Defne Suman's Blog, page 12

September 20, 2019

Bir Pabuç Gibi

[image error]Hocanın karşısında oturmuş beni gözlerken öğrendiklerim (ve sizden çok kendime söylediklerim) :


Bir pabuç gibi bırakacaksın kendini kapının dışında yoga öğrenmeye geliyorsan. Hocanın gözündeki imgenin zerre kadar önemi olmayacak. Bir ruhtan diğerine akan bilgiyi taşımaktan başka işe yaramayacak bedenin ve zihnin. Gerisini dedim ya, bırakacaksın pabuçlarının yanında, kapının dışına. Hocanın karşısında oturan insanlar kimlikten, kişilikten, benlikten, bellekten bağımsız organizmalar. O platformdan görünen manzarada bir büyük vücudun kolları, bacakları, gövdesisin. Tek nefes alıp veriyor bütün oda. İyi bir orkestra gibi. Akordu bozuk enstruman ahengi bozacak ve o zaman hoca kızacak. Amma kızdığı zaman senin varlığına değil kastı. Senin içindeki ahengi engelleyen parçana kızacak. Hakikatten bıraktıysan kendini pabuçların yanına, gücenmezsin. Hoca senin karşında değil, yanındadır. Akordu bozuk telini sana göstermekten başka bir derdi yoktur. İçindeki dangalağı beraber bulup eğitmekten başka bir emel gütmez. Madem bir hocanın önünde diz çöktün, onuna beraber çalışmalısın. Kafa tutmak, küsmek, yanlış anlaşıldığına yanmak, şu bu onlar hep kapının dışında bıraktığın parçana ait kalacak, sen yola devam edeceksin.


Bu bir.


İkincisi: Esrarlı bir alem yoga. Esrarını bir meşale gibi taşıyacaksın. Orta yerde yapmayacaksın mesela. Yalnızsan ve ilgi çekmek istiyorsan yogayı değil, şahsi çeşnini ortaya koyacaksın. Şahsi çeşnin pabuçların yanına bıraktığın parçanda saklıdır ve pabuçların kadar mühimdir bu hayatta yürürken. Ve fakat o çeşniyi yogaya sokmayacaksın. O kadar. Sanat, edebiyat senin benliğini ifade etmen ve insanlığa sunman için sana armağan edilmiş imkanlardır. İnsanlarla temas istiyorsan sanata başvur. Edebiyata başvur. Yoganı kendine sakla. O mahremdir. Dünyada daha çok insan yoga yapsın değil, bu disipline hak ettiği saygıyı gösterilsin diye uğraş. Yogayı aktaracaksan derslerin dışında bir kanalla, mesela sosyal medya ile, bilgi vermek için aktar. İlgi çekmek için değil. Bilgi dışarıdan gelmez. İçinde kayıtlıdır. İçtendir. Sana münhasır varoluşun kodudur. Herkesinki ayrıdır. Sanırım ki Tanpınar’ın şahsi çeşni dediği de budur.


Üç:


Yalan söylemeyi bırak. En ufak bir yatırım varsa aklında, gör onu. Ben bir şey beklemeden buraya geliyorum, büyük bir yalandır. Önce onu gör. Görmezsen tanımazsın. Tanımazsan bırakamazsın. Neden buradasın? Hoca sonsuza dek seni görmezse ve adını öğrenmezse gözünün içine asla bakmaz ve sana el vermezse ve hatta verdiği eli geri çekerse sen yine burada olur musun? İnsanevladı bir topluluk içinde yer edinmek ister. Bu topluluk seni dışlar ve yapayalnız bırakıırsa yine gelir misin? Öykü yazmak istiyorum diyorsun. Çantanı aç ve bak, yanında romanın, öykün var mı? Günün fonunda sana eşlik eden, çantanın içinden seni çağıran bir kurmaca dünyası hayatının, zihninin parçası değilse yazamazsın. Edebiyat ancak ona zaman verirsen sana ödülünü sunar. Yoga öğretmek istiyorum diyorsun, her sabah tek başına yoganı yapacak kadar seviyor musun onu? Bir daha asla yoganın güzel, zarif hareketlerini, nefsini çoşturan yogik zaferlerini sosyal medyada ya da şu bu kursta bu kursta sergilemeyecek olsan yine de her sabah yoganı yapar mısın?


Böyle böyle şeyler işte…


Kısa kısa yazdım. Derse yetişiyorum. Bence yetişir ama konuyu biraz açar mısın derseniz o da olur. Yorumlarınız için çok teşekkürler. Her biri yüreğime işledi. İyi ki varsınız. Umarım yine yazarsınız…


Defne.


 

1 like ·   •  2 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 20, 2019 06:18

September 19, 2019

Herkes Yaralı

[image error]Ben artık bloglar okunmuyor sanıyordum. Sizden gelen yorumlara sevindim. Heyecanlandım. Teşekkür ederim.  Madem okuyorsunuz, ben de yazayım.


Dün de söylediğim üzere Budapeşte’deyim. Yoga hocalarımın düzenlediği kursa öğrencilerimle beraber geldik. Budapeşte’ye ilk defa on sene önce (Yakın geçmişe ait gibi gelen 2009’dan on sene öncesi diye söz etmek tuhafıma gidiyor ama hakikat bu.) yine Shandor ve Emma hoca ile çalışmak üzere gelmiştim. Bu yoga okulundaki ikinci senemdi. İlk iki yılın kurslarını ABD’de tamamladığım için Avrupalı Shadow Yoga camiası ile ilk defa karşılaşıyordum. O sene, ilk senem diye mi bana öyle geldi bilmiyorum, sınıf arkadaşlarımla pek güzel kaynaşmıştık. O zamanlar küçük bir gruptuk ve benim katıldığım kursa büyük toplar değil, onların öğrencileri gelmişti. O zamanlar aramızda hocalık eden kimse yoktu. Her dersin sonunda çıkıp Budapeşte Operası’nın arkasındaki bir kahvede oturuyor, kruvasan yiyorduk. Son gün de Tuna nehri kıyısında pikniğe gitmiştik. Sınıf arkadaşlarımın beni daha ilk seferden nasıl candan kucakladıklarını hiç unutmadım.


Aradan on yıl geçti. Sınıfımız büyüdü. Biz büyüdük. O ilk grubun yarısı yogayı bıraktı. Diğer yarısıyla seksen kişilik grubun içinde göz göze geliyoruz, başka türlü gülümsüyoruz birbirimize. Bir çoğumuz bu okulun öğretisini aktarmaya hak kazandık şimdi. Arka sıralardan önlere yaklaştık.


O zamanlardan beri değişmeyen şeylerden biri kurs günleri boyunca oturttuğum ritim. Tek başına yakaladığım bu ritim bana huzur veriyor. Yazmam için ilham, yaratıcılık için avare zaman yaratıyor. Mâlum yogada ritim çok önemlidir. Ritmi apana vayu belirler. Ritim nefesin organizmadaki gezintisini ahenge sokar. Burada her gün aynı şeyleri yapıyorum. Ezberden veya muhakkak şu saatte şunu yapmalıyım zihniyetiyle de değil. “Bıraktım akışa bakalım ne çıkacak bahtıma” tembelliği ile hiç değil.


Derslerimiz sabah 7-9 arası. 6:30da sınıfta olmakta fayda var. Hocamız erkenci. Dersten sonra hep beraber kahve içiyoruz. Öğlen yemeğini erken yiyorum ki akşam dersine kadar erisin her şey. Akşam dersi 16:00-18:00 arası. Kahveden sonra çabuk bir alışveriş ve eve dönüş. Her gün taze ve yeni bir yemek pişiriyorum. Bu kurslarda dışarıda yemek yemek akıl kârı değil. İnsanın canı saf besinler istiyor zaten. Basit bir iki sebzeyi pişiriyorum. Yanında pilav. Sonra evde oturup derste öğrendiklerimi yazıyorum. Kitap okuyorum. Müzik dinliyorum. Turistik koşturmaları yıllar önce bıraktım. Evden okula, okuldan kahveye, çarşıya sonra yine eve, okula, eve. O kadar.


Yemek yaparken ve sonra yerken sesli kitap dinliyorum. Döne döne okuduğum kitapların sesli kitap versiyonları bilgisayarımda kayıtlı. Bu aralar Tom Robbins’in “Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar” romanını dinliyorum. Tayland yıllarında okumuştum. Sonra birkaç defa daha okumuştum tabii. Yemek yaparken duyduğum sahneler sanki kendi anılarım gibi. Bazı romanlar öyle zaten. Öyle bir bilincinize işliyor ki karakterleri eski dostlarınız, içinde geçen sahneleri de anılarınız gibi geliyor.  O kitaplardan birini tutkuyla, zevkle okuyan biriyle karşılaştığımda ruhum bir yandaş bulmuş oluyor. Seviniyorum. Bir insanı tanımamın en iyi yolu onun yüreğine işlemiş romanı okumaktır bence. Kokia ile tanıştığımızda hemen dost olacağımızı iki şeyden anlamıştım: O da Küçük Şeylerin Tanrısı’nın dünyanın en iyi romanı olduğunu düşünüyordu ve Famous Rain Coat çalmaya başladığında müzik setinin repeat düğmesine basıyordu. Şimdi Pınar okuyor Küçük Şeylerin Tanrısı’nı. Artık onunla da ortak bir dünyamız, çekiştireceğimiz karakterlerimiz ve beraber derman arayacak dertlerimiz var.


Yemek yapar sonra yerken, bulaşıkları yıkayıp kaldırırken sesli kitap dinlemek bana çocukluğumu hatırlatır. Küçük Prensi kasetten dinlerdim. Başa sara sara. Başka öykülerim, masallarım da vardı. Ama en çok Küçük Prensi dinlerdim. Tek çocuk olduğum için sanırım, ancak bir evde yalnız başıma kaldığımda kendimi yüzde yüz rahat hissediyorum. Boş duvarlara bakıp, oh diyorum. Nihayet benimle ben baş başa kalabildik.


Huzur.


Son haftalarda talihsizliklerin ardı arkası kesilmedi. Çok da hazırlıksız yakalandığım bir dizi aksilik beni buldu. Üzerine küçük kedimiz Mili’nin tehlikeli corona virüsü kaptığını öğrendik. Çok hastalandı Mili. Bir gece sanıyorum ölümden döndü. Başka dertlerle boğuşuyordum. Çok sevdiğim bir canlının buz kestiğini fark edince aklım başımdan gitti. Orada ipin ucu kaçtı. Gülçin’le Mili’yi veterinere zor yetiştirdik. Testlerin sonucu vahimdi. Yüksek titreli corona. O zaman anladım ki nice zamandır, belki yıllardır, biriktirdiğim acıların, yasını tutmadığım kayıpların, üzerini kapatıp karanlık bir rafa kaldırdığım kaygıların, metanetle karşısına dikildiğim azapların miadı doldu. Mili’nin hastalığı son damlaydı. Bardak taştı.


Bir hafta boyunca ağlamaktan içim dışıma çıktı. Beni kimse avutamadı. Kucaklamalar yeterince sıkı değildi. Korunaksız, uzayda bir başına kara deliğe doğru çekilir gibi hissediyordum kendimi. Mili yaşıyordu. Yaşatmak için herkes elinden geleni yapıyordu ama yüreğime o gece çöreklenen kaybetme korkusu çok tanıdık bir yerde sızlıyordu. Serinkanlı zamanlarımda bu hissi geri sarıyordum. Ben bu yürek yanmasını ne zaman hissettim? Sevgilim beni aldattığında, terk ettiğinde, hoşlandığım bir adam benimle bir gece yatıp sonra yüzüme bakmadığında, köpeğim Cuma’yı Sundance’e bırakıp eve döndüğümde, yaz sonu tatilinde Narlı’dan dönerken Yasemin’le arabalarımız ayrıldığında, yine yaz sonunda kuzenim Esin Amerika’ya döndükten sonra beraber oynadığımız odaya girdiğimde, annem iş seyahati için Almanya’ya gidip beni teyzemin evine bıraktığında, babamsız evde gece yarısı uyanıp hırsızdan korktuğumda… Hep aynı ağrı. Karın boşluğumda yumru büyüklüğünde bir sertlik, kalbimi bir karga gagalıyorlar gibi bir acı, sigaraya başlamışım gibi bir sıkışma.


Bu ağrıyı, onun gelen, giden, ölen, aldatan, terk eden kişilerden bağımsız olduğunu bilecek kadar çok tecrübe ettim. Ne demiş Sezen Aksu? Acıyor aynı yerden her şeye rağmen. Ne akıl kar ediyor, ne fikir o sırada. Yaralı tepeden tırnağa herkes yaralı…


Tüm parmak uzatmalardan arınıp, gardları düşürdüğümde ağrının içinde şunların bulunduğunu görüyorum: Bolca yalnızlık. Dermanı bulunmayan çaresizlik. Korunma, kollama gereksinimi.


Ve hepsinin ötesinde ve etrafında korku. Saf, korku. Dehşete varan bir korku. Varoluşa dair bir korku. Hayat buymuş. Bir kayıplar zinciri. İlk nefesimizden beri bir şeyleri yitiriyormuşuz. Hayat yitirdiklerimizin peşi sıra ipe dizilmesiymiş.  


Uyanmak istediğim bir yarın yoktu. Uyanacağım yarında hasta bir kedi, hasta bir koca, benden ilgi ve ihtimam bekleyen iki hoca ve ters giden talih vardı. İlk defa babamın nasıl bir ruh haliyle intihara karar verdiğini anladım. İnsan bu kafayla bir iki ay yaşarsa ve zaten yetmiş yaşındaysa tetiği çeker, vurur kendini. Kesin bilgi.


Yasını tutmadığım kayıplarım herhalde böyle bir yükleme bekliyordu, zincirinden boşandı. Benim de ağlamaktan içim boşaldı. Babam öldüğünde doğru dürüst ağlayamamıştım. Mili’nin hastalığından babamın acısı çıktı. Kokia’nın gün be gün yiten sağlığı. Evliliğimizin yitirdiği el ele yürümek, tuvaletti, merdivendi, rampaydı hesabı yapmadan gezmek, beraber yüzmek gibi basit ama değerli yaşantıların kaybı…  On haftalık hamileliğimde düşürdüğüm bebek, yıllar önce kendi isteğimle aldırdığım bir diğeri. Ölen hayvanlarım. Yitirdiğim aşklarım. İntihar eden dostlar… Hepsi birden üzerime yıkıldı. Kayıplar dağı altında ezildim ben. Sarıldılar, sarmaladılar ama hiç biri yeterince sıkı gelmedi, kucakladılar ama o korunmasızlık hissimi, dehşete varan korkumu içimden silemediler.


Bu kursa, Budapeşte’ye gelmeyecektim. Hastalanan kedimle İstanbul’da oturup kafamı dinleyecektim. Sonra hocamın birkaç sözü beni ikna etti. Öğrencilerimin sessiz davetini de duydum. İyi ki gelmişim.


İyi ki gelmişim çünkü içimdeki dehşete varan korku, korunmadığım ve kollanmadığım hissini içimde uyandıran şey Tanrı’yla bağımın kısa bir süreliğine kopmasıydı. Bunca talihsizlik peşi sıra beni bulunca ben Tanrı’yı yitirdim. Oysa yoga benim için her şeyden önce Tanrı’yla buluşma, O’nunla konuşma ve kendimi ona teslim etme imkandır. Buraya, Budapeşte’ye gelip de hocaların karşısına öğrenci olarak oturduğumda o bağ geri geldi. Yeniden güven doldu içime ve korunduğumu, kollandığımı hissettim.


Bugünlük bu kadar olsun.


Hocaların karşısında öğrenci olarak kendimi izlerken keşfettiklerimi de yarın yazayım. Bu kadar ağır olmaz hem.


Esen kalın!


D.


[image error]10 yıl önce yine Budapeşte’de Sınıf arkadaşlarımla /My Shadow Yoga classmates 2009 Budapest
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 19, 2019 05:30

Herkes Yaralı

[image error]Ben artık bloglar okunmuyor sanıyordum. Sizden gelen yorumlara sevindim. Heyecanlandım. Teşekkür ederim.  Madem okuyorsunuz, ben de yazayım.


Dün de söylediğim üzere Budapeşte’deyim. Yoga hocalarımın düzenlediği kursa öğrencilerimle beraber geldik. Budapeşte’ye ilk defa on sene önce (Yakın geçmişe ait gibi gelen 2009’dan on sene öncesi diye söz etmek tuhafıma gidiyor ama hakikat bu.) yine Shandor ve Emma hoca ile çalışmak üzere gelmiştim. Bu yoga okulundaki ikinci senemdi. İlk iki yılın kurslarını ABD’de tamamladığım için Avrupalı Shadow Yoga camiası ile ilk defa karşılaşıyordum. O sene, ilk senem diye mi bana öyle geldi bilmiyorum, sınıf arkadaşlarımla pek güzel kaynaşmıştık. O zamanlar küçük bir gruptuk ve benim katıldığım kursa büyük toplar değil, onların öğrencileri gelmişti. O zamanlar aramızda hocalık eden kimse yoktu. Her dersin sonunda çıkıp Budapeşte Operası’nın arkasındaki bir kahvede oturuyor, kruvasan yiyorduk. Son gün de Tuna nehri kıyısında pikniğe gitmiştik. Sınıf arkadaşlarımın beni daha ilk seferden nasıl candan kucakladıklarını hiç unutmadım.


Aradan on yıl geçti. Sınıfımız büyüdü. Biz büyüdük. O ilk grubun yarısı yogayı bıraktı. Diğer yarısıyla seksen kişilik grubun içinde göz göze geliyoruz, başka türlü gülümsüyoruz birbirimize. Bir çoğumuz bu okulun öğretisini aktarmaya hak kazandık şimdi. Arka sıralardan önlere yaklaştık.


O zamanlardan beri değişmeyen şeylerden biri kurs günleri boyunca oturttuğum ritim. Tek başına yakaladığım bu ritim bana huzur veriyor. Yazmam için ilham, yaratıcılık için avare zaman yaratıyor. Mâlum yogada ritim çok önemlidir. Ritmi apana vayu belirler. Ritim nefesin organizmadaki gezintisini ahenge sokar. Burada her gün aynı şeyleri yapıyorum. Ezberden veya muhakkak şu saatte şunu yapmalıyım zihniyetiyle de değil. “Bıraktım akışa bakalım ne çıkacak bahtıma” tembelliği ile hiç değil.


Derslerimiz sabah 7-9 arası. 6:30da sınıfta olmakta fayda var. Hocamız erkenci. Dersten sonra hep beraber kahve içiyoruz. Öğlen yemeğini erken yiyorum ki akşam dersine kadar erisin her şey. Akşam dersi 16:00-18:00 arası. Kahveden sonra çabuk bir alışveriş ve eve dönüş. Her gün taze ve yeni bir yemek pişiriyorum. Bu kurslarda dışarıda yemek yemek akıl kârı değil. İnsanın canı saf besinler istiyor zaten. Basit bir iki sebzeyi pişiriyorum. Yanında pilav. Sonra evde oturup derste öğrendiklerimi yazıyorum. Kitap okuyorum. Müzik dinliyorum. Turistik koşturmaları yıllar önce bıraktım. Evden okula, okuldan kahveye, çarşıya sonra yine eve, okula, eve. O kadar.


Yemek yaparken ve sonra yerken sesli kitap dinliyorum. Döne döne okuduğum kitapların sesli kitap versiyonları bilgisayarımda kayıtlı. Bu aralar Tom Robbins’in “Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar” romanını dinliyorum. Tayland yıllarında okumuştum. Sonra birkaç defa daha okumuştum tabii. Yemek yaparken duyduğum sahneler sanki kendi anılarım gibi. Bazı romanlar öyle zaten. Öyle bir bilincinize işliyor ki karakterleri eski dostlarınız, içinde geçen sahneleri de anılarınız gibi geliyor.  O kitaplardan birini tutkuyla, zevkle okuyan biriyle karşılaştığımda ruhum bir yandaş bulmuş oluyor. Seviniyorum. Bir insanı tanımamın en iyi yolu onun yüreğine işlemiş romanı okumaktır bence. Kokia ile tanıştığımızda hemen dost olacağımızı iki şeyden anlamıştım: O da Küçük Şeylerin Tanrısı’nın dünyanın en iyi romanı olduğunu düşünüyordu ve Famous Rain Coat çalmaya başladığında müzik setinin repeat düğmesine basıyordu. Şimdi Pınar okuyor Küçük Şeylerin Tanrısı’nı. Artık onunla da ortak bir dünyamız, çekiştireceğimiz karakterlerimiz ve beraber derman arayacak dertlerimiz var.


Yemek yapar sonra yerken, bulaşıkları yıkayıp kaldırırken sesli kitap dinlemek bana çocukluğumu hatırlatır. Küçük Prensi kasetten dinlerdim. Başa sara sara. Başka öykülerim, masallarım da vardı. Ama en çok Küçük Prensi dinlerdim. Tek çocuk olduğum için sanırım, ancak bir evde yalnız başıma kaldığımda kendimi yüzde yüz rahat hissediyorum. Boş duvarlara bakıp, oh diyorum. Nihayet benimle ben baş başa kalabildik.


Huzur.


Son haftalarda talihsizliklerin ardı arkası kesilmedi. Çok da hazırlıksız yakalandığım bir dizi aksilik beni buldu. Üzerine küçük kedimiz Mili’nin tehlikeli corona virüsü kaptığını öğrendik. Çok hastalandı Mili. Bir gece sanıyorum ölümden döndü. Başka dertlerle boğuşuyordum. Çok sevdiğim bir canlının buz kestiğini fark edince aklım başımdan gitti. Orada ipin ucu kaçtı. Gülçin’le Mili’yi veterinere zor yetiştirdik. Testlerin sonucu vahimdi. Yüksek titreli corona. O zaman anladım ki nice zamandır, belki yıllardır, biriktirdiğim acıların, yasını tutmadığım kayıpların, üzerini kapatıp karanlık bir rafa kaldırdığım kaygıların, metanetle karşısına dikildiğim azapların miadı doldu. Mili’nin hastalığı son damlaydı. Bardak taştı.


Bir hafta boyunca ağlamaktan içim dışıma çıktı. Beni kimse avutamadı. Kucaklamalar yeterince sıkı değildi. Korunaksız, uzayda bir başına kara deliğe doğru çekilir gibi hissediyordum kendimi. Mili yaşıyordu. Yaşatmak için herkes elinden geleni yapıyordu ama yüreğime o gece çöreklenen kaybetme korkusu çok tanıdık bir yerde sızlıyordu. Serinkanlı zamanlarımda bu hissi geri sarıyordum. Ben bu yürek yanmasını ne zaman hissettim? Sevgilim beni aldattığında, terk ettiğinde, hoşlandığım bir adam benimle bir gece yatıp sonra yüzüme bakmadığında, köpeğim Cuma’yı Sundance’e bırakıp eve döndüğümde, yaz sonu tatilinde Narlı’dan dönerken Yasemin’le arabalarımız ayrıldığında, yine yaz sonunda kuzenim Esin Amerika’ya döndükten sonra beraber oynadığımız odaya girdiğimde, annem iş seyahati için Almanya’ya gidip beni teyzemin evine bıraktığında, babamsız evde gece yarısı uyanıp hırsızdan korktuğumda… Hep aynı ağrı. Karın boşluğumda yumru büyüklüğünde bir sertlik, kalbimi bir karga gagalıyorlar gibi bir acı, sigaraya başlamışım gibi bir sıkışma.


Bu ağrıyı, onun gelen, giden, ölen, aldatan, terk eden kişilerden bağımsız olduğunu bilecek kadar çok tecrübe ettim. Ne demiş Sezen Aksu? Acıyor aynı yerden her şeye rağmen. Ne akıl kar ediyor, ne fikir o sırada. Yaralı tepeden tırnağa herkes yaralı…


Tüm parmak uzatmalardan arınıp, gardları düşürdüğümde ağrının içinde şunların bulunduğunu görüyorum: Bolca yalnızlık. Dermanı bulunmayan çaresizlik. Korunma, kollama gereksinimi.  Uyanmak istediğim bir yarın yoktu. Uyanacağım yarında hasta bir kedi, hasta bir koca, benden ilgi ve ihtimam bekleyen iki hoca ve ters giden talih vardı. İlk defa babamın nasıl bir ruh haliyle intihara karar verdiğini anladım. İnsan bu kafayla bir iki ay yaşarsa ve zaten yetmiş yaşındaysa tetiği çeker, vurur kendini. Kesin bilgi.


Yasını tutmadığım kayıplarım herhalde böyle bir yükleme bekliyordu, zincirinden boşandı. Benim de ağlamaktan içim boşaldı. Babam öldüğünde doğru dürüst ağlayamamıştım. Mili’nin hastalığından babamın acısı çıktı. Kokia’nın gün be gün yiten sağlığı. Evliliğimizin yitirdiği el ele yürümek, tuvaletti, merdivendi, rampaydı hesabı yapmadan gezmek, beraber yüzmek gibi basit ama değerli yaşantıların kaybı…  On haftalık hamileliğimde düşürdüğüm bebek, yıllar önce kendi isteğimle aldırdığım bir diğeri. Ölen hayvanlarım. Yitirdiğim aşklarım. İntihar eden dostlar… Hepsi birden üzerime yıkıldı. Kayıplar dağı altında ezildim ben. Sarıldılar, sarmaladılar ama hiç biri yeterince sıkı gelmedi, kucakladılar ama o korunmasızlık hissimi, dehşete varan korkumu içimden silemediler.


Bu kursa, Budapeşte’ye gelmeyecektim. Hastalanan kedimle İstanbul’da oturup kafamı dinleyecektim. Sonra hocamın birkaç sözü beni ikna etti. Öğrencilerimin sessiz davetini de duydum. İyi ki gelmişim.


İyi ki gelmişim çünkü içimdeki dehşete varan korku, korunmadığım ve kollanmadığım hissini içimde uyandıran şey Tanrı’yla bağımın kısa bir süreliğine kopmasıydı. Bunca talihsizlik peşi sıra beni bulunca ben Tanrı’yı yitirdim. Oysa yoga benim için her şeyden önce Tanrı’yla buluşma, O’nunla konuşma ve kendimi ona teslim etme imkandır. Buraya, Budapeşte’ye gelip de hocaların karşısına öğrenci olarak oturduğumda o bağ geri geldi. Yeniden güven doldu içime ve korunduğumu, kollandığımı hissettim.


Bugünlük bu kadar olsun.


Hocaların karşısında öğrenci olarak kendimi izlerken keşfettiklerimi de yarın yazayım. Bu kadar ağır olmaz hem.


Esen kalın!


D.


[image error]10 yıl önce yine Budapeşte’de Sınıf arkadaşlarımla /My Shadow Yoga classmates 2009 Budapest
1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 19, 2019 05:30

September 18, 2019

Rüya Yorumu

Dün gece rüyamda ilk yoga hocalarımın katlediliğini duyuyordum. Psikopat bir öğrencileri bir gece evlerine girerek onları bıçakla doğramış. Üzüntüden, çaresizlikten çılgına dönüyor, sorup soruşturuyordum. Maalesef doğru, diye yanıt veriyordu sorduklarım. Rahatsız uykumdan 5.30 gibi uyandığımda içime su serpildi.


Bu rüyayı neden gördüm?


Tayland’daki ilk hocalarım rüyama çok sık girerler. Bu rüyaların hemen hepsinde kendimi huzursuz hissederim. Kapılarına kadar giderim, açmazlar. Ya da biri açar, benimle ilgilenmez, diğeri hiç karşıma çıkmaz. Veya o kente giderim ama bir türlü onların sokağına girmeye cesaret edemem. Onları bırakıp gittiğimde içimde çöreklenen suçluluk duygusundan hâlâ kurtulamadım sanırım. Onlar beni yoga dünyasına getiren ve orada yetiştiren ebeveynlerimdi ve ben bir gün onları terk ettim. Tam da artık seni yetiştirdik, şimdi sen de bizimle beraber çalışırsın, okulumuzun yeni hocası olursun dedikleri bir aşamada ben Tayland’dan ayrılmaya karar verdim. Oysa ne çok istediğim, hep hayalini kurduğum bir şeydi. Ben de Nong Khai Alternative Center’da ders verecektim. Ömrümün sonuna kadar orada, onlarla, onlar gibi yaşayacaktım. Bir sevgilim eksikti ama Nong Khai’de insan sabit durduğunda muhakkak yoldan geçen birileri kollarına düşüyordu.  Bu şahane hayata yerleşmek isteyecek birisi karşıma kesin çıkacaktı. O konuyu kafayı takmıyordum.


Benim Tayland’da yaşadığım seneler (milenyumun başları) henüz sosyal medya ve akıllı telefon icat edilmediğinden olsa gerek, hâlâ mektupların yazıldığı yıllardı. Uzaktakilerle günlük temasımız eksikti. O yüzden haftalık, aylık telefon görüşmeleri yapılır, emailler yazılırdı. Bugün bilgisayarımda kayıtlı Mektuplar klasöründe sayfa sayfa yazılmış mektuplar var. Anneme, Yasemin’e, Zeyno’ya, Ayşe’ye, babama… Sabah kahvem elimde, evimin ışık alan bir köşesine çektiğim masada, dizüstü bilgisayarıma saatlerce yazdığımı hatırlıyorum. Sonra at diskete, yürü internete kafeye. İyi ki de yazmışım. Belki bir gün bir yayınevi basar  mektuplarımı. Yogaya başladığım yılların, zamanın ve belleğin filtresinden geçmemiş ham halini okuruz.


Diyeceğim şu ki, o mektuplardan anladığım benim o dönemde orada, hocaların dizi dibinde çok mutlu olduğum. Her ikisine de bir parça aşık olduğum ortada. Ama bunu zaten o zaman da biliyordum. Tüm şehir biliyordu. İkisi de beni candan kucakladıkları için nasıl dedikodumuzu yapacaklarını kestiremiyorlardı sadece.


Sonra ben orayı terk ettim. İki aylığına Amerika’ya diye yola çıktım. Hocalar da beni destekledi. Hatta onların klasik Hatha Yogasından farklı bir sistem öğrenmem konusunda beni cesaretlendirdiler. Aştanga olabilirdi, Yin Yoga olabilirdi. Döndüğümde derslere başlayacaktım.


Ama ben dönmedim. Döndüm de, eşyalarımı toplamaya, evimi kapatmaya, bisikletimi satmaya döndüm. Yanımda da olur a vazgeçerim, Nong Khai vorteksinde büyülenir de yine kalmaya karar veririm diye ömrümün biricik ekseni Yasemin’i götürdüm. Çünkü Amerika’da geçirdiğim iki ayda öğrenmiştim ki dünya büyüktü. (Burada yazar dünya derken yoga dünyasını kastediyor.) Öğrenilecek çok şey vardı. Üstelik hayatın çetin koşullarında tomurcuklanan, ilişkilerde filiz veren bir disiplindi yoga. Ben büyülü kentimde, nehre karşı oturduğum yerde sadece kafamı kuma gömecektim. Tayland’dan Laos’a geçmekte olan ve yüzlerini muhtemelen bir daha görmeyeceğim bir avuç gezgine yoga dersi vererek hayatımı geçirecektim. İstediğim sahiden bu muydu? (Mektuplarıma bakacak olursanız evet, kesinlikle, tam da buydu.) O zaman iki aylık Amerika seyahati (ve yeni bir hoca) gönlümü nasıl bu kadar kolay çelmişti?  (Kendimize söylediğimiz yalanlar… Evet bu konuya yarın filan bir ara geleceğiz. )


Tüm bu olaylardan önceki sene tek başıma Hindistan’a gitmiştim. Şimdi beni dehşete düşüren bir cesaretle tek başıma gece yarıları otobüslerde, trenlerde yolculuk etmiş, adını bilmediğim otellerde kalmış, “gel sana evimde enerji healing yapayım,” diyen aşramın genç asana hocası Krişna’nın peşinden evine  gitmiş, dahası yine Krişna’nın motoruna atlayıp onunla Himalaya şelalalerinde gezinmiştim. (Krişna’nın günahını almayayım, bana istemediğim hiç bir şey yapmadı, enerji healing dediği bir cins Reiki idi ve mesafesini korudu.) Tüm bu gözüpek Hindistan anılarımı şuraya bağlayacağım: Krişna beni aşramın yüz küsur yaşındaki Guru’sunun karşısına çıkarttı. Normalde yabancıları guruya  “bulaştırmak” istemezlermiş ama ben hem o kadar yabancı sayılmazmışım, hem de pek münzevi bir kimseymişim (zahide oluyor burada- ascetic) o yüzden aşramın gurusuna bir ziyanım dokunmazmış. Krişna böyle diyerek beni Guruji’nin çiçekler ve tütsüler içinde oturduğu yer altına indirmişti. Guru görmüyordu. Ufacık bir adamcağızdı. İngilizce konuşmıyordu. Elini, eteğini öpmüştüm Krişna’nın talimatlarıyla. Krişna bana Guru’nun sözlerini tercüme etmişti.


“Gitsin, doğduğu ülkedeki insanlara yoga öğretsin, başka yerlerde vakit yitirmesin.”


İlk duyduğumda bu öğüt  hiç işime gelmemişti. Guru’nun belki ülkemi Tayland sandığını varsaydım. Mektupların da belirttiği üzere ben o sıralar hocacıklarımın dibinden ayrılmayı hiç mi hiç düşünmüyordum. Guru’nun sözlerini hemen kulak ardı ettim. Krişna’yla da bir daha yazışmadık, görüşmedik.


Guru’nun öğüdünden çok değil, bir buçuk sene sonra ben Yasemin’in yardımıyla evimi boşaltıyordum. İlk hocalarımdan kadın olanı bana çok bozulduğunu hiç saklamadı. Közden aldığın patates gibi elinden attın, bıraktın beni gibi duygusal cümleler de kurdu. Duygusal cümlelere babamdan alışığımdır ve tahammül sınırım epey düşüktür. Oradan derhal ayrıldım ve bir daha da dönmedim. Suçluluğumu içimde her yere taşıdım. Rüyalarımda bilincime kustum.


Ancak dün geceki rüya, yani onların katledildiklerini görmem başka bir sebepten diye tahmin ediyorum.


Budapeşte’deyim. Shandor ve Emma hocanın düzenledikleri Shadow Yoga-Şadanga kursuna katılmak için buraya on öğrencimle beraber geldim.  Son dakikaya kadar tereddütlüydüm, gitsem mi gitmesem mi… (Bunu yarın yazarım size, neden.) Nihayetinde geldim. İyi ki gelmişim.


Bu sene ilk defa pranayama öğreniyoruz. Bu benim Budapeşte’deki onuncu yılım. Shadow Yoga’daki on ikinci. Pranayama ilk defa bu sene müfrefadata katıldı. O da üç nefes ve sonra bırak. O kadar. O üç nefese hazırlanmak için evet on iki sene geçirdim ve hâlâ da tam olarak hazır mıyım emin değilim. Sonra bu kursta ilk defa çakralardan bahsediliyor ve ilk çakranın  (sadece ilk çakra) kök sesi, şekli ve rengi ile ilgili bir çalışma yapıyoruz. O kadar.


Bunun rüyamla ne ilgisi var?


Benim ilk hocalarım bize ilk günden pranayama yaptırtmış, beşinci gün çakraların tamamını sesleri, şekilleri ve şemalleri ile hayal ettirerek bir “meditasyon” yaptırmışlardı. Benim kafam bir dünya olmuştu ve yogaya (ya da yoga sandığım o şeye) canı gönülden bağlanmıştım. Bugün, yoganın derin sularına öğrenciyi hızla sokmanın bir cahil cesareti olduğunu biliyorum. Yoganın en ince ayarlı alet edevatını oyuncak gibi başlangıç öğrencisinin eline vermenin yaratacağı fizyolojik ve psikolojik zarar ziyandan haberdarım. İlk hocalarımın yanlışını nihayet kabul ettiğim için sanırım onları rüyamda katlettim.


Not: Bu yazının devamı var. Sıkılmayın diye şimdi kesiyorum. Okursanız yarın yine yazarım.


 


 


 


 


 


 


 


 


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 18, 2019 05:23

Rüya Yorumu

Dün gece rüyamda ilk yoga hocalarımın katlediliğini duyuyordum. Psikopat bir öğrencileri bir gece evlerine girerek onları bıçakla doğramış. Üzüntüden, çaresizlikten çılgına dönüyor, sorup soruşturuyordum. Maalesef doğru, diye yanıt veriyordu sorduklarım. Rahatsız uykumdan 5.30 gibi uyandığımda içime su serpildi.


Bu rüyayı neden gördüm?


Tayland’daki ilk hocalarım rüyama çok sık girerler. Bu rüyaların hemen hepsinde kendimi huzursuz hissederim. Kapılarına kadar giderim, açmazlar. Ya da biri açar, benimle ilgilenmez, diğeri hiç karşıma çıkmaz. Veya o kente giderim ama bir türlü onların sokağına girmeye cesaret edemem. Onları bırakıp gittiğimde içimde çöreklenen suçluluk duygusundan hâlâ kurtulamadım sanırım. Onlar beni yoga dünyasına getiren ve orada yetiştiren ebeveynlerimdi ve ben bir gün onları terk ettim. Tam da artık seni yetiştirdik, şimdi sen de bizimle beraber çalışırsın, okulumuzun yeni hocası olursun dedikleri bir aşamada ben Tayland’dan ayrılmaya karar verdim. Oysa ne çok istediğim, hep hayalini kurduğum bir şeydi. Ben de Nong Khai Alternative Center’da ders verecektim. Ömrümün sonuna kadar orada, onlarla, onlar gibi yaşayacaktım. Bir sevgilim eksikti ama Nong Khai’de insan sabit durduğunda muhakkak yoldan geçen birileri kollarına düşüyordu.  Bu şahane hayata yerleşmek isteyecek birisi karşıma kesin çıkacaktı. O konuyu kafayı takmıyordum.


Benim Tayland’da yaşadığım seneler (milenyumun başları) henüz sosyal medya ve akıllı telefon icat edilmediğinden olsa gerek, hâlâ mektupların yazıldığı yıllardı. Uzaktakilerle günlük temasımız eksikti. O yüzden haftalık, aylık telefon görüşmeleri yapılır, emailler yazılırdı. Bugün bilgisayarımda kayıtlı Mektuplar klasöründe sayfa sayfa yazılmış mektuplar var. Anneme, Yasemin’e, Zeyno’ya, Ayşe’ye, babama… Sabah kahvem elimde, evimin ışık alan bir köşesine çektiğim masada, dizüstü bilgisayarıma saatlerce yazdığımı hatırlıyorum. Sonra at diskete, yürü internete kafeye. İyi ki de yazmışım. Belki bir gün bir yayınevi basar  mektuplarımı. Yogaya başladığım yılların, zamanın ve belleğin filtresinden geçmemiş ham halini okuruz.


Diyeceğim şu ki, o mektuplardan anladığım benim o dönemde orada, hocaların dizi dibinde çok mutlu olduğum. Her ikisine de bir parça aşık olduğum ortada. Ama bunu zaten o zaman da biliyordum. Tüm şehir biliyordu. İkisi de beni candan kucakladıkları için nasıl dedikodumuzu yapacaklarını kestiremiyorlardı sadece.


Sonra ben orayı terk ettim. İki aylığına Amerika’ya diye yola çıktım. Hocalar da beni destekledi. Hatta onların klasik Hatha Yogasından farklı bir sistem öğrenmem konusunda beni cesaretlendirdiler. Aştanga olabilirdi, Yin Yoga olabilirdi. Döndüğümde derslere başlayacaktım.


Ama ben dönmedim. Döndüm de, eşyalarımı toplamaya, evimi kapatmaya, bisikletimi satmaya döndüm. Yanımda da olur a vazgeçerim, Nong Khai vorteksinde büyülenir de yine kalmaya karar veririm diye ömrümün biricik ekseni Yasemin’i götürdüm. Çünkü Amerika’da geçirdiğim iki ayda öğrenmiştim ki dünya büyüktü. (Burada yazar dünya derken yoga dünyasını kastediyor.) Öğrenilecek çok şey vardı. Üstelik hayatın çetin koşullarında tomurcuklanan, ilişkilerde filiz veren bir disiplindi yoga. Ben büyülü kentimde, nehre karşı oturduğum yerde sadece kafamı kuma gömecektim. Tayland’dan Laos’a geçmekte olan ve yüzlerini muhtemelen bir daha görmeyeceğim bir avuç gezgine yoga dersi vererek hayatımı geçirecektim. İstediğim sahiden bu muydu? (Mektuplarıma bakacak olursanız evet, kesinlikle, tam da buydu.) O zaman iki aylık Amerika seyahati (ve yeni bir hoca) gönlümü nasıl bu kadar kolay çelmişti?  (Kendimize söylediğimiz yalanlar… Evet bu konuya yarın filan bir ara geleceğiz. )


Tüm bu olaylardan önceki sene tek başıma Hindistan’a gitmiştim. Şimdi beni dehşete düşüren bir cesaretle tek başıma gece yarıları otobüslerde, trenlerde yolculuk etmiş, adını bilmediğim otellerde kalmış, “gel sana evimde enerji healing yapayım,” diyen aşramın genç asana hocası Krişna’nın peşinden evine  gitmiş, dahası yine Krişna’nın motoruna atlayıp onunla Himalaya şelalalerinde gezinmiştim. (Krişna’nın günahını almayayım, bana istemediğim hiç bir şey yapmadı, enerji healing dediği bir cins Reiki idi ve mesafesini korudu.) Tüm bu gözüpek Hindistan anılarımı şuraya bağlayacağım: Krişna beni aşramın yüz küsur yaşındaki Guru’sunun karşısına çıkarttı. Normalde yabancıları guruya  “bulaştırmak” istemezlermiş ama ben hem o kadar yabancı sayılmazmışım, hem de pek münzevi bir kimseymişim (zahide oluyor burada- ascetic) o yüzden aşramın gurusuna bir ziyanım dokunmazmış. Krişna böyle diyerek beni Guruji’nin çiçekler ve tütsüler içinde oturduğu yer altına indirmişti. Guru görmüyordu. Ufacık bir adamcağızdı. İngilizce konuşmıyordu. Elini, eteğini öpmüştüm Krişna’nın talimatlarıyla. Krişna bana Guru’nun sözlerini tercüme etmişti.


“Gitsin, doğduğu ülkedeki insanlara yoga öğretsin, başka yerlerde vakit yitirmesin.”


İlk duyduğumda bu öğüt  hiç işime gelmemişti. Guru’nun belki ülkemi Tayland sandığını varsaydım. Mektupların da belirttiği üzere ben o sıralar hocacıklarımın dibinden ayrılmayı hiç mi hiç düşünmüyordum. Guru’nun sözlerini hemen kulak ardı ettim. Krişna’yla da bir daha yazışmadık, görüşmedik.


Guru’nun öğüdünden çok değil, bir buçuk sene sonra ben Yasemin’in yardımıyla evimi boşaltıyordum. İlk hocalarımdan kadın olanı bana çok bozulduğunu hiç saklamadı. Közden aldığın patates gibi elinden attın, bıraktın beni gibi duygusal cümleler de kurdu. Duygusal cümlelere babamdan alışığımdır ve tahammül sınırım epey düşüktür. Oradan derhal ayrıldım ve bir daha da dönmedim. Suçluluğumu içimde her yere taşıdım. Rüyalarımda bilincime kustum.


Ancak dün geceki rüya, yani onların katledildiklerini görmem başka bir sebepten diye tahmin ediyorum.


Budapeşte’deyim. Shandor ve Emma hocanın düzenledikleri Shadow Yoga-Şadanga kursuna katılmak için buraya on öğrencimle beraber geldim.  Son dakikaya kadar tereddütlüydüm, gitsem mi gitmesem mi… (Bunu yarın yazarım size, neden.) Nihayetinde geldim. İyi ki gelmişim.


Bu sene ilk defa pranayama öğreniyoruz. Bu benim Budapeşte’deki onuncu yılım. Shadow Yoga’daki on ikinci. Pranayama ilk defa bu sene müfrefadata katıldı. O da üç nefes ve sonra bırak. O kadar. O üç nefese hazırlanmak için evet on iki sene geçirdim ve hâlâ da tam olarak hazır mıyım emin değilim. Sonra bu kursta ilk defa çakralardan bahsediliyor ve ilk çakranın  (sadece ilk çakra) kök sesi, şekli ve rengi ile ilgili bir çalışma yapıyoruz. O kadar.


Bunun rüyamla ne ilgisi var?


Benim ilk hocalarım bize ilk günden pranayama yaptırtmış, beşinci gün çakraların tamamını sesleri, şekilleri ve şemalleri ile hayal ettirerek bir “meditasyon” yaptırmışlardı. Benim kafam bir dünya olmuştu ve yogaya (ya da yoga sandığım o şeye) canı gönülden bağlanmıştım. Bugün, yoganın derin sularına öğrenciyi hızla sokmanın bir cahil cesareti olduğunu biliyorum. Yoganın en ince ayarlı alet edevatını oyuncak gibi başlangıç öğrencisinin eline vermenin yaratacağı fizyolojik ve psikolojik zarar ziyandan haberdarım. İlk hocalarımın yanlışını nihayet kabul ettiğim için sanırım onları rüyamda katlettim.


Not: Bu yazının devamı var. Sıkılmayın diye şimdi kesiyorum. Okursanız yarın yine yazarım.


 


 


 


 


 


 


 


 


 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 18, 2019 05:23

May 30, 2019

2020 ISTANBUL SHADOW YOGA

[image error] SHADOW YOGA TEMELLER PROGRAMI 

HOCA: DEFNE SUMAN


Bu program sene sonu inzivası ile beraber beş ay sürecek. Bu süre zarfında ayda iki hafta sonu olmak üzere İstanbul’da sekiz defa bir araya geleceğiz. Her ay on iki saat süren ve yoga asana, hareket, teori, felsefe, soru cevap bölümlerinden oluşan bir programı izleyeceğiz. Pre-prelüt kurslarını 2019 yılında veya daha önce tamamlamış tüm öğrencilere açık bu programda Shadow Yoga’nın ilk ayakta serisi (prelüt) olan Balakrama’yı öğreteceğiz. Balakrama güce atılan adım anlamına gelir. Bu hareket serisi sadece kas kemik sistemini güçlendirmekle kalmaz, nefesi açarak kişinin fiziksel/psikolojik zorluklara karşı tahammül düzeyini de yükseltir. Shadow Yoga Temeller Programı dahilinde dört ay boyunca on iki saat süren ve yoga asana, hareket, teori, felsefe, soru cevap bölümlerinden oluşan bir seyir izleyeceğiz. Buluşmalar arasında geçen sürede düzenli olarak evde çalışmak çok önemli.


Derslerin tamamına gelmek zorunludur. (İnziva hariç) Birinci dönem sonunda derslerin yarısı ya da yarısından fazlasına gelmemiş öğrenciler ikinci döneme devam hakkını yitirirler.


ERKEK ÖĞRENCİLERE YÜZDE 50 İNDİRİM  BU PROGRAMDA DA GEÇERLİDİR.


2020 Yılındaki Buluşmalarımızın tarihleri:


4-5 Ocak  ve 11-12 Ocak 2020

1-2 Şubat ve 8-9 Şubat 2020

29 Şubat-1 Mart  ve 7-8 Mart 2020

28-29 Mart- 4-5 Nisan 2020


Saatler: 07:00-10:00


KAYITLAR İÇİN LÜTFEN DEFNESUMANYOGA@GMAIL.COM ADRESİNE EPOSTA YAZINIZ.


(Derslerin arasındaki haftalarda asistanlarla ücretsiz çalışma seansları yapılacaktır. Gayrettepe’de. Bunlara katılmanız zorunlu değil ama çok faydalı olacaktır.)


 



[image error]ORTA SEVİYE KURSLAR
Haftasonu Programı: Chaya Yodha Sançalanam

HOCA: DEFNE SUMAN ve PINAR ÜSTÜN


İkinci yıl öğrencileri ile prelütleri tekrar etmek isteyen eski öğrencilere açık bir programdır. Defne Suman’ın hafta sonu programı Pınar Üstün’ün hafta içi bile beraber alınabilir. İki kurs beraber yapanlara uygun bir ücret sunulacaktır.


Saatler: 16:00-19:00


Tarihler: 12-13 Ekim, 9-10 Kasım, 11-12 Ocak, 8-9 Şubat, 7-8 Mart, 4-5 Nisan


(Pınar Üstün’ün kursu çok yakında bu sayfada ilan edilecektir.)




[image error]İLERİ SEVİYE KURSLAR: Nrtta Sadhana*

HOCA: DEFNE SUMAN


Hafta Sonu Kursları:

Cuma: 17:00-19:00, Cumartesi ve Pazar 16:00-19:00


Tarihler: 4-5-6 Ekim; 1-2-3 Kasım ; 3-4-5 Ocak ; 31 Ocak-1-2 Şubat; 28-29 Şubat; 1 Mart , 3-4-5 Nisan


Hafta İçi Kursları


Salı – Cuma, 06:30-08:30


Tarihler: 8-11 Ekim; 5-8 Kasım; 7-10 Ocak; 4-7 Şubat; 3-6 Mart; 31 Mart-3 Nisan


*Bu kurslara katılmak için Shadow Yoga’nın tüm prelütlerini bilmeniz gerekmektedir.


 


 


 


 




 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 30, 2019 15:59

2019-2020 ISTANBUL SHADOW YOGA

[image error]Shadow Yoga Hazırlık Kursları – PRE-PRELÜT 

HOCA: DEFNE SUMAN


Hazırlık kurslarına katılım Shadow Yoga Temeller Programı’na kayıt için ön koşuldur.


Bu kurslarda Shadow Yoga’nın temel felsefesini, hareket dinamiğini ve sizi Temeller Programı’na hazırlayacak bir hatha yoga serisini öğreteceğiz. Buluşmalarımız her ayın iki hafta sonunda gerçekleşecek. Ekim ya da Kasım kurslarına katılım Shadow Yoga Temeller Programına kayıt için ön koşuldur.


 

Preprelüt Ekim Kursu

5-6 Ekim ve 12-13 Ekim 2019 

Cumartesi ve Pazar sabahları 07:00-10:00 (Toplam 12 Saat)

(Erkek öğrencilere yüzde 50 indirimli)

Kontenjan: 30 kişi


Yer: Bomonti, Şişli


Preprelüt Kasım Kursu

2-3 Kasım ve 9-10 Kasım 2019 

Cumartesi ve Pazar sabahları 07:00-10:00 (Toplam 12 Saat)

(İki kursun içeriği aynıdır. Pekiştirmek için ikisine birden katılabilirsiniz)

(Erkek öğrencilere yüzde 50 indirimli)

Kontenjan: 30 kişi


Yer: Bomonti, Şişli



[image error]
SHADOW YOGA TEMELLER PROGRAMI 

HOCA: DEFNE SUMAN


Bu program sene sonu inzivası ile beraber beş ay sürecek. Bu süre zarfında ayda iki hafta sonu olmak üzere İstanbul’da sekiz defa bir araya geleceğiz. Her ay on iki saat süren ve yoga asana, hareket, teori, felsefe, soru cevap bölümlerinden oluşan bir programı izleyeceğiz. Pre-prelüt kurslarını 2019 yılında veya daha önce tamamlamış tüm öğrencilere açık bu programda Shadow Yoga’nın ilk ayakta serisi (prelüt) olan Balakrama’yı öğreteceğiz. Balakrama güce atılan adım anlamına gelir. Bu hareket serisi sadece kas kemik sistemini güçlendirmekle kalmaz, nefesi açarak kişinin fiziksel/psikolojik zorluklara karşı tahammül düzeyini de yükseltir. Shadow Yoga Temeller Programı dahilinde dört ay boyunca on iki saat süren ve yoga asana, hareket, teori, felsefe, soru cevap bölümlerinden oluşan bir seyir izleyeceğiz. Buluşmalar arasında geçen sürede düzenli olarak evde çalışmak çok önemli. Program Mayıs 2020’de Şirince Tiyatro Medresesi’nde yapacağımız inziva ile sona erecek.


Derslerin tamamına gelmek zorunludur. (İnziva hariç) Birinci dönem sonunda derslerin yarısı ya da yarısından fazlasına gelmemiş öğrenciler ikinci döneme devam hakkını yitirirler.


ERKEK ÖĞRENCİLERE YÜZDE 50 İNDİRİM  BU PROGRAMDA DA GEÇERLİDİR.


2020 Yılındaki Buluşmalarımızın tarihleri:


4-5 Ocak  ve 11-12 Ocak 2020

1-2 Şubat ve 8-9 Şubat 2020

29 Şubat-1 Mart  ve 7-8 Mart 2020

28-29 Mart- 4-5 Nisan 2020


Saatler: 07:00-10:00


KAYITLAR İÇİN LÜTFEN DEFNESUMANYOGA@GMAIL.COM ADRESİNE EPOSTA YAZINIZ.


(Derslerin arasındaki haftalarda asistanlarla ücretsiz çalışma seansları yapılacaktır. Gayrettepe’de. Bunlara katılmanız zorunlu değil ama çok faydalı olacaktır.)




Şirince Tiyatro Medresesi İnziva 26 Nisan- 3 Mayıs (Ayrıntılar yakında)



[image error]ORTA SEVİYE KURSLAR
Haftasonu Programı: Chaya Yodha Sançalanam

HOCA: DEFNE SUMAN ve PINAR ÜSTÜN


İkinci yıl öğrencileri ile prelütleri tekrar etmek isteyen eski öğrencilere açık bir programdır. Defne Suman’ın hafta sonu programı Pınar Üstün’ün hafta içi bile beraber alınabilir. İki kurs beraber yapanlara uygun bir ücret sunulacaktır.


Saatler: 16:00-19:00


Tarihler: 12-13 Ekim, 9-10 Kasım, 11-12 Ocak, 8-9 Şubat, 7-8 Mart, 4-5 Nisan


(Pınar Üstün’ün kursu çok yakında bu sayfada ilan edilecektir.)



BİREYSEL ASANA KURSU

HOCA: DEFNE SUMAN


Bu kurslarda öğrenciler aynı salonda ancak tek başlarına bir prelüt yapacaklar. Daha sonra hoca her öğrenciye uygun asanayı serilerine ekleyecek ve öğrenciyi asana içinde düzeleyecektir. Bir Shadow Yoga serisini baştan sonra tek başına yapabiliyor olmanız bu kursa katılmak için yeterlidir.


Saatler: 16:00-18:00


Tarihler 8-11 Ekim, 5-8 Kasım , 7-10 Ocak, 14-17 Nisan



[image error]İLERİ SEVİYE KURSLAR: Nrtta Sadhana*

HOCA: DEFNE SUMAN


Hafta Sonu Kursları:

Cuma: 17:00-19:00, Cumartesi ve Pazar 16:00-19:00


Tarihler: 4-5-6 Ekim; 1-2-3 Kasım ; 3-4-5 Ocak ; 31 Ocak-1-2 Şubat; 28-29 Şubat; 1 Mart , 3-4-5 Nisan


Hafta İçi Kursları


Salı – Cuma, 06:30-08:30


Tarihler: 8-11 Ekim; 5-8 Kasım; 7-10 Ocak; 4-7 Şubat; 3-6 Mart; 31 Mart-3 Nisan


*Bu kurslara katılmak için Shadow Yoga’nın tüm prelütlerini bilmeniz gerekmektedir.


 


 


 


 




 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 30, 2019 15:59

February 4, 2019

Bu akşam Açık Radyo’dayım

[image error]


Bir kış akşamüzeri. Atina’daki en sevdiğim kahvem Little Tree and Books’a gittim. Yine kalabalıktı. Yine masa paylaşmak gerekti. Ama bu defa yanına oturduğum iki şahane kadın Türkçe konuşuyorlardı. Hemen kaynaştık. Nasıl kaynaşmayalım? Bisiklet sevdalısı, kadınların özgürlüğüne gönül vermiş, biri Atina’da, diğeri Gayrettepe’de iki sokak aşağımızda yaşayan iki güzel kadın. Seçil (@bisiklet_gezgini) ve Zeynep… Hemen organize olduk. Silahşörlerin üçüncüsü Seçil Zor (@secilzor) ile Skype’da buluştuk. Bu akşam Türkiye saati ile 19:00’da Açık Radyo’daki Trapez Kadro > Bisikletli Kadın Hikayeleri programına davet ettiler beni. Bisiklet, yoga, kitaplar, yazmak, kadınlık, şehir ve daha neler neler konuşacağız.

Bugün saat 19:00’da radyo frekansınızı @AcikRadyo’ya ayarlamayı unutmayınız. (Zaten hep orada kalsın) 🙂


[image error]

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 04, 2019 22:07

Bu akşam Açık Radyo’dayım

[image error]


Bir kış akşamüzeri. Atina’daki en sevdiğim kahvem Little Tree and Books’a gittim. Yine kalabalıktı. Yine masa paylaşmak gerekti. Ama bu defa yanına oturduğum iki şahane kadın Türkçe konuşuyorlardı. Hemen kaynaştık. Nasıl kaynaşmayalım? Bisiklet sevdalısı, kadınların özgürlüğüne gönül vermiş, biri Atina’da, diğeri Gayrettepe’de iki sokak aşağımızda yaşayan iki güzel kadın. Seçil (@bisiklet_gezgini) ve Zeynep… Hemen organize olduk. Silahşörlerin üçüncüsü Seçil Zor (@secilzor) ile Skype’da buluştuk. Bu akşam Türkiye saati ile 19:00’da Açık Radyo’daki Trapez Kadro > Bisikletli Kadın Hikayeleri programına davet ettiler beni. Bisiklet, yoga, kitaplar, yazmak, kadınlık, şehir ve daha neler neler konuşacağız.

Bugün saat 19:00’da radyo frekansınızı @AcikRadyo’ya ayarlamayı unutmayınız. (Zaten hep orada kalsın)

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 04, 2019 22:07

January 22, 2019

Tabanlarım Kaşınıyor

[image error]Nausa, Paros

Her yaş günümde, bizim Bey’den bana bir hafta tek başıma tatil hediye etmesini dilerim. Yanlış anlaşılmasın, o tatili finanse etmesini değil, sadece helal etmesini isterim yaş günü hediyem olarak. Yani, ben şu tarihte, tek başıma veya arkadaşlarımla bir hafta filanca adaya, dağa, köye gideceğim dediğimde surat asmasın, “how about me?” krizine girmesin, hayatın bir haftasını bensiz idame ettirecek şekilde madden ve manen hazırlansın diye. O da her yaş günümde bana bu bir haftanın sözünü verir. Hatta beraber hayal de kurarız: Bu seneki yaş günü hediyeni Amorgos adasında geçir, bu sene Monemvassia’ya git, bu sene o çok istediğin Kars seyahatine çık, Büyükada’daki eve kapan vs vs.


Tüm iyi niyete ve hayallere rağmen ben bir hafta kocasız tatil hediyelerimi bir türlü kullanacak fırsat yaratamam. Zaten her ay bir, bazen iki defa yoga dersi vermek üzere Yunanistan’dan Türkiye’ye seyahat ettiğim ve her defasında kocamsız dokuz gün geçirdiğim için o ay içinde bir kez daha yollara düşmek, bir kez daha Bey’den ayrı kalmak istemem. Böyle böyle, aylar ayları ve yıllar yılları kovalar ve ben doğurduktan sonra bebeğiyle mümkün olan en uzun zamanı geçirmek isteyen kadınların hamilelik öncesindeki yıllar boyunca biriktirdikleri izin günleri gibi yaş günü hediyesi kocasız tatil haftalarımı biriktiririm. Şimdi hepsini aynı anda kullanacak olsam, rahat iki ay bir başıma tatile çıkabilirim.


Ocak ayını kendime tatil ilan etmiştim. Türkiye’ye gitmedim. Öğrenciler de bir ay tatilde kendi yogalarına odaklandılar. Ev ödevlerini yaptılar, yapıyorlar (inşallah). Ay sonunda misafir bir hocamızın yoğun bir atölye çalışması, ardından dokuz gün sürecek benim kurslarımla birbirimize kavuşacağız.


Bu tatil bana kırk gün aynı şehirde, aynı evde (bizim evde) kalma imkanı sağladı ki hayatımda çok nadir kırk günün kırkını arka arkaya aynı evde, aynı şehirde geçiririm. Yeni bir kitap hazırlıyorum. Mavi Orman’ın devamı niteliğinde. Onu son haline getirmek üzere içime kapanmak, her gün düzenli olarak metinle buluşmak için ayırdığım bir zamandı. Ayrıca hocalık ve seyahatten uzak bir dönemde kendi yogama da yoğunlaşmak, sabah akşam düzenli olarak serilerimi çalışmak istiyordum. Sosyal medyadan elimi ayağımı çektim. E-postalar ve asistanlarımla mesajlaşmak dışında dış dünyayla pek ilgilenmedim.


İyi gidiyorduk ama sonra hafiften kanım kaynamaya başladı. İlk ve çok sevgili yoga hocası çiftimin kadın yarısı bu durum için “tabanlarım kaşınıyor” tabirini kullanırdı. Evet, benim de tabanlar kaşınmaya başladı. Her sabah aynı yatak, aynı ev, aynı manzara, aynı rutin. Ne yapmalı? Nereye gitmeli? Kaç zamandır Paros adasındaki bir yoga merkezini merak ediyordum. Hem kendim için hem de hocalar için bir keşif gezisine çıkmanın tam zamanıydı. Hatta bu keşif gezisinin tek zamanıydı. Şubattan sonra İstanbul, İzmir, Şirince dersleri, kitap fuarları, kitap gezileri, söyleşiler derken zaman tam gaz geçecekti.


[image error]Kolibitres, Paros

Kırk günlük  tatilim birinci ayını doldurdu. Yola çıkmak için mükemmel bir zamandı. Küçük çantama Kundera’nın Perde adlı  kitabını, bir boğazlı kazak, bir blucin, bir elbise, bir set de yoga kıyafeti attım. Havaalanından 2018 Man Booker ödülünü kazanmış olan Milkman kitabını aldım. Pervaneli pırpır uçak beni göz açıp kapayıncaya kadar Paros adasına indirdi. Kiraladığım Fiat Panda arabam beni bekliyordu ve uçsuz bucaksız mavilik, katman katman bulutlar, ağ ayıklayan balıkçılar, kış mevsimini uykuda geçiren sessiz, beyaz bir ada.


Otel odasını zevkime ve yogasal ihtiyaçlarıma göre düzenledikten, kitaplarımı, defterlerimi raflara dizdikten sonra çıktım, haritama baka baka bir fırın buldum.


“Sizde nistisimo yiyecek bulunur mu?”


Nistisimo benim Yunancada ilk öğrendiğim sözcüklerden biridir. Tam karşılığı oruç demektir. Türkçede kulağa oruç yemeği tuhaf gelse de Ortodoks Hristiyanların Paskalya öncesindeki kırk günlük oruçları etsiz, sütsüz, yumurtasız bir beslenme rejimi içeriyor. O kırk gün onlar için oruç, benim için bayram oluyor. Çünkü ben çocukluğumdan beri süt ve süt ürünlerinden, yumurtadan tiksinme derecesinde hoşlanmam. Yogaya başladıktan sonra et ve tavuğu da bıraktım. Bir fırında hem peynirsiz hem de etsiz bir şey bulmak o günden sonra baştan başa bir serüvene dönüştü. Özellikle bir türlü patatesli böreği keşfedemeyen Yunanistan’da.


Müjdeler olsun ki girdiğim bu ilk fırında nistisimo ürünler vardı. Manitaropita mesela nistisimo idi ve spanakopita da öyleydi. Zevkten dört köşe bir vaziyette sıcacık manitaropitamı ısırdım. Anladığınız üzere manitar ve pitta’nın bileşiminden oluşan bu kelime mantarlı börek anlamına geliyor. Olağanüstü lezzetliydi. Hemen ikinciyi, üçüncüyü almayı, akşama kadar sadece bu börekten yemeği kurdum. Çünkü tek başıma yolculuk ederken bir lokantaya girip masa donatmayı sevmiyorum. Bilhassa masalarında dört kuşak ailelerin neşeyle yemek yedikleri Yunan lokantalarına girip de tek başıma bir köşeye oturmak hoşuma gitmiyor. Tayland’dayken bu durum bana hiç koymazdı. Üstelik tıpkı Yunanistan’daki gibi Tayland’da da lokantalar hep uzun masalarda oturan kalabalık aileler veya arkadaş gruplarıyla doluydu. Eh, ama o on beş yıl önceydi. Ne alakası var derseniz, şu: Otuz yaşındaki genç bir kadının tek başına yemek yemesi ile kırk beş yaşındakinin tek başına yemek yemesi arasında bir fark vardır. Ben “o kadın” olmak istemiyorum. O kadın orta yaşlıdır. Dünyayı tek başına gezmektedir. Egzotik ülkelerin lokanta masalarında tek başına oturur, şarabını söyler, kitabını açar, okur. Hayatından memnun da görünse, etrafına yaydığı bir yalnızlık dalgası tarafından çevrilmiştir. Saçları kırdır. Erkeklerden ümidi ise kıttır.


Hayır, ben o kadın olmak istemiyorum. O yüzden bir börek alıp denize nazır bir kayaya oturup onu yiyorum. Hoş, istesem de kış uykusundaki Paros’da başımı sokup yemek yiyeceğim bir taverna bulamazdım. Her yer kapalıydı.


[image error]


Yoga merkezini gezdim. Sahibi Sasy ile hemen anlaştık, uzunca bir zaman onunla kaldım. Rüya gibi bir yer yapmışlar. Denize nazır bir yoga merkezi. Nisan ayından Kasıma kadar benim gibi kendi öğrenci grubuna sahip hocaları ve öğrencilerini ağırlıyorlar. Her bir ayrıntısı sevgiyle inşa edilmiş, sade ve çok güzel bir yerdi. En kısa zamanda bir grup ayarlayıp geleceğime söz verdim.


Akşam erken yattım. Sabah gün ağarmadan kalktım. Evden getirdiğim aeropress teşkilatımla kahvemi hazırladım. Odamı havalandırırken lobiye indim. Küçük, şık bir otelde kalıyordum. Özenle ve zevkle döşenmiş bir ada evi. Kundera’nın Perde kitabından bir bölüm okudum. Roman yazarının hikayesini kurarken ayrıntılar karşısında nasıl heyecanlandığını anlatan harika bir bölümdü. Romancı dünyayı kurarken kullandığı ayrıntılarının romanın ileriki bölümlerinde yankılanmasını ister, onları tekrar, tekrar kullanır, diyordu Kundera ve ben başımı sallıyordum. Evet, evet! Hatta ikinci yarı hep bu yankıyı dinleyerek yazılır diyordu. Yine evet evet!


“Onun için en küçük ayrıntı önemlidir, onu bir izleğe, bir motife dönüştürür ve tıpkı bir fügdeki gibi sayısız tekrarlarla, çeşitlemelerle, göndermelerle tekrar tekrar geri getirir.” (Kundera, Perde. Sf 148)


Ben şık otelimin lobisinde kahvemi yudumlar, başımı sallarken ve “mekân tasvirleriniz çok uzun”, “tam hikâyeye girecekken başka bir yere gittik”, “çok ayrıntı var” diye romanlarımı eleştiren okur güruhunu düşünürken Kundera da dedi ki:


“… zaten okuyucu bunu hemen unutacak … ve rafine bir ezgi halindeki müziği filan duymayacaktır. Bu unutuş karşısında romancı ne yapacaktır? Umursamayacak ve okuyucusunun kitaba kendini tamamen vermeden, hızla, unuta, unuta, asla içine giremeden göz gezdireceğini bile de, romanını unutulmayanın yıkılmaz şatosu gibi inşa edecektir.” (a.g.e)


Ne kadar doğru! Nasıl da trajik. Biz kocaman bir dünyaya açılan her bir pencerenin ayrıntısını işlemekle meşgulken, basit bir story, bir macera, peki sonra ne olmuş haydi sadede gel, diyerek okuyan okurla karşılaşmak ne kadar acı. Ama ben de okur tarafına geçtiğinde aynı şeyleri düşünmüyor muyum? Pek çok kereler evet. O yüzden bazı romanları ikinci defa okuyorum. Hikaye merakımı doyurduktan sonra Kundera’nın deyimiyle o şatonun içine girebilmek, orada vakit geçirmek için ikinci, bazen üçüncü, dördüncü defa okuyorum. Ancak o zaman yazarın kurduğu dünyayı anlıyorum.


Kundera’ya dalmıştım. Havanın aydınlandığını fark etmemişim. Sasy ile kahvaltı edecektik. Aynı fırında, aynı manitaropitayla. Yoga için çok az vaktim kalmıştı. Odama çıktım. Minicik bir daire halının üzerinde ısınmaları yaptım ve sonra her daim tutuk ayak bileklerime apana vayunun kara sularının inmesi için farklı şekillerde çöktüm, kalktım. Tabanlarıma, ayak parmaklarıma, ayak bileklerime vücudum ağırlığını bıraktım. Ayağımın üzerindeki enerji gitmeyen yerler sarı, beyaz şeritler halinde belirdi. Enerji fazlasının tıkandığı yerler mor, pembe, kırmızı. Nihayet ateş açılıp da tüm vücudumu ısıtana kadar aynı hareketleri ve udiyana bandaları tekrarladım. Önceki gün mantarlı börek dışında bir şey yemediğim için midem, bağırsaklarım boştu. Udiyanalar şahaneydi. Mayuralık vaktim yoktu ama yapsam eminim o da bir içim su olacaktı. Hocamın ayak bilekleri vücudun kilit noktasıdır, deyişi aklıma geldi. Onlar yumuşadıkça diğer eklemler, kalçalar ve nefes de açılıyordu. Zihnim durulmuş, kaprislerinden arınmıştı.


[image error]Akşam güneşinde bir dost

Sokağa çıktım. Balıkçılar ağlarını onarıyordu yine. Önlerinden geçtim. Sasy ile yanlış anlaşmışız. O, aynı fırının adanın kuzeyindeki şubesinde beni beklemiş, ben limandakinde. Akşam yemeğe buluşuruz, ne yapalım dedik. O gün Sasy’nin isim günüymüş. Akşam yakın arkadaşlarını yemeğe götürüyormuş. Daveti hemen kabul ettim. Uzun bir masaya dahil olmak istiyordum.


Mantarlı böreğimi yiyip bir manastıra girdim. 100 Kapılı Panayiya (Meryem Ana) manastırı. Daha içeri adım atar atmaz, ruhani havası ciğerime doldu. Ben herhalde bir önceki hayatımda Ortodoks Hristiyan manastırında yaşayan bir keşiştim. Çocukluğumdan beri Büyükada’nın Aya Yorgi tepesi olsun, Fener’deki Kırmızı Kilise (o da ilk olarak kadınların ibadet edeceği bir manastır olarak Moğollu Maria tarafından düzenlenmiş) olsun manastırlar beni daima büyülemiştir. Girdiğim 100 Kapılı Panayiya Manastırı da bana Ayvansaray’daki Vlaherna Meryem Ana Kilisesi’ni hatırlattı. Yanılmıyorsam o da bir zamanlar manastır olarak kullanılmıştı. Ortada ağaçlı bir avlu ve etrafına dizilmiş odalar. Hindistan’ın Rişikeş kentinde kaldığım aşram da aynı bu mimariyle inşa edilmişti.


Odama döndüm. Hava güneşli ve pırıl pırıl olmasına rağmen çok soğuktu. Elementlere maruz kalınca yorgun düşmüşüm. Ne demişler hareket dinginliğe, dinginlik harekete evrilir. Evrenin kuralı budur. Çok sıcak bir duş aldım. “Sabunlanırken suyu kapat, termosifondaki suyu bitirme, elektrik faturasını düşün,” diye söylenen kocanın 160km uzağında olmanın verdiği gönül rahatlığıyla yarım saat sıcak suyun altında durdum. Sonra yatağa girdim. Battaniyeyi çektim boğazıma kadar. Milkman kitabını okumaya başladım. Hiçbir şey anlamadım. Kitapta isimler yok. Middle sister diye biri var. Anlatıcımız. Third brother-in-law ile akşamları koşuya çıkıyorlar. Middle sister’ın bir maybe-boyfriend’i var. Bağlanma sorunu yaşayan erkeğimiz. Bilge bir anne var: Ma. Depresif bir baba var: Da. Yer isimleri de verilmemiş. The land over the water diye bir yer var. Sonra bir de The land over the border var. Ama bunlar ne ola ki? Okuduğum kitaplar hakkında bilgi sahibi olmayı sevmem, arka kapağını bile okumam ama bu defa anlaşılan ufak bir araştırma yapmadan bu şatodan içeri adım atamayacaktım. Battaniyenin altında bir yerlerde laptop bilgisayarım duruyordu. Çıkarttım. Milkman. Bul bakalım Google Efendi.


Ne buldu beğenirsiniz Google Efendi? Guardian’da çıkmış bir eleştiri yazısı. Milkman’in okuması zor, çok zor bir metin olduğundan söz ediyordu. Öyle iyi bir yazıydı ki Milkman’i bırakıp onu okudum. Zor metinleri övmüyordu ama Milkman’i övüyordu. Zor diye bir kitabı kenara atmanın yazık olduğunu , iyi edebiyatla, çok satar arasındaki farkı hatırlamamız gerektiğini filan anlatan sıkı bir eleştiri yazısıydı. Sabah Kundera’nın başlattığı daire kafamda tamamlandı, kapandı. Land over the water’in İngiltere, land over the border’ın İrlanda Cumhuriyeti olduğunu ve Milkman’in 1970li yıllarda Kuzey İrlanda’da, Belfast’ta geçtiğini de öğrenmiş oldum.


Battaniyenin altında gerinirken aklıma bir film geldi: Kadın kocasına diyordu ki, bazen kaçıp gitmeyi hayal ediyorum. Adam soruyor: Nereye? Bilmiyorum diyor kadın. Bir otele. Ne yapacaksın orada? Adam kuşkulu. Hiç, diyor kadın. Bir otel odasında oturacağım. O kadar mı, diyor adam. O kadar, diyor kadın.


Onu o kadar iyi anlıyorum ki! O kadar.


Manastır Yunanca monastiri kelimesinden geliyor. Monos/moni mu tek başına demek.  Manastır da insanın monos/ moni mu  kalacağı yer anlamında kullanılıyor. Arabamı erken inen akşam güneşine nazır tepelerde, kıyılarda sürerken moni mu, yalnız başıma ne kadar huzurlu olduğumu düşündüm. Kafamdan bu yazıyı yazdım. Spotify The Ballad of Lucy Jordan‘ı çalmaya başlayınca gözlerim doldu.  Marianne Faithful’un bu parçasını ben ilk defa Thelma & Louise filminin soundtrack’inde duymuştum.  Thelma& Lousie yaşıtım kadınların hemen hepsi gibi benim de içime işlemiş bir filmdir. Bu şarkıyı ilk dinlediğim on dokuz yaşında “o kadın” olmaktan ne kadar korktuğumu hatırlıyorum. Bu parçadaki “o kadın” yukarıdaki bahsettiğim o kadın değil. Hatta onun tam tersi diyebilirim. Bu parçadaki “o kadın”, otuz yedi yaşına gelip de gençlik rüyalarının hiç birini gerçekleştiremeyeceğini anlayan Lucy Jordan.


Gaza bastım.Yanımda bir kız arkadaşım olsaydı şimdi. Ayşe, Yasemin, Evren, Zeyno, Deniz… Hayatta en çok özlediğim şey gençliğimi bilen bir kız arkadaşla beraber vakit geçirmek.


Akşam yeni arkadaşlarımla yiyip içtiğim erken akşam yemeğinden sonra (yaşasın akşam 16:30’da akşam yemeğine oturan yogacı dostlar!) yine saat dokuzu bulmadan yattım. Hemen uyudum. Ertesi sabah kısa bir yogadan sonra havaalanına, oradan eve döndüğümde ışıl ışıldım.


Kısa bir moni mu arası her eve lazım.


 


[image error]Yuvaya Dönüş, Atina
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 22, 2019 05:06