Defne Suman's Blog, page 32

July 18, 2013

Birleşe Birleşe

Gezi'nin Son Akşamı

Gezi’nin Son Akşamı


Sabah uyandım baktım, ben uyurken yorumlar doldurmuş yazımın eteklerini. Her birini kana kana okumak için ev ve Bey işlerinin bittiği bir saati bekledim. Sonra bisikletin terkisine bilgisayarı atıp kitapçının içindeki kahveye geldim. Sözleriniz beni sarmaladı, tuttu çıkardı. İnsanı uçuruma sürükleyen şey yalnız olduğunu zannetmesi. Sanıyor ki dünyada bir tek ben varım böyle güzel bir memlekete gelip, vatan hasreti çeken. Oysa yalnızlığın nasıl bir ilüzyon olduğunu anlamak için işte bir satır yazmak, yardım istemek yetiyor. Dünyanın dört bir köşesinde aynı benim gibi hisseden, aynı duygusal aşamalardan geçen insanlar var. O depresfi haldeyken bunu nasıl akıl edemiyoruz?


Ay başında Kuraldışı Dergi’ye yazdığım yazıda ”Gezi’de bize yoga oldu” demiştim. Kelime anlamı ile birleşmek, bütünleşmek olan yoga, bu sürecin sonucu olarak kendinin bildiğin halini aşacağın vaadini sunuyor bize. İnsanın kendi bildiği halini aşması sadece yoga yoluyla gerçekleşecek diye bir şey yok  tabi.Hayatın ortasında da pat diye olabiliyor. Gezi’de bize olduğu gibi. Bütünleşmekten geçen bir dönüşüm. “Birleşe birleşe kazanacağız”zihniyetini kanımızda, canımızda hissedişimiz.


Belki Direniş’den önce her birimiz kendi kanepemize oturmuş tek başınalığımızın melodramına kaptırmıştık kendimizi. Kendimizi daha iyi, daha özgür, daha mutlu, daha saygılı, daha sevecen bir insana dönüştürmek yolunda attığımız adımlarda sebatlıydık ama hep kendi yalnızlığımızda attığımız bu adımların an be an tanık olduğumuz adaletsizliğe, zulme, yalana, kıyıma nasıl çare olacağını kestiremiyorduk. Birden küçük adımları ile hayatı yürüyen binler, onbinler kendilerini yanyana yürürken buldular.


Koca bir adım attık böylece!


Yorumlardan, bana gelen e-postalardan anladığım kadarı ile herkes biraz buruk, herkes biraz boşluğa düşmüş. Vatan hasreti sadece benim değil, çok kişinin kalbini kavuruyor. Türkiye’nin kalbinde bile yaşıyor olsak kalbimize bir başka vatanın rüyası düştü artık, onu hasretini çeke çeke, ona doğru atacağız adımlarımızı.


Yalnız değiliz. Çok’uz.


Benim hayatımın dönüm noktalarından biri 15 Temmuz 1989 yılında gittiğim ilk Joan Baez konseridir. Dolunaylı, yıldızlı bir Istanbul gecesinde, Açık Hava tiyatorosunu 7000 kişi doldurmuştu. O zamanlar plastik sandalyeler henüz konmamıştı. Taş sıralara, merdivenlere, orkestra çukuruna kucak kucağa doluşmuştu insanlar. Genç, yaşlı, çoluk çocuk. Hep bir ağızdan şarkı söylemiştik. On beş yaşındaydım. Sınıf arkadaşlarımdan, kuzenimden, ailemden farklı, belki biraz tuhaf olduğumu sanıyordum. O gece Açık Hava Tiyatrosunun taştan sıralarında, soluğum kesilmiş bir şekilde Joan Baez’i dinlerken bütüne aidiyetin tadını aldım ilk defa hayatımda. Dünya benim gibi insanlarla doluydu.


İlk kanepeden kalkışım odur.


Hepimize, beraberce nice kalkışlara…


Yeter ki beraber kalalım.


Birleşe birleşe kazacağız.


 


Cesaret aşılayan, hayat veren yorumlarınız için teşekkürler.


Ben yarın yine yazarım. Sizin orada oldukça ben hep yazarım!



Filed under: Turkish
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 18, 2013 17:08

July 17, 2013

Uçurum

Foto: Serhan Keser

Foto: Serhan Keser


Günaydın size,


Bizim burada daha akşam bile olmadı ama siz Türkiye’dekiler birazdan uyanacaksınız. Ben, saatin akşamüstü olduğuna bakmayın, haftalardır bir kış uykusuna yatmışım da şimdi biraz sersem biraz sepet uyanıyor gibiyim.


Eminim Haziran 2013 olaylarının ucundan kıyısından tutan herkese acayip şeyler olmuştur. Bana da oldu. Biz Haziran sonunda Amerika’daki ikinci yarı yılımıza başlamak üzere Portland’daki evimize döndük. Portland, ABD’nin kuzeydoğusunda yeşil mi yeşil, şirin mi şirin bir kent. İnsanları da nazik, güleryüzlü, yardımsever, çevreci, hoşgörülü, demokrat, ileri görüşlü… Akılardaki Amerikalı klişesini yerle bir eden bir insanlık hali. Rastalar, hipiler, yogiler, veganlar, raw foodiler gırla tabii…


Yani ben buraya gelince, her sene yuvaya dönmüş gibi olurum.


Bu sefer her ne hal ise, yuvaya değil de uçurumdan aşağı yuvarlanmışa döndüm.


Bir boşluk hali ki sormayın…En sevdiğim kahveler, kitapçılar, parklar, bisikletimle arşınlayacağım dev ağaçlı sokaklar hep beni bekliyor ama ben kanepeden kalkamıyorum. Öğrenciler (buradakiler) kokumu almışlar herhalde, emailler yağdırıyorlar, “ne zaman başlayacak derslerimiz diye diye”, ben onları çalıştıracağım bir yer arayacağıma, afedersiniz sabahın 9una kadar yataktan çıkamıyorum. Ayılıp bayıldığım Tai, Meksika, Japon mutfağı, glutensiz, etsiz sütsüz  leziz yemekler yapan lokantaların biri diğeri  ardına bizim caddedde açılmış, ben sadece bizim Bey’in beni mutlu etmek için bıkmadan usanmadan günde iki defa pişirdiği pirinç çorbasından başka bir şey ağzıma süremiyorum.


Uçurumdan aşağı in, in, in. Ne dipsizmiş içim!


Hayatımda hiç bu kadar vatan hasreti çekmemiştim.


Bu hikayenin henüz tatlı bir sonu yok. Hâlâ pirinç çorbası içiyor ve vaktimin çoğunu kanepede geçiriyorum. Yine de size bir ses edeyim dedim. Bloğun şeklini filan da değiştirdim. Hafiften uyanır gibiyim.


Elimi uzatıyorum size, belki tutar da çekersiniz beni yukarı diye.


Gerçi herkesler bir acayip, farkındayım.


Boşluk yazıları sürecektir tahminimce ama bu aralar tanıdığım kendim değilim pek..


Hadi hayırlısı.


Yarın yine yazarım.



Filed under: Turkish
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 17, 2013 17:16

July 9, 2013

Gezi’de Bize Yoga Oldu

Kuraldışı Dergi‘nin Temmuz Sayısındaki Yazım


 


http://mashallahnews.com/

http://mashallahnews.com/


Of! Nasıl bir aydı bu başımızdan geçen böyle!


Heyecandan korkuya, gururdan öfkeye, neşeden kedere, kahkahadan gözyaşına (duygusal ve bibersel) savrulduğum Haziran 2013’ün son demlerinde ilk defa bu sabah içimde bir akşamdan kalma hissiyle uyandım. Hani sanki dün gece çok içmişim, çok gülmüşüm, yerlere düşüp yolumu kaybetmişim, sonunda bir şekilde yatağımı bulmuşum… Öyle bir haldeyim.


Son otuz gündür elim telefonuma yapışmıştı. Bugün aynı el telefona gitmiyor bir türlü. Son haftalarda yogadan, kahveden çok zaman önce, daha gözlerim tam açılmamışken sosyal medyayı parmak yordamıyla bulan o el bu sabah bir çekingen. Üstelemiyorum. Az biraz anlıyorum onu. İnsan evladı tabiatı gereği bir yandan aidiyet (bütüne) hasreti ile yanıp tutuşurken diğer yandan da bütünün içindeki eşsiz varlığını pekiştirmek üzere tek başına kalmak ihtiyacını duyuyor.


Dostlarımın, ailemin, akrabalarımın çoğu gibi ben de Türkiye Cumhuriyeti tarihine geçecek olan Haziran 2013’ün çoğunu Gezi Parkı’nda, Taksim Meydanı’nda veya meydana açılan sokaklarda geçirdim. Bir dolu genç insanla tanıştım, çadır önü sohbetlerine katıldım. İzah edilemeyeni mizah ettikçe hem katıla katıla güldüm hem de zekâlarına hayran kaldım. Bir öğleden sonra, tam metroya binip eve dönecekken Taksim Meydanı’nda duran adamların arasına karıştım, #durankadın oldum.  Evde kaldığım akşamlarda sosyal medyada gezinmekten gözlerim şaşı oldu. Çok yazdım. Gezi direnişinin lehinde ve aleyhinde yazılan hemen her şeyi okudum. Yabancı gazetelerle, radyolarla röportaj yaptım. Az yedim, çok koşturdum. Hiç alışveriş etmedim. Bir damla içki içmediğim halde sokaklarda coşkudan sarhoş dolaştım. Gördüğüm sevgi ve dayanışmadan yüreğim kabardı, gözlerimden taştı, gözlerim yüzüme sığmaz oldu.


Geçen ay âşık oldum. Ülkemin insanlarına. Ya da ülkeyi filan da boş verin. İnsana âşık oldum. İnsan denen tasarım mucizesinin yarattığı için de tanrıya. Öyle âşık âşık dolaştım gaz kokan ara sokaklarda.


Herkes “Şimdi ne olacak?” diye soruyor. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyoruz ki doğru. Sosyolog merceğinden bakıp durumu ve geleceği aşağı yukarı görebiliyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar geçen zamanda dünyanın çok farklı coğrafyasında benzer dinamikleri içeren toplumsal patlamalar oldu, oluyor, olacak. Bu hareketler, toplumsal ve siyasal alanlarda köklü dönüşümlere analık etti. Gezi Parkı direnişinin meyvelerini de toplumsal, siyasal, kültürel ve hatta bireysel hayatlarımızda toplayacağız yavaş yavaş. Orası kesin. Şimdi burada sosyolojik analize girmeye hiç niyetim yok. Enfes analizler keskin kalemlerin ucundan şakır şakır damlıyor zaten bu aralar. Hepimizin yaratıcı kanalları açıldı bu Gezi sürecinde. Birbirinden iyi yazılar çıkıyor sağda solda, her yerde.


Ben, madem sosyoloji kariyerimi yoga uğruna terk etmişim, o halde Gezi Parkı olaylarına sosyolojik açıdan değil de yogik bir yerden bakayım.


Gezi Parkında bize neler oldu?


Evet çok şeyler yazıldı, çizildi. Apolitik ama fırlama 90’lar gençliğinin peşinden biz vicdanı hür vatandaşlar ülkenin iki lokma yeşilinin dönüm dönüm satılmasından, hayatlarımızı yüksük kadar bir alana sıkıştıracak olan yasa ve düzenlemelerden, youtube’un, blogger’ın her altı ayda bir mahkeme kararınca kapatılmasından, THY hosteslerinin ruj rengine bile devletin karar vermesinden, çocuklara tecavüz edenlerin salıverilip durmasından, komşu sınırında dönen pis savaştan yarım yamalak haberdar olmaktan, patlayan bombaların ardından hâlâ yirmi dört aya varan taksit olanakları ile bizi alışveriş etmeye zorlayan reklamlardan bunalıp sokaklara döküldük. Meğer hepimiz bu anı bekliyormuşuz. Gezi Parkı için nöbet tutan gençlerin hareketi çöldeki vaha gibi belirdi hayatlarımızda. Hepimiz elimizdekini oracıkta bırakıp vahaya koştuk. Gazı yedikçe daha da “gaza geldik.”


Hikâyenin bu kısmını hepimiz az çok biliyoruz.


Bana sorarsanız orada bize başka bir şey daha oldu. Çok kabaca ve dilbilgisi kurallarını hoyratça yıkarak ifade etmek gerekirse, Gezi Parkı’nda bize yoga oldu.


Ne mi demek bu şimdi? Mizah edemeyeceğim için izah edeyim:


Sanskrit kökenli bir sözcük olan yoga bütünlük, birlik anlamına gelir. Bedenin, nefesin, zihnin, benliğin birliğidir yoga.  Yaradan ile yaratılanın bütünleşmesi, insanın kendi özü ile birleşmesi, diğerinde Yaradan’ı görmesi… Yoga bu insanlık hallerinin tamamını kapsar. En genel anlamıyla yoga insanın bir bütünün parçası olduğu gerçeğine gözlerini açmasıdır.


Bu gerçeğe gözlerimizi açmak özellikle yaşadığımız şu çağda çok önemli. Son yüzyılda hızla değişen iş ve özel hayat biçimleri insanı tarih boyunca eşi benzeri görülmemiş bir yalnızlığa sürükledi. Borç ödemek için büyük şirketlere gençliğini satan insan evladı, ışık hızıyla doğadan, aileden, cemaatten ve maneviyattan soyutlandı. Gökyüzündeki yıldızları bile görmesini engelleyen şehir ışıklarının altında kendini ufacık, zavallı ve tek başına bir varlık olarak görmeye başladı. Zaten o şirketlerdeki geleceğini garantilemek adına yedi yaşından beri bir sınavdan diğerine koşturarak çocukluğunu, ergenliğini feda etmişti. Hayat bir hayaldi.  Belki biraz hafta sonlarında, bir parça yılık izinlerde ve kim bilir belki bu işten istifa edilecek bir cesur gelecekte gerçekleşecek olan bir hayal. Onu zaten kimse anlamıyordu. Bir sonraki iphone’un piyasaya sürüleceği günü bekleyen insanlar hallerinden memnun gözüküyorlardı. O da Apple dükkânının önünde sıraya girenlere katıldı.


Zirvesi gökleri delen Himalayaların uzak mağaralarından dünyaya inen yoga, yirmi birinci yüzyılın yalnız insanı için gökte ararken yerde bulduğu bir nimet, hayatı bir hayal değil, hemen şimdi, şu anda yaşatmaya yarayan mucizevi bir araçtı. «Belim ağrıyor» ya da «Sıkı popom olsun» gibi dünyevi sebeplerle yogaya başlayanlar bile hareketlerin tasarımından bedene sızan enerjisi sayesinde kısa sürede yeni bir gerçekliğin gözlerinin önünde açıldığını fark ettiler. Yalnızlık hissi, alışverişe, yemek yemeye karşı duyulan oburluk, kronik şikâyetler kişi kendi ve diğerleri ile yeniden bağ kurdukça azalmaya yüz tuttu. İnsanların yirmi birinci yüzyıl yalnızlığında akın akın yoga derslerine koşmaları kısacık bir süre için bile olsa bütüne aidiyeti hissetmek içindi.


Biz de Gezi’de bütünlüğü hissettik. Bağ kurduk. Hiç tanımadığımız insanlarla ve kendimizle. Yalnız olmadığımızı bildik. Yüz binlerce yıldızın altında hep beraber yatarken yüreğimiz bütün insanlıkla beraber attı. Orantısız zekâdan doğan esprilere gülerken insan denen tasarım mucizesini yarattığı için Tanrı’ya şükrettik. Gezi’de biz yogadan sarhoş olduk. O sarhoşlukta herkesi sevmek çok kolaydı. Düşenin elinden tutmak, tanımadığın birisini kurtarmak için gaz bulutunun içine dalmak, evinin kapısını yaralılara açmak, kazan kazan yemek yapıp bedavaya dağıtmak, bütüne aidiyeti kanında, canında hissederken kolaydı.


İnsanın doğasında vardır bu hal. Yoga kafası derim ben buna. Beyin öyle bir kimyasal salgılar ki herkes kardeş görünür gözünüze. İnsan mucizevi bir tasarım. Sonsuz nefrete kadir olduğu gibi sonsuz merhamet de aynı cinsin yüreğinden, beyninden çevresine yayılıyor. Merhameti tetikleyen «yoga kafasını» yoga yapmayana anlatamazsınız. Anlayamaz. Dediğim gibi basit bir beyin fonksiyonudur çünkü. Ya vardır ya yoktur. Anlamasını beklemek haksızlıktır.


Biz de Gezi olayları sırasında bir yoga seansındaki gibi büyük bir bütüne ait olduğumuzu hatırladık. Tek başımıza da olsak bize kol kanat gerecek güzel insanların bu dünyada yaşadığını öğrendik. Farkında olmasak da örümcek ağından ince ağlarla birbirimize bağlı olduğumuzu kavradık. Dünyaya açılan penceremizin panjurlarını sonuna kadar açıp manzaranın enginliğine hayran olduk. Herkesin iyi kötü bir hikâyesi olduğunu, merakla dinlersek kabul edebileceğimizi hissettik.


İşte bize Gezi’de böyle bir yoga oldu. Yoga’nın beyinde nasıl bir kimyasal hal yarattığını yoga kitapları okuyarak hissedemeyeceğiniz gibi, Gezi’yi de sokaklara dökülmeden, parkları doldurmadan, gençlerin gözlerinin içine samimiyetle bakmadan anlayamazsınız. Ezber bozuldu çünkü. Bildiğimiz ezber kalıplarının penceresinden anlaşılacak bir hareket değil dışarıdaki. Bir anlayış atlaması yaşandı.  Eski kafalar «upgrade» edilmezse bu yeni kafa hiç anlaşılamayacak. Eski beyinlere yeni işletim sistemleri yüklenmedikçe gruplar arasında diyalog kurulamayacak.


Sonra park darmaduman edildi. Biz Bey ile oradaydık o akşam. Faciayı yaşamak, güzelliğin yarım saatte nefret tarafından yok edilebileceğine hep beraber tanıklık etmek bizi birbirimize iyice yakınlaştırdı. Aramızdaki birlik ve aidiyet hissi perçinlendi. Sonrasında artık yan yana çadırlarda uyumasak bile beraberdik. Bunu yüreğimizin bir kenarına yazdık. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, bunu da bildik.


Esas iş şimdi başlıyor, hepimiz farkındayız.


Hocalarımız bize yogada hep şunu hatırlatırlar: Mat üzerinde yaptığınız çalışma hayatınızın aynasıdır. Hayatta sizi zorlayan şeyler yoga matı üzerinde de sizi bulur. Yoga sırasında zorlandığınız noktalarda alışkanlık tepkinizi vermek yerine, yeni bir şey denerseniz bu tecrübe hayata da yansır. Kaçmak yerine kalmak, öfkelenmek yerine gözlemlemek, oflayıp puflamak yerine nefes almak alıştığımız yolların kırılıp yerine tazelerinin gelmesini sağlar. Kişiyi daha mutlu ve özgür kılacak olan dönüşüm de burada başlar.


Gezi Parkı bir büyük bir yoga matıydı. Dilek Kökter Kuraldışı derginin geçen ayki sayısında  pek yerinde bir gözlem yapmış ve Gezi Parkı için «bireysel gelişimin gerçek merkezi» demişti.  Evet, orada alışkanlıklarımızı kırdık. Yeni bir şeyler denedik. Yenideki tazeliği, özgürlüğü tattık.


Şimdi yogayı hayata taşıma vakti. Grupça değil, tek başımıza. Bütüne aidiyetimizi unutmadan, pencerenin daralmasına izin vermeden daha mutlu ve özgür insanlar olma yolunda çalışma zamanı şimdi… Yüreğimizde aidiyet hissinin alevi taze iken her birimize düşen görev o bütünü tamamlayan eşsiz varlığımızı gerçekleştirmek, yaşamak ve ifade etmek.


Dünya bizimle daha iyi bir yer!


Namaste!


KD © 2013 Her hakkı saklıdır. Sitedeki yazılar izinsiz ve kaynak belirtmeden başka yerde yayımlanamaz. Ancak yazıları yazar ismi ve kaynak belirterek ya da dergiye link vererek paylaşabilirsiniz.


 



Filed under: Gezi Park, Turkish, Yoga, İstanbul Yazıları Tagged: direniş, gezi, taksim, İstanbul
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 09, 2013 19:19

June 22, 2013

GEZİ NOTLARI- Rahşan Erdoğan

Bir dostumun Gezi anıları…


Görsel


İlk gün, yanlış hatırlamıyorsam 28 mayıs salı günüydü, arkadaşımla öğlen molasında buluşmak için haberleştik. O duymuş Gezi parkında sabaha karşı ağaçları kestiklerini ve direnmeye çalışan ve aylardır orada olan insanlara polisin saldırdığını. O öğlen sadece onlara destek olmak ve neler olup bittiğini kendi gözlerimizle görmek için Gezi parkında buluştuk arkadaşımla. Ulaştığımızda bir iş makinası ağaçların ve parka ait toprak alanın bir kısmını harcamıştı çoktan. Ve bir avuç diyebileceğimiz, sayısı 20 yi bulmayan insanlar, şantiye ve belediye görevlilerine ellerinde nasıl bir yetkiyle oraya geldiklerini, hangi yasal izne dayanarak bu işlemi yaptıklarını soruyor ve yasal bir belge gösteremedikleri için bu katliamın önünde direnmeye çalışıyorlardı. Ve çoktan onlardan daha fazla sayıda polis karşılarında yerini almıştı bile. Ortada bir hukuksuzluk vardı ve bunu engellemesi gereken polis tam tersine bu hukuksuzluğun yanında yer alıyordu. İşte tam da direnmenin zamanıydı bu nedenle. Direniş dediğin de polise emirleri değil kanunları uygulaması gerektiğini hatırlatmak, bu ağaçların birer can taşıdığını anlatmaya çalışmak, anlamıyorlarsa belki bizim canımıza kıymet verirler diye düşünüp ağaçlara sarılmak idi o ilk gün. Olmadı, her birimizi zorla söküp aldılar sarıldığımız her bir ağaçtan ve ağaçları da zorla söküp aldılar topraktan. Göz göre göre, kanunsuzca, duyarsızca. İlk biber gazımı orada yedim, yaklaşıp her konuşmaya çalışan, ağlayan, yalvaran herkesi gazladılar sprey formundaki biber gazıyla.


Görsel


Sonraki iki gün de aynı şekilde geçti. Kalan son 6 ağaca dokunmasınlar diye bir gittik bir geldik. Yine defalarca gaz yedik ama artık kalabalıklaşıyorduk. Sonunda parkın dört tarafını (ki küçük bir parktan sözetmiyorum) barikatlarla çevirip hepimizi dışarı attılar. Benim parkımdan, bir kamu alanından. Artık sosyal medyadan ve bazı haber kanallarından daha çok insan neler olduğunu öğrenmişti. Bir sendika birliği (DİSK) konuyla ilgili Cuma günü saat 13:00 de basın açıklaması yapacağını duyurdu. Biz de arkadaşımla oradaydık. Herkes artık parka girilemediği için Taksim meydanı Atatürk anıtı önünde yerde oturuyordu. Önümüz duvar, sağımız ve solumuz polisler ve TOMA larla çevrili idi. Anıt tarafından DİSK aramıza katıldı ve kameraların önüne geçti. Tam o arada ezan sesi geldi. Sloganlar sustu, DİSK bekledi, ezanın bitişiyle açıklamalarını yapmaya başladılar.


Ve sonradan duyduk ki o ezanın hemen ardından biz orada oturur, DİSK açıklamasını yaparken başbakan bir kaç km ötede bir camide cuma namazını kılıyormuş. En az 5 kamera kayıttaydı o an, henüz basın açıklaması bitmeden birden bire ve hiçbir duyulur şekilde uyarı yapılmaksızın üzerimize yağmur gibi gaz bombalarını yağdırmaya başladılar. Kaçabileceğimiz tek yön anıt tarafıydı ve herkes panik halde aynı yöne koşmaya başladı. Gaz bulutunun içindeydik ve nerede olduğumuzu, ne tarafa gidebileceğimizi bile göremez durumdaydık. Lobna Allamii nin başından kapsül ile vurulduğu yer ve andı bu, hemen yanımızda! O kargaşada kaybettiğim arkadaşımı 100m sonra bir otele girerken gördüm ve arkasından girdim. Artık düşündüğüm tek şey, polisten uzaktayım, güvendeyim kendimi bırakabilirim oldu ve yere yığıldım. Gazın etkisiyle yanan yüzümün, gözlerimin, ciğerlerimin ve cildimin acısından öylesine debeleniyordum ki arkadaşım beni görmüş ama tanımamıştı. Bir yandan da otelin sorumlusu bizi dışarı atmaya çalışıyordu.Başka bir kadın beni teselli etmeye çalışıyordu, geçecek, sakin ol, geçecek diye. Geçti gerçekten, çok uzun sürmedi 10 bilmedin 15 dakika sonra yanması geçti. Ama başka bir şey kaldı. Daha önce hiç tatmadığım bir güvensizlik ve aşağılanmışlık hissi.


Bunu nasıl anlatırsın insanlara diye düşünürken bütün bu işkenceye, hukuksuzluğa karşı o gece o kadar çok insan sokağa döküldü ki, anlatmaya çok da gerek yokmuş dedim. Evinde otursa ve o gazın kokusunu uzaktan bile duymasa da insanların hemen hepsi aynı güvensizlik ve aşağılanmışlık duygusunu yaşamıştı. Böyle bir duygu öfke olarak yansıyor insana ilk başta. Ama bu duygunun binlerce kişi tarafından paylaşıldığını bilmek öfkesini tedavi ediyordu insanın. Daha da güvenerek ve kendimizi birbirimizi daha da severek yine sokaklardaydık. Korkmadık mı? Ben çok korktum, yeniden o gaz bulutu içinde kalmamak, ölümle burun buruna gelmemek için hep gerilerde durdum. Ama korkum sadece kendim için değil sokakta benim duygularımı paylaşan tanıdığım, tanımadığım, genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek herkes içindi.Bu yüzden dönüp hiç bir şey olmamış gibi oturamazdım artık evimde. Ve o gece sabahlara kadar çok büyük şiddet gördük yine. Büyük haber kanalları, yani işi haber vermek olan kanallar penguen belgeseli yayınlıyorlardı.


Bunca işkenceye ve acıya rağmen bir de görmezden gelinmek daha da öfkelendiriyor, geleceğimizden korkutuyordu bizi. Ama korkulamıza rağmen yine de sokaktaydık ve sadece bundan güç alabiliyor teselli bulabiliyorduk. Sabaha karşı uyanıp da boğaz köprüsünü geçen binlerce insanı gördüğümde benim yüreğim tüm gazlardan ve şiddetin izlerinden arındı bir anda. O gün geri kazandık Gezi parkını! Direnerek, bakın savaşarak demiyorum çünkü yapılan şey, üç beş taş atmak dışında sadece gazı, tazyikli suyu yiyip dağılmak ve sonra inatla ve inançla yeniden toplanmaktan ibaretti. Sadece direndik! Polis geri çekildi ve sadece park değil, Taksim meydanı, Şişli’den Beşiktaşa kadar insan seliyle doluydu! Aynı gece Taksime çıkan bütün yollara 5 şer 10 ar barikatlar kuruldu


Artık polis yoktu ve daha güvende hissediyorduk. Ne yalan söyliyeyim, şimdi hırsızlar üşüşür, tecavüzcüler türer ortalıkta diye düşünmedim değil. Ama olmadı!


Sonraki salıya kadar çok ilginç olaylar yaşadık. Şimdiye kadar demokrasiyi oy vermek, adam seçmek, çoğunluğun dediğine sessiz kalmak olarak düşünen binlerce insan kendi demokratik sistemini çok hızlı bir şekilde oluşturmaya başladı. Taksim Dayanışması zaten aylar öncesinden 80 e yakın sivil toplum kuruluşu, dernek, meslek odalarının birleşmesiyle kurulmuştu ve artık çok daha hızlı büyüyor 100 ün üzerinde bileşen ve bireysel olarak vatandaşların katılımıyla toplantılar düzenliyordu. Bu toplantılardan birine ben de katıldım. Sadece ne yapıyor bu adamlar öğrenmek için sabahtan akşama kadar konuşan herkesi dinledim. Bambaşka siyasi görüşlerden, hiçbir siyasi bağlantısı olmayan insanlara kadar isteyen herkes söz alıp konuşabiliyor ve birbirini dinliyor, bir çözüme ulaşmak için neler yapılabileceğini tartışıyordu. Ve bu toplantılarda alınan kararlar parkta uygulanıyordu. Sadece bu toplantıdan çıkan kararlar da değil, kendiliğinden gelişen bir çok dayanışmaya da sahne oldu gezi parkı. Gönüllü olarak insanlar ya gidip iş gücü olarak mutfakta, revirde, temizlik işlerinde çalıştı, ya evinde hazırladığı yemekleri getirip paylaştı, ya da iş çıkışı ihtiyaç listelerinde belirtilenleri gücü yettiğince oraya taşıdı. Para geçmedi ama herkesin karnı doydu, ruhu beslendi o günlerde. Kütüphane kuruldu, revir oluşturuldu, bir bostan alanı belirlendi, çeşitli sebzeler, fidanlar, çiçekler ekildi. Forumlar düzenlendi, gazeteler çıkarıldı, haber kanalları oluşturuldu. Bunlar sadece benim gözlemleyebildiklerim.


Sonra yine polis müdahale etmeye başladı. Resmi ağızlardan parka müdahale etmeyeceğiz, sadece alandaki siyasi yasadışı bayrakları temizleyeceğiz diyorlar ama kenarından kıyısından parkın içine de gaz bombalarını yağdırıyorlardı. Bir tanesi ayağımın önüne düştüğünden biliyorum. Ve yasadışı ilan ettikleri meydandaki bayraklara baktığınızda yasal olarak kurulmuş parti, sendika, sivil toplum kuruluşu, meslek odaları ve türk bayraklarını görebiliyordunuz. Ama yandaş medyanın da aracılığıyla oradaki herkesi resmi ağızlarla terörist ilan ettiler! Yaklaşık bu sıralarda Çağlayan adliyesine giren polis, onlarca avukatı yerlerde sürükleyerek gözaltına aldı.


Polis ile birlikte yine meydandaydık, onlar bir kenarda biz heryerde! Meydanda piyano konserleri verildi, saatlece, günlerce… Bu arada hükümet kendi kendine diyalog sürecini başlattı. Parkta bu direnişi, başından beri sahiplenen ve insanları bir çatı altında toplayan Taksim Dayanışmasını görmezden gelerek, konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir takım ünlü isimleri toplantıya çağırdı. Bir kısmıyla görüştü, diğerleri Taksim Dayanışması yoksa biz de yokuz deyince Dayanışmanın oluşturduğu heyeti de kabul etmek zorunda kaldılar. Zoraki yapılan görüşmede, Dayanışmanın 4 temel isteği (gezi parkı park olarak kalmalı, polis şiddeti son bulmalı, sorumlular görevden alınmalı ve insanların toplu gösteri yapabilmesi önündeki engeller kaldırılmalı) bile başbakanı çıldırtmaya yetmişti. Toplantıdan sadece yargı kararına uyacağı söylemi çıktı. O da kendi ağzından değil, sözcüleri ya da sanatçılar aracılığıyla. O her ağzını açtığında kin, nefret ve düşmanlık dökülüyordu ortalığa. Üstelik tüm insanlığı onlar ve bana oy verenler şeklinde ikiye ayırmış, kendi seçmenini alenen diğerlerinin üzerine kışkırtan demeçler veriyor bir de miting duyuruları yapıyordu. Yine de Taksim Dayanışması parkın boşaltılması değilse de sembolik olarak insanları tek bir çadır altında toplamak ve diğer çadırların kaldırılmasına yönelik çalışma başlattı. Ama ona da fırsat vermediler ve cumartesi akşamı artık öldüresiye parkı boşalttılar, insanları dövdüler, yaraladılar, gözaltına alıyoruz diye günlerce ortadan kaybettiler. Revirleri bombalayıp, doktorlara saldırdılar. Yaralılar için ambulansların gelmesine dahi izin vermedikleri gibi, yaralıların sığındıkları yerleri bastılar, bombaladılar. O gece gaz bombaları dışında, TOMA ların içindeki suya da bazı kimyasallar karıştırmışlardı. Sadece o gece değil başından beri kullandıkları plastik mermiler de cabası. Bu arada bir kişinin gerçek kurşun ile başından vurulduğunu ve hayatını kaybettiğini, yine 2 direnişçinin gaz bombası kapsülleriyle başlarından yaralanarak hayatını kaybettiğini, hala yaşam mücadelesi veren komada isimler olduğunu, gaz kapsülü nedeniyle gözünü kaybedenleri nasıl hangi zamanlamayla anlatabilirim ki.


Bizim silahımız yoktu bu nedenle bizi öldürmeye gelen polisin karşısında daha fazla direnemedik de. Dönebilen şanslılar evlerimize döndük. Aynı gece başbakanın mitinginde kışkırtılan eli sopalı ve kim oldukları bilinmeyen bir gurup da allahuekber, recep tayyip erdoğan sloganlarıyla polisin yanında göstericilere saldırmaya başladı. Başbakan mitingde hedef göstermişti çünkü!


Bunlar birkaç saatte toparlayabildiklerim sadece, çok uzun gibi görünse de bende hala çok şey var anlatacak, kimbilir kimlerde neler var? Nedenler olaylardan bağımsız anlatılamıyor. Neden direndin, neden sokaklardaydın diyenler için en azından şöyle özetleyebilirim sanırım;


Görsel


-Hiçbir yasal dayanağı olmadan, kimi insanların oldu bittiye getirerek istediği yerde istediği gibi ağaç kesmesine, beton dökmesine karşı,


-Pasif, şiddet içermeyen ve anayasal hakkım olan gösteri hakkımı kullanmaya çalıştığımda, ölümüne şiddet gördüğüm için,


-İnsanları öldürdükleri, kör ettikleri, yaraladıkları, dövdükleri ya da korku ve şiddet ile sindirmeye çalıştıkları için,


-Tüm bu şiddet için kimse sorumluluk almadığı ve sorumluların bulunacağına dair en ufak bir umut dahi vermedikleri için,


-Yaşanan acıya empati gösterip sokağa çıkan hiç tanımadığım ama duygularını paylaştığım insanları yalnız bırakmamak için,


-Medyanın beni görmezden gelmesine karşı sesimi daha çok duyurabilmek için,


-Yalan ve nefret dolu, insanları ikiye bölen, birbirine kışkırtan, kendini herşeyin üzerinde gören bir başbakan istemediğim için,


-Avukatların, doktorların mesleklerinin gereğini yerine getiremediği yerde yaşanamayacağı için,


-İnsanların dayanışma ve yardımlaşmayla insanlıklarını biraz daha hatırlayıp, öfkelerinden arınabilmesi için,


-Evrensel hukuk ve adalet için,


-Toprak için, temiz, sağlıklı su ve gıda için,


-Gelecek için, çocuklar için, senin için,


-Elimden başka türlüsü gelmediği için,


sokaktaydım ve hep sokakta olacağım!


Her yer taksim, her yer direniş!



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 22, 2013 19:51

June 16, 2013

COME ON NEIGHBOR, PLEASE WAKE UP!

Translated and edited  by Elif Özizmir, Can Jarna Öztürk, Çağlayan Erendağ and Lale İnceoğlu.


Görsel


Good morning Neighbor,


Never mind my “good morning”, I write these lines to you at daybreak, after a sleepless night. You know me, we’ve been living in this building for so many years. I am the quiet type, not many people come to visit me. I go to bed early and wake up even before the morning prayers. Yet, last night I didn’t sleep a wink. You slept soundly instead of me, dear neighbor. I know you did because I was out at the balcony so many times, banging pots and pans as my husband was turning the lights on and off… we tried everything to draw your attention.


You slept on, neighbor.


While we sat with our hands on the door knob, our hearts racing like mad, our eyes sore, you slept on. I am not angry with you. If I had relied on that box called television to find out about what’s going on in the world, in my country or even on the next street, I would also go to bed peacefully and sleep after having watched the evening news.


After all what was it they announced on TV? Gezi Park had been evacuated. And it was done with utter ease. Without causing any harm. “Our people started leaving the park on time, due to the announcements made half an hour in advance. The marginal, illegal terrorist groups who stayed behind were treated with pepper spray and water cannons.” On top of it our Mayor has made a speech, explaining that no harm was done to the people, children, Gezi Park was evacuated, the public workers were taking down the tents. We should be at peace. This story has come to an end.


You must have had a sigh of relief neighbor. I would have if I were you. I’m sure you were feeling anxious that while the marginal groups were targeted, innocent kids could have been harmed. Innocent ones must have left the park when the police told them to evacuate it. The rest who stayed have different agendas anyway…


Neighbor, let me tell you now my own version of what happened. I’ve lived in this building all my life, you know me. I hope you will believe me or at least listen to what I have to say.


I was also there at Gezi Park with my husband last night.   You know my husband, you see him everyday. He has a walking disability. He uses a wheelchair.  We’d gone to the park together. It was a little after seven and the park was really crowded. Children, parents, other people like us who’d come with their wheelchairs…A balmy summer’s night; music playing, people dancing, kids lying on the ground painting, all sorts of vendors selling food. Being the first Saturday of the summer holiday everyone was relaxed, cheerful and full of hope…The park was like a fairground.


My husband and I crossed the whole park and reached Taksim square. Again there was music and people were doing a circle dance, there.  The cops were lined up in front of AKM, smoking cigarettes while watching the square. We posed for photos in front of them, making a victory sign.


It was exactly 8.15 p.m, I know for sure, because my phone shows the time on each shot. We decided it was time to head home. While we strolled up and down the park one last time, I ran across my students who were staying there, day in day out. Surely, you know my students, they’re the ones who always come and go to my place. They speak in low tones, kind young women with bright eyes. Got it, right? Yes, exactly. It was them who set up their tents in the park, it was them who had been patiently expecting respect for their rights to defend and protect a couple of trees, patiently waiting the authorities to hear their voices demanding the right to life, throwing back all kinds of slander coming their way, after transforming them into subtle humor… We were chatting with them. They had planted a little orchard at Gezi Park. In two weeks they had planted flowers, vegetables. On Tuesday night when TOMA’s threw water cannons into the park, apparently the orchard was all over the place. They put it back together in two days. They had built a library too. Tuesday night all of them were soaking wet. So some people brought in new books. My mom too donated books. You know my mom too, she lives in our building, the retired professor. On Friday evening, went to the park together. She had some student too, staying in their tents at the park. They had also remarked proudly how the library was rebuilt.


Long story short, neighbor, when you oppress hope at one end, it flourishes form another, just like weed.


Görsel


As we were chatting away, a guy said to another, “they say there will be an intervention”. W e all laughed neighbor. We laughed because even the harshest dictator in the world would not plan an intervention to that park, not that particular evening.  There were pregnant women, proud dads holding their children sitting on their shoulders. A blue-eyed granddad just said to me, “how would he ever hit me,”. We carried on talking. The music played on.


Nobody heard any announcements neighbor, just as nobody left the park. The moment the tear gas hit them, they were in the middle of their bites, their words, their dancing. We had parked our car right in front of Divan Hotel, people gave us a hand, I hurried to the car folding my husbands wheelchair into the trunk, as I sped away, I could see Taksim Square from my rear view window, under clouds of gas and dust.


We made it home. TV channels were talking about demonstrators fleeing towards Harbiye. And you were watching neighbor. I’m guessing, there must have been more than 10,000 people in the park. They had no choice but retreat towards the Divan Hotel after being tear-gassed, just like we just had. Then the Mayor appeared on the silver screen. “ Our people had left the park in accordance with our announcements, prior to the intervention and some marginal groups staying behind have clashed with the police” he said. My neighbor, I was there when the first tear gas was thrown, so was my husband, so were all those people.


It was when mothers, fathers, children fleeing to the streets in panic from acidy waters of TOMA’s and tear gases that the park was evacuated. Hundreds were wounded. Your much trusted TV channel, the one that you had been watching announced that only 29 were wounded, and that with only minor scratches. My friends who took refuge at the Divan sent photos of their burnt skins on their arms, necks. The announcements we received were asking to direct all the wounded and the children to Divan Hotel. So we spread the news. People asked for oxygen tanks, needles and threads to saw up the wounds. As I was searching for pharmacies on night duty on my computer, my husband was shrieking from his computer, “ the police have thrown pepper gas into Divan Hotel”. I did not believe, did not want to believe this. Uğru Dundar was broadcasting from the new TV channel “ +1”. Then that too was interrupted. Meanwhile, photos of my friends stranded at the Divan started coming in. Neighbor, I hate to bother you, but I am afraid no one will tell you, if I don’t. I have no intention of defending a cause in this lifetime. All I care about is the right for everyone to live in personal dignity. Anyway, let me cut it short, some photos of children started coming in from the Divan. Fainted, trying hard to breathe under an oxygen mask.  I recognized one. He was sitting on his father’s shoulders, in the park. A baby with curly hair, just about two or three years old… He is crying as his dad holds him in his arms. At the background some very young people are spread out on a sofa, fainted, they were not even born when we were banging on pots and pans for “Susurluk”.


***


And the night went on, neighbor. While all the televisions showed a wet and empty Taksim square, my facebook friends rushed out of their homes and headed to Taksim in big groups. I guess meanwhile you got bored and went to sleep, because there was nothing new on TV.  Sıraselviler Street, Istiklal Street, Cumhuriyet street all started to get packed. People from Bagdat Street met at Kadıkoy and walked  . towards the Bosphorus Bridge. Thousands of people from Gazi neighbourhood rushed to the Tem motorway…Ankara, was exactly the same; people spread all over the streets. I have a cousin in Ankara. She is the one I get all the news from . Who else do we have but each other to trust?…I have an aunt in Ankara. She is 97 years old. You also know her, neighbor. She used to live with us in the past. She was quiet, calm and graceful. Do you remember? Yes neighbor, that old lady. She didn’t let her age stop her. She’s also been in Kugulu Park at 7pm every night for two weeks.


While the night was asleep in all it’s darkness, something very weird happened, neighbor. Police attacked the Hilton Hotel.  Yes I am talking about that Hilton Hotel! There were friends there who just crouched down and were trying to breath. Many people were injured. All the medicines were put on a table in the middle of the lobby and the first thing the police did was to take the medicines away. Then we heard that they drove into the German Hospital with a TOMA tank and sprayed chemical water into the hospital. It is also rumoured that they went down to the emergency floor to arrest the injured people.


Neighbour, do you hear? There are people screaming downstairs. Go to the window and have a look. All these people are the people that you know. The grocery guy is clapping. Retired old people are beating pan and pots. There is nobody marginal, outside. It’s all just “us” neighbor. Nobody else…


Come on, please wake up!


Special thanks to Elif Chandra, Can Jarna,  Lale and Çağlayan  for their light-speed translation and for the editing!


Görsel



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 16, 2013 23:04

Ne olur uyan Komşu!

REUTERS

REUTERS


Komşu Günaydın,


Günaydın dediğime bakma, ben uyumadan geçirdiğim bir sabahın ilk ışıklarında yazıyorum sana bu satırları. Beni tanıyorsun yıllardır aynı binada yaşıyoruz. Sesim soluğum çıkmaz, evime pek gelen giden de bulunmaz. Erkenden yatar, sabah ezanından önce uyanırım. Dün gece uyumadım ama. Benim yerime sen uyudun komşu. Uyudun, biliyorum çünkü defalarca balkona çıktım elimde tencere tava ile. Eşim içeride ışıkları yaktı söndürdü, dikkatini çekmek için çıkarmadığımız patırtı kalmadı.


Sen uyumayı sürdürdün komşu.


Biz kimbilir saniyede kaç hızla çarpan yüreklerimiz ağzımızda, gözlerimiz çakmak çakmak, elimiz kapı tokmağında otururken sen uyudun. Sana kızmıyorum. Dünyadan, ülkemden ve hatta iki sokak ötede olan bitenden haber almak için televizyon denen o kutuya teslim etmiş olsaydım kendimi, ben de senin gibi akşam bülteninin ardından girer yatağıma içim rahat, gönlüm ferah tatlı bir uykuya dalardım.


Ne de olsa ne dedi televizyonlar? Gezi Parkı boşaltıldı. Hem de nasıl? Kolaylıkla. Kimseye zarar gelmeden. “Halkımız yarım saat önceden başlayan uyarılar sayesinde parkı vakitlice boşalttı, geriye kalan marjinal-illegal-terörist gruplara polis biber gazı ve tazyikli su ile müdahale etti.” Üstüne valimiz de çıktı konuştu, halka, çocuklara zarar gelmemiş, Gezi Parkı boşaltılmış, belediye ekipleri çadırları söküyorlarmış. İçimiz rahat etsin. Bu hikaye de böyle bitmiş işte.


Derin bir soluk almışsındır herhalde komşu. Ben senin yerinde olsam alırdım. Marjinal grup avı sırasında masum çocuklara zarar gelecek diye kalbin pır pır ediyordu eminim. Masum çocuklar polis parkı boşaltın deyice çıkmışlardır parktan. Geri kalanların derdi başka zaten…


Komşu bak şimdi sana ne olduğunu bir de ben anlatayım. Çocukluğumdan beri bu binada oturuyorum, beni tanıyorsun. Sözüme inanacağını, en azından beni dinleyeceğini umuyorum.


Biz de eşimle dün akşam Gezi Parkı’ndaydık. Eşimi de tanıyorsun, görüyorsun en azından her gün. Kendisi yürüme engelli. Tekerlekli sandalye kullanıyor. Beraber parka gitmiştik. Yediyi biraz geçiyordu saat ve çok kalabalıktı park. Çoluk, çocuk, analar, babalar, bizim gibi tekerlekli sandalyesi ile parka gelmiş başka engelliler… Tatlı bir ilk yaz gecesi. Müzik çalıyor, dans ediliyor, halay çekiliyor, çocuklar yerlere yayılmış resimler çiziyor. Seyyar arabalarda pişen köfte kokuları havaya karışmış, pamuk helva, simitiçi, kuruyemişci ortalıkta dolanıyor. Malum, tatilin ilk cumartesisi. Herkes rahat, neşeli ve umut dolu…Panayır yeri gibiydi park.


Biz eşimle parkı baştan başa geçip Taksim meydanına vardık. Orada da müzik çalıyor, bir grup halay çekiyordu. Polisler AKM’nin önüne dizilmiş meydanı izleyerek sigara içiyorlardı. Önlerinde fotoğraf çektirdik, parmaklarımız zafer şeklinde.


Riot police enter Gezi Park at Taksim Square in Istanbul


Saat 8:15 idi, biliyorum çünkü çektiğimiz fotoğrafın saatini telefonum gösteriyor. Yavaş yavaş dönelim evimize dedik. Parkı baştan sonra bir daha katederken, ağaçlar yerlerinde sökülmesin diye orada nöbet tutan  öğrencilerimi gördüm. Sen komşu, benim öğrencileri de bilirsin, hep gelip giderler benim eve. Asansörde raslamışlığın vardır onlara. Alçak sesle konuşan, kibar, parlak gözlü genç kadınlar. Bildin mi? Hah işte onlardı parka çadır kurmuş, ilk günden beri üç beş ağacı koruma isteklerine saygı duyulmasını, onurlu ve özgür bir yaşamı savunan seslerinin duyulmasını sabırla bekleyen, üzerlerine atılan her iftirayı bir şakaya dönüştürüp geri sallayanlar…Onlarla çene çalıyorduk. Bostan kurmuşlar, ismine “Gezi Βostanı” demişler. İki haftada çiçekler, sebzeler dikmişler. Salı gecesi TOMAlar parka dışarıdan su sıkarken darmadağın olmuş bostan. Iki günde toparlamış, yeni çiçekler ekmişler. Kütüphane kurmuşlardı, bayağı da iyi de kitaplar vardı. Salı gecesi bütün kitaplar da sırılsıklam olmuş. Yeni kitaplar getirmiş birileri. Annem de kütüphaneye kitap bağışlamış. Annemi de bilirsin, o da bizim binada yaşıyor,  emekli profesör. Cuma gecesi de onunla gitmiştik parka. Onun da öğrencileri var parka kurdukları çadılarda kalan. Onlar da gururla söylemişlerdi. Kütüphane yeniden kurulmuş.


Anlayacağın komşu, umutu bir yerden eziyorsun, öbür taraftan yine baş veriyor. Yabani ot gibi bir şey.


Biz orada sohbet ederken ederken «müdahale olacakmış» dedi birisi diğerine. Biz hepimiz güldük komşu. Güldük çünkü dünyanın en sert diktatörü de olsa o akşam o parka müdahale etmezdi. Hamile kadınlar vardı, omuzlarına çocuklarını oturtmuş gururlu babalar vardı. Çakır gözlü yaşlı bir amca “bana nasıl vurur ya” diye söylendi sadece. Biz sohbete devam ettik. Müzik devam etti.


Kimse anons filan duymadığı gibi komşu, inan ki kimse parkı terk etmedi. Gazı yedikleri anda bu saydığım herkes orada, lafının, lokmasının, halayının tam ortasındaydı. Biz Divan otelinin önüne arabamızı bırakmıştık, etraftan yardım ettiler eşimi, tekerlekli sandalyesini acele yükledim. Gaza basarken dikiz aynasından Taksim meydanını gördüm, gaz ve toz bulutu altındaydı.


Eve geldik, televizyonlar Harbiye tarafına kaçan eylemcilerden bahsediyorlardı. Sen seyrediyordun komşu. Parkın içinde onbinden fazla insan vardı tahminim. Meydandan üzerlerine atılan göz yaşartıcı bombadan kaçmak için parkın arkasına, aynı bizim yaptığımız gibi Divan oteline doğru gerilemekten başka yolları yoktu. Vali çıktı sonra ekranlara, “Halkımız yapılan anonslar doğrultusunda parkı müdahaleden önce boşaltmıştır, geride kalan marjinal gruplarla polis çatışmaya girmiştir» dedi. Komşu, ilk gaz bombası atıldığında ben oradaydım, eşim de oradaydı. Bütün halk da oradaydı. Parkı TOMA’ların cilti cayır cayır yakan asitli suyundan ve göz yaşartıcı bombalardan kaçan analar, babalar, çocuklar panikle kendilerini sokağa atınca boşaldı.


Yüzlerce insan yaralandı. Senin karşısında oturduğun televizyonun güvendiğin kanalları sadece yirmidokuz kişinin hafif sıyrıklarla yaralandığını söyledi. Divan oteline sığınan arkadaşlarım kendi kollarının, enselerinin fotoğraflarını yayınladılar. Bütün çocukları ve yaralıları Divan oteline sevk edin diye duyuru yaptılar. Biz de yaydık duyuruları. Acil oksiyen tüpü ve dikiş atmak üzere iplik, iğne istedi insanlar. Ben civardaki nöbetçi eczanelerin yerlerini tesbit etmeye çalışırken eşim kendi bilgisayarının başından hayrkırdı. «polis Divan’a da biber gazı attı» diye.  İnanmadım. İnanmak istemedim. Uğur Dündar Kanal +’dan yayın yapıyordu. O sırada o da kesildi. Derken Divan’ın içinde mahsur kalan arkadaşlarımdan resimler gelmeye başladı. Komşu, içini sıkmak istemiyorum ama benden duymazsan kimseden duymazsın diye korkuyorum. Bir davayı savunmak gibi bir derdim yok.  Her insanın haysiyeti ile yaşama hakkına sahip olmasından başka bir davam da yoktur bu hayatta. Neyse uzatmayayım, çocukların resimleri geldi Divan otelinden. Bayılmış, oksijen maskesi ile zar zor nefes alan. Bir tanesini tanıdım. Babasının omuzlarında oturuyordu parkta dolaşırken. Kıvırcık saçlı iki üç yaşlarında bir bebek. Babası kucağına almış, ağlıyor fotoğrafta. Arkada kanepede bayılmış yatan gençler var, biz Susurluk için tencere tava çalarken daha doğmamış olan.




Gece devam etti komşu. Televizyonlar boşaltılmış, ıslak ve karanlık bir Taksim meydanı gösterirlerken, Facebook arkadaşlarım onar yirmişer evlerinden fırlayıp Taksim’e doğru yol almaya başladılar. Sen sıkıldın yattın herhalde o arada. Televizyonlarda yeni bir şey yoktu çünkü. Sıra Selviler Caddesi, İstiklal Caddesi, Cumhuriyet Caddesi hınca hınç doldu. Bağdat Caddesinden yürüyenler Kadıköy’de buluşup köprüye yürüdüler. Gazi Mahallesinden çıkan binlerce insan TEM otoyoluna aktı. Al bir bu kadarını bir de Ankara’ya koy. Binlerce Ankaralı sokaklara taştı. Kuzenim var Ankara’da, ondan alıyorum haberi tabii, kimimiz kaldı başka güvenebileceğimiz birbirimizden başka? 97 yaşında bir yengem vardır benim Ankara’da. Onu da tanırsın komşu, eskiden bizimle bu binada yaşardı. Sessiz sakin kibar mı kibar yengem. Bildin değil mi? Hah işte o da yaşına başına bakmadan, geçen iki hafta boyunca her akşam 7’de Kuğulu Park’a gitmiş, sesini duyurabilmek için.


Komşu gecenin karanlığını üzerin çekmiş uyurken inanır mısın polis Hilton Oteli’ni bastı. Koskoca Hilton’a daldılar. Oraya kapağı zor atmış, nefes almaya çalışan arkadaşlarım vardı. Yaralılar vardı. Lobinin oradaki orta masaya ilaçları yığmışlar, polis içeri dalınca ilk önce o ilaçları toplamış. Sonra duyduk Alman hastanesine TOMA ile girip su sıkmışlar. Hastanenin acil servisine bile indikleri bile söyleniyor yaralıları tutuklamak için.


Komşu, duyuyor musun aşağıda sokakta insanlar bağırıyor. Pencereye çık da bak, hep mahallenin tanıdığın simaları. Manav da alkış tutmuş, emekli amcalar da balkonlarında tence tavalarına vuruyorlar. Marjinal kimseler yok dışarıda. Sen, ben varız komşu.


Hadi ne olur uyan!

gezi 10



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 16, 2013 05:15

June 14, 2013

A word from İstanbul, Turkey by Serap Ertüzün

This is a piece written by my friend Serap Ertüzün who has been part of Istanbul Gezi Park Resistance from Day 1  


Everyone is wondering what’s happening in Turkey nowadays even us… today is 17th day and everyday more and more people are involving in it.


The question is: What has caused all this?


Seems like it has all started with an aim of protecting a park in the heart of the city, next to Taksim square. This park was a small one but the only green area left at that neighbourhood. Our prime minister and our government wanted to turn this park into a shopping mall. City planners, architects and environmentalists won the court case and the project had to be stopped according to law, but our prime minister said it will continue. One morning municipality workers came there with bulldozers and excavators. Some environmentalist organisations were there at the time and they hardly stopped cutting down process by putting their bodies between those big machines and the trees. Same day, TEMA foundation declared that they moved their office into Park Gezi. In the beginning, TEMA foundation and some other environmentalist groups were the ones who started to live in the park to protect the trees. All these happened on Tuesday, May 28th .


On May 30th, at around 5 am, police attacked the park without any warning before sunrise while people were sleeping in their tents and the nightmare started… they burned the tents, hit brutally innocent youngsters, overdosely gased everyone who are there at the moment…


But they forgot one very important issue: someone was filming!


During the same day, everyone who has internet and social network connections heard some about the things happened there in the very early morning. I was one of them. I, personally, decided to go to the park and support those people. But when I arrived, I realised I was not the only one… On May 30th, Thursday night, there were more than 4000 people in this small park. Some stayed there, some went home late night. After the majority left, the second attack came, again at around 5 am, this time it was stronger and more brutal.


Meanwhile, someone was filming again…


After this violence, police took the park under its control.


May 31th, Friday night was the big night… noone was expecting that much crowd, even the ones were going there. There were maybe 100.000 heartly connected people on Istiklal Street and on the other streets opening to Taksim square. People from all ages, different social statuses were hand in hand helping each other. Shopkeepers were helping suffered and injured people by providing them water and lemons or sometimes taking them in their stores for resting and taking some breath. In short, summary of the night was this: The more crowded was the people, the more violent was the police…


Moreover, and very surprisingly for all of us, no mass TV stations were broadcasting what was happening in İstanbul at that night, even in the day time on June 1st, Saturday. Meanwhile, this extraordinary stiuation was continuing and the crowd was increasing but still there were no coverage in the mainstream media. It was shocking for everyone who is aware of what’s going on… Moreover, during those days and nights GSM connections were too weak, internet was almost cut and street cameras were turned off around Taksim.


Here, I have to mention HalkTV, one small and independent TV channel. It was the only one showing what was going on the streets of İstanbul. But they have only 24 colleagues and only 6 cameras in total. They worked honestly and continiously and today they are still working under the pressure of the government.


On Saturday, the number of people on the streets in İstanbul reached maybe over a million. And in the same afternoon, under an enormous exposure of different types of tear gases and with too many brutally injuries and even with some deaths, thousands of people finally managed to reach Park Gezi, once more. Plus, hundreds of thousands reached Taksim square and everywhere was full of people.


And today, people are still there in the park, sitting in silence…


Here comes the second question: What caused those people be encouraged like this and what caused them not to give up?


It’s not very easy to answer but there are points which can give us some idea…


First, and maybe the most important thing to mention is that all of these people are on the streets with their free will. They are there because they personally want it. They are there because they want Park Gezi to stay as a park. They are there because they are really bored under the pressure of this government for more than 10 years. They are there because they want their voices to be heard and because they want real democracy in the country.


Most of them -do not belong to a party or an organisation. Most of them seeing each other for the first time. Most of them are on the streets for the first time in their lives. Even though there are middle aged or elder people on the streets, most of them are young people.


The harsh conditions on the streets because of police violence caused some people to give their support to this action from their homes. Starting from the night of May 31st, people are putting their home lights on and off and also making noise using cookingware at their windows and balconies. Some people are on the streets with their cars, too.


İstanbul has staying with no sleep for the sake of democracy for more than 2 weeks. And mainstream media is still not seeing it.z


In contrast, on internet, you can see a lot. You can see the young and dynamic side of the movement. You can see reality, videos, photos, comics etc. Even though we are going through harsh days, you can laugh, too. This is also happening maybe for the first time in our history: Humor of revolution!


This movement is the first civil movement coming from the base in our republican history. It is against anti-democratic acts of Erdogan. It’s including all types of people: students, artists, actors and actresses, doctors, lawyers, housewifes, elders, youngsters, poor, rich, educated, uneducated, religious, non-religious, ateists, gays and lesbians, environmentalists, democrats, republicans and even conservatives.


I have to mention there are a lot of women on the streets, too. This much women on the streets is also something for the first time in our history. You can see all kinds of women on the streets: again young, old, educated, uneducated, housewifes, workers, students, rich, poor, some wearing turbans, head scarves or some not.


For me, there is a bad side and a good side for everything. The good side of this action is that it connected all kinds of people even futbol fans supporting different clubs. Moreover, for the first time we understood how strong we are when we come together.


Now, I am asking you, how to call or describe it?


Now, I am asking you, what do we have to do next?


Serap Ertüzün


June 13th 2013/ İstanbul


 


 


 


 


 


 


 



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 14, 2013 12:53

June 12, 2013

Resist Istanbul: Or how I got teargassed again and started losing hope that this government will ever stop the violence

BY DENİZ ERKMEN
Görsel

Here we go: I have been attacked; yet again, tear-gassed brutally by my own government. By my government, which is supposed to protect me. By my government which is supposed to work for me. By police officers whose salaries, armors, batons and ammunition is paid by my friends’, by our families’, and by my taxes.


Make no mistake. We were not exactly protesting when the police started attacking us. Not that it is illegal to protest democratically in Turkey – though you would be hard pressed to believe that seeing how we are treated. We were just a lot of people standing together at the Taksim Square. We were not even chanting. I was talking to two friends standing next to me; an architect and a historian. The square was full with people arriving after work. We were in a good mood; worried, as there have been continuous police interventions during the day after police moved in onto the square, claiming they wanted to take some banners down; but with friends, running into people we know, just chatting; debating if we should move into the park where more friends were hanging out.


That’s when the gas canisters appeared, without any warning, like comets in the sky. I saw the white cloud afar on the other side of the square; I saw some commotion. But by now, we, the protestors of Turkey, are very much familiar with this particular sight and sound; tear gas canisters being fired – so I didn’t start moving immediately. See, it is not too bad if there is only one and the wind is blowing the other way. But people were moving, in fact, running. Unlike the streets on which I have been teargassed before, here, on the square, the effect was like a stone thrown into water – ripples of people – moving, fast; which in and of itself is very scary when you are in the middle of it. I did what I learned to do last week: I shouted with my hands in the air, “do not run, remain calm”, stepping back slowly, while trying to do what I preach; that is, remain calm. I looked around only to realize that I was already separated from my friends… I tried to shout at them “don’t move too fast, lets see what is going on” but it was too loud, and they were already far. In my mind I was going “maybe the shooting will stop, maybe it is not too bad, no need to run” when a gas canister landed next to my feet. I stepped back, looked up and saw, well, a shower of gas canisters landing left and right. As I started stepping back faster and faster, one landed in front of me, one to my left; I turned to run and another landed in my way… Turns out that I was mistaken; I was the naive one to think that the police would not attack a city square full of peaceful people; not after the governor has announced that they were not planning to attack. Really, how stupid am I to trust what the governor says at this point? We were under what looks like a tear-gas storm.


Dear friends who have been lucky enough not to have experienced tear-gas until this point in their lives; let me tell you; it hurts. It burns your eyes, your nose, and your lungs. You can’t breathe and you wanna tear your lungs out, you cough and cough and cough. You feel sick to your stomach; I was in so much pain that I was pretty sure I was going to throw up. It is really not pretty.








It was a white-out, I couldn’t see my friends at all and I just kept on walking; I was too afraid to run in case I stumble and fall; plus, I couldn’t breathe. I concentrated; one step after another, reminding myself “Do not panic, it is going to be over soon”, trying to put my googles on, not being able to breathe, worrying if my contacts are going to melt into my eyes like some people have been claiming they do. Worrying if my lungs are actually burning, what if they are? What if they are damaged? They are still shooting canisters in my way, what if I can’t make it out? Will I faint? Will I be stuck here? No no, don’t panic. Just walk. One step. After another.


How long did that walk take from the square to Sıraselviler? It is a very short distance we are talking about. Not even a few minutes. But I was afraid. I was very afraid.


Yet, as many of us have learned by experience in these past 10 days in Istanbul, the effects of the tear-gas do not last long. The danger really is the canisters hitting you in the head, cracking your skull, or taking your eye out. If you are lucky and get out in the fresh air without being hit, things keep on hurting for awhile but then slowly, the pain wears off. After all the attacks, the backstreets of Istiklal and Galatasaray are full with people, sitting around, coughing, waiting for the pain to pass, sharing their antihistamine mixtures. Then, at one point, you forget that you were in pain. And of course, the adrenaline, the fear; you have to wait for those to wear off, too.


If there is one thing that does not seem to wear off – it is the anger. It is the disbelief that you, as a citizen of this country, someone who tries to voice her concerns, be open, negotiate, deliberate; someone who at one point actually believed that this country could democratise, is walking the streets of your city, tears streaming your face; eyes and lungs burning, in pain, because your government is attacking you, repeatedly. There is no question that none of us deserves this. No one deserves treatment like this. Even if we were marginals and radicals, as our PM claims that we are, we wouldn’t have deserved this. Silly me; I know I shouldn’t be surprised; this has been going on for a long time; this time it is us, other times it was other people. Logically, I am not surprised. But emotionally, I am. It is one thing to know of government violence when it is happening to others in far away places. You speak against it, you feel its’ injustice. Yet, somehow, I find out, it is another thing to actually face it. To be there when the gas canister is flying towards you. To wonder, in a millisecond, whether it is going to hit you, or not. To hear that your friends have been taken to custody. To feel helpless. If this is what is happening to us – to the most educated, most connected crowd that this country has produced, imagine what has happened to others who were not connected, who were not heard.


It is time to dispel the notion that Tayyip Erdogan is the “democratically elected leader” of a “democratic” country. While he might have been elected democratically, the actions, reactions, and the language of the prime-minister have been text-book authoritarian. These protests, which have started off as demonstrations to protect Gezi Parkı, have peacefully voiced very legitimate concerns against the JDP government. As I and many others have talked about before, the concerns are about the neoliberal-conservatism of the JDP government and about its authoritarian politics; the protests are about democracy, about our right to live as dignified human beings. They are shared by a very heterogenous group of people; this movement has brought many groups together that previously did not quite realize they were fighting similar fights; ecologist, neighborhood movements against urban transformation projects, feminists, urban planners, artists, students, secularists…The reason they are protesting is that there are no other channels to affect the government – the government rules with no opposition in the parliament, has silenced the media, coopted the judiciary, and does not care about any opposition that comes from the society.






Now, the demands of the protests have been voiced clearly – they are no secrets. They are not hard to understand. In fact, they are pretty minimal considering all the complaints against the JDP government.Yet, there has been no acceptable response from the government. The opportunity to negotiate, the opportunity to back off, the opportunity to grow, the opportunity to listen – there were many of those opportunities. But there seems to be no will by the government to do any of those. The prime-minister seems to have gone mad by his hunger for power; and the ministers and governors look like confused puppets. They do not want to negotiate; they want to wipe us out and continue as they please. For this, they are using very provocative language in their speeches, demonizing and targeting us, and they are putting on a PR show which largely consists of blatant lies, in fact, even staging police interventions where police fights undercover cops to air in the media.


Thus, just to clarify one more time:



-  This is a genuine voluntary and spontaneous citizen movement; it was not planned by a party orby some foreign power to weaken the JDP government;
-  The people who are participating in it are not “radicals” or “marginals” as the prime-ministerclaims they are, whatever that means;
-  There have been no violence whatsoever in or around the park until the police attacked. The protestors have not attacked anyone, did not loot anything. There was nothing violent going on today when the police attacked us cruelly. The park has become a peaceful self-sustaining commune with many tents, a health-center, and a library, with workshops going on through the day, with people hanging out. Of course, it is destroyed now.
-  The content of prime-minister’s speeches are mostly made up of lies which are aimed at provoking people and making the interventions look legitimate.
-  There has been no efforts from the government at negotiating, or solving the issue besides violence. The word was out that the prime-minister was going to meet with the representatives of the movement; turns out no one from the Taksim Solidarity Platform who have been organizing and talking for the protests until this point have been invited. I am not sure who the PM is going to talk, but they are not the representativeness of the movement. It is just a PR show to make it look as if the PM is taking steps.

At this point, I am back home. I got thrown onto the other side of the square and could not make my way back to the park because of the police. I am extremely afraid for everyone, for my friends and countless others who I don’t know personally, who are still in and around the park. I am afraid for the future of this country. I can’t see this end well. Not with this government; not with the way they have been acting. I wish to be proven wrong. I so wish to be proven wrong. But I’ve already been shown that I am naive when it comes to the limits of government brutality in Turkey.






Taken from Gezi Park Medya's Facebook Page

Taken from Gezi Park Medya’s Facebook Page





 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 12, 2013 00:36

I can never trust the Turkish police and government again- by Can Öz

By Can Öz 


Taken from today’s THE GUARDIAN


Görsel

A Turkish riot policeman holds a tear gas grenade launcher in Taksim Square. Photograph: Tolga Bozoglu/EPA


I am scared. With every speech that prime minister Recep Tayyip Erdoğan gives, I feel the hatred and disgust against me and young people of my generation increase. All we are after is a bit of freedom, a bit of space to live and a few trees. It reminds me of a line from Jimi Hendrix’s If 6 Was 9: “I’m the one that has to die when it’s time for me to die, so let me live my life the way I want to.”


Today I was in Taksim Square again, a few hours after the police cleared the area with water cannon, tear gas and rubber bullets, and protesters hurled fireworks and fire bombs. Some say the protesters’ firebomb attack was staged, and while I don’t have certain proof that this was the case, it wouldn’t surprise me: over the past few days I have witnessed so many lies from the police and government that I don’t think I can ever trust them again. I have spent days with the protesters –withstanding another gas attack, cheering, singing chants and sharing food in the park – and I haven’t encountered any signs of weapons or violence on their behalf. These people made me feel like I’m living a dream.


 


The purpose of my visit to Taksim Square was to listen to the press conference the Taksim Solidarity movement had prepared; and I was confident that I could trust the chief of police and Istanbul mayor’s assurance that the park would not be attacked. Then, right before the press conference was about to start, gas rained down over our heads once again. It was a moment of crushing disappointment. Coughing, wiping tears out of my eyes, practically blind, I realised that our government would never understand the meaning of the passive resistance that Martin Luther King Jr and Mahatma Gandhi were famous for. That’s when I ran out of the park.


 


I am the owner of the biggest literary publishing house in the country. In the past few days I have received hate mail and death threats, just because I was publicly part of this passive resistance movement. After each speech Erdoğan gave, the language in these emails became more violent. Today, the lawyers who arrived at the main courthouse of Istanbul were beaten and arrested by the police. These were the lawyers who were there to defend the protesters who had been arrested.


 


I am scared, not for myself, but for my girlfriend, my mother, my sister, and for my country. It is quite clear at this point that Erdoğan’s only way to cope with problems is to ratchet up aggression levels. If he continues to do so, I fear that this aggression will lead to a civil war in Turkey.


 


For the past few years, I have lived in fear of expressing my ideas. I didn’t do enough to criticise Erdoğan, or speak up loudly enough about the misdeeds of public officials that I had witnessed. But not any more. I am not afraid to lose my business, my wealth, or even my freedom by being jailed and sentenced; but I can not bear to live a dishonorable life any more.


 


What do I and my fellow protesters want? Well, here is the official list of Taksim Solidarity Platform:


1. We want the park to stay as a park.


2. We want the arrested protesters to be released.


3. We want the police aggression to stop, and prosecuted.


4. We want our right to demonstrate and protest in public areas respected, as it is respected in the constitution, hence to have the bans on those rights revoked.


5. We want Erdoğan to stop increasing the tension, and hence, peace.



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 12, 2013 00:30

June 11, 2013

11 June 2013 Press Release by Taksim Solidarity

Taken from Taksim Solidarity’s Offical Web Site

11 June 2013



On the 14th day of the Gezi Park protests, resisters are responded once again with riot control vehicles and tear gas!


The only difference between the police raid which happened 10 days ago at 5 am and today’s raid is the timing. Today, the police intervention started at 7 am in Taksim for a change; however, there are already tens of injured people and a police blockage causing public worry.


One can speak neither of democracy nor of dialogue when there is a blockage.There is not a single response to the demands of Taksim Solidarity, which are the shared wishes of the citizens; however, they hope that dividing the park-savers and the marginal

groups among those, who stand shoulder to shoulder for any kind of solidarity in Gezi Park, would help. Nobody should think that such a division among people who protect their park and living space would be helpful. We are going to stay together, and build our legitimate and righteous demands with solidarity.


As TAKSIM SOLIDARITY, we represent the feelings and the demands of millions of citizens who have been struggling to create public awareness against the project that would concretize Gezi Park, who lied in front of engineering vehicles to stop them, who were exposed to excessive police violence, who regarded the police violence against those who supported the park day and night and their living spaces as if it was against their own; and we announce once again that we will never let anybody scandalise our struggle in one way or another!


As it is kept abreast by the public, the committee of Taksim Solidarity has held a meeting with the Deputy Prime Minister Bülent Arınç and submitted their demands to the government in this meeting. Although no account has been given considering these demands by the government, attempting to hold a meeting with another committee, the formation of which is unclear to the public, is not an effort to create a sincere process of dialogue but an effort towards misguiding the public and towards weakening the roots of the righteous and legitimate demands of millions of people from all over the country. Today’s police intervention is a proof of government’s intention and attitude towards its own people.


Demands are clear. The addressee is obvious: Taksim Solidarity.


AKP government tries to create a polarization among public by holding alternative meetings, threatens its own citizens and rejects the demands of hundreds of thousands of people who in 77 cities of the country, primarily in Kızılay (Ankara), cries out their wishes in the streets, people who dance, sing and read poems to express their demands in Gezi Park and in squares; people among whom are women, children, LGBT’s, workers, religious people and non-believers.


We are worried about this government. We want to announce to the public that they, who have no legitimate policy except building concrete barracks against a park, except police violence and alternative meetings against demand for peace in the society, do nothing but a sin.


We want to repeat once again: stop using police violence against people who protect their living space and the park. Release those who are under custody. Relieve those who are responsible for two-week long police violence of duty; announce that our first and foremost demand will be realised, and announce officially that NOT A SINGLE SQUAREMETRE OF GEZI PARK WILL BECOME CONCRETE AND GEZI PARK WILL REMAIN AS A PARK!


The legitimacy of our demands cannot be denied either by the bill of human rights, or by universal law; these demands are supported all over the country and the world; and we insist on guarding our demands! We will be here until a concrete step is taken to realise the demands of the young people who protect Taksim and Gezi Park, of the women who gather in squares, of those who watched the Park day and night without sleeping or who supported the protesters with their heart at their homes, in other words, to meet the demands of the people and bring peace among the citizens.


We will be protecting our park and our squares with a great solidarity with our citizens until our demands are taken seriously and a concrete step is taken.


We are waiting for all those who protect Gezi at 19.00 in Taksim.


We are here, we are going nowhere.


TAKSIM SOLIDARITY











 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on June 11, 2013 22:31