PUF

Photo: Aisha Harley
“Çocuğum vurma öyle, başım ağrıyor.”
Misafir hanım kaşlarını çatmıştı.
Odunları parçaladığım demir maşayı elimde sıktım. Cadı. Ninemi ziyarete geldiği günlerin gecesinde muhakkak kabus görürüm. Omuzlarına dökülen gri saçları, bumburuş yüzü, sararmış tırnakları ile canavarlaşır uykumda. “O yaşta insan saçlarını öyle salar mı, kaçığın teki işte,” derdi annem ağlayarak uyandığımda. İsmimi de hâlâ bilmiyor. Yüzümü önüne diz çöktüğüm şöminede oynaşan alevlere çeviriyorum. Vurdukça odunlar parçalanıyor, içlerinden şurup gibi sarı mavi kızıl ateş akıyor. Vurmuyorum aslında. Hafifçe dürtüyorum.
“A, Laleciğim duymadın mı Meral teyzeni? Hadi kalk bakayım oradan artık. Yüzün gözün al al oldu zaten bak. Hastalanırsın. ”
Ninemin çay karıştıran kemikli eklemlerinin arasında kristal bardak yanıp sönüyor. Yüzünde nezaket tebessümü, yalvarış ile öfke arasında kalmış bir zor ifade. Sabah erken üşenmedi kendi gitti iskeledeki fırından sıcak ponçik, ada halkası aldı. Sonra mutfağa kapanıp bir de ıspanaklı börek yaptı. Masaya keten beyaz örtüyü de sermiş. Vapurun düdüğünü duyunca Asiye Kadın sobayı, şömineyi tıka basa odunla doldurdu, ev bir anda yaz günü gibi ısındı. Bir dahaki sefere canımın sıkıntısını dağıtsın diye bütün lambaları yaktığımda bana ninem bana israftan söz edecek olursa ona verecek bir cevabım var artık!
Ninem annemi kaçıran o kedi miyavlaması sesi ile konuşuyor, gözüyle değil sesiyle ağlıyor.
“Sormayın Meral Hanımcığım… Başımıza gelenler yetmiyormuş gibi şimdi bir de bahçemize el koymaya kalkışıyorlar. Efendim neymiş, yol geçireceklermiş. Kışın kamyonlar kömür taşısın diye.”
“A, yok artık! Yapamazlar, Süheyla Hanımefendi. Yapamazlar. Bu işler öyle kolay mı?”
Meral Hanım’ın sesi pütürlü. Bir öksürse de rahatlasa. Ya da şekersiz çayından içse. Bekliyorum. “Sizden başka kim yaşıyor adada kışın ki kömür yaksınlar?” diye sormasını bekliyorum.
Sigara yakıyor.
“Çayınızı tazeleyeyim. Soğumuştur. Börek biraz kuru olmuş ama ponçikten buyurun. İnceciksiniz zaten. Lütfen, çok rica ederim.”
Basılmamış kar misali ponçik, böreğin yanında sofranın ortasında duruyor. Ucundan kemirilmiş tuzlu halka da yaldızlı misafir tabağının köşesinde… Meral Hanım dumanlarını salonun sararmış, kabarmış duvarlarına, raflardaki tozlu kitaplara doğru savuruyor.
“Bu arazi, bu köşk Paşa babanıza hediye değil midir? İstiklal Harbinde gösterdiği başarılar yüzünden verilmedi mi sizlere hep buralar? Nasıl da gelip alırlar hanımefendi?”
Yüzüm benden bağımsız pütürlü sese dönüyor. Annem kahvaltı sofrasında “Kim bilir hangi biçare sürgünün el koydukları malını size hibe etmişler, siz de basbayağı hazıra konmuşsunuz!” diye ninemi sinirlendirirken bu hediyeden mi bahsediyordu acaba?
Maşayı indiriyorum kor odunun üzerine. İkiye yarılıyor, içinden alevler fışkırıyor. Yüzüme düşürdüğüm saçlarımda kıvıl kıvıl renkler oynuyor. Saçlarım duman duman kokuyor.
“Çocuğum, gürültü yapma lütfen. İşitmedin mi? Migrenim tuttu vallahi.”
“Laleciğim, bak yağmur durdu. Hadi sen biraz dışarı çık, hava al. Hırkanı unutma ama. Dışarısı çok soğuk.”
Dutun dalları pencereyi tıklatıyor. Balkona süzülüyorum. Bahçeye çıkarsam karıncaların inini taşla tıkarım yine diye korkuyorum. Kapı arkamda incecik açık.
“Yaa, bütün ağaçlarımızı keseceklermiş. Kızım, sonra oğlum doğduğunda ellerimle diktiğim kayısıyı, eriği, Lalecik’in boyuna denk o incecik vişneyi bile. Şu ulu dut da kimvurduya gidecek tabii. Yandaki lojmanın sahibi o arsız herif, ‘dut da bizim olacak’ diye sırıtıyordu geçende.”
“Ayol kesilmiş ağacın neresi onların olacak? Ne biçim insanlar doldurdu etrafımızı… Pes yani!”
“Kusura bakmayın Meral Hanımcığım. Malum, çocuk biraz hassas bu aralar…”
Köşkün önünde dut, çıplak dallarını balkona eğerek beni selamlıyor. Gözümü kaçırıyorum ondan. Yazın meyvelerini hep yerlere döker, üzerlerine arılar üşüşür. Asiye Kadın sabah akşam ezilmiş dutları siler yerden. Şimdi hava nemli toprak ve çürük yaprak kokuyor. Deniz, gökler, bulutlar eflatun bir duman içinde birbirine geçmiş. Uzaklarda İstanbul incecik bir hayal gibi tütüyor. İçinde bir yerlerde annem…
“Kominist olmuş senin annen,” dedi dün manavın oğlu da çantamı sırtına indirdim, sonra da yokuştan aşağı bıraktım kendimi. Bizim yokuştan aşağı kimse benim kadar hızlı koşamaz. Denize kadar dimdik iner, korkar hepsi. Hâlâ arkamdan sırıtıyor. Nedendir bana olan hıncı? Okullar ilk açıldığında da arkamdan kulübün prensesi diye bağırırdı. Biz kulübe üye bile değiliz. Ne demek kominist? Karnım ağrıyor. Aralık kapıdan, martı çığlıkları ile Sirkeci vapurunun acıklı düdüğünün arasından büyüklerin gizli bir şey konuşurken yükselen fısıltıları geliyor.
“Nerede saklanıyor ben bile bilmiyorum. Şuncağızı da ne yapalım babasının yanına yollayacağız. Çare yok. Beşi bitirsin hele. Adada ilkokul okunur ama sonrası için uymaz. Kışları burada artık safi esnaf çocukları, arabacıların çocukları kalıyor. Eskisi gibi değil ki…”
“Haberi var mı? Bir kadın yok muydu? O ne der ki?”
İsmimi bilmeyen Meral Hanım konuşurken sesini de alçaltmıyor.
Balkonun çürük tahta korkuluğundan eğilip dutun kabuklu dallarına dokunuyorum. Çırılçıplak gövdesi acılı, ağrılı göklere uzanıyor. Öyle zavallı, öyle yalnız ki, sarılmalıyım ona. Yakında başında gelecekleri biliyor mu? Kimse ona soruyor mu, kesilip de lojmancıların sobasında yanmak ister mi diye?
Önce bir bacağımı atıyorum, sonra ötekini. Ninemin ağlayan sesi, Meral Hanım’ın çatık kaşları korkuluğun öte yanında kaldı. Bir kolumu uzatıyorum. Dut yakalıyor beni, sonra diğerini. Şimdi bacaklarımı kaldırıp beni yakalayan kalın dala sarılacağım. Belgesellerdeki maymunlar gibi bütün vücudumla saracağım ağacı. Ama bacaklarım havada bir ileri bir geri sallanıyor, sallanıyor, bir türlü dut ile birbirimize kavuşamıyoruz. Kollarım ağır, çok ağır, kopacaklar sanki. Hani kemiklerini ayıkladığımız tavukların eti gibi ayrılacak kollarım omuzlarımdan. Korku içinde boşluğa bırakıveriyorum kendimi. Rüzgarın uğultusu fısıltıları bastırıyor. Çıplak dallar yüzümü çizerken düşüyorum, boyası dökülmüş panjurların, kırık çıkık olukların, solgun yüzlü köşkümüzün yanından şaşılası bir yavaşlıkta geçip dedemin mavi, pembe, eflatun ortancalarının ortasına puf diye iniyorum.
Filed under: Türkçe Yazılar

