Defne Suman's Blog, page 24
November 27, 2015
Ben Bunları Hep Senin İyiliğin İçin…

Foto: Sertaç Ergin Tasarım: Thinker Belles
Son aylarda hayatıma üç adet hikaye girdi. Hikayelerin hepsi farklı yaşlarda ve yapılarda ama üçü de pırlanta gibi akıllı, güzel, zeki kadınların onlara kıymet vermeyen erkeklerle yaşadığı ilişkilerle ilgiliydi. Bu kadınlar benim öğrencilerim oldukları için kriz anında ilk olarak bana danışıyorlar. Yoga hakikati örten perdelerimizi açarken, öğrencinin kapıldığı çaresizlik anlarında hocanın yol göstermesi adettendir.
Pırlanta kadınlardan bir tanesi birlikte olduğu erkeğin onu devamlı eleştirdiğinden, yargıladığından ve hatta aşağıladığından bahsediyor. Seni çok seviyorum diyor amma kavga ettikleri günün gecesinde kendini sokağa atıp bir diğer güzelle eve döndüğü de bir değil, pek çok defalar tekrarlanmış bir hadise. Bana bu hikayeyi anlatan genç öğrencimden yirmi yıl ileride bir noktada durduğumdan olayı gayet net bir şekilde görüyorum. Görüyor ve çok sevdiğim öğrencimin böyle bir cendereye sıkışmasından da ayrıca korku duyuyorum.
Dilimin ucuna gelen ilk tepki, neredeyse bir refleks gibi “Bu adamı derhal terk et; vay edepsiz, vay ahlaksız; senin gibi akıllı bir kadının böyle bir ilişkide ne işi var?” demek. Neyse ki yıllar süren yoga eğitimi bize dilimizin ucuna gelen ilk tepki ile söz arasına, kısacık belki saniyenin binde biri kadar kısa bir sürede durmayı öğretmiş. O yüzden önce söylemeye hazırlandığım cümlenin zihnimin içinde yankılanmasını bekliyorum. O yankılanırken ilk fark ettiğim şey sözlerimdeki şefkat yoksunluğu oluyor.
Neden şefkat yoksunluğu diyeceksiniz şimdi. Öğrencimin biran önce kendine kıymet vermeyen adama olan bağımlılığından kurtulmasını ve mutlu olmasını istemiyor muyum? Tabii istiyorum. Ama o da istemiyor mu bunu? O da istiyor. Benim gördüğümü o da görmüyor mu? Tabi ki görüyor. Görüyor ama kopamadığı, bırakıp sonra yeniden ve yeniden ona döndüğü için içine düştüğü çaresizlikten dolayı benim kapımı çalmış zaten. Ben annesinden, komşu teyzesinden ve bütün yakın arkadaşlarından duyduğu ve “Ben senin iyiliğini istediğim için…” ile başlayan ve aslında epeyce sözlü şiddet içeren monoloğu bir kez daha tekrarlayarak ona yardımcı olabilir miyim?
Hayır. Olamam. Bir de üstüne, alttan alta “Vay senin gibi harika bir kadın böyle bir adamdan yakasını kurtarmayı beceremiyor” mesajını vererek onda suçluluk değilse bile bir yenilmişlik hissinin doğmasına sebebiyet vereceğim.
Ne yapacağım o zaman?
Aklı selim kadınların pek çoğu huzurun kendilerini aldatan/yargılayan/eleştiren/aşağılayan ya da kendileri ile karılarını aldatan erkeklere duydukları bağımlılıktan kurtuluşta olduğunu bilirler. Ama bu bağımlılık tıpkı sigara, alkol, uyuşturucu bağımlılığı gibi bünyeden çıkarıp atılması kolay bir şey değildir. Psikologlar bu tip bağımlılığın çocuklukta, ailede, anne baba dinamiklerinde oluştuğunu, çocuğun hayatının ilk yıllarında soluduğu ilişki biçimlerine hayatının sonraki evrelerinde bağlanma potansiyeli olduğundan bahsediyorlar. Yani çocuğunu ihmal eden ya da ona kendini değersiz/önemsiz hissettiren bir ebeveynin çocuğu, büyüdüğünde ona benzer hisleri yaşatacak olan insanlara ve durumlara kapılmaya daha yatkın oluyor.
Zihnimde yankılanan dilimin ucundaki sözlerime bir kez daha kulak verdim. Ne diyor?
“Sen daha iyilerine layıksın. Bu adam kötü. Sık dişini ve bu ilişkiden alnının akı ile çık!”
Her bir cümlem hüküm içeriyor. Kime göre kötü? Kime göre iyi?
Hüküm neyin tersi? Merakın.
Yarasının alevi ile kavrulan bir insan bize geldiğinde aslında en çok şefkat istiyor. Nasihat bahane. Geçen yazıda şefkatin merak ile başladığından yazmıştım. O halde nasihatin yerini merak alsa?
Başladım sorulara.
Bu ilişkide seni mutlu eden şey nedir?
Bitersen en çok neyi kaybetmekten korkuyorsun?
Sevgilin seni eleştirdiğinde kendini nasıl hissediyorsun?
Bu duyguya aşina mısın? Başka nerede yaşadın bu duyguyu?
Her bağımlılık gibi yıkıcı ilişki bağımlılığına karşı mücadelede de kişinin iradesi kadar ona destek veren insanların sabrı ve anlayışı önemli yer oynuyor. Karşı tarafın yaptıklarını tekrar tekrar anlattırıp, “Vay eşek, vay ahlaksız” gibi durumu büsbütün kızıştıran laflar etmek ya da karşı tarafı anlamaya çalışma yolunda “Ama onun da bir hikâyesi olmalı, onu da anlamaya çalışalım,” gibi nemlendirici sözler söylemek de “Ben bunları hep senin iyiliğin için söylüyorum”lardan farklı bir etki yaratmıyor.
Dilimin ucuna gelen sözleri yuttuktan sonra sahiden merak ettiğim sorular sorarak bu kimisi evli, kimisi evsiz adamlarla yaşadıkları ilişkilerden nasıl bir fayda sağladıklarını öğrenmeye çalıştım. Çünkü kimse bir fayda sağlamıyorsa o beraberliği sürdürmez. En yaralayıcı ve aşağılayıcı ilişkilerde bile insan o ilişkide kalmayı sürdürüyorsa bir ihtiyacı karşılandığı için orada duruyordur.
İhtiyaçlarımızın bir diğeri tarafından değil, sadece kendimiz tarafından doyurulabileceğini aklımızla değil, tüm benliğimizle kavradığımız zaman ötekinden beklediklerimiz minimuma iner. Ayrıca yıkıcı ilişkiler gibi bir konuda sorulan doğru sorular sayesinde karşı tarafın aslında bu ihtiyaçlardan hiç birini karşılamadığı da ortaya çıkar.
Geriye sadece korku kalmıştır.
İnsan içinde gizlice büyüyen korkusunu bir defa fark etmeyegörsün cesaret ufukta belirmiş demektir.
Filed under: Türkçe Yazılar


October 13, 2015
Başka bir Ülke Yok!
Sen de parmağın bir ekrana yapışık, yarı felçli bir vaziyette okuyor da okuyor musun?
Çaresizlik, yüreğinde harmanlanan acı ve öfkeyi midene yumruk gibi indiriyor da, hissetmemek için kendini gündelik işlere mi veriyorsun? Midende o hiç geçmeyen yumruk ve “ben tek başıma ne yapabilirim ki”nin metalik yalnızlığı içinde nasılsın diyenlere sen de ağzında bir şeyler mi geveliyorsun?
İnan ki yalnız değilsin okur.
Ben iki gündür dersten gelir gelmez çalışma odamın bir köşesine top gibi büzülüp tek bildiğim yere, edebiyata sığınıyorum ama ne okuduğumun tadı var, ne de kahvenin. Bir şeyler yapmalıyım, sokaklara çıkıp isyan etsem, on binlere karışsam? Hiç bir şeye mecalim yok. Belki bir gruba mensup olsaydım, üniversitede doçent, fabrikada işçi ya da bir cemaatin üyesi onlarla beraber katılacağım bir protesto eyleminin içinde anlamlı bir bütüne aidiyetimi hissederdim.
Oysa şimdi hiç bir şey hissedemiyorum.
Bu hissedemeyiş halinin matem olduğunu bilecek kadar çok insan gömdüm hayatımda. Matemi tek başına yaşamanın dayanılmaz yalnızlığını da biliyorum. O yüzden bir parmağım hep bir ekranın üzerinde… O ekranda aynı matemi yaşayan insanlar var. Uzanıp parmağımla dokunmak istiyorum onlara, tek başınalığım aklıma geliyor.
Ben sokaklara çıkıp isyan edemiyorum. Bunu yapabilen dostlar beni bağışlasın. Ben sokaklara dökülmekten artık korkuyorum.
O yüzden sevgili okur, ben seninle burada, parmağını dokundurduğun şu ekranda buluşmayı seçiyorum.
Biliyorum, bıktın. Biliyorum, kendi ülkede yaratıcı, huzurlu, sağlıklı ve onurlu bir yaşam istiyorsun. Bu senin en tabii hakkın. Bu bütün insanların en tabii hakkı.
Bu hakkını dile getirdiğin anda bile başına bir şeylerin gelebileceği korkusuyla yaşadığın bir ülkedesin.
Biliyorum bazen alın başınıza çalın, deyip buralardan gitmek istiyorsun.
Ben gittim sevgili okur. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim, en güzel memleketlerin, en tatlı suları kıyısında rüya gibi evlerde yaşadım. Bisikletimle pirinç tarlalarında dolaştım, tuzlu rüzgar saçlarımı dağıttı, uzun kuyruklu teknelerle güneşin bir tarafından doğup diğer tarafından battığı minicik elektriksiz, telefonsuz adalara vardım, bir hamakta yatıp günlerce kitap okudum, yüzlerce öğrencim beni bağrına bastı, aşık oldum, sayfalar dolusu yazdım…
Yine de yine de bir tek gün sizin olsun diyerek ardımda bıraktığım ülkemin hasreti yüreğimi bırakmadı.
Melodram olsun diye söylemiyorum okur. O hasret ustalıkla konuştuğum lisanlara sızan aksan gibi yüreğimde ince ince sızladı durdu.
Buradan başka ülken yok okur.
Ve burası hâlâ senin ülken. Benim ülkem, bizim ülkemiz. Kaçma, yılma, pes etme zamanı değil. Çok eziyet çekmiş, ağır yaralanmış bir yavru gibi bağrımıza basmamız gereken yurdumuz burası. Bizim. Başkasının değil.
Biliyorum, yılıyorsun. 1 Kasım’ı unutup başka programlar yaptığın oluyor ve hatırlayınca çaresizlik yumruk gibi midene iniyor. “Sonuç belli oldu zaten” diyorsun başını sallayarak.
Sonuç belli değil okur. Sen yalnız değilsin. Sen çaresiz ve zayıf da değilsin.
Bak ben parmağımı uzatıyorum, sen de uzan dokun bana. Yayılalım büyüyelim, sesimizi duyurup, o kadar sevdiğimiz bu yurdu ona zulm edene bırakmayalım.
Başka bir ülke yok çünkü.
Ben gittim, gördüm, döndüm.
Filed under: Diren İnsanlık, Türkçe Yazılar Tagged: 10 Ekim 2015, acı, ankara bombası, üzüntü, bütünlük, Türkiye


September 30, 2015
(Yogaya Dair) Bir Yanlış Anlama
Geçen hafta Yunanistan’ın Leros adasında bir yoga kursu düzenledim. İstanbul’dan öğrencilerim geldi. Sabah akşam sıkı çalıştılar, vücutlarındaki fazlaları attılar, pırıl pırıl ışık saçarak adadan ayrıldılar.
Ben bu kurstan kazandığım parayı Leros’a varan Suriyeli mültecilere bağışlayacağımı önceden duyurmuştum. Leros’a diğer Yunan adalarına yığıldığı kadar çok sayıda mülteci yığılmıyor ama tam da bu sebepten Midilli ve Kos’un aldığı devlet yardımı da bu adaya ulaşmıyor. Bütün işi gönüllüler yürütüyor. Limanda bir çadır kent kurmuşlar, bahçesinde Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelmiş gönüllü gençler çalışıyor. Gelenlere hoş geldin diyorlar, ihtiyacı olanlara yemek, ilaç, ayakkabı yardımı yapıyorlar. Atina’ya gitmek için gerekli kağıtları nereden alacaklarını anlatıp, tercümanlık ediyorlar. Gönüllülerin başı Matina adında İstanbul kökenli dünyalar güzeli bir kadın. Üç aydır Leros’da, bu küçük çadır bahçesinde, tek başına bütün teşkilatı yürütüyor.
Benim bu niyetimi duyan öğrencilerimden kursa katılamayanlar bile Türkiye’den bağışlar yaptılar. Bu sayede epeyce bir paramız birikti. Dün akşam gün batımında bağışımızı teslim etmeye limana gittik Bey ile. Matina ile buluştuk. Nakit para almıyorlarmış, Matina beni dükkan dükkan gezdirip neye ihtiyaçları olduğunu söyledi. Ayakkabı, çorap, aspirin, antibiyotik, konserve yemek, bebek bezi, battaniye… Ben de elimdeki para ile ihtiyaçları aldım. Torbaları Matina ile limanda kiraladıkları depoya taşıdık. Depoyu özenle düzenlemişler. Herkes aradığını şıp diye bulabiliyor.
Pabucu ayağında paralanmış Osman’a bir çift ayakkabı vermeye çadır alanına gidince diğer gönüllülerle de tanıştım. Kimisi Danimarka’dan gelmiş, kimisi Hollanda’dan, Kanada’dan ve tabii bir çoğu anakara Yunanistan’dan. Yoga kursundan elde ettiğimiz geliri bağışladığımızı söyleyince çok sevindiler ve hepsi yoga yaptığını ve özellikle Leros’da çalışırken sabah erkenden kalkıp parkta sabah yogalarını tamamladıklarını söylediler. Bir tanesi, Danimarkalı gencecik bir kız, “tabii ya” dedi, “ne koşullarda yaşarsak yaşayalım herkesin birazcık kendiyle kalmaya ihtiyacı vardır.”
Bunları anlattım çünkü şöyle bir yanlış anlama var: Yogayla ilgilenen insanlar dünyanın derdiyle ilgilenmezler. Onlar bir tek kendileriyle meşgul olurlar, etraflarındaki acıya, vahşete karşı kayıtsız kalırlar.
Ne kadar yersiz, nasıl da acımasız bir yargı!
Bütün manevi disiplinler gibi yoga da elbette sizi içe döndürür, ruhunuzda, yüreğinizde ve tabii vücudunuzda olup bitene bir göz atmanızı sağlar; mutluluğu, huzuru ve sağlığı sizden çalan zihinsel kalıpları, davranış ve alışkanlıkları görmenizi sağlar. Bu sadece yoganın değil, iç enerji yoluyla varoluşu kavramaya çalışan bütün manevi çalışmaların bir parçasıdır. Orası bir duraktır. İnsan zihni etrafında ve içinde olup bitene hassasiyet kazanırken elbette bir süreliğine büyülenir. Ayın, güneşin, dünyanın hareketinin; mevsimlerin geçişinin günlük hayattaki önemini anladığında duyduğu hayranlığı kendi vücudunun ve zihninin muhteşem ahengini keşfettiğinde de duyar ve sonra yola devam eder. Bu disiplinin özünü kapmış olan öğrenci zaten orada -kendinde- takılmaz , orada durma ihtiyacını da duymaz, bu alemdeki mevcudiyetinin gerektirdiği işlere eğilir. Kendine takılmış ve oradan çıkamayan bir insan yoga çalışmasında da takılmış kalmıştır.
Benim hocam iyi bir yoga çalışması sırasında zihnin bir düşünceden diğerine atlama faaliyetinden sıyrıldığını ve olup biten her şeyi gözleyen bir işleve sahip olduğunu söyler. Günümüzde en çok okunan, bilinen geleneksel yoga metni olan Yoga Sutra’nın yazarı Patanjali de yogayı beyin dalgalarının düzlüğe eriştiği bir alan (ya da an) olarak tanımlar. Beyin dalgaları düze erdiğinde gördüğümüz dünya kendi şartlanmış zihinlerimizin ötesindeki gerçek dünyadır, duygulardan, bu doğru, şu yanlış inançlarından, birbirine sıkı sıkıya bağlanmış nöronlardan arınmış bir resimdir. Yoga bize o resmi görme şansını verir.
Tabii bir de şöyle bir şey var: Günümüzde kurumsal kapitalizm ve pazar ekonomisinin cenderesinde yoga öyle bir hale geldi ki sizin yoga diye bildiğiniz şey ile benim burada yoga diye bahsettiğim arasında bir uçurum olabilir. O yüzden ben yoga çalışması derken neden bahsettiğimi birazcık açma ihtiyacındayım. Benim bu yazıda, ve derslerimde, ve sözlerimde, bahsettiğim yoga manevi bir çalışma. Yan etkileri sağlıklı bir vücut ve sağlam bir sinir sistemi olsa da yoganın çıkış noktası Hakikat’i araştırmak. Bu açıdan Budist meditasyonlardan, tasavvuftan, Qigong, Tai Chi ve ismini bilmediğim pek çok benzeri maneviyat odaklı çalışmadan farkı yok. Geleneksel anlamında yoga, stres atmak için, popo sıkılaştırmak, vücudu esnekleştirmek, güçlendirmek, kendini iyi hissetmek için yapılan bir şey değil. Gerçeği gerçek olmayandan ayırt etmek üzere uygulanan bir sistem. Araçları da vücut, nefes ve zihinsel konsantrasyon.
Hazır bu üçlüden söz açılmışken şunu da ekleyelim: Bu üçlünün birinden vazgeçersek hatha yoganın enerji sistemimizde yarattığı simyayı elde edemiyoruz. Yoga vücudu olduğu kadar sinir sistemini de güçlendiren bir sistemdir. Yani, yok ben nefesi almayayım da bir tek hareketleri yapayım, ya da ben hareket etmeyeyim de oturduğum yerde meditasyon yapayım deyince yapılan yoga yoga olmuyor. Nefese odaklanmadan yapılan hareketler sadece jimnastik olarak kalır. Ya da konsantrasyon eksikse bu sefer nefes farkındalığı egzersizi olur.
Yani ben yoga derken nefes, zihin ve vücut üçlüsünün belli bir ritimle çalışarak yarattığı simyadan bahsediyorum. Bu simyanın oluşması için düzenli, disiplinli ve tek başına çalışma da önemli. Tek başına derken, illa ki bir odada yalnız olmaktan bahsetmiyorum. Kalabalık içinde de olabilirsiniz, ama o kalabalıkta kendinizle baş başa kalabilmek, yalnızlığa erimek, eriyebilmek de önemli.
Yoga bizi içe döndürdüğünde, orada yani içeride bırakmıyor. Her seansın sonunda tekrar dışa dönmek için yapılan bir seri hareket vardır ki öğrenci o en hassas halinde dünya işlerine dönmek zorunda kalmasın. Eğer o hareketler yapılmazsa ameliyat masasından açık yarayla kalkmış bir hastaya döner öğrenci ve sonrası tam bir duygusal felaket olur!
İyi bir rehber, öğrencisini bu alemdeki varlığının önemini hatırlatacak bir şekilde çalıştırır. İyi bir öğrenci çalışmanın sonunda “benim bu bütüne katkım nedir acaba” diye sorar. Her birimiz bu alemi oluşturan zerre isek, bir zerrenin bu aleme katacağı çeşni başkadır.
Yoga, entelektüel boyutta anladığımız bir bilgi olarak değil, yürekle bildiğimiz bir gerçek olarak dünyaya, insanlığa, evrene aidiyetimizi bize hatırlatır. Bu yüzden cidden yoga ile ilgilenen hiç bir arkadaşım kimliğini bir millet, din, ırk, takım, tarikat veya siyasi görüş üzerine kurmamıştır. Bir tek yoga öğrencisi bilmiyorum ki fanatizmden haz etsin, eline bayrak alıp sokaklara dökülsün, kendini rahatsız eden birilerini lanetlesin, kahrolmasını dilesin.
Yoga bir insanı ötekinden ayrıştıran her şeyin bir yanılsama, zihnin bir oyunu olduğunu hatırlama, bütünleşme anıdır. Sinir sistemi sakinleşir ve bu sakinleşme anında sağlamlaşır. Bu süreçte insan evet içine dönse de, dışarı çıktığında ayrılık yanılsamasına, kaba yargılara ve sertliğe karşı hassasiyet (ve anlayış) kazanmış; yıkıcı güçlere karşı -kendi çeşnisi gereğince- direnecek sakin sağlamlığa ermiş olur.
Her insanın kendisiyle geçireceği bir saate ihtiyacı ve bence hakkı da vardır. Kendimizle haşır neşir olduğumuz bu süre lüks değil, tabiatımız gereği bizi zenginleştiren, güçlendiren, etrafımızdaki insanları şevk ile kucaklamamızı sağlayan pek kıymetli bir yaşam parçasıdır.

Foto: Kokia Sparis
Filed under: Türkçe Yazılar, Yaşama Dair, Yoga Tagged: hatha yoga, içe dönmek, leros, mülteci, Yoga


September 29, 2015
Bir İçe Dönüş Hikayesi-1

Foto: Sertaç Ergin
Tasarım: Thinker Belles
İşte yine ben. Kalabalık bir kafede, kulaklıklarımın arkasına saklanmış, dünyada benden ve siz sevgili okurlardan başka kimse yokmuş gibi davranıyorum. Telefon ve karşımda oturan bizim Bey sessize alındı. Ha, bir de Bob Dylan eşlik ediyor bize. North Country Blues adlı, on beş yaşımdan beri yüreğimi dağlayan o acıklı şarkısıyla.
Bu kafeye Bey ile beraber geldik. Doksan dakika boyunca okuyup yazmaya ihtiyacım var diye. Onun bilgisayarını da yanımıza aldık. Şimdi büyük bir masada karşılıklı oturuyoruz. Bey beni hiç rahatsız etmiyor. Kendi bilgisayarına gömülmüş gitmiş. Zaten evde de olsak benim kulağımdaki kulaklık “müsait değililiz, daha sonra tekrar arayın” anlamına geliyor. Bir ara romanımı yazarken, “rahatsız etmeyin” işareti olarak başıma bir örtü takıyordum. Her şekilde bizim Bey, yazımın kesintiye uğramasının ruhumda yarattığı hırçınlığı tanıdığı için bırakın kulaklığı, türbanı; parmaklarımın klavyede tıkır tıkır eden sesini bile duysa, beni kendi halime bırakma zamanının geldiğini biliyor. 90 dakikalık vardiyadayız şimdi. 90 dakika boyunca birbirimizi rahatsız etmeyeceğiz, konuşmayacağız. Ben 90 dakika içinde bu yazıyı bitirip yayınlayacağım. Sonra sosyallaşeceğiz.
Susan Cain tek başına geçirilen zamanlardan bahsederken, “tek başınalık bazı insanlar için nefes aldıkları havadır” diyor. Ben onlardan biriyim. Hergün bir kaç saatimi tek başıma geçirmem gerek. Yoksa boğulacak gibi oluyorum.
Okuldayken bazı tenefüslerde çıkmaz, havasız, camları buğulu, floresan ışıkla aydınlatılmış sınıfta tek başıma otururdum. Özellikle kümelere bölündüğümüz 3. sınıfta tenefüsleri tek başıma geçirmek istediğimi hatırlıyorum. Çok arkadaşım vardı. Alt kat tenefüshanesinde folklor çalışırlardı. Ben de folklor oynuyordum ve ekibin en yeteneksizi olduğumu hocamız da dahil herkes biliyordu. Aşağıdaki tenefüshanede en çok benim çalışmam gerekiyordu. Onun yerine ben arkamdaki askılara asılmış paltolara sırtımı dayayıp buğulu camları seyretmeyi tercih ediyordum. Küme senesi bana fazla gelmişti. İkişerli sıralarda oturacağımız dördüncü sınıfı iple çekiyordum.
Tek başınalık içe dönüklerin nefes aldıkları havadır, diyor Susan Cain. Sonra da içe dönüklüğü şöyle tanımlıyor:
İçe dönükler iç dünyaya, düşünceler ve hisler dünyasına dönük insanlardır. Dışa dönükler ise dış dünyaya, etkinliklere ve davranışlarla ilgilenirler. İçe dönükler olayların arkasındaki anlamı merak ederler, dışa dönükler olaylara balıklama dalarlar. İçe dönükler ancak tek başlarına kaldıklarında şarj olurlar, dışa dönükler yeterince sosyalleşmedikleri zaman kendilerini yorgun hissederler. İçe dönükler az miktarda dış uyarıcı yeterlidir. Sessiz bir evde oturup kitap okumak onları memnun eder. Dışa dönükler serüven severler, seyahatlerinde yeni insanlarla tanışmayı, onlarla saatlerce sohbet etmeyi severler. Dış dünyanın uyarıcılarına daha çok ihtiyaçları vardır.
Çoğunuz bu hikayeyi biliyorsunuzdur. Ben bir gün Tayland’a gitmeye karar verdim. Aslında bir gün değil, bir akşam verdim kararımı. Amerika’dan gelen burslu doktora kabulümü red etmiş, babamın, “peki kızım doktora yapmayacaksan ne yapacaksın?” sorularına maruz kaldığım bir akşam yemeğindeydim. Babamın kuzenlerinin birinin evinde. Bütün aile kulak kabartmış ne cevap vereceğim diye beni bekliyorlardı. Ben kadife kanepenin fitillerinde tırnaklarımı gezdirerek ne cevap versem diye düşünüyordum. Çünkü vallahi de, billahi de bilmiyordum ne yapacağımı.
“Bilmem, biraz seyahat eder, dünyayı gezerim belki ” dedim zar zor duyulur bir sesle.
“Kızım hangi parayla gezeceksin dünyayı?”
“Ne kadar gezeceksin dünyayı?
“Peki gezdin geldin ne olacaksın? Gezgin mi olacaksın?Ah hah hah hah! ”
Gecenin devamında Godet’ye gittim. Cuma gecesi bütün arkadaşlarım oradaydılar. Bir türlü alışamadığım tekno müziğinde sallanıyorlardı. İçkiler pahalıydı. Bira aldım, ben de onlarla sallanmaya başladım. Bir an önce sarhoş olmalıydım. Canım sıkılıyordu. Arkadaşlarıma bakıp acaba bir tek benim mi canım sıkılıyor diye düşündüm. Müzikten mi, babamların sıkıştırmalarından mı, ayıklığımdan mı neden böyle sıkılıyorum acaba? Bir sigara yaktım. Birama bitirdim. Bana ikinci bir bira alacak kimse var mı acaba diye etrafa bakındım. Kimse yoktu. Gece hayatına ilk defa benden genç insanların karıştığını o gece farkettim. Godet kapanınca, Roxy yerine eve dönmeye karar verdim. Çıkışta arkadaşlarımın sarhoş ısrarları karşısında bir durakladıysam da (Roxy’de beni heyecanlı bir şey bekliyor olabilir miydi?) bir taksiye atlamayı başardım.
Eve dönünce internete bağlandım. (dial-up connection, diiiit, diiit, dıbım dıbım dıbım) Gönüllü çalışma imkanlarını önüme süren bir iki siteye adımı, sanımı, ilgi alanlarımı yolladım. Neresi olsa gidecektim. Afrika, Güney Amerika, Asya, ne olursa dedim. O gece Roxy’de arkadaşlarımın yanında dans edeceğime, dünyanın dört bir yanına epostalar yollarken hayatımın bir döneminin perdelerini indirdiğini hissediyordum. Beni neyin beklediğini hiç ama hiç bilmeden bilgisayarı kapattım. Çatı katı dairemizin yatağıma doğru eğim yapan tavanının altında, üç koca kediyi koynuma alıp uykuya daldım.
Tayland’dan gelen cevap ertesi sabah beni ekranımda bekliyordu…
Kanepelerinde, yerlerinde öbek öbek arkadaşlarımın uyuduğu eğik tavanlı salonumuzu çıplak ayaklarımla boydan boya geçip klavyeye uzandım.
Hayatımda hiç bir yabancı ülkeye tek başıma gitmemişim.
Beni neyin beklediğini bilmediğim bir geleceğe “evet” yazıp gönder tuşuna bastım.
Doğru şeyi yapmış olduğumun bilinci ruhuma ağır ağır, tatlı tatlı yayıldı. Arkadaşlarımı uyandırıp sucuklu kahvaltı hazırlamaya karar verdim.
90 dakikam bitti ama hikaye bitmedi. Yarın devam ederim. Olur mu? İçe dönüklerin dışa açılma saati geldi.
Sevgiler hepinize.
Defne
Filed under: Anı, Türkçe Yazılar, Yaşama Dair, Yoga Tagged: dışa dönüklük, hatha yoga, insan psikolojisi, introvert, nefes, north country blues, Susan Cain, Yoga, İçe dönüklük


September 10, 2015
Bizim Nefret
“Ne söylense sanki duyan yok, gören yok”
Yaşar Kemal- Bu Bir Çağrıdır

Kaynak: Web
Şu sayfayı açıp da bir türlü yazamıyorum. Günlerdir, haftalardır belki de aylardır… Yine sözün bittiği yerdeyim. Ülkemde olup bitenler yüreğimi dağlıyor. Parmaklarımın ucundan çıkacak sözlerin bir anlamı yok, öyle hissediyorum.
Ama okur, sen oradasın. Onu da biliyorum. Ben yazmasam da sen oradasın. Ve sana karşı bir sorumluluğum var. Yaşama karşı bir sorumluluğum var: Yazmak. Hocam hep der ki size verilmiş (Allah tarafından- o öyle demez, ben ekledim.) hediyeyi bulun ve onu hayata geçirin. Belki o zaman şu aleme bir faydanız dokunur.
Yazıyorum o halde.
Zaten gündemde ister istemez ucundan kıyısından bulaştığım Buda ve yoga meselesi var. Bana da muhakkak bir söz düşer bu trajikomik meselede. Zaten Buda’yla ilgili değil ama Şiva’yla ilgili yurdum insanı ile aramda geçen komik hikayelerim var benim. Hem Buda’nın yogayla ne alakası var. Buda yogadan bunalıp bir ağacın altına çökmemiş mi? Buda yogaya karşı kendi devrimini yaşamamış mı? Neyse, bunları başka bir yazıya saklayalım.
6-7 Eylül olaylarının 60. yıldönümünde aynı topraklarda bu defa Kürtlerin malları, dükkanları yağmalandı, HDP binaları yakıldı, kim bilir kadınlara, çocuklara neler yapıldı… Çok kimse altmış yıl aralıkla aynı tarihe denk gelen bu iki nefret ve şiddet olayı arasındaki benzerliği gördü ve utandı. Bir o kadar kimse de ama… diye başlayan cümleler kurdu.
Benim şimdi sözüm o ama’cılara… Rumlar kaçtı, nefret kaldı, diye yazdım Facebook’a.
Ama’lar geldi. Ayrıntılara girmeyeceğim.
Şunu düşündüm. Nefreti kendi içimizde tanımamız ne kadar zor! Geçmişte yaşanmış vahşeti görüp de üzülmek bu kadar kolayken bugüne bakmak ne kadar zor, ne kadar acı. Acı ile yüzleşmeyi bilmediğimiz için mi bugün apaynı provakasyon senaryoları eşliğinde zulme uğrayan Kürtlerin yanında olamıyoruz? Suriyeli mültecilerin onurlu bir yaşam için verdikleri çabaya neden çamur atıyoruz? Neden zulme uğrayanın yanında durmaya çalışanları da ülkenin içine düştüğü kan gölünden sorumlu tutuyoruz? Neden takım tutar gibi kendimizi bir yere konumlandırıp karşı takımı topa tutuyoruz?
Bütün bunların da nefretin uzantıları olduğunu görmüyor muyuz?
Vahşete dur demek için ilk evvela kendi içimizdeki nefreti görmemiz gerekmiyor mu? Evet biz gidip içinde canlı insanların yandığı bir binayı ateşe verecek kadar nefret etmiyoruz belki. Ya da şöyle mi diyeyim: Biz nefretimizle o binaları ateşe veren vahşiler kadar barışık değiliz. Bizimki daha sinsi.
Bizim nefret kör noktamıza düşüyor.
Bizim nefret dilimizi sürçüyor.
Bizim nefret ama’larımızda can buluyor.
“Bizimkiler” ile başlayan cümlelerde. Bir insanın ölümünü diğerinden diğerinden daha acılı bulan düşünme mekanizmamızda saklanıyor.
Aman dikkat! Bizim nefret de nefret işte. Bizi ayrılığa, bölünmeye, şiddete, vahşete biraz daha yaklaştırıyor.
Zaman, ama’lık bir zaman değil. HİÇ DEĞİL.
Hemen herkesin kendi nefreti ile yüzleşip, yüreğini, zihnini, dilini. ondan arınma vakti şimdi.
Şimdi hemen.
Amasız.
Filed under: Diren İnsanlık, Türkçe Yazılar Tagged: 6-7 Eylül, barış, nefret, vahşet, yaşar kemal


August 30, 2015
ÜmiT
Pazar sabahı yattığım yerden çanların neşeli sesini dinledim. Güneş daha yeni doğuyordu. Tam yoga zamanı. Yorgundum. Uykusuzdum. Yine de kalktım. Evet, bir eteği bizim eve, diğeri denize uzanan tepelerin ardında gökler eflatuna kesmiş, tepenin zirvesinde Parthenon tapınağının mermerleri içinden ısıtılmış gibi pembe pembe parlıyor. Uzun yolculuk sonrası vücudumun bütün dengesi şaşmış, lastik gibi esnek, canavar gibi güçlüyüm. Evdekiler uyanmadan, gökler maviye bulanmadan, hava ısınmadan bitecek bir seri yapmalı. Haftaya hocamın huzuruna çıkıyorum, bu aralar talim ve terbiyeyi hiç ihmal etmemeli…
Biterken, ev hâlâ sessiz ve serindi. Uzun uzun şükrettim. Bizi Portland’dan Atina’ya sağ salim uçurduğu için, Parthenon’a karşı yoga yapma imkanını bana sağladığı için, ailem, dostlarım, öğrencilerim, hocalarım, kitaplarım, okurlarım her şey her şey için… Bir zamanlar bir hocam dünyanın en şifalı duygusunun şükran olduğunu söylemişti. Yaralı ruhlarımızı şükranla iyileştirebilirmişiz.
Bir yandan şükrederken bir yandan jet-lag yüzünden gecenin bir yarısı uyanıp da twitter’a girdiğimde karşılaştığım görüntüler aklıma geldi. Sahillere vurmuş Suriyeli bebelerin cesetleri, bir yanda Cizre’den, Gever’den kıyım haberleri, sesimizi duyun diye haykıran halkların çığlığı… Bir yanda, Afyonkarahisar’ın batısındaki bütün Hristiyan köylüyü önüne katıp, denize dökene kadar da bırakmayan bir ordunun “zafer” çığlıkları.
Bu dünyada yaşayıp da rahat uyumak mümkün mü? Ben uyuyamadım. Kiliselerin neşeli çanları çalarken dünyanın yükü çoktan sırtıma binmişti.
Sonra sokağa çıktım. Öğlen yemeğine bütün aile bizim evde toplanacak. Biz yeni geldik Amerika’dan diye canım kayınvalidem yemek daveti tertipledi. Hazırlıklar başlamadan bir kahveye kapağı atıp biraz okuyup, biraz yazmak istiyorum.
Sabahın erken saatlerinde bile insanı yoran bir sıcak ama Atina sokakları Ağustos ayında bomboş. Sıkış tıkış, korna, egzoz görmeye alıştığım sokakların ıssızlığına hayret ederek yürüdüm. Bacaklarım, beni bir yerden diğerine taşıyan bacaklarım, attığınız her adıma, size de şükürler olsun. Metro çalışıyor mu acaba? Tek bir otobüs bile geçmiyor caddelerden.
Ağır ağır merkeze doğru yürüdüm. Antik şehrin orada sokaklar doldu. Kahvelere Atinalı aileler Pazar kahvaltılarını etmek üzere kurulmuşlar, gürültü, patırtı, akşamdan kalma güzel garson kızlar nereye yetişeceklerini şaşırmışlar. Ben de tren yoluna bakan bir masaya oturdum, kulaklığımı taktım. Müzik bir başladı mı ben bir filmin ortasında buluyorum kendimi. Bir yandan dikkatim toplanırken, bir yandan kendimden, fikirlerimden, o anki ruh halimden çıkıyor, yükseliyor, hayata şöyle bir bakıyorum. Kulaklıklarımı taktım mı ben nerede olsam yazabiliyorum.
İnsan denen canlının müthiş bir ümit kapasitesi var. Çaresizliğin doruğa çıktığı yerden, ümit fırlıyor. Kahvenin aşağısındaki tren yolundan geçen her trene heyecanla koşan çocuklara, bastonlarına dayanarak bir masaya yerleşen iki dirhem bir çekirdek yaşlı karı kocaya, trenin rüzgarının dağıttığı saçlarıma ve sıcağa bakarken yüreğim yine, yeniden sevinçle, umutla doluyor.
İnsanın yüreği umuda bu kadar yatkınken dünyada güzel şeyler de oluyor.
Ve hep olacak.
İnanıyorum.
Filed under: Diren İnsanlık, Türkçe Yazılar, Yaşama Dair Tagged: Atina, umut, Yoga, şükran


July 6, 2015
Genç Dostuma Madımak ile İlgili bir Mektup
Sevgili Genç Dostum,
Müsaadenle hafızamda kaldığı kadarı ile ben de sana Sivas Katliamını anlatayım.
1993’ün Temmuzunda ben on dokuz yaşındaydım.
Filed under: Anı, Diren İnsanlık, Türkçe Yazılar Tagged: alevi, aziz nesin, beşharfliler, madımak, pirsultanabdal, sivas, sivas katliamı, yakmak, zulm


July 4, 2015
Tanrıça Atena, Bana Yeni bir Dünya Doğur!
Bir kaç yıl önce yazdığım bu yazıyı bugün sizinle yeniden paylaşmak istiyorum. Ne seçersen seç Yunanistan benim sonsuza umudum var!
Originally posted on İnsanlık Hali:
Foto: Aisha Harley
http://www.aishaharley.com Benim bir rahatsızlığım var. O da sabahları muhakkak evden çıkmam gerekiyor. Bir rivayete göre bu rahatsızlık bana babamdan geçmiş (kendisi rivayet etmişti) ama ben şüpheliyim. Çünkü ne zaman ikimiz bir seyahate gitsek babamın toparlanıp otelden çıkması saatler alır, ben de lobide sinirden kudurarak tırnaklarımı yerdim. Zaten rahatsızlığım sadece evden çıkmakla bitmiyor. Evden tek başıma çıkmam gerekiyor. Belki zaten evden en çok bu sebeple çıkmam gerekiyor. Yalnız kalmak için. Gerçi tek başıma uyandığım sabahlarda da aynı gücün etkisi ile yatağı toplar toplamaz kendimi sokağa attığım çok olmuştur.
Bu sabah da öyle oldu. Kalktım, yogamı yaptım, kahvemi içtim. İçim kıpır kıpır. Bir saniye daha iç mekanda durasım yok. Yatak odasına geri döndüm. Zamanın Pazar sabahının erken saatlerinden birini göstermesi sebebiyle doğal olarak hâlâ yatakta olan Bizim Bey’e saati sordum. 8:08 dedi. Yunanca söylediği için belki yanlış anlamışımdır diye bir de İngilizce sordum. Doğruymuş. 8:08. Çok istersem yuvarlak olarak…
Orijinali görüntüle 821 kelime daha
Filed under: Türkçe Yazılar


July 1, 2015
Mutluluğun Resmi

Foto: Aisha Harley
(Kuraldışı Dergi‘nin Haziran 2015 sayısında çıkan yazım)
“Sen mutluluğun resmini yapabilir misin” diye sormuş Nazım Hikmet, Abidin Dino’ya. “İşin kolayına kaçmadan ama” diye de eklemiş ve mutlu insanları, durumları saymış:
Gül yanaklı bebesini emziren
melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne
mavi yosunlu akvaryumda yüzen kırmızı balığın
ne de al çeperli elmanın,
1961 yaz ortasındaki Küba’nın resmini yapabilir misin?
Çünkü biliyormuş mutluluğun resminin mutlu insanlardan, mutlu balıklardan, güzelim al çeperli elmadan daha büyük, onları içine alan ama onlarla sınırlanamayan, onlarla yetinmeyen bir şey olduğunu.
Şimdi bana öğrencilerim geliyorlar ve şu soruyu soruyorlar: “Bana mutluluğun reçetesini yazabilir misin hocam?”
Öyle bir reçete olsun ki ben bütün kaygılarımdan sıyrılayım, insanların didişmelerini dudağımın kenarında anaç bir tebessümle izleyeyim, akıl soran olursa bir cümle ile dünyanın ıstırabına son vereyim.
Hocam bana böyle bir halin reçetesini yazabilir misin?
Mutluğun reçetesinde paranın pulun, şan ve şöhretin mevcut olmadığını artık hepimiz pekâlâ biliyoruz. Hayatımızı kuşatan filmler, kitaplar, araştırmalar, makaleler bize mutluluğun maddiyatın dışında bir yerlerde olduğunu ezberlettiler artık. Çok zengin, çok ünlü, çok başarılı ünlülerin peşi sıra gelen intiharları da “para pulla mutluluk olmuyor” klişesinin kolay senaryo formülü değil, hakikatin ta kendisi olduğunu hatırlattı.
Mutluluk maddiyatta değilse maneviyattadır o halde dedik biz de.
Dedik ve işlerimizi ve kimi zaman eşlerimizi bırakıp, topuklu pabuçlarımızı elimize aldık, yüzükleri attık, çıplak ayaklarla koştuk hocalara, hacılara, cadılara, gurulara, mutluluğun reçetesini ellerinde tuttuğunu düşündüğümüz bilge kişilere. Sonra çarptığımız diğer bir duvara karşı, yalın ayak, bir elimizde ince topuklu ayakkabımız, diğer elimiz başımızı kaşır vaziyette yapayalnız durduk kaldık.
Beni yolda çevirip sorsalar ve hayalindeki ideal hayatı bize anlat deseler hiç duraksamadan anlatacağım bir hayatın içinde yaşıyorum son iki haftadır. Ege denizinin ortasında, iklimi ılıman, balığı taze deniz kokan, mavi, beyaz ve yeşilin birbirine karıştığı, en yüksek binanın üç katlı olduğu bir adadayım. Çok sevdiğim hayat arkadaşım yanımda, çocuklarım saydığım öğrencilerim daha yeni ayrıldılar buradan… Mutluluğun resmi benim için bu değilse nedir?
Ama ben her zamanki gibi hissediyorum kendimi. İstanbul’da soğuk, gri bir günde metrodan tünele koşarken hissettiğim haller içindeyim. Kâh sıkıntılı, kâh kaygılı, kâh pür neşe… Bir de üstüne kendime kızıyorum. “Mutluluğun resmi içindeyken kaygı duymaya ne hakkın var” diyorum içimden. Kaygı duymak ancak şikayet edecek bir şeyleri bulunanların hakkıdır çünkü. Oysa mutluluğun reçetesinin tam da oradan, kaygıyı da neşe kadar tabii karşılayıp, kucaklamaktan geçtiğini bilecek kadar uzun koştum ben bu yollarda.
Mutluluk başımıza gelen iyi bir şey değil, cesaretle yarattığımız, çabayla muhafaza ettiğimiz bir durum aslında. Aşk gibi, sevgi gibi. Memnuniyetsizliğe programlı beyinlerimizi her gün saat kurar gibi yeniden yeniden düzenlememizi gerektiren sonsuz bir faaliyet. Memnuniyetsizliğe meyleden zihni yakalayıp, onu şefkatle kucaklamak, hayata dair güzel, şükran duyulacak mini mini bir şeyi görmek, göstermek… İşin kolayına kaçmadan… Meşakkatli iş mutluluğu yaratmak… Bir cennet köşesine kapağı atmakla yetmiyor.
“Çok şükür, çok şükür
bugünleri de gördüm
ölsem gam yemem gayrinin
resmini yapabilir misin üstad?”*
demeyi de öğrenmek gerekiyor…
*Nazim Hikmet RAN
Filed under: Türkçe Yazılar


June 27, 2015
Mahrumiyet Müzesi
Kaçıracağım için kahrolduğum 2015 Joan Baez Istanbul konserine atfen bu yazıyı yeniden yayımlıyorum.
DS.

Foto: Ralph Crane, 1962
Şu okuduğunuz satırlar dünyanın en güzel beldelerinden biri olan Carmel, Kaliforniya’da bir kahvede yazılıyor. Gökyüzü bebek mavisi, havada çam ve okyanus kokusu, yazdan kalma bir gün…Ben burada tek başımayım. Dostlar sağolsun, iki günlük bir serüvene atıldım: Joan Baez konserine gidiyorum.
Sadık okurlar Joan Baez’in benim hayatımdaki anlam ve önemini hatırlayacaklardır. İlk defa sesini ve adını duyduğumda ondört yaşındaydım. Annem kasedini vermişti. “Yarın Açıkhava’da konserine gideceğiz. Dinle bak, seveceksin diye tahmin ediyorum.” Tahmini doğru çıktı. Çok sevdim. Kasedi o akşam defalarca dinledim. O kadar ki ertesi akşam Açık Hava tiyatrosunda söylediği şarkıların bir kısmına uydurma bir ingilizceyle eşlik edebildim. O gece orada yedi bin kişi vardı. Bol yıldızlı, sıcacık bir temmuz gecesiydi. Havada köfte, sucuk ve ekmek kokusu…
Açık hava tiyatrosunun seyirci koltukları o zamanlar plastik ve arkalıklı değildi. Taş sıralara diziliyorduk. Ortalıkta plastik minder kiralayan adamlar dolaşıyordu. (Alaska frigo ve koko satanlardan başka.) Kahverengi kirli kötü plastik minderlerden kiralayabiliyordunuz isterseniz. Joan Baez gecesi iki kişilik yerlere beş minder sıkıştırarak oturmuştuk. Merdivenler, basın bölümü ile orkestra çukuru arasında yere oturarak konser dinlenen genç-hayran bölgesi, hepsi, her yer hınca hınç doluydu. Hepimiz şarkıları –uyduruk ingilizcemiz ile- bir ağızdan söyledik. Anlamadığımız espirilere, Joan gülüyor diye biz de güldük. Oturduğumuz yerden konseri kasetlere çektik.
Joan Baez 1988 yılında İstanbul’da 3 gece konser verdi, her gece böyle geçti.
Ben o yaşıma kadar yedi bin kişiyle birlikte susup, birlikte çoştuğum bir ortama girmemiştim. O gecenin sonunda cin çarpmışa dönmem biraz da o bütünün gücünden kaynaklanıyordu tabii. Ama sahnedeki o kadın, neydi o öyle? Ne yapmıştı bana? Ne biçim bir ses? Nasıl bir kendine güven? Nasıl bir duruştu o sahnede? İnsan insanlığını böyle mi güzel ifade edebilirdi?
Sonraki yıllar, aynı cin tarafından çarpılmış Yasemin’le beraber, bir Joan Baez müzesi kurarak geçti. Dünyaca ünlü bir sanatçı olmasına rağmen hakkında bilgi edinmek öyle kolay değildi. Daha kendi hayatını yazdığı “And A Voice to Sing with” kitabı çıkmamıştı. Berbat Türkçe tercümesi yüzünden, şifreli bir mesajmış gibi okunan Gündoğumu diye bir kitabı vardı ki ben bile pes etmiş, kenara koymuştum. (Çok sonra Portland’da bir kitapçıda Daybreak (Gündoğumu) şansa karşıma çıkınca, açtım bir iki sayfasını okudum. Hiç de şifreli değildi, açık seçik yazılmış bir anı/deneme kitabıydı aslında. Yıllarca kalbimde şifre diye taşıdığım cümleler aslında eğlenceliydi.)
Bilgi o zamanlar kısıtlı bir kaynaktı. Başka bir zamandı o zaman. Joan Baez hakkında bilgi toplamak bile karanlıkta el yordamıyla yol bulmaya benziyordu. Ki o aralar gazetelerde durmadan röportajları yayınlanıyor, (ve tarafımızdan hemen kesilip albüme özenle yerleştiriliyor), her yerde son iki kasedi satılıyor, annemin bir tanıdığının tanıdığı Joan Baez’i tanıyordu.
Yine de bizim müzeye yetecek kadar bilgi sağlamıyordu bütün bunlar. Önce bütün albümlere ulaşmak lazımdı. Bakırköy’de bir pasajın içinde bir plakçı varmış, Ortaköy’de de varmış başka bir plakçı varmış. Bunlar plaktan karışık kaset çekiyorlarmış. Annem aldı beni Ortaköy’dekine götürdü. Yere oturdum. Önümde belki yirmi tane Joan Baez plağı. Plaklar satılık değil. Her bir karışık kaset bir dünya para. Annemle üç tanede anlaştık. Hangi şarkıları seçmeli ki? İsimlerini beğendiklerimi değil, isimlerini anladıklarımı seçtim. Anlıyorsunuz değil mi, plaktan şarkı işaretliyorum, yirmi tane plaktan belki altmış, belki yetmiş şarkı işaretledim. Dükkan sahibi çocukcağız da bir türlü geçmek bilmeyen on gün içerisinde bana 3 adet doksan dakikalık kaset yaptı. Karışık 1, Karışık 2 ve Karışık 3.
Kasetlerimle eve dönerken yüreğimden ve kuyruk sokumu gibi derin bir yerlerden bütün kanıma heyecan ve sevinç yayılıyordu. Dünyanın en mutlu insanıydım! Eve gelince pastel boyalarla kasetlere kapak yaptım. Şarkı isimlerini nakarat kısımlarını dinleyerek uydurdum. (Kaset çeken çocuk, şarkı isimlerini yazmakla uğraşmamıştı tabii. ) Her birinden Yasemin’e bir kopya yaptım, onlara da kapak boyadım.
Joan Baez müzemiz için bulduğumuz her bilgi kırıntısı bizim için bir zaferdi. Birisi bize “orjinal” bir Joan Baez kasedi getirdi bir gün. Orjinal kaset Türkiye’de bulunan bir şey değildi. Farkı sadece sesinin kalitesinde değil, kağıdının kuşesinde, kapak fotoğrafının renginde ve tabii ki kasedin içinden çıkan şarkı sözlerinin yazıldığı küçük kitapçığındaydı. Türkiye’de kaset basanlar şarkıların sözlerinin yazdığı kitapçığı basmayı lüzumsuz görüyorlardı besbelli.
Orjinal kaset (Recently) müzenin baş tacı oldu.
*
Mahrumiyet zamanlarıydı bunlar. Bilmediğimiz şeylerin mahrumiyetinden bahsetmiyorum. O zamanlarda internet yok, cep telefonu yok, facebook yok, filan değil bahsettiğim. Evet bunlar yoktu ama bunlardan mahrum olduğumuzu da bilmiyorduk. Kendimizi mahrum hissettiğimiz şeyler varlığını bildiğimiz ama bir türlü elde edemediğimiz şeylerdi. Orjinal kasetler, şarkı sözleri, Joan Baez ile Bob Dyland ilişkisine dair yazılmış kitaplar, Joan Baez ile eşi David Harris’in beraber çektikleri belgeselin video kasedi, Woodstock’un video kasedi…Mahrum olduğumuzu bildiğimiz şeylerin birinin ucunu yakalar gibi olunca kanımıza yayılan mutluluğu hatırlıyor musunuz?
Şimdi bu yazıya bir fotoğraf bulmak için internete giriyorum ve dünya kadar Joan Baez fotoğrafı ve bilgisi yağıyor. On beş yaşındayken elimde bu kadar çok imkan olsaydı, yine aynı sevinci, heyecanı yaşar mıydım?
Mahrumiyetin mutluluğunu internetli dünyaya doğmuş bir insana anlatabilir misiniz?
Bir gün Joan Baez’e bir mektup yazıp, kendimi en çok mahrum hissettiğim şeyi yazdım. Kasetler, plaklar, kitaplar, fotoğraflar değildi esas özlediğim. Dayanışmayı özlüyordum ben. Sosyal duyarlılığı, hep beraber bir şeyleri protesto etmeyi, sokakları doldurup inandığımız bir dava için yürümeyi, dünyayı değiştirebileceğine inanan insanlarla beraber çalışmayı…Ve özlediğim dünya için çok geç kalmış gibi hissediyordum kendimi.
Parti bitmiş, ben Reganlı, darbeli, yuppieli bir dünyaya doğmuştum.
Bozuk ingilizcemle özlemimi anlatabildiğim kadar anlattığım mektubuma, pastel boya çalışmalarımdan birini de ekleyip Joan Baez’e postaladım. (Annemin arkadaşının arkadaşı bana adresi vermişti.)
Aylar sonra, okuldan geldiğim bir bahar akşamüstünde, güllü bir zarftan Joan Baez’in cevabı çıktı! Asansöre binmeden önce posta kutusundan çekip çıkardığım tomarın içindeki güllü zarftan çıkan mektubun ne olduğunu anlayınca önce asansörde benimle yukarı çıkan servis arkadaşım Etel’in ödünü kopartan bir çığlık atıp, sonra heyecandan ağlamaya başladım.
Joan Baez bana cevap yazmıştı!
Güllü bir kağıda, incecik siyah bir kalem ve güzelim bir el yazısıyla,
“Sevgili Defne,
Dünyada yapılacak daha çok iş var. Senin gibi insanlar birlik olup daha iyi bir dünya için çalışacaklar. Sakın umudunu kaybetme. Daha on beş yaşındasın ve bütün bunları düşündüğüne göre çok akıllısın. İnsanlığın sana ihtiyacı var. O güzel ruhunu hep koruman dileğiyle,
Joan”
…diye yazmıştı!
O mektubu, güllü zarfı içinde heryere yanımda götürdüm, hiç kaybetmedim!
*
Şimdi Carmel’deyim. Joan Baez’in yaşadığı şehirde. Belki de gelip kahvesini içtiği kahvede. Dışarıda okyanus ve çam kokusu. Radyoda, “will you still love me tomorrow?” çalıyor. (Dirty Dancing) İki saat sonra okyanusa bakan bir parkta Joan Baez bir konser verecek. Sırf bu konseri dinlemek için iki günlük bu yolculuğa çıktım. Evimden ve eşimden 1000 km uzakta, dünyanın en güzel sahillerinin birinde bir kahvede oturyorum. Birazdan Joan Baez’i göreceğim. Yirmidört sene sonra yeniden! Mahrumiyet çağının artık pek hissedilmeyen o eski duyguları ile yeniden buluşacağım.
Birazdan!
Not: Banka hesabıma yaptıkları değerli katkıları ile bu serüveni mümkün kılan bütün dostlarıma ve anneciğime bir kez daha teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız!
Filed under: Anı, Türkçe Yazılar Tagged: Carmel, gençlik, Joan Baez, mahrumiyet, Mahrumiyet Müzesi, mutluluk

