatlı huzur ve belki de nicedir çözemediğimiz dertlerimize aniden derman buluyoruz ama bu iş orada bitmiyor. Prana’nın nadi içinde esmesinin incelikleri var ki, bunları da yarın yazışalım. Bu derste öğrendiklerinizi unutmayın, çünkü Hatha Yoga tekniği matruşkalar gibi bir katmanı açınca, diğer katmanı merak ettiren, böylece bizi daha derine derine sürükleyen bir bilgi deryası. Çok teknik olmakla beraber yaşamın, insanın ve varlığın gizemini içinde taşıyor olması da cabası…


Yarın Prana‘nın çocukları prana, apana, samana, vyana ve udana ile tanışmak üzere sayfamıza davetlisiniz.


Hepinize sevgiler,


Defne Suman


 


 


 


 



Filed under: Arkası Yarın, Turkish, Yoga Tagged: enerji anatomisi, hatha yoga, ida, pingala, Prana, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 19, 2013 18:46

September 18, 2013

Teknik bir Yoga Yazısı 1

Bugün dünyada milyonlarca insan yoga yapıyor. İnsanlığın mistik olana açlığının zirve yaptığı çağımızda, milyonların neden kendi kültürlerine ait dinlerde değil de hatha yoga gibi uzak bir diyarın  karmaşık bir mistik öğretisinde açlıklarını dindirmeye çalıştıklarını pek sosyolojik ve psikolojik faktörle açıklayabiliriz.


Ama açıklamayacağız. Onun yerine müsadenizle çok teknik bir yoga yazısı yazacağız.


Hatha Yoga, bedeni kullanarak yapılan yoga çalışmalarının tamamına verilen genel isim. Bu yazıda bedeni kullanarak yaptığımzı bütün yoga sistemleri için (evet hepsi- Shadow, Aştanga, Anusara, Yin, Kundalini, hepsi hepsi) Hatha Yoga terimini kullanacağım.


Nefes, beden ve zihin (konsantrasyon) üçlüsünü çalışarak kişinin kendine ve evrene dair keşiflerde bulunması, diğer varlıklar (ve tanrı) ile arasındaki bağı birebir tecrübe etmesi ve bu sayede mistik öğretiye dair açlığını biraz olsun bastırması amacını güden Hatha Yoga, bize epey karmaşık bir enerji anatomisi sunuyor. Bu anatomiyi bilmeden hareketleri yapmanın kişiye faydası olsa da, yoganın özüne inmek ancak beden-zihin-nefes üçlüsünün hatha yoga çalışması sırasında ne yollardan geçtiğini anlamakla mümkün olabilir.


Peki ne oluyor bize yoga yaparken? Yogayı diğer bedensel etkinliklerden ayıran en önemli özelliği, bana sorarsanız, harekete nefes ve zihni dahil etmesi. Sekiz ayaklı Aştanga (ya da Raja) yoganın (bu yazıda hepsini Hatha Yoga’ya dahil ediyorum) dördüncü ayağı olan Pranayama ve beşinci ayağı Pratyahara yogayı yoga yapan iki önemli faktör. Pranayama, yoga eğitiminin ileriki aşamalarında dallanıp budaklanarak son derece kompleks bir çalışmaya dönüşse de, daha en baştan beri aslında bizimle olan bir pratik. Hareket-nefes ortaklığını sağladığımızda, yani nefes alış süresince bir hareketi, nefes veriş süresince de diğer bir hareketi yapmaya başladığımızda bedeni ve nefesi akord etmeye başlıyoruz. Bu en basitinden bir pranayama. Bir balerinin adımlarını, kollarını müziğin sayısı ile hareket ettirmesi gibi yogada da biz bütün hareketlerimizi nefesin ritmine göre ayarlıyoruz. Nefes-beden ikilisinin yanı sıra, yoganın beşinci adımı olan pratyahara yani beş duyu organının sesini kısmak yogayı diğer fiziksel etkililiklerden ayırıyor. (Hatha Yoga zihin-nefes-beden üçlüsünün birden kullanıldığı tek mistik sistem değil elbette. Chi-Qong, Tai Chi ve Uzakdoğu dövüş sanatlarının çoğunda bu üçlünün beraber çalışıyor)


Nefes-hareket ikilisinin uyumu başlangıç derslerinde genelde öğretiliyor. Beş duyu organının seslerinin kısılması olarak tarif ettiğim pratyahara’ya ise bence gerekli önem verilmiyor. Pratyahara zihnin bir süreliğine beş duyu organının gördüğü, duyduğu, hissettiği, kokladığı, tattığı şeylere tepki vermeden izlemesini öngören bir pratik. Mesela tam kaptırdınız nefes alırken kollar kalkıyor, nefes verirken kollar iniyor. Koordinasyon tamam, konsantrasyon yerinde…pat kapı açılıyor stüdyodan içeri soluk soluğa bir öğrenci girip matını pat sizin yanına seriyor, oflaya poflaya yerleşiyor. İşte onu görmemiş, duymamış gibi yapıp çalışmaya devam etmek pratyahara! Aynı şey yüzümüzü gıdıklayan saç telini yüzümüzden çekeceğimiz ya da yakası kayan tişörtümüzü düzelteceğimiz yerde oldukları yerde bırakmayı da içeriyor. Benim sık sık öğrencilerime hatırlattığım üzere yoga serisine başladığımız andan itibaren ellerin ve ayakların yeri her bir saniye için tasarlanmış durumda. Hiç bir şey yapmıyor gibi de dursa o anda eller, asıl yerleri olan bedenin iki yanında sarkıyorlar. Onları oradan çekip saçınıza götürdüğünüz anda o serinin büyüsü kaçar.


Yoga dersi vermeye başladığım ilk yıllarda bana öğrencilerim «asker» derlerdi. Sınıfa su şişesi ile girmelerini, akıllarına esince çıkıp tuvalete gidip gelmelerini ve seri sırasında saçlarını başlarını düzeltmelerini istemiyorum diye. Ayrıca o zamanlar kullandığımız matlarını yamuk sermişler ya da battaniyeleri yanlış katlamışlarsa da uyarı alırlardı. O öğrencilerin bir kısmı askerliğe dayanamayıp gittiler. Diğerleri ise bugün hala benim derslerime geliyorlar ve bütün bu dirlik düzenin sadece ve sadece yoga çalışmasının derinliğini arttırmak, büyüsüne kapılmak için gerekli olduğunu biliyorlar.


Peki Hatha Yoga yaparken ne oluyor bize? Oraya gelemeden süremiz bitti, iyi mi? Bu teknik yoga yazısından sıkılmadıysanız yarın yine gelin, size prana ile apana’nın nabi çakra’da buluşmasının uyandırdığı samana vayu’nun, enerji bedenimizi kasıp kavurduktan sonra zihni nasıl meditatif bir hale yola soktuğunu anlatayım…


 


Asana, pranayama, pratyahara hep beraber çalışırken…



 



Filed under: Turkish Tagged: hatha yoga, nefes, Yoga, zihin
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 18, 2013 18:03

August 30, 2013

Rüyam gerçek oluyor!

Sevgili Okurlar,


Bir ay önce bu yazıyı yazmıştım. Bu sabah öğrendim ki rüyam gerçekleşiyor. Üniversiteden sınıf arkadaşım Aslı’nın da dahil olduğu bir grup tarafından organize edilen Dünay Barış İçin Elele etkinliğinde bu Pazar (1 Eylül)  herkes beyazlar giyip Boğaz’ın bir ucundan diğerine zincir oluşturacak. Ben yurdışında olduğum için katılamıyorum maalesef. Bütün yüreğim ile orada olacağım. Bana fotoğraf gönderirseniz bu yazıya eklerim. !


Hareket ile ilgili ayrıntılı Ayşe Arman’ın haberini de buradan okuyabilirsiniz.


RÜYA


Dün gece gördüğüm rüyayı size yazmak için yazıhaneme (Fresh Pot Kahvesi


Bunun Çarpaz versiyonu imiş. Neden olmasın?
http://www.internethaber.com


) gelmiş, kahvemi, krakerlerimi ve klavyemi parmaklarımın altına dizmiştim ki, kanatlısı kanatsızı ile kanayan ve hamile oldukları için kanamak yerine şişen kadınların halka açık yerlerde kendilerini sergilemelerinin terbiyesizlik olduğunu öğrendim. Öyle şişkin göbekleri görünce insanın aklına hemen, Allah korusun, o şişkin karnın nasıl oluştuğu geliyormuş.


Bu nasıl bir kafa sahiden ya? İçeriğe tepki vermiyorum vallahi! Bu adam bana ne söylesin isterdim? Şunu: “Hamile kadın görünce içim çekiliyor, gözümün önünden çekilsinler”. Hiç terbiyeye, ahlaka gitmeden kendi doğrusunu konuşsun isterdim. Çünkü ben de ona, “senin gibileri görünce içim çekiliyor, gözümün önünden çekil” demek istiyorum. Ne duymak istiyorsak, onu söyleyeceğiz ya. Buyrun.


Hayır ama rüyam çok güzeldi. I have a dream türünden Martin Luther King’ci bir doğası olsa da bu mecaz değil, sahiden uykuda görülmüş bir rüyadır ve şöyle başlar:


Türkiye’nin bütün aklı selim kadınları ve erkekleri birleşmişiz ve Edine’den Hakkari’ye, Rize’den Marmaris’e uzanan iki adet insan zinciri kurmuşuz. İnsanlar ülkeyi iki çapraz kesecek şekilde el ele tutuşmuşlar. O kadar çok insan. Hetero kadınlar erkekler, geyler, translar, çarşaflı, şortlu, yüzde elli filan değil, yüzde yüz herkes oradaymış.


Olayın organizatörü ben ve Aylin Aslım’mışız. Bir çaprazı Aylin, bir çaprazı ben idare ediyormuşuz. İnsanları bir araya getirmek için kullandığımız ana slogan da şuymuş: İnsanlık onuru ile yaşamak isteyen herkes birbirinin elini tutsun. İnsanlık onurunun alt başlıklarını da sıralamışız ki onlar da şöyle imiş:


Genç kızların tecavüzcülerinin serbest bırakılmasına,


Çocuk istismarına,


Namus cinayetlerine,


Kadınların rahmine kadar uzanan devlet eline,


Masumları diri diri yakanların aklanmasına,


Nehirlerin barajlar uğruna kurutulmasına,


Ormanların köprüler uğruna yakılmasına,


Doğanın tarumar edilmesine,


İnsanın susturulmasına


Karşıysan eğer,


Yanındaki eli tut.


Rüyamda daha ne ayrıntılar ne ayrıntılar vardı…Mesela bu eyleme katılmaya korkanların çok olduğu bölgelere büyük şehirlerden insan taşıyorduk. Ben çocukken babamın turizm şirketinin otobüsleri vardı. Okulca pikniğe gideceğimiz zaman babam ayarlardı o otobüsleri. Bütün şoförler de beni kendi çocukları gibi sever, koca direksiyonun başına geçip burum burum yapmama izin verirlerdi. Neyse işte yine çocukluğumdaki şoförleri ile birlikte bizim otobüsler ayarlanmış, zincirin zayıf noktalarına insan taşınmış. Dünyadan ünlüler de varmış zincirde. Susan Sarandon, Sean Penn ve dün Times gazetesine ilan veren isimlerden bazıları. Ama tabii en kralı iki çapraz zincirin kesiştiği Ankara’ya yerleştiriğimiz Joan Baez’miş. Aaa, şimdi hatırladım Ankara zincirinin yerel idarecisi kuzenim Misket’di. Her bölgenin bir yerel idare kurulu vardıç Müthiş bir organizasyon. Helikopterle filmler, uydudan fotoğraflar çekildi.


Müthiş müthiş.


İşte böyle bir hayalim varmış demek benim.


Martin Lurther King’ci türden.


I have a dream!


Yapalım mı?


Bu bloğun şarkısı



Filed under: Turkish Tagged: aylin aslım, direniş, hamilelik, insan zinciri, rüya, Türkiye
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 30, 2013 04:58

August 23, 2013

Yoga ve Kadınlar

Foto: Nergis Karan Fotoşop: Serhan Keser

Foto: Nergis Karan
Fotoşop: Serhan Keser


Bugün dünyaki yoga yapan insanların ezici çoğunluğunu kadınlar oluştursa da, yoga geleneğinin kadınlara özel haller için yaptığı uyarılar ve öneriler çok az sayıda hoca tarafından öğrencilere aktarılıyor. Oysa geleneksel yoga metinleri ve o metinlerin derinlemesine çalışmış ustalar, yoganın kadınlar ve erkekler tarafından aynı şekilde uygulanamayacığını hem kitaplarında, hem de konuşmalarında defalarca tekrarlamışlar.


Kadınların hayat döngülerini erkeklerden farklı kılan üç tane olay var: Mensturasyon, hamilelik ve menapoz. Bu üç hâl Hatha Yoga ile dönüşen, düzenlenen bedenin iç enerjisini doğrudan etkilediği için bahsi geçen dönemlerde yoga-asana çalışmasında kadınların değişiklik yapması icab ediyor.


Hamilelik döneminde kadınların uygulamalarını nasıl yeniden düzenleyeceklerine dair kaynaklar, dersler mevcut. Mensturasyon döneminde yapılması gerekenler ise şaşırtıcı derecede az sayıda kadın tarafından biliniyor ve uygulanıyor. Bazı hocalar regl halindeki kadınların sadece ters duruşlardan uzak durmalarının yeterli olduğunu söyleseler de işin doğrusu (hem Ayurveda hem Hatha Yoga metinleri tarafından altı çizile çizile belirtilen) kadınların reg oldukları günler boyunca yoga-asana, meditasyon, ilahi okuma gibi iç enerjiyi kalbin yukarısına çıkartacak etkinlikliklere ara vermeleri gerektiği.


Menstrurasyon dönemi biz kadınlar için biz temizlenme süreci. 4-5 günlük bir sürede attığımız kan pek çok toksin yüklü. Toksinlerinden arınan beden her ay yeni, taze kan üretebiliyor. Genel olarak sağlık, ama özellikle kadınların sağlığı kanlarının sağlığı ile ölçülüyor. Kanımız sağlıklı ise iç organlarımıza, doku ve hücrelerimize sağlıklı enerji taşınıyor.


Ben yogadan önce regl olduğum dönemlere hiç aldırmazdım. Çok şükür regl dönemlerim ağrısız, sancısız geçtiği için ben orkidi taktığım gibi (hiç bir zaman tamponcu olamadım) baleye, yüzmeye, dans etmeye çıkardım. Lisedeyken regl olduğumuz günler beden eğitimi dersine girmeme hakkımız vardı, onu bile kullanmazdım. (Hem o zamanlar nasıl kanardık!) Dolayısıyla, yogaya başladığım hafta regl olduğumda hiç aldırmadım. Hocalarıma söyleme ihtiyacını bile görmedim. Onlar da bu konuda bizi uyarmadılar. Bir haftalık yoğun kursun üç günüde ben şakır şakır regl oluyor, asana, prayanama, mediyasyon ve Allah daha ne verdiyse yoga başlığı altında hepsini yapıyordum.


Büyük yanlış!  Bir ay sonra bir şeylerin ters gittiğini hisseder oldum. İki ay sonra hala regl olmamıştım. Aradan üç, dört, beş ay derken tam iki yıl geçti, benden bir damla kan akmadı. Hocalarım durumun hiç hayra alamet olmadığını söyleseler de regl sırasında yaptığım yoganın bu durumdan sorumlu olabileceğini düşünmediler. (Zaten ben onlara söylememiştim ki, nereden aklı edecekler?) Doktorlar da bir anlam veremediler, herşey yolunda görünüyordu içeride. Hindistan’daki bazı -afedersiniz- gerizekâlı sözde hocalar reglimin kesilmesinin spiritüellikte ileri aşamaya işaret ettiğini, ancak kanaması kesilen kadınların pranayı (iç enerji) yükseltip samadi (yogada aydınlanma) aşamasına geçebileceğini zırvaladılar.  Daha fenası ben onlara inandım. İnandım ve sonraki yıllar boyunca durumumu yanımda çaılıştığım hocalara söylemedim bile.


Reglimin kesildiği iki yıl boyunca yüzüm ergenlikte sivilcelenmediği kadar sivilcelendi. Devamlı bir pms halindeki sinirlerim laçka, hormonların egemenliğinde bir duygudan diğerine savrulur oldum. Canım her akşam tatlı istiyor, bir tatlı bitmeden diğerine aşermeye başlıyordum. Aniden kilo verip, verdiğimin iki katı kadar kilo alıyordum. Libido sıfırlanmış, bir tabak makarnayı iyi bir sevişmeye tercih edecek duruma gelmiştim. Atamadığı kan ve toksin ile dolmuş  bedenim ile zihnimi etrafta saatli bomba gibi taşıyordum.


Nihayet Aştanga yogaya başladığımda birisi bana yoga sırasında regl yapılmayacağını söyledi. “No problem”, dedim. “Ben zaten regl olmuyorum. Her gün yoga yapabilirim.” ben yine Hindistan’da gördüğüm itibarlı tepkiyi bekliyordum Aştanga hocamdan. Tabii cevabı hiç de sandığım gibi gelmedi. Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Ne kadardır regl olmuyordum? Doktor ne demişti? Nasıl başladığını hatırlıyor muydum?


O sordukça ben de -nihayet- durumun vehametini kavramaya başladım. Bana regl başlatıcı bir asana serisi verildi ve ilk damla geldiği anda yoga, meditasyon vs ne varsa hepsinden el ayak çekmem söylendi. İki ay sonra yeniden regl olmaya başladım. Sivilcelerim yok oldu, balon gibi şişmiş yüzüm indi, elmacık kemiklerim belirdi. Kanım temizlendi.


O gün bugündür regl olduğum günlerde yogaya mola vermenin ne kadar önemli olduğunu anladım. Kimi zamanlar reglim en pahalı, en nadir ve kısa dönemli eğitimin en can alıcı günlerine denk geldi. Gittim, sınıfın en arkasında oturup dersi seyretmekle yetindim. Bu beden benim ve ona iyi bakmak benim sorumluluğum. Bilgisizlikten ve aptallıktan yapılan yanlışların, bedenin doğal döngüsüne karşı çıkışlarını hesabının şimdi değilse bile, ileride, hamilelik ve menapoz dönemlerinde kesileceğini artık iyi biliyorum.


Regl başlamadan önce yumurtalıklar etrafında şişkinlik meydana geldiği için karna baskı yapan mayurasana ve udiyanabandha hareketlerin bırakılması gerekiyor.  Bu durum hamile ve hamile kalmak isteyen kadınlar için de geçerli. Regl bittikten sonra (5. veya 6. gün) yogaya geri dönüşümüz de yavaş yavaş olmalı. Ayakta yapılan kısa bir seriden sonra, sırtı, göğsü ve karnı destekleyen minderler yardımı ile yapılan hafif bir restoratif seri. Kanı kesen derin burgular (twistler) ile, iç ısıyı arttıran hanumasana, kaundinyasana gibi hareketlere de geçiş ise iyice ağırdan alınmalı. Mayurasana, udiyanabanda kanama tamamen bittikten sonra verilen bir günlük aradan sonra uygulanmaya başlamalı.


Bu arada Ayurveda, yoganın kadınlar tarafından nasıl uygulanması konusunda zengin bilgiler içeren bir alan. Benim şahsi görüşüm, ciddi bir yoga öğrencisinin az biraz Ayurveda bimesi yolunda. Yoga felsefesinde 25-50 yaş arası yaşanan hayat dönem hayata en çok dahil olduğumuz, aile kurup çocuk yaptığımız, iş güç sahibi olup hayata, insanlığa katkı sağladığımız, tabiri yeride ise evrene damgamızı vurduğumuz yıllar.  Bu dönemde yoga çalışmamız ağırlıklı olarak asana (fiziksel hareketler) ve bu dönemin ikinci yarısında başlamak üzere pranayama (nefes çalışmaları oluşmalı. Asana ve pranayama iç enerjiyi düzenleyip, organlarımızın sağlığını korumamızı sağlıyor.  


Ayurveda (Hayat Bilgisi) asanaların bedeni ve iç organları nasıl etkilediğine dair zengin bilgiler içeren bir alan. Agni (sindirimi sağlayan ve bedenin ısınmasını sağlayan ateş) nin arttırılması ve düzenlenmesi,   mensturasyondan, döllenmeye, hamilelikten  ve menapoza kadar bir çok kadınlık halinin sağlıklı ve sorunuz yaşamamızı sağlıyor. Agniyi nasıl koruyup, nasıl besleyeceğimiz Ayuveda metinleri tarafından etraflıca anlatılıyor. Pitta, vata, kapha gibi maddenin ateş, hava, su yapısını belirleyen elemanların, bedeni nasıl etkilediği de, hangi asanaların hangi maddeyi düzenlediği gibi bilgileri de Ayurveda ile elele giden iyi bir Hatha Yoga eğitiminde öğrenilebilir.


Şimdilik bu kadar…Sorularınızı lütfen yazın. Sizin sorulardan yeni konulara yelken açacağımıza eminim.


Sevgiler,


Defne


Yoga ve Kadınları konusunda daha kapsamlı bilgi edinmek için:


Emma Balnaves, Yoga for Women


 


 


 


 


 


 


 


 



Filed under: Turkish Tagged: hamilelik, kadınlar, menapoz, regl, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 23, 2013 16:02

August 22, 2013

İskemle Egzersizi

Bugün “Yoga ve Kadınlar” başlıklı bir yazı yazmak üzere yeni yazıhaneme doğru yola çıktım. Bildiğiniz üzere benim yazıhane bir kahve. İsmi Fresh Pot. Buraların en büyük bağımsız kitapevi Powell’s Bookstore’un içine konuşlanmış kitap ve kahve kokularının birbirine karıştığı bir yazı cenneti. Aslında çirkin bir mekan. Görsel zekâsı yüksek,  etrafının zevkli nesnelerle döşenmiş olmasından hoşlanan Bizim Bey gibi insanlara  Fresh Pot’da randevu vermenizi tavsiye etmem meselâ. Biraz tren gibi. Sokağa bakan boydan boya bir ön camı ve o camın önüne kurulmuş her daim dolu üç masası var ama geri kalan masalar dizi dizi yanyana sıralanmış. Bir taraflarında bir bank var, duvar boyunca uzayıp gidiyor. Karşıda oturan o duvara yüzünü dönüyor. Bankta oturan, o gün şanslı gününde ise kasaya, yok eğer değilse tuvalet kapısına bakarak oturmak durumunda. Sabahın erken saatlerinde çalışan baristalar Beatles, Billy Jean filan çalıyorlar da, benim bugün gittiğim gibi akşamüstüne kalırsanız trash metal’e denk gelme olasılığınız yüksek. 


Neyse benim kitapçıya gitmem zaten gerekiyordu. Facebook’da yaptığım kapsamlı “ne okusam?” araştırmasının sonucunda tavsiye edien onlarca nefis romandan birini almak için. Evin, benim ve Bey’in işleri saat dörde kadar sarktığı için ancak güneş batıya dönmüşken çıkabildim. Bizim evden Fresh Pot’a giden yol pek tatlı. Gürgen, palamut, meşe (uyduruyorum tabii. nerede bende bir ağacı diğerinden ayıracak göz? bir çınar bilirim, bir de incir. onlardan da burada yok. ) öncelikli olarak bisikletlere ayrılmış caddenin iki yanına dizilmiş, ağaçların arkasındaki iki katlı ahşap renk renk evler…Sizlere yazmadan önce evden yazıhaneye uzanan maceramı paylaşabilmek  için geçenlerde bu yolculuğu bisiklet kaskımın önüne monte ettiğim telefonumla videoya çektim ama bloğa vidyo yükleme olayına daha giremedim. Yakında inşallah. 


Kitabı aldım. Bir de baktım kahve tıklım. Geçen yazıda da aynı şey olmuştu değil mi? Ama bu sefer masa paylaşacak genç de yok. O denli tıklım. benim korpırıt avukatı kuzenim, ”gündüz vakti kahvelerde oturan bu insanlar ne iş yapıyorlar, merak ediyorum” diye söylenir arada sırada. Aklıma o geldi. Birazdan mesaisi biter, yarım saat trafikle cabelleşerek çocuğunu sabahtan bıraktığı kreşe ulaşır, eve gider, aileyi besler. Sonra da sabah beş buçukta uyanmak üzere yatar. Bizim gibi bütün günü kahvelerde geçirenlere kuzen kin duymayacak da kim duyacak yani? 


Aklıma bir de  çaycı geldi. Çaycı geçen yıl açıldı. Taksim’in en kuul mekanlarından biri olana KİKİ, sizin bildiğiniz “Kiki Bar.Restaurant.Dance Club” olmazdan önce Kiki Çay Evi idi.   Aynı bu bizim mahallede yeni açılan çaycı gibi envai çeşit çay kaynardı avuç içi kadar mutfağında. Kiki Çay Evi’nde yaşadığım kısa mazimin tadı hâlâ damağımda kaldığından mı nedir, bu Mahallemizin Çaycısını bir başka seviyorum. Kahve olmamasına rağmen. Kitapçı kahveden çıktım, gidonu güney istikametine çevirdim (Portland’da yaşayınca ağaç isimlerini öğrenmek zorunda değil insan ama yönünü her daim bilmek zorunda) beş dakika sonra çayımı ısmarlıyordum. Burası, kahve satmıyorlar diye midir nedir bilinmez, hep sakin. Müzik yumuşak, insanlar konuşuyorlarsa eğer (o da pek nadir) neredeyse fısıldayarak birbirleri ile konuşuyorlar. Geri kalan çaycı sakinleri bilgisayarlarının ya da kitaplarının arkasına gömülmüş, otlu, sütlü, ballı çaylarını yudumluyorlar. Bakın buradan bir hissine varabilirsiniz belki.  


Çayımı alıp yerime yerleşince aklıma bu sabah terapi seansında yaptığımız bir alıştırma geldi. Çok basit ve insanı çok rahatlatan bir alıştırma olduğu için sizinle paylaşmak istedim. Ben üç yıllık bir Psikolojik Danışmanlık eğitimine kayıtlıyım. Birinci yıl bitti, ikinci yıl Ekim’de başlayacak. Aynı okulun bu sene olan mezunları biz çömezlere çok uygun fiyata terapi yapıyorlar. Onlara staj, bize şifa oluyor. Benim terapistim Kanada’nın hiç bilmediğim bir yerinde yaşıyor. Her perşembe skype ekranlarından birbirimize bakıyoruz. Nasılsın, hayat nasıl gidiyor vs ile başlayıp hiç beklemediğim yerlere giden seanslar oluyor bunlar. Müthiş faydalanıyorum. (tavsiye ederim) 


Bugünkü seans da hal hatır sorma ile başladı, beşinci dakikada yazmak, yaratıcılık, üretkenlik ve bunların benim hayatımdaki anlamlarına doğru kıvrıldı. Dedim, “O kadar çok vaktim var. Ama nasıl çok vaktim var, herkeslerin özendiği kadar çok. Bütün gün kitap okuyabilir, yunanca çalışabilir, yazılar yazılar ne yazılar yazabilirim…Ama olmuyor…Ne oluyor? Ben bütün günü ıvır zıvır işlerle geçirdikten sonra ilham gelmiyor. Oysa ben dar zamanlarda ne yazılar çıkardım da vıdı vdı dıdıdı.” 


Benim ucu bucağı görünmeyen şikayetlerimi hiç yorum yapmadan dinledikten sonra terapistim,  ”hadi bir egzersiz yapalım, var mısın” diye sordu.  İki iskemle çektim yanyana. Biri kendim için, öteki de diğer ben için. Birine eleştirel Defne dedik, ötekine sahici Defne. Önce eleştirel Defne’nin iskemlesine oturdum. Oradan sahici Defne’ye konuşuyorum. Bu kısım çok kolay, çünkü ben bunu hep yapıyorum. “Allah sana yetenek vermiş, zaman vermiş, sen yapıyorsun? Harcıyorsun hepsini. Bütün hayatını ziyan ediyorsun. Neler neler yazabilir, ne çok öğrenciye ulaşabilir, ne kadar çok insanaın hayatında bir anlam yaratabilirsin. Ama tembellik ediyorsun. Kendi yıkımını hazırlıyorsun. Hayatın ziyan oluyor, kırk yaşına geldin. Şu romanı da bastıramadın hala…”


 


Dedim ya bu yargılayan iç sesten konuşmak benim için çok kolay. Onu hep duyuyorum çünkü. Terapist de zaten monoloğun özünü kaptıktan sonra beni kesti, iskemle değiştirmemi istedi. Sahici Defne’nin iskemlesine geçerken, Eleştirel Defne’ye ne cevap vereceğim konusunda ne ufak bir fikrim yoktu. Gözlerimi kapattım, Eleştirel’in bana söylediklerini düşündüm. Sanki bir başka insan bana bunları söylemiş gibi…Sonra konuşmaya başladım. Ama ne konuşmak? Düşünsem aklıma gelmeyecek sözler ağzımdan pıtır pıtır döküldü. Dedim ki,


“Ben hiç bir şey yazmasam da, bundan sonra bir öğrenciye bile ders vermesem de değerli ve sevilesi bir insanım. Benim değerim yaptıklarımdan, yazdıklarımdan, değil, içeriden geliyor. Bundan böyle bu odadan dışarı adımımı atmadan yaşasam bile benim evrendeki yerim herkesin gibi önemli ve eşsiz. Sadece varolarak bile evrende bir fark yaratıyorum. Hayatım ziyan olmuyor, amacı ne ise tam da orada duruyor.”


Sonra durdum. Kendime şaşmıştım çünkü. Sonra anladım ki şaşan Sahici Defne değil, Eleştirel Defne. Onun iskemlesine geçtim. Bu sefer tatlı dilli olmuş Eleştirel. Dİyor ki, “Αma ben senin mutluluğunu istiyorum. Disiplinli olursan daha tatminkâr bir hayat yaşadığını sen de biliyorsun, daha önce tecrübe ettik bunu.” Sahici Defne cevap versin diye iskemle değiştirdim. Terapist arada nabız alan doktor gibi duygularımı kontrol ediyor. “Ne hissediyorsun?” “Hafif doz acı (sanki bir kuş tüyü açık yaraya dokunuyormuş gibi)” “Nerede hissediyorsun bunu?” “Boğazımda.” “Rengi var mı?” “Mavi”. 


Böyle böyle bir iskemleden ötekine geçerek Sahici Ben’i yargılayan Eleştirel Ben’i yumuşatmayı ve kontrolü elden bırakmasını sağladık. İki Defne, Sahici olanın liderliğinde beraber çalışmak üzere anlaştılar. Eleştirel olan (ego)ı red etmeye gerek olmadığını, yargının, eleştirinin perspektif ve netlik sağlayan bir işlevi olduğunu da hatırladık. Bundan böyle Eleştirel D,  Sahici D’ye co-pilotluk yapacakmış. Uçağı kaçırmaya kalkışmayacakmış.


Bakalım, göreceğiz.


Hepinize tavsiye ederim bu egzersizi. “Ya olur mu öyle  şey” demeyin, üşenmeyin, evde yalnız kaldığınız bir zaman iki iskemleyi koyun karşılıklı. Birinden ötekine geçmeyi sakın ola ihmal etmeden, ve yüksek sesle “senli-benli” konuşturun iki kendinizi. 


Sonra bana yazın ne oldu..


Yoga ve Kadınlar yazısı da yarına kaldı artık…


Görüşme üzere,


Sahici D.  



Filed under: Turkish Tagged: çaycı, egzersiz, portland, terapi
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 22, 2013 17:52

August 17, 2013

Yoga ve Ben: Dünyevi Aşk Başa Düşünce…

Foto: Rebekka Haas

Foto: Rebekka Haas


Hepinize Merhaba!


Bu yazıyı yazmak üzere Fresh Pot kahvesine geldim. Kaldırımda bisikletimi bağlarken üç genç ve güleryüzlü kadın yaklaştı, bedava kucaklanmak ister miyim diye sordular. “Eh olur, tabii” dedim. Buyrun kucaklaşalım. Sarıldık birbirimize. Sarıldık ve hemen ısındık birbirimize. Beraber fotoğraf çektirdik. Dünya rekorunu kırmak istiyorlarmış. Belki biliyorsunuzdur, dünyada böyle bir hareket var. İnsanlar ellerinde “free hugs” (bedava sarıl) yazan pankartlarla meydanlarda durup, isteyene sarılıyorlar. You tube’da girerseniz New York’un, Bangkok’un, Buenos Aires’in orta yerinde birbirlerine sımsıkı sarılan ve bu temastan çoşan insanların her seferinde beni gülümseten görüntülerini bulabilrsiniz.


Ben de yüzümde koca bir tebessüm ile Fresh Pot’dan içeri girdim. Mâlum cumartesi öğleden sonrası benim yazıhane tıklım tıklım dolu. Çocuklar, bebeler, yaşlı teyzeler…Oturmanın tek yolu masa paylaşmak. Benim gibi bilgisayarının ardına gömülmüş bir genci gözüme kestirdim, karşısına yerleştim. Şimdi Mac bilgisayarlarımızın sırtlarını  birbirine dayadık, karşılıklı yazıyoruz. Dışarıda, kahvenin penceresinin hemen önünde insanlar birbirlerine sarılmayı sürdürüyorlar.


Ben de hikayeme kaldığım yerden devam edeyim.


Yoga ile ilişkimde balayı süreci diye tabir ettiğim  ilk dört sene, farklı sistemleri, farklı hocaları deneyerek geçti. Şükürler olsun ki karşıma çıkan hocaların hepsi değerli ve yogayı ciddiye alan harika insanlardı ama Portland’daki Shadow Yoga kursu sırasında, Zhander Hoca’nın ruhumda uyandırdığı güven ve teslimiyeti ilk defa tecrübe ediyordum. Yoga çalışmalarıma onun rehberliğinde devam etmek ve kendisi uygun görürse bir gün bu sistemi öğretmek istediğimi söylediğimde, bundan sonra artık sadece Shadow Yoga sistemine sadık kalmam gerektiğini dile getirdi. Başka sistemlerden gelen hocalardan alacağım  bilgi  sularımı bulandırmaktan başka işe yaramayacaktı bundan böyle. Yogada derinleşmek istiyorsam, kuyudan kuyuya atlamak yerine, bir kuyuda karar kılıp onun sularına gömülmek icab ediyordu.


Zhander Hoca’nın öğrencilerinden en büyük beklentisi ne yaptıkları konusunda akıllıca davranmalarını. Yoganın hem teorisini hem de pratik uygulama alanlarını (bedenin enerji anatomsi bazında) iyice öğrenmemizi ve ezberden değil bilgi, sezgi ve sağduyunun bileşimi bir yerden çalışmamızı istiyor. Akılda, yürekte ve bedende bildiklerimizi bir araya getirip uygulamaya koyduğumuzda zaten sorularımızın çoğu kendiliğinden yanıtlanmış oluyor. Belki bu yüzden hocamızı en çok kızdıran şey cevabı besbelli, öğrencinin sırf ilgiyi üstüne çekmek istediği için sorduğu sorular.


Ben bir yandan hocama  sadakat sözü verirken, aynı sözü artık hiç ayrılmayacağımı bildiğim bir adama da veriyordum. Hayatın tuhaf raslantılarından biri yoga ile ilişkimizin Zhander Hoca’nın kanatları altına girdiği  hafta nice zamandır beklediğim hayat arkadaşı da karşıma çıktı. Tıpatıp aynı hafta! Yıldızların işi olsa gerek. Peki bu adam hayallerimdeki erkek miydi? Tabi ki hayır.  Ama tam da bu yüzden evet! Kafamdaki belirlediğim standartlara uymuyordu ama aşkın standart filan dinlemediğini bana bir kez daha hatırlattığı için yüreğimin doğru yere demir attığını biliyordum.


Öte yandan, yoga sonrası yıllarını özgürce dünyanın bir ucundan diğerine koşarak geçirmiş bir kadın için, bir hayat arkadaşını ne kadar özlerse özlesin,  ilişki korku yaratan bir fikirdi. Kendi başıma planlar yapmaya alışmıştım. Bütün hayallerim bundan sonra nerede yaşasam, ne iş yapsam, nerelerde ev tutsam bazında şekilleniyordu. Aşık olduğum adam benim tam tersimdi. Tatile gitmek için bile evinden, şehrinden, alıştığı düzeninden kopmaktan hoşlanmıyordu. Ben sabah uyanıp kendime sokaklara atmaya bayılırken, o akşama kadar sessiz sakin evde oturmak, akşam çıkıp arkadaşları ile buluşup yemek içmek istiyordu. Ben akşam yemeği yemeyi yıllar önce bırakmış, güneş battı mı eve girip sessizliğe gömüldüğüm bir hayata alışmıştım. Bütün bu zıtlıkların ötesinde, aşık olduğum adam, onu zamanla ancak çok rahat edebildiği ortamlarda yaşamaya mecbur edecek bir hastalıktan (MS) muzdaripti.


Yoga ile aşkımızın hikayesine başlarken söylemiştim, hatırlarsınız: Aşkı barındıran yürek, cesaretin de yuvası. Sevginin tersi nefret değil, aslında korku. Korkuyu ancak sevgi yenebilir. İlk bakışta sevdiğim bu adam ile hayatın zor geçeceğini, bir çift olarak bir çok kısıtlama ile karşılaşacağımızı baştan bilmiş miydim? Elbette bilmiştim. Ama her çiftin hayatında kısıtlamaları yok mudur?  Şimdi değilse, bir gün olması ihtmali vardır. İlişki zaten iki insanın hayatın kısıtlamaları karşısında ne yaptıkları, kendi eksiklikleri ile nasıl baş ettiklerinin efsanesi değil midir?


Korku yüzünden insanın kendini aşktan men etmesi  benim kitabımda yazmıyordu. Korkuyu olduğu gibi kabul ettim, hatta bağrıma bastım ama hayatıma yön vermesine izin vermedim.


Ve işte böyle balıklama daldım yeni aşkın sularına…


***


Yogalı hayatımın ilk bölümünde, bir çaydanlık dolusu bitki çayı, kitap, defter ve minik bir tatlı ile başbaşa geçirdiğim akşamların sabahında tek başınalıktan müthiş zevk aldığımı kendime defalarca tekrarlamıştım. Kendimi kandırdığımı da zannetmiyorum. İnsanın kimselere hesap verme ihtiyacını duymadan alıp başına gitmesi, özgürce hayal kurup sonra o hayalleri gerçeğe dönüştürmesi… Bunlar hayatı çok tatlı kılan şeyler. Bir defasında turistik olmasın diye diye bir kasabadan diğerine atlaya atlaya  Laos’un derinlerinde bir köye  varmıştım. Bisikletimi sürdüğüm kırmızı toprak yollarda karşılaştığım fosforlu yeşil pirinç tarlalarından dönen genç kızlar beni evlerine davet etmişler, bütün kadınların oturduğu bir odada papaya salatası ve  yöresel pilavlarından ikram etmişlerdi. Gün batımı idi. O anda çok mutlu olduğumu ve hiç bir ulusa, dine, zamana değil, insanlığa, ve hatta bütün evrene ait olduğumu, üstelik evrendeki yerimin (herkesinki kadar, herkesinki gibi) çok önemli ve eşsiz olduğunu etimde kemiğimde bilmiştim.


Yalnız yaşadığım, bazı günler iki cümleden fazlasını konuşmadığım, bol bol dünyayı ve kendi içimi izlediğim o zamanları yaşamasaydım yine bu hisleri tecrübe eder miydim?  Bilmiyorum.


Yoga iki kişi ile başlar, derler. Yoga ilişkide yaşanır. Yoganızın değeri, bir ilişkide ne kadar dürüst, açık kalpli ve ne derece kendiniz olmayı başarabildiğinizle ölçülür. Evet, bunların hepsini duymuştum ama gerçek bir ilişkinin sularına kendimi bırakana kadar tam anlamlarını kavramamışım. Zamanla anladım: Yoganın temelini oluşturan prensipler (yama-niyama) ancak ve ancak ilişki sırasında yaşanabiliyor. Bunun illaki romantik bir ilişki olması şart değil ama romantik ilişki her anımıza nüfus eden ve sevgi dozu yüksek bir ilişki tipi olduğundan, yogayı hayata geçirmek  içim  verimli bir uygulama alanı yaratıyor. Bu ilişkiden öğrendiklerimizi ailemiz, arkadaşlarımız, çocuklarımız, öğrencilerimiz ve hatta tanımadığımız insanlarla kurduğumuz ilişkilere taşımamız mümkün.


Yoganın ilk ilkesi olan ahimsa, yani şiddetsizlik, karşımızdaki insana elbette fiziksel olarak zarar vermeyeceğiz anlamına geliyor ama aynı zamanda onun kalbini de kırmayacağız demek oluyor. Yani sivri dilimize hakim olacağız, karşımızdaki ile ancak dalga geçerek iletişim kurabiliyorsak bu alışkanlığımızı elden geçireceğiz demek oluyor. Ya da arkasından konuşmayacağız. Dolaylı da olsa onu yaralayabilecek şeylerden kaçınacağız. Ona kızarsak, kin tutmak yerine iletişim kuracağız, sen ile başlayan cümlelerimizi ben ile başlayan cümlelerle ile değiş tokuş edeceğiz. (Sen beni kızdırdım yerine kendimi kızgın hissediyorum gibi)


İkinci prensip satya, yani dürüstlük ilkesi ise başlı başına bir dönüşümü mecbur kılıyor. En azından benim için öyle oldu. Dürüst değil miydim? Dürüstlük yalan söylememekten ibaret olsaydı bile tam anlamıyla dürüst sayılmazdım. Bizim Bey’in çok sevdiği bir bardağını kırdığımda, bütün izleri ortadan kaldırıp,  ona söylememeyi tercih ediyordum mesela.  Ama bu kadarla kalmıyordu. Kendi doğrumu dile getirmeyi bilmiyordum. “Ben şimdi kahveye gidip yazı yazmak istiyorum” cümlesini bir türlü kuramadığım ama onun bunu kendiliğiden anlayıp “hadi hayatım sen şimdi bir kahveye git, biraz yazı yaz”  demesini beklediğim için (ve o da böyle bir şey demediği, demeyi aklına bile getirmediği için) yüksek voltajlı gerilimler yaşıyor, sonra gayet alâkasız bir konudan kavga ediyorduk.


Sevgi ya da aşktan yaptığımı sandığım bir çok şeyin çoğunlukla bir ihtiyaç, korku ya da öteki üzerinde güç kurma niyeti ile yaptığımı bu yıllarda öğrendim. Beni hayatım boyunca yönetmiş olan inat duygusunun kalbimi sadece kapattığımı, insanın kalbini sevdiğine koşulsuzca açmasının, yeni bir fikir ya da durum ile karşılaştığında direnmeden “evet, bir deneyelim bakalım” diyebilmesinin nice eski ve yeni yoga metninde yoganın özü olarak anlatılan “varolanın bir bütün olarak kabul edilmesi ve teslimiyet” anlamına geldiğini az bir şey çözdüm.


***


Şimdi sevgili okuyucu, bunca kelime kalabalığından sonra şunu da söylemek lâzım: Bu işler burada bitmiyor. Bu işler hiç bir yerde bitmiyor. Yoga kozmolojisine göre her birimiz (evet her 1imiz) evrenle bir olduğumuzu yüzde yüz bileceğimiz (aydınlanacağımız) güne kadar yeniden yeniden bu dünyaya geleceğiz. Bir hayatın sonunda nereye kadar evrilmişsek, sonraki hayat oradan başlayacak. Yani benim yoga ile on senedir yaşadığım beraberlik de, Bey ile evliliğimiz kadar taze ve bebeklik aşamasında henüz. Her iki ilişkim hâlâ ve her gün bana kendime ve genel olarak insana dair bir dolu yeni şey öğretiyor. Her iki ilişkimde de daha yolun çok başında olduğumun bilincindeyim. Gelecek beni heyecanlandırıyor.


İnsanın ve evrenin henüz ucunun ucunu gördüğüm potansiyelini, zenginliğini, hayatın sonsuz katmanlarını yaşamak için sabırsızlanıyorum. Her sabah bu merakla yogaya başlıyor, her gece bilincime sızan hakikatin ışığı ile sevdiğim adamın koynuna giriyorum. Her birimiz özgürleşene kadar bu devran dönecek.


Aceleye gerek yok!


Foto: Aisha Harley

Foto: Aisha Harley



Filed under: Arkası Yarın, Turkish, Yoga Tagged: aşk, hakikat, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 17, 2013 15:48