Defne Suman's Blog, page 35

February 21, 2013

İstanbul Yazıları: Beyoğlu’nun Arka Sokakları

Biz küçükken Beyoğlu’nun arka sokakları biz yasak yerlerdi. Ve her yasak yer gibi oralarda dolaşmanın tadına doyum olmazdı. Şimdi size bu satırları Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir internet kafe’den yazıyorum. Eskiden gelsek anamızın babamızın yüreğine inecek o izbe sokakların bir tanesinin köşesindeki eski bir taş  binanın üçüncü katında kafeden çok devlet okullarındaki dil labaratuarlarını andıran floresan ışıklı  bir odada dört adet genç oğlan, bir turist kızcağız bir de ben hücrelerimize çekilmiş, internet mucizesini tecrübe ediyoruz. Floresanı, yerdeki muşambadan parkeleri, avaz avaz bağıran radyodaki reklamların kalitesizliğinden hiç de etkilenmiyormuş gibi görünen kibar amca biraz önce bana ve önümdeki hücreden THY bileti alan turist kıza çay ikram etti. Amca buranın sahibi sanırım. Mal sahibi, işletme sahibi, internet sahibi…Artık bilmiyorum tam olarak neyin sahibi, ama o bir Sahip. Kibar, saygılı, kendinden emin. Onun bilgisayar ışıklarının uzağındaki köşesinden yayılan varlığı yan hücrelerde kim bilir ne yapan oğlanların şamatasını engelliyor. Bırakın şamatayı bir yana yeniyetmelerin çoğunluk nüfusu oluşturduğu odamızda çıt çıkmıyor. Sahib’in sessiz otoritesi hepimizi içe dönmeye heveslendirmiş olsa gerek…Amcadan mükemmel yoga hocası olur!


Neyse diyorum ki Beyoğlu’nun arka sokaklarının bize yasak olduğu zamanların üzerinden yıllar, yaşlar geçti. Aynı sokaklarda hala o pis adamlar geziniyor. Onlar nedense hiç değişmiyorlar. Pis sakalları, öbek öbek olarak işsiz güçsüz dükkanların önünde takılmaları, sokağa dönen tekil kadınlara meydan okur gibi bakmaları, ortalık yerde oralarını buralarını kaşımaları filan bunlar hiç değişmiyor. değişen benim onlarla ilişkim. Değişen benim tavrım. Artık onları varlığıma tehdit olarak algılamadığım gibi, gözlerinin içine bakıp onların hikayelerini merak ettiğim de oluyor. Bazen. Çoğunlukla aldırmıyorum onlara. Beyoğlu’nun arka sokakları artık sadece onların değil, benim de mekanım oldu çünkü. Beni görür görmez gözlerini üzerime dikseler de, onlar biliyor ki bu sokakları artık biz paylaşıyoruz.


İşte öyle bir gün. İstanbul’da 30. gün. Kendime alışma süresi için 40 gün vermiştim. Kırkıncı günde yeniden İstanbul’lu olacağım. Şu aralar hala biraz akvaryumdaki balıklara bakar gibi bakıyorum etrafıma. Metrodan hep beraber iniyoruz. Çok ayaklı bir organizma gibi yürüyoruz. Beraber hareket ettiğim diğer bacakların bedenlerinden bağımsız hareket etmeme imkan yok. Yavaşlayamam, ters yöne gidemem, isyan edemem. Usul usul kalabalığın akışına teslim ediyorum kendimi.


Ama Beyoğlu’na çıkınca ben yine tek ve kendimim. Tek başıma yemek yediğim yerler var. Arka sokaklarda. Benim arkadaşlarım zamanla Beyoığlunu terk ettiler. Benim Tayland’dan, Portland’dan İstanbul’a tatile geldiğim yazlarda ”Biz artık Beyoğluna çıkmıyoruz” dediler. Ben de tek başıma çıktım. Arka sokaklara tek başıma daldım.


İstanbul öyle bir şehir ki her köşeden bir başka alem çıkabiliyor karşınıza. İnsan bu sokaklarda gezmeye vakit ve enerji ayırırsa ve bir de gözü çirkinliklerin arasından hayata dair olan ayrıntıyı seçme terbiyesine sahipse, bu şehirde Evliya Çelebi olur. Ben bugün öyle arka sokaklarda gezineyim diye çıkmamıştım aslında sokağa. Yunanca dersimden sonra birkaç saat boşluğum vardı, o sırada bir yazı yazayım bari, şu okurlarımı çok ihmal ettim diye düşünerek bir kafe arıyordum. Bilgisayarımı da yanıma almamışım bu sabah, artık defterime yazarım diye diye karnımı doyurmak üzere müdavimi olduğum lokantalardan birine girdim. Tanıdıklar vardı. Beraber oturduk. Dedim,


“Bana iki saatliğine verebileceğiniz bir bilgisayarınız var mı? “


Dediler,


“Yok ama. Internet kafeler ne gübe duruyor? “


Dedim,


“İnternet kafe mi kaldı ya?” (En Tayland’da ottan çatılı bir kulubede Yasemin’le internete bakmıştık. Etrafımız yine aynı şimdiki gibi yeni yetme oğlanlarla doluydu.)


O ara garson atıldı,


“Bak dedi şu karşıki sokağa gir, sonuna kadar yürü, sola gir. Orada köşede bir tane var.   Neon ışıklı tabelasını görürsün zaten.”


Gidip yazı yazabilir miyim orada?


Karşıki sokağa girdim. Adamlar dönüp bana baktı. Yola devam ettim. Köşede bir polis memuru oturmuş kürdanla dişlerini temizliyor. Gayrı ihtiyarı başımı öne eğdim. O hortum polisin ün saldığı karakolun sokağı buralar. Köşedeki binanın önünde zınk diye durdum. Yeşil panjurlu, siyah ferforjeli bakımlı taş bir Rum binası. Bir daire satılık. Hemen içeri daldım, asansör var mı diye bakmaya. Yokmuş. Ama her bir dairenin önünde çiçekler, zevkli kapı süsleri, konser tiyatro posterleri…Keşke biz de bu binada yaşasak. Belki de giriş katındaki daire satılıktır. Emlakçının numarasını not ettim. Hayal malzemesi çıkar diye.


Tam telefonu cebime koymuş sola dönecektim, yine. Zınk. Bu sefer neden durduğumu öyle hemen anlamadım. Neden sonra bir kırtasiyeci vitrinine baktığımı fark ettim. Vitrine vitrin demeye bin şahit. Üç basamakla inilen kuytu karanlık dükkanın içindeki her bir malın üstüste alt alta yığılmış olduğu bir cam bölme. dağımıklık değildi beni şaşırtan ve zınk diye durmama neden olan. O karışıklıkla üst üste alt alta vitrine yığılmış malların kendisi idi. Annesi ile sokakta yürüyen çocuğun oyuncakçı vitrini önünde birden durup annesini çekiştirmesi gibi bir şeydi benimki. Gibi filan değil, tastamam o halin kendisi idi çünkü vitrindeki mallar benim çocukluğumdan kalma oyuncaklardı!


Bayramlarda sınıfı süslediğimiz yaldızlı kedi merdivenleri, grapon kağıtları, Japon fenerleri, Atalı minik bayraklar (camlara asılan), plastik bebekler, pergel takımı, kırmızı kalem, dolma kalem, hokka, mürekkep, blok fülüt. Burası, dedim herhalde kapalıdır. Eski bir kırtasiyecinin deposu filandır. Tozlu, puslu cam kapısından içeriye bakmak için bir adım atınca ilkokul 2. sınıf önlüğüm gibi solmuş gibi bir kağıt bayrakla burun buruna geldim. Bayrağın arkasından gördüğüm kadarıyla içeride bir adam vardı ve eğer ki yoga yapmıyorsa, oyuncakçının yaşlı sahibi içeride namaz kılıyordu. Rahatsız etmemek için oradan uzaklaştım ama aklım o renkli tuşlu melodikada kaldı. Buradan çıkınca yine bakarım belki. Bir rüyadan ibaret değilse tabii o dükkan.


Size yazdığım bu dakikalar arasında bana ikinci çayımı getiren Sahib ile biraz sohbet ettik. Yunan televizyonundan dizi seyrediyordu. Hayırdır dedim. Dedi, “Ben Cihangir’de Rum komşularla büyüdüm. Hepsi, ne yazık, göçmek zorunda kaldılar. Şimdi işte internetten Yunan televizyonu seyrederken yine onların seslerini duyar gibi oluyor, çocukluğuma dönüyorum. “


Ezan başlayınca televizyonun sesini kıstı.


Esrarlı köşeleri ve sürprizler dolu insanları ile Beyoğlu’nun Arka Sokakları’nı ne çok severim.


İstanbul yazıları devam edecek.


Cümleten Hoşgeldik!


 


 


 


 



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 21, 2013 05:27

February 5, 2013

Of Yazamıyorum!

Of yazamıyorum. İstanbul’a her dönüşümde ilham kuyuları kuruyor. Jet lag yüzünden mi, geçiş sıkıntısından mı bilmiyorum. Belki benim yazdığım saatlerde İstanbul kafeleri daha kepenkleri kaldırmamış oldukları için. Doğup büyüdüğüm yeşil apartmanın altıncı katından hiç eksilmeyen Gayrettepe trafiğini seyrediyorum. Bulaşmadan, dışarı adımımı bile atmadan. Altıncı kat penceremden, bir güne on altı tane program sıkıştıran ve hepsine ucu ucuna da olsa yetişen insanları seyrediyorum. 


Çocukluğum boyunca yetişkinlerin dünyasını izlediğim bu koca pencerelerden dışarı bakarken yine çocuk oluyorum. Huysuz, uykusuz ve koşturmacadan muaf tutulmuş…


Şimdilik halim budur…


Yine yazacağım tabi. 



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 05, 2013 10:26

January 30, 2013

Uzakları Yakın Etmek

408499


Portland’dan İstanbul’a uzanan yol dünya üzerinde yapabileceğiniz en uzun uçuşlardan biri. İlk ayağı on bir saat sürüyor. Kutupların üzerinden dönüp kuzey Amerika’dan kuzey Avrupa’ya iniyoruz. Oradan sonrasına çantada keklik gözüyle bakıyoruz ama aslında en zor kısmı –benim için- ondan sonrası. Tam uyku saatime denk gelen bir zamanda, kuzey Avrupa’da gün daha yeni başlıyor. Sadece ışığın, güneşin varlığı değil, güne yeni başlayan insanların hızı ve telaşı da perişan ediyor beni, tam yatakta olmak istediğim saatlerde. Amsterdam Schippol Havaalanında benim gibi saati geldi mi muhakkak uyumak zorunda olanlar için hücreler var. Vapur kamarası gibi odalar ama penceresiz. Bir yatak, bir banyodan ibaret hücreler. Bir siz, bir de orta büyüklükte bir el bagajı sığar o kadar. Bir kaç saat sonra Amsterdam’a indiğimizde hücremize çekileceğiz. Akşama kadar uyuyacağız orada. Ancak ondan sonra İstanbul uçağına binecek hale geleceğiz.


Hareketsizlik, açlık, susuzluk değil, uykusuzluk benim için yolların en zor kısmı.


Bu uzun uçuşu kafamda üçe bölmeyi seviyorum. İlk 3 saatte heyecanlıyız. Bey ile kıkırdaşıp, sohbet ediyoruz, çay kahve, yemek servisi oluyor. İkinci  saat dilimine başlarken yavaş yavaş herkes kendi dünyasına çekiliyor. Bu dilim dört saat sürüyor. Son dilimde (o da dört) saat artık gözler kanlanmış, üretkenlik düşmüş, midedeki gaz balon yapmış oluyor…Belki bir film, belki biraz kestirmek…


Biz ikinci dilime başlarken Bey karşımızdaki ekranda gösterilen berbat filmi seyretmeye daldı. Ben iniş, kalkış ve ikaz ışıkları yandığında kapatmak zorunda olduğumuz elektronikler yüzünden kindle’dan rahat rahat okuyamam diye evden çıkarken el bagajıma bir de kağıttan kitap atmıştım.  Oya Baydar’ın O Muhteşem Hayatınız romanı. Bey berbat filmine dalınca ben de OMuhteşem Hayatınız‘ı koklaya, okşaya okumaya başladım. Daracık koltuklar arasında simit, çatak, saray burması şekillerinden birinden diğerine girdiğim dört saatin sonunda romanı bitirmiştim.


Bitirdiğimde koltuklar arasındaki dar koridorda yürüyüşe çıktım. Bilgisayarlarına ya da ekranlarına bakmayan uyanık insanlar yanlarından geçerken  beni şöyle bir incelediler. Beni almış bir düşünce. Bir değil bin düşünce…Çok şey var kitapta. Şimdi size romanı anlatacak değililm, korkmayın, tek kelime bile etmeyeciğim kurgusu hakkında! .  Çok iyi bir roman bir kere. Oya Baydar zaten çağdaş Türk edebiyatı dünyasındaki yeri sağlam bir yazar. (Ayrıca çok sevdiğim, ergenlik yıllarımda beri elimden tutmuş olan bir teyzemdir de.)


***


Roman farklı yönlere, yörelere götürüyor bizi. ‘38 Dersim soykırımı etrafında dönüyorsa da, trajediyi olgunlukla, drama dökmeden yansıtıyor. Topraklarımızda yaşanmış acılar ve yerlerde sürünen farkındalığımız içimi yaktı elbet. Kendi kuşağımın bilgisizliği, ilgisizliğ, vakitsizliği…Beyni yıkanmış bir kuşağız biz. Yıkanmış ve sonra geçmişe bakan pencereleri sıkı sıkı kapanmış. Bir kaç saat Amsterdam’da uyuyacağımız hücre gibi, gerçeklikten kopmuş. “Görmüyorum, öyleyse yoktur” diyen bir kuşak.


Neyse ben şimdi soykırımları, sürgünleri, zorunlu mübadeleleri ve bütün bunların Lise 1 Milli Tarih kitabındaki metinlerde anlatıldığı gibi yaşandığına sahiden inanan biz saftirikleri yazmak için geçmedim ekran karşısına. Aklıma takılan düşünce siyaset, tarih veya sosyoloji ile ilgili değil, yogaya dair bir düşünce.


Bir düşünce de değil, bir sıkıntı aslında. Nadiren çıkar su yüzüne. Hindistan’da gezerken Türk ve yoga öğrencisi olduğumu öğrenen Müslüman bakkalın yüzünde beliren hayal kırıklığını gördüğümde de içime aynı sıkıntı yayılmıştı. Sonra Hindistan’ın farklı yerlerinde, farklı insanlardan duyacağım soruyu ilk önce otelin köşesindeki bakkal sormuştu bana:


“Müslümansan neden yoga yapıyorsun? Namaz kılsana!”


Yok, içime yayılan sıkıntı neden namaz kılmadığımla ilgili değil. Tek tanrılı, kurumsallaşmış, organize dinlere gönlüm hiç akmadı. Dogma yerine tecrübeyi tercih ettim. Hayatımda hiç namaz kılmadım ama kendimi bildim bileli dua ederim. Kiliseleri, Hindu tapınaklarını, sinagogları da camileri sevdiğim gibi severim. Hepsinde ilahi olana dair bir iz, bir his vardır. Kendimi sahiden de tanrıya yakın hissederim. Tek tanrılı dinlerin tasvir ettiği gibi bir cennete, cehenneme inanmaya yüreğim el vermez. Esirgeyendir benim yüreğimde Tanrı. Korku değil, sevda hissederim O’na karşı. Dini hayatlarına katmamayı seçmiş bir ailenin içinde büyürken,  kendi inancım ve ilahi olana aşkım bütün organize dinlerin uzağında, yüreğimde filizlenmiştir.


Ne ile ilgili peki o zaman Hintli bakkalın sorusunu duyduğumda, Oya Baydar’ın romanını okuyup bitirdiğimde karnımda hissettiğim sıkıntı?


Ben, çoğunuzun bildiği üzere, yogya başladığımda inancımı tandım. Çocukluğumdan beri yüreğimde büyüttüğüm Yaradan aşkı, yoga yaptığım ilk gün vücuda geldi, anlaşılır bir tecrübeye dönüştü. O günden beri evrenin sırlarına kulak vermek ve kendi yüreğimde saklı sevda ile buluşmak için hergün yoga yapar oldum.


Doğrusunu isterseniz, başka yol bilmediğimden ben yogayı seçtim.


İçimdeki sıkıntı beni kendime, herkese, ve bütün aleme kavuşturan bu yolun kendi kültürümden çok uzaklarda bir yerlerde çıkmış olmasından kaynaklanıyor. Yoga inancına göre her insan tabiatı itibarı ile Yaradan ve kainat ile buluşma, birleşme tecrübesine sahip olabilir. Bu düşünme yeteneği, üreme güdüsü gibi zamandan ve mekandan bağımsız olarak bütün insanlara verilmiş bir hediyedir. Doğru yolda yürüdüğün takdirde Hakikat’e kavuşacaksın.


***


Peki ben neden bu yuvaya dönüş hissini yoga vasıtası ile yaşıyorum? Neden birleştiren, yumuşatan, öze döndüren bir inanç bana atalarımdan geçmiyor?  Çünkü, romanda vardı o insanlar. Yüreğimde yoganın yeşerttiği hisleri bilenler, anlayışı ve bilgeliği tanıyan, benim yürüdüğüm yolda yürüyen insanlar vardı. Dogmaya değil, tecrübeye inanan, ezberden değil yürekten dua okuyan. Burada, benim doğup büyüdüğüm ülkede yaşıyordu o insanlar. Aralarında aylarımı geçiriğim Himalayar gibi dağların çevrelediği diyarlarda yaşayan, Yaradan’ı kitaptan değil, yürekten bilen insanlar vardı.


Bir kaç yıl önce Oya Baydar’ın da içinde bulunduğu bir grupla Meksika turuna katılmıştım. Otobüste yan yana düştüğümüz bir sabah bana yoga hakkında sorular sormuştu. Annemlerin arkadaşları genelde benim yogayla ilişkimi bir “heves” olarak görürler. Yılbaşı toplantılarında filan “Hadi Defne bize yoga yapsın”lara kadar gider muhabbet. O kadar yani. Oya Teyze’nin o günkü ciddi ilgisi beni hem şaşırtmış, hem de sevindirmişti. O Muhteşem Hayatınız’ı okurken tinselliği daha da araştırmış ve iyice içselleştirmiş olduğunu anladım.


Biz Milli Tarih kitabına inanan saftiriklerin ancak Himalayalardan inip Amerikaya giden, oradan Avrupa’ya ve sonunda Türkiye’ye gelen “modern yoga” vasıtısası ile kırıntısını tadabildiğimiz bütünlüğü, alemin ritimden, titreşimden ibaret hakiki tabiatını bu üllkenin Himalayaları arasında yaşayan insanlar binlerce yıldır biliyorlar. Sır’ı müziklerinde, ağıtlarında,  gönüllerinde saklıyorlar.


Tanrının dışarıda değil, içeride, bedende, yürekte, karın boşluğunda yaşadığı inancı…İnancın kitapsızlığı, ayetsizliği, tecrübeye ve sadece o ana ait olması. Aydınlanmanın hakikatin önündeki gölgelerin çekilmesi anlamına gelmesi…O’na giden yolların sır ve nihayet oraya varıldığında tecrübe edilenin “sır” olarak tabir edilmesi. Gün doğumunda, güneş vasıtası ile Yaradan’ın selamlanması, O’na giden yolun Ses’ten, ilahinden, ritimden, gönülden geçiyor olması…


Uzaklara gitmeye gerek…Kulak verin duyacaksınız. Toprağa kulak verin. Atalarınızın ağıtlarını dinleyin. O kalabalık yoga sınıflarında ter içinde hissettiğiniz huzuru, tatmini, onların sesinde duyacaksınız.


Uzaklara gitmek değil, gözlerimizi açmamız, varolana kulak vermemiz gerek.


Çağımızın bence en iyi yoga hocalarından biri olan Richard Freeman’ın da söylediği gibi,


Yoga dinlemekle başlar…


Bir dinleyin, can dostların sesini tanıyacaksınız…


Kalemine sağlık Oya Teyze, uzakları bize yakın ettiğin için teşekkürler!



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 30, 2013 11:10

January 23, 2013

Denizleri Aş da Gel!

Sevgili Okurlar,


Ben yarın denizleri aşarak Portland’dan İstanbul’a uzanan yolculuğma başlıyorum! Bu seyahatten dolayı yazılar biraz aksıyor. Ayaklarım yeniden toprağa basıp, ruhum arkamızdan yetşince ben yine karşısınızda olacağım.


Sevgiler,


Defne


Foto: Kokia Sparis

Foto: Kokia Sparis


 


 



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 23, 2013 08:27

January 21, 2013

Bombacı Mülayim’in Sorularına Cevaplar

Istanbul by Aisha Harley

Foto: Aisha Harley


Bombacı Mülayim geçen haftaki yazıların birinin altına eklediği yorumlarda yogaya, yoga öğretmeye dair güzel sorular sormuş. Cevapların sadece onu değil, hepimizi ilgilendirdiğini düşündüğüm için onun yorumunun altına değil, yeni bir yazı olarak bu sayfaya yazıyorum:



İlk olarak, sizden ders alan kişilerin , stüdyodan çıktıktan sonra devam edecekleri hayatları sizi ne derecede ilgilendiriyor? Uzun süreli alışkanlıklar veya konformizm adı altında genelebilecek yaşam tarzlarının yogayla çelişen doğası hakkında, veya bloglarınızda sözcülüğünü yaptığınız yoga- roman – yalnız kalmak – doğa ve nice “sevimliliğin” iç içe geçtiği bir lifestyle’ın öğrencileriniz için erişilemezliği hakkında nasıl bir çözüm önerisi düşündünüz?

Öncelikle, «öğrencilerim» olarak düşündüğüm insanların benimle ortalama üç senedir çalışan 20-25 kişilik bir grup olduğunu belirtmek isterim. Yoga öğretmek üzere seçtiğim yöntem (drop-in diye tabir edilen dersler yerine, aynı grupla bir kaç ay devam eden kurslar) öğrencileri yakından tanımamı ve -benimle kaldıkları takdirde-yıllara yayılan sağlam bir ilişki kurmamı sağlıyor. Onların hayatlarını dönüştürme gibi bir gayem olmasa da, kendi potansiyellerine yaklaştıkları hayatlara geçiş yapmaları elbette ki beni ilgilendiriyor ve geçiş süreçlerinde onlara rehberlik etmek üzere her zaman hazırda bekliyorum. Bazen müthiş hayal kırıklıkları yaşadığım oluyor. Uzun süreli alışkanlıkların aynen durduğunu gördüğüm anlarda. Eskiden bunu kendi başarısızlığım olarak görürdüm. Artık, yoga öğretisinin  (ya da kişisel gelişmeyi amaçlayan herhangi başka bir dalın) herkeste aynı sürede, aynı etkileri göstermeyeceğini öğrendim. Yine de yogaya güveniyorum. Sağlam bir yoga sisteminin düzenli olarak uygulanması sonucunda uzun süreli alışkanlıkların kırılacağı, konformizm bazlı hayatların ötesine geçilebileceğine inanıyorum.


Benim kendi hayatımda, sanılanın aksine, nice sevimlilik maalesef iç içe geçmiyor. Yalnız kalmak, roman okumak, blog yazmak için gani gani vaktim yok. Bütün bakımını üstlendiğim yürüme engelli bir eşim var. Ailemizin geçimini sağlamak için günün çeşitli saatlerinde farklı stüdyolarda ders veriyorum. Yazılarımda bahsettiğim sevimlilikler için aslında sadece iki saatim var. Sabah 8 ila 10 arası. Bu süre benim için çok değerli. Bu süreyi yaratmak için mücadele ettim, hala da ediyorum. Hatta diyebilirim ki mutluluğum bu iki saate bağlı! Bütün öğrencilerimin günlük hayatlarında ufak tefek değişiklikler yaparak, kendilerine ayırabilecekleri iki saat yaratabileceklerine inanıyorum. Bence bu lifestyle’dan çok öncelikleri yeniden düşünmek ile ilgili bir şey, o kadar da erişilmez değil.



Gündüz devam edilen, ve gelirini kazanmak için altına girilen sıkıntılardan KAÇIŞ özelliği taşıyan bu pratiğin bir süre sonra bağımlılık ve kişinin kendi vücuduna aşırı ilgi ile dışa vurabileceği bir tür fetişizme dönüşebilme ihtimali hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu ihtimalin varlığı ve yogayı bir mal olarak pazarlayan sistemin bu ihtimali sonuna kadar kullanması beni çok rahatsız ediyor. Derslerimde, bazen de yazılarımda, popüler yoga stillerinin rahatlama, gevşeme, zevk alma gibi kaçış yollarını yücelterek yogayı amacından saptırdığı gerçeğine değiniyorum. Yoga kendini keşifle başlar. Kendini keşif süreci, nereden bakarsanız bakın, kısa vadede rahatlama ve zevk yaratmaz. Aksine yüzleşilmemiş davranış/düşünce kalıpların su yüzüne çıkmasının yarattığı sıkıntı, duygusal çalkantı ve endişeye sebebiyet verir. Gölgeden geçmeden ışığa varmak mümkün değildir. Pazar ekonomisinin bize dikte ettiği şeyler, yani yoga yaparsak sahip olacağımız huzur, sıkı popo, stressiz bir hayat, sonsuz gençlik, yanılsamadan ibarettir. Bir çok insan yogaya bu tip heveslerle başlıyor. Başlangıçta bu o kadar önemli değil. Ama bu tip gündem (ve hatta herhangi bir gündem ile) ile yogaya devam etmek, öğretinin özünden bizi uzaklaştırıyor. Bir noktada neden yoga yaptığımızı unutmamız, bu sorunun cevabını aslında bilmediğimizi teslim etmemiz gerek. Yoksa bir ömür «huzurlu yogacı» rolü yapmaktan öteye gitmemiş oluruz.



Yoga sonrasında, veya yoga eksenli bir yaşamın yolunu açması gerektiğini düşündüğünüz vakitlerde, edebiyat-sanat ve nice entelektüel alanda, öğrencilerinizin ekonomik kaygılardan arındırılmış olduğunu farz edersek – nasıl yollar izlemeleri gerektiğini ve bu alanları “dinlenme” yerlerinden ziyade hayatın ta kendisi olarak görmeye başlamalarının aciliyetine yeterince değiniyor musunuz?

Doğrusunu isterseniz, bu sorunun cevabını bilmiyorum. Evet, bu alanları «dinlenme» yerlerinden çok hayatın kendisi olarak görmeye başlamalarının aciliyetine inanıyorum ama yazılarımda, derslerimde buna yeterince değiniyor muyum, emin değilim. Yoga öğretisi, geleneksel şekli ile uygulanırsa, kişiye benliğini sarmalayan bütün gölgelerin ötesindeki hakikati göstermeyi amaçlar. Benim inancım, -gölgelerden yürüyerek- bu hakikate doğru ilerleyen bir bilincin nihayetinde –çok klişe ama- hayatın gerçek doğasını kavrayacağına dair. Ben tohumları ekiyorum, bazen tutuyor, bazen kuruyor.



Yoga ve meditasyonun gerçekliğini ve dolayısıyla insan üzerindeki etkilerini deneyimleyen öğrencilerinize, hayat dedikleri kısır döngüye yalnızca biçimsel bir farklılık kattığınızı mı, yoksa onları çevreleyen koşullara “responsive” ve “sorgulayıcı” bir bakış açısı mı kazandırdığınızı düşünüyorsunuz?

Umarım ki “responsive” ve “sorgulayıcı” bir bakış açısı kazanıyorlardır.  Ben bunu yaratabilmek için elimden geleni yapıyorum. Bir yandan da bu bakış açısını, kültürel ve aileden gelen çatışma biçimlerinin ötesinde bir dile tercüme etmeleri için onları cesaretlendiriyorum. Derslerime gelen öğrencilerin çoğu zaten bir şeyleri sorgulamaya başlamış olarak karşıma çıkıyorlar. O zaman onları sorgulama ve tepki verme biçimleri konusunda yeni bakış/davranış kalıplarına yönlendirmeye çalışıyorum. Bir çoğumuzun yumuşamaya, daha çok gülümsemeye, teslimiyete ve –kaçmak yerine- endişelerimizin merkezinde durmayı öğrenmeye  ihtiyacımız var. Neşeyi hayatlarından çalan mekanizmaları (kendi zihinleri başta olmak üzere) yeniden düşünmeye doğru yönlendiriyorum onları. Yoga öğretmek çiçek yetiştirmeye benzer. Yukarıda da yazdığım gibi tohumları atarsınız, toprağı sularsınız, sonra beklersiniz. Filiz, fidan kendisi oluşur. Bırakıp gitmezsiniz ama çiçeği çeke çeke büyütmeye de çalışmazsınız. Biraz ilgi, bilgi ama çok da sabır, anlayış ve sebat gerektirir.



Eğer iki sorunun da cevabı hayır ise, ikinci durum hakkinda elinizden birşeyler geleceğini düşünüyor musunuz, yoksa Yoga ve Yoga öğretmeninin sorumluluğunu aşacağı kanısında mısınız?

Kendimi yoga öğretmeni, blog yazarı, sosyolog vs gibi kavramlarla tanımlamamaya gayret ediyorum. (ne kadar mümkünse tabii bu). Ben de herkes gibi hayatı başka hayatlara temas eden bir insanım. Bütün insanlar temas ettikleri hayatlarda bir farklılık yaratırlar bence. Sadece yoga hocası olarak değil, hayatta kalma mücadelesi vermek zorunda olmayan şanslı insanlardan biri olarak, dokunduğum hayatlarda anlayışa, saygıya, sevgiye ve gerçeği yalandan ayırma becerisine doğru bir farklılık yaratmayı sorumluluğum olarak görüyorum.



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 21, 2013 09:37

January 19, 2013

Hayatı Münazara Gibi Yaşamak

Foto: Kokia Sparis

Foto: Kokia Sparis


Bu sabah erkenden yollara düştüm.  Normalde sabahları pek uğramadığım bir yere, şehir merkezine doğru yola çıktım. Arabaların üstünü katlayan kırağı katmanı bugün artık kendisi için kar tabirini kullanabileceğim bir kıvama varmış. Şehir merkezinin sokaklarında sadece evsizler dolanıyor. Malum cumartesi sabahı, daha saat 8 bile değil.  Bankalar, iş merkezleri, alışveriş sarayları henüz kapalı. Evsizler, geceyi geçirdikleri parklarda, banklarda, kütüphanenin devasa merdivenlerinin basamaklarında, uyku tulumlarının içine büzülmüş yatıyorlar. Bazıları sıcak çorba ve kahve veren sığınakların önünde kuyruğa girmiş bile. Benim bir kahve içmek için oturduğum kafenin köşesinde de hırpani kılıklı bir yalnız adam, gözlerini boşluğa dikmiş karton bardaktan kahvesini yudumluyor. Bir diğeri ile otobüs durağında biraz sohbet ettik.  Sözlerle değil de jestler ve tebessümle. Ne söylediğini hiç anlamadım çünkü. Sert buruşuk yüzünde parlayan mavi gözlerindeki deliler özgü o pırıltılardan cesaret aldım, bana sorduğu soruyu bir kaç defa tekrarlattım. Nafile. Sonunda omuz silkip, ingilizcemin yeterince iyi olmadığını söylemek zorunda hissettim kendimi. Ondan sonra iletişim sadece gülümseyerek devam etti.


Uzmanlar, konuşmanın iletişimin sadece yüzde beşini oluşturduğunu söylüyorlar. Benim gibi en çok yazarak iletişim kurabilen birisi için moral bozucu bir veri bu, eğer ki doğruysa. İletişimin geri kalan yüzde 95′i  ses tonumuz,  yüz ifademiz, beden dilimizle  sürdürülüyor(muş). Konuşarak, yazarak yani sözleri kullanarak iletişim kurduğumuz o yüzde beşlik payda bile iletişim, sözlerin içeriğinden çok, konuşanın üslubu ile şekilleniyor.  Konuşurken (yazarken) hangi kelimeleri seçiyoruz? Bazı kelimler tabiatları itibarı ile olumsuz bir ton taşıyorlar. Karı ve herif mesela. Karı ve herif kelimelerini sevdikleri insanlar için kullanan tanıdıklarım var. Farketmeden bir olumsuzluk, bir sevgisizlik ifade ettiklerinin farkındalar mı? Sonra bunların daha masum versiyonları da var: Surat gibi, kafa gibi. (yüz ve baş yerine kullanılan). “Kadının suratı” ile “Kadının yüzü” arasındaki farkı hissediyor musunuz? Biz öğrencilerimle olumsuzluk hissi taşıyan masum kelimeler avına çıkarız sık sık. Sonrasında dilimizi onlardan arındırmak amacıyla. İsterseniz siz de avımıza katılın, varsa aklınıza gelen bu tip kelimeler bana yazın.


İletişimin yüzden beşini oluşturan konuşmanın sadece bir parçasını oluşturan üsluptan bahsediyorum. İletişimin böyle minicik bir yüzdesi hayatlarımızı ne ölçüde etkiliyor olabilir? Şiddetsiz iletişim uzmanlarına soracak olursanız, sağlıklı ilişkilerin sırrı üslupta gizli. “Sen beni üzdün”, “Benim hiç suçum yok!” “Değişmeni istiyorum” gibi cümleler yerine kullanılan: “Kendimi üzgün hissediyorum” “Bu sorunun oluşmasına benim nasıl bir katkım oldu?” ya da “Bu konudaki tavrını değiştimeyi düşünür müsün”ler iki insan arasındaki yıkıcı ilişki/iletişimi dönüştürebilir.  İçerik aynı kalsa bile, üslup bizi başka bir zihniyete taşıyabilir.


Geçen yazıda mütemadiyen eleştirme alışkanlığımızdan bahsetmiştim.  Gelen yorumlar ışığında “eleştiri” kelimesini biraz daha açma ihtiyacını duydum. Çünkü Bombacı Mülayim (returns)in yorumunda belirttiği gibi, eleştiriye karşı tahammülsüzlük derinlerdeki suçluluk duygusunun göstergesi. Eleştiriye tahammülsüzlük sadece suçluluk duygusu değil, aynı zamanda derin bir utanç ve aşağılık kompleksinin de işareti. Eleştirmeyi bilmeden bir zihin, yine yorumda da belirtildiği üzere, dogmaya ve yapay olana inanmaya mahkumdur.


Akılcı, yapıcı, diğerini ezme gayreti değil de doğruyu araştırma niyeti ile yapılmış eleştiriye hepimizin ihtiyacı var. En azından gelişmek, büyümek, potansiyelimize varmak istiyorsak.  Bunun yanısıra bir başka eleştiri türü var.  Akıldan değil duygulardan kaynaklanıyor. Sahici bir merakla değil de sataşma amaçlı yapılıyor. Düşünmeye, ihtimallere alan açmaktan çok, aceleci hükümleri ile yaşamı daraltan bir tip eleştiri. Gözlemin değil tepkinin sonucu yapılan hırçın tabiatlı yorumlar. Benim geçen yazımda “eleştirdiğim” eleştiri türü buydu. Okulda öğrendiğimiz tabiri ile “yıkıcı eleştiri”.


Hayatı münazara gibi yaşamanın müthiş yorucu bir tarafı var. Bir başka yorumda belirtildiği gibi her duyduğumuza cevap verme telaşı, gereksinimi gibi yorucu, yıpratıcı bir şey.  Gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz herşey ve tanıştığımız her insan, içine düştüğümüz her durum bir bir fikir sahibi olmak zorunda değiliz. Gerçekten. Fikir bazen gerçeği örter. Önyargı gibi. Derhal bir takımda yer almak zorunda da değiliz. Hisler telaşsız gelişir. Hele bir onlara yer açalım, düşünce ondan sonra gelsin. Yapıcı eleştiri ondan sonra gelsin.


Bizim Bey beni telaşla birilerine cevap yetiştirmeye çabalarken yakalarsa hep şöyle der:


“Haklı mı olmak istiyorsun, mutlu mu Defne?”


Bu soruyu duyar duymaz, kendi kafa dırdırımdan ne kadar yorulmuş olduğumu farkederim. Tepkisizliğin boşluğunda sadece ihtimallere değil, anlayışa ve huzura da yer açılır. Hayat -ve beraberinde göğüs kafesimü daralacağına, genişler. Hırçın tabiatım dingin sularda dinlenir.


Geshen Kaufmann utanç duygusu için “ruhun hastalığı” tabirini kullanır.  Bradshaw’a göre utanç bütün işlevsiz ilişkilerin ve hatta şiddetin temelinde yatan duygudur. Utançtan aşağılık kompleksi, suçululuk, saldırı, yetersizlik, güvensizlik duyguları doğar. Eleştiriye tahammülsüzlük ve mütemadiyen birilerini /birşeyleri karalamak (hah! bu kelime duruma cuk oturdu) da o çok derinlerde saklı utancın izdüşümlerinden biridir sadece.


Yarın buradan devam edeceğiz…


Yüreklendiren ve kafa açan yorumlarınız için hepinize teşekkürler!


Defne


 


 


 


 


 



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 19, 2013 14:20

January 18, 2013

Kızım Bize Ne Senden?

Istanbul by Aisha Harley

Foto: Aisha Harley


İnsanın işi sabah 7’de biter mi? Cuma sabahları benimki bitiyor işte! Kendi yogamı yaptım, dersimi verdim,  mahalle kahvesine geldim bile. Hava hala kapkaranlık. Cuma sabahları “self practice” günü. O yüzden bu kadar erken bitiyor ders. Öğrenciler 6 ila 6:30 arası istedikleri bir saatte gelip başlıyorlar. Ben de o sırada kendi çalışmamı bitiriyor oluyorum. Küçücük bir salon kiraladım son haftalarda. Sabahın o saatlerinde ağaçların, arabaların üzerini beyaz bir soğuk dalgası kaplamış oluyor. Kırağı dedikleri şey herhalde. Kalın bir tabaka kırağı ama. Karanlığın içinde dallar, yapraklar beyaz beyaz pırıldıyorlar. Bizim mağara misali odamızda sadece nefes alış veriş sesleri duyuluyor.


Kendi yogamı bitirince kenara çekilip öğrencilerimi seyrediyorum. İstedikleri prelüdü yapıyorlar, arkasından da istedikleri bir asana serisini.  Gerekmedikçe konuşmuyorum. Ellerimle düzeltiyorum pozları. Bazen onu bile yapmıyorum. Köşemde nefes alıp veriyorum. Öğrencilerimin yoganın derinliklerine dalışlarını izlemek beni mutlu ediyor, insanlığa bir katkıda bulunmuşum gibi hissediyorum. Bilgi hocamdan bana, benden onlara akmış, can bulmuş. Seyrederken o canı görebiliyorum. Bedenin bazı bölgelerine kolaylıkla akıyor, bazı yerlerde tıkanıyor.  Beş duyu organı yumuşadıkça yine akmaya başlıyor. Akla bir şey takıldığı zaman duruyor. Seyrederken hepsi görünüyor. Öğrencilerimi seyretmeyi seviyorum. Yoganın haritası ortaya çıkıyor.


Bu sabah hepsi erkenden bitirdiler çalışmalarını. Bu Portland’lılar bir alem zaten.  6 ila 6:30 arası istediğiniz zamanda gelebilirsiniz diyorum, hepsi 6’da geliyorlar. Bugün arkamdaki yerlerini aldıklarında ben kendi yogamın ortasına bile gelmemiştim.  Hocalığımın ilk yıllarında olsam telaşlanırdım muhtemelen. Aman çocuklar bu ders için para ödüyorlar, ben onların dersinde kendi yogamı yapıyorum diye dertlenir, belki de kendi yogamı yarıda bırakırdım. Artık aldırmıyorum. Onlara önem vermediğimden değil. Tam tersine benim de yoga yaptığım bir atmosfere adım atmalarının değerini anlamış olduğum için. Ben muhakkak her dersten önce o mekanda kendim yoga yaparım. Öğrencilerim bilirler. Dersin başlama saatinden bir saat önce stüdyoya varıp başlarım ısınmaya. Böylelikle mekanın ayarını yapmış gibi hissederim kendimi. Yoga ayarı yapılmış bir mekanda ders vermek ve almak daha kolaydır. Bu yüzden derler ya, evinizde yoga yaptığınız köşenizde başka bir şey yapmayın diye. Orası hep yogaya ayarlı kalsın. Günlük hayatla ayarı bozulmasın.


Zeynep Çelen anlatmıştı. Çağımızın en iyi yoga öğretmenlerinden biri olan Eric Schifmann (Zeynep’in hocası) bir ders boyunca öğrencilere istedikleri şekilde yoga yapmalarını söylemiş. Öğrencilerden biri sinirlenmiş. “Ben bunun için para vermedim. Ben yoga dersi almak üzere ödememi yaptım” demiş. Eric onu “Yanılıyorsun.  Tam da bunun için para verdin. Kendi başına serbestçe hareket edebilesin diye bana geldin” diyerek yanıtlamış.


Hayatlarımızın sorumluluğunu üzerimize almayı sevmeyiz ya, yogamızın sorumluluğunu almak da kolay gelmiyor.  Biz hocalar işte bu yüzden oradayız. İngilizcede “holding the space”diye bir tabir vardır, çok beğenirim.  Tam tercümesi değil ama “alan yaratmak” olarak düşünebiliriz. Biz hocalar, siz öğrencilerin yoga yapabilmeleri için alan yaratıyoruz.  Bu alanı kendiniz evinizde yaratabiliyorsanız, ne âlâ, stüdyoya gelmenize gerek yok o halde. Bu alanı kendiniz yaratamıyorsanız, ki kolay iş değil, o zaman biz onu sizin için yaratıyoruz. Siz içine cup diye dalıp kendi çalışmanızı, yogaya göre ayarlanmış sularda yapmaya başlıyorsunuz.


Benim Cuma dersleri işte bu mantığa göre düzenlendi. Bugün Portland’da sonuncusunu yaptık.  Bundan sonraki ilk Cuma dersi İstanbul’da olacak. Aynı düzen devam edecek. (ileri seviye öğrencilerimle).



 ***



Bilirsiniz eleştiriyi hobisi haline getirmiş insanlar var. Yeni bir şeyle karşılaştıklarında muhakkak o şey hakkında bir yargıya varma ihtiyacı duyanlar. Bu iyi, bu kötü, bu yararlı, bu zararlı, burada problem var vs.  Bu durmadan bir yargıya, bir kanıya sahip olma arzusu sadece mutsuzluk alameti değil, aynı zamanda hayatı kaçırma sebebi.  Richard Freeman, yoga dinlemekle başlar diyor. Bir şeyi dikkatle dinlediğimiz zaman ona var olması için bir alan yaratmış oluruz. Ötekini dinlemek başlı başına bir zanaat. İnsanın süzen, kategorilere ayırıp yargılayan sesinin askıya alınması lazım. Şimdi İstanbul’a dönme günleri yaklaştı ya, beni aldı bir endişe. Yine eleştirinin spor olarak yapıldığı ortamlara gireceğim diye. Yoga diyeceğim, taksicinin yoga hakkında bir fikri olacak, bir kitaptan bahsedeceğim, yan masandan biri yazarı hakkındaki yargısını ilan edecek. Türkiye’de bizim hep ve her zaman bahsi geçen konu ile ilgili tuttuğumuz bir taraf olmalı. Ya beğenmeliyiz, ya da eleştirmeliyiz. Sonsuz bir maç sanki yaşam.  Hep bir takım tutmalıyız. (Benim futbol takımı tutmadığımı duyanlar, hep sıkıştırırlar, ama hadi canım bir takıma gönlün kaymış olmalı, hadi söyle, söyle Fenerbahçeli misin, Galatasaraylı mı?)


İşin doğrusu ben futboldan da, takım tutmaktan da hiç haz etmem. Prensip olarak da karşı dururum. Siyasi partilere de tavrım aynıdır. Zaten birinin diğerinden farklı olduğunu da pek düşünmem.


Eleştiri, alışkanlık haline geldiyse, yani insan her okuduğunu, her gördüğünü muhakkak yargılamak ihtiyacı duyuyorsa, mutsuzluk zilleri çalıyordur. Dışa dönük eleştiri, içeride kopup giden eleştiri fırtınasının minicik bir ucundan ibarettir aslında. Durmadan diğerinde kusur bulan kişi, aslında kendi içinde mutsuzdur ve ancak ötekini karalayarak rahatlayacağını düşünür. Zamanla bu bir alışkanlığa, ardından kısır döngüye dönüşür. Mutsuzluk geçmez.


Eleştirme alışkanlığı çoğunlukla şikayet ve mağdur kişi duruma düşmekle el ele gider. Diğerini eleştirmeyi alışkanlık haline getirmiş ve hayattaki her şey hakkında muhakkak bir fikri olması gerektiğine inanan insanların başına hep bir şeyler gelir. Diğerine kendi fikirlerinin doldurduğu havuzdan başka bir alan tanımadıkları gibi, ilişki sırasında olup bitenlerden de kendilerini sorumlu tutmazlar. Orada hep öteki suçludur.  İçinde bulunduğum durumdan ben ne kadar sorumluyum? Bu noktaya gelmemizde benim davranışlarımın etkisi ne kadar oldu? Bu gibi soruları soracak alanları yoktur. Saldırı ve suçlama, sorumluluk boşluklarını doldurmuştur çünkü.


***


Ben size kendimi yazıyorum. Çünkü ancak kendimden yola çıkarak hayata ışık tutabiliyorum. Kendimin aynasında bakınca sizi anlıyorum. Hepimizin nihayetinde aynı olduğumuzu, ego katmanlarını şöyle bir kaldırdığımızda yüreklerin aynı özlemlerle attığını, ancak kendi yüreğime bakınca görebiliyorum. İnsan kendini anlatırken, başkasını anlatır aslında. Başkasını anlatırken de kendisidir anlattığı. Bunların bir çizgisi yoktur.


Benim de kendimi yazmam ve bu alemdeki varoluşumun anlamını sizin aynanızda keşfetmeye çalışmam, bilmem neden, birilerini rahatsız ediyor. Bize ne kızım bütün bunlardan, diyorlar. Bize niye kendini anlatıyorsun? Yazıların yolu ile sevgi ve onay dilenciliği mi yapıyorsun?


Size kendimi anlatıyorum çünkü kendimde sizi görüyorum. Sizde (eleştirileri yapanlar da dahil) kendimi buluyorum. Sonra bir de her bir cümlemin alemde bir yere oturduğuna inanıyorum. Hiç bir söz kara delikte yok olup gitmiyor. Ama hepsinden çok kendimi yazmak beni mutlu ediyor.


Nihayetinde önemli olan çünkü, kimin yaptığı şeyden mutluluk duyduğudur. Gerisi boş.


Kafenin Division caddesine bakan büyük pencerelerinden dışarı bakıyorum. Işık karanlığı yuttu yine. Arabaların üzerindeki kalın kırağı katmanı inceldi ama hava da hala süt beyazı bir haller var. Saat 8:30.  O koca koca kitapları yazan Stephen King, sabah 11’de yazmaya paydos edermiş. Ona özeniyorum. Ben de sabah ilk iş size yazmayı seviyorum. Sonra günün işleri başlayınca, yoganın olduğu gibi yazının da ayarı kaçıyor.


Bugünlük aranızdan ayrılırken sizi yüzyıllardır bize yaşama sanatı konusunda rehberlik eden Montaigne’in bir sözü ile başbaşa bırakıyorum:


Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gözlemek, onun karanlık derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri ayırdedip yazmak, zannedildiğinden çok daha zahmetli bir iştir. Sonra bir taraftan bu işin o kadar başka, o kadar garip bir zevki de vardır ki insanı dünya işlerinden, hem de en değerli dünya işlerinden çekip alıyor.


 


 


 


 


 


 



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 18, 2013 08:35

January 17, 2013

Biten Romanlara Ağıt

Görsel


Middlesex bitti biteli ben de dağıldım sevgili okur. Elimde beni yazıya bağlayan iyi bir roman olmayınca ben de kendi yazılarıma bağlanamıyorum. Sadece yazıya olsa, yine iyi, elimde iyi bir roman olmayınca ben hayata doğru dürüst bağlanamıyorum. Hani size demiştim ya, roman ve karakterleri benim gizli hayatım  gibi bir şey oluyorlar. Bu hayattan kaçıp onlara sığınıyorum. Kanepeye yerleşip romanıma gömülürken, karısı ve çocuklarından bunalıp metresine kaçan bir erkek gibi hissediyorum kendimi. Zevk peşinde, biraz suçlu ama çokça bu gizli hayatından memnun. Memnun ne kelime? Gizli hayatına muhtaç. 


Middlesex’in bitiş ile ben de metresi tarafından terkedilmiş erkeğe döndüm. Sevdiğim bir ailem var, karım çocuklarım, güzel evim filan falan ama hayatın bu nimetleri ancak onlardan kaçıp bir başkasının koynuna girince değer kazanıyor sanki. Ben de hayatımdan en çok, romanımın dünyasına kaçıp da sonra tatlı bir tatmin ile günüme döndüğüm zamanlarda zevk alıyorum.


Roman bittiğinde size iştahla blglar yazan bu parmaklar da kendiliğinden duruyor. Sanki benim yazılarıma açılan kapının anahtarı başka yazarların boynunda aslılı bir destede duruyor. Onlardan geçmeden kendi kaynağıma varamıyorum.  Sonra işte bu blog böyle boş kalıyor. Oysa ne güzel günlerdi onlar..Middlesex boyunca ilham perisi bir gün bile beni boşlamamıştı. Benzeri bir ilham için yeni bir aşkın tomurcuklanmasını bekliyorum şimdi!


Middlesex gibi iç dünyamı sarıp sarmalayan romanlardan sonra yeni bir aşka girmek de çok kolay değil.  Eski sevgilisinin tadı damağında bir aşık gibi ben de şu aralar başlayacağım bütün romanlarda bir kusur bulacağım. Hiç bir roman beni “Middlesex’in karakterleri gibi sarıp sarmalamayacak. Zihnim durmadan eskileri hatırlatacak bana. Eski bir tecrübeyi. Eski bir tatminini. Sayfalarında kendinizi unuttuğunuz o eski romanın tecrübesini.  Yeni romanın içine bir türlü giremeyeceğim.  Dikkatim dağılacak. Böyle olunca yeni roman da bana kendi yazılarıma açılan kapının anahtarını sunamayacak. 


Öte yandan parmakların paslanmasını önlemek, kaynağı kurutmamak ve bu bloğu boşlamamak için de bir an önce yeni bir romana başlamak gerek. Ne yapmalı? Albina Press’e gitmediğim sabahlarda geldiğim diğer kafe (Fresh Pot) Powell’s adlı kitapçının içinde. Üstelik raflardan kitapları alıp masanıza getirebiliyor, satın almadan önce şöyle bir karıştırabiliyorsunuz. Calliope ve Desdemona’nın yokluğunu karın boşluğumda hissettiğim şu günlerde,  çok sevdiğim sevgilimden ayrılsam yapacağım şeyi yaptım ve daha eski bir sevgiliyi aradım! Kahvemi, bu yazı için aldığım notlarla dolu defterimi, çantamı filan masada bırakıp kitapçının R rafına doğru yürüdüm. Edebiyat bölümünün R harfine giderken yoga raflarından geçmek gerekiyor. Göz ucuyla yeni bir şey çıkmış diye baktım ama durmadım. (Iyengar’ın Life on Light’ı paperback olarak basılmış)


Kitapçının edebiyat rafları arasında en çok R bölümünü seviyorum. Sol tarafında P var. Bütün Orhan Pamuklar orada duruyor.  Sağ tarafında da S var. Elif Şafaklar da orada…R’nin önüde dururken muhakkak P’lere ve S’lere selam veriyorum.  Dünyanın bu uzak köşesinde, ülkemin yazarlarının kitaplarını görmek her zaman yüzümü güldürüyor. R rafına bakınca yüzüm biraz daha ışıldıyor. Teselli zamanlarında var mıdır eski sevgilinin tanıdık sesi, kokusu, tadı gibisi? İşte Philip Roth,  Salman Rusdie, Ayn Rand, Arundhati Roy ve Tom Robbins! Hepsi beni sayfalarında sallamaya hazırlar. Turuncu, ciltli, kalın bir Tom Robbins işimi görür. Fierce Invalids Home from Hot Climates.  Hem bendeki kopyasını Tayland’dayken bir arkadaşıma kaptırmıştım. O zamandan beri görüşmedik kendisiyle. Yeniden okumanın tam sırası.


Turuncu Tom Robbins’i, üzerinde oturduğum Fresh Pot’un devlet okulu sıralarından sert bankında yanıma koydum. Kulaklıklarımdan Leonard’cığım Janis’e söylüyor:


You have a way, didn’t you babe? Kitabın bacağımdaki hafif temasından (tema değil temas) ruhuma güven yayılıyor. 


Siz de hissettiniz değil mi? Yeni yazılar ufukta belirdi!


Hadi Hayırlısı…


Pek Yakında: Bana Ne Kızım Senden?


 



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 17, 2013 10:21

January 13, 2013

İçe Dönmek- Son Bölüm

Foto: Aisha Harley

Foto: Aisha Harley


«Tek başına geçirilen vakitler bazı insanlar için aldıkları nefes kadar önemlidir» diyor Susan Cain.


Bütün yoga disiplinlerinde nefes demek can demektir. Beden vasıtası ile yaptığımız bütün yoga sistemlerinde amaç, cansız bölgelere o canı akıtmak ve muntazam akışı korumaktır. Can sadece iç organlara değil, ruha da gereken bir besindir. Yoga yoluyla sadece bedeni değil, ruhumuzu da canımızla besleriz. Bedene ve ruha canı taşıyan araç nefestir. Malumunuz olduğu üzere, nefesin bittiği yerde can da bedenden çıkıp gidecektir.


Nefes bedenin her bir köşesine akmayı öğrenirken, sadece fiziksel duruş alışkanlıklarımızı değil, zihinsel/duygusal davranış kalıplarımızı da «hizaya» getirmeye başlar. Yoga yapa yapa daha dik oturmayı, başın ağırlığını (omuzlarda taşımak yerine) karın merkezi ile dengelemeyi, karın boşluğundaki sıkışıkları gevşetere iç organları canlandırmayı, diyaframı tam kapasite kullanarak ciğerlerimizi temizlemeyi öğreniyoruz. Bütün bunlar olurken hayatımızı ve ilişkilerimizi kısıtlayan davranış kalıpları ve işlevlerini yitirmiş değer yargılarımız (aile kuralları ile bağlantılı) da, duruş bozukluklarımız gibi erimeye ve yerlerini taze başka davranış ve inanışlara bırakmaya başlıyorlar.


Bütün bu dönüşüm ancak kontrolü bıraktığınız anda oluyor. Kendi dönüşümümden kendim sorumlu olmak istiyorum derseniz, eski kalıpları sadece «upgrade» etmiş oluyorsunuz. Kontrolü bırakmak, teslim olmak ne demek? Neyin kontrolünü bırakmak? Ben bir şey mi kontrol ediyordum ki?


Yogadan sonraki ilk yaz pılımı, pırtımı toplayıp Tayland’a temelli yerleşmek üzere Türkiye’ye döndüğümde ben çok değiştiğimden çok emindim. Sadece fiziksel olarak değil, kişiliğim de değişmişti sanki. Yoga sayesinde içe dönük tabiatıma kavuşmuş olduğumdan mutluydum. Yalnız, yeni bir dine geçen «dönme»ler gibi ben de yeni hayatımın prensiplerini hayata geçirirken işi abartmıştım. Bunu o sırada farketmedim. Her sabah kapılı kapılar ardında 2 saat yoga yapıp, sonrasında da bir saat (hala kapalı kapılar ardında) yemeden, içmeden, konuşmadan oturunca, nihayet kahvaltı sofrasına teşrif ettiğimde kafam dumanlı, gözlerim bir boş bakıyordu. Annem endişe ile durumu farketti. Pek durgundum. Telaşlandı. Onu durgun değil, huzurlu olduğuma ikna edemedim.


İkna edemedim çünkü huzurlu değildim. Bütün içe dönmelerim, saatlerce odaya kapanmaların bir ritüeldi aslında. Üstelik oradan burada okuyup da bir araya getirdiğim yanlış asana/pranayama tekniklerini uygulamaktan  sinirlerim de laçkaydı. Ama mertliğe bok sürmemek için kendimi huzurlu olarak sunmam gerekiyordu. Yoganın beni mutlu kıldığına, sorunun çevremde, sorunun onlarda olduğuna bir şekilde ikna etmem gerekiyordu onları.


Ben de kavga ettim.


Zaten yogaya –ya da kendini keşif sürecini getiren herhangi bir yola- başlayan pek çok genç insan gibi, ben de oklarımı aileme saplamak üzere çoktan bilemiştim. Hayatımdaki mutsuzluklardan, komplekslerimden, başarısız ilişkilerimden, hepsinden, hepsinden onlar sorumluydu. Beni yeterince takdir etmemiş, beğenmemiş, cesaretlendirmemişlerdi. Ben aslında neler olabilirdim de, annemi babamı memnun etme pahasına vazgeçmiştim. Dışa dönük, neşeli, fıkır fıkır bir karakterin onların gözünde daha sevilesi bir çocuk olduğuna karar vermiş ve içe dönük tabiatımı beğenmeyecekler diye onlardan saklamıştım.


Daha neler neler!


Sabahları hayalet gibi nihayet odamdan çıkıp kahvaltı sofrasında sevinç içinde beni bekleyen annemin karşısına geçtiğimde huzurlu muydum? Annem mutfağa koşup bana mis gibi taze kahve, kabukları soyulmuş domatesler, simitler hazılarken ne yapıyordum? Yemek masasının karşısına düşen 8. kat penceremizden Zincirlikyu mezarlığına bakıyordum boş boş.


Canım anneciğim tatlı tatlı benimle sohbet etmeye çalıştığında, biraz sessiz olmasını istiyordum. Henüz «dünyevi ilişkilere» hazır değildim.  Çok sonra yoganın insana öyle kafası dumanlı, duygusal haller değil aksine telaştan ve endişeden arınmış neşeli bir ruh hali hediye ettiğini öğrenecektim. O yaz değil ama çok sonra. O yaz sinirlerim –bir ihtimal yanlış yanlış yaptığım pranayamalardan- alt üst vaziyette annemlerle kavga ederek geçti.


28 yaşında yeniden ergenliğe adım atmıştım.


Annem her zamanki gibi yine benim iç dünyamda ne olup bittiğini benden iyi bilmişti. Huzurlu muzurlu değil, düpedüz bunalımdaydım. Üstelik Bradshaw’un işlevsiz aile kuralları teorisini öğrenmeme daha on yıl vardı ama aile karmasını kırmak denen şeyi duymuş ve Türkiye’ye annemin evine bir misyon ile dönmüştüm. Ailemizi kurtaracaktım. Neden? Bilmiyorum. Ailede bir kişinin yogaya başlaması bütün aileyi dönüştürmüş. Bunu da duymuştum. Kendimi kurtarıcı gibi görüyordum. Kesinlikle onlardan daha iyiydim. Her zamanki ukalalığım iki misline çıkmış, dört başlı canavar gibi önüne geleni yargılıyor, değerli ilişkileri yağmalıyordu.


O yaz bana nasıl tahammül ettiler bilmiyorum.


Aradan geçen yıllar içinde içe dönmenin insanları ret etmek anlamına gelmediğini de öğrendim. Evet, Susan Cain’in de söylediği gibi, içe dönüklerin her gün bir kaç saat tek başına vakit geçirmeleri enerjilerini şarj etmeleri açısından çok önemli. Bizim bir süre boşlukta kalmamız gerekiyor. Ve bu boşluk –sevgili içe dönükler buraya dikkat edin, neden hala yorgun olduğunuzu açıklayabilir bu bölüm- zihnin birden fazla at koşturduğu durumlarda yaşanmıyor. Yani diyelim tek başına kalmak üzere odanıza kapandınız, ya da bir kafeye gittiniz. Bilgisayarı açtınız, emailllerinize, Facebook’a ve internetin diğer harikalarına daldınız. Aaa sonra bir baktınız tek başınalık süreniz doluvermiş, bir sonraki randevuya gitmeniz gerekiyor. Ve ne oluyor? İstemiyorsunuz o randevuya gitmek? Niye? Hala yorgunsunuz. Hala yalnız kalmak istiyorsunuz. Niye? Çünkü yalnız kalacağınıza, iletişimi sürdürdünüz ve şarj olamadınız.


Tek başınalığın bizi şarj edebilmesi için dış dünyadan bir süreliğine kopmak şart. Yoksa şarj olmuyoruz. Bir saat güzel bir kitap okumak, doğada yürüyüş, deniz kenarında yürüyüş, sırt üstü yatıp müzik dinlemek, yazı yazmak…Bunlar içe dönükleri şarj eden şeyler.


Ancak içe dönüklük asosyallik anlamına gelmiyor. Evet, içe dönükler koca bir grup halinde buluşmalardan çok iki üç kişilik arkadaş toplantılarını tercih ediyorlar. Uzun bir masada oturan yirmi kişi ile geyik yapmak, iki- üç kiş ile derin sohbetlere girmekten çok daha zor bir şey, orası doğru. Havadan sudan muhabbetlerle geçen bütün bir pazar gününü bir rahatlama değil, stres kaynağı olarak da görebilirler. Ama her halükarda içe dönük tabiata sahip olmak, asosyal olmayı gerektirmiyor. Bunalımlı olmak ise hiç değil. Günlük tek başınalık dozunu almış içe dönükler arkadaş toplantılarının bir numaralı yıldızı olabilirler. Onların dingin, sakin, enerjileri diğer insanlarca özlenen ve aranan bir şeydir aslında. Siz de bilirsiniz.


İçe döndüğümüz zaman enerji depoluyoruz. Modern dünyada gündelik hayat enerjimizi sürekli emen, yutan bir şey. İş hayatı, trafik, az zamana çok şeyler sığdırma gayreti, parasal dertler, medya, diziler ve sonsuz sosyalleşmeler her gün canımızdan biraz çalıyor. Canı yeniden üretmek için içe dönük-dışa dönük herkesin birazcık sessiz, hareketsiz, tepkisiz durmaya, ya da yavaşlamaya ihtiyacı var.


Ailede yogaya başlayan bir kişinin bütün aileyi dönüştürdüğü ise bir gerçek. Ama bu dönüşüm yoga insanın kendini kurtarıcı ilan etmesi ile olan bir şey değil. Sahici dönüşümlerin hiç biri zorlayarak, birilerini taklit ederek ya da içi boş ritüelleri tekrarlayarak olmuyor. Dönüşüm teslimiyetle geliyor. İnsanın kendini, diğerlerini ve durumları kontrol etme arzusunu terbiye etmesiyle oluyor.


Bradshaw’un teorisinde geçen işlevsiz aile kuralları, sadece bizi değil, kendi anne babalarımızı da kısıtlayan kurallar. Bu kuralları bize –bilmeden farketmeden-onlar geçirmiş de olsalar, o kurallara –bilmeden farketmeden- uyarak onları yeniden üretiyoruz. Kuralı fark edip de beklenen tepkiyi vermediğimiz gün sadece biz değil, bütün aile dönüşüyor. Kural sadece bizim mikro hayatımızda değil, bütün bir soy boyunca çözülüveriyor.


Ve o kural çözülürken aile fertleri birbirlerine yaklaşıyorlar. Hafifliyorlar. Hele ki kendi kurallarından gülerek söz ettikleri anlar samimiyetlerin en tatlısı yakalanıyor. Kavga hiç kimseyi dönüştürmüyor. Dünyaya «bu insanlar beni seviyor» gözlüğü ile bakmak ise bütün dönüşümlerin başını çekiyor….



1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 13, 2013 17:40

January 11, 2013

Ağır Blog

Photo: Aisha Harley

Photo: Aisha Harley


Bugün öğlen Portland’da yaşayan teyzemle buluşmak üzere Ken’s Bakery’ye gittim. Ken’s Bakery Portland’ın Nişantaşı diye adlandırdığımız 23. Caddede yer alıyor. Her sabah koca somun ekmekler, çıtır çıtır kruvasanlar, ekler, makarun filan yapan hafif Fransızımsı bir fırın. Çok popüler bir yer. Öğle saatlerinde çorba, salata, sandviç de çıktığı için iğne atsan yere düşmüyor.


Teyzem doğma büyüme Nişantaşı kızı olduğu için bu mahallede yaşıyor, Portland’lıların aksine her yere ya yürüyerek ya da otobüsle gidiyor. Kahvesini eline alıp Ken’s Bakery’nin önündeki kaldırımda sigara içiyor.


Yarım saat erken gelmişim. Boş bir masa bulunca hemen atladım, kaptım, oturdum. Bir kahve ısmarladım. Teyzem gelene kadar kitap okur, belki de Middlesex’im ile bu kahve masasında vedalaşırım diye düşündüm. Çantamın derinliklerinde kindle’ımı aranırken, elime bir başka kitap geldi.  Broken Open: How Difficult Times Help Us Grow. Transpersonel Psikoloji eğitimizin okuma listesinden bir kitap. Yazarı Elizabeth Lesser. Kütüphaneden almıştım, bugün geri götürme günü diye sabah çantama atmışım. Eğitim için okumamız icap eden ilk bölümden sonrasına bir türlü bakmaya fırsat olmadı. Kitap çalışma masamın köşesinden bana  haftalarca baktı. Ben, biliyorsunzu ona değil Middlesex’e uzandım. Böyle böyle, sonunda teslim günü geldi çattı.


Elime gelmişken, bir bölüm daha okuyayım bari dedim. Aradan bir sayfa açtım. The Hundredth Name (Yüzüncü İsim) diye bir bölüm açıldı. Ölümden bahseden bir bölümdü. Daha ilk sayfanın sonuna gelmeden gözlerim dolmaya başladı. Babamı kaybetmemizin üzerinde  henüz sadece bir kaç ay geçtiği  için ölüm hakkında birşeyler okuyunca hemen  gözlerim doluyor.  Ama bölüm ölümden çok ölümü unutarak yaşadığımız hayatlarla ilgiliydi. Tam ben de eşimin geçen blogda bahsettiğim  hastalığının benim hayatımı ne kadar zenginleştirip, derinleştirdiğini yazmayı planlarken karşıma çıkan bir paragrafla irkildim. Lesser, Parkinson hastası arkadaşı Bruce Talbot’da alıntı yapmıştı. Talbot şöyle diyordu:


“Şunu bir kere anlayalım: Hasta ve sağlıklı insanlar aynıdır. Her birimiz için nihayetinde aynı kurgu geçerlidir. Doğduk, yaşıyoruz ve öleceğiz. Kronik hastalığı olan bizim gibi insanların, sağlıklı insanlara kıyasla bir avantajı var. Bu berbat hastalığın ağırlığını ya da başka  hastaların yaşadıklaırı zor koşullarını hafifletmek  gibi bir niyetim yok ama kronik bir hastalıktan mustarip benim gibi insanlar için bu kurgu daha sade ve (söylesem mi?) kimi önemli durumlarda daha kolay bile olabilir. Bizim avantajımız hayatın çarklarının zaten bir kaç önemli diş öne atmış olmasından geliyor. Günler hızla kum saatinden akıp gidiyorlar. Biz bu gerçeği can verici bir netlikle görme şansına sahibiz.”*


Sevdiğiniz bir insan kronik bir hastalıktan mustarip olunca onunla geçen her dakika değerli bir şey haline geliyor. Neden? Hasta insan ölüme sağlıklı olandan daha mı yakın? Gerçeğin hiç de olmadığını bize öğreten yüzlerce örnek sunuyor hayat önümüze. Buyurun işte turp gibi sağlıklı babam, geçirdiği bir buhranı atlatamayıp kafasına dayadığı tetiği çekti. Onu kaybedene kadar ölümün bu kadar yakınımızda dolaştığını tahmin eder miydim? Onunla geçirdiğim zamanların inci gibi, zümrüt gibi nadir bulunan bir taş değerinde olduğunu bildim mi? Bilmedim, nasıl olsa bir gün takarım diye çekmecenin dibine attığım yeşim taşlarına davrandığım gibi umarsız ve savrukça yaklaştım beraber geçirebileceğimiz zamanlara.



Şimdi eşimle geçirdiğim zamanların üzerine titriyorum. Bol bol kahkaha atıyoruz. Üzüntüyü öfkeye çevirmemeye gayret ediyorum. Ivır zıvırı için endişelenip söylenmemeye gayret ediyorum. Bu ilişki sevdiğim her insanla ve en çok da kendimle kurduğum ilişkiye ayna tutuyor. Çünkü kurgu hepimiz için aynı. Doğduk, yaşıyoruz, öleceğiz. Kaybedecek vakit yok.


Ama bu kurgu içinde üzüntünün de bir yeri var. Kayıplar karşısında verdiğimiz doğal bir tepki üzülmek. Sadece kendi üzüntümüzü değil, çoğunlukla atalarımızın kayıplarının yaşanmamış, bastırılmış, kaytarılmış üzüntülerini de taşıyoruz. Bugün teyzemle buluşmamızın amacı psikoloji ödevim için yazdığım otobiyografim için bilgi toplamaktı. 20. Yüzyıl başında bizim oralarda doğmuş bir çok insan gibi benim büyükbabalarım, büyükannelerim de zor günler geçirmişler. Makedonya’daki topraklarından sürüldükten sonra yerleştikleri Selanik’de daha bir kuşak bile yetiştiremeden trenlere doldurulup İstanbul’a yollanmışlar. Kıyafetlerini bile toplamadan, kapılarını bile kilitlemeden…Kedilerini komşularına teslim ederken, yakında döneceğiz, bizi merak etmeyin diyerek…Kapısını açık bıraktıkları evlerine bir daha hiç dönmeden, bir başka ailenin apar topar terk etmek zorunda kaldığı başka bir eve yerleştirilmişler. Başınıza böyle bir şey geldiğini hayal edebiliyor musunuz?


Bu insanların torunu benim annem ve teyzem. Bu insanların evlerinin, komşularının, topraklarının, hayatlarının, lisanlarının kaybı benim üzüntüm. Aynı kurgu, çok daha kederlisi belki, daha koyu acı ile sıvanmış olanı büyük ihtimal, sizin büyükleriniz tarafından yaşanmış. Onların hayat mücadelesi sırasında savuşturdukları acıları, karnımız tok, sırtımız pek doğduğumuz hayatlarımızda bizim üzüntümüz olarak bize miras kalıyor. Bunların üzerine kendi hayatlarımızın üzüntüleri var. Bizim kayıplarımız. Ölenlerimiz, hastalarımız, kendi kayıplarımız…


Üzülmek yasak değil, insan evladının en doğal hakkıdır. Acının üzüntü tünelinden geçip süzülmesi insanlık için en hayırlısı süreçtir. Öfkeye, intikama, kine dönüşmeden, üzüntüden süzülmesi…


Beni doktoradan vazgeçiren kilit cümleyi eden sevgili dostum Dicle, tarihin ve insanlığın acısı ile ne yapacağını bilemediği için kendini bir sabah Boğaz köprüsünden attı. Üzülmek onun kafasında da yasak bir şey miydi? Hiç bilemedik. Aile kurallarını, üzülmeyi kendimize yasak etmiş olduğumuzu bilmiyorduk o zamanlarda. Hiç konuşmadık.


Romanlardan konuştuk onun yerine. Bizim bir koca doktora, master tezleri boyunca ıkınıp da akademik dünyaya kattığımız – o da belki- bir tanecik fikri, bir tanecik teoriyi tek bir paragrafta söyleyiveren romancılardan konuştuk. Hayranlıkla, gıptayla, iştahla…


“Söyleyeceklerini romanlar aracılığı ile söyleyebileceksen, hiç girme doktora işine. Otur romanını yaz!» demişti Dicle bana, UCLA’e doktoraya gitsem mi gitmesem mi diye kıvrandığım o Tayland öncesi yaz günlerinin birinde bana.


Ama ben size Tayland’dan önceki değil, sonraki yazı yazacaktım değil mi? Bakın, üzüntüyü yaşamaya izin verdikçe kendime, üzüntü bir ağırlık değil, bir hafiflik olarak yayılıyor içime. İki gün önce liseden bir dostumuzu lösemiye kaybetmiş olduğumuzu öğrendik. Dünyanın dört bir yanına dağılmış bütün sınıfımız her bir anda yasa girdik. Hepimizin gözünün önünde bir anda bir pencere açıldı. Değerli olan şeyleri hatırladık o pencereden bakarken. Çocuk olduk yeniden. Günlük hayatlara teslim olsak da özümüzde hep aynı kaldığımızı gördük oradan bakarken. Özümüzün sevgiden yoğrulmuş olduğunu.


Kimse üzüntüsünden kaçmaya çalışmadı. Kimse üzüntüyü öfkeye, endişeye dönüştürmeye, ne yapalım hayat devam ediyor hadi, kalanlarımız sağ olsun demedi. Kimse suçlu aramadı. Kimse üzüntüsüne müdahale etmedi. Cenazeye gidemedik ama ben o sabah Facebook üzerinden tuttuğumuz yası okurken, kendimi bizim okulun avlusunda, lacivert hırka ve ceketli omuzlarımızı birbirimize yaslamış, gözlerimiz kapalı, sessizce dururken gördüm.


Babam öldüğünde sevgili Petek Hoca bana en anlamlı gelen mesajı yazmıştı:



«Acını acı çekmeden yaşamanı diliyorum.»



İşte size üzüntüye izin vermek konusunda biraz daha yazmayı planladığım bu soğuk, güneşli yeni ay gününde, sırf kütüphaneye götürmeden önce bir göz atayım bari diye açtığım kitabın Yüzüncü İsim adlı bölümüyle karşılaşınca, ister istemez gülümsedim sevgili okularım. Yine ilahi bir el araya girdi galiba.


Lesser’in lösemiye kaybettiği arkadaşı Ellen’in (evet bir de böyle bir raslantı vardı!) ölümünü anlattığı bölüm şöyle bitiyor:


“Kuran’da Allah’ın doksandokuz ismi vardır. Son isim, Allah’ın Yüzüncü İsmi, gizlidir. Tasavvuf geleneğinde de tesbihlerin bir boncuğu eksiktir hep.  Eksik boncuk Allah’ın gizemini temsil eder. Derler ki Tanrı’nın gerçek ismi, bizim de gerçek ismimizdir -son nefesimizi verirken keşfedeceğimiz. Ellen son nefesini verdiğinde benim ölümlü zihnimde kısa süreliğine bir pencere açıldı. Orada ölümle yaşam arasındaki çizgide dururken, öte alemlerin Yüzüncü İsmi kulağıma fısıldadıklarını duyar gibi oldum. Emin oluncaya kadar pencere kapandı ve ben yaşama döndüm. Şimdi, arada sırada, özellikle Ellen’in son anlarını düşünürken, o pencere bir gıdım açılıyor ve ben İsmi duyuyorum.” *


***


Yoga’dan Sonraki Yaz’a yaklaşıyoruz ve aile karmasını kırmaya…Az bir sabredin. Bakın içe döne döne nerelere geldik! Hepinize sevgiler!


Defne


Elizabeth Lesser, Broken Open: How Difficult Times Can Help Us to Grow. Villard Books Trade Paperback Edition, 2005  sf. 197.




 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 11, 2013 19:13