Defne Suman's Blog, page 29

January 15, 2014

Çember

Günaydın sevgili okur,


Benim roman tıkandı. Nasıl oldu bilmiyorum. Takır tukur yazıyordum. Geçenlerde anlatmıştım hani. Her sabah iki saat ve her öğleden sonra iki saat olmak üzere günde toplam dört saat ellerimi klavyeden çekmeden yazıyordum, sonra birden durdu. Bunu planlamadığıma inanmayacaksınız biliyorum ama tam 100.000. kelimeyi yazıp da paydos ettiğim akşam tıkandı. Ertesi sabah için heyecanlıydım oysa ki… Son bölüme geçişi ihtişamlı bir yılbaşı balosu ile yapacaktım. Baloya gidecek kişi sanki benmişim gibi hazırlanıyordum. Ama sabah vardiyasında parmaklarımı tuşların üzerine yerleştirdim, bekledim. Tık yok. Bütün girişler kapalı. Arka kapıyı ittim, yok o da yerinden oynamıyor. Yan kapıları yokladım. Pencereleri, bir yerden girmeliyim. Aylardır bu dünyada yaşıyorum. Kaç kişi ile tanıştık, samimiyet kurduk. Nerede bütün bu insanlar şimdi? Yok. Yoklar.


Başarısızlık hissi geldi karnımın ortasına bir tencere pilav yemişim gibi oturdu.


Bu dediğim iki gün önceydi. O zamandan beri bir değişiklik yok. Bütün roman bayramlardaki İstanbul hissini veriyor. Herkes gitmiş, parti bitmiş. Biraz küskünüm. Sanki bir grup insan beni bir süreliğine hayatlarına davet ettiler ve bir gece ortaklaşa verdikleri karar neticesinde bana açtıkları kapıları kapattılar. Kendimi bir hayli de suçlu da hissediyorum. Bir kusur mu işledim? Çok mu burnumu soktum sizin işlerinize? Yoksa şahsiyetlerinize yeterince ilgi göstermeden bir sonraki, bir sonraki olay diye diye sizi kızdırdım mı?


Bilmiyorum. Benimle konuşmuyorlar. Ben o yılbaşı balosunun kapısından geri çevrilmişim gibi bir moral bozukluğu içinde internetin beni oradan oraya savurmasına izin veriyorum. Bütün bağımlılılar gibi orada ne aradığım zevki de buluyorum ne  de ondan vazgeçebiliyorum. Sanki bir sonraki sayfa ya da site karnımdaki o bir tencere pilavı eritecek. Beni balolarından içeri almayan karakterlerin ve bir sabah ansızın beni terk edip giden yazı cininin nefsime indirdikleri  darbenin sızısı geçecek. Sadece o siteyi bulmam gerek. Ya da o Facebook post’unu, ya da o blogu… ya da beni uyuşturacak neyse artık aradığım o internet harikasını…


Ama öte yandan biliyorum ki bu da işte o müdahale etmememiz gereken durumlardan biri. Nereden bildiğimi bilmiyorum ama biliyorum.


Patanjali’nin Yoga Sutra’larında abhyasa ve vayragram diye iki kavramdan söz edilir. Ben derslerimde bu iki kavrama sık sık başvururum çünkü hayatın ve yoganın çok farklı alanlarına uygulanabilirler. Abhyasa- çaba anlamına geliyor. Çaba sarf etmek, etkinlik halinde olmak, yapma etme hali. Vayragram ise bırakmak, teslim olmak, içe dönmek ve izlemek etkinliklerini içeren bir insanlık hali. Bir yoga seansını abhyasa ve vayragram olarak ikiye ayırabiliriz. Ayakta yaptığımız hareketler ve nefes sayesinde uyanan iç enerjinin nadi adı verilen kanallara yönlendirilmesi.  Bu bir yoga seansının abhyasa yarısı. İkinci yarısı ise yere oturduktan sonra çabayı bırakarak gözleme geçtiğimiz zamanlar. Vayragram yarısı. Ya da bu ikili hali hareket anına da yayabiliriz. Ya da mikro düzlemde olur ama olur. Şöyle ki nefes alışlarımız bir çaba, bir yere varma amacını güdüyorsa, nefes verişlerimiz de o vardığımız yere yerleşme, orayı benimseme ve teslim haline taşır bizi. Nefes alışımızla canlanan prana enerjisi abhyasa’nın, nefes verişimizle canlanan apana da vaygram’ın yoganın enerji anatomisi düzeyindeki yansımaları olarak düşünülebilir.


Abhyasa-vayragram ikilisi hayatımıza uyarladığımızda koyduğumuz bir hedefe doğru attığımız kararlı adımlar, benimki gibi vardiya usulü çalışmalar, kendimizi motive etmek için baş vurduğumuz bütün trikler abhyasa halleri. Ne var ki çemberin tamamlanması için abhyasa’nın vayragram ile, vayragramın da abhyasa ile beslenmesi gerekiyor. Sürekli yapma, etme, ileri marş koşma hali ile yol alınca bir yerde benzin bitiyor. İyi ki de bitiyor. Yoksa benim gibi abhyasacılar asla çemberi tamamlayamazlar.


Vayragram, yani o pasif teslimiyet hali benim için tanıdık bir yer değil. Ben hep çok çalıştım. Çocukluğumdan beri saatlerimi oyun, kitap, ödev, telefonda konuşma, televizyon olarak düzenli vardiyalara bölüp yaşadım. En sevdiğim çalgı çalar saat oldu. Bir vardiya bitti, hadi ötekine… Oyunlarımı bile saatle oynadım. Malum sonu belli bir zaman dilimi uçsuz bucaksız zamandan daha kıymetlidir ya… O mantıkla.


İnsan kırk yaşına da seksen yaşına da gelse hep tanıdık olduğu hallere çekiliyor. Hayatta kaçırdığı bütün duyguların, hislerin, hallerin bilmediği alemlerde gizlendiğini bile bile yine gidiyor en tanıdık yere bırakıyor kendini. Çünkü aşina olmadığımız haller ilk evvela huzursuzluk ile birlikte geliyorlar. Bu huzursuzluk hali ilginç bir konu. Başka bir yazıda muhakkak ele almak istiyorum. İlginç çünkü dertlerimizin çoğunun kökü, kaynağı gidiyor kendi huzursuzluğumuza dayanıyor. Başkasının açtığına süper emin olduğumuz yaraları bile mikroskop altına aldığımızda altında kendi huzursuzluğumuz, derinlerde kaynayıp duran endişemiz çıkıyor.


İşte aşina olmadığımız hallere düştüğümüzde ilk fışkıran duygu da huzursuzluk. Üzerini başarısızlık, umutsuzluk, yenilgi sosları ile kaplayıp da servis edebilirsiniz. Ne var yani kendini başarısız hissediyorsan, diye sorabilirsin? Cevabı yine aynı. Başarısızlık beni endişelendiriyor. Neden? Kendimi şey hissediyorum o zaman. Ney? Şey, böyle ne bileyim biraz eksik, biraz ezik. Eksiksem sanki sevilmeyeceğim. Bütün huzursuzlukların dibinde de yeterince sevilmeme korkusu…


Oysa bana şimdi bir öğrencim gelse ve dese ki, “hocam romanımı yazamıyorum. Bu yüzden beni insanların beni sevmeyeceklerini düşünüyorum”, ona bu mantık zincirindeki karışmış devreleri göstermek için elimden geleni yaparım. Ama kendimize karşı o kadar şefkat gösteremiyoruz nedense.


İş kendimize gelince vurun kahpeye…


Şimdi ben bu bilinmez diyar vayragram’a giriyorum. Belki o baloya gitmemem gerekiyordu. Benim karakterler bana kapıyı yeniden açtıklarında tarihin hangi noktasında olacaklar onu bile bilmiyorlar ama ipin ucunu bıraktım. Kontrolü bırakmak da bir diğer bilinmeyen diyar olduğundan da bu da bir hayli endişe uyandırıyor içimde. Ama endişenin yanında bir de hediyesi geldi. Ben ipin ucunu bırakınca birileri tuttu. Ben de kendimi sırt üstü vayragram’a bıraktım…


Bu hafta böyle geçsin. Gelişmeleri haftaya bildiririm.


 


Filed under: Turkish, Yoga Tagged: roman, yazı, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 15, 2014 17:50

January 8, 2014

Gözlerdeki Eşitlik

Istanbul by Aisha Harley

Foto: Aisha Harley


Bu sabah hiç niyetim yoktu size yazmaya. Kahveye geldim. Romanımı yazacaktım. Gerçi dün ilk defa yazdıklarımı okudum ve dehşete kapıldım. Usta yazarlar boşuna demiyorlar, “…ilk kopyayı bitirmeden yazdıklarınızı okumayın. Bitirdikten sonra da okuduklarınızın büyük ihtimal hoşunuza gitmeyeceğini hatırınızdan çıkarmayın,” diye. İlk kopya çocuk müsveddesi. Oraya takır tukur aklınıza eseni diline, geçişine, mantığına aldırmadan yazıyorsunuz. Ben de yazıyorum işte. Ardıma bakmadan. Daha doğrusu yazıyordum. Sonra dün akşam vardiyasında yorgundum. Yeni bölümler yazacağıma eskileri biraz düzenleyeyim dedim. (“İlk kopyayı asla düzenlemeyin. Son noktayı koyduktan sonra baştan yazın” da diyorlar)


Dedim ve okuduklarımı hiç beğenmedim. Bugün moralim bozuk. Bird by Bird diye bir kitap okuyorum. Yazma sanatı ile ilgili. Çok da hoşuma gidiyor. Bu sabahki vardiyaya yazarak değil de okuyarak başlayayım dedim. Bütün ritüelleri yerine getirdim yine. İnterneti kapat, telefonu kapat, müzik aç, alarmı 45 dakikaya ayarla. Ve sonra başını satılardan kaldırmadan oku.


Beşinci dakika karşısınızdayım. İnternet açıldı, müzik sustu, kronometre durdu. Çünkü bir paragraf okudum. Bird by Bird kitabında. Bir yazarın etrafını nasıl gözlemlemesi gerektiğini anlatan bir bölümdeyim. Diyor ki yazar kişi eğer etrafınızdaki insanlara bakıp da onları yoksul kıyafetli, zengin görünümlü diye tanımlıyorsanız, karakerleriniz iki boyutlu kalırlar. Her insanı eşitiniz olarak görüp, gözlerinin içine bakabilmelisiniz. Onlara yapıştırdığımız polis, politikacı, hırsız, arsız, ırz düşmanı etiketlerinin ötesinde bir hikayeleri olduğunu göremezseniz inandırıcı karakterler yaratamazsınız. Eşitliği görmelisiniz.


Tam ben bu paragrafı okumuş ve aklıma neden Yog Halleri‘nin geldiğini düşünüyordum ki kulaklığımda Richard Freeman’ın yumuşak, sakin sesi çınladı. Müzikleri ortaya karışık ayarladım. Teoman’ı Richard Freeman, Freeman’ı Maria Faranduri izliyor. Ne dedi Richard Hoca dersiniz? “Atman (insanın Tanrıya ait olan parçası-ruhu) ancak kendi algı sisteminizin dışındaki bir insan (ya da kültür) ile karşılaştığınızda  ortaya çıkar. Yoga bilinen ile bilinmeyenin buluşmasıdır.”


Bütün gözlerde eşitliği gördüğümüz yog’lar dileğiyle…


Şimdilik bu kadar.


Ben şimdi interneti kapatıp vardiyaya tekrar başlıyorum. (müzik, kronometre, Bird by Bird)


Istanbul by Aisha Harley

Foto: Aisha Harley


Filed under: Turkish
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 08, 2014 08:57

January 6, 2014

Yog Halleri

Yog


Size bir sır vereceğim: Yoga yapmak için yoga yapmanıza gerek yok!


Ne?


Evet evet. Doğru okudunuz.


On bir yıl boyunca her sabah  uyanır uyanmaz ilk iş yoga halısında hazrola geçen ben nihayet bu sonuca vardım! Belki de aydınlanmışımdır.


Yoga yapmak için yoga yapmanıza gerek yok.


Çünkü nice insanlar tanıdım yoganın y’sinden haberleri yok ama yoga yapıyorlar.


Ve nice insanlar gördüm neredeyse stüdyoda uyuyacaklar, bir gün içinde o kadar çok derse girip çıkıyorlar ama yoganın y’sinden haberleri yok. Vallahi yok.


Peki yoga yapmadan nasıl yoga yapacağız?


Etimolojiden başlayalım: Yoga- Sanskrit bir sözcük. Sanskrit artık konuşulmayan bir lisan ama Hatha yoga metinlerinin çoğu bu dilde yazılmış. Nasıl Yunanca aşk dili ise Sanskit de ilahiyat dili.  Sadece dilinizi Sanskrit kelimlere döndürdüğünüz zaman bile ulvi bir haller geliyor insana. Pek güzel kelimeleri var. Upekşanam (sükunet), hırdayam (gönül), akaşa (uzay-boşluk-eter), amrita (ölümsüzlük veren nektar), satya (dürüstlük), avidya (şiddetsizlik) gibi insanın ağzını dolduran ve sözcüğün anlamını gönül tellerinde çalan sesler. Fırsat olsun da bu boğazımdan bu sesler çıksın diyorsunuz.


Bu çok sesli, çok renkli dilin sözcüklerinden biri de YOGA ve yoganın çok çeşitli anlamlarından biri de BÜTÜNLEŞMEK. İngilizce’deki “yoke”kelimesinin kökü de aynı yok- zaten Hindistan’da gittiyseniz kulağınıza muhakkak ilişmiştir, yerli halk yoga’ya yoga değil YOG der.


Peki neyle bütünleşmek? Soruyorum. Yıllardır yoga derslerine girip çıkan çocuklara soruyorum.


Yog tamam da neyle yog? Sanki 2197′nin küp kökünü sordum, bakışlar o denli boş.  Boş değilse de sıkkın.


“Hadi hoca hanım uzatma, hadi ayağa kalkalım da biraz hareket edelim.”


Peki size sorayım o zaman. Yog da neyle yog? Bütünleşiyoruz da neyle bütünleşiyoruz?


Bizim hocamız cahilce hareket etmemize pek kızar. Her şeyin bir sırası var. Bacaklarının üzerinde dengede duramayan insan kollarının üzerinde dengede durmaya kalkışmasın mesela. Ayakta duramayan oturmasın… Hepsi bizim iyiliğimiz için sonuçta. Ellerimizi kalbimizin önünde birleştiriyoruz da ne oluyor? O da bir yog. Hava elementinin duyu ve hareket organları olan deri ve eller, hava elementinin yuvası olan kalp bölgesinin önünde birleşiyorlar. O zaman bütün bedenin elektiriğinde bir ufak friksiyon oluyor, bir atlama, bir rahatlama… Bunları bilelim istiyor. Gerisi hava cıva çünkü.


Yog meselesine gelince… Çeşit çeşit yog var. Bütünleşme farklı boyutlarda yaşanan bir şey.


Bir kere nefes-beden-zihin bütünleşmesi var. Elimiz işte aklımız oynaşta olunca yog olmuyor. Hareketleri yapıyoruz ama yan gözle öndeki kadın ile kendimizi kıyaslıyoruz. İnsanlık hali, olur öyle şeyler tabii… Mühim olan fark etmek. Fark edip zihni yeninden bedeni hissetmeye yönlendirmek. Yoga bir cambazlıktır. Sahi söylüyorum. Bıraksan üç ayrı yöne gidecek üç ayrı gücü-zihin, beden ve nefesi bir arada tutup, düşürmeden çevirmeyi gerektirir.


Bu yog’lardan bir tanesi.


Diğer bir yog, Atman-Brahman yog’u. Bir ben var benden içeri, benden öteye… Yaradan’ı kendinde ve ötekinde görebilme yeteneği. Yaradan ile bir olduğumuzu hissetme anı. Bu da bir yog. Bütünleşme. Mistik akımlar bize insanın en temel acısının kendini Allah’tan ayrı bir varlık zannetmesinde yattığını söylerler. Bu yanılsamanın perdelerini araladığımızda gördüğümüz manzara işte yoga.


Bu yog’lar için her sabah kalkıp asana yapmak çok mu lazım? Hayır hiç değil. Ben de onu diyorum. Ama günlük kafadan çıkmak lazım. (Madde kullanarak da değil çünkü, maddeler şahane yog’lara bizi götürse de geri getirirken pencereleri öyle bir kapatıyor ki yog halleri bir türlü hatırlayamadığınız bir hissi var kendi yok rüyaya dönüşüyor.)  İnsanın günlük kafadan çıkıp da büyük resme şöyle bir baktığı anlar vardır. Bir yakını öldüğünde, bir başka yakını doğduğunda, güzel bir kitap okuyunca, hasret kalınan sevgilinin kollarına atılınca… Önceliklerin sırası değişir hani. Şak bir pencere açılır, oradan neyin hanya, neyin konya neyin yanılsama olduğunu tertemiz belirir. İşte o anlar yog anları.


Sonra bir de başka bir yog var. O da insanın kendini bütün hissetmesi. Yani şöyle: “Moralim çok bozuktu, gittim bir çift çizme aldım”. “Son model bir arabam olsa daha mutlu olurum” cinsinden yanılsamaların fayda etmeyeceği bir bütünlük içinde hissetmek kendini. “İyiyim ya böyle. Çok şükür bir şeye ihtiyacım yok”tarzı bir yog.  Yoga insanın kendini bir bütün olarak hissedebilmesi için çeşitli teknikler önerir. Bu metinleri yazan bilge kişiler insanın benliğinin  parçalanmaya pek müsait bir yapısı olduğunun elbette farkındalar. (Eh onlar da insan nihayetinde.) Kültür fizik hareketleri olan asanalar nefes ve zihin bütünlüğünde yapıldığında insan kendini kısa bir süre de olsa dengede ve tamam hissediyor. Bunun fizyolojik, enercetik, psikolojik bir dolu açıklaması var. Ama yoga metinleri bu tamama erme hissinin uzun ömürlü ve sahici olabilmesi için insanın kendisi ve  öteki ile ilişkilerini düzenlemesi gerektiğini vurguluyorlar. Diğerine (ve kendine) zarar vermemek, doğruyu söylemek, çalmamak, hırslanmamak, her tür ilişkide şefkati ve saygıyı ön plana çıkarmak… Yog ancak bu tip ilkeler doğrultusunda yaşanıca  can buluyor.


Benim bilgisayarda çok sevdiğim, işlevleri hayatta da olsun istediğim tuşlar var. Bir tanesi Elma-Z’ye basınca canlanan undo tuşu. Son yaptığını sil, zamanı başa sar. Time machine var sonra, onu da çok seviyorum. İçine girip dolaşıyorsun, iki yıl, üç yıl önceki masaüstüne filan bakıyorsun. Bu da henüz hayata geçmedi ama bence yakındır. (İleri seviye yogiler çoktan keşfetmişler zaten.) Ve çok takdir ettiğim tuşlardan bir diğer “refresh” tuşu. Elma R’ye basınca oluyor. Eski ekran gidiyor, yerine yenisi geliyor. Bazen aynı ekran çıkıyor karşısınıza, olsun, yine de tazelenmiş hissediyorsunuz kendinizi. İşte bunun hayat versiyonunu istiyorum. Bas, eski düşünceler, inançlar, şüpheler bir tazelensin, son kullanma tarihi geçmiş duygular emekliye ayrılsın, hayata karşı taze bir bakış yeşersin. Ayrı gayrı olduğumuz yanılsaması bir kenara çekilsin de biz arkasında kim/ne saklanıyormuş bir görelim.


Yoga bundan ibaret. Kendi hayatında refresh tuşuna basabilen herkes yoga yapıyor zaten. Eğilip bükülmeye hiç lüzum yok.


(Bu arada- zaten refresh tuşuna basmadan eğilip bükülmek yanılsamaların en âlâsını beraberinde getiriyor. Bilen bilir!)


 


Hepinize pek çok sevgiler,


Haftaya görüşmek üzere.


Filed under: Turkish Tagged: bütünlük, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 06, 2014 19:47

January 3, 2014

December 31, 2013

Yılbaşı Sözü

Sevgili Okur,


Kendimi bir romana verdim. Seni ihmal ettim. Farkındayım, farkındayım.


Ama bak yeni yıl gelirken unutmadım, korka korka bu linki tıkladım. Sen orada duruyordum. Üstelik hiç de sandığım gibi sitemkar değil, sakin sessiz, bıraktığım yerde beni sabırla bekliyordun.


Teşekkür ederim.


Ben çocukluğumdan beri yılbaşlarını çok ama çok severim. Hepsinden yaş günümden, yaz tatilinden, 23 Nisan’dan ve hatta kar tatillerinden bile çok yılbaşını severim. Eskiden, çok eskiden, biz tek kanal siyah beyaz televizyonlarımızda bir dakika boyunca göbek atacak diye Nesrin Topkapı’yı beklerken,  bir yaşlı adam çıkardı ekrana, sırtında geçen yılın sayılarını taşıyan, onun peşinden de genç bir çocuk gelirdi yeni yılın sayıları sırtına işli… Eski yıl yaşlanmış gidiyor, yeni yıl da taze çocuk misali hayatımıza giriyor. İşte o an ben heyecandan bayılacak gibi olurdum. Sanki evrenin bir boyutundan diğerine geçiyormuşuz gibi oturduğum sallanan koltuğun ahşap kollarına sımsıkı yapışır, gözlerimi bir yumar, bir açar, bizimkiler Nesrin Topkapı’yı mesafeli bir merak ile seyrederlerken ben öne arkaya sallandığım koltukta yüreğimin aynı Nesrin’e eşlik eden tef gibi tip tak tip tak hızlandığını hissederdim.


Çocukluk ne kadar yalnız ama o yalnızlık için ne çok hissiyat, renk ve izlenim ile dolu bir alem…


Bu yıldan dileğim hayatı yeniden bir çocuk gibi hissedebilmek. Taze, hassas, masum bir yerden hayatı kucaklamak.


Bu yıl için sözüm ise haftada bir defa sizlere yazmak… Ne olursa… maksat muhabbet. Dünyayı kurtarmıyoruz ya!


Bütün yıl buraya yazdıklarımı okuyarak onlara can verdiğiniz için size çok teşekkür ediyorum. Bir yazıyı yazarı kadar okuru da hayat veriyor. Bunu da sizlerden öğrendim.


Çok ama çok çok kıymetlisiniz.


Hepinize taze başlangıçlar dileği ile…Mutlu yıllar!


Defne.


Bu da size eski günlerden kalma bir yılbaşı videosu…


https://www.facebook.com/photo.php?v=520654004679042&l=7649709961024567429


Filed under: Turkish
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 31, 2013 12:01

November 13, 2013

Kızlı erkekli yaşıyoruz da orgazm mı oluyoruz?

Kızlı erkekli yaşıyoruz da orgazm mı oluyoruz?


5 Harfliler sitesinde çıkan son yazım. 


Filed under: Turkish
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 13, 2013 08:19

November 5, 2013

Yoga Dersleri ile ilgili Bilgi

İstanbul’da verdiğim yoga kurslarının başlamasına az bir şey kala derslerim hakkında biraz bilgi vermek isterim.


Çoğunuzun bildiği üzere ben yılın yarısını Avrupa’da, diğer yarısını da Amerika’da geçiriyorum. Türkiye’de geçirdiğim zamanların tamamında da İstanbul’da değilim. Eşimi ziyarete Atina’ya ya da kendi eğitimlerimi tamamlamaya  Avrupa’nın çeşitli şehirlerine yolculuk ettiğim çok oluyor. Bütün bu seyahatler  İstanbul’da verdiğim kursların sayısını epey sınırlı tutmamamı gerektiriyor. Yıllar içinde kendiliğinden bir sistem oluştu.


Sistem şöyle:


İstanbul’da Shadow Yoga eğitimi her yıl toplam 5 (bazen 6) aylık bir program ile veriliyor. Program Ocak (bazen Aralık) ayında başlayıp Mayıs ayında sona eriyor. En ideali bu eğitime başından sonuna kadar katılmak. Ama ilk ay bir sebepten eğitime katılamayanları ikinci (ve bazen  üçüncü)  ayda da kabul ediyoruz. İlk aylarda öğrenilenler tekrar edilirken yeni katılanlar da seriyi öğrenmeye başlıyorlar. Ne kadar erken başlarsanız o kadar baştan öğrenirsiniz. Shadow Yoga belli serilerin öğrenilmesi ve tekrarına dayandığı için her kurs serinin bir kaç hareketi daha eklenmiş oluyor repertuara. Aylık kursların tamamına katılmak zorunlu.


Eğitimin ikinci yarısında ise yeni öğrenci alımı sona eriyor. Devam eden öğrencilerin kurslara kayıtları yine her ay yenileniyor ama sınıfa yeni öğrenci alınmıyor. Böylece Ocak ayından Haziran’a kadar beraber çalışmış bir grup yaratmış oluyoruz. Haziran ila Aralık ayları arası tatil. Birinci yılı başarı ile tamamlamış öğrenciler yaz-sonbahar tatili sırasında kendi kendilerine veya grup halinde bir araya gelerek çalışmayı sürdürüyorlar. Sonraki yılın Ocak (ya da Aralık) ayında aynı grup ikinci sınıf olarak yeniden bir araya geliyor.


Benim geldiğim sistem (Shadow Yoga sistemi)  kendi içinde bir bütün olduğundan bu eğitim sırasında öğrencilerin başka hocaların derslerine girmelerini tavsiye etmiyoruz. Shadow Yoga, geleneksel Hatha Yoga prensiplerini temel aldığından öğrencinin birden fazla yoga hocasına gitmesini öğretinin ve ilişkinin saflığı açısından sakıncalı bulur. Bu sebeple ben de öğrencilerime benim eğitimime kayıtlı oldukları süre zarfında sadece Zhander Remete’nin eğittiği hocaların rehberliğinde çalışmalarını öneriyorum. Bu yoganın beden, zihin ve hayat üzerindeki etkilerini net bir şekilde görebilmek için atılması gereken önemli bir adım.


2014 programı şöyle: 


Başlangıç Sabah 


Başlangıç kursları benim yanımda hocalık eğitimi yapmakta olan stajyer hocalarımızın yardımı ile gerçekleşmektedir. Stajyer hocalar her ayın son iki dersinde öğrenilen serileri sınıfa tekrar ettireceklerdir.


Ocak- Mayıs 2014 arası toplam 5 kurs. Salı-Perşembe 07:00-08:15 arası Cihangir Yoga’da


Başlangıç Akşam 


Aralık 2013 -Mayıs 2014 arası toplam 6 kurs Pazartesi-Çarşamba 19:15-20:15 Galata Tripudio Stüdyo’da


Orta-İleri Sabah (Balakramayı baştan sona tek başına yapabilen bütün öğrencilere açık) 


Pazatesi-Çarşamba-Cuma 07:00-08:15


1 kurs Aralık 2013- Galata Tripudio Stüdyo’da


Ocak Mayıs 2014 arası 5 kurs Cihangir Yoga’da


Orta-İleri Akşam (Balakramayı baştan sona tek başına yapabilen bütün öğrencilere açık) 


Aralık 2013 -Mayıs 2014 arası toplam 6 kurs Pazartesi-Çarşamba 18:00-19:15 Galata Tripudio Stüdyo’da


Fiyatlar, diğer ayrıntılar ve kayıtlar için http://www.defnesumanyoga.com


 


Filed under: Turkish
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 05, 2013 15:08

November 4, 2013

Beyoğlu Hatırası

Görsel


Yıllar önce bir sabah nenem bana, ”Bir film varmış Defneciğim. Bizim yaşımızdaki insanların aşkını konu alıyormuş. Senden rica etsem beni ona götürür müsün?” diye sordu. Ben ziyaretine geldim diye sehpaya, gözlüğünün yanıbaşına bıraktığı  Cumhuriyet gazetesinin özenle dörde katlanmış parçasına göz attım. Clint Eastwood ile Meryl Streep’in baş rollerini oynadıkları Birdges over Madison County’ye dair bir eleştiri yazısı okuyordu. Ben o filmi daha bir hafta önce görmüştüm. Çok da beğenmiştim ama bir hafta sonra bir kez daha görmeyi isteyecek kadar değil.


O zamanlar adet olduğu üzere nenemin “Defneciğim seninle Bebek’teki Divan otelinde bir çay içmeye gidelim” ya da “Defneciğim çok zayıfsın, bir öğlen gel de bende yemek ye” minvalindeki davetlerine belli bir miktar naz etmeden hay hay demezdim. Ah gençlik! Nenelerle dedelerin hayatımızdaki yerini göremediğimiz, dolayısıyla bu dünyadan göçseler de arkalarında  büyük bir boşluk bırakmayacaklarına inandığımız o yaşlar…


Nenem bütün gününü evde oturarak geçirmekten müthiş bunalıyordu. Ama nereye çıksın? Şimdi bizim oturuduğumuz Gayrettepe’deki dairede, her biri on katlı betonarme binalar arasında sıkışmış kalmış. İki kat yukarı bizim eve, yan taraftaki Saadet Hala’nın dairesine, oradan tekrar kendi dairesine. Hayatı Yeşil apartmanın katları arasında geçiyor. Zihni benim şimdi sizlere yazdığım yaşımdaki kadar açık ve net ama gözleri saatlerce kitap okumasına izin vermiyor artık. Anılarını yazıyor ama hayatı gün be gün yaşamadan anıları yazmak insanın kendi yogasını yapmadan ders vermesi gibi bir şey, kaynaktan kopuk kalıyor. Hayata katılma arzusu derseniz, benim o yaştaki halimle kıyaslanabilir ancak. Çıkmak, gezmek, tiyatroya, sinemaya, kafelere, lokantalara gitmek, Boğaz’da hava almak, konuşmak, anlatmak, dinlemek istiyor. Ama bedeni başka birisinin yardımı olmadan onu o istediği hayata taşıyacak yeteneğini kaybetmiş. Yürürken zorlanıyor, incecik bilekleri iyice incelmiş, arabaya binerken başı dönüyor. Cesaret edemiyor.


Çok istediği bir şeyi  yapmaya cesaret edemeyen bütün insanlar gibi onun içini de yenilgi hissi kaplıyor. “Of Defneciğim”, diyor o zaman. “İhtiyarlık zor iş”


Biz tabii çok meşguluz. Ben üniversitede okuyorum. Durmadan okuma yapmak, paper yazmak gerekiyor. Yeni keşfetmiş olduğum gece hayatı da meşguliyetimi arttıyor. Cumartesi sabahları bale dersimi kaçırma pahasına öğlene kadar uyuyorum. Uyandığımda da gerçekten uyanmış sayılmıyorum ama gece yine sokaklardayım. Pazar öğlene kadar aynı hikaye.


Fakat o gün, nenem onu sinemaya götürmemi rica edince naz etmedim. Birden fikir hoşuma gitti. Tamam dedim. O da şaşırdı öyle hemen tamam dememe. Israr etmeye, bozulup küsmeye, nenelerin kıymetini bilmeyen torunları anlatmaya hazırlamıştı kendini. Ben ise planı geliştirdim. Bir Beyoğlu günü planladım baş başa geçireceğimiz. Çok sevindi.


Velhasıl, aynı bugünkü gibi yağmurlu ama çok soğuk olmayan bir Kasım cumartesi öğleden sonrası benden başka kimsenin beğenmediği ama benim üzerimden çıkarmadığım bordo deri ceketimi sırtıma geçirdim, aşağı kata nenemi almaya indim. Nenem kapının ağzında, çantasını kucağına yerleşirmiş beni bekliyor. Şemsiyesi, şapkası, şalı, mendili hazır. Son bir tuvalet seferi de yapıldıktan sonra çıkıyoruz.


Asansörde ceketin omuzlarındaki kırmızıları dökülmüş derisine bakışından beni Beyoğlu’na beraber çıkacak kadar “prezantabl” bulmadığını seziyorum. Ama ne yapacaksın, bu sefer kumanda bende. Yine öksüz çocuklara benzediğimi söyleyip, bana Beyoğundaki bir mağazadan münasip bir palto almamızı önerirse hemen asansörü yukarı çevirip planı iptal edebilirim. Bir şey demiyor o da. Arabayı kapının önüne çekiyorum. Ceketim, saçlarım ve Skoda Favorit arabam hep aynı bordo. Kendimi çok iyi hissediyorum.


Yola çıkıyoruz. Beşiktaş’ın Cumartesi trafiği, Akaretler karmaşası neneme vız geliyor. Sokakta olduğu için öyle mutlu ki! Bir şeyler anlatıyor, ben gülüyorum. Gülme ciddiyim diyor, ben yine gülüyorum. Gençler neden yaşlılara çocukmuş gibi davranırlar?


Taksim’e çıkınca dalıyorum Beyoğlu’nun arka sokalarına Skoda ile. “Nereye gidiyoruz Defneciğim?” “Merak etme nene. Arabayı park edip, caddeye yürüyeceğiz.” “Çok yürüyecek miyiz?” “Yok yok iki adım.” “Neredeyiz Defneciğim? Buralar eminyetli yerler gibi değil”. “Merak etme nene, benim burada adamlarım var.” “Sen buralara bir başına mı geliyorsun? Ah Defneciğim ah!”


Nitekim benim orada sahiden “adamlarım” var. Taş çatlasın on dördündeki Murat, ben Saint Pucherie’nin önüne yanaşırken bütün gün okey oynadığı kahvehaneden fırlayıp nenemin kapısını açıyor.  ”Hoş geldiniz anne. Hoş geldin abla.” Anahtarı veriyorum, direksiyon başına geçerken abisi Niyazi’ye  Kürtçe birşeyler bağırıyor. Nenem koluma giriyor. Daha doğrusu ince beyaz, benlerle dolu eli ile  kırmızı ceketin koluna yapışıyor. Mini mini adımlarımızı sökülmüş kaldırım taşlarının arasında dikkatle atarak, gözleme ve kebap kokuları arasında İstiklal Caddesine yürüyoruz.   Ben Nenemin Pera’sına  hiç benzemeyen bu bizim Beyoğlu’ndan biraz utanıyorum ama o  bütün dikkatini adımlarına vermiş. Yağmur suyu dolu deliklerde tökezleyip de bileğini burkacak diye ödü kopuyor. Benim iki adım sandığım mesafe meğer onun için ne kadar uzunmuş!  (Bu durumu yıllar sonra Bey’in tekerlekli sandalyesini Beyoğlu’nun arka sokaklarında sürmeye çalışırken bir kez daha farkedeceğim.)


İstiklal Caddesi’de Cumartesi kalabalığı. Dikkat edin 90lı yıllardayız. Öyle her sinemada beş ayrı film filan gösterilen bir zaman değil. Fitaş’ın iki salonu var. Alt katında da Dünya sineması. Bir orası üç filme aynı gişeden bilet aldığınız bir sinema. Geri kalan hepsi tek mekan. Yine de İstiklal, tıklım tıklım. Millet yağmur, çamur dememiş atmış kendini sokağa. Başı dönecek diye korkarak nenemi hızla karşıya geçiriyorum. O zamanların en popüler, en klas, en hip ve bizim hemen hiç çıkmadığımız kahvesi Pia’ya sokuyorum. Bir masaya oturuyoruz. Pia’nın sahibi benim sosyolojiden sınıf arkadaşım Muştu. Nenemi tanıştırıyorum. Muştu her zamanki gibi çok kibar.


Nenem güzel yüzünde mahçup bir gülüşle,


“Oğlum” diyor Muştu’ya “Burada herkes çok genç. İhtiyar kadına bak utanmadan buralara gelmiş demezler mi?”


Belli ki demiyorlar. On dakikada bizim masa doluyor. Diğer masalarda oturan arkadaşlarım nenemle tanışmak için masamıza geliyorlar, sonra onun Beyoğlu hikayelerini dinlemeye doyamadıkları için bizim masada kalıyorlar.  Seksen iki yaşındaki Zahide anlatırken çın çın kahkahalar atıyor. Neşesi biz hayatı bunalımın eşiğinde yaşamaya alışık gençleri şaşırtıyor. O yaşadığı her anını çok kıymetli bir hazine olduğunun farkında. Biz hayatı somurtarak geçirecek kadar savruk… Çaylar, pastalar masamıza geliyor gidiyor. Nenem bizim kızlara benim ceketimi beğenip beğenmediklerini soruyor.


“Samimi söyleyin çocuğum, sizce yakışıyor mu bu ceket?”


“Nene filme geç kalacağız!”


Tek tek herkesle vedalaşıyor.


“Yine gelin lütfen” diyor Muştu.


“Tamam oğlum” diyor nenem. “Yine geleceğim.”


Bir daha böyle bir fırsat yakalayamayacağını bile bile…


Şemsiyeler, siyah paltolar, sarmaş dolaş çiftler arasında biz de nenemle kol kola mini mini adımlar atarak Emek sinemasına yürüyoruz. Film boyunca göz ucuyla onu izliyorum. “Bizim yaştaki insanların aşkı” dediği film aslında onun çocuğu sayılabilecek insanlar arasında geçen bir aşk hikayesi. Acaba nenem kendini Meryl Streep yaşında mı hissediyor? Ne kadar yaşlı olduğunun farkında değil mi? Kendini yaşlı hissetmek yaşla ilgili bir şey değil mi yoksa? Hem filmde bol bol seks sahnesi var. Nenem hiç tasvip etmez böyle mahrem şeylerin “ortalık yerde” yaşanmasını.


“Nene, nasıl buldun filmi?” diyorum çıkarken.


“Alt yazıların hepsine yetişemedim Defneciğim. Bir de çok yoruldum. Hadi eve dönelim.”


Sadece sözlerindeki değil, sesindeki kederi de duyduğum için  bir şekilde  Murat’ı arayabilsem de arabayı  Emek sinemasının çıkış kapısının oraya getirmesini söyleyebilsem diye içimden geçiriyorum… Ama ceplerimizde telefon taşır hale gelmemize daha üç yıl var ve “vale”nin anlamı  iskambil destesindeki bir karttan ibaret henüz. O yüzden nenemi sinemanın oradaki  bir banka oturtup kendim gidiyorum. Arka sokakların ustasıyım. Daracık, karanlık, esrarlı sokaklarda araba sürmeyi öğrenmişim. Taksiciler bile bilmez İstiklal’in bir tarafından ötekine arabayı geçirmeyi, ben biliyorum.


Beş dakikada Emek sinemasının önündeyim.


Nenem o günden sonra yedi yıl daha yaşadı.


O yedi yıl içinde Beyoğlu günümüzü anmadan bir tek gün geçirmedi.


Filed under: Turkish Tagged: 90lı yıllar, anılar, nene, yaşlılık, Zahide Gökberk
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 04, 2013 10:00

October 19, 2013

Berkeley Notları

Yarın Berkeley’den ayrılıyorum. Ve biliyorum ki bu güneşli, neşeli ama kahvesi pek kötü şehirden cennet Portland’a döndüğümde artık gezi notlarımı aktarmak için çok geç olacak. İnsan gezi yazılarını yerindeyken yazmalı, sonra olmuyor. Diye diye diye günler geçti. Bir Yunanca ödevim var, (kompozisyon) bir de işte Berkeley notlarını size yazma isteğim ama bir türlü oturup da başlayamadım. Biraz dolunay, biraz hocamla yaptığım yoğun kursu yarattığı huzursuzluk, biraz da o huzursuzluk ateşini hissetmeyeyim diye kendimi oradan oraya atma halinden…Meşgulum, çok meşgulum yani.


Berkeley’i San Francico’nun Kadıköy’ü olarak düşünebilirsiniz. Filmlerde, dizilerde gördüğümüz köprüler San Francisco’yu Berkeley ve Oakland şehirlerinin bulunduğu yakaya bağlıyor. Bir de BART var (Bay Area Transit System). O da suyun altından giden bir metro sistemi. Dünden beri grevdeler, buraların Avrupa yakası ile bağlantımız kesik. Olsun, büyük şehirde kaybolmak gibi bir lüksümüz de yok. Kurs gerçekten çok yoğun. Sadece fiziksel olarak değil, yarattığı değişimin duygusal boyutu da çok yorucu. O yüzden hocamız daha en baştan bu kurs süresince günlerimizi oradan oraya koşturarak değil, mümkün olduğunca iç mekanlarda, sakin sakin dinlenerek geçirmemizi öğütledi.


Ki haklıydı.


Haklıydı haklı olmasına da burada da sokaklar cıvıl cıvıl. Ben Portland’dan ayrılırken mevsim kıştı, burada hala yaz sonu. Öğleden sonra tişört, etek bisiklete biniliyor. Nasıl oturulur iç mekanda sakin sakin dışarısı kaynarken?


Berkeley bir öğrenci şehri. Eyaletin ve hatta ülkenin en büyük üniversitelerinden biri olan UC (University of Califonia) Berkeley bu şehrin tepesine kurulmuş. Bizim Boğaziçini anımsatan koca bir kampüs. New England stili binalar, yemyeşil bayırlar, mermer merdivenler, heykelller…1960lardaki sosyal patlamanın kalbi Berkeley de atmış. San Francisco hipilerin başkenti olmuşsa, karşıyakası Berkeley de öğrenci hareketinin başını çekmiş. Kampüs hala sosyal ve politik bilinci yüksek insanlarla dolu. 68 ruhunu hala hissedebiliyorsunuz.


UC Berkeley benim hayalimdeki üniversiteydi. 14 yaşındayken Joan Baez’i ve ardından 1960′lı yılları, hipileri, toplumsal patlamayı ve 1968 öğrenci hareketini keşfetmenin doğal sonucu olarak UC Berkeley’de okumayı hayal eder olmuştum.  Boğaziçi Üniversitesini bitirip, doktoraya, mastera, ne olursa artık ona Berkeley’e gidecektim. Bu planlar dahilinde kendimi bölümün hocalarına tanıtmak ve sevdirmek amacı ile 1998 yaz döneminde Sosyal Antropolji bölümünden bir ders bile aldım. Dersin doktora öğrencisi genç hocası dışında beni tanıyan da seven de olmadı ve iki yıl sonra ben doktora başvurumun daha bölüme bile varmadan ret edildiğini öğrendim. Boğaziçindeki üçüncü yılımı derslere gireceğime çimenlere yatıp kumpir yiyerek geçtiğim için lisans ortalamam düşük idi. Üstelik girmediğim o dersleri ortalamamı etkilemeyecek bir şekilde bırakabileceğimden  (withdrawal denen basit bir işlem ile) habersiz boş verip kalmıştım. UC Berkeley, transkripteki bir değil dört adet F harfi ile uğraşacak bir kurum değildi. Bu vesile ile şimdiki gençlere tavsiyem: Asla derslerinizden kalmayın, aman sonra alır geçerim diye boşvermeyin. Transkriplere F’nin çizigisi bile değmesin. )


Neyse, hayatımın on dört yaşında planladığım gibi gitmeyeceğine dair güvenim ilk defa bu noktada kırıldı sanırım. Bu bakımdan Berkeley’den bana gelen ret mektubu hayatımın ilk büyük yenilgisidir diyebilirim. Ama işte neye niyet neye kısmet? Bu sabah otobüs bekledim, bekledim, bekledim. Sonunda geldi, içi tıklım tıklım. Bisiklet yerleri de dolu. “Bir sonrakine binersin” dedi, şoför bey. “Yirmi dakikaya gelir”. Yoga dersinden bacak kaslarım inim inim inliyor , yoksa ne işim var otobüste? Ama yirmi dakikayı duyunca bastım pedala, ne yapayım? Çünkü o otobüs beni bir yere kadar götürecek, sonra aktarma yapacağım, ötekisi kim bilir ne zaman gelecek? Belki de bisiklet hanesi yine dolu olacak vs vs. Bas pedallara. Ah bacacıklarım. Beş altı blok gittim, baktım köşede bir başka otobüs duruyor. Yine bizim evin oraya, ama başka yoldan giden. Bisiklet hanesi de boş. Kırmızı ışığın yeşile dönmesini bekliyor. Uçarak önünü kestim, bisikleti yerleştirdim. oooh, on dakika sonra evdeyim. Öteki otobüsü bekleseydim bir de aktarma yapmam gerekecekti.


Hayat da böyle işte. UC Berkeley’e kabul edilseydim doktoraya giderdim. Doktoraya gitseydim, işte şimdi şu aralar tezimi teslim ediyor olurdum. Bütün enerjimi, dikkatimi, vaktimi, yazma ve yaratma hevesimi o teze akıtmış olduğum için şimdi size yazıyor olmazdım. Yine ders verirdim muhtemelen ve yine ders vermek, kafaları açmak, hayata, insana, topluma , gerçeğe dair yeni perspektifler sunmak beni bugünki gibi doyururdu.  Bundan önceki yazıları, Mavi Orman’ı, ilk romanım Saklambaç’ı (Ocak’ta çıkıyor inşallah!), şimdi üzerinde çalıştığım ikinci romanımı yazmamış olurdum. Aynı üniversitenin Los Angeles şubesine (UCLA) kabul edildim ama gitmedim. Gitseydim bu kadar çok yazı üretemezdim sanırım. Yine çok şeyler öğrenir, çok değerli hocaların derslerine girerdim muhakkak ama yoganın benliğime kattığı zenginlik, derinlik ve tatminin bulamazdım. Sanki.


Şimdi öyle geliyor. O otobüse binmeyip de yola devam etmekle hayatımı daha kolay ve mutlu kıldım sanki.


Yine de UC Berkeley kampüsünde dolanarak, orada öğrenci olmayı hayal ediyorum. Öğrenciler bana şimdi çocuk gibi geliyorlar. İnsan üniversite çağında ne kadar çocuksu göründüğünün farkında olmıuyor. Büyüdüm, tamamım, herşeyi biliyorum havalarına giriyor. Oysa nasıl da çocuk gibi görünüyor herkes. Hafif kambur sırtlar, güvensiz bakışmalar, gamsız kıkırdaşmalar… On beş yıl önceki hayaletim, ’98 yazında Yasemin ile gittiğimiz her kafede, her dükkanda karşıma çıkıyor. İnsan havayı, suyu, kokuları, tatları, gençken hissettiği gibi hissetmiyor sonrasında. Onu fark ettim. Duyu organları körleşiyor.  Yaşlılar “eski baharlar kalmadı artık” filan diye konuşurlar ya, eski baharlar kalmadığından değil, yıllar içinde hisler de azaldığından öyle geliyor. Yaşla beraber kendine güven, anlayış ve  tatmin geliyor ama o ürpertiler gidiyor.


Foto: wikipedia'dan alındı.

Foto: wikipedia’dan alındı.


Bu arada şunu da fark ettim Berkeley’e kabul edilmek için Asyalı olmak gerekiyormuş. Beni o yüzden almamışlar herhalde. Öğrencilerin yüzden doksanı Asyalı. Koreli, Japon, Çinli… Buraya yabancı öğrenci olarak kabul edilmek çok zor. Kendi okulunun değil, şehrinin, ülkenin ilk yüzünde olman gerek. Bunlar da öyle “genius” çocuklar demek ki. Gelecek Asya’nın sevgili okurlar.


Bir de burada tamamen unuttuğum bir pratik ile yeniden karşılaştım. Onu da yazmadan edemeyeceğim: Kesişmek. Herkes birbirini kesiyor. Kütüphaneye, lokantaya, kafeye giriyorsunuz, bütün kızlar süzüyor, bekar erkekler bakışlarına bir karşılık alana kadar bakıyorlar. Bu hep yaptığımız bir şeydi, şimdi hatırladım. Varlığımıza onay istercesine kesişirdik. Öyle romantik romantik bakışmaktan bahsetmiyorum. Bu çok çabuk varılan bir anlaşma. Bir kadın/erkek olarak beni tanı diyor bir taraf, öteki de tanıyor. Zaten o da aynı taleple gelmiş. Bakışılıyor ve olay bitiyor. Herkes kendi işine. Unutmuştum, iyi geldi.


Ben gençliğimin hayaleti ile sağda solda karşılaşır, gençlik üzerine düşünürken psikoloji sınıfımdan bir arkadaşımın Facebook duvarında şu soruyu gördüm:


Gençliğinize bir mesaj verecek olsanız, ona ne dersiniz?


Derim ki kendini dert etme, hissetmeye, yaşamaya bak.


Ben ona öyle deyice aynı mesaj yankılandı, gelecekten bana…


Kendini dert etme, hissetmeye, yaşamaya bak!


Her şey geçer.


Her şey yenilenir.


Takılma, devam et!


Kütüphane değil define adası!

Kütüphane değil define adası!



Filed under: Turkish Tagged: doktora, gençlik, UC Berkeley, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 19, 2013 13:35

October 14, 2013

Kainat Dostcanlısı bir Yer midir?

IMG_9582İki gün önce hayatım yeni bir anlayışla aydınlandı. Bu insanlık için küçük, benim için büyük adımı dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.


Ama önce kısa bir özgeçmiş geçeyim size. Ben elime Osho’nun Tarot kartlarını ilk defa aldığım 2002 yazından beridir ben sandığım ben’in aslında ben olmadığını biliyor ve esas ben’i keşfetmek amacı, hevesi, umudu ile dünyanın dört bir ucundan ruhumun en derin kuyularına inmek üzere faaliyet gösteriyorum.  Yıl 2013. Ben 2002 yılındaki ben ile tıpatıp aynı kişi değilim artık ama hâlâ çokça oyum. İnsanın onbir yıl içinde hayatını, neşesini, potansiyelini kısıtlayan alışkanlıklarından, düşünce, davranış kalıplarından tamamen arınması mümkün değil. Benim gibi çok hevesli, mümkünse adını, soyadını, bedenini ve sahibi olduğu şahsi bütün eşya ile ilişkilerini tek hamlede  dönüşüme kurban edebilecek bir insan için bile kolay değil. Kaldı ki çoğumuz mutlu olmak istiyor ama bunun ancak karşılığında bir şey vererek olabileceğini kabul edemiyoruz. Neyse, ben şimdi konuyu Kurban Bayramına bağlamanın bir yolunu buldum diye biraz heyecanlandım ama dağılmayalım.


Özgeçmiş kısaca böyle. Bekar gezilen ilk yıllar çok değiştim diye caka satarak, ciddi bir ilişkinin sularına adım atılan ortadaki yıllar “ulan hiç mi değişmemişim yahu” diye ağlayarak ve son yıllar henüz tam olarak tahlil edemediğim ama bir yumuşama, dengeyi bulma, kuralları yıkma, kendini ötekinin aynasında görebilme yetilerinin gelişmesi gibi hallerde geçti, geçiyor. Belki iki gün önce attığım insanlık için küçük, benim için ise büyük olan o adım, bu on bir yıllık kendini arayış döneminin son demlerine değil de ortalara bir yerlere denk gelseydi üzerinden atlar geçerdim. Bu sefer belli ki tam yerine denk gelmiş. Kendimi yepyeni bir insan gibi hissediyorum.


Ne oldu? Bir şey duydum. İlk defa duyduğum bir şey de değildi ya, işte jetonun şimdi düşeceği varmış.


Duyduğum şey şu:


Bir gazeteci Einstein’a soruyor. Diyor ki “Sayın Einstein, sizce hayatta sorulacak en önemli soru nedir?” Einstein da gazeteciye cevaben diyor ki: “Kainat dostcanlısı bir yer midir, yoksa değil midir? İşte bütün mesele burada”


İşte bütün mesele burada… Dedim ya ben bunu daha önce defalarca duymuştum. Bizim Clearmind Enstitüsü’nde aldığımız her derste bunu Einstein anektodu anlatılır. Ben iki gün öncesine kadar bu sözü, evrenin dostcanlısı bir yer olduğuna inanırsak işimiz rast gider minvalinde algılayıp pek yüz vermiyordum. Secret filminden sonra başımıza sarılan çekim yasası, etkili olumlama (bu olumlama lâfı beni kahrediyor ayrıca, etkili ile yanyana gelince tebeşir kara tahtada ciklemiş gibi içim çekiliyor) gibi için için değil, ayan beyan ortalıkta dalga geçtiğim New Age olaylara bağlıyordum. New Age’ciler de Einstein’ı kendilerine bağlamak istiyorlar ama adamın demek istediğinin bu olumlamalarla filan ilgisi yok bence. Biraz anlasam rölativite, kaos teorisi filan şimdi size üstadın  ne demek istemiş olacağı hakkında belki iki satır yazardım. Ama doğrusunu isterseniz ben Einstein’ın bu sözü ile ne demek istediğini bilmiyorum. Einstein ile matematiksel boyutta  bağlantı kurmamış kimsenin de anlayacağını zannetmiyorum. Yani bu bize çok basit görünen söze o öyle uzak ve derin bir yerden varmış ki, anladık diye ortalıkta dolanmak olmaz. Ayıp yani.


Ben Einstein’ı anlamadım ama bu sözü düşünürken birden kendimi anladım. Kainat diyelim ki dostcanlısı bir yer. Bütün felaketleri, kıyımları, savaşları, kötülüğü unuttuk. Odağı, dünyanın bir ucunda patlak vermekte olan çok fena şeylere çevirmeye çalışarak evrenin dostcanlı tabiatını sabote etmeye çalışan zihnimizin o vıdı vıdıcı kanalını da kıstık. Kendi mikro evrenimize bakıyoruz.  Hemen şu anda içinde bulunduğumuz mekana bakıyoruz. Ne görüyoruz? Ben kalabalık bir kafedeyim. Dolayısıyla bir dolu insan görüyorum. Karşımda açık kitabının ortasına iphone’unu koymuş mesaj yazan bir sarışın kız var, yanımda kısa kıvırcık saçlı, gözlüklü çikolata renkli bir kadın, yandaki yuvarlak masada hepsi gözlüklü, hepsi erkek ve tahminin hepsi tıp öğrencisi bir grup önlerindeki Meydan Larus misali kitaplarına eğilmişler. Kahve hınca hınç dolu. Herkes ya kitabına, ya bilgisayarına, ya telefonuna ya da sohbete gömülmüş. Bir daha bakıyorum.


Bakıyorum ve ne görüyorum?


Tanımadığım bu insan kalabalığına bakarken dostcanlısı bir ortam mı görüyorum sizce? Kalabalığa bakarken onları seviyor muyum? Onların beni sevdiğini düşünüyor muyum?


Tabi ki hayır.


On bir yıllık kendimi keşif sürecim boyunca ara ara sisler içinden şöyle bir sivrilip çıkan, sonra hemen kendini kaybettiren bir gerçek var: Ben tanımadığım insanları sevmiyorum. Çoğunlukla ben tanımadığım insanlara sinir olmakla işe başlıyorum. Ruhuma dehşet titreşimleri yayan bir keşif bu. Çocukluğumdan beri böyleyim. Ama artık çocuk değilim. O çocuğun yaralarını sarmaya söz vermiş bir yetişkinim. Onu kötü, bencil, şımarık, yabani, acayip, sevimsiz gibi sıfatlarla yargılamak yerine neden tanımadığı insanlara karşı böyle bir tepki duyduğunu araştırıyorum. Çocuğun tanımadığı insanlardan korktuğu ortaya çıkıyor. Bir şey daha: Çocuk tanımadığı insanların kendisini sevmediğine inanıyor. Neden, nerede, kimin hangi davranışı sonucunda bu çocuk bu karara varmış, bunu bilmek mümkün değil. Sevgiyle büyütülmüş, eller üzerinde tutulmuş, üzerine titrenmiş bir çocuk çünkü. Kimsenin hatası değil. Olsa olsa bir yanlış anlama. Ama işte çocuklar yanlış anladıklarını bilmiyorlar. Kendileri hakkında binbir kuşku üretiyorlar onun yerine. Siz bir an bunalıp ofluyorsunuz, “ay valla bıktım” diyorsunuz, o “ben sevilesi bir çocuk değilim” anlıyor. Yanlış anladığı ile kalmıyor, kendisine dair geliştirdiği  bu kuşkuyu alıyor, bilincin en derinlerinde bir yere mutlak doğru olarak gömüyor, sonra da unutuyor.


Böyle böyle çoğu insan yetişkin hayatlarındaki mutsuzlukların, ilişkilerindeki tatminsizliklerin, kavga gürültünün çocukken bilinçlerinin derinlerine gömdükleri kuşkuların etkisi ile yaşadıklarını bilmeden hayatlarının sonuna gelip ölüyorlar. Şanslı azınlık bu kuşkuları gömüldükleri yerden çıkarıp, mutlak doğru anlayışlarını düzeltmeyi başarıyorlar.


Tanımadığım insanları sevmiyorum. Çoğunluk onlara sinir oluyorum. Bu durumlar benim sevilesi bir insan olduğuma dair duyduğum kuşkunun meyveleri. Böyle düşünüyorum çünkü aslında onların beni sevmediklerine inanıyorum. Benimki bir gard. İnsanların sizi sevmediğini, beğenmediğini, takdir etmediğini düşündüğünüzde doğal olarak özgüven kaybı yaşıyorsunuz. Ama sadece bu değil. İnsanlara daha çabuk kızıyorsunuz. Hatta zaten kızgın olarak başlıyorsunuz ilişkiye. Birisi otobüste kazara ayağınıza bastı diyelim. Gülümseyip de önemli değil diyemiyorsunuz. Adam (kadın) sizi sevmiyor çünkü. Siz ona baştan kızgınsınız. Ayağınıza değil bam telinize basmış oluyor. Sosyal sigorta dairesinde işiniz düştü bir memura. İşi ağırdan alıyor. Sizi sevmiyor da ondan. Muhtemelen o da sizinkine benzer kuşkular yüzünden tanımadığı insanları sevmiyor. Böylece karşılıklı kuşkuları tokuşturarak sevgisizliği, öfkeyi, tahammülsüzlüğü yeniden, yeniden, yeni yeni yeniden üretiyoruz.


Şimdi Einstein’ın hayatıma sağladığı ışığın altında etrafımdaki insanlara bir kez daha bakıyorum. Kainat dostcanlısı bir yer. Bu insanların hepsi benim dostum. Tekrarlıyorum. Bu insanların hepsi benim dostum. Ben de onların dostuyum. Bu insanlar beni sevmiyor değiller. Tanımıyorlar. Tanıyınca sevecekler. Şimdi de bana karşı bir olumsuz tavırları yok.


Oh! Kainat dost canlısı bir yer mi bilmiyorum ama dostlarla dolu bir yer.


İşte bu yeni aydınlanmış benliğimle iki gün önce çıktım yola…Zhander Hoca ile çalışmaya Berkeley, Kaliforniya’ya. Bizim yoga eğitimlerimiz yılda iki defa tekrarlanıyor. Benim için yılın en önemi iki olayından biri bu. Heyecandan içim pır pır. Çantam hazır. Bey ile vedalaştık. Sokağa çıktım. Beni havaalanına götürecek arkadaş ortalıkta yok. Olsun, kainat dostcanlısı bir yer. 15 dakika geçti hâlâ yok.  Arıyorum, telefonu açan yok. Mesajlar okunmadan duruyorlar. Taksi çağırsam, İstanbul değil ki burası, Portland. Bazen 45 dakika sürüyor taksinin gelmesi. Otobüse binsem yetişir miyim belli değil. Otobüs otobüs değil kağnı arabası çünkü. Her adımda durup indi bindi yapacak. Arkadaş uyuyakalmış. Neyse yine de yetişiyoruz. Yetişiyoruz çünkü uçak rötar yapmış. Arkadaşa kızmıyorum. Uçağın rötarı iki saate uzayınca da kızmıyorum. Nihayet binecekken çantamı kabin içi için fazla büyük bulup, el koyan çocuğa da kızmıyorum. Arkadaşım o. “Dur kitabımı alayım da öyle el koyarsın” diyorum. Gizli bir tarikata yeni katılmış bir çömez gibi kuralları abartma eğilimindeyim ama aldırmıyorum. Asık suratlı hostese kıza tatlı tatlı gülümsüyorum. Sen de sevilesi insansın hostes kızım. Tebessümüm ile sonunda kuşkusunu darmağın ediyorum. Sonunda o da gülümsüyor.


İniyoruz. Benim çanta yok. Nerede diye soruyorum, kayıp bagaj masasında duran Vietnamlı Hanım Teyze dostuma. “Valla şekerim diyor, sen bunu uçağın kapısında vermişsin (ben vermedim, onlar el koydular demiyorum) ama sonra uçağın çıkışında almamışsın.” “Aaa diyorum, uçağın kapısında mı alacaktım? Ben banda gelecek sanıyordum.” (El koyarlarken hiç bana öyle bir şey söylemediler ama, diyor muyum? Demiyorum. Lazım olursa derim, şimdilik dostça sohbet ediyoruz.) Vietnamlı Hanım Teyze arkadaşım uzun mor tırnaklarını klavyede tıklatırken ben tebessümü elden bırakmıyorum. Arkadaşım o benim. Uğraşır, didinir, şıp diye bulur bavulumu. Ve nihayet buluyor da. “Eugene’e gitmiş senin çanta” diyor. Nereye? Eugene, Oregon eyaletinde bir şehir. Ben San Francisco Havaalanındayım. Üzerimde bir elbise, omuzunda cüzdanımı, (şarjsız) telefonumu, bir de kindle’ımı taşıyan bir çanta. Üç saat sonra Zhander Hoca’nın huzuruna çıkacağım, ayağımda siyah naylon çorap (eski tabiri ile Mus çorap). Berkeley toplu taşıma araçları ile bulunduğum yere bir saat uzaklıkta. Hanım Teyze, madem arkadaşım rica minnet de işler aramızda. Durumumu anlatıyorum. Ağlamadan, kendimi acındırmadan, bir gündem gütmeden.


“Tamam diyor, ben elimden geleni yapacağım. En geç yarın gelir senin çanta!”


Geliyor da. Ertesi gün, hala aynı kıyafet üzerimde kayıp bagaj masasına yaklaşınca benim Vietnamlı Hanım Teyze değil ama onun bir alt modeli (o da dostum tabii) beni sevinçle karşılıyor. “Bak çantan geldi, taa Berkeley’lerden geliyorsun diye bulması kolay bir yere ayırdık” diyor.


Gayet dostcanlısı. Sarılaşacağız neredeyse. Ben normalde sıralayacağım bavulumu kaybettiler, beni onca yoldan bir daha havaalanına getirttiler, git gel derken BART’a (San Francisco metro sistemi) 19 dolar ödedim, Zhander Hoca’nın karşısına mus çorapla çıktım gibi şikayetlerimi hatırlamıyorum bile o anda. Şikayet etsem ne kadar ağırlaşacağımı, oysa bu dostcanlısı tavrımla ne kadar hafif ve neşeli olduğumu farkediyorum sadece.


Ben dostça yaklaşınca kainat da sahiden dostcanlısı bir yere dönüşüyor!


Einstein (ki o da balık burcudur)  dostcanlısı kainatın insanlık için uzak, benim için yakın bir ucundan bana göz kırpıyor!


(Bu arada Kurban Bayramınız kutlu olsun! Yazının başında tam girecektim, son dakikada döndüm ya, (iyi ki dönmüşüm, bakın ne uzun yolumuz varmış önümüzde! Buralarda kadar benimle indiniz, hala okuyorsanız yani ) bu bayram mutluluk, dönüşüm, aidiyet, tatmin için ardınızda bırakacağınız (dönüşüme kurban edebileceğiniz) şeyleri düşünebilirsiniz. Koyuna, kuzuya insan çok üzülüyor tabii ama yediğimiz etin kurbanlık koyunlardan çok çok çok daha beter koşullarda hayatlarını geçiren hayvanlardan geldiğini de unutmayalım. Onlara da üzülelim yani. Belki daha çok üzülelim.)


Bakın tam kaskı, çantayı takmış bu kahvehaneden çıkıyordum, geri döndüm şuncağızı da yazmak için:   Gözünüzü seveyim bu yazının altına hayvancıklar hakkında yorumlar yazarak birbirinize girmeyin. Arkadaşız hepimiz bir kere. Üstelik 1500 kelimelik  çiçek gibi yazı yazdım yukarıya, ziyan olmasın yani.



Filed under: Anı, Sosyoloji, Turkish, Uncategorized, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 14, 2013 19:30