Defne Suman's Blog, page 37
December 28, 2012
Gönül Sohbet İster Kahve Bahane

Foto: Kokia Sparis
Şimdi araya Kuraldışı Dergi’nin Aralık sayısında yayınlanan yazımı koyuyorum. Kendi başına yoga yapma yazısı bundan sonra gelecek.
Bilgisayarımın başına oturmuş bu yazıyı yazmaya hazırlanıyordum ki kapı çaldı. Bize paket geldiği zaman postacı kapıyı böyle bir tıklatıp gidiyor. Çalışma masam kapının dibinde olduğu için hiç yerimden kalmadan tokmağı çevirdim, sandalyemde hafifçe geriye kaykılıp paspasın üzerinde paket var mı diye baktım. Paspasın üzerinde paket değil bir çift ayak vardı. Bakışlarımı yükseltince kırmızı kazak giymiş güler yüzlü bir kadınla karşılaştım. Tanıyor muyum ben bu kadını?
“Selam” dedi güler yüzlü kırmızı kazaklı kadın. “Beni beklemiyormuş gibi bir halin var.”
Bir yandan çalışma masamın kapağını kapatıp ayağa kalkmaya çalışırken, ağzımın içinde “Yok, yok! Ne münasebet” gibisinden bir şeyler geveledim. Masayı kapatmazsam kapı açılmıyor. İskemleyi de masanın/kapının önünden çekmek gerek. Bilgisayarın kordonu kapağa takılınca kapak kapanmadı, kapı açılmadı, kırmızı kazaklı güler yüzlü kadın kapıda kaldı.
Benim aklım da yavaş yavaş başıma geldi.
Kahve falı randevusu için gelen Liesl’di kapıdaki. Randevuyu unutmuştum. Bu hafta kaçıncı randevu bu unuttuğum?
Kadıncağız ayakkabılarını çıkarırken bir kez daha acaba randevu saatini yanlış mı hatırladım diye sordu. Yüzümdeki şaşkın ifade bir yana, üzerimde hâlâ sabahki dersi verirken giydiğim yoga kıyafetlerim, (taytın sağ dizinde bizim Bey’e “o da bu imajın bir parçası” diye yutturmaya çalıştığım koca bir delik) ayaklarım çıplak. Salonun ortasında önceki gün aldığım yeni klozetin kutusu, Yunanca kitapları kanepeye yayılmış… Ne bende ne de evde daha önceki seanslardan bildiği kahve kokulu mistik fal havasından eser var.
Güler yüzü kanepeye oturtup telaşla kahve pişirmeye giriştim. Bir yandan da kadıncağıza dair bildiğim şeyleri hafızadan çekip çıkarıyorum. İki oğlu var. Şehir dışında güzel bir evde yaşıyor. İlk fal baktığımda hamileydi… “Bebek nasıl?” diye sordum. “Bebek beş yaşında oldu” dedi. Az daha cezveyi deviriyordum. Bir bardak su koydum önüne. Telefonundan “bebeğin” resimlerine baktık. Kahve taştı. Mutfağa koştum. Modern elektrikli ocağımız bilmiyor tabii nasıl kahve pişireceğini, her yer batmış. Bir de cayır cayır yanıyor. Duman yangın detektörüne kadar yükselirse alarm çalmaya başlayacak Allah muhafaza! Mutfak havlusunu kaptığım gibi havada salladım. Kadıncağız beni seyrediyor. Neyse kalan kahveyi fincana boşalttım, fincanı kadıncağızın önüne sürdüm. Ne köpük ne kaymak tabii. Telvenin tamamı ocağa dökülmemiştir inşallah diye dua ederek geçtim karşısına yerleştim.
Telaş -ayıptır söylemesi- benim en çok dalga geçtiğim insanlık hallerinden biridir. Annem, teyzem, kayınvalidem, stajyer öğrencilerim telaşlanırken ben oturduğum koltuğa yayılır da yayılır, kıs kıs gülerim. “Ya sakin olun, telaşlanacak bir şey yok” derken kendimi pek güçlü, onlardan bir gömlek daha iyi hissederim. Belki de o yüzden şimdi Liesl karşımda kahvesini yudumlarken, kendimi bu kadar kötü hissediyorum. Sadece randevumu unuttum ve hazırlıksız yakalandım diye değil, hep alay ettiğim telaşa kendim kapıldım diye. Sanki telaşlarıyla dalga geçtiğim bütün insanlar, koltuğa yayılıp da kıs kıs güldüklerim karşıma geçmiş, “Heh heh ne oldu sana Sakine Hanım? Kontrolü kaybettiniz galiba?” diyorlar. Kızardım mı ne?
Ah oysa ben bilmiyor muyum aslında kimse benim karşıma geçip öyle kıs kıs gülmez. Ben onların telaşlarıyla inceden inceye dalga geçmiş bile olsam, onlar telaş anında beni yargılamak yerine bana yardım etmeye çalışırlar. Hayatımda hiç kimse benimle kendi iç sesimin konuştuğu tonda konuşmaz. Ben de hayatımda hiç kimseye kendime davrandığım kadar acımasızca yaklaşmam. Nedir bu benin bana karşı olan hırsı, hıncı?
Ben iç sesimi ilk duyduğumda kaç yaşındaydım bilmiyorum. Ha bire benimle zıtlaşıp duran bir kız çocuğu vardı içimde. Kardeşim olsa herhalde onunla ilişkimiz böyle olurdu. Ama benim kardeşim yoktu, oyun arkadaşım da yoktu. Bütün oyunları içimde benimle zıtlaşıp duran o kızla oynamam gerekiyordu. Bir gün anneme sordum, onun içinde de konuşup duran birisi var mı diye. Yokmuş. Kendi kendine konuşanlara deli diyorlardı. Bunu biliyordum. Seksen yaşındaki Koca Hala, hiç evlenmemiş, hayatı boyunca tek başına yaşamıştı. Dairesinin kapısına kulağımı dayadığımda Koca Hala’nın evin içinde dolanırken kendi kendine konuştuğunu duyardım. Kız halaya çekerdi. Deli olduğumu düşünmesinler diye içimdeki kızdan başkalarına bahsetmemeye karar vermiştim. Ama bir isim verdim ona: Elif.
Elif ile zıtlaşa zıtlaşa büyüdük. Yogaya başlayınca anladım ki Elif’in adı zihinmiş, egoymuş, tasavvuftaki karşılığı nefs imiş. Herkesin bir Elif’i varmış kâh zıtlaşan, kâh günaha kışkırtan. Elifler çıtayı hep yüksek tutarlarmış. Biz başaramayınca da kendi başarısını çocuğununkine bağlayan bir anne gibi hırçınlaşır, hain hain konuşurlarmış. Elif yenilince biz de yenildik sanırmışız. Eliflerden kurtulmak mümkün değilmiş ama Elifler terbiye edilebilirmiş. Öyle sopayla, katı kurallarla, zıtlaşmaya çanak tutarak değil de, duyarak, dinleyerek, hırçınlığının ardında küçücük yaşında takılıp kalmış bir çocuk olduğunu görerek.
Liesl kahvesini bitirdi, fincanı kapattık. Arkamıza yaslandık. Yum gözlerini dedim, derin bir nefes al, yumuşa… Kendine karşı, dünyaya karşı, Eliflere karşı yumuşa…
Fincanı tabanından ayırırken koltuğa gömüldüm, bilgisayardaki kayıt programını çalıştırdım. Fincanın içi neredeyse bomboştu. Silik soluk bir iki şekil, o kadar. İki elimle sıkıca kavrarken karşımda oturan kırmızı kazaklı, güler yüzlü kadının gözlerinin içine baktım. Bir anda fincanın içindeki silik soluk şekiller kanlandı, canlandı, üç boyutlu hikâyelere dönüştü. Hatırladım:
Gönül sohbet ister, kahve bahane.
Dudaklarımı araladım,
Hikâyeler döküldü hep tane tane.
KD © 2012 Her hakkı saklıdır. Sitedeki yazılar izinsiz ve kaynak belirtmeden başka yerde yayımlanamaz. Ancak yazıları yazar ismi ve kaynak belirterek ya da dergiye link vererek paylaşabilirsiniz.


(İzninizle) Sizi Kategorize Edeceğim!

Nenem: Zahide Gökbek
Bizim Bey beni pek kategorik buluyor. İnsanları, kitapları, toplumları, yemekleri bölmek, kategorilere ayırmak derdindeymişim. Belki de haklıdır. Mesleki deformasyon vardır bende de. Biz sosyologların işidir bu çünkü. Zahiri olanının arkasındaki gizli şekli gör, sonra o şekle göre zahiri olanı sınıfla. Belki Chatterjee’ler, Homi Bhabba’lar, Calhounlarla yatıp kalktığımız yıllardan kalma bir alışkanlıktır bu bendeki.
Richard Freeman’a soracak olursanız, insan zihninin fonsiyonu zaten budur. Zihin dış dünyayı ancak kategorilere ayırarak algılayabiliyor. Karşısına çıkan her bir veriyi anlaşılır bir hale getirerene kadar uğraşıyor. Tanıdık gerçeklik içinde bir yere oturtunca rahatlıyor. Zihnin görevi bu: Ayrıştırmak ve algılamak.
Ben insan zihni ile akılcılığın yüceltildiği bir aileden geliyorum. Bizimkiler için aklın algılayamayacağı bir şey yoktur. Bunu iki anlamıyla birden söylüyorum. Yani 1) Evrende herşeyde akıl ile algılanır ve 2) Bir şey akılla algılanamıyorsa o şey yoktur.
Oysa sizin de bildiğiniz gibi evrende bizim sınırlı insan aklımızın alamayacağı (belki de kaldıramayacağı) pek çok şey var. Sadece hayaletler, cinler, Allah ya da inanılmaz tesadüflerden bahsetmiyorum. En keskin akılların bile “bizden bu kadar” dedikleri bir nokta var. Esas olay o noktadan sonra başlıyor. Esas olay akıldan sonra başlıyor.
Gel de bunu bizimkilere anlat!
Boşverdim.
Zaten bu akılcılık vs konularında yazmak değildi benim bugün niyetim.
Şunları yazacaktım:
Peşin peşin, bizim Bey ve onun gibi düşünen okurlardan özür dileyerek şu ayrımı yapıyorum. Dünyanın neresine giderseniz gidin, iki tip insanla karşılaşıyorsunuz:
1) Tek başına kalınca kendini rahat hissedenler.
2) Sohbet halinde kendini rahat hissedenler.
Bu demek değil ki tek başına kalınca rahat eden insanlar dost sohbetlerinden sıkılıyor. Sohbet halinde rahat edenler de tabii arada sırada tek başına kalıyorlar ve bu durumdan sıkılmıyor. Benim burada vurgulamak istediğim şey sadece rahat etmek değil, kendini tam hissetme hali olabilir. Bazıları yanında insanlar yoksa bir eksiklik duyuyor. Bazıları ise o insanların varlığında aynı eksikliği duyuyor. Birisinin tamama ermesi için diğerinin varlığına ihtiyacı var, ötekisi ise ancak diğerinin yokluğunda kendini tamam hissediyor.
Ben tahmin edersiniz ki tek başınacılardanım. Her sabah bir kafeye gidip iki saat tek başıma oturuyorum. Annemi asla o kafede tek başına oturtamazsınız tek başına. O ikinci gruptandır. İnsanlar arasında, sohbet halinde kendini tamam hisseder. Babam daha çok benim gibiydi. Tek başınalık anları yaratmayı severdi.
Geçen sabah ben yine kahvede oturuyorum. Transpersonel Psikoloji ödemiz olan otobiyografime dalmışım. Bir arkadaşımın yanıma yaklaştığını masaya düşen gölgesini görene kadar farketmedim. Hiç sevmem parmaklarım klavye üzerinde tıkır tıkır giderken telefon, kapı çalmasını. Telefonu özellikle hayatta (küstah) bir kesinti olarak görmekten vazgeçemedim bir türlü. Benimle telefonda sohbet edemezsiniz. Burnunuzdan getiririm. “Konuya gel, ama hadi yaaa!” havasında ağzınızın tadını bir güzel bozarım. Siz de beni bir daha aramazsınız. Zaten email yazarsanız daha çabuk cevap veririm. Kahvede yanıma yaklaşan arkadaş neyse artık beni tanıdı da normalde bir merhaba deyip gidiyor.
Bu sefer yalnız, bir merhaba ile yetinmedi. Duruyor başımda. Onu karşımdaki sandalyeye davet etmeyeceğim ayan beyan ortada. 8 parmağım birden 8 harfin üzerinde taaruza hazır bekliyor. Son cümleyi unutacağım diye aklım çıkıyor. Çünkü siz de bilirsiniz insan yazarken kafası dolu dizgin gider, klavye üzerinde rüzgar gibi uçan parmaklarınız bile olsa aklınızın dikte ettiği metni yetiştiremezsiniz. Son cümle son cümle. (My prematured body didn’t allow me to have a full experience of childhood). Sabırsız parmaklarım bir iki tuşa bastılar bile. (Bu cümle kaçmaz.) Arkadaş hala masamın yanında duruyor. Ay size anlatamam ben böyle durumlarda nasıl ters, nasıl sinir oluyorum! Asosyallikleri ile bilinen ünlü yazarlarımız var ya, benim yazı anımdaki aksi tabiatım onlarınkine beş basar. Öyle bir hal içindeyim yani. Bu adam niye gitmiyor? Parmaklarım iki tuşa daha basıyorlar.
“Çok özeniyorum sana Defne” diyor arkadaş. “Ne güzel her sabah tek başına kalıyorsun. Kokia ile aranızda ne güzel bir anlaşma var. Her sabah kendinize ait bir zaman diliminiz var. Biz karımla bir türlü bu dengeyi kuramadık. Ben ne zaman tek başıma zaman geçirmek istesem karım bozuluyor, benim bu istediğimi kendisine karşı bir hareket olarak yorumluyor.”
Hay Allah! Üzüldüm. Tam da benim uzman olduğum konularda tavsiye istiyor arkadaşım. Tekbaşına tamama erenlerin mücadelesinde destek vermem gereken bir yoldaş kendisi. Parmaklarımı klavyenin üzerinden çekip kucağıma koydum. Mücadelenin ilk kuralını arkadaşıma hatırlattım:
You have to fight for your alone time! Each and every day, a new battle will be waiting for you. You have to fight for freedom.
Türkçe meali: Tek başına kalmak istiyorsan, mücadele edeceksin arkadaş. Her gün yeni bir meydan muharebesi için hazır olacaksın. Özgürlüğün için savaşacaksın.
Üzgün üzgün başını salladı.
“Biliyor musun” dedi. “İκi cins insan varmış. Ancak yalnız kaldıklarında dinlenip, reşarj olabilenler grubu ile yorulduklarında dostlar arasına katılıp orada günün stresini atanlar grubu. Biz karımla ayrı yapıda olduğumuz için bu konuda bir türlü anlaşamıyoruz.”
İki kategorinin ismini ve bu teorinin yaratıcı psikoloğun ismini de verdikten sonra kahvesini aldı, gitti.
Bugün dişciden dönerken tek başıma Por Que No’ya gittim. Por Que No bizim mahalledeki Meksika lokantası. Ağzına kadar doluydu. Noel tatili ya, aileler, turistler, büyükanne ve babalar hepsi mahallemizin ünlü takolarından tatmaya gelmişler. Kasanın önünden sokağa taşan kuyrukta beklerken iyi ki yanımda Kokia yok diye düşündüm. Hiç tahammülü yok kuyrukta beklemeye bizim Bey’in. Siparişimi verince bara yerleştim. (Masaların hepsi doluydu) Kitabımı çıkardım. (Hala Middlesex ve her satırda güzelleşiyor) Sohbet edenlerin uğultusunda gömüldüm romanıma ve cipslerime. Çok mutlu hissettim kendimi.
Ben kesin tekbaşınalığında stres atanlardanım.
Tek başına yoga yapma konusunu şimdi bu bloğa bağlayıp, aranızdan ayrılacağım. Bazı öğrenciler için evde tek başına yoga yapmak hiç sorun değil. Onlara bir seri göstereyim ikinci haftanın başında o seriyi günlerine entegre etmiş oluyorlar. Bir de ötekiler var. Derse geliyorlar, hevesli, çalışkan, yetenekliler. Bir süre sonra hadi oldun sen, artık bir süre bu öğrendiklerini evde çalış ki pişsinler, diyorum. Orada ipleri bırakılmış kuklalar gibi kalakalıyorlar.
Bir gün pek akıllı bir öğrencim ile bu kendi yoga pratiğini geliştirme işini konuşuyorduk. Bana çok mantıklı bir şey söyledi:
Kendi başına vakit geçirebilen insanlar için evde tek başına yoga yapmak tanıdık bir durum. Sen de öyle bir insansın, sana zor gelmiyor. Tek başına kalmaya alışık olmayan benim gibi insanlara ise bir odada tek başına yoga yapmak zor geliyor. Tanıdığım, bildiğim bir hal değil bu, zorlanıyorum dolayısıyla…
İşte böyle bağladım,aradan çekiliyorum. Biraz kendinizi gözlemleyin bu aralar bakalım. Siz hangi tipsiniz?
Yılbaşına kadar yine yazacağım ben. Ama olur ya bir telefon, bir kapı, kahvede karşılaştığım bir dost yüzünden kesintiye uğrarsa parmaklarımın koşusu, şimdiden mutlu, neşeli, sağlıklı, bereketli bir yeni yıl diliyorum sizlere….
Defne


December 20, 2012
Şifreli Kasa

Foto: Kokia Sparis
Bu sabah yine o kafeye gittim. Artık kar yağmıyor ama arabamız hala bozuk. Yine sabahın altısında gözüme iğne iğne saldıran yağmur altında yeni stüdyoya pedal çevirdim.
Derse bir tek Aisha geldi. Aisha benim buradaki en eski ve en yakın arkadaşım. Bloğu şenlendirmek için koyduğum pek çok fotoğrafın karenin kamera arkasında Aisha var.
Derslerime sadece tek bir gelince bütün dersi hiç konuşmadan veriyorum. Emma Hocamızın eğitimlerde bize yaptığı gibi, öğrenciye arkamı dönüyorum, nefes alış verişlerimizden başka ses seda çıkarmadan seriyi baştan sona yapıyoruz. Aisha ile de öyle yaptık. Zaten üç aydır düzenli olarak derslere geldiği için serinin inceliklerini iyice öğrendi. Hareketlerin geçişlerini, sırasını ve isimlerini hatırlamıyor olabilir ama önünde ben yaptığım sürece neyin nasıl yapılacağını artık biliyor. Öğrenci bu seviyeye eriştiği zaman, dersin tonu da değişiyor. Yeni bir şey öğretmektense öğrenilen hareketleri tekrarlatmaya özen gösteriyorum ben. Yeni öğrenilirken –sadece yogada değil, her yeni konuda- insan zihni incelemiyor, ince ayrıntıda gizli tatları henüz algılayamıyor. Ve durmadan durmadan yeni bir şeyler öğrenme hevesinde olanlar bu bir üst aşamaya bir türlü geçemiyorlar.
Aisha öyle bir öğrenci değil. Yoganın derinlerine ancak sonsuz sayıda tekrarla inebileceğini biliyor. O yüzden ona arkamı dönüp beni takip etmesini söylediğimde sevindi. Hiç konuşmadan, yaz rüzgarı kıvamında nefes alıp vererek Balakramanın dörtte üçünü yaptık. Sonra oturduk. Asanalarımızı tamamladık. Gözlerimizi kapattık. Güzelim stüdyonun çatısına yağmur bütün gücüyle vuruyor, rüzgar uğulduyor. Bizim içimiz ferah, bizim içimiz rahat, tatlı bir hafiflik, bir boş vermişlik ve o boş vermişlikte var olan bir doyum hissi sarmış bedenlerimizi, benliklerimizi.
Uzun uzun oturduk.
Çıkışta beni eve bırakmayı önerdi. Bedenim çok güzel açılmış, açılan kanallardan ılık ılık enerji merkeze akmıştı, bisiklete binmek zoruma gitmedi. Hem o kafeye gitmek istiyordum yine.
Gittim de.
Şömine yine yanıyor. Sırılsıklam ceketimi, şapkamı, yağmur pantolonumu, eldivenlerimi çıkarttım, şöminenin önünde asılı hediyelik çorapların çivilerine her birini astım. Kahvemi alıp deri koltuklardan birine gömüldüm. Elimde hala Middlesex. Güzelim Smyrna ben dün gece yatakta okurken yandı, kül oldu. Limanda bekleyen gemilere atlayanlar paçayı kurtardı, geri kalan kadın, erkek, çocuk bütün Yunan sahiden de denize döküldü. Smyrna yanarken ben de yandım. Ama bu sabah, önünde eldivenlerim tüten şömine başında deri koltuğuma gömülmüş otururken yeni bir bölüm başladı. Yeni hayatlar, yeni diyarlar…Devran yine döndü. Her zaman döndüğü gibi. Tahayyül edemeyeceğim kadar büyük acılar yaşayan insanlar yeni hayatlar kurdular, devam ettiler. Her zamanki gibi.
Neyse konumuz bu değil. Konumuz Shadow Yoga’nın bazı hareketlerini derslerimde gösterebilir miyim? Bu soruyu yoga hocalığı yapan öğrencilerimden sık sık duyuyorum. Doğal olarak Shadow Yoga öğrencisi kendi yaptığı yogayı öğretmek istiyor. Ama bu izin benden değil, benim hocam, sistemin yaratıcı Zhander Remete’den alınıyor. Ondan hocalık iznini koparmak da öyle kolay iş değil. Üç sene süren hocalık eğitiminden bu sene yirmi kişi mezun oldu. O yirmi kişiden sadece üç kişinin ismi resmi Shadow Yoga hocaları listesine geçti.
Bu sistemin hocası olmak istiyorsanız en az üç sene boyunca Zhander ve Emma’yı takip etmeniz gerekiyor. Yılda bir defa (en az) onların verdiği kurslara katılmanız ve yılın geri kalan günlerinde Shadow Yoga prelüdlerini düzenli olarak uygulamamız gerekiyor. Arada sırada yerel hocanıza görünüp yeni prelüdleri öğrenmek de hocalık eğitiminin parçası. Üç senenin sonunda kararı onlar veriyorlar. Bazı öğrencileri üç sene bekletmiyorlar. Sen hazırsın, git ders ver şimdi diyorlar. Bazılarını ise yıllarca bekletebiliyorlar.
Bilgi herkeste aynı anda uyanmıyor çünkü. Size asla bir reçete sunmuyorlar. Ne konuşacağınızı, derslerde söyleyeceğiniz sözleri hazır sunmuyorlar. Beden üzerinde nasıl düzeltme yapacağınızı bile göstermiyorlar. Ben başlarda hocalık eğitiminin böyle temel öğretilerden mahrum oluşunu yadırgamıştım. Hatta Emma hocaya sormuştum bile, “ben nasıl düzeltme yapacağımdan emin değilim, biraz sizi ders sırasında izleyebilir miyim,” diye. “Hayır”, demişti. “Tek dikkat etmen gerek şey, bizim senin üzerindeki düzeltmelerimizi hissetmen. Biz seni düzeltirken nefesinde, bedeninde, zihninde olup bitenlere dikkat edersen, başka bir öğretiye ihtiyacın kalmaz.”
Peki o zaman öyle olsun, dedim.
Güven şarttı. Kendime (bir gün dediği gibi ben de hissedeceğim bu nadileri, vayuları, kandayı, agniyi) ve hocalarıma. (bu insanlar ne dediklerini biliyorlar) Ben uzun zaman öğrencilerime parmağımı dokundurmadım. Hareketlerini sözlerimle düzelttim. Sonra bir gün bir de baktım, bir tanesine doğru çekiliyorum. Parmaklarım kollarındaki iki noktayı kendiliğinden bulmuş. Biliyorum o noktalara basınca ne hissedecek öğrenci. Kendi canımda hissediyorum. Bastırdıkça öne katlanıyor, parmaklarımın altındaki noktalar yumuşuyor. Sonra bir bakıyorum bir başkasının ayaklarına dokunuyorum, dizlerinin arkasına. Düşünmeden, neden öyle yaptığımı bile bilmeden. Çiçeğe çekilen arı gibi gidiyorum bir takım noktalara. Eve dönünce Shadow Yoga kitabımdan bakıyorum o noktalar neymiş diye.
Nereden, ne zaman öğrenmişim bunları? Hatırlamıyorum. Hepsini Zhander ya da Emma Hoca’dan duymuşum, orası kesin. Duyduğum sırada bir kulağımdan girip, diğerinden çıkmış sanmıştım. Demek bir kulağımdan girmiş ama diğerinden çıkmamış. Kendi yogam sırasında kış uykusundan uyanmış o bilgiler, kendi bedenimde can bulmuşlar. Ondan sonra benden çıkmış, bir diğerine uzanmışlar. Ben arada kanal olmuşum, köprü kurmuşum.
Shadow Yoga serileri şifreli kasa gibidir. Kasada saklı mücevhere ulaşabilmeniz için hareketlerin doğru sırayla, doğru geçişlerle, doğru sayı ve doğru taraftan ile yapılması gerekir. (Sarpa soldan, Virastana sağdan başlar gibi.) Hah şimdi içimden bir tur Çakri dönmek geldi, arkasına da bir Surya Namaskara takayım dediğinizde kasa açılmaz. Prelüdleri baştan sonra hissederek yapanlar bütün bunları zaten bilirler.
Shadow Yoga serileri tek tek isole hareketlerden meydana gelmiş seriler değildir. Öyle tek başına yapıldıklarında ne işe yaradıklarını anlamamız kolay değil. Ancak zincirleme yapıldığında, en sonunda, belki de herşeyin, belki taaa ılınmaların sonunda hissedilen bir etkisi vardır. Evet, her hareketin tık ettiği, arada sırada derslerde söylediğim üzere, size konuşmaya başladığı bir an var ama hareketten o anı beklerseniz o hiç gelmez. Hareketin anlamını, faydasını, tık ettiği anı, sonucunu, sebebini düşünmeden tekrar tekrar tekrar yaptığınız zaman ne demek istediğimi anlarsınız. Unutmayın bir hareketin hakkında düşünmek bizi o hareketi hissetmekten alıkoyar. Yoganın binlerce yıllık bilgesine güvenir, nefes alıp vermeyi sürdürürseniz bir an gelir, her şey yerli yerine oturur.
Hem Shadow Yoga öğrencisi hem de yoga hocası iseniz size tavsiyem bir an önce Emma ve Zhander’i görmeye başlayın. Onlardan aldığınız bilgiler, onların ellerinin değdiği yerde uyanan noktalar içinizdeki hocayı uyandıracaktır. Onlarla düzenli çalışmaya başladıktan sonra derslerinizin başına samapada’yı, ısınmaları, nefesleri, civa çalana’yı ekleyebilirsiniz. Bu baştaki dört adımın sırasını bozmayın. Öğrencinin prelüd vakti geldiğinde hissedersiniz zaten. Oradan devam edersiniz. Kendi yoganız bir numaralı referans noktanızdır, asla ihmal etmeyin. Yoksa kaynağınız kurur.
Shadow Yoga öğrencisi değil de bir iki derse girdiniz ve bir iki hareket “kaptıysanız” sizden ricam bunları derslerinize taşımayın. Bu şekilde yoga dersi vermek, hangi dilde söylendiğini bile bilmediğiniz bir şarkıyı bir sınıfa öğretmeye benzer. Hareketi içinde yaşatmayan hocayı öğrenci zaten derhal tespit eder, yürekten değil, ezberden şiir okuyor gibi olursunuz.
***
Yarın dünyanın son günü. Hadi öyleymiş gibi yapalım. Yarın bildiğimiz hayatların sonu olsun. Hepimiz hiç bilmediğimiz yeni bir şey katalım hayatlarımıza…Yeni bir insan, yeni bir proje, yeni bir bakış açısı…Kıyamet kopacaksa da varsın kopsun, insan devam ediyor çünkü. Ne olursa olsun devam ediyor insan. Öyle bir cins çünkü bu insan denen şey.
Umut dolu.


December 19, 2012
MAVİ ORMAN’da indirim var!
Sevgili Okurlar,
Bütün yıl süren desteğiniz için çok teşekkürler! Yazılarımı seviyorsanız, sevdiklerinize MAVİ ORMAN hediye edebilirsiniz…(Bana da hediye vermiş olursunuz böylece! )
Mutlu Yıllar Hepinize!
Defne Suman


Roman Keyfi

Foto: Ayşe Kaya
En Sevdiğim Mevsim
Portland’da havanın bir türlü aydınlanmadığı bir kış sabahı, dersimden sonra bisikletime atlayıp daha bir defa –o da Aylin sayesinde- gittiğim bir kafeye yollandım. Burada ders verdiğim stüdyo ani bir kararla bir gecede kapatıldı, ben de geride kalan bütün öğrencilerimle beraber mahalledeki başka bir stüdyoya aktarıldım. Mülteci konumundayız şimdilik. Ben nasıl olsa yakında Istanbul’a dönüyorum diye aldırmıyorum ama stüdyonun tam zamanlı diğer hocaları için bu bir gecede kapı dışarı edilmekle eş bir durum aslında. Mülteci olarak sığındığımız yeni stüdyo yine aynı semtte ama yoga stüdyolarına yürüyerek gitmeye alışmış bazı Portland’lılar için bu ani mekan değişikliği benim derslerimden vazgeçmeye kadar gidebiliyor. Nitekim, sığındığımız yeni stüdyodaki derslere 8 kişilik sabah sınıfımdan sadece üç öğrenci geldi. Diğerleri benim derslerimi çok sevdiklerini ancak yeni yere gelemeyeceklerini bildirerek, paralarını geri istediler.
Onlara Istanbul’daki öğrencilerimin sabah yoga yapabilmek için bazen bir saat boyunca toplu taşıma araçları ile yolculuk ederek stüdyoya geldiklerini anlattım. Kibarca gülümsediler. İstanbul’da, derslerin çok erken saatte yapıldığından şikayet eden öğrencilere, Portland’daki öğrencilerimin sabah 6:15’de derse geldiklerini söylediğimde, onların da yüzlerinde böyle kibar bir tebessüm belirir.
Peki, öyle olsun. İstanbul’da saat, Portland’da mekan sıkıntısı. Hocalık eğitimi verdiğim öğrencilerime sık sık söylediğim gibi enerjimiz her şeye rağmen derse gelen öğrenciye yönelsin, soluğunu derse gelememe mazeretlerini sıralayanlara değil.
Neyse, yeni stüdyodan çıktım. (Nefis bir stüdyo bu arada. Yerler en kalitelisinden rabıta kaplı, yüksek tavanlar, tertemiz matlar, renk renk –jilet gibi katlanmış- yün battaniyeler…) Bu aralar bizim araba çalışmıyor. Ben bilmem, Bey bilir. Ben bisikletimi alıp çıkıyorum evden. Bisikletin önünde ve arkasında ışıkları var. Sabahın bir türlü aklanmayan karanlığında, yeni stüdyoya yakın ve Aylin’in keşfettiği o kafeye doğru pedal çevirdim. Yakınmış zaten. Bisikleti bağlayıp içeri girince baktım bir çam ağacı kafenin orta yerinde. Işıklar bezenmiş. Hemen yanında da çıtır çıtır yanan bir şömine. Kahvemi alıp şöminenin dibindeki deri yumuşak koltuklardan birine çöktüm. Tam kitabımı açmış keyifle bir yudum bir satır alacaktım ki gözüm önümdeki pencereden görünen manzaraya takıldı. Dışarıda koca koca taneleriyle kar yağmaya başlamış. Ama ne güzel bir görüntü!
Mutluluk!
Deri koltuğa, kahveme ve romanıma iyice gömüldüm.
İki gün önce ani bir kararla Middlesex’i yeniden okumaya başladım. Middlesex, Jeffrey Eugenides’in bence en iyi kitabı. Bundan beş-altı yıl önce şansa Bey ile aynı zamanda okumuştuk. O gün bugündür, romanın karakterleri ve olayları günlük hayatımızda bize eşlik ederler.
“Bak şimdi tam Desdemona gibi konuştun,” der mesela Bey arada sırada bana. Biliriz hangi Desdemona’dan bahsettiğini. Middlesex’deki Desdemona’dır. Ya da ben Uludağ’dan söz ederken Stefanides’lerin köyünün olduğu dağ var ya, orası işte derim. Hangi Stefanideslerden bahsettiğimiz kitaba referans vermesek bile ikimiz tarafından bilinir. Eşle, dostla aynı romanı okumanın yarattığı bağ pek güzel, pek özel bir bağdır. Birlikte dizi seyrederken oluşan bağdan daha sağlamdır fikrimce.
Şimdi biz Bey ile otobiyografimizi yazıyoruz. Öğrencisi bulunduğumuz Transpersonal Psikoloji eğitimimizde bize verilen bir ödev bu. Siz hiç otobiyografinizi yazdınız mı? Zor bir iş. Hayatınızı romanlaştırıyorsunuz. Herşeyi katamıyorsunuz tabii. Ödevin de anlamı amacı bu zaten. Kendin denen şeyi kurgularken hayatın, geçmişin hangi öğelerini ona katıyorsun, hangilerini dışarıda bırakıyorsun. Buna bakacağız hep beraber.
Benim otobiyografim, kadınca daireler çizerek ilerliyor. Bey’inki ise düz bir çizgide. Aramızdaki bu farkı konuşurken yine aklımıza Calliope ya da Cal geldi. Calliope Middlesex romanının esas kahramanı. Bir hermafrodit. Genetik olarak erkek ama cinsel organları dışarı değil içeri doğru gelişmiş olduğu için ilk bakışta dişi izlenimini uyandırıyor. Özellikle bebekken pipisinin gizli doğası nedeniyle oğlan olduğunu anlamaya imkan yok. Böyle böyle on altı yaşına kadar kız çocuk zannedilerek büyütülüyor Calliope. (Devamını yazmayayım alıp okuyun. Türkçeye de tercüme edilmiş. İnkılap Kitapevi tarafından basılmış. Türkçe ismi de Middlesex.)
On altı yaşına kadar kız çocuğu olarak büyütülen ama genetik olarak erkek olan Calliope’nin kendi hayatını anlattığı roman da haliyle hem dairesel hem de lineer özellikler taşıyor. Burada, romanının baş rolünü bir hermafrodite veren yazarın ustalığını görüyoruz. Hem kadın, hem de erkek olarak yaşayan bir insanın beyni nasıl kendi geçmişini nasıl algılar, nasıl aktarır? Yazarımız bence bu işi iyi kıvırmış. Sadece ben değil, başkaları da böyle düşünmüş olmalı ki Middlesex adlı romanı ile Jeffrey Eugenides 2003 Pulitzer ödülüne layık görülmüş.
Çıtır çıtır yanan şömine ile ışıl ışıl çam ağacının arasındaki deri koltuğuma gömülmüş, hafiften aydınlanan sabaha süzülerek düşen kar tanelerini izlerken ruhumun bir yanı beni orada bırakıp 1922 yılının sıcak bir Ağustos öğleden sonrasına, Kirazlı Yayla yakınlarındaki ufacık bir Rum köyüne (Desdemona’nın köyü), oradan Bursa’nın Türk, Rum, Ermeni ipek tüccarlarının pazarlık ettiği Koza Hana, oradan Fransız İngiliz subayların limanında limonata içtikleri Smyrna’nın çay bahçelerine…
Var mı şu hayatta iyi bir roman okumak gibi biri zevk?
Yarın: Shadow Yoga hareketlerini derslerimde kullanabilir miyim?


December 16, 2012
Yoga’da Merkez Bilinci

Mr. Iyengar Kandasana’da
Photo:www.bksiyengar.com
The Kundalini sleeps above the kanda (the place near the navel where the nadis unite and separate). It gives Mukti (emancipation) to the yogins and bondage to the fools. She or he who know her, knows Yoga.
from the Hatha Yoga Pradipika*
Hatha Yoga’nın öncelikli amacı beden, nefes ve zihin üçlüsünü merkeze çekmek. Merkez fiziksel bedende göbek deliğinin 6 cm aşağında ve arkasında bulunan bir nokta. Bireyin gerçeğe uyanışının bedenin enerjisini düzenleyerek geleceği prensibine dayalı olduğu diğer uygulamalarda olduğu gibi (zikr, sema, chi-qong, tai-chi, kikou, yi-jin-jing) Hatha Yoga’da da bu merkezin bir ismi var. Kanda.
Benim derslerime geliyorsanız sık sık “hareketleriniz merkezden kaynaklansın” dediğimi duyuyorsunuzdur. Bu kasları zorlayarak değil, nefes ve yerçekimine teslim olarak, dış kaslar serbest, iç kaslar aktif, dikkatinizi tam o orta noktadaki hayali kürede tutarak hareket edin, demek oluyor. Kolay iş değil! Hem de hiç kolay değil. Uzak doğu savaş sanatlarının (Martial Arts) özünde bu merkez enerjisi ile çalışmak yatar. Karate, Taekwando, Aikido, Kung Fu ustalarının çalışmalarındaki zerafet dış kaslarından değil, merkezlerinden gelen hareketlerden kaynaklanır. Rivayete göre gerçek bir Qi Qong hocası, kendisine gelen öğrenciye at pozunu gösterip yarım saat boyunca bu pozda durmayı öğrendikten sonra (ortalama on ay) geri gelmesini söylermiş. Öğrenci ancak o zaman hazır olacakmış qi qong öğretisini almaya!!!
Bırakın merkezden hareket etmeyi o merkezi, kanda‘yı hissetmek bile kolay değil. Beynimizle hemen algılayabileceğimiz bir bölge değil çünkü. İç kasların bölgesinde. İç kaslar beyinle değil, nefesle algılanan kaslar. Onların farkına varmamız zaman alıyor. Düzenli olarak nefes çalışmamız ve bandaları kolaylıkla uygular hale gelmemiz gerekiyor.
“Merkezden hareket etmek” ancak iç kaslar güçlendiği zaman anlam kazanan bir kavram. Kanda bedenin hareket, enerji ve ağırlık merkezi. (Başın ağırlığı burada dengeleniyor) Bir çok yoga hocası bu bölge için “belly brain” tabirini kullanır . Karın beyni. Tias Little kafamızdaki beynin bir diğerinin bu merkezde saklı (manevi bedene ait) olduğunu anlatmıştı. Ana rahminde büyümeye başlayan ceninin kafa beyni ve karın beyni ilk aylarda birbirine yapışık olarak gelişiyor. Ancak üçüncü aydan sonra omurganın gelişimiyle ayrılıyorlar. Ya da, daha doğrusu omurga aralarında köprü olarak hizmet görüyor, aslında hiç kopmuyorlar!
Hatha Yoga ustalarını seyrederken gözümüze çarpan ilk şey nedir? Bence zerafet. Zerafet, hangi sistemde çalışırsanız çalışın, merkezden, iç enerji kaynaklı hareket ettikçe, nefes ile yerçekimine kendimizi teslim ettikçe yogamıza yerleşiyor. Hareketlermize zerafet getirmeyi düşündüğümüzde (yoga sırasında veya günlük hayatta) daha az efor harcıyoruz. Bu da bizi prana tasaffurufuna götürebiliyor. Kendi enerjimizin tasarrufu! Bir pozdan diğerine geçerken “mümkün mertebe az hareket ve ses olsun” diyorum mesela. Zerafet parmak uçlarında atılan adımlardan değil, rafine ve duru hareketten doğuyor. Olabildiğince az sağa sola bakınarak, çıkardığımız seslerin farkında, fazlalıkları hayata katmadan, uyanık, dikkatli yaptığımız yoga çalışmaları bize dolu dolu bir hayat sunuyor.
* Kundalini kanda’nın hemen yukarısında uyur. (Bütün nadilerin birleşip ayrıldığı göbek deliğinin arkasındaki bölge) Kundalini yogiye Mukti (özgürlük), aptallara da tutsaklık getirir. Onu bilen kişi Yoga’yı da bilir.
Hatha Yoga Pradipika’dan alıntı.


December 3, 2012
Shadow Yoga Yeni Başlayanlara Uygun Mudur?

Foto: Kokia Sparis
Shadow Yoga ile ilgili olarak beni en çok şaşırtan sorulardan bir tanesi de şu:
“Benim yoga tecrübem pek yok. Shadow Yoga’ya başlamak için bir süre “normal” yoga derslerine katılsam, sonra sizinle çalışmaya başlasam daha iyi olur değil mi?”
Bu soru nereden geliyor bilmiyorum ama hep geliyor. Bana geliyor, benim arkadaşlarıma, öğrencilerime geliyor. Biz ne yaptık da böyle bir izlenim oluşturduk yurdumun yoga dünyasında en ufak bir fikrim yok. (siz biliyorsanız bana yazın lütfen)
Daha iki gün önce eski ve çok iyi bir dostum bana şu satıları yazmış:
“Ben ne zamandır düzenli olarak yogaya gitmiyorum. Şimdi Shadow Yoga’ya başlamak benim neyime?”
Bu soruya çok şaşırıyorum çünkü soru Shadow Yoga’nın temel ilkesiyle çelişiyor. Bu sistemdeki temel ilke, daha önce de yazdığım gibi, doğal yeteneklerinden kopmuş bedeni yogaya hazırlamak. Yani “ normal” yogaya gitmeden önce öğrenciler biraz Shadow Yoga çalışsalar bedenleri “normal” yoga dersinin hareketleri sırasında daha az zorlanır aslında. (Ama bir defa Shadow Yogaya başlayan öğrenci çok nadiren başka yoga dersine girme ihtiyacı duyuyor. Duyuyorsa o da sosyal sebeplerden oluyor genelde. )
Shadow Yoga Prelüdleri, adı üstünde prelüd. Hazırlık. Prelüdleri öğrenmek üç ila yedi yıl sürüyor. Toplam üç adet Prelüd var.
İlk üç ila yedi yıl arasında yogaya hazırlık yapıyoruz yani. Prelüde de öyle cup diye dalmıyoruz. Prelüde hazırlanmak da bir kaç ay alıyor. Başka sistem yogalardan gelenlerin zaten bildikleri şeyleri de yapmıyoruz. Başka sistemlerde gösterilen temel hareketler, Surya Namaskara (Güneşe Selam), Adho Mukha Şvanasana (Aşağı Bakan Köpek), Çaturanga (4 ayak) gibi pozlar Shadow Yoga prelüdlerinin ileri aşamalarında (ileriki aylarda) öğrencinin hayatına giriyor.
İlk aylar daha çok ayakların yere basması, bacakların güçlenmesi, nefesin hissedilmesi gibi en temel şeylerle geçiyor. Öğrenci poposunu, ellerini, başını, omuzlarını ilk aylar, bazen yıllar boyunca yere koymuyor. Ancak bu şekilde bir hazırlık aşamasından geçtikten sonra yere oturuyoruz. Omuz, baş duruşu gibi ileri asanlar ise ilk beş yıldan sonra öğretiliyor.
İlk önce ayaklar. Ayaklar yere bastıktan sonra elleri de yere koymaya başlıyoruz. Ancak o noktada Adho Mukha Şvanasana ( Aşağı Bakan Köpek) seriye dahil oluyor. Bu da öğrencinin becerisine bağlı olarak altı hafta ila altı ay içinde bir zamanda oluyor. Öğrenci önceki yoga hayatında isterse 600 defa Adho Mukha Şvanasana ( Aşağı Bakan Köpek) yapmış olsun, hazırlık aşamasındaki çökmeleri, at pozlarını, sivrisineki tam yapamıyorsa, Adho Mukha Şvanasana ( Aşağı Bakan Köpek) ya girmesi tekin değil.
Shadow Yoga sistemi öğrenciyi güvenli bir şekilde yogaya davet ediyor. Bence yogaya yeni başlayanlar için ennn uygun sistem. Bütün hareketler güvenli, sakatlanmaya mahal verecek bir poz yok. Ayakları yere basıp, nefes alıp veren herkesin sebat ettiği takdirde yapabileceği basitlikte hareketler.
Shadow Yoga’dan en fazla verim alan ve ona en çok bağlanan öğrenciler, -benim gördüğüm kadarıyla- daha önce başka sistemleri denememiş, yoga hayatına Shadow Yoga ile başlamış olanlar.
İşte bu sebeplerden dolayı çok şaşırıyorum bana insanlar biraz daha yoga yapayım, ondan sonra başlarım Shadow Yoga’ya diyenlere…


November 30, 2012
Günaydın
Sınır kapısındaki memur, “Uyandın mı peki?” diye sordu pasaportumu geri verirken. Arabanın yarıya kadar indirdiğim penceresinden uzattığım kolumu içeri çektim. Pasaportum ıslanmış. Yağmur, sanki gök delinmiş gibi yağıyor. Günlerdir, bir an bile soluk almadan bastırıyor da bastıyor sağanak!
“Uyandım inşallah” dedim onun asık esmer yüzüne tezat olsun diye kocaman gülümseyerek. “Malum önümde uzun bir yol var, bu yağmurda uyursam işim bitik.”
Hadi toz ol git, gibisinden baktı yüzüme. Paranı harcayacak başka iş bulamadın da mı kendini kurcalıyorsun?
Gaza bastım.
“Amerika Birleşik Devletlerine Hoş Geldiniz” dedi bir tabela.
Karanlık otoyola dalmadan, dönüp arkamda bıraktığım öteki ülkeye, Kanada’ya şöyle bir baktım. Bayrak el sallıyormuş gibi geldi.
“Yine gel Defne, hep misafirimiz ol!”
Gelirim komşu, gelirim. Öyle güzel bağrına bastın ki beni bu hafta sonu muhakkak yine gelirim.
Geçen hafta sonunu komşu Kanada’da, Awakening (Uyanış) adlı bir çalışmaya katılarak geçirdim. O yüzden soruyor işte sınır memuru uyandım mı diye.
Üç gün süren bu çalışmadan sonra uyandım mı sahiden?
Üç gün boyunca ormanlar içinde bir okulda, televizyon, telefon, internet, aile ve arkadaşlarımızdan uzak bir yaşam sürdük. Burnumuzun dibinde deprem olmuş, biz çıplak ayakla yağmur altında koşturuyorduk, fark etmedik. Hiç tanımadığımız koca bir grup insanla beraber uyuduk, yedik, içtik, ağladık, güldük ve evet beraberce uyandık!
Clear Mind adlı bir kişisel gelişim merkezi tarafından uygulanan Uyanış kursu, Kuraldışı Yaşam Okulu’nun yürüttüğü çalışmalara benzeyen bir kurs. İki psikologun rehberliğinde yapılan egzersizler sonucunda insanın kendini kısıtlayan davranış, inanış ve düşünce kalıplarını görmesini amaçlıyor. Egzersizler ilişki bazında yürütülüyor. Göz göze bakışmaktan tutun da, çocukluktan kalma acılı bir anının tiyatro olarak yeniden oynanmasına, oradan hücre bazındaki duygusal hafızanın nefesle uyandırılmasına kadar uzanıyor. Kimi egzersizlerde sizden bir kavga anında eşinize, annenize, babanıza, çocuğunuza söylediğiniz sözleri tekrarlamanızı istiyorlar, kimi egzersizlerde sol elinizi kullanarak hayat hikâyenizi yazmanızı…
Bütün bu çalışma ful kapasite yaşamamızı engelleyen kalıpları keşfetmek için. Çünkü bir maske var yüzümüzde ve bu maskenin ardından kurduğumuz ilişkiler sahici olmadıkları gibi, bize mutluluk da vaat edemiyor. Neden takıyoruz bu maskeyi peki? Istıraptan kaçmak için. Istırabın kaynağı ne? Korku, acı, şüphe… En çok da şüphe. İnsanın kendine dair duyduğu şüphe. Yeterince iyi, akıllı, sevilesi, değerli, önemli değilim şüphesi… Benim varlığım başkaları için bir şey ifade etmiyor korkusu…
Kendimize dair duyduğumuz şüpheler doğar doğmaz biçimlenmeye başlıyor. Ana babamızla kurduğumuz bağ şüphelerin niteliğini ve niceliğini belirliyor. Çoğu zaman yedi kuşak atalarımızın şüpheleri de bize miras olarak geçiyor. Ve bir ömür bir yandan bu şüphelerimizi doğrulayacak kanıtları toplayarak, öte yandan onlarla yüzleşmemek için, sıkıntılarımızın sorumluluğunu hep bir ötekine atarak geçiyor.
Böyle bir şablon.
Bu şablona gözümüzün açıldığı an bence hayatımızın dönüştüğü an. Ben bu şablonu ilk defa yoga yaparken gördüm ve bütün hayatım değişti. Yoga kendi gerçeğimize uyanmak için kullanabileceğimiz araçlardan bir tanesi. Bu uyanışı tetiklemenin geleneksel veya modern pek çok farklı yolu var. Clear Mind’ın düzenlediği Uyanış kursu modern tekniklerle insanı dönüştürmeyi amaçlayan bir çalışma. Yoga geleneksel bir yol. İkisini beraber kullanmanın bir mahsuru yok. Bütün yollar aynı kapıyı açıyor neticede.
Ve o kapının ardında karşımıza çıkan dünya başka bir dünya!
Uyanış anı çok önemli bir an insan hayatında. Ve dünya yüzünde ne kadar çok insanın gözü bu şablona açılırsa, ıstırap o kadar azalacak. Bu son cümlemin kulağa ne kadar iddialı gelebileceğinin farkındayım fakat ben bu hafta sonu bunun bir hayal, bir “niyet” değil, nesnel bir gerçeklik olduğunu anladım. Dünyanın kurtuluşu nehrin öte yanına geçmeyi başarabilen insanların sayısına bağlı.
Nehrin iki ayrı yakasında neler oluyor?
Uyanıştan Önceki Yakada (UÖY) yaşayan insanlar hayatta karşılaştıkları sıkıntılarla baş etmek için saldırı/suçlama yöntemini seçiyorlar. Istırabın sebebini hep kendilerinden dışarıda bir yerde arıyorlar. Onlara birileri hep bir şeyler yapıyor. Onların başına hep (dışarıdan bir yerden) bir şeyler geliyor. Dolayısıyla hayat, UÖY’de yaşayan insanların kendilerine dair duydukları şüphelerini doğrulayacak bir dolu kanıt sunmuş oluyor. UÖY’de yaşayan insanlar için evren dost canlısı bir yer değil.
Uyanıştan Sonraki Yakada (USY) yaşayan insanların da kendilerine dair duydukları şüpheleri var. Onlar da yeterince değerli/sevilesi/önemli/akıllı olduklarına inanmıyorlar. Onlar da çocuk olmuşlar ve aileleri ile kurdukları bağın niteliğine ve niceliğine göre kendi şüphelerini geliştirmişler. Fakat onlar bu şablona gözlerini açmış oldukları için hayatta karşılaştıkları acılı durumların yarattığı ıstırabın kendilerine dair duydukları şüphe ile ilgili olduğunun farkındalar. Dolayısıyla sıkıntı anında dışarıdaki birine saldırmak, birini suçlamak yerine, kendi şüphelerinden sıyrılarak olaya bakmaya çalışıyorlar. USY’de yaşayan insanlar için evren dost canlısı bir yer.
Diyelim ki benim kendime dair duyduğum şöyle bir şüphem var:
Ben yeterince sevilesi/değerli/başarılı/iyi bir insan değilim. (Kimsenin sevgisine layık değilim.)
Bu şüpheyle yaşarken diyelim işten atıldım, ya da sevgilim beni terk etti, karım beni aldattı ya da daha acılı örneklerde babam tarafından dövüle dövüle büyüdüm ya da amcam bütün çocukluğum boyunca bana tecavüz etti.
Bütün bu acıları kendime dair duyduğum şüpheyi beslemek için kullanmış olabilirim. Yani derim ki yeterince sevilesi/değerli/başarılı/iyi bir insan değilim. Bu yüzden:
Patron beni kovdu.
Sevgilim terk etti.
Karım aldattı.
Babam dövdü.
Amcam tecavüz etti.
Ya da bütün bu acıların benim kendi öz şüphemden bağımsız olduğunu görebilirim. Bu da ancak kendime dair şüphelerimde yanıldığımı fark edebilirsem olabilir. Bütün bu acılar ben değersizim diye değil, yüzlerce başka faktörün bir araya gelmesiyle hayat buluyor. Amcasının tecavüzüne uğrayan çocuk, başına gelenlerden kendini sorumlu tutuyor. Ben daha iyi/başarılı/akıllı bir çocuk olsaydım, amcam bana böyle yapmazdı diyor. Oysa biz yetişkinler bakınca net bir şekilde görüyoruz ki çocuğun kendine dair şüphesinin olayla ilgisi yok. Amcanın tecavüzünün arkasında kim bilir neler yatıyor? Katman katman öz-şüphenin ıstırabıyla yüzleşmemek için başvurulan saldırı ve suçlama var orada da. Masum bir çocuğun hayatını sonuna kadar karatmış olsa da, bu bakış açısına göre aslında amca da masum. (Bizler için hazmetmesi en zor olan bölüm bu. Ama şimdi bu yazıda oraya girmeyeceğim.)
Tecavüze uğrayan çocuğun öz-şüphesinden yola çıkarak yürüttüğü aklın, gerçekten ne kadar uzak olduğunu ve esas olayla hiçbir bağlantısı bulunmadığını görüyoruz değil mi? İşte bu durum bizim başımıza gelen bütün ıstıraplı, sıkıntılı durumlar için geçerli. Bir erkek beni değil de bir başka kadını tercih ediyorsa, bunun sebebi benim değersizliğim, sevimsizliğim değil, onun ihtiyaçları, zevkleri, kendi hayatında gelmiş olduğu nokta. Ama ben bunu ancak ve ancak kendimin sevilesi ve değerli bir insan olduğuna inanırsam görebilirim.
Einstein’a sormuşlar.
“Sizce hayattaki en önemli soru nedir?”
“Evren dost canlısı bir sistem mi, yoksa değil mi? Her şeyin açıklaması bu sorunun cevabında gizli işte!” demiş.
Evrenin dost canlısı bir yer olduğuna inanman gerek öncelikle. Bütün mesele burada!
Başka türlüsü mümkün değil.
Böyle bir şey işte sayın memur uyanmak. Bana toz ol gibisinden bakan asık yüzünüzün benimle ilgili bir durum olmadığının farkındayım. Ben sadece sevilesi bir insan olduğum gerçeğine değil, sevginin ta kendisi olduğum bilincine uyandım.
Umarım siz de kendinizi benim sizi sevdiğim kadar seversiniz.
Günaydın hepinize!
KD © 2012 Her hakkı saklıdır. Sitedeki yazılar izinsiz ve kaynak belirtmeden başka yerde yayımlanamaz. Ancak yazıları yazar ismi ve kaynak belirterek ya da dergiye link vererek paylaşabilirsiniz.


November 26, 2012
Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik!

Foto: Kokia Sparis
Geçen yazıdasorduğum soruya verdiğiniz cevaplar için teşekkür ederim. Sorunun bir tek doğru cevabı olmadığını siz de anlamışsınızdır sanırım. Sorunun tek bir cevabı yok ama herkesin içine düştüğü durumun tek bir adı var: O da huzursuzluk. Fiziksel rahatsızlık psikolojik huzursuzluğa yol açıyor. Yoga dersinde hocamız bizi bir pozda uzun uzun tutarken hissettiğimiz şey huzursuzluk.
Yorum yapan okurlardan Özgür’ün pek güzel belirttiği üzere şimdi burada yazacaklarım yogaya özgü durumlar değil. Başka araçlar kullanarak da benzer dönüşümler, hayatı kısıtlayan kalıpların kırılması süreci yaşanabilir. Sanmayın ki yoga tek ve mutlak yoldur. Benim yolum yoga olduğu için oradan çıkarak dönüşümü anlatabilirim. Sizin yolunuz başka ise siz yazacaklarımı o yola uyarlayarak düşünebilirsiniz.
Huzursuzluk ruhu, bedeni, nefesi ele geçirdiği zaman yaşadıklarımız çok aşamalı bir süreç.
İlk aşama Saldırı/Suçlama aşaması. Bir diğerini ya da kendini suçlama aşaması bu.
Hepimizin bir iç sesi var. O konuşmaya başlıyor. İlk ses, ilk tepki en alışık olduğumuz, ve içine doğduğumuz kültürden ve daha çok da aileden getirdiğimiz tepkimiz. Büyürken etrafımızda gördüğümüz ilişki şekilleri ve ana-babamızın bize bizimle ilgili anlattıkları hikaye ile oluşuyor bu ilk tepki. Ana-babamızın bizlere kendimiz hakkında verdiği bilgi illa ki sözle ifade edilen bir bilgi de değil. Onların durumlara verdikleri duygusal tepkiler, yüz ifadeleri, davranışları, nelere sevinip, nelere üzüldükleri gibi durumlardan bizim çocukken toplamış olduğumuz verilerle hayat buluyor bu bilgi.
Aileden getirdiğimiz alışkanlıklar doğrultusunda bazılarımızın iç sesi onu derhal suçlayacak bir öteki arayışına itiyor. Huzursuzluğuma sebep olan birisi/bir şey var. İlk önce tabii hocaya kızıyor, psikolojisi bozuk diye düşünüyor, kendi egosu vs yüzünden bizi burada tutuyor diyor. Bu aşamada takılmamak için tecrübesine ve size zarar vermeyeceğine güvendiğiniz bir hocanız olması çok önemli. Huzursuzluk anında hep bir diğerini suçlamaya alışmış zihin, içine düştüğü huzursuzluğun sorumluluğunu eşlerinde, dostlarında, ana-babalarında veya sınıftaki diğer öğrencilerde, ya da ne bileyim aşağıdaki caddede kornaya basan adamda veya stüdyonun kapısının önünde gülüşen kızlarda bulabilir.
Huzursuzluk anında okları çevirdiğimiz bir diğer kişi de elbette kendimiz. Kendi huzursuzluğundan kendinin sorumlu olduğunu kavramış zihinler bu sefer aynı saldırı/suçlama kalıbını kendi üzerlerinde denemeye girişiyorlar. İç ses başlıyor oklarını yağdırmaya. Kendimize.
Mesela yorumcularımızdan birisi beceriksizliğinden dem vurmuş. Örnek verdiğimiz yoga dersinde o pozda uzun uzun dururken (duramazken) ne kadar beceriksiz olduğunu düşünüyor. Huzursuzluk anında iç ses ona kendisiyle ilgili şüphesini (beceriksizim ben galiba) tekrarlıyor.
“Evet sen beceriksizsin, bak duramıyorsun bile şu pozda.”
Bu şüphenin gerçekle bir bağlantısı yok tabii. Öğrenci gayet becerikli. Ama bir şeye inanmış zihnin gerçeği görmesinin ne kadar zor olduğunu hepimiz biliyoruz. Hani bir resim vardır. Bir bakarsınız yaşlı kadın, bir bakarsınız genç kadın görünür. Sadece genç kadını görenler orada başka bir resim daha olduğunu söyleseniz bile göremez, bir de sizi saçmalamakla suçlarlar. Öyle bir durum. Kendi zihin-ego-nefs sistemi ile ilişkimiz.
Belki de beceriksiz olduğuna inanan öğrencim bu karara ne zaman ve nasıl varmış? Ana-babası büyürken bunu kendisine tekrarlamış olabilirler. Annesi kendini de dahil ederek kızına beceriksiz olduğunu hissettirtmiş olabilir. “Beceriksiz ailenin beceriksiz kadınları olarak bakalım bu işin üstesinden nasıl geleceğiz vs” gibi iyi niyetli yorumlarla. Ya da “Dur sen yapamazsın, bırak ben yapayım” gibi aşırı korumacı tavırlarla kızına beceriksiz olduğunu hissettirtmiş olabilir. Belki de babası annesine şöyle söylemiştir. “Bu kız yazık senin gibi becerikli olamadı, ablama çekmiş.”
Ne olmuşsa olmuş, hepimiz kendimize dair bir takım şüpheler geliştirmişiz. Fiziksel rahatsızlıktan doğan psikolojik huzursuzluk durumunda da bu şüpheler hemen su yüzüne çıkmış. (ki çıkmalı, yoganın işleyiş biçimi bunu gerektiriyor. O yüzden huzur arayışı içinde yoga dersine gelenler bir şaşalıyorlar ilk önce.)
İlk iç ses kendimize dair duyduğumuz en derin şüpheyi su yüzüne çıkarıyor. Bakınız ne şüphelerimiz var:
Beceriksizim, başarısızım, yeteneksizim, herkesten kötüyüm, rezilim, utanç kaynağıyım, disiplinsizim, ideal öğrenci değilim, bana göre değil bu işler, tembelim, daha fazla çalışmalıyım, yeterli değilim.
Şüpheler de kişiden kişiye değişse de aşağı yukarı “yeterince iyi değilim” teması etrafında döndüklerini söyleyebiliriz. Ötekinden çok kendini suçlamaya meyilli öğrenciler bu şüpheler listesini suyunu çıkarana kadar kullanıyorlar huzursuzluk anında
Peki suçlamayacaksak kimseyi ve kendimizi o halde ne yapacağız? Bu işte ikinci aşama. Kaçma aşaması. Pes etme, hoca bakmazken pozdan çıkma, bahane uydurma (kendine ve hocaya karşı) ve kendi kendine karar verme mekanizması çalışmaya başlıyor. Yine hocaya güvenmemekten gelen bir bahane. “Ben kendim için iyi olanı herkesten iyi bilirim.”
Fiziksel rahatsızlık geçince psikolojik huzursuzluk da geçti sanıyoruz ve bir kısmımız işte böyle böyle yoga yapıyoruz. Kaçarak. Hayatımın ennn kötü dersinde benim gösterdiğim seriyi yapacaklarına burunlarının dikine giden o öğrenciler de aslında benim gösterdiğim serinin bedenlerinde ve ruhlarında yarattıkları rahatsızlıkla yüzleşmek istemedikleri için başka hareketler yapmaya başladılar. Onlar yogaya bir tatlı huzur bulmaya gelmişlerdi, huzursuzlarının aynasındaki akislerini seyretmeye değil.
Oturup da huzursuzluğu seyretmektense ondan kaçınmak daha kolay, daha iyi bildiğimiz, daha çok alışık olduğumuz bir şey. Canımız sıkılınca yemek yemek, içki, sigara içmek, hemen birilerine telefon etmek, sokağa çıkmak, internette oyalanmak…Bunların hepsi huzursuzlukla yüzleşmemenin yolları. Huzursuzluk geçmiyor tabii. O pozdan çıkınca zayıf bacaklarımız güçlenmiyor elbette. Sadece onların güçsüzlüğünün verdiği rahatsızlığı artık hissetmiyoruz. Aynı poz bir dahaki sefere aynen kaslarımızı, kulaklarımızı yakacak. Aynı şey günlük hayatta duyduğumuz huzursuzlukla yüzleşmek yerine ondan kaçındığımızda başımıza geliyor. O orada duruyor, biz sosyalleşerek, ya da sigara içerek, ya da yemek yiyerek onu bir süreliğine hissetmiyoruz sadece.
Saldırı, suçlama ve kaçma adımlarını aştıktan sonra en son aşamaya varıyoruz. Bazı yorumlarda çok güzel ifade edilmiş bu aşama. Bir az önce duyduğumuz acının birden bir ferahlama hissine dönüşmesi, zihnin kalıplarının çözülme anı. Huzursuzluğun gözünün içine dosdoğru bakabilme, onu olduğu gibi (analiz bile etmeden) yaşayabilme anı. Dönüşüm, özgürlük aşaması.
İşte bu yoganın başladığı an!
Eh şimdi, yogaya giden yol böyle çetrefilli, böyle huzursuz bir şey iken bir tatlı huzur almaya gelenleri tutamıyorsunuz tabii sınıfta!


November 25, 2012
Shadow Yoga Yazıları: Öğrenci mi Müşteri mi?
Geçen yazıyı bitirirken öğrenciyi memnun etme, eğlendirme odaklı yoga derslerinin öğrenciye bir şey öğretmeyeceği gibi var olan kalıpları büsbütün pekiştireceğini belirtmiştim. Biraz bu konuda yazmak istiyorum. Ama önce şu ayrımı yapma ihtiyacındayım:
Eğer yoga hocası iseniz karşınızda iki ayrı cins insan çıkıyordur. Dersinize “öğrenci” olarak katılanlar ve dersinize “müşteri” olarak katılanlar.
Asırlar boyunca yoga bilgisi hakeden öğrenciye ustası tarafından damla damla aktarılmış. Öğrenci sabır, sebat, aşk ve kayıtsız şartsız bir güvenle ustasına teslim etmiş kendini. Alemin sırlarını keşfetmek önce kendini keşfetmek geçermiş. İlk once bunu öğrenmiş. Kendini keşfediş nefsi terbiye etmekle başlarmış. Yoganın ilk yılları nefsin (zihin-ego) kalıplarını izlemek ve bu kalıpların hayatı tam kapasite yaşamayı engellediği noktalarda onları dönüştürmek üzerine kuruluymuş. Öğrenci ustasının sözüne harfiyen uymazsa kendi kalıplarının tuzağına düşeceğini bilirmiş.
Shadow Yoga işte bu geleneksel temeller üzerine kurulu bir yoga sistemi. “Shopper” diye tabir edilen yoga öğrencisi aslında öğrenci değil, müşteri. Baş öğretmenimiz Zhander Remeye ve onun yarattığı bu sisteme baş koymuş biz Shadow Yoga hocalarının mücadelesi yogayı tüketilecek bir mal olmaktan çıkarıp, ona orijinal statüsünü yeniden kazandırmak. Yoga, ruhun özgürlüğüne kavuşması için insanın izlediği tinsel yollardan bir tanesi. Bu kadar. Zhander Hoca’nın deyimiyle, “ Ruh’u ruh olmayan her şeyden arındırma çabası.”
Global kapitalist sistem her şeyi metalaştırdığı gibi yogayı da bir mal halinde paketleyip bize sunuyor. Yoga stüdyosu açmak şimdilerde “çok iyi bir yatırım” olarak görülüyor.

Foto: Özcan Yüksek
İnsanlar yoga hocalığı yapmak üzere büyük şirketlerdeki işlerini bırakıyorlar. Bazı yoga hocalarının bugün menejerleri var. Sınıflar ne kadar büyükse yoga hocası o kadar başarılıymış gibi algılanıyor. Kimse durup da bilginin sahiciliğine bakmıyor bile. Ünlü bir sanatçının konserine gidermiş gibi koşa koşa şehre her gelen yıldız yoga hocasının derslerine koşuyoruz. Ne kadar çok kursa, workshopa, ünlü hocanın dersine katılırsak o kadar iyi yoga öğrencisi/hocası olacağımızı zannediyoruz. Ne kadar çok tüketebilirsek o kadar iyi!
Yoga satın alabileceğimiz bir şeymiş gibi bize sunulunca biz de bilgisayar alırken yaptığımız gibi yoganın da en iyi ve en hesaplısını aramaya girişiyoruz. Beğenmezsek geri verme hakkımız olsun istiyoruz. Dersten çıkıp gitme, ya da kafamıza göre hareket etme özgürlüğümüz olduğunu sanıyoruz. Günümüz dünyasında müşteri olarak varolma biçimi hepimiz gayet iyi biliyoruz çünkü. Müşteri her zaman haklıdır.
Peki hem yetişkin hem de öğrenci olarak varolma biçimini biliyor muyuz? Korktuğumuz için değil, aktarılan bilgiye ve bilgiyi aktaran kanala saygı duyduğumuz için bir dersi pür dikkat dinlemeyi, zorunda olduğumuz için değil, bizi bizden özgürleştirdiği için severek bir derse gitmeyi biliyor muyuz? Yaradan’ın, kainatın, insanın aşkıyla tekkeye koşan dervişler gibi yaşadık mı hiç? Bildik mi böyle bir varoluş biçimini?
Yoga öğrencisi olmak böyle bir varoluşu gerektiriyor çünkü. Müşteri olarak yaşanacak bir şey değil. Ucunda bir belge, bir sertifika, bir rütbe, bir sınıf atlayış durumu var mı yok mu diye araştıran kafaların alacağı bir varoluş biçimi değil bu. Alışveriş yok, aşk var.
Siz var mısınız?
Yoganın varolan ve insanı kısıtlayan davranış kalıplarına olan etkisine gelince…Yok oraya varmadan size bir ödev vereyim. Yoga öğrencisi olanlar aşağıya yorum yazsınlar. Sorum şu:
Yoga dersindesiniz. Sınıf kalabalık. Hoca hepinizi zorlayan bir poza sokuyor ve orada tuttukça tutuyor. On nefes oldu hala pozdasınız. Ne hisseder, ne düşünür ve ne yaparsınız. Hadi bakalım. 5 dakikanız var cevap vermek için.
Hepinize sevgiler. Ben yarın yine buradayım. Beklerim.

