Defne Suman's Blog, page 25

June 14, 2015

On crying about election videos

Kalemtıraş:

Here is piece written by friends Deniz Erkmen on the recent elections in Turkey and president Erdogan’s position in society.


Originally posted on Suyun Kıyısında:


Erdogan, at the Ataturk airport, June 2013. From http://www.dailymail.co.uk/news/article-2338581/Turkey-PM-vows-beat-looters-says-defiant-speech-open-bus.html Erdogan, at the Ataturk airport, June 2013. From http://www.dailymail.co.uk/news/article-2338581/Turkey-PM-vows-beat-looters-says-defiant-speech-open-bus.html



I think it was Erdoğan’s infamous airport speech when he arrived back from a trip to Tunisia and Morocco on June 2013 during Gezi protests that I watched him intentionally for the last time. There standing in front of thousands of his flag waving supporters that were bussed to the airport, Erdoğan gave a speech at 3 am in his usual style, peppered with all his usual imagery, bending facts, misrepresenting events, provoking. The provocation at that moment was so dangerous, the feeling so tense and on the edge, it was hard to watch, hard to swallow, hard to digest. As he was going on and on about how “vandals” couldn’t prevent AKP’s (Justice and Development Party) rise, Erdoğan was cut off multiple times by the crowd shouting “Let us go and crush Taksim!” Sitting in front of the TV at…


Orijinali görüntüle 1.363 kelime daha


Filed under: Blogs in English, Diren İnsanlık Tagged: erdogan, gezi park, gezi protest, turkey, Turkish elections 2015
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 14, 2015 06:12

May 28, 2015

PUF

Photo: Aisha Harley

Photo: Aisha Harley


“Çocuğum vurma öyle, başım ağrıyor.”

Misafir hanım kaşlarını çatmıştı.

Odunları parçaladığım demir maşayı elimde sıktım. Cadı. Ninemi ziyarete geldiği günlerin gecesinde muhakkak kabus görürüm. Omuzlarına dökülen gri saçları, bumburuş yüzü, sararmış tırnakları ile canavarlaşır uykumda. “O yaşta insan saçlarını öyle salar mı, kaçığın teki işte,” derdi annem ağlayarak uyandığımda. İsmimi de hâlâ bilmiyor. Yüzümü önüne diz çöktüğüm şöminede oynaşan alevlere çeviriyorum. Vurdukça odunlar parçalanıyor, içlerinden şurup gibi sarı mavi kızıl ateş akıyor. Vurmuyorum aslında. Hafifçe dürtüyorum.

“A, Laleciğim duymadın mı Meral teyzeni? Hadi kalk bakayım oradan artık. Yüzün gözün al al oldu zaten bak. Hastalanırsın. ”

Ninemin çay karıştıran kemikli eklemlerinin arasında kristal bardak yanıp sönüyor. Yüzünde nezaket tebessümü, yalvarış ile öfke arasında kalmış bir zor ifade. Sabah erken üşenmedi kendi gitti iskeledeki fırından sıcak ponçik, ada halkası aldı. Sonra mutfağa kapanıp bir de ıspanaklı börek yaptı. Masaya keten beyaz örtüyü de sermiş. Vapurun düdüğünü duyunca Asiye Kadın sobayı, şömineyi tıka basa odunla doldurdu, ev bir anda yaz günü gibi ısındı. Bir dahaki sefere canımın sıkıntısını dağıtsın diye bütün lambaları yaktığımda bana ninem bana israftan söz edecek olursa ona verecek bir cevabım var artık!

Ninem annemi kaçıran o kedi miyavlaması sesi ile konuşuyor, gözüyle değil sesiyle ağlıyor.

“Sormayın Meral Hanımcığım… Başımıza gelenler yetmiyormuş gibi şimdi bir de bahçemize el koymaya kalkışıyorlar. Efendim neymiş, yol geçireceklermiş. Kışın kamyonlar kömür taşısın diye.”

“A, yok artık! Yapamazlar, Süheyla Hanımefendi. Yapamazlar. Bu işler öyle kolay mı?”

Meral Hanım’ın sesi pütürlü. Bir öksürse de rahatlasa. Ya da şekersiz çayından içse. Bekliyorum. “Sizden başka kim yaşıyor adada kışın ki kömür yaksınlar?” diye sormasını bekliyorum.

Sigara yakıyor.

“Çayınızı tazeleyeyim. Soğumuştur. Börek biraz kuru olmuş ama ponçikten buyurun. İnceciksiniz zaten. Lütfen, çok rica ederim.”

Basılmamış kar misali ponçik, böreğin yanında sofranın ortasında duruyor. Ucundan kemirilmiş tuzlu halka da yaldızlı misafir tabağının köşesinde… Meral Hanım dumanlarını salonun sararmış, kabarmış duvarlarına, raflardaki tozlu kitaplara doğru savuruyor.

“Bu arazi, bu köşk Paşa babanıza hediye değil midir? İstiklal Harbinde gösterdiği başarılar yüzünden verilmedi mi sizlere hep buralar? Nasıl da gelip alırlar hanımefendi?”

Yüzüm benden bağımsız pütürlü sese dönüyor. Annem kahvaltı sofrasında “Kim bilir hangi biçare sürgünün el koydukları malını size hibe etmişler, siz de basbayağı hazıra konmuşsunuz!” diye ninemi sinirlendirirken bu hediyeden mi bahsediyordu acaba?

Maşayı indiriyorum kor odunun üzerine. İkiye yarılıyor, içinden alevler fışkırıyor. Yüzüme düşürdüğüm saçlarımda kıvıl kıvıl renkler oynuyor. Saçlarım duman duman kokuyor.

“Çocuğum, gürültü yapma lütfen. İşitmedin mi? Migrenim tuttu vallahi.”

“Laleciğim, bak yağmur durdu. Hadi sen biraz dışarı çık, hava al. Hırkanı unutma ama. Dışarısı çok soğuk.”

Dutun dalları pencereyi tıklatıyor. Balkona süzülüyorum. Bahçeye çıkarsam karıncaların inini taşla tıkarım yine diye korkuyorum. Kapı arkamda incecik açık.

“Yaa, bütün ağaçlarımızı keseceklermiş. Kızım, sonra oğlum doğduğunda ellerimle diktiğim kayısıyı, eriği, Lalecik’in boyuna denk o incecik vişneyi bile. Şu ulu dut da kimvurduya gidecek tabii. Yandaki lojmanın sahibi o arsız herif, ‘dut da bizim olacak’ diye sırıtıyordu geçende.”

“Ayol kesilmiş ağacın neresi onların olacak? Ne biçim insanlar doldurdu etrafımızı… Pes yani!”

“Kusura bakmayın Meral Hanımcığım. Malum, çocuk biraz hassas bu aralar…”

Köşkün önünde dut, çıplak dallarını balkona eğerek beni selamlıyor. Gözümü kaçırıyorum ondan. Yazın meyvelerini hep yerlere döker, üzerlerine arılar üşüşür. Asiye Kadın sabah akşam ezilmiş dutları siler yerden. Şimdi hava nemli toprak ve çürük yaprak kokuyor. Deniz, gökler, bulutlar eflatun bir duman içinde birbirine geçmiş. Uzaklarda İstanbul incecik bir hayal gibi tütüyor. İçinde bir yerlerde annem…

“Kominist olmuş senin annen,” dedi dün manavın oğlu da çantamı sırtına indirdim, sonra da yokuştan aşağı bıraktım kendimi. Bizim yokuştan aşağı kimse benim kadar hızlı koşamaz. Denize kadar dimdik iner, korkar hepsi. Hâlâ arkamdan sırıtıyor. Nedendir bana olan hıncı? Okullar ilk açıldığında da arkamdan kulübün prensesi diye bağırırdı. Biz kulübe üye bile değiliz. Ne demek kominist? Karnım ağrıyor. Aralık kapıdan, martı çığlıkları ile Sirkeci vapurunun acıklı düdüğünün arasından büyüklerin gizli bir şey konuşurken yükselen fısıltıları geliyor.

“Nerede saklanıyor ben bile bilmiyorum. Şuncağızı da ne yapalım babasının yanına yollayacağız. Çare yok. Beşi bitirsin hele. Adada ilkokul okunur ama sonrası için uymaz. Kışları burada artık safi esnaf çocukları, arabacıların çocukları kalıyor. Eskisi gibi değil ki…”

“Haberi var mı? Bir kadın yok muydu? O ne der ki?”

İsmimi bilmeyen Meral Hanım konuşurken sesini de alçaltmıyor.

Balkonun çürük tahta korkuluğundan eğilip dutun kabuklu dallarına dokunuyorum. Çırılçıplak gövdesi acılı, ağrılı göklere uzanıyor. Öyle zavallı, öyle yalnız ki, sarılmalıyım ona. Yakında başında gelecekleri biliyor mu? Kimse ona soruyor mu, kesilip de lojmancıların sobasında yanmak ister mi diye?

Önce bir bacağımı atıyorum, sonra ötekini. Ninemin ağlayan sesi, Meral Hanım’ın çatık kaşları korkuluğun öte yanında kaldı. Bir kolumu uzatıyorum. Dut yakalıyor beni, sonra diğerini. Şimdi bacaklarımı kaldırıp beni yakalayan kalın dala sarılacağım. Belgesellerdeki maymunlar gibi bütün vücudumla saracağım ağacı. Ama bacaklarım havada bir ileri bir geri sallanıyor, sallanıyor, bir türlü dut ile birbirimize kavuşamıyoruz. Kollarım ağır, çok ağır, kopacaklar sanki. Hani kemiklerini ayıkladığımız tavukların eti gibi ayrılacak kollarım omuzlarımdan. Korku içinde boşluğa bırakıveriyorum kendimi. Rüzgarın uğultusu fısıltıları bastırıyor. Çıplak dallar yüzümü çizerken düşüyorum, boyası dökülmüş panjurların, kırık çıkık olukların, solgun yüzlü köşkümüzün yanından şaşılası bir yavaşlıkta geçip dedemin mavi, pembe, eflatun ortancalarının ortasına puf diye iniyorum.


Filed under: Türkçe Yazılar
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 28, 2015 07:03

May 26, 2015

Balıkçının Eleni*

Screen Shot 2014-06-10 at 11.03.57“Ne bağırır durur bu çocuk böyle tellal gibi, Eleni mu, sen anlamışsındır?”


Terzi Tasula’nın küçük kızı bir saattir elinde çın çın bir çıngırakla mahallenin sokaklarında dönüp duruyordu. Balıkçının Eleni elindeki daha gözünün feri sönmemiş kolyozun kıpkırmızı yüzgecini yararken ağzının içinde bir şeyler mırıldandı. Evin önü, oturduğu basamakların etrafı hep kedilerle dolmuştu. Kadının ellerinde can bulmuş bıçak balığın sırtında ileri geri oynarken sokağın taşlarına gümüş pullar yağıyordu.


Onun yerine komşusu Katina cevapladı.


“Ablası bir subay ile kaçmış, anası da kızı evlatlıktan reddetmiş, ufaklık da onu ilan ediyor mahalleliye.”


Akşamın serinliğini fırsat bilip de evlerinin önüne sandalye çıkarmış kadınlar nohut, bezelye ayıkladıkları kaplardan başlarını kaldırmadan dillerini şaklattılar. Az ötede evlerin arasına sıkışmış toz toprak alanda oğlanların kağıttan yaptıkları top peşindeki bağrışları kahveden atılan zar seslerine karışıyordu. Güneş batmış, bir tek tren yolunun ardındaki yeşillikleri aydınlatıyordu artık.


“Hiç işitmedim ben böyle şey. İnsan kızının ahlaksızlığını böyle duyurur mu kuzum?”


“Kime kaçmış?”


“Venizelos’un askerlerinden biriymiş. Oğlan Atina’da anasının yanına götürmüş, öyle söylüyorlar.”


“Yükünü de almış, anlarsın ya. Kafe Foti’de buluşurlarmış. Otelin altındaki hani…”


“Bizim kızlar iyice yoldan çıktılar bu askerler yüzünden. Hayırlısı ile şu harp bitse de herkes işine gücüne dönse…”


Eleni bıçağı ayağının dibinde duran kan lekeli beze silip ayağa kalktı. Balık dolu leğeni kalçası ile kolu arasına kıstırıp eve çıkan merdivenleri tırmandı. Kadından ümidi kesen kediler küskün bakışlarla alana doğru seğirttiler. Kafe Foti denir denmez yüreği öyle bir gümbürdemeye başlamıştı ki bir dakika daha orada durursa bütün sokak işitecekti.


“Ne diye eve girersin kız Eleni bu saatte? Ne güzel oturuyoruz.”


Bir şey söylemeden kapıyı arkasından kapattı, taş binanın kuytu serinliği bir anda yüzünü yaladı. Atılan zarların, oğlanların, kadınların, çıngırağın sesi uzak bir uğultuya dönüşmüştü. Buca treni son defa düdüğünü öttürdü. Leğeni küpün yanına yere bıraktı. Kapının üstündeki camdan koridora mavi, kırmızı ışıklar düşüyordu. Sırtını kapıya dayayıp, tuttuğu nefesini boşalttı. Bıçağın çeliği ayağının altında oynaşan renkler arasında arsızca parlayıp söndü.


Demek hepsi Kafe Foti’de buluşuyordu. Oysa o sanmıştı ki bir tek kendisine fısıldanır o sözler.


“Çok rica ederim, kırmayın beni. Yarın yine bu saatte Kafe Foti’de. Yerini biliyorsunuz değil mi?”


Hayal miydi yoksa?


Hem canım olacak iş mi? Boyu kadar oğlu var Eleni’nin. Neredeyse askere alacaklar. Allah muhafaza! Dayandığı kapının tahtasına üç defa vurdu. Biraz büyükleri gitmiş Yunan ordusuna gönüllü yazılmışlar. Onları da Tuz Çölüne sürüyorlar şimdi. Ankara’yla harp etmeye. Ne diye gelip rahatımızı bozdular ki? Bir eksiğimiz mi vardı bizim burada? Bu maceraperestler yüzünden yerimizden yurdumuzdan olmayalım da. Üç defa istavroz çıkarıp sağ elini kalbine bastırdı.


Kim bilmez Kafe Foti’nin yerini? Pasaportu geçince, Gümrüğe varmadan solda. Yarın sabah, Yorgo balıktan dönmeden çörek almaya çıkar. Ne var ki? Niko limanın oradaki fırının katmerlerini pek sever. Okuldan dönünce yer, sevinir hem. Dudaklarına kan yürüdü. Yanakları ısındı. Kim bilecek ki? Bu askerler bugün var, yarın yoklar. Hamallar, develer, kirli yüzlü kayıkçılar, çığırtkan seyyar satıcıların arasında limandaki otellere kimin girdiğinin çıktığının hesabını tutan mı var? Yeşil ipek fistanını giyer. Smirni’ye gelin gidiyor diye anacığı dikmişti de balıkçının karısı olarak sürdürdüğü ömründe bir defa sırtına geçirememişti. İsmini bile söylemez. Tabi ya! Körfezin mavisi içinde oynaşan o gözler, o kız gibi ince uzun parmaklı ellerin teması yüreğinde bir sır olur. Eleni’nin biricik sırrı… Kapı önünde balık ayıkladığı günlerde aklını tekrar tekrar gezdireceği, tenini ürperten anısı olur. Bir kendi bilir.


Koşar adım koridoru geçti, çamaşırları kuruttuğu arka avluya vardı. Sakızla, lavantayla ovduğu ak çarşafları imbatın ellerinde çırpınıyordu. Nefesinde Bornova’nın yaseminleri… Ah, aklındaki bu deli fikirleri de alsın götürsün rüzgar! Bu kadar kolay mı? Olabilir mi? Akşamında nasıl bakar Yorgo’nun kuşkudan, korkudan arınmış duru gözlerine? Sabahın sütlü mavisinde kayıkta, yanında nasıl sessiz durur? Sofrada hep beraber çorbaya bandıkları francala boğazından geçer mi? O sır lambanın gazı gibi sızmaz mı belleğinden yuvasına? İçi çekildi. Zaten ufak tefekti ya, iyice küçüldü, avlunun girişinde büzüldü.


Birden karşıda, beyaz duvarı sarmış begonviller arasına karışmış yabani gülü gördü. Yavru kedi ağzı gibi açılmış, miskin, tatlı bir şeydi. Nasıl da dikkatini çekmemişti şimdiye dek? Duvar boyunca yürüdüğüne göre epeydir oradaydı. Peki ya o? Körfezin mavisi gözlerinde oynaşan o asker? Kordonun onca şık Frenk kadını, feraceleri delen gözleri sürmeli Türk hanımları, fıkır fıkır Rum kızları arasında elleri balıklı, başı bağlı Eleni’yi nasıl fark etmişti? Gemilere yüklenen incir çuvallarının ardından hasret dolu bir tebessüm ile gözlerini dikmiş, bakmış durmuştu. Sonra, ensesinde duyduğu tütün kokulu bir fısıltı…


Tulumbadan su çekip taneleşen sabun ile ellerini, boynunu ovalayarak yıkadı. Su çektikçe soğuyor, bütün gün yanmış etinden kemiğine serinlik yayılıyordu. Çocukken, kumsala pikniğe gittiklerinde annesinin diğer kadınlarla sohbete daldığı bir anda fistanı ile denize batar çıkardı da yüreği taze yeşil bir neşe ile dolardı. Kızlar bir defa ıslandılar mı, başta titizlenen anneler boş verirlerdi artık. Balıkçının karısı olmazdan öncesiydi. Kimdi o zamanlar? Nasıl bilirdi kendini? Pabuçlarını, çoraplarını çıkarıp iç etekliğini kasıklarına kadar sıyırdı. Maşrapa dolusu suyu beyaz sağlam bacaklarından aşağı döktü. Su dizlerine çarpınca karnında bir yastık dolusu kuş tüyü havalandı. Birden sırtı dikleşti, yüzü güldü. Çıplak bacaklarından sular damlayarak sakız kokulu çarşafların arasından avluyu geçti, burnunu begonviller arasından sıyrılmış yabani güle dayayıp kokusunu hasretle içine çekti, dudaklarını pembe kadife yaprağına yaklaştırıp çiçeği öpüverdi.


*Bu öyküyü Murat Gülsoy’un Yaratıcı Yazarlık Kursu’nda yazdım. 


Filed under: Öykü-Edebiyat-Yazarlık, Türkçe Yazılar Tagged: öykü, balıkçı, izmir, Yaratıcı Yazarlık
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 26, 2015 08:43

May 6, 2015

Hayatı Beklerken*

IMG_4274Sevgili Okur,


Nasılsın?


Ben, biliyorsundur belki, bir zamandır İstanbul’dayım. İstanbul’da olduğum için de hayatı nefes nefese yaşıyorum. Günümü asgari miktarda faaliyetle de doldursam yine de hep bir yetiştim, yetişemiyorum, yetişmeliyim hissi yakamı bırakmıyor. Stres dedikleri bu işte, değil mi? Bir boşluk bulamamak… Dolu, dolu dolu. Her yer, herkes, her an dolu.


İstanbul’da hayat böyle dolu dolu bir şey – inanır mısın, uzaklardayken özlenen bir doluluk bu ama bu konuyu uzaklardan yazacağım bir mektubumda işlerim.


Stres, malum, akıllara zarar bir illet. Ben de aynı senin gibi ondan kurtulmanın, onsuz yaşamanın yollarını düşünüyorum. Zamanla ilgili bir durum. Zaman varsa stres yok, zaman yoksa stres var. Ama o kadar basit değil. Çünkü stresin bağımlılık yaratan bir tarafı da var. İnsan ona bir alışınca, zamanın bol olduğu günlerde bile yetişmeliyim, yetişmeliyim, yetişmeliyim temposu ile yaşıyor.


Tatillerde olur ya bazen, bir rahatlayamazsın. Koca bir gün deniz derya gibi önünde uzanır, onu bile bölüp parçalayıp programlamak istersin. Tatil bile dolu dolu geçsin istersin. Öyle bir bağımlılık sözünü ettiğim.

İşte ben de tünelde, metroda, vapurda hemşerilerimin oluşturduğu nehirler içinde bir damla misali koşturup dururken bu doluluk, boşluk üzerine kafa yoruyorum. Hiç vaktim yok diyoruz, birbirimize. Ben diyorum yani, soranlara. “İnan ki hiç vaktim yok” diyorum yolda rastladıklarıma; “Ve olmayacak da” diye içimden geçiyorum. İstanbul’a geleli üç ay oldu neredeyse, görüştüğüm arkadaş sayısı üçü bulmadı.


Çok doluyum.


Çok çok çok doluyum.


İyi peki tamam da, hayat nerede yaşanacak?


Ha, işte bence stresin en fena tarafı bu. Doluluğu, kaygısı, koşturmacası değil…


Onunla dolu dakikalarımızı hayattan saymayışımız.


O bitsin de hayat başlasın, diye düşünmemiz… Dört gözle beklediğimiz -ve programlarla dolduracağımız- tatillerde, hafta sonlarında, emekliliğimizde yaşayacağımız “gerçek” hayatı şu andan başka, şu andan uzak bir şey sanmamız.

Belki tam da bu yüzden bir türlü yavaşlayamayışımız.


Koşturmacanın içindeyken hayatın tadını alamıyoruz çünkü tatmak için bir durmuyoruz. Aklımıza bile gelmiyor. Ben en azından sessiz bir çalışma odasında roman okumak yerine (benim için “hayat”) berbat trafiğin, gürültünün, egzozun içinde tatminsizlik içinde hızlı hızlı yürüdüğüm o anın, hayatın ta kendisi olduğuna aklımı bir türlü ikna edemiyorum. Şimdi koşmazsam hep uzaklarda, stresin bittiği, günlerin boşaldığı bir zamanda yaşanacak olan hayatı kaçıracakmış gibi bir telaşla bir işten diğerine atılıyorum.


Hayat, hayatı beklerken geçiveriyor galiba!


Oysa hayat uzaklardaki bir hayal değil, şimdi şu anda her nerede isen tam da orada akan su gibi bir şey. Kendi yolunu bulan, açan, akan, çağlayan bir şey… Koştursak da damarımızda, dursak da orada.


Geçerken onu görmek de bizim elimizde, görmeden içinden geçivermek de…


Ne dersin?


Sen de yaz bana okur.


Ve sağlıcakla kal!


Defne


* Bu yazı ilk olarak Kuraldışı Dergi‘nin Nisan sayısında yayımlanmıştır.


Filed under: Turkish
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 06, 2015 02:56

April 14, 2015

Hayat Hikayesi

Öncesi


IMG_0172Murat Gülsoy’un Yaratıcı Yazarlık kursunda öğrendiklerimden aldığım ilhamla yazmaya devam…


Hikayede karakter yaratma konusuna kursun sekizinci haftasında geldik ama o noktaya kadar olay örgüsü, mekan tasvirleri ve tabi ki bakış açısı konularını işlediğimiz derslerde karakter hep bizimle birlikteydi. Birlikteydi çünkü bir mekan insansız bile olsa biz o mekanı karakterin gözünden görürüz. Zaten sadece boş mekan anlatan hikaye de olmaz, en nihayetinde insanlar (ya da varlıklar) belirirler. Belirmezlerse anlattığımız şey hikaye değil deneme ya da akademik bir yazıya dönüşür. Uzun lafın kısası karaktersiz hikaye olmaz.


Olmazsa olmazı olduğu için kurguda karakterin yaratımı iki yüzyıldır edebiyatçıların üzerinde yazıp çizmeyi pek sevdikleri bir konudur. Murat Hocamız da hakkını vererek bir bütün dersi “hikayede karakter nasıl yaratılır”a ayırdı. Kursun en ilginç derslerin biriydi bence. Saklambaç’ı ve adı henüz gizli ikinci romanımı yazarken bilmeden kullandığım bir takım yöntemlerden bahsedilmesi ayrıca hoşuma gitti.


Şimdi anlıyorum ki basılmış ilk ve (şimdilik) tek romanım olan Saklambaç’ı el yordamıyla yazmışım ben. Başka yazarlar romanlarını nasıl yazarlar, bakış açısı nedir, söylem nedir, bunların hiç birini bilmiyordum. Bir ilk roman için aslında bir nimetti bu. Edebiyat dışında çok nadir kitap okuduğum için benim için roman yazmak bir ömür hiç durmadan müzik dinlemiş bir kulağın ilk defa enstrüman çalması gibi bir tecrübeydi. Elim bir alıştıktan sonra hikaye, esrarını bugün bile çözemediğim bir içgüdüyle aktı, gitti. Karakterlerin nereden çıktıkları ve onların peşinden sürüklendiğim hikayenin beynimin neresinden çıktığını da hiç bilemedim.


Murat Hoca kurguladığımız karakterlerin hayatlarından kısacık bir kesiti konu alan bir hikaye bile yazsak onların geçmişini bilmemizin öneminden bahsetti. Bu benim gibi aile tarihçesine meraklı, ilk otobiyografisini yazmak için on beş yaşına kadar bile sabredemeyen bir yazarı pek mutlu etti tabii. Saklambaç basıldığında 88.000 kelimeden oluşuyordu, ben ilk taslağı yazıp bitirdiğimde ekleriyle beraber 150.000. Neden? Çünkü Mihrünisa Nine’den aksi Nedim Dedeye , Yazar Enişteden Despina’ya kadar herkesin hayat hikayesini de yazmıştım. Romana belki bir cümlesi eklenecek belki de hiç eklenmeyecek bölümlerdi bunlar. Büyük bir kısmını hiç kullanmadım ama yazarken roman insanlarımın hangi yılın hangi günü nerede doğduklarından okudukları okullara, en sevdikleri yemeklerden, anneleri ölünce ne yaptıklarına kadar epece bir ayrıntı biliyordum.


Doktor Nedim Dede gibi gölge bir tip bile olsa ben o insanı tanımak zorundaydım. Hatta ben onu kendi torunu olan anlatıcımız Eda’dan bile daha iyi tanımak zorundaydım. Torun için o, karanlık arka odada kupon kesen tuhaf bir ihtiyardı. Benim içinse babasını kırmamak için sevmediği Saliha ile evlenen ve biricik küçük kızının ihanetini yara gibi içinde taşıyan gizli bir romantik. Eda’nın bilmediklerini bilmeliydim ki, konuşmadan geçirdiği aylar sonrasında karısıyla küçük kızının didiştiği bir Cumartesi sofrasında birden başını kaldırıp “Saliha, söyle ona konuşurken o bıçağı sallamayı kessin,” diye son sözü koyabilmesinin ağırlığını sofradaki Eda’dan çok biz hissedelim. (Bu Eda’dan çok bilme işinden, “Bakış Açısı” dersinde aklıma gelenleri yazacağım bir yazıda daha fazla bahsedeceğim.)


Hayat hikayelerinin yanı sıra ben bir de karakterlerimin aile ağaçlarını çıkartmıştım, hatta bir ara Çağlayan’la kitabın başına koyalım diye de düşündük. (“Eda’nın Tarih Dersi Dönem Ödevi” başlığı altında- Eda hakikatten de hikaye içinde ailenin soy ağacını çıkarır.) Aile ağacı da hayat hikayesi gibi her bir karaktere üçüncü boyutunu verdi. Doğum yılları, gençliklerini tarihin hangi döneminde geçirmiş oldukları, Cumhuriyet kurulurken, mübadele sırasında, ’80 darbesi yaşanırken kaç yaşında olduklarını bilmek o insanların iç dünyaları ve dünya görüşleri hakkında bana zengin bir kaynak sağladı.


Malum, hikayesini bildiğimiz insan canlanır, bizim onun hakkındaki iki boyutlu fikirlerimizden bağımsızlaşıp gerçek bir varlığa dönüşür. Hayatta da böyle, edebiyatta da. Tanıdığımız insanı yargılayıp, silmek zordur, anlayıp, kabullenmek (sevmek şart değil) ise daha kolay. Anlamadığımız bir insanı yazmak bilmediğimiz bir dersi öğretmeye kalkışmak gibi bir şey. İç dünyasını kestiremediğimiz karakter ezberden yazdığımız (böyle olsa gerek!) iki boyutlu tipler olarak kalıyorlar.


Murat Hoca’nın karakter kurgulama konusundaki bir diğer önerisi de “Karakterinizle vakit geçirin” oldu. Bu da çok hoşuma gitti. Sırf canım 1980lerin başında Türkbükünde bir kış geçirmek istiyor diye Nimet’in Yazar Enişte’nin yanında geçirdiği günlerini saat saat yazmıştım bir defasında. Deniz kıyısında yürüyor, elinde pilli radyo, kolunun altında Suç ve Ceza. Genç, çok genç. Öğleden önce kapıya gelen balıkçıyla pazarlık ediyor, sonra hâlâ uyuyan sevgilisinin koynuna girip güneşin ısıttığı yatakta onunla sevişiyor, kalkıp balıkları pişiriyor, akşam sevgilisi rakı sofrasında sarhoş olunca sıkılıyor, kaygılanıyor ama gülerek bastırıyor korkusunu… Eda’nın gözünden “zavallı teyze”, Leyla’nın gözünde ise “hain anne” olarak gördüğümüz Nimet’i ancak onunla baş başa geçirdiğim bir günün sonunda tanıyabileceğimi sezmiştim galiba.


Ama benim bu konuda yazmak istediklerim şimdi bu yazının kuyruğuna eklenmesin. Çünkü bu konuda sizinle paylaşmak istediğim çok şey var. Bir sonraki yazıya bırakalım bu konuyu isterseniz….


Foto: Görkem Daşkan

Foto: Görkem Daşkan


Filed under: Turkish Tagged: edebiyat, karakter, kurgu, Murat Gülsoy, roman, saklambaç, yaratıcılık
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 14, 2015 12:01

April 13, 2015

Yetimlerimden Karakterlerime

Lesvos Island, Greece

Foto: Ayse Kaya


Öncesi


Yaratıcı Yazarlık Kursu‘nun ilk derslerinin birinde hocamız Murat Gülsoy, Freud’un “Yaratıcı Yazarlar ve Gündüz Düşleri”* adlı makalesine dayanarak bize kurmaca (edebiyat) yazarlığının aynı çocukken oynadığımız oyunlara benzediğini söyleyince aklıma hemen anılar üşüştü. Hocamız çocukken etrafımızdaki eşyayı kullanarak kurduğumuz dünyaları hatırlattı bize. Sahiden de onun gerçek olmadığını bile bile o dünyayı ciddiye alabiliyor,  içinde zorlanmadan yaşayabiliyorduk.


Yetişkinlerin ve tek kanallı televizyondaki tek renkli haberlerin uğultusunda bile çatal anne, bıçak baba, kaşık çocuk olabiliyor, sofrada büyüklerinkinden uzak ve daha renkli bir dünya kuruluveriyordu. Gazlı boya kalemlerimin bile  her birinin ayrı bir karakteri vardı. Sarı çok mızmızdı mesela, mavi serinkanlıydı, kırmızı şımarık… Hiç oyuncağım olmasa bile on farklı renkteki gazlı kalemi taşıyan o kutu beni saatlerce oyalayabilirdi.


Freud oyun vasıtası ile hayali bir dünya kuran çocuğun bunu arzularını tatmin etmek, hayallerini yaşamak için yaptığını öne sürüyor.** Çocuğun hayali tabi ki büyümek ve bir yetişkin olarak yaşamak. Kendini içinde yetişkin olarak kurguladığı oyunları sayesinde çocuk bu hayalini tatmin edebiliyor. Sahiden de ben küçükken içinde çocuk olarak kaldığım bir dünya kurduğumu hiç hatırlamıyorum. Oyunlarımda hep büyüktüm ben. Yetişkindim. Anne değildim ama öğretmendim, hatta müdire hanımdım. Hem de nerenin? Bir yetimhanenin müdürü! Evet, benim bebeklerim yetim kalmışlardı Öksüzlerdi. Hepsi o yüzden biraz hüzünlüydüler. Ana babaları terk etmişti, onlara bakmak benim görevimdi. Bana hediye gelen her yeni bebeği ilk iş  özenle tuttuğum Ece Ajandama kaydeder, onu yaşına göre bir sınıfa yerleştirir ve diğer bebeklere (yetimlere) tanıtırdım.


Yeni bebeği gruba kattıktan sonra ben artık onların oyunlarına karışmaz, uzaktan seyrederdim. Bizim yetimhane bir tiyatro atölyesiydi. Her hafta, ya da her ay yeni bir oyun sahneye konurdu. Yetimlerim çok yetenekliydiler. Kendi karakterlerinden sıyrılıp o haftanın ya da ayın senaryosunda kendilerine düşen rollerini de başarıyla gerçekleştirebiliyorlardı. Oyun bitince kendi karakterlerine geri dönüp bir sonraki senaryoya kadar dinlenip, gerçek hayatlarını yaşıyorlardı.


Pek çok tek çocuk gibi ben de oyunun başka çocuklarla değil de kendi başına oynanan bir şey olduğunu zannederek büyüdüm. Diğer çocuklar kelimenin tam anlamıyla “oyun bozan”dı. Annem “hadi beraber oynayın” diyerek salonda çay içen bir ahbabının küçük kızını benim odama iteleyecek olsa başımdan aşağı kaynar sular dökülürdü. Bir başkasının varlığı benim ince ince kurduğum ve sonuna kadar sahiplendiğim o dünyadan bir süreliğine, belki tam da yetimlerim çok önemli bir sahneyi oynamak üzereyken, yani ben zevkin zirve anındayken çıkmam demekti. Yetimlerim (ya da çatal bıçak takımım ya da gazlı boyalarım) benden başkasına konuşmazdı. O misafir küçük kız odaya girer girmez onlar susardı. Onlar susunca ben de susardım. Karşılıklı sustuğumuz bir saatten sonra misafir çocuk giderdi de oyun tekrar başlardı.


Kurduğum dünya ben ancak onun içinde tek başıma var olduğumda gerçekti. Başkasının şahitliğinde kapıları kapanıyor, beni de o başkasıyla beraber dışarıda bırakıyordu. Benim yetimler o başkasının huzurunda boncuk gözlü, plastik yanaklı oyuncak bebeklere dönüşüyorlardı.


Benim çocukluğum uzun sürdü. On iki yaşıma kadar bebeklerimle oynamaya devam ettim. Ne kadar şanslıymışım ki ailemden kimse de bana “artık koca kız oldun, hâlâ mı oyuncaklarla oynuyorsun?” demedi ve hatta annemin telefonda halama, “Defne mi? Odasında oynuyor. Evet hâlâ oynuyor. Tabii oynasın, nasıl olsa bir gün gelecek, artık oynayamayacak,” dediğini ve yüreğimin şükranla dolduğunu da hatırlıyorum.


Yaratıcı Yazarlık dersinin devamında Murat Hoca, yine Freud’dan alıntı yaparak insan doğasının asla hiçbir şeyden vazgeçmediğini, sadece bir şeyin yerine başka bir şeyi koyduğunu anlattı.  Hayallerimizden vazgeçmiyorduk. Onları gerçekleştirme arzumuz da içimizde aynı çocukluğumuzdaki gibi yanıp duruyordu. Oyun bitse de hayal kurma yeteneğimizden bir şey eksilmiyordu.


Annemin telefonda halama bahsettiği o gün de bir gün geldi… Gayet iyi hatırladığım bir Cumartesi sabahı gözlerimi açıp yatağın tam karşısında duran “Yetimhane”me baktım ve oradan hiç ses gelmediğini fark ettim. Hemen yataktan atlayıp karşılarına geçtim. Bekliyordum aslında. “Güneşi Uyandıralım***”daki Zeze’nin hayali kurbağası Adam da bir gün onun kalbini terk etmek zorunda kalmamış mıydı? Hüngür hüngür ağlayarak bitirdiğim o kitabın ardından gelen her gün ben de benim yetimlerin kalbimi terk etmek zorunda kalacakları günü korkuyla bekliyordum. Ve işte , her sabah şen şakrak konuşan, geceyi nasıl geçirdiklerini anlatan onlarca bebek plastikleşmiş, cam gibi gözlerle bana bakıyorlardı.


Susmuşlardı.


Terk edilmiştim.


Odamdaki sessizliğin dayanılır tarafı yoktu.


Masaya geçip saman kağıtlara yumulmam o Cumartesiye mi rastlar, bilmiyorum ama o günden sonra ben kıtlıktan çıkmış gibi yazmaya koyuldum. Bebeklerimin sessizliğinde açılan boşluğu, belki de terk edilmişliğimin acısını onların bile bana veremediği bir dünya yaratarak doldurmaya karar vermiştim. Hiç bir bebek hayalimdeki yüze sahip olamıyordu zaten. O kadar da iyi oyuncular değillerdi belki. Rollerine uysunlar diye saçlarını kesmem, yüzlerini boyamam, kaş, kirpik çizip yeni kıyafetler dikmem gerekiyordu. Oysa saman kağıtların üzerinde ilerleyen tükenmez kalemim bana istediğim kişiyi, istediğim renk saçı, gözü, yaşıyla yaratabileceğimi müjdeliyordu.


Freud’un dediği gibi çocuk oyunu bitmişti ama hayaller devam ediyordu.


Sonraki iki yılı iştahla, saman kağıtları yercesine doldurarak, elimde yüzümde hep tükenmez kalem lekeleriyle geçirdim. Ergenliğe adım atan vücudum gibi ruhum da çağlıyor, yazıyor, yazıyor, yazıyordum. Ne yazdığıma hiç aldırmadan ve kimselere okutmayı düşünmeden. Sadece kendi tatminim için. Yazı benden çıkmıştı. Çok eğlenceliydi. Eskiden bebeklerimi taşıdığım sıkıcı misafirliklere gittiğimizde annem ev sahibesine, “Defne’ye bir tomar kağıt ve bir kalem ver yeter” diyordu artık. Çok sevdiğim bir kitabın bitişine üzüldüysem mesela, hemen devamını kendim yazıyordum. Aynı kitaptaki esas karakteri değil de kardeşini merak ediyorsam, oturup onun hikayesini kaleme alıyordum. Okulda hayranlık ve haset arası bir şeyler duyduğum bir abla varsa, onun baş rolü olduğu bir roman çıkarıyordum ki kendimi ona yakın hissedeyim ve hatta bir süreliğine o olabileyim.


Oğlanları ve kalp ağrısını keşfetmeden hemen önceki o iki yıl, on iki ile on dört yaşım, hayatımın en yaratıcı yıllarıydı. Sonra da yazmayı sürdürdüm ama artık duygularımı anlamak için yazılmış, başka yazarlardan etkilendiğim için inceltilme çabasıyla masumiyeti azalmış yazılardı onlar. O çocukluk ile ergenlik arasındaki dönemdeyse (Lolita yıllarında) oyunlardan açılan boşluktan bir deli nehir çağlamıştı. Ne okur vardı aklımda, ne de şiirsellik… Tek bir hedefe kilitlenmişim. Hayalimdeki dünyayı bir an önce kurup, denize dalar gibi ona dalmak ve orada kendimden çıkıp, zaten oyunlardan bildiğim, bir başkası olarak yaşama tecrübesini sürdürebilmek.


O denize korkusuzca yeniden dalabilmem için meğer kırklı yaşlarımı beklemem gerekiyormuş. Bir başkası olarak yaşamaya duyduğum merak ve iştah ise hiç geçmemiş ama su yüzüne çıkabilmek için başka bir geçiş dönemine varmamı bekliyormuş. Gençlikten orta yaşa… Şimdi yetimlerimin yerini roman insanlarım yani romanlarımın karakterleri aldı. Şimdi hayallerimi onlar vasıtasıyla gerçekleştiriyorum. Bu işi nasıl yaptığımı da en iyisi yarınki yazıda anlatayım…


* Sigmund Freud, “Creative Writers and Day Dreaming”, Standard Edition 9, London : Hogard, 1908.


**Bu konuyla ilgileniyorsanız Murat Gülsoy’un Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık (Can Yayınları) kitabını okuyabilirsiniz.


*** “Güneşi Uyandıralım” Brezilyalı yazar Vasconcelos’un ünlü “Şeker Portakalı”‘nın devamı olarak yazdığı kitabıdır.


Filed under: Turkish Tagged: çocuk oyunları, çocukluk, Freud, Murat Gülsoy, oyun, Yaratıcı Yazarlık, yaratıcılık, yazı
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 13, 2015 08:44

Yaratıcı Yazarlık Kursu

Şefkat ve Cesaretİki buçuk aydır Murat Gülsoy’un Yaratıcı Yazarlık kursuna devam ediyorum. Yıllardır gitmek istediğim ama İstanbul’da kaldığım o pek sınırlı zamanı bir türlü uyduramadığım kursa nihayet bu sene katılabildim. Üstelik tuhaftır bir gece tam uykuya dalacağım sırada (benim başımı yastığa koymam ile uykuya dalmam arasında geçen süre beş ila on saniye arasında dalgalanır, bazen okuduğum kitap yüzüme düşer, sabah burnumu kitabın sayfaları arasında bulurum) birden zınk diye yerimden fırladım ve bilgisayarımı açtım.


Evet, evet işte oradaydı! Murat Gülsoy’un Yaratıcı Yazarlık kursu yine başlıyordu, hem de hemen o Cumartesi başlıyordu ve benim İstanbul’da bulunduğum sonraki on hafta boyunca devam ediyordu! Uyku gözlerimden siliniverdi. Hemen kayıt için e-posta yazmaya koyuldum. Dolmuştu tabii ama bu kadar tesadüf bir araya gelmişken birisi de iptal ederdi muhakkak ki, tam da öyle oldu. Ben yedekten girdim.


Sonra, kursun ilk dersinde Murat Hoca yaratıcılık ve beynin rüya görme işlevi üzerinde konuşurken uyku ile uyanıklık arasında yaşadığımız (ve benim o anda o odada bulunmamın biricik sebebi olan ) o alandan bahsetmez mi? Bilinçaltının yüzeye çıktığı, en olmadık icatların, hikayelerin bulunduğu o alandaki tecrübemize hipnagogia (ύπνος- uyku ve αγογώς-rehberlik)  adı veriliyormuş.  Uykunun rehberliğinde beyin dalgalarının günlük beta ritminden çıkıp, uyku ritmine girmeden önce dalgalandıkları alfa ile teta arası bir frekans, ya da ilham perisinin evi. (Ayrıca rüya gibi renkli, ayrıntılı, kimi zaman deli bir dünyayı yaratan insan beyni elbette ki hikayeler de kurgulayabilirmiş.)


Benim yoga sırasında da bazen düştüğüm o dalga frekansından bilince icatlar, hikayeler aktığı gibi, sezgiler ve bilişler de hipnagogia anında canlanıveriyor. Ben Saklambaç’ın sonunu yoga hocamızın hepimizin pestilini çıkardığı bir dersin sonunda sırt üstü uzandığım bir anda görüvermiştim mesela. Bu kursun başlayacağını  tam uykuya dalacakken birden “bilmem” sezgisel bir uyanış. Pek çok yoga uzmanı hayata, insana ve aleme dair merak ettiğimiz bütün sırların, meselelerin çözümlerinin ve hakikatin içimizde kayıtlı olduğunu söylerlerken bu alandan bahsediyorlar. Bir Zen ustası “Hakikati aramanıza lüzum yok, kendi fikirlerinizi aradan çekin, o zaten ortaya çıkacaktır” demiş.


Uzun lafın kısası kıymetli şeyleri barındıran bir alan orası… Lambadan çıkan cinin Aladdin’i  götürdüğü içi hazinelerle dolu mağara gibi bir yer. Her gece gidip gitmeyeceğimiz belli değil, ama girebildiğimiz zaman elimizde kıymetli bir ganimet ile çıkacağımız garanti.


Bu kurs da benim hazinede bulduğum altın bilezik oldu.


Aklımda öyle çok konu var ki yazacak, parmaklarım düşüncelerimle başa çıkamıyor. Her bir düşünce parmaklara bu yazıyı kendilerini irdeleyecek bir viraja sokması için baskı yapıyorlar. Parmaklar şaşkın. Neyse ki bundan önceki bir saat Galata Kulesinin dibindeki güneşli mi güneş bir masada aklıma üşüşen düşüncelerin hepsini bir bir not ettim ki önümüzdeki günlerde her birine hakkını vere vere, yazabileyim.


“Bir Yaratıcı Yazarlık kursunun işe yarayıp yaramadığını nereden anlarsınız”, diye sormuştu yıllar önce atölyesine katıldığım bir başka yazar/hoca. “Bitirdiğinizde yazı için iştah, yazı için ilham duyuyorsanız o kurs size hediyesini vermiştir”, diye de kendi cevaplamıştı.


Sadık okurlar biliyorlar, ben uzun zamandır bu bloğa yazmak için fazla bir iştah duymuyorum. Bunun bir sebebi büyük bir roman üzerinde çalışıyor olmam doğru ama öte yandan  babamın ölümünden beri parmaklarımın (şimdi koşturan parmaklarımın) kendime dair bir şeyler yazmak konusunda geri geri gittiklerinin de farkındayım. Hani bir defasında yazmıştım, “…matem çağıl çağıl bir acıdan çok umarsızlık bir uyuşuklukmuş” diye, işte o umarsız uyuşukluk sürüyor da sürüyor.


Bu kurs beni matem kabuğumdan çıkarmış olabilir mi? Kurgusal dünyanın dışındaki şeyleri yazmaya karşı yeniden iştah duyacak mıyım? Bilmem, belki. Göreceğiz.


Murat Gülsoy’un anlattıklarından ilhamla aklıma gelenleri önümüzdeki günlerde size aktarmak gibi samimi bir niyetim var…. (“Bu sene derslerine gelmeye niyetliyim” diyen öğrenciyi “niyet etme, karar ver,” diye uyaran kendi sesim kulaklarımda!)


Birazdan önceliği kapan fikrimin peşinden gidecek parmaklarım….


Ama onlar o fikrin hizmetine koşmadan evvel ben size Murat Gülsoy ile Yaratıcı Yazarlık kursunun 25 Nisan’da yeniden başlayacağını haber vereyim. Belki de siz de şimdi şansa, bir hipnagogia etkisiyle bu yazıyı okuyorsunuz. Ya da ne zamandır yeni bir yazı yazmamı bekliyordunuz ve posta kutunuza bu mektup düştü. Her halükarda, yazıdan, edebiyattan haz ediyor ya da yaratıcılığın esrarlı dünyasına açılan kapıyı size birisi aralasın istiyorsanız bu kursu kaçırmayın! Niyet etmeyin, karar verin. Hediyenizi alacaksınız.


Ayrıntılar burada.


Siz ona bakadurun, ben sonraki yazıyı yazıyorum. 


Defne.


Filed under: Turkish Tagged: Alfa dalgaları, Avare zamanlar, edebiyat, hipnagogia, Murat Gülsoy, Yaratıcı Yazarlık, yazı, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on April 13, 2015 05:18

March 18, 2015

Boşluk Serisi I: Boşluk ile Dolmak

Yeni ayımız kutlu olsun! Bu sefer ne şans ki bizim ay (temmuz) başı ile esas ay (luna olan) aynı anda başlıyorlar. Biz burada, Portland Oregon’da saat dilimleri açısından dünyanın en sonunda yer aldığımız için günün olaylarına son dakikada yetişiyoruz. Mesela babalar gününde kahvaltımı edeyim de babamı arayayım dediğim zaman İstanbul’a çoktan akşam inmiş, babam bütün günü benden telefon bekleyerek geçirmiş oluyor.


Kısmi ay tutulması için yarih 1 Temmuz verilmiş ama biz burada Haziran’ı devirmemişken henüz ay tutuldu, oldu bitti. Dolayısı ile Temmuz’a uyandığımız bu sabah Yeni Ay ikazını dikkate almayarak kendi yogamı yaptım. Zaten ay tatilimi dün vermiştim. Güneşli ve serin sabaha çıktım, Pallino kafenin yolunu tuttum.


Nereye?


Yazmaya…


Sen hani gelin gidiyordun Atina’ya, nereden çıktı bu Portland diyebilirsiniz.  Yeni tanışmışızdır, olabilir. O halde anlatayım: Biz yazlarımızı serin ve yağmurlu Oregon memleketinde geçirmeyi seven bir hane halkıyız. Kışları satsak da kurtulsak mı,  yoksa kiraya  verip de mi saklasak diye hakkında kafa patlattığımız ve nihayetinde kapısını çekip çıkıp gittiğimiz  65 metrekarelik bir dairemiz  var. Bizim değil aslında, mortage canavarına ait. Haracımızı ödediğimiz sürece bize dokunmuyor.


Atina’ya gelin gidene kadar Amerikan rüyasını sürdürüyoruz! Uynadığımızda Atina’dan geriye bir şey kaldı ise, niyetimiz hala dönmek. (Balayımızı merak ediyorsanız buraya buyurun: http://www.kuraldisidergi.com/balayi-...)


Bizim Amerikan rüyası da hakiki bir  rüya ama…


Portland bir masal ülkesi sanki. Altı ay uzak kalıp da dönünce yine yeniden fark ediyoruz bu şehrin güzelliğini…Motorlu araç trafiğine kapalı geniş sokaklar, heybetli ağaçlar, yeşil gölgelerin ardında iki katlı evler, dağınık bahçelerde vahşi çiçekler, bisikletlerinde genç babalar ile arka selede parlak gözlü, çıplak ayaklı bebeleri, her meyve ve sebzenin, ekmeğin taze ve organik olarak satıldığı bakkallar, dumansız hava, Pasifik’in tuzlu rüzgarları…


Ve ilk evvela dikkatimizi çeken…


En çok hasretini çektiğimiz…


BOŞLUK


Burada boşluk derken ingilizcedeki space sözcüğünü kasdediyorum. Bu ayrımı yapıyorum çünkü Türkçe ”boşluk”un  ingilizcedeki hem space hem de emptiness sözcüklerinin karşılığı olabilir. Space’in tam türkçe karşılığının olmaması bizlerin kafasında/hayatında böyle bir kavram olmamasından mı? Sözlükte space‘in türkçe karşılığı olarak uzay veriliyor.  Burada bahsettiğim tarzda bir space için uzay için uygun sözcük değil. O yüzden müsadenizle ben space karşılığı olarak boşluk terimini kullanacağım.


Boşluk Samkya kozmolojisinde Akaş adı altında beşinci element olarak tanımlanır. Toprak, su, ateş ve havadan sonra gelir. Önceki elementlerin tümünü içinde taşır ve aynı zamanda hepsinin toplamından büyüktür. İlahi olana en yakın, en ince (subtle anlamında- buyrun karşılığını bulmakta zorlandığım bir sözcük daha) ve her frekansdaki dalganın içinden geçebildiği elementtir Akaş. Merkezi boğaz olarak tarif edilir ve kulaklarla -dolayısı ile ses ile- bağlantılıdır. Ses ancak boşlukta dalgalanabilir.


Hatha Yoga çalışmaları bedenlerde boşluk açmayı amaçlar. Açılan boşluk boş değil boşluk elementi ile doludur. Ve bu boş alanda ışık, ses, düşünce, duygu, enerji ve nefes serbestçe akar.


Portland boşluk ile dolu bir şehir. Sadece caddeleri, sokakları, ferah kafeleri, doğal ışık ile aydınlanan süpermarketleri, trenleri, otobüsleri değil, insanların birbirlerine karşı davranışları da diğerine alan yaratma bazında şekilleniyor. (Şimdi aklıma space’in bir diğer türkçe karşılığı geldi: Alan. Özel alan, kamusal alan… Ben bu konuda bir master tezi yazmıştım bir zaman! )


İnsanlar birbirlerine alan açıyorlar burada. Nasıl oluyor? Dinleyerek. Hemen bir karara varmayarak. Hemen yaftayı yapıştırmayarak. Üstüne başına ne giydiğine çok da bakmayarak. Kendini doğru ve tam ifade etmen için sana verilmiş kulak alanları ile dolu bu boşluk.


Ve tabii özel alana olan saygı. İnsanlar diyelim ki önünüzden geçip domateslere uzanacaklar. Muhakkak ”excuse me” diyerek geçiyorlar. Bu özürün neden dilendiğini anlamam  yıllar aldı. Benim alanıma girdikleri için pardon diyorlar.  İstemeden çok yaklaştık, sizin sahanıza girdik, excuse me.  Üstelik kasaya onlardan önce varmak için omuz atarak ilerlerken sahalarını işgal ettiğim insanlar bir kere bile bana dönüp de ”öküz müsün kardeşim, bir önüne bak” da demediler.


Demedikleri gibi eminim ki akıllarından bile geçirmediler.


Boşluk bolluğa alan açıyor, bollukta hoşgörü ve nezaket filizleniyor. Olabilir. Ama boşluğun ne ile dolduğu da önemli. Amerika’nın sırf can sıkıntısı ile dolan boşluklarında da insanlığın tarih boyunca şahit olmadığı düzeyde bir vahşet yaşanabiliyor.


Portland’da boşluk genelde içine güzel bir şeyler doldurmak üzere değerlendiriliyor. Boş bir bahçe köşesi ya da günün boş bir saati olabilir. 


Bir başka boşluk da buradaki BOŞ zaman. Uzun yollarda, trafikte, toplu taşıma araçlarında  geçen saatler, ayıp olmasın diye gidilen ziyaretler  insanın hayatından çıkınca, koca bir günün bir dolu boş vakti kalıyor geriye.


İstanbul’da yazmak benim için niye böyle zor diye düşünürken geldi aslında aklıma bunlar. Şimdi sahip olduğum boşluğu bol bol yazı ile dolduracağım diye umuyorum.


Boşluk serisi devam edececek! Arkası yarın, bizden ayrılmayın!


Filed under: Turkish, Uncategorized, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 18, 2015 03:00

March 16, 2015

Farketmediğimiz İstanbul- Fener ve Balat Gezisi

Foto: Aisha Harley

Foto: Aisha Harley


“Kubbenin altında yanyana durduk. Çaktırmadan kolumu koluna dayadım. Bir melankoli dalgasının gelip beni de sardığının farkındaydım, ama bu hüzün Maria’nınki mi, Leyla’nın ki mi, yoksa benimki mi bilemedim. Belki Leyla, Moğollu Maria gibi kendini bir kiliseye, tekkeye, manastıra kapamak, hayatını hüznün ve neşenin ötesindeki sırrı keşfetmeye adamak istiyordu. Belki hüzün yüzyıllardır bu şehrin havasına gaz gibi sızmış, asırlardır burada doğanların ortak duygusu olmuştu. Belki yaşlı insanların boş ilaç tüplerinde sakladıkları şey yakınlarının ruhları değil, şehrin hızla tükenen hüznüydü. Belki Leyla’nın o çok yadırgadığı şey, şehrin dokusuna nakış gibi işlenmiş hüznü göremeyen, tanımayan insanlar ve onu yeyip yutan gökdelenler, köprüler, alışveriş merkezleriydi.


Belki o gizli geçitleri, hüznün lahmacun ve kebap kokuları arasında iyice silikleşen kokusunu takip ederek bulabilirdik. Ve belki Leyla aradığı o geçidi sonunda bulmuş, hüznün boş ilaç tüplerinden çıkıp havaya dağıldığı öte zamanlara geçebilmiştir.


Kim bilir?”


Saklambaç- Sayfa 339


Farketmediğimiz İstanbul Turları Saklambaç’ı yazarken bana ilham vermiş olan Balat ve Fener’de devam ediyor…. 5 Nisan’da rehberimiz Bülent Demirdurak’ın önderliğinde geziyoruz….


Programın ayrıntıları burada:


https://www.facebook.com/events/434688893355521/


Filed under: Turkish
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 16, 2015 08:06

March 5, 2015

Yoga ve Kadınlar

Foto: Nergis Karan Fotoşop: Serhan Keser

Foto: Nergis Karan
Fotoşop: Serhan Keser


Bugün dünyaki yoga yapan insanların ezici çoğunluğunu kadınlar oluştursa da, yoga geleneğinin kadınlara özel haller için yaptığı uyarılar ve öneriler çok az sayıda hoca tarafından öğrencilere aktarılıyor. Oysa geleneksel yoga metinleri ve o metinlerin derinlemesine çalışmış ustalar, yoganın kadınlar ve erkekler tarafından aynı şekilde uygulanamayacığını hem kitaplarında, hem de konuşmalarında defalarca tekrarlamışlar.


Kadınların hayat döngülerini erkeklerden farklı kılan üç tane olay var: Mensturasyon, hamilelik ve menapoz. Bu üç hâl Hatha Yoga ile dönüşen, düzenlenen bedenin iç enerjisini doğrudan etkilediği için bahsi geçen dönemlerde yoga-asana çalışmasında kadınların değişiklik yapması icab ediyor.


Hamilelik döneminde kadınların uygulamalarını nasıl yeniden düzenleyeceklerine dair kaynaklar, dersler mevcut. Mensturasyon döneminde yapılması gerekenler ise şaşırtıcı derecede az sayıda kadın tarafından biliniyor ve uygulanıyor. Bazı hocalar regl halindeki kadınların sadece ters duruşlardan uzak durmalarının yeterli olduğunu söyleseler de işin doğrusu (hem Ayurveda hem Hatha Yoga metinleri tarafından altı çizile çizile belirtilen) kadınların reg oldukları günler boyunca yoga-asana, meditasyon, ilahi okuma gibi iç enerjiyi kalbin yukarısına çıkartacak etkinlikliklere ara vermeleri gerektiği.


Menstrurasyon dönemi biz kadınlar için biz temizlenme süreci. 4-5 günlük bir sürede attığımız kan pek çok toksin yüklü. Toksinlerinden arınan beden her ay yeni, taze kan üretebiliyor. Genel olarak sağlık, ama özellikle kadınların sağlığı kanlarının sağlığı ile ölçülüyor. Kanımız sağlıklı ise iç organlarımıza, doku ve hücrelerimize sağlıklı enerji taşınıyor.


Ben yogadan önce regl olduğum dönemlere hiç aldırmazdım. Çok şükür regl dönemlerim ağrısız, sancısız geçtiği için ben orkidi taktığım gibi (hiç bir zaman tamponcu olamadım) baleye, yüzmeye, dans etmeye çıkardım. Lisedeyken regl olduğumuz günler beden eğitimi dersine girmeme hakkımız vardı, onu bile kullanmazdım. (Hem o zamanlar nasıl kanardık!) Dolayısıyla, yogaya başladığım hafta regl olduğumda hiç aldırmadım. Hocalarıma söyleme ihtiyacını bile görmedim. Onlar da bu konuda bizi uyarmadılar. Bir haftalık yoğun kursun üç günüde ben şakır şakır regl oluyor, asana, prayanama, mediyasyon ve Allah daha ne verdiyse yoga başlığı altında hepsini yapıyordum.


Büyük yanlış!  Bir ay sonra bir şeylerin ters gittiğini hisseder oldum. İki ay sonra hala regl olmamıştım. Aradan üç, dört, beş ay derken tam iki yıl geçti, benden bir damla kan akmadı. Hocalarım durumun hiç hayra alamet olmadığını söyleseler de regl sırasında yaptığım yoganın bu durumdan sorumlu olabileceğini düşünmediler. (Zaten ben onlara söylememiştim ki, nereden aklı edecekler?) Doktorlar da bir anlam veremediler, herşey yolunda görünüyordu içeride. Hindistan’daki bazı -afedersiniz- gerizekâlı sözde hocalar reglimin kesilmesinin spiritüellikte ileri aşamaya işaret ettiğini, ancak kanaması kesilen kadınların pranayı (iç enerji) yükseltip samadi (yogada aydınlanma) aşamasına geçebileceğini zırvaladılar.  Daha fenası ben onlara inandım. İnandım ve sonraki yıllar boyunca durumumu yanımda çaılıştığım hocalara söylemedim bile.


Reglimin kesildiği iki yıl boyunca yüzüm ergenlikte sivilcelenmediği kadar sivilcelendi. Devamlı bir pms halindeki sinirlerim laçka, hormonların egemenliğinde bir duygudan diğerine savrulur oldum. Canım her akşam tatlı istiyor, bir tatlı bitmeden diğerine aşermeye başlıyordum. Aniden kilo verip, verdiğimin iki katı kadar kilo alıyordum. Libido sıfırlanmış, bir tabak makarnayı iyi bir sevişmeye tercih edecek duruma gelmiştim. Atamadığı kan ve toksin ile dolmuş  bedenim ile zihnimi etrafta saatli bomba gibi taşıyordum.


Nihayet Aştanga yogaya başladığımda birisi bana yoga sırasında regl yapılmayacağını söyledi. “No problem”, dedim. “Ben zaten regl olmuyorum. Her gün yoga yapabilirim.” ben yine Hindistan’da gördüğüm itibarlı tepkiyi bekliyordum Aştanga hocamdan. Tabii cevabı hiç de sandığım gibi gelmedi. Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Ne kadardır regl olmuyordum? Doktor ne demişti? Nasıl başladığını hatırlıyor muydum?


O sordukça ben de -nihayet- durumun vehametini kavramaya başladım. Bana regl başlatıcı bir asana serisi verildi ve ilk damla geldiği anda yoga, meditasyon vs ne varsa hepsinden el ayak çekmem söylendi. İki ay sonra yeniden regl olmaya başladım. Sivilcelerim yok oldu, balon gibi şişmiş yüzüm indi, elmacık kemiklerim belirdi. Kanım temizlendi.


O gün bugündür regl olduğum günlerde yogaya mola vermenin ne kadar önemli olduğunu anladım. Kimi zamanlar reglim en pahalı, en nadir ve kısa dönemli eğitimin en can alıcı günlerine denk geldi. Gittim, sınıfın en arkasında oturup dersi seyretmekle yetindim. Bu beden benim ve ona iyi bakmak benim sorumluluğum. Bilgisizlikten ve aptallıktan yapılan yanlışların, bedenin doğal döngüsüne karşı çıkışlarını hesabının şimdi değilse bile, ileride, hamilelik ve menapoz dönemlerinde kesileceğini artık iyi biliyorum.


Regl başlamadan önce yumurtalıklar etrafında şişkinlik meydana geldiği için karna baskı yapan mayurasana ve udiyanabandha hareketlerin bırakılması gerekiyor.  Bu durum hamile ve hamile kalmak isteyen kadınlar için de geçerli. Regl bittikten sonra (5. veya 6. gün) yogaya geri dönüşümüz de yavaş yavaş olmalı. Ayakta yapılan kısa bir seriden sonra, sırtı, göğsü ve karnı destekleyen minderler yardımı ile yapılan hafif bir restoratif seri. Kanı kesen derin burgular (twistler) ile, iç ısıyı arttıran hanumasana, kaundinyasana gibi hareketlere de geçiş ise iyice ağırdan alınmalı. Mayurasana, udiyanabanda kanama tamamen bittikten sonra verilen bir günlük aradan sonra uygulanmaya başlamalı.


Bu arada Ayurveda, yoganın kadınlar tarafından nasıl uygulanması konusunda zengin bilgiler içeren bir alan. Benim şahsi görüşüm, ciddi bir yoga öğrencisinin az biraz Ayurveda bimesi yolunda. Yoga felsefesinde 25-50 yaş arası yaşanan hayat dönem hayata en çok dahil olduğumuz, aile kurup çocuk yaptığımız, iş güç sahibi olup hayata, insanlığa katkı sağladığımız, tabiri yeride ise evrene damgamızı vurduğumuz yıllar.  Bu dönemde yoga çalışmamız ağırlıklı olarak asana (fiziksel hareketler) ve bu dönemin ikinci yarısında başlamak üzere pranayama (nefes çalışmaları oluşmalı. Asana ve pranayama iç enerjiyi düzenleyip, organlarımızın sağlığını korumamızı sağlıyor.  


Ayurveda (Hayat Bilgisi) asanaların bedeni ve iç organları nasıl etkilediğine dair zengin bilgiler içeren bir alan. Agni (sindirimi sağlayan ve bedenin ısınmasını sağlayan ateş) nin arttırılması ve düzenlenmesi,   mensturasyondan, döllenmeye, hamilelikten  ve menapoza kadar bir çok kadınlık halinin sağlıklı ve sorunuz yaşamamızı sağlıyor. Agniyi nasıl koruyup, nasıl besleyeceğimiz Ayuveda metinleri tarafından etraflıca anlatılıyor. Pitta, vata, kapha gibi maddenin ateş, hava, su yapısını belirleyen elemanların, bedeni nasıl etkilediği de, hangi asanaların hangi maddeyi düzenlediği gibi bilgileri de Ayurveda ile elele giden iyi bir Hatha Yoga eğitiminde öğrenilebilir.


Şimdilik bu kadar…Sorularınızı lütfen yazın. Sizin sorulardan yeni konulara yelken açacağımıza eminim.


Sevgiler,


Defne


Yoga ve Kadınları konusunda daha kapsamlı bilgi edinmek için:


Emma Balnaves, Yoga for Women


Bu konuda yapılmış yorumlara ve sorulmuş sorulara cevaben aklıma gelen bir kaç noktayı aşağıya yorum olarak yazdım.


Filed under: Shadow Yoga Yazılaır, Turkish, Yoga Tagged: hamilelik, kadınlar, menapoz, regl, Yoga
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 05, 2015 22:30