Defne Suman's Blog, page 10

February 16, 2020

Atina Günlükleri 5

[image error]Bugün Ananas kahvesindeyiz

16 Şubat 2020


Atina


Herkese merhaba ve iyi pazarlar!


Bugün yepyeni bir kahveden yazıyorum size. İsmi Anana. Öğlen yemeği için (ki Atina’da 15:00 sularında yeniyor) arkadaşlarımızla buluştuk. Folk adlı yeni açılan bir lokantaya gittik. Vegan ve vejeterjen menüsü zengin, aynı zamanda bizim Bey’i memnun edecek miktarda et yemekleri ve kokteylleri de olan bir yer. Bu lokanta daha yeni açıldı ama biz şimdiden müdavimi olduk. Yemekten sonra sokaklarda yürüdük. Atina’yı bilmeyenleriniz için hemen belirtmeliyim. Burası çok güzel bir şehir. Eski binaların korunmuş olması, çamlık tepeler, şehir parkları altı katın üzerine inşaat yasağı, antik kent ile modern kentin içiçeliği vs gibi özelliklerini bir yana bıraksanız bile inanılmaz güzel bir ışığı var. Öğlen yemeği sırasında arkadaşımız Alexandra Atina için yeni Kaliforniya tabirini kullandı. Yılın 365 günü güneş isteyenler artık Atina’ya taşınıyormuş. Sizi de bekleriz.


Bu Anana kahvesine Bey istedi diye geldik. Nefis bir yer. Yerler mozaik. Yemekler vegan ve vejeteryen, çay, kahve şahane. Sahipleri çevreye duyarlı. Plastik kullanılmıyor. Tasarımdan keklere, fincanlara, lambalara kadar her şey özenle yapılmış. Minik bir avlusu var. Sigaracılar orada. Geri kalan masalarda da benim gibi bilgisayar başında oturanlar, Japon turistler, pazar gezmesine çıkmış genç insanlar oturuyor. Günlerden pazar olduğu için içerisi çok kalabalık. Buraya hafta içi gündüz gelip bir mektubumu daha buradan yazacağım.


[image error]Atina’nın altın ışığı

Onlar bir masaya geçtiler, ben bilgisayarımı alıp minik turuncu bir sehpaya yerleştim, size yazıyorum. Söz verdim, bir gün bile sizi atlatamam. Hem düzenli yazmazsanız yazı size küser. Yoga gibi. Eh, malum saat de 5.30’u bulduğuna göre, arkadaşlarımdan izin isteyip ayrı bir masaya çekilmekten başka çare yok. Biz çok gençken, bir arkadaşımız vardı. Her gün mutlaka meditasyon yapıyordu. Bizim eve misafir geldiklerinde mesela izin isteyip yatak odalarından birine giriyor ve yarım saat orada oturuyordu. Biz gençtik ve komiğimize gidiyordu bu durum ama saygı da duymuyor değildik hani.


Şimdi ben de biliyorum ki yogayı da, meditasyonu da, yazıyı da  ritim besliyor. Onlar hayatın koştumacasına, sosyal etkinliklere rağmen varolmak istiyorlar. Bana yer açarsan ben de sana armağanımı veririm, diyorlar. O halde bana bir saat müsaade, ben bloğumu yazacağım diyebilmek de benim yazıya olan borcum.


Elbette bir roman üzerinde çalılşıyor olsam şimdi, işler o kadar kolay değil. Edebiyat sadece zaman ve ilgi değil, ciddiyet de istiyor. Arkadaşlarımı kahve masalarında bırakıp da bir köşeye çekilerek öykü yazamam. Öykü konusuna gelince, beş gün oldu hâlâ bir öyküye başlayamadım. Biraz dertleniyorum. Defterime notlar alıyorum. Aklıma bir iki fikir geliyor ama şunu da biliyorum ki öyküler, romanlar fikirlerle değil, cümlelerle yazılıyor. Oturup cümle kurmam lazım. Yarın bir saat cümle kuracağım. Hafta başı.


Ne okursan onu yazarsın derler ya… Ben de bu yüzden aylardır öykü okumaya çalışıyorum. Dünya kadar öykü okuduktan sonra bugün, bir romana teslim oldum. Hindistan’dan aldığım Quixote. Salman Rushdie’nin yeni romanı. Tuğla gibi ağır, kalın bir kitap. İngilizce. Kendini Don Quixote sanan bir Amerikalı ilaç satıcısının (tabi ki Hint asıllı Müslüman- başka bir Rushdie karakteri hayal edemiyorum) öyküsü. Eve dönüp tekar başına geçmek için sabırsızlanıyorum. (Yan masadan yarım pasta geldi: Glutensiz, vegan ve şekersizmiş! Bizim Bey gönderdi. Leziz!)


[image error]Mektup masam

Yazılarımı evin dışında yazmayı seviyorum. Etrafımdaki gürültüye, harekete rağmen dışarıda daha kolay konsantre oluyorum. Evdeyken, birileri benden hep bir şeyler istiyor. İstemeler de isteyecekmiş gibi geliyor. Kİmse olmasa da ev benden bir şeyler istiyor: Düzen, temizlik, çay, kahve… Yakınlarıma hep söylerim, ben Orhan Pamuk gibi sabah evden çıkayım, yazıhaneme gideyim, akşama kadar orada kalayım. Hayalimdeki hayat bu zannederim. O mudur gerçekten? Çok yakında benim de bir yazıhanem olacak. Bakalım o zaman oturabilecek miyim masa başında, yoksa yine size kahve köşelerinden mi sesleneceğim?


Biri vapurda, diğeri trende, üçüncüsü de otobüs garında geçen üç öykü hayaleti geziniyor hayalimde. Hangisiyle başlayayım? Siz de yazmak ister misiniz? Beraber başlayalım mı?


Haber bekliyorum


Sevgiler,


Defne.


[image error]İçi güzel, dışı güzel arkadaşım Alexandra ile ne projeler ne projeler…
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 16, 2020 08:10

Atina Günlükleri 5

[image error]Bugün Ananas kahvesindeyiz

16 Şubat 2020


Atina


Herkese merhaba ve iyi pazarlar!


Bugün yepyeni bir kahveden yazıyorum size. İsmi Anana. Öğlen yemeği için (ki Atina’da 15:00 sularında yeniyor) arkadaşlarımızla buluştuk. Folk adlı yeni açılan bir lokantaya gittik. Vegan ve vejeterjen menüsü zengin, aynı zamanda bizim Bey’i memnun edecek miktarda et yemekleri ve kokteylleri de olan bir yer. Bu lokanta daha yeni açıldı ama biz şimdiden müdavimi olduk. Yemekten sonra sokaklarda yürüdük. Atina’yı bilmeyenleriniz için hemen belirtmeliyim. Burası çok güzel bir şehir. Eski binaların korunmuş olması, çamlık tepeler, şehir parkları altı katın üzerine inşaat yasağı, antik kent ile modern kentin içiçeliği vs gibi özelliklerini bir yana bıraksanız bile inanılmaz güzel bir ışığı var. Öğlen yemeği sırasında arkadaşımız Alexandra Atina için yeni Kaliforniya tabirini kullandı. Yılın 365 günü güneş isteyenler artık Atina’ya taşınıyormuş. Sizi de bekleriz.


Bu Anana kahvesine Bey istedi diye geldik. Nefis bir yer. Yerler mozaik. Yemekler vegan ve vejeteryen, çay, kahve şahane. Sahipleri çevreye duyarlı. Plastik kullanılmıyor. Tasarımdan keklere, fincanlara, lambalara kadar her şey özenle yapılmış. Minik bir avlusu var. Sigaracılar orada. Geri kalan masalarda da benim gibi bilgisayar başında oturanlar, Japon turistler, pazar gezmesine çıkmış genç insanlar oturuyor. Günlerden pazar olduğu için içerisi çok kalabalık. Buraya hafta içi gündüz gelip bir mektubumu daha buradan yazacağım.


[image error]Atina’nın altın ışığı

Onlar bir masaya geçtiler, ben bilgisayarımı alıp minik turuncu bir sehpaya yerleştim, size yazıyorum. Söz verdim, bir gün bile sizi atlatamam. Hem düzenli yazmazsanız yazı size küser. Yoga gibi. Eh, malum saat de 5.30’u bulduğuna göre, arkadaşlarımdan izin isteyip ayrı bir masaya çekilmekten başka çare yok. Biz çok gençken, bir arkadaşımız vardı. Her gün mutlaka meditasyon yapıyordu. Bizim eve misafir geldiklerinde mesela izin isteyip yatak odalarından birine giriyor ve yarım saat orada oturuyordu. Biz gençtik ve komiğimize gidiyordu bu durum ama saygı da duymuyor değildik hani.


Şimdi ben de biliyorum ki yogayı da, meditasyonu da, yazıyı da  ritim besliyor. Onlar hayatın koştumacasına, sosyal etkinliklere rağmen varolmak istiyorlar. Bana yer açarsan ben de sana armağanımı veririm, diyorlar. O halde bana bir saat müsaade, ben bloğumu yazacağım diyebilmek de benim yazıya olan borcum.


Elbette bir roman üzerinde çalılşıyor olsam şimdi, işler o kadar kolay değil. Edebiyat sadece zaman ve ilgi değil, ciddiyet de istiyor. Arkadaşlarımı kahve masalarında bırakıp da bir köşeye çekilerek öykü yazamam. Öykü konusuna gelince, beş gün oldu hâlâ bir öyküye başlayamadım. Biraz dertleniyorum. Defterime notlar alıyorum. Aklıma bir iki fikir geliyor ama şunu da biliyorum ki öyküler, romanlar fikirlerle değil, cümlelerle yazılıyor. Oturup cümle kurmam lazım. Yarın bir saat cümle kuracağım. Hafta başı.


Ne okursan onu yazarsın derler ya… Ben de bu yüzden aylardır öykü okumaya çalışıyorum. Dünya kadar öykü okuduktan sonra bugün, bir romana teslim oldum. Hindistan’dan aldığım Quixote. Salman Rushdie’nin yeni romanı. Tuğla gibi ağır, kalın bir kitap. İngilizce. Kendini Don Quixote sanan bir Amerikalı ilaç satıcısının (tabi ki Hint asıllı Müslüman- başka bir Rushdie karakteri hayal edemiyorum) öyküsü. Eve dönüp tekar başına geçmek için sabırsızlanıyorum. (Yan masadan yarım pasta geldi: Glutensiz, vegan ve şekersizmiş! Bizim Bey gönderdi. Leziz!)


[image error]Mektup masam

Yazılarımı evin dışında yazmayı seviyorum. Etrafımdaki gürültüye, harekete rağmen dışarıda daha kolay konsantre oluyorum. Evdeyken, birileri benden hep bir şeyler istiyor. İstemeler de isteyecekmiş gibi geliyor. Kİmse olmasa da ev benden bir şeyler istiyor: Düzen, temizlik, çay, kahve… Yakınlarıma hep söylerim, ben Orhan Pamuk gibi sabah evden çıkayım, yazıhaneme gideyim, akşama kadar orada kalayım. Hayalimdeki hayat bu zannederim. O mudur gerçekten? Çok yakında benim de bir yazıhanem olacak. Bakalım o zaman oturabilecek miyim masa başında, yoksa yine size kahve köşelerinden mi sesleneceğim?


Biri vapurda, diğeri trende, üçüncüsü de otobüs garında geçen üç öykü hayaleti geziniyor hayalimde. Hangisiyle başlayayım? Siz de yazmak ister misiniz? Beraber başlayalım mı?


Haber bekliyorum


Sevgiler,


Defne.


[image error]İçi güzel, dışı güzel arkadaşım Alexandra ile ne projeler ne projeler…
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 16, 2020 08:10

February 15, 2020

Atina Günlükleri 4

15 Şubat 2020


Atina


Sevgili Günlük Okurları,


Bugün geciktim. Kusura bakmayın. Günlerden cumartesi oluşuna verin. Bugün klasik kahve turuma çıkmam ancak akşamın 5ine kısmet oldu. Daha erken Bey ile işlerimiz vardı. Nihayet erken akşam yemeğimizi yedik ve ben yağmur ihtimaline aldırmadan bisikletime atlayıp kendimi sokaklara vurdum. Önce Yorgo amcanın aktarına gittim. Yorgo amca İstanbullu bir Rum. 80’li yıllarda Atina’ya göçmek zorunda kalmış. Baharatların sadece Türkçe isimlerini bilen herkes onun dükkanında. Türk çayı da var.


Yorgo amcadan 200gram kişniş, 50gr top kara biber ve 50gr kakule aldım. Hindistan’daki Ayurveda merkezinde günde iki defa ikram ettikleri kış çayından ben de yapıyorum. Bu bahsettiğim baharatın yanı sıra bir de kuru zencefil katılıyor çaya. Tatlı seven için bal de pek yaraşıyor ama ılınmadan balı eklemeyin, zehirler. Kahveyi günde sadece bir taneye indirdiğimden beri yeni içeceğim bu kış çayı. İnanın kahveyi hiç aramıyorum. Belki yakında o sabahki bir tanenin yerini de kış çayı alır. Malum, yaş dayandı kırk altıya. Menapoz köşe başında. Karaciğeri kollamak gerek. Aylardır alkol almadım. Çay içmedim. Kahve günde bir defa 12 gram taze çekirdek. Şu bilgelik çağına sağlıkla girelim inşallah.


Çantamdan baharatlarımla bastım pedallara. Yine Dope’dayım. Günlüklere başladığım noktada, aynı masada. Hava karardı. Dükkanlar kepenklerini indirdi. Dope da boşalmış. Umarım birazdan kapatıyorlar diye bizi kapının önüne koymazlar. Hızlıca yazayım.


Bu sabah yedide uyandık. Portland’daki dostumuz Aisha’nın tazısı Pepper ölmüş. Henüz gözlerimiz kapalıyken aldığımız haber buydu. Pepper kalp hastasıydı. Aisha onu barınaktan aldığı günden beri bu acı günü bekliyorduk. Yine de ikimizin de gözlerinde  iki damla yaş aktı. Yaşam boyunca yanı başımızda sessizlce yol alan hayvanlarımızın kaybı içimde bir başka yeri yakıyor. Pepper da Aisha’nın bizi Portland’daki evde ziyarete geldiği her sefer onunlaydı. Neşeli kardeşi Pluto’nun aksine hüzünlü ve ürkek, halının bir köşesine siner, onu bu yabancı eve getiren Aisha’dan gözünü ayırmadan tedirgin beklerdi. (Bakınız şu aşağıki fotoğrafımız) Yokluğunu uzaktan bile hissedebiliyorum.


[image error]Pepper ile Pluto bizim evde

Sabah kedilerimle her zamankinden daha çok oynadım. Koştuk. Saklandık. Oyunca fare kovaladık. Sevinçten kuyrukları sincap gibi kabardı. Yorgun düşünce uyudular. Ben de nihayet o zaman yogama başlayabildim. Bey’in de fizyoterapisti gelmişti o esnada. Gündoğumunda yoga yapmaya alışmış bir vücut için hoş bir sürprizdi. Kedilerle oynarken açılmış, ısınmış. Zihin içinse tatsızdı. Dışarıda hayat başlamış. Gürül gürül bir Cumartesi. Mahalle pazarı, müzik, fizyoterapist ile Bey’in muhabbeti… İçe dönüş ve ibadet saatleri gelmiş geçmiş. Sondaki pranayama veya sessizce oturma kısımlarını atladım bu yüzden. Yine de yogasananın mucizesi sürüyordu. Zihin dalgaları yavaşlamış, hayat kaçmıyor. Ağır ağır giyindim. Kahvaltıyı hazırladım. Size yazmak üzere evden sıvışmaya hazırlanırken telefon çaldı.


Hastabakıcı ajansıymış. Haftalardır Bey’e bakacak bir hasta bakıcı arıyoruz. Benim İstanbul’da olduğum günlerde bizim evde kalacak, ben Atina’dayken de 9:00-14:00 (Yunanistan’da resmi çalışma saatleri) arası gelip bize yardımcı olacak genç, güçlü, güvenilir kuvvetli, akıllı, Yunanca veya İngilizce bilen bir kadının peşindeyiz.  Bir türlü kısmet olmuyor. Ajans bu defa pek iddialı konuştu. Bizi buluşturacağı hasta bakıcı aradığımız tüm özelliklere sahipmiş. Apar topar evden çıktık. Malum burada saat 14:00 dedin mi ajans, banka, postane hepsi kapanır. Hasta bakıcı kadın gerçekten de kibar, sağlıklı, aklı başında görünüyordu. Salı günü iş başı yapması için anlaştık. Hadi hayırlısı.


Aranızda hasta eş veya başka yakına bakanlar vardır muhakkak. MS hastası eşlerine, tekerlekli sandalyede yaşayan çocuklarına, ana babalarına bakanların da olduğunu tahmin ediyorum. Bir bakıcının önemini size ne kadar anlatsam az. Özellikle karı koca arasında. İnsan istemiyor tabii. Evde sizinle yaşayan bir yabancı. Fazladan bir nefes. Huyunu, suyunu bilmediğiniz bir insan. Bir dolu para. Onsuz idare ederiz dediğimiz pek çok anlar oldu. Büyük yanlış. İdare etmek bir ilişki için tehlikeli bir sözcük zaten. Hiç bir şeyi idare etmemek gerek. Hastalık zaten hep sizinle beraber. Bir akşam yemeğe çıktığınızda, seyahate giderken, yaz tatili için planlarınızı yaparken hastalık, çözmeniz gereken çok bilinmezli bir denklemin bir vektörü olarak orada duruyor. Daima duruyor. Çiftin günlük hayatından az biraz çekilsin diye bir bakıcı lazım. Mesela uyanınca ben, kalkayım ve sırt üstü yatan Bey’i oturur pozisyona bu yeni hanım kızımız getirsin. Ben yine ikimize birden kahve yapayım ama pencerenin önünde, elimde romanımla kendi kahvemi içip bitirdikten sonra doğrudan yogaya geçebileyim. Bey’i kaldırmak, giydirmek, tuvalete götürüp beklemek, diş fırçasına macun sıkmak hanım kızımızın işleri olsun. Ben o sırada yogamı yapayım ve bittiğinde yıkanmış, giyinmiş bir Bey ile hazır bir kahvaltı bulayım. Sonra yine kahvaltıyı ben toplarım ve öğlen yemeği için alışverişi yaparım. Bey’i ihtiyaçlarını benden başka birisi görsün ki ben bir an önce evden sıvışmaya kalkışmayayım. Beraber vakit geçirmek için içimde heves kalsın. Tüm bunlar için bir hastalıkla beraber yaşayan çiftlerin dışarıdan yardım alması şart. Hastalığın ilişkiyi ele geçirmemesi için. Bu konuda sorularınız varsa bana yazabilirsiniz. Biz on senedir tekerlekli sandalye üzerinde yaşayan bir erkek ve  bağımsızlığına düşkün bir kadın olarak evliliğimizi sürdürüyoruz. Sanırım ki bu yola yeni girenlere rehberlik edecek kadar tecrübemiz birikmiştir.


Mektubumu bu defalık burada kesiyorum. Dope gerçekten de kapanıyor. Bisikletle eve dönmek var şimdi karanlıkta. Ah ama bitirmeden nihayet diz doktoruna gittiğimi yazayım ki annem ve diğer merak edenler rahatlasın. Doktor dizimdeki kilitlenmeyi pek ciddiye almadı. Kırk yaşından sonra olur böyle dedi. Minisküs filan değil. Diz kapağı kaymıştır, sizin dizleriniz biraz çıkık, biraz oynak, bacakları güçlü tutalım, kilo almayalım, halter kaldırmayalım (Allah Allah!) dedi, yolladı beni. Ben zaten yoga ile onu epeyce iyileştirmiştim. Laf aramızda her şey ayaklarda başlıyor. Ayakları boş vermeden başladığım bir gün, biletleri iyice ısıttığım bir seri dizleri korumakla kalmıyor, iyileştiriyor da. Neler neler yaptım ben bugünkü yogamda, hiç kilitlenmedi. Yarın size minicik bir serinin fotoğraflarını koyarım. Ayak bileklerini esnenip güçlendirmek için.


Şimdilik esen kalın… Yollar beni bekler. Pepper’ın anısına bir fotoğrafımızı koyuyorum.


Bir daha görüşüncüye kadar RIP Pepper, dostum.


[image error]Ben Pepper’ın evindeyim
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 15, 2020 09:26

Atina Günlükleri 4

15 Şubat 2020


Atina


Sevgili Günlük Okurları,


Bugün geciktim. Kusura bakmayın. Günlerden cumartesi oluşuna verin. Bugün klasik kahve turuma çıkmam ancak akşamın 5ine kısmet oldu. Daha erken Bey ile işlerimiz vardı. Nihayet erken akşam yemeğimizi yedik ve ben yağmur ihtimaline aldırmadan bisikletime atlayıp kendimi sokaklara vurdum. Önce Yorgo amcanın aktarına gittim. Yorgo amca İstanbullu bir Rum. 80’li yıllarda Atina’ya göçmek zorunda kalmış. Baharatların sadece Türkçe isimlerini bilen herkes onun dükkanında. Türk çayı da var.


Yorgo amcadan 200gram kişniş, 50gr top kara biber ve 50gr kakule aldım. Hindistan’daki Ayurveda merkezinde günde iki defa ikram ettikleri kış çayından ben de yapıyorum. Bu bahsettiğim baharatın yanı sıra bir de kuru zencefil katılıyor çaya. Tatlı seven için bal de pek yaraşıyor ama ılınmadan balı eklemeyin, zehirler. Kahveyi günde sadece bir taneye indirdiğimden beri yeni içeceğim bu kış çayı. İnanın kahveyi hiç aramıyorum. Belki yakında o sabahki bir tanenin yerini de kış çayı alır. Malum, yaş dayandı kırk altıya. Menapoz köşe başında. Karaciğeri kollamak gerek. Aylardır alkol almadım. Çay içmedim. Kahve günde bir defa 12 gram taze çekirdek. Şu bilgelik çağına sağlıkla girelim inşallah.


Çantamdan baharatlarımla bastım pedallara. Yine Dope’dayım. Günlüklere başladığım noktada, aynı masada. Hava karardı. Dükkanlar kepenklerini indirdi. Dope da boşalmış. Umarım birazdan kapatıyorlar diye bizi kapının önüne koymazlar. Hızlıca yazayım.


Bu sabah yedide uyandık. Portland’daki dostumuz Aisha’nın tazısı Pepper ölmüş. Henüz gözlerimiz kapalıyken aldığımız haber buydu. Pepper kalp hastasıydı. Aisha onu barınaktan aldığı günden beri bu acı günü bekliyorduk. Yine de ikimizin de gözlerinde  iki damla yaş aktı. Yaşam boyunca yanı başımızda sessizlce yol alan hayvanlarımızın kaybı içimde bir başka yeri yakıyor. Pepper da Aisha’nın bizi Portland’daki evde ziyarete geldiği her sefer onunlaydı. Neşeli kardeşi Pluto’nun aksine hüzünlü ve ürkek, halının bir köşesine siner, onu bu yabancı eve getiren Aisha’dan gözünü ayırmadan tedirgin beklerdi. (Bakınız şu aşağıki fotoğrafımız) Yokluğunu uzaktan bile hissedebiliyorum.


[image error]Pepper ile Pluto bizim evde

Sabah kedilerimle her zamankinden daha çok oynadım. Koştuk. Saklandık. Oyunca fare kovaladık. Sevinçten kuyrukları sincap gibi kabardı. Yorgun düşünce uyudular. Ben de nihayet o zaman yogama başlayabildim. Bey’in de fizyoterapisti gelmişti o esnada. Gündoğumunda yoga yapmaya alışmış bir vücut için hoş bir sürprizdi. Kedilerle oynarken açılmış, ısınmış. Zihin içinse tatsızdı. Dışarıda hayat başlamış. Gürül gürül bir Cumartesi. Mahalle pazarı, müzik, fizyoterapist ile Bey’in muhabbeti… İçe dönüş ve ibadet saatleri gelmiş geçmiş. Sondaki pranayama veya sessizce oturma kısımlarını atladım bu yüzden. Yine de yogasananın mucizesi sürüyordu. Zihin dalgaları yavaşlamış, hayat kaçmıyor. Ağır ağır giyindim. Kahvaltıyı hazırladım. Size yazmak üzere evden sıvışmaya hazırlanırken telefon çaldı.


Hastabakıcı ajansıymış. Haftalardır Bey’e bakacak bir hasta bakıcı arıyoruz. Benim İstanbul’da olduğum günlerde bizim evde kalacak, ben Atina’dayken de 9:00-14:00 (Yunanistan’da resmi çalışma saatleri) arası gelip bize yardımcı olacak genç, güçlü, güvenilir kuvvetli, akıllı, Yunanca veya İngilizce bilen bir kadının peşindeyiz.  Bir türlü kısmet olmuyor. Ajans bu defa pek iddialı konuştu. Bizi buluşturacağı hasta bakıcı aradığımız tüm özelliklere sahipmiş. Apar topar evden çıktık. Malum burada saat 14:00 dedin mi ajans, banka, postane hepsi kapanır. Hasta bakıcı kadın gerçekten de kibar, sağlıklı, aklı başında görünüyordu. Salı günü iş başı yapması için anlaştık. Hadi hayırlısı.


Aranızda hasta eş veya başka yakına bakanlar vardır muhakkak. MS hastası eşlerine, tekerlekli sandalyede yaşayan çocuklarına, ana babalarına bakanların da olduğunu tahmin ediyorum. Bir bakıcının önemini size ne kadar anlatsam az. Özellikle karı koca arasında. İnsan istemiyor tabii. Evde sizinle yaşayan bir yabancı. Fazladan bir nefes. Huyunu, suyunu bilmediğiniz bir insan. Bir dolu para. Onsuz idare ederiz dediğimiz pek çok anlar oldu. Büyük yanlış. İdare etmek bir ilişki için tehlikeli bir sözcük zaten. Hiç bir şeyi idare etmemek gerek. Hastalık zaten hep sizinle beraber. Bir akşam yemeğe çıktığınızda, seyahate giderken, yaz tatili için planlarınızı yaparken hastalık, çözmeniz gereken çok bilinmezli bir denklemin bir vektörü olarak orada duruyor. Daima duruyor. Çiftin günlük hayatından az biraz çekilsin diye bir bakıcı lazım. Mesela uyanınca ben, kalkayım ve sırt üstü yatan Bey’i oturur pozisyona bu yeni hanım kızımız getirsin. Ben yine ikimize birden kahve yapayım ama pencerenin önünde, elimde romanımla kendi kahvemi içip bitirdikten sonra doğrudan yogaya geçebileyim. Bey’i kaldırmak, giydirmek, tuvalete götürüp beklemek, diş fırçasına macun sıkmak hanım kızımızın işleri olsun. Ben o sırada yogamı yapayım ve bittiğinde yıkanmış, giyinmiş bir Bey ile hazır bir kahvaltı bulayım. Sonra yine kahvaltıyı ben toplarım ve öğlen yemeği için alışverişi yaparım. Bey’i ihtiyaçlarını benden başka birisi görsün ki ben bir an önce evden sıvışmaya kalkışmayayım. Beraber vakit geçirmek için içimde heves kalsın. Tüm bunlar için bir hastalıkla beraber yaşayan çiftlerin dışarıdan yardım alması şart. Hastalığın ilişkiyi ele geçirmemesi için. Bu konuda sorularınız varsa bana yazabilirsiniz. Biz on senedir tekerlekli sandalye üzerinde yaşayan bir erkek ve  bağımsızlığına düşkün bir kadın olarak evliliğimizi sürdürüyoruz. Sanırım ki bu yola yeni girenlere rehberlik edecek kadar tecrübemiz birikmiştir.


Mektubumu bu defalık burada kesiyorum. Dope gerçekten de kapanıyor. Bisikletle eve dönmek var şimdi karanlıkta. Ah ama bitirmeden nihayet diz doktoruna gittiğimi yazayım ki annem ve diğer merak edenler rahatlasın. Doktor dizimdeki kilitlenmeyi pek ciddiye almadı. Kırk yaşından sonra olur böyle dedi. Minisküs filan değil. Diz kapağı kaymıştır, sizin dizleriniz biraz çıkık, biraz oynak, bacakları güçlü tutalım, kilo almayalım, halter kaldırmayalım (Allah Allah!) dedi, yolladı beni. Ben zaten yoga ile onu epeyce iyileştirmiştim. Laf aramızda her şey ayaklarda başlıyor. Ayakları boş vermeden başladığım bir gün, biletleri iyice ısıttığım bir seri dizleri korumakla kalmıyor, iyileştiriyor da. Neler neler yaptım ben bugünkü yogamda, hiç kilitlenmedi. Yarın size minicik bir serinin fotoğraflarını koyarım. Ayak bileklerini esnenip güçlendirmek için.


Şimdilik esen kalın… Yollar beni bekler. Pepper’ın anısına bir fotoğrafımızı koyuyorum.


Bir daha görüşüncüye kadar RIP Pepper, dostum.


[image error]Ben Pepper’ın evindeyim
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 15, 2020 09:26

February 14, 2020

Atina Günlükleri 3

14 Şubat 2020


Atina


[image error]Kaldi Kafe

Bugün size Kaldi kahvesinden yazıyorum. Kaldi bizim mahallede sayılır. On dakika yürüyerek geliyorum. Yürürken Salman Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları’nı dinliyorum bu ara. Bu kitabı 2000li yılların başında bir defa Sundance’de okumuştum. Türkçesinden. Sonra Tayland’daki mahallemizin kitapçısından İngilizcesini buldum.


Mahallemizin kitapçısı yaman bir yerdi. Şehrin tek ingilizce kitap satan dükkanıydı bir defa. Yoga okulumuzun ve Lisa Lippuner’in galerisinin bulunduğu “soi” de bulunuyordu kitapçı. Beni sevmediğine ikna olduğum, erkeksi hatlara sahip bir kadın işletiyordu orayı. Soi, Tai dilinde küçük sokak demek. Bahsi geçen soi’nin kendi sahiden de küçüktü ama anlamı benim için devasaydı. Çünkü Soi yoga hocalarımın da dahil olduğu pek cool bir grup farang (Tayland’a yerleşmiş Batılılar) yerleşkesi olarak görev yapıyordu şehirde. Soi’nin en sonunda ise sırtçantalı gezginlerin kaldığı Mutmee Guesthouse vardı. Hâlâ da var. Soi’nin üzerinde sağlı sollu yer alan renkli, bakımlı iki katlı evlerde hâlâ ilk yoga hocalarımın da dahil olduğu cool faranglar yaşıyor.


Ben henüz otuz yaşında bile değildim ve o soi’de bir ev sahibi olmak için yanıp tutuşuyordum. Soi’de yaşarsam cool farangların ayda bir defa Mutmee Guesthouse’da tertipledikleri akşam yemeklerine davet edilebilirdim. Çünkü davet sahiplerinin etrafında ne kadar dolanıp dursam da beni bir türlü akşamlarına dahil etmiyorlae,  aralarına almıyorlardı. Ben yeniydim orada. Fazla gençtim. Fazla taze.  Kalıcı olup olmayacağım belli değildi. Nong Khai adlı o küçük, o özelliksiz kentin anlaşılmaz bir büyüsü vardı. Mutmee’de kalan gezginler sırt çantalarını bırakıp yerleşiverirlerdi oraya. Şaşırtıcı bir farang nüfusu gelişmişti bulanık bir nehrin kıyısına kurulmuş, kasabadan bozma Nong Khai’da. Bir iki sene kalan çoktu. Marifet o üç seneyi aşmak, oraya kök salmak, Soi’nin asilzadelerine katılacak kadar sebatlı olduğunu kanıtlamaktı.


Ben kanıtlayamadım. Onlar haklıydılar. Ben ise geçiciydim. Bu yüzden de onlar Mutmee Guesthouse’un muz ağaçları, hamaklar, palmiyeler, şezlonglar, kediler, kurbağalarla dolu bahçesinde, uzun büyük masada hep beraber yemek yerleken ben evimin üst katında, bulanık nehre bakan odamda oturup çay içtim, Geceyarısı Çocukları’nı okudum.


(Şimdi buraya bir parantez açmak şart oldu. O zamanların üzerinden on beş yıl geçti. Soi’nin insanlarıyla sosyal medyada yeniden buluştuk. Beni örnek olan nice genç kadın Nong Khai’e gitti, ilk hocalarımın yoga kurslarına katıldı, Mutmee Guesthouse’da kaldı. Soi’nin insanlarının istisnasız hepsinden -kitapçının sahibi erkeksi kadına kadar-  bana ulaşan mesaj beni ne kadar özlediklerine, beni ne kadar sevdiklerine dairdi. Ben onların beni dışladıklarına inanarak orada üç yılımı geçirdim. Sevilmediğime inandım. Sevilesi bir insan olmadığıma. Boş yere üzüldüm. Meğer o insanların kalbinde bir yer edinmişim. Keşke şimdi otuz yaşındaki kendime bir mektup yazabilsem ve sevilesi bir insan olduğumu ona anlatabilsem. Ürkerek o insanların arasında dolanacağına, kabul bekleyeceğine, masalarına otursaydım, bir hikaye anlatıp çorbaya kendimden bir şey katsaydım… )


Parantezden çıktım ama bu konudan çıkamadım. İnsanın ilk ihtiyacı aidiyetmiş. Bunu psikoloji dersinde okumuştuk. İnsan yavrusu bir gruba ait olmazsa yaşamını sürdüremeyeceğini bildiği için ailesine canına sarılır gibi sarılırmış. Belki de bu yüzden bizi en çok inciten şeyleden birisi dahil olmak istediğimiz bir grup tarafından reddedilmek. Bu korku ilkokul yıllarımızdan beri bizi hayalet gibi kovalayan bir korku. İlkokuldaki kızlar arasındaki kıskançlıklar da hep bu dışlanma korkusundan geliyor.


İlkokul geldiğine göre konu, dün kaldığım yere döneyim.


İlkokul ikinci sınıfta, sekiz yaşındayken çok hastalandım. Tam olarak bana ne oldu bilmiyorum. Streptokokla başlayan ve bir türlü iyileşmeyen bir dizi komplikasyon yüzünden çok uzun süre okula gidemedim. (Bana şimdi aylar gibi geliyor ama herhalde sadece bir iki haftaydı)  Akşamları iğneci evimize geliyor ve buz gibi penisilin iğnesi vuruyordu popoma. Gündüzleri, eğer annem fakülteye gittiyse onun yatağında oturuyordum. Yan dairede oturan büyük halam ve bebekliğimden beri bana bakan “Habiduş” Hasibe benimle duruyorlardı. Gündüzleri televizyon yoktu. Bilgisayarların evlere girmesi iki üç sene sonra olacaktı. Gamewatch diye bir şey vardı. Mickey Mouse sağa sola koşup dört bir köşeden dökülen yumurtaları elindeki sepete toplamaya çalışıyordu. Sekiz yaşında bir çocuğu bile bir süre sonra bayan bir oyuncaktı. Tüm kitaplarımı okumuştum. Milliyet Çocuk’un sayfalarını çeviriyordum kim bilir kaçıncı kez. Birden kapı çalındı. Habiduş Hasibe açtı. Postacı Ramazan’ın sesini duydum. Hemen yorganların, çarşafların arasından fırlayıp pijamalarımla çıplak ayak kapıya koştum. Habiduş kızdı, ayaklarımı üşüteceğim diye.Bizim yerler bordo marleydi o zamanlar.  Postacı Ramazan’ın uzattığı pakedi kaptım. Ne olduğunu biliyordum. Geldiğine inananamıyordum sadece. Ben sipariş etmiştim. Tek başıma Milliyet Çocuk’tan çıkan formu doldurmuş, zartlamış, pullamış, Postacı Ramazan’a ellerimle teslim etmiştim zarfımı.


Yorganın altına girip paketi parçaladım. Evet oydu! Küçük Prens kasedim gelmişti. Milliyet Çocuk’ta ilanın görüp de tek başıma sipariş verdiğim kaset sahiden de gelmişti. Demek böyle şeyler mümkündü dünyada. Parasını da ödememiştim. Nasıl gelmişti acaba? Bunu az bir şey dert ettikten sınra baş ucumdaki kaset çalara kasedimi yerleştirdim…. Bir Mozart ezgisiyle açıldı. Başımı yastığıma bırakıp gözlerimi kapattım. Ülkü Giray anlatmaya başladı.


Altı yıl öncesine kadar beni gerçekten anlayacak bir dost bulamadan yapayalnız yaşadım.  


Böyle açılan bir öykü hangi çocuğun kalbini çalmaz? Hangi çocuk yalnızlıktan azade bir hayat sürer?


Küçük Prens kendinden biraz büyük bir gezegende yaşarmış. Kendine bir dost ararmış.


Hasta yatağımda kasedimi dinlerken usul usul ağlamaya başladım. Ama bu sefer yaşlar her zamanki “tantrum” yaşlarımdan farklıydı. Çok derin bir hüzne dokunmuştu Küçük Prens. Sadece benim sandığım zannettiğim bir kederin evrenselliğini kavradığım andı. Hem kedere ağlıyordum, hem de yalnızlığı hissedişte yalnız olmadığımı bilmenin tuhaf paradoksuna.


Ne acı bir dostu unutmak, dünyada kaç kişinin dostu var ki?


İyi edebiyatın bize armağanı tam da bu değil mi?


Peki tamam, biraz da havadis:


[image error]Atina’nın Poli’li gelinleri

Dün akşam Atina’nın tatlısı Sinem ile yakışıklı eşi Alexandros’un kahvesi Exodus’ta bir kitap akşamı düzenledik. Şömineyi yaktık. Çaylar kaynadı. Benim kitapları masaya yaydık. Burada yaşayan ve hemen hepsi bizim gibi Yunan erkeklerle evli kadınlar geldiler. Çok tekil sandığımız bir durumun masanın etrafını saran herkes tarafından yaşandığını hatırlamanın neşesi sardı bizi. Kısır çıktı ortaya, patates salatası, imzalar attım, beylere benim kitapların Yunacalarını, kadınlara aynı kitapların Türkçelerini imzaladım. En seksi kitap Yaz Sıcağı, en çok aranan ama bulunamayan kitap Mavi Orman seçildi. En kısa zamanda yeniden buluşmak üzere deyip ayrıldık.


Yalnız değiliz. Hatırlamaya ihtiyacımız var sadece.


Bu sabah daha gözlerimi açmadan tarihi biliyordum. Başımı çevirmeden (soğan kokusu yüzünden bizim Bey başımı ondan öte yana çevirerek uyumamı rica etmişti dün gece), gözlerimi açmadan kocamın sevgililer gününü kutladım, sonra kahve yapmak üzere kalktım. Aklımdan tüm aşklarım geçti. Bir tanesini bile acıyla hatırlamadığımı düşünerek sevindim. Hepsini içimden kutladım.


Şu dizeler o saatten beri dilimde, yazmasam olmazdı:


Bu yalnızlık hiç bitmez

Ne kavgam bitti ne sevdam

Ömür geçer gönül geçmez


Benden  selam söyleyin bütün aşklarıma.


[image error]AŞK GÖÇÜ – Atinalı hemşeriler

 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 14, 2020 04:25

Atina Günlükleri 3

14 Şubat 2020


Atina


[image error]Kaldi Kafe

Bugün size Kaldi kahvesinden yazıyorum. Kaldi bizim mahallede sayılır. On dakika yürüyerek geliyorum. Yürürken Salman Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları’nı dinliyorum bu ara. Bu kitabı 2000li yılların başında bir defa Sundance’de okumuştum. Türkçesinden. Sonra Tayland’daki mahallemizin kitapçısından İngilizcesini buldum.


Mahallemizin kitapçısı yaman bir yerdi. Şehrin tek ingilizce kitap satan dükkanıydı bir defa. Yoga okulumuzun ve Lisa Lippuner’in galerisinin bulunduğu “soi” de bulunuyordu kitapçı. Beni sevmediğine ikna olduğum, erkeksi hatlara sahip bir kadın işletiyordu orayı. Soi, Tai dilinde küçük sokak demek. Bahsi geçen soi’nin kendi sahiden de küçüktü ama anlamı benim için devasaydı. Çünkü Soi yoga hocalarımın da dahil olduğu pek cool bir grup farang (Tayland’a yerleşmiş Batılılar) yerleşkesi olarak görev yapıyordu şehirde. Soi’nin en sonunda ise sırtçantalı gezginlerin kaldığı Mutmee Guesthouse vardı. Hâlâ da var. Soi’nin üzerinde sağlı sollu yer alan renkli, bakımlı iki katlı evlerde hâlâ ilk yoga hocalarımın da dahil olduğu cool faranglar yaşıyor.


Ben henüz otuz yaşında bile değildim ve o soi’de bir ev sahibi olmak için yanıp tutuşuyordum. Soi’de yaşarsam cool farangların ayda bir defa Mutmee Guesthouse’da tertipledikleri akşam yemeklerine davet edilebilirdim. Çünkü davet sahiplerinin etrafında ne kadar dolanıp dursam da beni bir türlü akşamlarına dahil etmiyorlae,  aralarına almıyorlardı. Ben yeniydim orada. Fazla gençtim. Fazla taze.  Kalıcı olup olmayacağım belli değildi. Nong Khai adlı o küçük, o özelliksiz kentin anlaşılmaz bir büyüsü vardı. Mutmee’de kalan gezginler sırt çantalarını bırakıp yerleşiverirlerdi oraya. Şaşırtıcı bir farang nüfusu gelişmişti bulanık bir nehrin kıyısına kurulmuş, kasabadan bozma Nong Khai’da. Bir iki sene kalan çoktu. Marifet o üç seneyi aşmak, oraya kök salmak, Soi’nin asilzadelerine katılacak kadar sebatlı olduğunu kanıtlamaktı.


Ben kanıtlayamadım. Onlar haklıydılar. Ben ise geçiciydim. Bu yüzden de onlar Mutmee Guesthouse’un muz ağaçları, hamaklar, palmiyeler, şezlonglar, kediler, kurbağalarla dolu bahçesinde, uzun büyük masada hep beraber yemek yerleken ben evimin üst katında, bulanık nehre bakan odamda oturup çay içtim, Geceyarısı Çocukları’nı okudum.


(Şimdi buraya bir parantez açmak şart oldu. O zamanların üzerinden on beş yıl geçti. Soi’nin insanlarıyla sosyal medyada yeniden buluştuk. Beni örnek olan nice genç kadın Nong Khai’e gitti, ilk hocalarımın yoga kurslarına katıldı, Mutmee Guesthouse’da kaldı. Soi’nin insanlarının istisnasız hepsinden -kitapçının sahibi erkeksi kadına kadar-  bana ulaşan mesaj beni ne kadar özlediklerine, beni ne kadar sevdiklerine dairdi. Ben onların beni dışladıklarına inanarak orada üç yılımı geçirdim. Sevilmediğime inandım. Sevilesi bir insan olmadığıma. Boş yere üzüldüm. Meğer o insanların kalbinde bir yer edinmişim. Keşke şimdi otuz yaşındaki kendime bir mektup yazabilsem ve sevilesi bir insan olduğumu ona anlatabilsem. Ürkerek o insanların arasında dolanacağına, kabul bekleyeceğine, masalarına otursaydım, bir hikaye anlatıp çorbaya kendimden bir şey katsaydım… )


Parantezden çıktım ama bu konudan çıkamadım. İnsanın ilk ihtiyacı aidiyetmiş. Bunu psikoloji dersinde okumuştuk. İnsan yavrusu bir gruba ait olmazsa yaşamını sürdüremeyeceğini bildiği için ailesine canına sarılır gibi sarılırmış. Belki de bu yüzden bizi en çok inciten şeyleden birisi dahil olmak istediğimiz bir grup tarafından reddedilmek. Bu korku ilkokul yıllarımızdan beri bizi hayalet gibi kovalayan bir korku. İlkokuldaki kızlar arasındaki kıskançlıklar da hep bu dışlanma korkusundan geliyor.


İlkokul geldiğine göre konu, dün kaldığım yere döneyim.


İlkokul ikinci sınıfta, sekiz yaşındayken çok hastalandım. Tam olarak bana ne oldu bilmiyorum. Streptokokla başlayan ve bir türlü iyileşmeyen bir dizi komplikasyon yüzünden çok uzun süre okula gidemedim. (Bana şimdi aylar gibi geliyor ama herhalde sadece bir iki haftaydı)  Akşamları iğneci evimize geliyor ve buz gibi penisilin iğnesi vuruyordu popoma. Gündüzleri, eğer annem fakülteye gittiyse onun yatağında oturuyordum. Yan dairede oturan büyük halam ve bebekliğimden beri bana bakan “Habiduş” Hasibe benimle duruyorlardı. Gündüzleri televizyon yoktu. Bilgisayarların evlere girmesi iki üç sene sonra olacaktı. Gamewatch diye bir şey vardı. Mickey Mouse sağa sola koşup dört bir köşeden dökülen yumurtaları elindeki sepete toplamaya çalışıyordu. Sekiz yaşında bir çocuğu bile bir süre sonra bayan bir oyuncaktı. Tüm kitaplarımı okumuştum. Milliyet Çocuk’un sayfalarını çeviriyordum kim bilir kaçıncı kez. Birden kapı çalındı. Habiduş Hasibe açtı. Postacı Ramazan’ın sesini duydum. Hemen yorganların, çarşafların arasından fırlayıp pijamalarımla çıplak ayak kapıya koştum. Habiduş kızdı, ayaklarımı üşüteceğim diye.Bizim yerler bordo marleydi o zamanlar.  Postacı Ramazan’ın uzattığı pakedi kaptım. Ne olduğunu biliyordum. Geldiğine inananamıyordum sadece. Ben sipariş etmiştim. Tek başıma Milliyet Çocuk’tan çıkan formu doldurmuş, zartlamış, pullamış, Postacı Ramazan’a ellerimle teslim etmiştim zarfımı.


Yorganın altına girip paketi parçaladım. Evet oydu! Küçük Prens kasedim gelmişti. Milliyet Çocuk’ta ilanın görüp de tek başıma sipariş verdiğim kaset sahiden de gelmişti. Demek böyle şeyler mümkündü dünyada. Parasını da ödememiştim. Nasıl gelmişti acaba? Bunu az bir şey dert ettikten sınra baş ucumdaki kaset çalara kasedimi yerleştirdim…. Bir Mozart ezgisiyle açıldı. Başımı yastığıma bırakıp gözlerimi kapattım. Ülkü Giray anlatmaya başladı.


Altı yıl öncesine kadar beni gerçekten anlayacak bir dost bulamadan yapayalnız yaşadım.  


Böyle açılan bir öykü hangi çocuğun kalbini çalmaz? Hangi çocuk yalnızlıktan azade bir hayat sürer?


Küçük Prens kendinden biraz büyük bir gezegende yaşarmış. Kendine bir dost ararmış.


Hasta yatağımda kasedimi dinlerken usul usul ağlamaya başladım. Ama bu sefer yaşlar her zamanki “tantrum” yaşlarımdan farklıydı. Çok derin bir hüzne dokunmuştu Küçük Prens. Sadece benim sandığım zannettiğim bir kederin evrenselliğini kavradığım andı. Hem kedere ağlıyordum, hem de yalnızlığı hissedişte yalnız olmadığımı bilmenin tuhaf paradoksuna.


Ne acı bir dostu unutmak, dünyada kaç kişinin dostu var ki?


İyi edebiyatın bize armağanı tam da bu değil mi?


Peki tamam, biraz da havadis:


[image error]Atina’nın Poli’li gelinleri

Dün akşam Atina’nın tatlısı Sinem ile yakışıklı eşi Alexandros’un kahvesi Exodus’ta bir kitap akşamı düzenledik. Şömineyi yaktık. Çaylar kaynadı. Benim kitapları masaya yaydık. Burada yaşayan ve hemen hepsi bizim gibi Yunan erkeklerle evli kadınlar geldiler. Çok tekil sandığımız bir durumun masanın etrafını saran herkes tarafından yaşandığını hatırlamanın neşesi sardı bizi. Kısır çıktı ortaya, patates salatası, imzalar attım, beylere benim kitapların Yunacalarını, kadınlara aynı kitapların Türkçelerini imzaladım. En seksi kitap Yaz Sıcağı, en çok aranan ama bulunamayan kitap Mavi Orman seçildi. En kısa zamanda yeniden buluşmak üzere deyip ayrıldık.


Yalnız değiliz. Hatırlamaya ihtiyacımız var sadece.


Bu sabah daha gözlerimi açmadan tarihi biliyordum. Başımı çevirmeden (soğan kokusu yüzünden bizim Bey başımı ondan öte yana çevirerek uyumamı rica etmişti dün gece), gözlerimi açmadan kocamın sevgililer gününü kutladım, sonra kahve yapmak üzere kalktım. Aklımdan tüm aşklarım geçti. Bir tanesini bile acıyla hatırlamadığımı düşünerek sevindim. Hepsini içimden kutladım.


Şu dizeler o saatten beri dilimde, yazmasam olmazdı:


Bu yalnızlık hiç bitmez

Ne kavgam bitti ne sevdam

Ömür geçer gönül geçmez


Benden  selam söyleyin bütün aşklarıma.


[image error]AŞK GÖÇÜ – Atinalı hemşeriler

 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 14, 2020 04:25

February 13, 2020

Atina Günlükleri 2

13 Şubat 2020


Atina


Tekrar merhaba,


Bugün Atina’daki biricik kahvem Little Tree and Books’dan yazıyorum size. Burası Akropolis mahallesi sınırları içinde, hem kitapçı, hem de kafe. Bizim eve pek yakın sayılmaz. Bisikletle yarım saat sürüyor, taksiyle 10-15 dakika. Sabah Yunanca dersim vardı. Her salı ve perşembe sabahları 11’de Yunanca dersim var. Hocamla Skype’da buluşuyoruz. Bir buçuk saat sürüyor ders. Sonra öğle yemeği yedik. Kedileri besledim. Bey’i öptüm, çıktım. Yolda Yunanistan’daki yayınevimin kitapçısına uğrayıp burada çıkan kitaplarımdan üç tane aldım. Akşamki etkinliğimizde elimizde bulunsun.


[image error]Dirseğimi dayadığım raftan yazıyorum.

Little Tree and Books’un topu topu on tane masası var ve bir de kanaryası. Masaları boş bulmak mümkün değil. Ben de arka taraftaki kitap raflarının önüne konmuş bar taburesinde oturuyorum. Önüm, arkam, sağım, solum kitap. Badem sütlü kakaomun hemen arkasında Dido Sotiriou kitapları duruyor. Raftan bozma bu masaya her oturduğumda Dido’nun kitaplarından birini çekip yanıma koyuyorum. Bana Yunanistan’ı anlatan ilk yazardır Dido Sotiriou. Bizim evde Benden Selam Söyle Anadolu’ya kitabından en az üç tane bulunurdu. (Anneme göre kütüphanede kitap aramaktansa gidip bir yenisi almak hem daha pratiktir hem de yayıncı desteklenmiş olur.)


Benden Selam Söyle Anadolu’yu ilk defa okuduğumda on iki yaşındaydım. Okulda öğrendiğim resmi Türk tarih tezine karşı bir görüşün içimde filizlenmesi de bu kitabı okurken vuku bulmuştu. Hiç bilmediğim amele taburlarının Nazi kamplarına ne çok benzediğini ilk o zaman düşündüm sanırım. Kitap biterken ağlamaktan bi hal olmuştum. Son cümlesi hafızamdan yankılandıkça hâlâ boğazıma bir şeyler takılır:


-Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin.


(Bu roman hakkında çok iyi bir çalışma için Şehnaz Şişmanoğlu Şimşek’in Birinci Dünya Savaşı’nda Asker olmak adlı makalesini okuyabilirsiniz.)


Daha sonra, Emanet Zaman’ı yazdığım zamanlarda kitabı hem Yunancasından hem de İngilizcesinden bir kez daha okudum. Bizim Bey ile uyumadan önce birbirimize okuduğumuz bölümlerde beraber ağladık. Topraklarımızın ve insanlarımızın, insanlığın trajedisinden fazlasına ağlıyorduk. Bizi, Amerika’nın bir uzak kentinde karşılaşmış  Türk kadını ile Yunan erkeği birbirine bağlayan o esrarlı şeye dokunuyordu Sotiriou’nun romanı ve dönemin kayıpları, yitimleri ve felaketleri. Bizim Bey Emanet Zaman’ı yunancasından okurken de çok ağladı. Ben de yazarken ağlamıştım. Bizi bir araya getiren ve öykülerini yazdıran Emanet Zaman karakterleri bizim ilişkimiz aracılığıyla geçmişten bugüne seslerini duyurmayı başarmış hayaletkerdi belki de.


Emanet Zaman kitabımın yeri kalbimde başkadır. Bir daha hiç bir romanı öyle delice bir ilham ve aşkla yazmadım. Teknik olarak belki en başarılı edebi eserim değildir, nihayetinde sadece ikinci roman. Büyülü gerçeklik yöntemini çok gerçekçi bir tarihi fona oturtmamı eleştirmiş edebiyatçılar olmadı değil ama sorarım onlara Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları nedir ve Allende’nin Ruhlar Evi ve Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlığı? Bu romanlar Emanet Zaman’ın tekniğini doğurdu. Ben hayaletlerin hafızalarında dolandım ve onların sesini kağıda döktüm. Yıllarca çok çalıştım.


O sırada yeni düşük yapmıştım ve bir daha hamile kalmaya gücüm yoktu. Yılların ibresi kırkı gösteriyordu. Yine de bir deneyelim dedik. O kış dersleri iptal ettim. Amerika’daki evimizde kaldık. Bir tam yıl boyunca hemen hiç seyehat etmedik. O sırada yazdım Emanet Zamanı. Her gün, her akşam saatlerce, şevkle, aşkla, bulduğum her yerde çalışarak, yazarak geçti.


Bugün Emanet Zaman’ı kayırıyorsam biraz bu yüzden. Kitabın zor bir kurgusu olduğunu, İzmir’e, tarihe, eski Türkçeye yabancı, her gün düzenli okuma alışkanlığı bulunmayan okuru zorladığını biliyorum. Ama bir kitabın zor okunurluğu yüzünden diğerleri arasında kaybolup gitmesi taraftarı değilim. Kitaplarımız biz yazarların çocuklarıdır. Okunmalarından, görünürlük kazanmalarından, “hayatta bir yere gelmelerinden” biz yazarlar sorumluyuz. Bu benim şahsi görüşüm. Romanı bir yayınevine verip de o yayınevinden kitabı yaşatmasını, yükseltmesini beklemek, çocuğunuzu bir yatılı okula verip de ihtiyaçlarıyla bir daha hiç ilgilenmemeye benziyor. Yayınevi elbette kitabın yaşaması, beslenmesi, yükselmesi için bir ortam sunacaktır ama çocuğunuzun yüzlerce çocuk arasından sivrilip, hayallerini gerçekleştirmesini istiyorsanız onun elini siz yazarlar tutacaksınız. Başkası değil.


İşte bu minvalde şeyler düşünürken bir gün, aklıma Emanet Zaman’ı piyano dinletisi eşliğinde yüksek sesle okumak fikri düştü aklıma. Yoga öğrencim,  yetenekli piyanist Fatoş Ş. Pınarbaşı bir zamandır evlerinde konserler düzenliyordu. Evde Konser Var projesini belki duymuşsunuzdur. Fatoş ve opera sanatçısı arkadaşı Atilla Gündoğdu Pınarbaşı ailesinin Kurtuluş’taki evlerinde Lied akşamları düzenliyorlar bir zamandır.  Hemen Fatoş’a açıldım. Ben okusam, sen çalsan, Ali şömineyi yaksa, Duygu sıcak şarap yapsa, kediler etrafta dolansa, dışarıda kar yağsa ve biz kitabı baştan sona okusak sence kimse gelir mi? Kervan yolda düzülür dedik ve Kış Masalları projesini duyurduk. Ali harika bir tanıtım videosu hazırladı. Sosyal medyada görebilirsiniz. İki günde etkinliğimize yirmi beş kişi kaydoldu. Şehrin en soğu


[image error]Kış Masalları 2. Buluşması

k ve fırtınalı akşamlarının birinde başladık. Okurlar Gebze’den, Florya’dan, Kartal’dan Kurtuluş’a geldiler ve gecein sonunda bu dediğim yerlerle geri döndüler…


Kış Masalları’nın Şubat ayı buluşmasında Fatoş Erik Satie’den iki parça çaldı. (Bu arada şunu da söylemeden edemeyeceğim: Her buluşmada kitaptan dört bölüm okuyoruz. Fatoş öncesinde bu bölümlerin özünü, ruhunu yansıtacak parçalar buluyor, benim okumam biterken o da çalmaya başlıyor. Emanet Zaman’ın hayalimizde uyanan sahnelerini onun parmakları piyanoda gezinirken bir kez daha yaşıyoruz.) Erik Satie’den çaldığı iki parça da bana pek tanıdık geldi. Evet, ne olacak diyeceksiniz. Erik Satie herkese tanıdık gelir. Benimki öyle değildi. Sanki hayatımın her günü dinlemiştim. Ama nerede bir türlü hatırlayamıyordum. Aklıma takıldı. Satie’nin Gymnopedie’si pek çok filmin müziğinde kullanılmıştı ama bende soundtrack’i olan filmler değildi bunlar. Belki bale dersinde kullandık yıllarca. Belki bale okulundan birimizin sahnede bu müzikle solosu vardı, olabilir. Hala hatırlayabilmiş değilim. Acaba dedim sık sık dinlediğim sesli kitaplardan birinin fonunda mı çalıyor? Sesli kitap dinlem


eye bayılıyorum. Yazıma ana babalık eden tüm yazarların sesli kitapları küçük ipodumda kayıtlı. Bisiklet üzerinde şehri gezerken, yürürken, metroda hep kulağımda aşina bir öykü.


Bulamadım. Ama bir düşünce beni diğerine attı ve kendimi hiç beklemediğim bir yerde buldum. Çocukluğumun hasta yatağında. Bunu size yarınki mektubunda anlatayım. Biliyorsunuz bu akşam bizim gibi Türk-Yunan çift olan Sinem ile Alexandros’un güzel kahvesi Exodus’ta İnsanlık Hali kitabım için düzenlediğimiz etkinliğimiz var. Atina’daysanız mutlaka bekliyoruz. 19:00’da başlıyor. Şömine yanacak ve çaylar kaynayacak!


[image error]13 Şubat akşamı 19:00’da Atina’da

 


 


 


 


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 13, 2020 05:54

Atina Günlükleri 2

13 Şubat 2020


Atina


Tekrar merhaba,


Bugün Atina’daki biricik kahvem Little Tree and Books’dan yazıyorum size. Burası Akropolis mahallesi sınırları içinde, hem kitapçı, hem de kafe. Bizim eve pek yakın sayılmaz. Bisikletle yarım saat sürüyor, taksiyle 10-15 dakika. Sabah Yunanca dersim vardı. Her salı ve perşembe sabahları 11’de Yunanca dersim var. Hocamla Skype’da buluşuyoruz. Bir buçuk saat sürüyor ders. Sonra öğle yemeği yedik. Kedileri besledim. Bey’i öptüm, çıktım. Yolda Yunanistan’daki yayınevimin kitapçısına uğrayıp burada çıkan kitaplarımdan üç tane aldım. Akşamki etkinliğimizde elimizde bulunsun.


[image error]Dirseğimi dayadığım raftan yazıyorum.

Little Tree and Books’un topu topu on tane masası var ve bir de kanaryası. Masaları boş bulmak mümkün değil. Ben de arka taraftaki kitap raflarının önüne konmuş bar taburesinde oturuyorum. Önüm, arkam, sağım, solum kitap. Badem sütlü kakaomun hemen arkasında Dido Sotiriou kitapları duruyor. Raftan bozma bu masaya her oturduğumda Dido’nun kitaplarından birini çekip yanıma koyuyorum. Bana Yunanistan’ı anlatan ilk yazardır Dido Sotiriou. Bizim evde Benden Selam Söyle Anadolu’ya kitabından en az üç tane bulunurdu. (Anneme göre kütüphanede kitap aramaktansa gidip bir yenisi almak hem daha pratiktir hem de yayıncı desteklenmiş olur.)


Benden Selam Söyle Anadolu’yu ilk defa okuduğumda on iki yaşındaydım. Okulda öğrendiğim resmi Türk tarih tezine karşı bir görüşün içimde filizlenmesi de bu kitabı okurken vuku bulmuştu. Hiç bilmediğim amele taburlarının Nazi kamplarına ne çok benzediğini ilk o zaman düşündüm sanırım. Kitap biterken ağlamaktan bi hal olmuştum. Son cümlesi hafızamdan yankılandıkça hâlâ boğazıma bir şeyler takılır:


-Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin.


(Bu roman hakkında çok iyi bir çalışma için Şehnaz Şişmanoğlu Şimşek’in Birinci Dünya Savaşı’nda Asker olmak adlı makalesini okuyabilirsiniz.)


Daha sonra, Emanet Zaman’ı yazdığım zamanlarda kitabı hem Yunancasından hem de İngilizcesinden bir kez daha okudum. Bizim Bey ile uyumadan önce birbirimize okuduğumuz bölümlerde beraber ağladık. Topraklarımızın ve insanlarımızın, insanlığın trajedisinden fazlasına ağlıyorduk. Bizi, Amerika’nın bir uzak kentinde karşılaşmış  Türk kadını ile Yunan erkeği birbirine bağlayan o esrarlı şeye dokunuyordu Sotiriou’nun romanı ve dönemin kayıpları, yitimleri ve felaketleri. Bizim Bey Emanet Zaman’ı yunancasından okurken de çok ağladı. Ben de yazarken ağlamıştım. Bizi bir araya getiren ve öykülerini yazdıran Emanet Zaman karakterleri bizim ilişkimiz aracılığıyla geçmişten bugüne seslerini duyurmayı başarmış hayaletkerdi belki de.


Emanet Zaman kitabımın yeri kalbimde başkadır. Bir daha hiç bir romanı öyle delice bir ilham ve aşkla yazmadım. Teknik olarak belki en başarılı edebi eserim değildir, nihayetinde sadece ikinci roman. Büyülü gerçeklik yöntemini çok gerçekçi bir tarihi fona oturtmamı eleştirmiş edebiyatçılar olmadı değil ama sorarım onlara Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları nedir ve Allende’nin Ruhlar Evi ve Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlığı? Bu romanlar Emanet Zaman’ın tekniğini doğurdu. Ben hayaletlerin hafızalarında dolandım ve onların sesini kağıda döktüm. Yıllarca çok çalıştım.


O sırada yeni düşük yapmıştım ve bir daha hamile kalmaya gücüm yoktu. Yılların ibresi kırkı gösteriyordu. Yine de bir deneyelim dedik. O kış dersleri iptal ettim. Amerika’daki evimizde kaldık. Bir tam yıl boyunca hemen hiç seyehat etmedik. O sırada yazdım Emanet Zamanı. Her gün, her akşam saatlerce, şevkle, aşkla, bulduğum her yerde çalışarak, yazarak geçti.


Bugün Emanet Zaman’ı kayırıyorsam biraz bu yüzden. Kitabın zor bir kurgusu olduğunu, İzmir’e, tarihe, eski Türkçeye yabancı, her gün düzenli okuma alışkanlığı bulunmayan okuru zorladığını biliyorum. Ama bir kitabın zor okunurluğu yüzünden diğerleri arasında kaybolup gitmesi taraftarı değilim. Kitaplarımız biz yazarların çocuklarıdır. Okunmalarından, görünürlük kazanmalarından, “hayatta bir yere gelmelerinden” biz yazarlar sorumluyuz. Bu benim şahsi görüşüm. Romanı bir yayınevine verip de o yayınevinden kitabı yaşatmasını, yükseltmesini beklemek, çocuğunuzu bir yatılı okula verip de ihtiyaçlarıyla bir daha hiç ilgilenmemeye benziyor. Yayınevi elbette kitabın yaşaması, beslenmesi, yükselmesi için bir ortam sunacaktır ama çocuğunuzun yüzlerce çocuk arasından sivrilip, hayallerini gerçekleştirmesini istiyorsanız onun elini siz yazarlar tutacaksınız. Başkası değil.


İşte bu minvalde şeyler düşünürken bir gün, aklıma Emanet Zaman’ı piyano dinletisi eşliğinde yüksek sesle okumak fikri düştü aklıma. Yoga öğrencim,  yetenekli piyanist Fatoş Ş. Pınarbaşı bir zamandır evlerinde konserler düzenliyordu. Evde Konser Var projesini belki duymuşsunuzdur. Fatoş ve opera sanatçısı arkadaşı Atilla Gündoğdu Pınarbaşı ailesinin Kurtuluş’taki evlerinde Lied akşamları düzenliyorlar bir zamandır.  Hemen Fatoş’a açıldım. Ben okusam, sen çalsan, Ali şömineyi yaksa, Duygu sıcak şarap yapsa, kediler etrafta dolansa, dışarıda kar yağsa ve biz kitabı baştan sona okusak sence kimse gelir mi? Kervan yolda düzülür dedik ve Kış Masalları projesini duyurduk. Ali harika bir tanıtım videosu hazırladı. Sosyal medyada görebilirsiniz. İki günde etkinliğimize yirmi beş kişi kaydoldu. Şehrin en soğu


[image error]Kış Masalları 2. Buluşması

k ve fırtınalı akşamlarının birinde başladık. Okurlar Gebze’den, Florya’dan, Kartal’dan Kurtuluş’a geldiler ve gecein sonunda bu dediğim yerlerle geri döndüler…


Kış Masalları’nın Şubat ayı buluşmasında Fatoş Erik Satie’den iki parça çaldı. (Bu arada şunu da söylemeden edemeyeceğim: Her buluşmada kitaptan dört bölüm okuyoruz. Fatoş öncesinde bu bölümlerin özünü, ruhunu yansıtacak parçalar buluyor, benim okumam biterken o da çalmaya başlıyor. Emanet Zaman’ın hayalimizde uyanan sahnelerini onun parmakları piyanoda gezinirken bir kez daha yaşıyoruz.) Erik Satie’den çaldığı iki parça da bana pek tanıdık geldi. Evet, ne olacak diyeceksiniz. Erik Satie herkese tanıdık gelir. Benimki öyle değildi. Sanki hayatımın her günü dinlemiştim. Ama nerede bir türlü hatırlayamıyordum. Aklıma takıldı. Satie’nin Gymnopedie’si pek çok filmin müziğinde kullanılmıştı ama bende soundtrack’i olan filmler değildi bunlar. Belki bale dersinde kullandık yıllarca. Belki bale okulundan birimizin sahnede bu müzikle solosu vardı, olabilir. Hala hatırlayabilmiş değilim. Acaba dedim sık sık dinlediğim sesli kitaplardan birinin fonunda mı çalıyor? Sesli kitap dinlem


eye bayılıyorum. Yazıma ana babalık eden tüm yazarların sesli kitapları küçük ipodumda kayıtlı. Bisiklet üzerinde şehri gezerken, yürürken, metroda hep kulağımda aşina bir öykü.


Bulamadım. Ama bir düşünce beni diğerine attı ve kendimi hiç beklemediğim bir yerde buldum. Çocukluğumun hasta yatağında. Bunu size yarınki mektubunda anlatayım. Biliyorsunuz bu akşam bizim gibi Türk-Yunan çift olan Sinem ile Alexandros’un güzel kahvesi Exodus’ta İnsanlık Hali kitabım için düzenlediğimiz etkinliğimiz var. Atina’daysanız mutlaka bekliyoruz. 19:00’da başlıyor. Şömine yanacak ve çaylar kaynayacak!


[image error]13 Şubat akşamı 19:00’da Atina’da

 


 


 


 


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 13, 2020 05:54

February 12, 2020

Atina Günlükleri 1

12 Şubat 2020


Atina


Herkese merhaba,


İstanbul’dan iki gün önce döndük. Orada on yedi gün kalmıştık. Ben hem öğrenci hem de hoca olarak yoga kurslarına katıldım. Bir gün edebiyat yazarlığı çalışmasını yönettim, Orhan Pamuk’un Kar romanını okumuştuk onu tartıştık, sonra da ondan aldığımız ilhamla trende geçen ve içinde kar olan bir öykü yazdık. En azından öyle bir öyküye başladık. Başka bir gün Yaz Sıcağı kitabımdaki kimi sahnelerin geçtiği Fener, Balat, Eğrikapı semtlerini okurlara gezdirdim. Bir akşam Kış Masalları vardı. Ondan bir sonraki mektubumda bahsedeceğim. Bir akşam Beyoğlu Edebiyat Evi Kıraathane’de Hatha Yoga hakkında sohbet ettik. Bir de uzun zamandır “sahne almak” istediğim Akaretler Minoa’da Nazlı Gürkaş’la en yeni kitabım İnsanlık Hali’ni konuştuk. Yılın en soğuk gecesiydi. Üstelik Cumaydı. Buna rağmen sevgili okurlar, öğrenciler ve ailem geldiler, beni çok mutlu ettiler. Ertesi sabah kanepede uyuduğum yerden gözlerimi karanlığın içinde parlayan beyaz çatılara açtım. Dersim Advayta Bomonti’de sabahın 7sinde başlayacaktı. Herhalde kimse gelmezdi. Dersten önce kendi yogama ayırdığım yarım saat Mete babamın kara gömülmüş arabasının camlarını temizleyerek geçti. Stüdyoya vardığımda öğrencilerin büyük çoğunluğu (50 kişi!) oraya varmıştı bile. Hayran olmamak elde değil. Gün aydınlanırken yoga yaptığımız yerden, gökten zarafetle inen kar tanelerini izledik.


Şimdi Atina’dayım. Pazartesi öğleden sonra iki kedim ve tekerlekli sandalyedeki eşimle Sabiha Gökçen havalimanına doğru yola çıktık. Kediler çantalarında uslu uslu oturdular. Tüm güvenlik geçişleride onları çantalarından çıkartıp kucağımda taşıdım. Direnmediler. Uçak boştu. Ayaklarımızın altında sessizce oturdular. Tekerlekli sandalyemiz kaybolmadı. Uçak çıkışında Bey’i taşımaya bir değil, iki kişi geldi. Taksiye sığdık. Bütün bunlar İstanbul-Atina arası kedili, kocalı beş saatlik yolculuğu bir başarı hikayesi olarak kurmamıza yeter de artar. Eve döndüğümüzde kediler ve koca tuvalete gittiler, o iş de kazasız belasız yapıldı. Ondan sonra gevşedik.


Bundan sonraki on yedi gün benim için bir içe dönüş zamanı. Gerçi çok istisnai bir etkinliğe katılacağım. Atina’da Türkçe bir kitap akşamı düzenliyoruz. Bizim gibi Türk-Yunan bir çift olan Sinem’le Alexandros’un Exodus adlı kahvesinde İnsanlık Hali hakkında sohbet edeceğiz. Atina’da yaşayan ve Türkçe bilen, Türkçe kitap okuyabilen herkesi davet ettik. Şömine başı, çay, kahve, şarap… Güzel geçeceğe benzer. Yarın akşamı iple çekiyorum.


Atina’ya bahar gelmiş. Hava sıcaklığı 20 derece civarında. İstanbul’un karlı günlerinde elimizin altında bulundurmaya alıştığımız atkı, bere, eldiven takımları hemen çekmecelere kalktı. Öğleden sonra sokağa çıktım. Bizim eve on on beş dakika uzaklıktaki yeni kahvem Dope’a geldim. Buraya geçen ay Bey ile geldiğimizde pek hoş bir tesadüfle iki Türk kadınla tanıştım. Masalarında Ege Soley’in Sakin kitabı duruyordu. İyi ki sosyal bir günümdeymişim. Üşenmedim, gidip merhaba dedim. O ara daha yeni Doğan Novus’un başında olan Mavi Orman editörüm Handan’la Sakin adlı kitabı konuşmuştuk. Daha sonra da ortaya çıktı ki Sakin’in yazar Ege zaten benim pek sevdiğim bir çevirmen (az buz değil Ferrante’lerin çevirmeni) ve arkadaşım olan Eren’in kızıymış. O arada o da ortaya çıktı. İncecik ağlarla birbirimize bağlıyız.  Tesadüfler de hayatın kurgusu işte. Bu kahveye geçen gelişimde tanıştığım güzel ve akıllı kadınlar da edebiyat sevdalısı çıktılar. Seçkin’in kitap bloğu vardı. Beni tanıdı. Seçkin, Huriye ve Ayça ile hemen planlar yaptık, aklımıza o anda gelen projeleri not ettik. Madem düzen bizi bu kahvede buluşturmuştu, biz de düzene katkıda bulunmak üzere bu buluşmadan bir çocuk doğurmalıydık!


Şimdi yine Dope’dayız. Tek başıma geldim. Hava mis. Baharın ilk günleri hâlâ içimi kıpır kıpır ediyor. Gerçi artık kış mevsimi yok ama anılarda kalan bir tortu var işte, o geri geliyor. Kokular, serinlikle karışan güneş, gölgede ürpermek vs… Bana eski baharları hatırlatıyor. Hemen canım Rumelihisarındaki o eski büfede basılmış domates salçalı sucuklu tosttan istiyor. O büfe artık yok (galiba) ve ben on beş yılı aşkın zamandır et yemiyorum. Yine de anısı geliyor. Ağzım sulanıyor. Yaşım ilerledikçe hayatın en canlı kısmının anıları hatırladığımızda içimizi saran duygular olduğunu keşfediyorum. Şimdinin gücü geçmişin tadından geçiyor. Şimdiyi anlamlı kılan her şey hafızada saklı. Şu anda belleğimi benden çalsalar, bahar bana bir şey ifade eder mi? İçimde bir şeyler kıpırdanır mı? Yitirdiklerimin hasretini duymadan elimdekilerin kıymetini bilebilir miyim? Spotify’ın günün seçkisi olarak bana sunduğu Değirmenler’i belleğim olmadan yine de sevebilir miyim?


Niyetim bu on yedi gün içinde yeni bir öykü yazmak. Dün biraz uğraştım. Yazdığım hiç bir şeyi beğenmedim. Trende geçen ve içinde kar olan öyküyü sürdürmek istedim, aldı başını bir yerlere gitti, beni doyurmadı. Gerçi bir öykü ya da bir roman başlangıç aşamasında bir yazarı doyurmaz ya, en azında birazcık heyecanlandırsaydı. O da olmadı. Yeni bir şey mi denesem, yoksa sebat edip trende geçen (ama henüz içinde kar olmayan) öykümü biraz daha yazsam mı bilemiyorum.


Bu arada size yazayım dedim. Önümüzdeki on yedi gün bir yandan yeni bir öykü çıkarmaya çalışırken, diğer yandan da size mektup yazmayı sürdüreceğim. Beraber göreceğiz neler çıkacak… Her gittiğim kahveden bir fotoğraf da yollarım. Bugünkü Dope’dan.


Yarın için aklıma gelen konuları unutmamak için buraya not edeyim. Hem sizin için de bir “teaser” olur. (Ne demekse!)


Küçük Prens, Erik Satie, Kış Masalları, Emanet Zaman.


[image error]


 


 


 


 


 


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 12, 2020 04:54

Atina Günlükleri 1

12 Şubat 2020


Atina


Herkese merhaba,


İstanbul’dan iki gün önce döndük. Orada on yedi gün kalmıştık. Ben hem öğrenci hem de hoca olarak yoga kurslarına katıldım. Bir gün edebiyat yazarlığı çalışmasını yönettim, Orhan Pamuk’un Kar romanını okumuştuk onu tartıştık, sonra da ondan aldığımız ilhamla trende geçen ve içinde kar olan bir öykü yazdık. En azından öyle bir öyküye başladık. Başka bir gün Yaz Sıcağı kitabımdaki kimi sahnelerin geçtiği Fener, Balat, Eğrikapı semtlerini okurlara gezdirdim. Bir akşam Kış Masalları vardı. Ondan bir sonraki mektubumda bahsedeceğim. Bir akşam Beyoğlu Edebiyat Evi Kıraathane’de Hatha Yoga hakkında sohbet ettik. Bir de uzun zamandır “sahne almak” istediğim Akaretler Minoa’da Nazlı Gürkaş’la en yeni kitabım İnsanlık Hali’ni konuştuk. Yılın en soğuk gecesiydi. Üstelik Cumaydı. Buna rağmen sevgili okurlar, öğrenciler ve ailem geldiler, beni çok mutlu ettiler. Ertesi sabah kanepede uyuduğum yerden gözlerimi karanlığın içinde parlayan beyaz çatılara açtım. Dersim Advayta Bomonti’de sabahın 7sinde başlayacaktı. Herhalde kimse gelmezdi. Dersten önce kendi yogama ayırdığım yarım saat Mete babamın kara gömülmüş arabasının camlarını temizleyerek geçti. Stüdyoya vardığımda öğrencilerin büyük çoğunluğu (50 kişi!) oraya varmıştı bile. Hayran olmamak elde değil. Gün aydınlanırken yoga yaptığımız yerden, gökten zarafetle inen kar tanelerini izledik.


Şimdi Atina’dayım. Pazartesi öğleden sonra iki kedim ve tekerlekli sandalyedeki eşimle Sabiha Gökçen havalimanına doğru yola çıktık. Kediler çantalarında uslu uslu oturdular. Tüm güvenlik geçişleride onları çantalarından çıkartıp kucağımda taşıdım. Direnmediler. Uçak boştu. Ayaklarımızın altında sessizce oturdular. Tekerlekli sandalyemiz kaybolmadı. Uçak çıkışında Bey’i taşımaya bir değil, iki kişi geldi. Taksiye sığdık. Bütün bunlar İstanbul-Atina arası kedili, kocalı beş saatlik yolculuğu bir başarı hikayesi olarak kurmamıza yeter de artar. Eve döndüğümüzde kediler ve koca tuvalete gittiler, o iş de kazasız belasız yapıldı. Ondan sonra gevşedik.


Bundan sonraki on yedi gün benim için bir içe dönüş zamanı. Gerçi çok istisnai bir etkinliğe katılacağım. Atina’da Türkçe bir kitap akşamı düzenliyoruz. Bizim gibi Türk-Yunan bir çift olan Sinem’le Alexandros’un Exodus adlı kahvesinde İnsanlık Hali hakkında sohbet edeceğiz. Atina’da yaşayan ve Türkçe bilen, Türkçe kitap okuyabilen herkesi davet ettik. Şömine başı, çay, kahve, şarap… Güzel geçeceğe benzer. Yarın akşamı iple çekiyorum.


Atina’ya bahar gelmiş. Hava sıcaklığı 20 derece civarında. İstanbul’un karlı günlerinde elimizin altında bulundurmaya alıştığımız atkı, bere, eldiven takımları hemen çekmecelere kalktı. Öğleden sonra sokağa çıktım. Bizim eve on on beş dakika uzaklıktaki yeni kahvem Dope’a geldim. Buraya geçen ay Bey ile geldiğimizde pek hoş bir tesadüfle iki Türk kadınla tanıştım. Masalarında Ege Soley’in Sakin kitabı duruyordu. İyi ki sosyal bir günümdeymişim. Üşenmedim, gidip merhaba dedim. O ara daha yeni Doğan Novus’un başında olan Mavi Orman editörüm Handan’la Sakin adlı kitabı konuşmuştuk. Daha sonra da ortaya çıktı ki Sakin’in yazar Ege zaten benim pek sevdiğim bir çevirmen (az buz değil Ferrante’lerin çevirmeni) ve arkadaşım olan Eren’in kızıymış. O arada o da ortaya çıktı. İncecik ağlarla birbirimize bağlıyız.  Tesadüfler de hayatın kurgusu işte. Bu kahveye geçen gelişimde tanıştığım güzel ve akıllı kadınlar da edebiyat sevdalısı çıktılar. Seçkin’in kitap bloğu vardı. Beni tanıdı. Seçkin, Huriye ve Ayça ile hemen planlar yaptık, aklımıza o anda gelen projeleri not ettik. Madem düzen bizi bu kahvede buluşturmuştu, biz de düzene katkıda bulunmak üzere bu buluşmadan bir çocuk doğurmalıydık!


Şimdi yine Dope’dayız. Tek başıma geldim. Hava mis. Baharın ilk günleri hâlâ içimi kıpır kıpır ediyor. Gerçi artık kış mevsimi yok ama anılarda kalan bir tortu var işte, o geri geliyor. Kokular, serinlikle karışan güneş, gölgede ürpermek vs… Bana eski baharları hatırlatıyor. Hemen canım Rumelihisarındaki o eski büfede basılmış domates salçalı sucuklu tosttan istiyor. O büfe artık yok (galiba) ve ben on beş yılı aşkın zamandır et yemiyorum. Yine de anısı geliyor. Ağzım sulanıyor. Yaşım ilerledikçe hayatın en canlı kısmının anıları hatırladığımızda içimizi saran duygular olduğunu keşfediyorum. Şimdinin gücü geçmişin tadından geçiyor. Şimdiyi anlamlı kılan her şey hafızada saklı. Şu anda belleğimi benden çalsalar, bahar bana bir şey ifade eder mi? İçimde bir şeyler kıpırdanır mı? Yitirdiklerimin hasretini duymadan elimdekilerin kıymetini bilebilir miyim? Spotify’ın günün seçkisi olarak bana sunduğu Değirmenler’i belleğim olmadan yine de sevebilir miyim?


Niyetim bu on yedi gün içinde yeni bir öykü yazmak. Dün biraz uğraştım. Yazdığım hiç bir şeyi beğenmedim. Trende geçen ve içinde kar olan öyküyü sürdürmek istedim, aldı başını bir yerlere gitti, beni doyurmadı. Gerçi bir öykü ya da bir roman başlangıç aşamasında bir yazarı doyurmaz ya, en azında birazcık heyecanlandırsaydı. O da olmadı. Yeni bir şey mi denesem, yoksa sebat edip trende geçen (ama henüz içinde kar olmayan) öykümü biraz daha yazsam mı bilemiyorum.


Bu arada size yazayım dedim. Önümüzdeki on yedi gün bir yandan yeni bir öykü çıkarmaya çalışırken, diğer yandan da size mektup yazmayı sürdüreceğim. Beraber göreceğiz neler çıkacak… Her gittiğim kahveden bir fotoğraf da yollarım. Bugünkü Dope’dan.


Yarın için aklıma gelen konuları unutmamak için buraya not edeyim. Hem sizin için de bir “teaser” olur. (Ne demekse!)


Küçük Prens, Erik Satie, Kış Masalları, Emanet Zaman.


[image error]


 


 


 


 


 


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 12, 2020 04:54