Defne Suman's Blog, page 34
May 18, 2013
Hayat Tanrı’nın insanlara bahşettiği en büyük armağandır
Bu sabah Sırbistan’ın uzak bir köşesindeki otel odamda, aşağıdaki kahvenin açılmasını beklerken, Aile Ağacı projesi için yanımda getirdiğim Nene’min otobiyografisine bakacağım tuttu. Ölümünden tam bir sene önce, 91 yaşındayken kaleme aldığı on sayfalık hayat hikayesini okurken çoktan unuttum sandığım sesi kulaklarımda canlandı, vurgusu tonuyla zihnimde yankılandı.
Sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim şu son bölümünü okurken de yüreğimin ortasında kimbilir ne zamandır saklı bir hıçkırık, sessiz bir feryat gibi boğazımdan yükseldi.
Bakın ne diyor:
“Gerçi artık çok yaşlı bir kadınım ama böyleyim diye dünyaya küsmüş ve hayatla ilgisini kesmiş değilim. Bütün güzellikleri ve çirkinlikleri ile dünyanın; her yönüyle korkunç bir fenomen olan, hem bütün güzelliklerin, iyiliklerin, hem bütün kötülüklerin odak noktası bulunan insanoğlunun şimdiye kadar binlerce yıldır çözülememiş, bundan sonra da asla çözüleceğe benzemeyen binbir problemiyle kafam hâlâ meşgul.
Sağlığım parlak değil – bu yaşta kimin sağlığı parlak olabilir?- Ama gözlerim çok sükür iyi. Emekliliğin verdiği zaman bolluğu ve rahatlığı içinde istediğim gibi okuyabiliyorum. Tabiata, -eğer varsa- Tanrı’ya, bana bağışladıkları bu lütuf ve mutluluk için nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum ve ünlü orkestra şefi Herbert Karayan’ın ölürken söylediği cümleyi de hiç unutamıyorum:
“Hayat Tanrı’nın insanlara bahşettiği en büyük armağandır.”


May 16, 2013
ŞEHİR ALIŞKANLIKLARI
Kuraldışı Dergi‘nin Mayıs 2013 sayısında çıkan yazım:

Foto: Kokia Sparis
Dünyanın en güzel köşelerinden birinde, bungalovun önünde bir taburede oturuyorum. Önümde alçak bir sehpa var, dizüstü bilgisayarımı onun üzerine koydum, yazıyorum. Dağ, nehir, deniz ve toprağın kesiştiği bu cennet parçasında mavi kanatlı kuşlar, burnunu avucunuza sokan atlar, yeşil başlı ördekler, tavuklar, horozlar, seveyim diye karnını açan kedilerle köpeklerle beraber soluk alıp veriyorum.
Buraya tatile gelmedim. İş gezisindeyim. İstanbul’dan bir grup öğrencimle beraber yoga kursu vermeye geldim. Sabah-akşam yoga yaptığımız bir hafta geçireceğiz burada. İlk dersimiz bu sabah sekizde başladı. Ders yaptığımız kubbe Yörük çadırı şeklinde tasarlanmış. Yerleri taze ahşap kokuyor, bütün etrafı tülle kaplı. Tüllerin dışında cins cins ağaç, ot, çiçek, bitki… Biz ısınma hareketlerimize başlarken güneş sık yaprakların arasından nazlı nazlı tülleri okşuyor, doğa uykusundan çığlık çığlığa uyanıyor. Kuşlar, böcekler, köpekler, rüzgârda hışırdayan yapraklar… Yörük çadırımızın çevresine yumurta bırakan tavukların, onları korumayı kendilerine görev bilen horozların ötüşleri…
İkinci ders akşamüstü, gün batarken… Kaldığımız kampın bahçesinde yetişen organik sebze meyve ve sabah çadırımızın etrafına bırakılan yumurtalarla beslendiğimiz, balıklarla yüzüp, ormanda yürüyüş yaptığımız günün sonunda taze reçine kokulu Yörük çadırımızda yeniden buluştuk ve şehirden uzaklaşsak da bizimle gelen ve doğada yaşarken farkına vardığımız alışkanlıklarımızdan konuştuk.
Neler peki bu şehir alışkanlıkları?
Bir tanesi telaş etmek. Yetişecek bir yerimiz olmasa bile zihinlerimiz telaş etmeye programlı. Birkaç öğrencim adımlarını ağır ağır da atabileceklerini kendilerine hatırlatma ihtiyacı duyduklarını dile getirdiler. Lokmalarımızı çiğnerken, konuşurken ve hatta yoga yaparken bile telaş, alıştığımız için artık fark etmediğimiz buzdolabı hırıltısı gibi hızımızı, tavrımızı belirliyor. Şimdiyi yaşayacağımız yere bir sonraki anı tasarlamak, yetişmek için koşturmak… Bir türlü yetişememek. Sık sık geç kalmak. Geç kalmayı kanıksamak… Belki de telaşı beslemek niyeti ile günü tıklım tıkış doldurmak.
İnsan bile bile telaşı besler, gününe stres kaynağı ekler mi? Ekler tabii. Çünkü insan hem açgözlü (bir günde çok, pek çok şey yapmak istiyor) hem de alışkanlıklarının esiri bir varlık. Telaşsız bir gün birçok insana zor ve sıkıcı gelebilir. Çoğumuz mutluluk ve huzurdan çok, hayatımızda süreklilik (istikrar) arıyoruz çünkü. Sürekliliği sağlayan ve onu devam ettiren şey telaş bile olsa, onu korumanın yollarını arıyoruz. Şehir insanlarının bu kadar çok yoğun, bu kadar çok yorgun olmalarının arkasında bence stres bağımlılığı yatıyor!
Bu yoga kampı boyunca ağırlaşmak için çaba gösterme kararı aldık. Sonra dedik, madem başladık, sadece adımlarımızı, lokmalarımızı ağırlaştırmakla bitmesin bu iş, bizi yoran, yıpratan, hayatımızdan enerjiyi ve belki de neşeyi çalan diğer şehir alışkanlıklarımızı da tanıyıp, onları da kıralım.
Çocuklara sordum, çantanızda şehirden buraya ne alışkanlıklar getirdiniz? Çantalarının içini sorduğumu sanmışlar. Saydılar hemen. Bilgisayar, telefon, kindle, şarj aletleri, bağlantı kabloları… Çantalardan “mütemadiyen iletişim içinde olma alışkanlığı” çıktı!
Mütemadiyen iletişim içinde olma alışkanlığı şehir insanlarında artık alışkanlıktan çok bağımlılığa dönüştü. İnternet, eposta, ev telefonu, cep telefonu, kısa mesaj ve sonsuz sosyalleşmeler yüzünden bir gün içinde uyuduğumuz saatleri saymazsak, kendimizden başka biri ile iletişim için olmadığımız bir dakikamız bile yok neredeyse. Fiziksel olarak bir mekânda tek başımıza dursak bile teknoloji yolu ile her an bir diğerine bağlanacağımızın bilincindeyiz.
Burada bir süre telefonları, interneti kapatıp doğada tek başına kalma talimi yapalım dedik. Çünkü insan, tabiatı gereği tek başınalık ihtiyacında olan bir canlı. Başarılı sanatçılar ve edebiyatçılar ilham kaynağının kurumaması için her gün bir miktar tek başına vakit geçirmeleri gerektiğini asırlardır söyler dururlar. Yaratıcılık kanalları sonsuz iletişim halindeyken değil, bir başına geçirilen avare zamanlarda temizlenip açılıyor. Bakalım insanlar arası iletişimin her türlüsünden arınmış tek başınalıklardan nasıl ürünler çıkacak?
İkinci gün öğrencilerimle niyet ettik, burada kaldığımız süre boyunca koşturmayacağız, telaşa kapılmayacağız, mümkün olduğunda tek başımıza vakit geçirip, mümkün olduğunca az ve öz konuşacağız. Bunun için birbirimizden uzak durmamıza gerek yok. İki insanın yan yana sessiz durabilmesi de mümkün. Kendimizi sessizliği kırmaya mecbur hissediyorsak eğer (ki bu da bir şehir alışkanlığı) bu kendi iç sesimizi duymaya tahammül edemediğimiz için olabilir. Varsa böyle bir sıkıntımız bunu da gözlemleyip fark etmek için iyi bir fırsat olur sessizlik anları…
Bir diğer şehir alışkanlığı da “ya hiç, ya hepçilik.” Şehirde koşturup duruyoruz ya, uzun saatler boyunca bir şey yapmak zorunluluğu bulunmayan zamanlarda hiçbir şey yapmamaya doğru gidiyoruz. Hayat iş ve tatil diye iki bölmeye ayrılmış aklımızda. Ya iş yapacağız, ya tatil. Ya her şeyi yapacağız, ya hiçbir şey. Çoğumuzun tatil anlayışı “oh bir hafta sırtüstü yatacağım ve hiçbir şey yapmayacağım” hayali ile özetleniyor. Oysa sırtüstü yatıp hiçbir şey yapmamak dünyanın en sıkıcı işi. Zamanımızı verimli bir şekilde organize edip işlerimizi, derslerimizi, görevlerimizi tatilde yapmayı başarsak, aslında tatil ve çalışma arasındaki o keskin sınır silinebilir. Çünkü gerçek hayatı iş hayatı ile bir tutan ve tatili “hayata ara vermek” olarak algılayan bu zihniyet, çalışırken de tatildeyken de hayatlarımızdan neşeyi çalıyor.
Bir hafta sonra:
Güneş dağın ardında yitti gitti. Çimenleri sulamışlar, ortalık taze ot kokuyor. Uzaktaki köyde bir horoz boğazı yırtılırcasına ötüp duruyor. Öğrencilerim gitti. Çimenlere dağılmış, tahta masalara yayılmış yüzlerini, derslerde öğrendiklerini birbirlerine soran, tekrar eden seslerini özlüyorum. Şimdi tek başımayım. Burada yaşasam diye düşünüyorum. Her akşam şu süt liman denize karşı oturup günün dağın arkasına kayboluşunu izlesem…
Derken derken yakalıyorum kendimi… Eh, ben şimdi zaten buradayım. Şu an dışında bir hayatım yok ki. Hayat geçmişten veya gelecekten değil de şimdiden ibaret ise, ben zaten hayalini kurduğum yaşantının ta kendisine şimdi, şu anda sahibim. Kendime gülüyorum. Halihazırda yaşıyor olduğum bir hissin hayalini kurduğum ve o hayalle meşgul olurken gerçeği kaçırdığım için! Bu da bir şehir alışkanlığı olsa gerek!
“Doğada yaşamak iyi güzel tabii” dedi değerli ustam. “İyi güzel ama ağaçlar yoga öğrenmek istemiyorlar ki! Bilgini, birikimini ağaçlara değil, insanlara aktaracaksan, dağ taş dere bayırda değil, şehirde yaşamayı seçeceksin.”
Şu hayatta beni yoga dersi vermek kadar tamama erdiren başka bir uğraş bulunmadığına göre ben de şehirde yaşamayı seçiyorum. Ama şehri seçiyorum sadece. Onun alışkanlıklarını değil. Telaştan, gevezelikten, koşturmacadan arınmış, bir şehir yaşantısı yaratabilir, şehire doğada kazandığım yeni alışkanlıklarımı taşıyabilirim.
İşte şimdi bu heyecanla dönüyorum baharı erguvanlara kucaklayan şehrime. Şehirlerin en güzeline…
Baharınız kutlu olsun!
KD © 2013 Her hakkı saklıdır. Sitedeki yazılar izinsiz ve kaynak belirtmeden başka yerde yayımlanamaz. Ancak yazıları yazar ismi ve kaynak belirterek ya da dergiye link vererek paylaşabilirsiniz.


May 13, 2013
Röportaj
April 30, 2013
Nikahta Keramet Vardır
(Kuraldışı Dergi‘nin Mart 2013 sayısında yayınlanan yazım)

Foto: Aisha Harley
http://www.aishaharley.com
Yeşil, sakin (kimilerine göre sıkıcı, kimilerine göre cennet) Portland’daki evimizi altı aylığına kapatıp bindiğimiz uçaktan İstanbul’a indiğimizde, bir de baktık ki etraftaki sevgililer patır patır ayrılıyorlar. En sağlam bildiğimiz ilişkiler orta yerinden çatlamış, çatlaktan zehir zemberek akmış. Aldatanlar, kaçanlar, lafını bıçak edip kalp deşenler, kavga edenler… Ayağımızın tozuyla bile girmeden diğer çiftleri saran huzursuzluk bizi de sardı; başladık kavgaya. Nice bilmediğimiz güç ile göklerdeki yıldızların esiriyiz ne de olsa. (Bir de İstanbul trafiğinin.)
İlk sabah çamaşır makinesini yolda giydiğimiz kıyafetlerle doldururken bir şey fark ettim: Sevgilisinden ayrılan arkadaşlarıma özenen bir ses vardı benim de içimde. Terk edip gitmeye gündüz düşlerinde bile vicdanım el vermiyor ama içimdeki ses ağzı sulana sulana “Keşke senin Bey de seni terk edip gitse” diyordu.
O sesi duyunca (şeytan mıdır nedir?) hemen dikkatimi çamaşırlara verdim. Ben evli, mutlu bir kadınım, ne diye terk edilmek isteyeyim? Ama yok, işte renkliler yıkandı, asıldı. Beyazları makineye koyarken, şeytan ses yine kulağımda şimdi Bey beni terk etse, gideceğim memleketleri, yazacağım kitapları, yüzeceğim denizleri filan sayıyor. Ya sabır. Mutlu, evli bir kadınım ben.
Hımmm orada bir dur… diyor bir başka ses daha derin bir yerlerden. Olması gereken ile var olan arasındaki sınırı çizelim bir defa. Mutlu bir kadın olman gerektiğini düşünüyorsun çünkü çok sevdiğin ve dünyada eşi benzeri bulunmayan muhteşem bir adamla evlendin. Ama her an, her dakika mutlu değilsin. Birbirinizi çok sevmenize rağmen kavga ediyorsunuz. Şiddetsiz iletişim kurmaya gayret ettiğiniz halde birbirinizi kırıyorsunuz ve bütün bunların sonucunda sen kendi ihtiyaçlarını dile getirmeyi beceremiyorsun, doğru mu?
Doğru.
İletişimsizlik ve tatmin edilmeyen ihtiyaçlar ilişkiyi inceden çatlatmaya başlıyor. Sonra bir gün çat diyor ortadan kırılıyor. Toparla toparlayabilirsen.
Terk edilme fantezisi benim için yeni bir şey değil aslında. Hatta diyebilirim ki anlaşmazlıkların gün aşırıya çıktığı durumlarda ilişkiyi orta yerde bırakıp gitmek benim için son derece tanıdık ve kolay bir kaçış yolu. Bizim Bey’e rastlayana kadar yaşadığım ilişkilerimde bu yola çok girdim çıktım. Kendim terk etmediysem de, terk edilmek için uygun ortamı yuvayı yapan bir kuş dikkatiyle hazırladım. (Terk edilmek yüzde elli terk edenin işi ise, diğer yüzde elli sorumluluk terk edilendedir). Sonra da kâh melankolik, kâh neşeli vurdum kendimi yollara… Açık denizlerde saklı adalarda kafamı kırıp roman okuduğum hamaklarda sallanmaya…
Bir sonraki ilişkiye kadar.
Oradan sonra hadi bakalım sar baştan.
Çünkü tatlı, saf gençlik günlerimde sanıyordum ki doğru insan karşıma çıkınca bütün sorunlar çözülecek. Hep yanlış taşa baltayı vuruyordum. Beraberliklerin ince ince işlenmiş dantel karmaşıklığındaki doğasından bihaber olduğum için hayatımın aşkını bulduğumda hiç kavga etmeyeceğim zannediyordum.
Nitekim bizim Bey’in benim için son durak olduğunu ilk görüşte anladım. Yok sevgilisi varmış, yok kronik hastalığı varmış, yok beni sadece arkadaş olarak görüyormuş… Hiçbirine kulak asmadım. Bildiğimin gerçekliğinden yüzde yüz emin olduğum o çok nadir anlardan biriydi; korku ve endişeden sıyrılmış bir zihin hali ile bekledim. O kadar emindim ki çaba bile göstermedim. Hatta biraz kaçmaya bile çalışmış olabilirim. Her zamanki ilişki modelimin işlemeyeceğini hissettiğim ve her insan evladı gibi değişmekten ölesiye korktuğum için, bizim Bey’in aklı başına gelene kadar ben de dağlarda, bayırlarda, açık denizlere saklı adalarda biraz gezdim.
Kısmet neyse o oldu işte. O aradı beni. Ben de hemen dünya çevresinde bir tur atıp yıllardır hasretini çektiğim kollarına bıraktım kendimi.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine mi?
Nerede?
Meğer film yeni başlıyormuş. Ben hep arada çıktığım için devamını da, sonunu da hiç görmemişim bu hikâyenin.
Meğer nikâhta keramet varmış!
Şimdi biliyorum biz evlenmeseydik, ben yine kendi yoluma gider, terk etmek ya da edilmek için uygun ortamı hazırlar sonra yine keçi gibi dağlara kaçardım. Ondan sonra da sar baştan.
İçinde keramet olan nikâha ben, sonuna kadar direndim. Direnmek ne kelime! Yeri geldi burun kıvırdım, yeri geldi yerden yere vurdum. Üniversitedeyken gazeteci bir arkadaşım benimle ve sınıf arkadaşlarımla evlilik üzerine bir röportaj yapmıştı da “Düğün, günümüzde işlevini yitirmiş, gereksiz bir törendir” demiştim. Sonra, her gazeteyi elinde büyüteci ile satır satır okuyan nenem benim bu demecimi görüp perişan olmuştu! Ölene kadar da benim gençlik ukalalığı ile ettiğim bu cümleyi tekrarladı durdu: “Defneciğim sen düğün için çağdışı bir müessesedir demişsin. Sevdiğin adamla evlenmek, onunla bir hayat kurmak dünyanın en güzel şeyidir, güzel kızım. Ha, bunu böyle bilesin!”
Bizim Bey bana evlenme teklif ettiğinde, gücünün kaynağını tam olarak hissedemeyen bütün kadınlar gibi ben de bana evlenme teklifi edilsin ama evlenmeyeyim istiyordum. Düşünün: Hayatının aşkı ile yıllardır birlikte olan bir kadın bunu söylüyor. Beni zenginleştiren, güzelleştiren, içinde tatmini ve mutluluğu bulduğum bir ilişkinin üçüncü yılındayım zaten. Başka bir adamda gözüm yok. Gözümün önünde ince, zarif bir pırlanta pırıldıyor. Kadife kutusunda. Karşımda dünyanın en şahane adamı… Bütün bunlara rağmen aklımdan “Teklifinizi biraz düşünmek istiyorum” cümlesi geçiyor mu?
Geçiyor tabii bre! O masallar, karşılarında yüzük gören kadınların göz yaşları içinde ayılıp bayıldığı filmler… yalan bütün hepsi.
Hayatımın aşkına “Evet” derken benim aklımdan geçen “Nihayet işte her şey yerli yerine oturuyor” muydu acaba? Yoksa, bildik kaçış kalıplarımdan mahrum kalınca benden öteye bakalım kim çıkacak diye merak ettiğimden mi gittim nikah masasına?
Nikahta sadece keramet yok, bir de cesaret işi!
Ya da benim için öyleydi.
O cesareti göstermesem, kerameti de göremezdim.
Nikâhın kerameti sadece ayrılmayı zorlaştırıyor diye değil. ( O da var) Ama bence esas keramet, aile ve dostların şahitliğinde iki kişinin bu ilişkiyi yürüteceğine söz vermesi. Modern toplumda iki kişinin beraberliğinin hiç de kolay olmadığını artık herkes biliyor. Beraberliği sürdürebilmek için çevremizdeki insanların desteğine ihtiyacımız var. Sadece hayatta yan yana duracaklarına dair birbirlerine söz veren kadınla erkeğin değil, o nikâh anına tanıklık eden herkesin gördüğü, tanıdığı ve kutsadığı bir bağ kuruluyor nikâh sırasında. Sadece kadınla erkek arasında değil. O ana tanıklık eden herkes arasında.
Bizim nikâhımızı ne bir din, ne de bir devlet adamı kıydı. Ailemizle dostlarımızın önünde, bu hayatta yan yana duracağımıza dair birbirimize söz verdiğimiz töreni bizi tanıştıran dostumuz Aisha yönetti. Annemle babama göre nikâhın devletler tarafından tanınan resmi bir tarafı bulunmaması kaygı vericiydi ama dünyanın en güzel noktasında gerçekleşen törenimiz bizim için yeterliydi. (Bürokratik sebeplerden dolayı birtakım defterlere de imza attık sonra. )
O sözü verdik diye erdik mi muradımıza? Çıktık mı kerevetimize?
Hayır.
İkimizin de bilmediği sularda ilerleyen bir gemi olan evlilik kurumunun her gün yeniden yeniden yapılan anlaşmalarda büyüdüğünü, zenginleştiğini anladık sadece. Kavgaların o kadar kötü şeyler olmadığını öğrendik. Muradına ersen de eski kaçış kalıpları bulduğu her çatlaktan pırtlayacakmış. Çamaşır makinesinden çıkan şeytan benimle konuşmaktan hiç vazgeçmeyecekmiş. (Ona uymak ya da uymamak benim vereceğim bir karar.) Dünyanın en harika kadını/erkeği de olsa eşimiz, sorunlar sürecek ama krizlerden şaşırtıcı bir dürüstlük ve çözüm çıkacakmış. Zaten sorun bende ya da ötekinde değil, ikimizin birden oluşturduğu dinamiğin kuşaklar ötesine dayanan kural ve inançlarında saklıymış. Kendimize ve ailemize bakmadan, içimizdeki huzursuzluğu temizlemenin imkânı yokmuş. Ama bu içe bakışta tek başına olmak da yetmezmiş çünkü ancak ötekinin aynasında görürmüş insan kendi suretini.
Keramet her müminde harikulâde bir halin meydana gelmesi demekmiş.
Kimse seni tamamlayamaz, iki yarım insan bir araya gelince bir tam insan etmezmiş.
Keramet de zaten iki yarımın eriyip birbirine karışmasında değil, iki tamam insanın toplamında saklıymış.
KD © 2013 Her hakkı saklıdır. Sitedeki yazılar izinsiz ve kaynak belirtmeden başka yerde yayımlanamaz. Ancak yazıları yazar ismi ve kaynak belirterek ya da dergiye link vererek paylaşabilirsiniz.


April 8, 2013
HERŞEYE RAĞMEN
Son haftalar tatlı bir telaş içinde geçti. İstanbul’a gelen yoga hocalarımı ağırlamakla meşguldüm. Öğrencisi olduğum Shadow Yoga okulunun kurucusu Zhander Remete ile okulun en kıdemli öğretmeni ve müdürü Emma Balnaves her yıl gerçekleştirdikleri Avrupa turuna İstanbul’da başladılar. Yıllardır hayalini kurduğum bir şeydi bu benim. Öğretilerinin ışığında eğittiğim öğrencilerim ile ustalarımı buluşturmak yani. İnsanın böyle büyük bir hayali gerçekleşince stres katsayısı artıyor. Ben de hocaları gezdirip, beslediğimiz geçen hafta boyunca pek çok defa zihnimi stresin çalkantılı sularından, anın zenginliğine davet etmek durumunda kaldım. Çünkü Boğaz manzarasına karşı kahve de içiyor olsanız, trafikte sıkışmış da ustalarla geçen her an, öğrencinin bilgisini pekiştirip, ruhunu beslemeye yarayan sözler ve/veya suskunluklarla dolu. Ben de hocalar için mükemmel ortamı yaratmanın sorumluluğunu taşıyan kendimi mümkün olduğunca arka koltuğa oturtup, o andaki dersi izlemeye verdim dikkatimi.
Haftanın her anı tam konsantrasyon öğrencilik ederek geçti diyebilirim. Emma Hoca’nın Cihangir Yoga’da verdiği üç günlük muazzam kursta da bu öğrenme, zenginleşme, beslenme süreci zirve yaptı.
Bugün Büyükada’dayım.
Haftalar, belki de aylardır hayalini kurduğum gün bugün.
Bir gün adaya gitsem…Ah yoga, yazı, yürüyüş ve yunanca ile dolu yalnız bir gün yaşasam…Deyip deyip duruyordum. Her sabah ve çoğu akşam ders verdiğim için bu hayalimi gerçekleştirecek bir zaman da bir türlü bulamıyordum. Nihayet Emma hocayı yolcu ettiğim günün ertesinde ne olursa olsun ada gününü yaratmaya karar verdim. Son on günü pek bir sosyal geçirdiğim için tek başıma kalmaya susamıştım. Geceden çantamı hazırladım, spor ayakkabıları dolaptan çıkardım. Bir Türkçe, bir İngilizce roman, bilgisayar, yoga kıyafeti, yunanca kitabı, yağmurluk, psikoloji dersinde yapacağım bir sunum için üzerinde çalıştığım aile ağacı notlarım, hepsini topladım. Sanırsınız ki yedi gün yedi gece kalacağım adada.
Sabah perdeleri ve gözlerimi açmadan hazırlandım, bir taksi çağırdım. Sokağa adım atar atmaz soğuk rüzgar ve yağmur çarptı yüzüme. Çantamdaki ada ekipmanı hayal kırıklığı ile yer değiştirdiler. Gün aymamıştı daha. Dersten sonra karar veririm, dedim. Ama olur mu yani? Günlerdir bal bahar ortalık, şimdi bu kıştan kalma gün de neyin nesi?
Kendi yogamı yaptım. Güneş doğdu. Öğrenciler geldi. Ders yapmadık. Hepimiz yorgunduk. Emma’nın workshopunda öğrendiklerimizi konuştuk. Önceki gün camlarını sonuna kadar açtığımız halde terlediğimiz stüdyoda bu sefer üşüdük. “Gitmeyeceğim herhalde” dedim kendi kendime. Zaten çok yorgunum. Adada yapmayı düşündüğüm her şeyi evde yaparım. Çantamın içinde romanlarım, defterim üzüntü ile içlerini çektiler. Eve gidince hep bir şeylerin beni alıkoyacağını biliyorlar.
Dersten sonra sokağa çıktık. Hava iyice sertleşmiş. Düşünmeden Çağlayan’ın arabasına bindim, beni Kabataş vapur iskelesine götürmesini rica ettim. On dakika sonra, bir grup Japon turist ile birlikte Adalar vapurunda sıcacık bir simidi çayıma bandırıyordum. Hava, deniz, yer, gök hepsi griye kesmiş, güzelim şehrin renklerinin tamamı çalınmış. Kınalı, Burgaz, Heybeli, derken saat onda vapur bizim Ada’ya yanaşırken bana yine bir tembellik hasıl oldu. Aman, şimdi bu havada eve git, evi önce havalandır, sonra ısıt. Bır bır bır. İki satır yazacaksın diye. Bak vapur ne güzeldi. Hadi hiç inmeden dönelim. Şu gri, haşin adanın seni bağrına basacak hali var mı?
Ay ciddiyim böyle diyor şeytan.
Kalk kır bacağını değil mi? Japonlar kalkmış, merdivenlere yürüyorlar. Ben camdan bakıp çocukluktan kalma bir alışkanlıkla bizim evin yerini kestirmeye çalışıyorum. Bizim ev vapurdan gözükmez. İskele verildi. Japonlar şemsiyelerini açtılar. Yok artık. Şeytan gevrek gevrek kulağıma fısıldıyor. Varılan yer değil zaten yolculukmuş önemli olan. Şimdi bir çay daha içerek gerisin geri dönecekmişiz, Heybeli, Burgaz, Kınalı, Kadıköy, Kabataş.
Ne diyorsun ya! Bunca yolu gerisin geri dönmeye mi geldim ben? Hadi be kardeşim!
Yerimden fırladım, iskeleler geri çekilirken ben vapurdan atladım. Şeytan kırık bacağı ile peşimden gelemedi, vapurda kaldı, dönüp el salladım. Çay içip Kabataş’a tek başına dönsün.
Çarşıya doğru yürüdüm. Her şeye rağmen geldim ya, içimde bir özgürlük duygusu. Şimdi eve giderim, kaloriferleri yakarım, bir çay yaparım, güzel bir müzik koyarım. Okurum, yazarım, yoga yaparım, atlarım bisiklete bir tur dönerim. Yağmur durursa Aya Yorgi’de bir mum yakarım.
Görevimi başarıyla tamamladım. Başarının tatlı tatmini ile yoga dağarcığıma yeni katılan bilgilerin pırpır eden heyecanını doya doya yaşayabilirim şimdi.


March 17, 2013
Kadınlar Nasıl Ölürler?

https://seresysimios.wordpress.com
Türkiye’de kadınlar en çok cinayete kurban giderek ölüyorlar.
Hastalık, trafik kazası, yaşlılık değil de cinayet.
Ve bu cinayete kurban giden kadınların büyük çoğunluğu sevgilileri, eşleri ya da aileleri tarafından öldürülüyor.
* Türkiye’de kadın cinayetlerinin sayısı yedi yılda 00 arttı. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre, Türkiye’de kadınlara yönelik cinayet oranı son istatistiklere göre 2002 ile 2009 yılları arasında 00 artış gösterdi. 2002 yılında öldürülen kadın sayısı 66 iken bu rakam 2009′ın ilk yedi ayında 953′e çıktı. Resmi kayıtlara göre, 2003′te 83, 2004′te 128, 2005′te 317, 2006′da 663, 2007′de 1011, 2008′de ise 806 kadın cinayete kurban gitti. (http://bianet.org/bianet/kadin/132742-kadin-cinayetleri-14-kat-artti)
***
Şimdi belki bu sayıları dehşet içinde okuyorsunuz. Benim gibi her seferinde kanınız çekiliyor, omuzlarınız düşüyor, kötülüğün gücü karşısında yaşam gücünüz elinizden alınmış gibi oluyorsunuz. Ama bir yandan da kendinizi güvende hissediyorsunuz. Bana böyle şeyler olmaz, diyorsunuz. Erkek cinayetlerine kurban giden kadınlarla aranızda bir fark olduğunu düşünüyorsunuz. Belki kendinizi “onlara” göre daha modern, daha özgür, ve hatta kim bilir için için belki daha akıllı buluyorsunuz. Sevgilinizin, eşinizin o kasap heriflerle ortak bir yanı olmadığına eminsiniz. Bir “Bizler ve Ötekiler” dünyası yaratıp, orada güvende olduğunuzu düşünüyorsunuz.
Belki gerçekten öylesiniz. Sizi, kendini ve hayatı seven, düşünceleri ile duygularını ayırmayı bilen, benliğini, başarısını ve namusunu öteki ve ötekinin davranışları üzerinden değil de, kendi iç gücünden kuran dürüst, özgüvenli insanların kollarındasınız. O zaman ne kadar şanslı olduğunuzu bilin.
Ama belki siz de tehdit altındasınız ve bunun farkında değilsiniz.
O zaman lütfen okumaya devam edin.
Evet, belki sevgiliniz onu terk ettiniz diye kapınıza dayanıp sizi öldürecek bir adam değil, ama onun yerine içinizdeki bir şeyleri, bir ihtimal kendinize güveninizi, bir ihtimal yaşama sevincinizi, bir ihtimal hayallerinizi hunharca ya da ustaca öldürecek. Ve ben bu yazı boyunca iddia edeceğim ki, eşini/sevgilisini öldüren/yaralayan erkek ile onun özgüvenini öldüren/yaralayan erkek aynı spektrum üzerinde birbirlerinden bir kaç derece açı ile uzak durmaktadırlar. Sadece ve sadece bir kaç derece. O bir kaç derece bir hamlede yutulabilir.
Ve biz, bir yandan gazetelerde okuduğumuz zavallı kadınların hikayelerine ağlar, diğer yandan kendi erkeklerimizin hatalarını durmadan ve durmadan affederken, o küfrettiğimiz kasap herifleri (yüceltmiyorsak bile) yeniden ve yeniden ürettiğimizi fark etmeden sevmeye devam ederiz .
Öldüğümüzü bilmeden ölürüz aslında.
***
Konu başlığımız “Sevgilinizin Psikopat Olduğunu Nasıl Anlarsınız?”olacaktı ama yazının sonuna gelince yeni bir başlık istedi benden. Biz yine de şimdi psikopat nedir, kime denir, oradan başlayalım.
Karısını boşanmak istedi diye, sevgilisini kendi ile evlenmek istemedi diye öldürme hakkını kendinde gören erkek, psikiyatri terminolojisini kullanacak olursak, evet, psikopati sendromundan mustariptir.
Psikopati, psikiyatride empati ve vicdan eksikliği ile karakterize edilen bir kişilik bozukluğu olarak tanımlanıyor.
Duydunuz mu? Empati ve vicdan eksikliği.
Empati nedir? Ona bakalım şimdi:
“Empati veya eşduyum, bir başkasının duyguları, içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek demektir.”
Benim bu tanımdan anladığım şöyle bir şey:
Birisinin eline iğne batırıyorsunuz ve onun ne hissettiğini aşağı yukarı biliyor (kendi tecrübenizden yola çıkarak) ve hatta belki acısını kendi teninizde hissediyorsunuz.
Empati eksikliği bu hissin varolmadığı durumlar.
Erkek kadını aldatıyor ve onun acısını anlamıyor. Empati eksikliği kendi zevkine odaklanmış insanlarda iyice yükseliyor ki zaten psikopatı psikopat yapan başlıca özelliği de dünyayı kendi çevresinde dönen bir şey sanması. Psikopatlar egosantrik ve narsist oluyorlar. Peki başka ne oluyorlar? Gelin psikopatların genel özellikleri için kaynaklar* ne diyor bir bakalım:
1.Empati ve vicdan eksikliği
2. Egosantrik ve narsist eğilimler
3. Kendi davranışlarının sorumluluğunu almamak.
4. Kontrolsüz, aniden parlayan davranışlar. İstediği yerine gelmeyice obsesifleşme.
5. Düşünceleri duygulardan ayıramama. Düşünceye duygusal olarak bağlanma. İnsanlarla sahici bir bağ kuramama
6. Gerçekci uzun dönem plan eksikliği
7. Parazit olarak yaşama (işlerini hep başkalarına yaptırma)
8. Manipülasyon- İnsanları parmağında oynatma
9. Suçunu kabul ya da fark etmemek.
10. Cinsel tatminsizlik, kısa dönemde çok sayıda cinsel partner değiştirme, aldatma.
11. Zeka ve karizma.
12. Patalojik olarak yalan söyleme.
13. Aklın sınırlarının ötesine geçememe.
14. Antisosyallik
15. İntihar tehditleri (nadiren yerine getirilen)
16. Tecrübeden ders alamama ve kendini geliştirememe
***
Uzun lafın kısası psikopatları o kadar da ötekileştirmemek lazım.
Hepimizin hayatından bir kere geçmiştir bir psikopat. Onu tamir etmeye, iyileştirmeye, sevmeye çalışmışızdır. O bizi aldatmıştır. Sonra inkar etmiş, yalanlar söylemiş, inkar imkansız hale gelince yalvarmış ve hatta yeminler etmiştir ki bir daha aldatmayacağına. Onun da bir hikayesi vardır. Bir kere dinlemenizi istemiştir. Dinlerseniz ikna olacağınızı bilir. Oyununu da çok iyi bilir zaten. Ama bu arada siz –haşa- başka bir adama göz çevirdiyseniz haliniz bitiktir. Eteğinizin boyu, göğüs dekolteniz, türbanınızın rengi, makyaj yapıp yapmayacağınız onun onayını alır. Sizin hikayeniz varsa bile, ona kulak veren yoktur. Bir psikopatın hayatında ne sizin, ne de başkasının hikayesine yer vardır. (çoğu roman okumaz bu yüzden) O hayatta sadece kendi hikayesi anlatılır. Önce annesi tarafından eşe dosta, sonra kendisi, en son da sizin tarafınızdan bu hikayenin yüceltilmesini ve dünya aleme anlatılmasını bekler.
Onunki yerine kendinizinkini anlatırsanız hırçınlaşır, susturur. Çünkü sizin kendinize güveniniz onun varlığına bir tehdittir. Bağımsızlığınız ise onun ölüm fermanıdır. Öz güveni tam bağımsız kadınlar bu yüzden onun gözünde ya çirkindir ya da orospu. Özgüveniniz nice aşağılama, münakaşa, alay ve inceden dalga geçme ile özenle dövülür. Özgüveninizi dövüle dövüle hala ölmediyse, sizi öldürebilir. Bunu da cümle alem onaylar. Erkekliğe hakaret maddesinden suçu hafifler, bir kaç yıl yatar çıkar, yeni birini bulur.
***
Bazı kadınlar psikopatlarla zorla evlendirilir.
Bazı kadınlar bilerek ve isteyerek psikopatların kollarına atarlar kendilerini.
Psikopattan paçasını kurtaramayan kadınların canları silahla alınmamışsa eğer, ruhları muhakkak sözle ellerinden alınacaktır.
Her iki durumda da yani, psikopattan paçasını kurtaramayan kadınlar ölürler.
*Hervey M. Cleckley- Psikopatinin 16 temel özelliği.


March 16, 2013
Çok yakında…
İki yazı geliyor:
1. Neden kavga ederiz?
2. Sevgilinizin psikopat olduğunu nereden anlarsınız?
Trabzon’dan hepinize sevgiler!


February 28, 2013
Sözlerini Duyuyorum
Yaşamak
Bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi
Kardeşçesine…
Nazım Hikmet

Foto: Kokia Sparis
Dün akşam Atina’daki ilk yoga dersimi verdim. Atina standartlarıne uygun bir biçimde gece 8:00 ila 10:00 arası gerçekleşti dersim. Prensipleri tarafından hayatı kısıtlanan bir insandan esnek insana geçiş yapma çabası içinde olduğumdan tüylerimi diken diken bu ders saatini duyduğumda yutkunup (neler yuttuysam o sırada) kabul etmiştim. Dün akşam evden Bhavana Yoga Merkezi’ne yürürken, bu kadar geç saatte ders vermenin, erken saatte ders vermeğe benzediğini düşünüyordum. Yine bütün gün senin keyfince düzenleyeceğin bir biçimde sana kalmış oluyor, bir kurumda yapacağın tek iş günün kuyruğuna denk geliyor. Benim Cihangir Yoga’daki programın simetriği.
Stüdyoya yürüdüğüm yedi buçuk sularında sokaklar bomboştu. Bu Atina’da görmeye alışmadığımız bir şey. Aiolu ve Ermou caddelerinde (ki ben bunları bizim İstiklal Caddesine benzetirim) in cin top oynuyor. Dükkanlar kapalı, kepenkler inik, sokak lambaları sönmüş. Biraz sci-fi bir hissi var. Küresek ekonomik kriz önümüzdeki yüzyıl içinde bütün dünyayı pençesine alacaksa, heryer böyle görünecek. Karanlık, ıssız, terkedilmiş ve hüzünlü…
Ama işte hava ekonomik kriz dinlemiyor. Hava oynak, işveli, cilveli…Mis gibi portalal çiçeği kokuyor. Sessiz karanlık sokaklarda yürürken gözyüzünde yıldızlar silme, ay kocaman. Ben çocukken Bodrum’a gittiğimiz tatillerde annemler Ahtapot restoran diye bir yerde yemek yemeyi pek severlerdi. Bodrum’un içinde ama daracık sokakların bir tanesinde saklanmış bir bahçedeydi bu restoran. Herhangi bir evin bahçe kapısı gibi kapısından girip de kendimizi ağaçlardan sarkan Japon fenerlerinin aydınlattığı bir lokantada bulunca çocuk yüreğim hop ederdi. Çok da güzel yerdi. İşte Ahtapot restorana yürürken de böyle portakal kokardı ortalık ve sokaklar sessiz, gökyüzü silme yıldız, ay da dolu dolu parlardı.
Stüdyoya vardım. On iki adet parlak gözlü yoga öğrencisi benim bekliyodu. Nefis bir ders yaptık. Yoga hocalığının çok sevdiğim bir tarafı, öğrettiğimiz şey itibarı ile samimiyetin hemen kurulabiliyor olması. Yoga öğrencisi zaten karşınıza zaten öğrenmeye, denemeye, değişmeye hazır, çocuksu bir merakla geçmiş oluyor. Bana en azından hep böyle öğrenciler denk geliyor. Kendi hissettiklerimi onların bedenlerinde, zihinlerinde, uyandırmak üzere rehberlik ederken zaman benim için zaten duruyor. Saat gecenin onu mu olmuş, yoksa sabah altı mıymış, hiç farkında değilim.
Gece verdiğim ders kendini sabah belli etti. Kaskatı kesilmişim. Yatay düzlemden dikeye geçemiyorum. Bacak kaslarım davul gibi. Boynum ağrıyor, belim tutuk. Aman aman! Çok hafif bir seri yapmak gerek şimdi. Ayağa bile kalkmadan. Kaslarda laktik asit sıfır. Oturduğum yerde nefes alıp vermekten öteye fazla bir şey yapmadığım bir sabah yogasından sonra yine sokaklardayım. Yine o kafeye geldim. 1984 Nostalji‘sini yazdığım modern mimarili minimalist kafeye. Bugün hava biraz serin diye camları kapatmışlar. Benim masa hariç her masada sigara içiliyor. Boğulacağım birazdan. Ama müzikler hala çok güzel. (Twist in my Sobriety mesela şu anda çalan. Tanita Abla)
Hayır, ben aslında bunların hiç birini değil de şunu yazmak için başlamıştım bu yazıya.
Değişmek değişmek diyor, hepimiz değişmek istiyoruz ya…Bunun için ders alıyor, kitap okuyor, yoga yapıyor, yazılar yazıyoruz. Niye istiyoruz değişmeyi? Daha mutlu, daha tatminkar, daha huzurlu hissetmek için kendimizi. Belki dünyayı, iyiliği ve kötülüğü, alemin düzenini biraz olsun anlayabilmek için. Şu ya da bu sebeple değişimi istiyoruz. Bir şeyler de yapıyoruz. Sonra en bildik yerde çuvallıyoruz. Yine o eski, yine o bildik, o çoktan bıktığımız usandığımız tepkimizi veriyoruz. O eski tepki bizi mutsuz etmekle kalmıyor, bir de üstüne hayal kırıklığı ekleniyor. Onca çalışma, onca yoga, terapi, kitap, workshop vs vs vs, canımı sıkan bir durum olduğunda hala 12 yaşımdaki tepkiyi veriyorum. Shit.
Demeyin. Tepkiniz birine verilen bir cevap ise, o cevabı vereceğinize “sözlerini duyuyorum” deyin. Bakalım ne olacak? Beraber deneyelim. Bir daha kendimizi savunmak, doğru bildiğimizi ötekine bildirmek üzere ağzımı açtığımızda içimizden gelenleri değil de şuraya yazdığım cümleyi söyleyeyim:
SÖZLERİNİ DUYUYORUM!
Bir şeyler değişecek mi, sonra da yazalım.
Sevgiler hepinize.
Not: Bu haftasonu İzmir’de ders veriyorum. Duyduk duymadık demeyin. Tası tarağı toplayın, gelin tanışalım. Beraber yoganın esrarına dalalım.


February 26, 2013
1984 Nostaljisi
Atina’da bu sabah… Bahar habercisi bir gün. Üstelik 21. Yüzyıla değil, daha eski ilk gençlik ve çocukluk zamanlarımıza ait bir baharın habercisi. Hani havaların birden ısınıp da önlüklerimizin altına giydiğimiz külotlu çorapların çıktığı, yerine diz hizasında (ajurlu) beyaz çorapların giyildiği bir zaman vardı. Hani, bazı uyanık dondurmacılar (Durak Büfe) havayı fırsat bilip külahları da dizerlerdi biz çıplak bacaklı okul çocuklarının görebileceği bir yere. Eskiden, çok eskiden. Magnum’dan, Algida’dan, Panda’dan bile önce. Dondurmanın sadece üç formda sunulduğu zamanlarda…(külah, kap ya da kağıt helva arası) Evde bir pazarlık başlardı. Dondurma pazarlığı. Yarın dondurma yiyebilir miyim? Hayır hava daha ısınmadı. Boğazın ağrır. Hayır, katiyen olmaz!
Okullar kapanmadan dondurma yemek bizden bir üst kuşağın aile kuralları dahilinde mevcut değildi. Onlar da kendi ana babalarının kurallarını bize tekrarlamaktan başka bir şey bilmiyorlardı. (Bradshaw’ın “Poisonous Pedagogy” adını verdiği durum. Bu noktaya sonra geleceğiz) O yüzden ya dondurma servis ile daire kapısı arasında geçen zaman içinde alınıp, muhtemelen asansörde bir hamlede yenecek (boğaz ağrısı demişken!) ya da aile, kuralları değiştirmesi konusunda ikna edilecekti. Dünya değişiyordu nihayetinde. Onların zamanında Mayıs başında dondurma çıkmıyordu ki. Şimdi çıktığına göre yenebilirdi de…Benim annem değişimden yana bir kadındır, isteklerimi makul bir şekilde ifade ettiğimde inat edip de karşı durduğu hemen hemen hiç olmamıştır. İşi abartıp kendi başıma taksiye atlayıp (yaş dokuz) Şişli’deki ilk kaçak Barbilerin satıldığı Pilavcı pasajına gittiğimde dizginleri eline almıştı tabii ama mayısın ilk haftaları geçince Durak Büfe’den karamel çikolata dondurma alıp da apartmanın bahçesinde keyfimce yememe izin vardı. Ondan bir önceki kuşağa ait olan büyük Hala’yı ise yaz tatili başlayana kadar ikna etme şansım olmadığını bildiğim için denemiyordum bile. Beni evde Hala’nın beklediği günler asansörde yutuyordum dondurmayı.
İşte o Mayıs öğleden sonralarında, tatlı bir serinlik çıplak bacaklarımızı okşar geçer, içimizi hoş ederken, o zamanlar yüzden doksanı mesken olan bizim apartmanın şimdi otoparka dönüşmüş bahçesinde dondurma yerdim ben. Atina’daki bu tatlı Şubat sabahı içimde o günlere dair bir takım hisler… Kahvaltı sofrasında bizim Bey dedi ki, «bu sabahki yogan seni başka bir mekana ya da zamana zaplamış galiba, buralardan bir ışık kadar uzaktasın.» Haklı. Bir balona binmişim şehrin üzerinden süzülüyorum. Baktığım şeyler hakkında bir fikir sahibi olmayı amaçlamadan bir çocuk merakı ile etrafımı seyrediyorum.
Çocukluğumdaki gibi hissediyorum bugün kendimi. Yoğun hislerin sessizliğinde. Hayata katılmaktansa kenardan seyretmeyi tercih ederek. Böylece daha çok hissederek…
Çıktım. Yüzümü güneşe vere vere yürüdüm. Akropolis’e çıkacaktım. Partenon’un oraya. Çok güzel sokaklar var oralarda, arabaların girmediği daracık sokakların iki yanına dizilmiş renkli taş evler, tertemiz, derli toplu. Avlularında çam ağaçları. Bir de çay bahçesi var. Bir tarafı Partenon’a bakıyor, diğer tarafı Antik sütunların dizildiği uzun bir vadiye. Çay var bir de kahve. Taburelere oturuluyor. Yürümeye başlayınca bacaklarımı bir güçsüz hissettim. Zaten dünden hazırım yürümekten vazgeçmeye, pek haz etmem yürümekten. Bisikleti, pateni, otobüsü, treni bin kez tercih ederim kısa bacaklarımın beni asla tatmin etmeyen hızına.
Atina’daki mahallemizde yeni bir kahve açılmış. Portland kahvelerine taş çıkartan cinsten. Modern mimari, minimalist dekor, lezzetli kahve ve o tatlı serin havanın teninizi okşayabileceği bir açıyla yerleştirilmiş masalar.
Ben kim Akropolis kim? Hemen oturdum. İki saattir de oturuyorum! Müzikleri bir duysanız! Sanki benim o çocukluğumun balonunda salındığımı bilen bir yüce DJ var yukarıda bir yerlerde, o çalıyor. Madonna, the Cure, Micheal Jackson, George Michael, Duran Duran, Genesis, Nina, Steve Wonder, Laura Brinigihan.
Bu parçaları duyunca aklıma Penguen Buz Pateni geldi. Çünkü benim yabancı pop ile tanışmam Penguen’de olmuştu. Benim tek başıma taksiye atlayıp Pilavcı Pasajı’na kaçak Barbie bebek bakmaya gittiğim zamanlardı. Taksim Talimhane mevkiinde bir buz pateni pisti açılmıştı. Ben sadık bir Katerina Witt hayranı olarak derhal Penguen’e asil üyeliğimi talep etmiştim annemden. Ondan sonra da her Cumartesi bir kaç süren bu Penguen seansları annemle ikimizin ortak zevki haline geldi. İşte orada ben pistin orta yerinde fırıl fırıl döner ve camın arkasından beni seyreden annem tarafından alkışlanırken hep bunlar çalardı…
Bu da 1984 Nostalji yazısı oldu böyle.
George Orwell’inkinden başka, daha tatlı, daha serin.
Bugün gibi.


February 24, 2013
Tanrıça Atena, Bana Yeni bir Dünya Doğur!

Foto: Aisha Harley
http://www.aishaharley.com
Benim bir rahatsızlığım var. O da sabahları muhakkak evden çıkmam gerekiyor. Bir rivayete göre bu rahatsızlık bana babamdan geçmiş (kendisi rivayet etmişti) ama ben şüpheliyim. Çünkü ne zaman ikimiz bir seyahate gitsek babamın toparlanıp otelden çıkması saatler alır, ben de lobide sinirden kudurarak tırnaklarımı yerdim. Zaten rahatsızlığım sadece evden çıkmakla bitmiyor. Evden tek başıma çıkmam gerekiyor. Belki zaten evden en çok bu sebeple çıkmam gerekiyor. Yalnız kalmak için. Gerçi tek başıma uyandığım sabahlarda da aynı gücün etkisi ile yatağı toplar toplamaz kendimi sokağa attığım çok olmuştur.
Bu sabah da öyle oldu. Kalktım, yogamı yaptım, kahvemi içtim. İçim kıpır kıpır. Bir saniye daha iç mekanda durasım yok. Yatak odasına geri döndüm. Zamanın Pazar sabahının erken saatlerinden birini göstermesi sebebiyle doğal olarak hâlâ yatakta olan Bizim Bey’e saati sordum. 8:08 dedi. Yunanca söylediği için belki yanlış anlamışımdır diye bir de İngilizce sordum. Doğruymuş. 8:08. Çok istersem yuvarlak olarak sekizi on geçiyor dermiş. Fark etmez. Çok erken. Ne şekilde söylenirse söylensin Atina’da sokağa çıkıp yazı yazacak bir kahve arayışına girmek için çok ama çok erken.
Yine de, «Ben çıkıyorum Bey» dedim.
Yorganın altında çıkan elinin parmakları bana zafer işareti çaktı. Şansın açık olsun mahiyetinde.
***
Çıktım. Atina’da bir Pazar sabahı saat 8:15’de. Hava da hiç öyle günlük güneşlik değil. Gri gökler, serin bir rüzgar. Dükkanların kepenkleri zaten gündüzleri de açılmıyor artık ama bu saatte büsbütün kapalı. Üzerleri silme grafiti. Grafitilerden aldığım ilhamla, Yunanistan dünyayı kurtarabilir mi acaba, diye düşünerek troleybüs durağına yürüdüm. Bu krizin, Almanların öne sürdüğü ve Türklerin derhal benimsedikleri, «Yunan halkı da çalışmıyor canım. Varsa yoksa keyif, uzaki, taverna, siesta» iddiası ile yakından uzaktan alâkası olmadığını benim kadar, Yunanistan’ın insanları da biliyor tabii. Kendine köle olmayanı harcayan küresel ekonominin parçası olmayı red edebilecekler mi? Kendi halklarını uyumlu tüketicilere dönüştürme amacıyla başa geçen hükümetlere karşı koyabilecekler mi? Mutluluğun tüketmekle eşitlendiği yirmi birinci yüzyıl anlayışını yıkabilecekler ve biz geri kalan milletlere örnek olabilecekler mi? Ellerinde ekmekleri alınırken hem de?
Troleybüs kepenkleri inik dükkanların sıralandığı kurşuni gri caddelerden geçerken bunları düşündüm. Düşündükçe düşündükçe küresel kapitalizme karşı durabilecek bir millet varsa onun da ancak ve ancak Yunan halkı olabileceğine karar verdim. Niye? Çünkü bir kere ekonomik kriz var. Mecburen tatmin ve mutluluğu sahip olunan mallar ve tüketim gücü üzerinden değil, başka bir yerlerden tanımlama arayışına girecek insanlar. Ne üzerinden? Sağlıklı bedenlerden, sevgi ve anlayış temelli insan ilişkilerinden, sade hayatların cazibesinden ve spirütellik üzerinden belki. Allah’ın özenip de yarattığı bir dünya köşesinde yaşadıkları için sağlıklı ve sade yaşam, diyelim ki topraklarında sadece patates yetişen ve denizlerinde ancak intihar edilen İngilizlere göre daha kolay Yunan halkı için. Git, bir adaya salla oltayı, iki keçi al, üç tavuk, toprağı sulasan ot çıkacak nasılsa. Balığın yanına kaynat ye. Olur mu? Bizim buralarda olur. Ütopik bir şey değil bu söylediğim. Sahiden olacak bir şeyden bahsediyorum. Burada sosyolog kimliğini ciddiye alın lütfen. Dünyanın yeni düzeni eleştirel düşüncenin beşiği Atina’dan çıkabilir.
***
Böyle dalmış giderken troleybüs beklemediğim bir hamle yapıp sola dönünce ben bir huzursuzlandım. Niyetim açık bir kahve bulana kadar troleybüste ilerlemekti ama troleybüsün bilmediğim bir yola girmesi hesapta yoktu. Durduk. İki hoş genç adam bindiler. Ben onlara tatlı tatlı göz süzerken birisi gelip yanıma “biletiniz lütfen kria” dedi. O öyle der demez, içimden beni kendi başıma bırakmadığı için Allah’ıma şükretmek geldi. Neden? Çünkü biletim vardı, hem de damgalı. Eh, ne olacak yani? Diyeceksiniz. Haklısınız da. Bakın anlatayım.
Atina’da otobüse orta ya da arka kapıdan binebilirsiniz. Öyle şoförün gözü önünde akbil basma zorunluluğunuz yok. Ancak bir biletiniz olmalı ve otobüse bindiğinizde biletinizi aracın içindeki makinaya onaylatmanız lazım. Makina biletin üzerine günün tarihini ve saatini basıyor, böylece aynı bileti ertesi gün kullanmanız önleniyor. Sonra rasgele bir an otobüse binen yakışıklı görevliler biletinizi ve üzerindeki damgayı kontrol ediyorlar. Edebilirler yani. Bu bilet kontrol olayı benim başıma daha önce hiç gelmediği için sabah evden çıkmış troleybüs durağına yürürken bırakın biletimi damgalatmayı, bir bilet almayı bile planlamıyordum. Bugüne kadar zaten iki üç durak gittiğim otobüslere binerken hiç bilet almamıştım. Ama işte birden aklıma son Yunanca derslerimin birinde dinlediğimiz diyalog geldi. Diyalogda Atina’da okuyan üniversite öğrencisi Melek damgalatmayı unuttuğu bileti ile yakalanıyor ve biletin 60 katı kadar olan cezayı ödemek zorunda bırakılıyor. Bütün «aman memur bey, yapmayın bakın ben öğrenciyim, etmeyin» laflarına rağmen (üstelik Melek bunları mükemmel bir Yunanca ile söylüyor!) cezayı çatır çatır ödüyor.
Patissiyon Caddesini geçerken aklıma bu diyalog geldi. Kendi kendime gülerek Melek’in cümlelerini kafamdan tekrarladım. Karşıya geçince baktım hemen oracıkta bir büfe, üstelik açık. Elimi cebime attım. Madeni para. Kuruş da değil, bildiğimiz euro. Büfedeki kadından bir otobüs bileti rica ettim. (Melek’inkine taş çıkartan bir Yunanca ile) Troleybüse binice de o bileti cebime atıp yerime oturmak varken, (Pazar sabahı sekiz buçukta görevliler iş başı yapıp benim biletin üzerindeki damgayı mı kontrol edecekler, hadi canım! Bu bilet şimdi cebimde dursun, başka zaman yine kullanırım.) Allah’ın olduğunu tahmin ettiğim sesi dinleyip damga makinasına taktım çıkardım.
Sonra da yakışıklı bilet görevlileri troleybüse bindiler işte. Onlar, gururla çıkarıp gösterdiğim biletimin kenarını yırtarlarken yanından geçtiğimiz kilise boşaldı. Bir dolu ufak tefek yaşlı insan çıktı. Ben beni 72 euroluk cezadan kurtardığı için Allah’a şükretmek namına kilisenin bir ufak dua okudum. Troleybüse binen kambur minik yaşlı teyze benim baktığım kiliseye karşı son bir istavroz çıkardı.
***
Sağlıklı ve sade yaşamlara geçmek bu topraklarda daha kolay, daha mümkün. Eleştirel düşünce günlük hayatın pratiklerinden sayıldığı için varolan düzenin sömürüsüne uyanmak da belki Yunanistan’da, diyelim Türkiye’ye göre daha mümkün bir şey. Sonra bir de inanç boyutu var işin. Bence yeni dünya düzeni (benim ve bencileyin arkadaşların hayal ettiği ve uğrunda mücadele verdiği) sade, sağlıklı yaşamlar, eleştirel düşünce, anlayış odaklı insan ilişkileri ve bir de inancın temelleri üzerine kurulacak. Dogmadan ve politik/sosyal kimlikten uzak bir inanca ihtiyacımız var. Yaradan’a gönülden bağlanmak, alemin bizim daracık zihniyetlerimizle kavrayamayacağımız bir düzeni olduğunu ve o düzende bizim de bir yerimiz olduğunu yüreğimizin tam merkezinde bilmek…
Troleybüste yanıma oturup kiliseye karşı istavroz çıkaran kadının yüreğindeki gibi…

Capitalism will kill you and Fascism won’t save you!

